24 Kasım 2021 Çarşamba

Soylu’dan SBK itirafı: Yukarıdan aşağıya bir karar aldık... - Bahadır Özgür / BİRGÜN

Süleyman Soylu, Plan Bütçe Komisyonu’nda, gece yarısından sonra saat 02.00’da, tam toplantı bitip salondan çıkarken ayaküstü çok önemli bir açıklama yaptı. Konu, Sezgin Baran Korkmaz’ın İçişleri Bakanlığı’na çağrıldığı iddiasıydı.

İçişleri Süleyman Soylu ile milletvekilleri Ahmet Şık ve Engin Özkoç’un arasındaki sert tartışmaları çoğumuz izledik veya okuduk. Vekiller, Soylu hakkındaki ağır ithamları yüzüne karşı tek tek sıralamıştı. Videolar sosyal medyada büyük ilgi gördü. Uyuşturucu, silah dağıtımı, 10 bin dolar alan siyasetçi vb. aylardır gündemde olan skandallara dair sorulara, yine yanıt vermediğini gördük Soylu’nun. Bunlar görüntülerde, haberlerde yer verilen kısımlarda yaşananlardı.

Oysa haberlere yansımayan ama Meclis’in “incelenmemiş”, yani henüz düzenlenmemiş ham tutanaklarında yer alan çok önemli bir açıklama yapıyordu İçişleri Bakanı. 22 Kasım Pazartesi saat 11.00’da başlayan ve gece yarısından sonra saat 02.00’da, tam toplantı bitip salonunu terk ederken giderayak Sezgin Baran Korkmaz’la (SBK) alakalı, daha önce dile getirmediği bir şeyler söylüyordu.

Neydi dikkatlerden kaçan bu sözler? Önce olayı hatırlayalım…

Vekiller Şık ve Özkoç’un en fazla üzerinde durduğu ve Soylu’nun da olay ortaya çıktığı günden beri “kelime” dahi etmediği iddia, hakkında kara para aklama davası açılan SBK’nın yurtdışına çıkmadan bir gün önce İçişleri Bakanlığı’na çağrılmasıydı. Nitekim SBK hakkında mal varlığına tedbir ve yurtdışı yasağı aniden kaldırılmış; kararı alan savcılar ilerleyen günlerde jet hızıyla terfi etmiş, biri Yargıtay diğeri Anayasa Mahkemesi üyeliğine atanmıştı.

Daha sonra itiraf ve ifşalarına başlayan Sedat Peker, 5 Aralık’ta yurtdışına çıkmadan bir gün önce Soylu’nun SBK’yı bakanlığa çağırdığını söylemiş, “Bana kaç dediğin gibi Korkmaz’a da dedin” diyerek ciddi bir ithamda bulunmuştu. SBK da kendisine ulaşan gazetecilere doğruluyordu görüşmeyi. Skandalın kilit konusu buydu.

İşte Plan Bütçe Komisyonu dağılırken Soylu’nun ayaküstü söylediği sözleri, CHP Milletvekili Engin Özkoç yakaladı. Ham tutanakların sonunda yer alan ilgili bölüm şöyle:


CHP’li vekiller gece yarısına kadar SBK ile görüşüp görüşmediğini sürekli sormuşlar ve en sonunda Soylu’nun ağzından şu sözler dökülmüştü:

“Daha ötesini söyleyeyim, bir şey yaptık, devletin bütün kurumlarıyla beraber… Sayın Özkoç, aklınızın yetmediği şudur: Türkiye uluslararası bir operasyona gelirken, devletin bütün kurumlarıyla yukarıdan aşağıya öyle bir karar aldık, meselenin içerisine öyle bir daldık ki Amerika’yı da açığa düşürdük, bize kumpas kuranları da açığa düşürdük.”

Soylu yine çok tartışılacak ve esasında bazı “mesajlar” da içeren şeyler söyledi. Görüşmeyi reddetmiyor lakin, “tek başıma yapmadım” demeye getiriyordu. “Yukarıdan aşağıya” alınan kararlardan kastını az çok tahmin ediyoruz. Açıkça Soylu Saray’ı da işin içine katıyor.

Peki Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan dahil herkesle görüşmüş; Dış Ekonomik İlişkiler Konseyi’ne davet edilip konuşturulmuş; “muteber iş insanı, hayırsever” diye medyada parlatıldıkça parlatılmış; onlarca şirket almış, sigorta şirketi sahibi olmuş ve ABD’nin bastırmasıyla kara para davası açılıp MASAK tarafından hakkında deliller ortaya konulmuş birisi, devlete karşı kurulmuş nasıl bir komplonun parçası oluyor? Ortada bir komplo varsa yurtdışına kaçmasına neden izin veriliyor, hatta “kaç” deniliyor?

Burada SBK’nın 4 Aralık günü Soylu ile görüşmesinin nedeni olduğu ileri sürülen olayı da hatırlamak gerekiyor...

Peker görüşmenin İnan Kıraç’ın hisseleri ile alakalı olduğunu savunuyor, SBK da bunu doğruluyordu. Mesele SBK’nın Silcolux şirketindeki Nahum ailesine ait hisseleri satın alması ve bunun üzerinden Kıraça ile Karsan’a da ortak olmasıydı. Ortaklık o dönem resmen açıklandı ve basında yer aldı.

SBK skandalı patladığı günlerde İnan Kıraç, 22 Haziran 2021 tarihli Sözcü gazetesinde Deniz Zeyrek’e bir açıklama yaptı. Özeti şöyleydi: Silcolux adlı şirketteki Nahum ailesine ait hisseleri SBK satın aldı ve bu şirket üzerinden Kıraça ve Karsan’da da pay sahibi oldu. Ancak anlaşmaya göre o hisseler önce bize (Kıraç) teklif edilmeliydi. Hisseleri geri almak için hukuki yola başvurdum. Onlar da bize dava açtılar. 10 günlük hukuki maraton sonucunda 6 milyon dolara hisseleri geri aldım. Kıraç, olaya Cumhurbaşkanı ve İçişleri Bakanı’nın dahil olduğu iddialarını ise reddetmiş, SBK’yı kastederek, “Bunlar güvenilmez adamlar” demişti.

Ne var ki, aynı gazetenin diğer yazarı Saygı Öztürk, 25 Haziran’da SBK ile İnan Kıraç arasında 25. İcra Dairesi’nde bulunan bir taahhütnameyi yayınladı. Belge, Kıraç’ın anlattığının tam aksine gelişmelerin yaşandığını kanıtlıyordu. Belgeye göre Korkmaz, 40 milyon dolar alacaklıydı. Bunun yanında Kıraç, Sicolux’taki bütün hisselerini Korkmaz’a vermeyi taahhüt ediyordu. Borcun ödeme tarihi 20 Mayıs 2020’ydi. Korkmaz para ödenmeyince icra takibi başlatmıştı.

Sonrası malum: Kara para soruşturması açılıyor; yurtdışı ve mal varlığı yasakları peş peşe geliyor; yasaklar aniden kaldırılıp İçişleri Bakanlığı’na çağrılıyor; bir gün sonra yurtdışına çıkıyor ve tekrar dava açılıp hakkında arama kararı çıkarılıyor…

SBK olayı gerçekten bir muamma. Soylu’nun “yukarısı” derken işaret ettiği makam dikkate alındığında, skandalın hala aydınlatılmamış pek çok karanlık yönünün bulunduğunu ve tahminlerden büyük olduğunu anlıyoruz.

Bahadır Özgür / BİRGÜN



 


Giderayak ülkeyi ateşe attı - BİRGÜN

 Türk Lirası, tarihin en yıkıcı günlerinden birini yaşadı. TL, dolar karşısında bir günde yüzde 20’ye yakın değer kaybetti. Döviz büroları tabela kapattı. Ekonomistler yanlıştan acilen dönülmesi çağrısı yaptı. Erdoğan’ın konuşmasından sonra ülke adeta yangın yerine döndü. İktidar, seçimlerin 2023’te yapılacağını söylese de Prof. Dr. Günçavdı “Ekonomik sebeplerden dolayı erken seçim kaçınılmaz” dedi.

Türk Lirası serbest düşüşe devam ediyor. 

AKP’li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın konuşmasının ardından Türk Lirası adeta yere çakılmaya başladı. 

Ülke ise panik halinde bir yangın yerine döndü. Önceki gün 11,37’den işlem gören dolar/TL dün gün içerisinde yüzde 17'ye ulaşan yükselişlerle 13 lirayı aşarken, avro/TL 14 liranın da üzerini gördü.

Erdoğan’ın pazartesi günü Kabine toplantısının ardından yaptığı konuşmada, "Kurdaki rekabet gücü yatırım, üretim ve istihdamda artışa yol açar" ifadelerini kullanması TL’deki değer kaybını hızlandırdı. 

Erdoğan’ın düşük faiz politikasını sürdüreceğinin sinyalini vermesinin ardından dolar dün 13,46’ya kadar çıkarak tarihi rekor seviyesini tazeledi. Eylülden bu yana 400 baz puan faiz indirimi yapan TCMB’nin indirimlere devam edeceği düşüncesi de TL’deki değer kaybının ana nedeni konumunda.

Gram altın, dolar/TL'deki yükselişle beraber rekor tazeleyerek 800 TL'ye dayandı. Sene başından bu yana yüzde 50'den fazla yükseliş kaydeden güvenli liman gram altın, bu seneye 450 TL civarında başlamıştı.


ÜRETİCİ-TÜKETİCİ DENGESİ BOZULDU

Kurdaki oynaklık hem üreticilerin hem de ticaretin dengesini bozdu. Dünya’ya konuşan Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) Hazır Giyim ve Konfeksiyon Sektör Meclis Başkanı Şeref Fayat, yüksek oynaklığın toptancıların ve hammaddecilerin fiyat vermesine engel olduğunu söylerken, kontratların çok zor yapılabildiği, vade konuşulmayıp peşin alışverişin zorunlu olduğu bir döneme girildiğini söyledi. Satıcının vadeli mal satarken, alış fiyatını bağlayamadığına dikkat çeken Fayat, “Böyle olunca sattığı malı bu kez daha pahalıya almak zorunda kalabiliyor. Sattığı malı yerine koyamama endişesi var. Oynaklık kaldığı sürece bu durum devam edecek” dedi. Konfeksiyon tarafında iç piyasada vadelerin normal zamanda 2-6 ay arasından olduğunu aktaran Fayat, “Şimdi bırakın 2 ayı, 2 gün bile tahammül edilemiyor. Emtia fiyatları bile dolar bazında ciddi artarken, TL ile uzun vadeli kontrat yapmak büyük bir risk. Herkes için öngörülemez bir dönemdeyiz” ifadelerini kullandı.

DÖVİZ BÜROLARI TABELA KAPATTI

Döviz büroları yaşanan kur şoku nedeniyle dün öğlen saatlerinde tabela kapatmak zorunda kaldı ve döviz satışını durdurdu.

 Habertürk’e konuşan bir döviz bürosu işletmecisi, "İstikrar olmadığı için tahtayı kapatmak zorunda kaldık. Ne müşteri ne biz mağdur olalım. Şu anda döviz satan yok, tedirginlik olduğu için herkes alım tarafında hareket ediyor. Piyasada çok fazla TL var. İnsanlar sürekli döviz almak istiyor" dedi.

Erdoğan konuşmasında ayrıca, "Yüksek faiz-düşük kur kısır döngüsü yerine yatırım, üretim, istihdam, ihracat odaklı ekonomi politikamızla ülkemiz için en doğru olanı yapmakta kararlıyız" dedi ve ekledi: “Ülkemizi bunca tuzaktan, badireden nasıl çıkardıysak Allah'ın yardımı ve milletimizin desteğiyle bu ekonomik Kurtuluş Savaşı'ndan da zaferle çıkartacağız."

TL’nin dolar karşısındaki değer kaybının yüzde 20’ye yaklaşmasının ardından Erdoğan, Merkez Bankası Başkanı Şahap Kavcıoğlu ile Ankara’da bir araya geldi. Görüşmeye ilişkin detay paylaşılmadı. Merkez Bankası’ndan konuya ilişkin açıklama yapılmadı.

İKTİSADİ DAYANAKTAN YOKSUN KONUŞMA

İTÜ İşletme Fakültesi'nde öğretim üyesi Prof. Dr. Öner Günçavdı, sert değer kaybını ve son gelişmeleri değerlendirdi. Günçavdı, döviz kurunda dün yaşanan dalgalanmanın nedeninin Erdoğan’ın iktisadi dayanaklardan yoksun açıklaması olduğunu belirtiyor.

Kur meselesinin çok teknik bir mesele olduğuna dikkat çeken Günçavdı, “Ekonomi teknik bir meseledir bunu siyasete çekerek yabancılar nezdinde açığa düştü. Açıklamayı dünyadaki mevcut koşulları da dikkate almadan yaptı. Anladığım kadarıyla hükümet dünya ekonomisinin içinde bulunduğu durumu göz ardı ediyorlar” ifadelerini kullandı.

Yaşanan son gelişmeleri ‘züccaciye dükkânına fil girmesi’ olarak nitelendiren Günçavdı, “Piyasaya karşı her açıklamalarla piyasa sınanıyor ve bu şekilde tepki veriyor. Hükümet iktisadi bir konuya siyasetle cevap veriyor. Baştan hatalı. Bunu en son 1994 yılında Tansu Çiller yapmaya çalışmıştı. O krize dönüşmüştü” şeklinde konuştu.

2021 YILINDA KITLIK RİSKİ

Kurun enflasyona geçişkenliği ise yüzde 30 civarı ölçülüyor. Yani kurdaki her yüzde10’luk artış enflasyona 3 puan katkı yapıyor.

Kur artışı herkesi panik havasına soktu. Yurttaş yarın alışverişte neyle karşılaşacağını tahmin etmekte zorlanıyor. 

Bu belirsizlik ortamında stok ve kıtlık riski doğuyor. Prof. Dr. Günçavdı’ya göre fiyat istikrarına kavuşmadığımız sürece bu belirsizlik devam edecek.

Çok kısa sürede aşama aşama şoklar geldiğini söyleyen Günçavdı “Böyle bir ortamda yoğun bakımdan çıkamazsınız. Fiyatta istikrara kavuşamadığınız anlamına gelir. Özellikle ithal veya yerli malları ellerinde bulunduran insanlar bu malları stoklarından çıkarmaya rıza göstermezler. Elbette bu durum bir kıtlığa neden olur. Kurlarda fiyat oturmadığı için 2001 yılında yaşadık biz bu durumu” dedi.

Kıtlık riskine dikkat çeken Günçavdı: “Kuyruklar olur. İnsanlar normalde almak istediklerinden daha fazla almak isteyecekler. Evlerde de stok yapmak isteyecekler. Normalin üzerinde bir talep patlaması yaşanacak. Bu talep patlaması marketler tarafından yeteri kadar yerine getirilemeyecek. Çünkü onların da stokta tuttuğu mal miktarı da normal talebe göre. Siz bir patlama yaşarsanız dükkânda mal olacak ve boş rafları göreceğiz. Ekonomide mal yokmuş gibi bir hava oluşur. 

Benzin kuyrukları buna bir örnek. Kuyruklar oldu birden 20 lira için. Satıcının elinde tedariğinde olan mal miktarı bellidir. Ama    birden talep artınca herkese verebilmek için 20 litreden fazla benzin vermiyor. Kıtlıklar olacak öyle ya da böyle.”

Ayrıca işsizliğe de vurgu yapan Günçavdı, özellikle küçük ve orta büyüklükteki işletmelerde sermaye sorunları yaşanacağını söyledi. KOBİ’lerin 975,2 milyar lira bankalara kredi borcu var. Bu borcun 56,8 milyar lirası ise bankalar tarafından takibe alınmış durumda. Döviz kurundaki artışların ithalata ve ithal girdiye bağımlı işletmelerde sermaye yetersizliği yaratacağını söyleyen Günçavdı, “İşletmeler normal iş hacmini yakalayamaz ve iş hacmini düşürürler. Bu sermaye nerden gelecek? Bu ciddi bir sıkıntı şu anda. Özellikle KOBİ’lerin sermayeleri bu dalgada eriyecek. O zaman işsizlik olur o zaman çöküş olur” ifadelerini kullandı.

ERKEN SEÇİM KENDİLİĞİNDEN GELİYOR

Cumhurbaşkanı Erdoğan ve MHP lideri Bahçeli dün yaptıkları grup toplantılarında seçimlerin 2023 yılının haziran ayında gerçekleştirileceğini açıkladı. Günçavdı ise ekonomik gidişat böyle giderse seçim kendiliğinden gelir görüşünde: “Ekonomik sebeplerden dolayı erken seçim kaçınılmaz geliyor. Çıkış yok çünkü. Faiz düşürmeye devam edecekler. Bu ekonomi bu düzeyde bir riski kaldıramaz mümkün değil.“

RESMİ ENFLASYON YÜZDE 30'A YÖNELECEK

Ekonomist Güldem Atabay, “Merkez Bankası’nın yanlış para politikasının arkasında yatan “büyük planı” önceki gün Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın açıklamalarından öğrendik” diyerek şu değerlendirmede bulundu: 

“Erdoğan seçimlerin zamanında yapılacağını da açıklayarak bu çok yanlış politikaların risklere de katlanarak ilerletileceğini netleştirmiş oldu. Bunun anlamı faizlerin inmeye devam edeceği, TL’nin değer kaybının durmayacağı, resmi enflasyonun hızla en az yüzde 30’a yöneleceği. Daha da önemlisi iflaslar nedeniyle bankacılık sektörünü sarsacak boyutta bir finansal krizle karşı karşıya kalınsa dahi daha sert yöntemlerin devreye sokularak 2023’e kadar bu yolda gidileceği.”

Atabay, seçimi erken istemenin daha önce ekonomik temellerle talep edilmediğini belirterek, “Erken seçimden başka Erdoğan’ın siyasi intiharı olacak bu seçimi arkasından gelecek hükümet adına bu sefer gerçekten de bir enkaz bırakmasıyla sonuçlanabilecek boyutta. Seçimi erkene istemek hiç bu kadar ekonomik temellerle acil önemde olmamıştı. Çünkü Erdoğan’ın seçtiği yoldan Türkiye ekonomisi adına çıkış yok” dedi.

EKONOMİSTLER TEPKİ GÖSTERDİ

Mahfi Eğilmez, kişisel blogunda yayımladığı 'Hükümetin Yeni Ekonomi Politikası Üzerine Görüşler' başlıklı yazısında, "Faiz ve kur üzerine ekonomi politikası kurulmaz. Ekonomi politikasının amacı nedenleri düzeltmek ve sonuca gitmek olmalıdır. Faiz sonuçtur. Eğer faizi belirli bir noktaya indirmek istiyorsanız politikanızı riskleri düşürmek üzerine kurmanız gerekir" ifadelerini kullandı.

Alaattin Aktaş, "Yıllar önce 'Faiz yüzde 1'e indirilseydi' diye bir senaryo yazdım ve bu yazıya köşemde zaman zaman tekrar yer verdim. Görüyorum ki benim büyüklere masal kıvamındaki yazımı gerçeğe dönüştürmek üzereler" paylaşımında bulundu.

Hakan Kara, "Dalgalı kur rejiminde ikinci kez serbest düşüş yaşamayı başaran ülke olarak tarih geçiyoruz. Sadece ve sadece temelsiz bir ısrar uğruna...Yanıldığınızı kabul etmek de bir erdemdir. Çok geç olmadan lütfen bu ısrardan dönün" dedi.

Uğur Gürses, "Vatandaş çok ağır bir bedelle, "faiz kamburundan" kurtulduğunu sanırken "yoksulluk kamburunun" sırtına yüklendiğini görecek...Çok yazık" değerlendirmesinde bulundu.

Şenol Babuşçu, "Freni patlamış kamyon gibi yokuş aşağı gidiyoruz. Sonumuz hayrola..." dedi.

Emraf Lafçı, "Bunun adı politika, model falan değil. Bunun bir tek adı var; Eline yüzüne bulaştırma!" ifadeleriyle eleştirdi.

Yalçın Karatepe, "Kriz aşamasından çöküşe geçiş çok hızlı oluyor" ifadesini kullandı.

Burak Arzova, takipçilerine "Gümrükten malını dün geçmeyip bugüne bırakan ya da işlemleri ancak bugün biten kaç iş adamı var aramızda?" sorusunu yöneltti.

                                                                         ***

ERDOĞAN İSTİFA ET!

Ülke alevler içinde, Erdoğan ise elinde benzin bidonuyla dolaşıyor. Toplum kötü gidişatı durduracak çözüm beklerken AKP Genel Başkanı örgütüyle bir araya geldiği toplantıda 2002 yılından bu yana girdiği seçimlerde aldığı oy oranlarını sayıp kürsüden indi. Koalisyonun diğer üyesi Devlet Bahçeli’yi gündeme almaya bile gerek yok. Ona buna sataşıp “padişahım çok yaşa” dedi ve gitti.

Türkiye 2021 yılının sonbaharını unutmayacak. Ülkenin iflas ettiği, yıkıldığı mevsim olarak anılacak. Türkiye Cumhuriyet tam anlamıyla hazan mevsimini yaşadı.

Ekonomik yıkıma tabii ki bakmak lazım. Ama bu yıkımın üstünü örttüğü gerçekler en az onun kadar yakıcı.

Türkiye sadece son dört ayda pandemiden dolayı 25 bine yakın insanını kaybetti. Bu kadar ölüm ancak bir savaşta yaşanabilirdi. Sağlık bakanı hâlâ çıkıp başarıdan bahsediyor. Aşılama dahil hiçbir konuda somut bir programları yok.

Eğitim kendi haline bırakılmış durumda. Çocuklar alaca karanlıkta okul yoluna düşerken, ne servisi denetleyen var ne de kantinleri. Covid-19 okulları mesken tutmuş durumda. Çocuklar beslenemiyor. Gençler parasızlıktan kazandıkları okula gidemiyor. 1 milyon 300 bin civarındaki üniversite mezununu saymıyoruz bile.

Başta gübre olmak üzere artan girdi fiyatları çiftçiyi üretimden kopardı. Bu yıl tarlaya gitmeyeceğini söyleyen çiftçinin sayısı her geçen dakika artıyor. Gıda krizi kapıdan içeri girdi.

İFLAS EDEN BİR ÜLKE

Sadece içeride değil dış politikada da tam bir iflas yaşanıyor. Bir Rusya’dan bir ABD’den bir AB’den fırça darbeleri geliyor. Suriye dışında bir iddiası kalmadı. O da her an sonlanabilir. İlişki kurabildikleri ülke sayısı bir elin parmaklarından daha az.

Tüm bunların yanı sıra belki de en acı olan yaşananlar karşısında 83 milyon insanın aptal yerine konması. Halkın gerçek sorunlarının konuşulmasının önüne geçmek için seçim sistemi, başkanlık iyi mi kötü mü, ittifaklarda ne olacak, anayasa paketi, demokrasi hamlesi gibi anlamsız ve kimsenin ilgilenemediği meselelerin aylarca gündemde tutulma çabası öfkeyi daha da büyütüyor. Kabine sıradan yurttaş gibi yaşananları seyrediyor. Tabii eğer elindeki olanaklarla servetlerine servet katmak için uğraşmıyorlarsa. Ne bir program ne de bir hedef konulmuş durumda. Uyduruk programlar ise tam anlamıyla çöp olmuş duruda. Ülke ekonomisi alev almış yanıyor, Maliye Bakanı tek laf bile edemiyor. TCMB’den böyle bir cüret beklemek zaten anlamsız.

BİR GÜN BİLE FAZLA

Erdoğan ve AKP’nin iktidarda kalığı her gün ülkenin ve yurttaşların daha da yoksullaşması anlamına geliyor. Her şeyden önce yaşanan gerçek anlamda siyasi krizdir. Rejimin krizidir. Dolayısıyla başta faiz artırımı gibi rejimin sınırları içinde atılacak hiçbir adım sorunu çözmeyecek. AKP rejiminin son bulmasından başka bir çözüm yolu gözükmüyor. Erdoğan’ın istifası ya da Meclis’in seçim kararı almasından başka çare yok. Bu da keyfiyete bırakılacak, ricayla minnetle çözülecek bir durum değil. Bu yıkımdan zarar gören tüm toplumsal kesimlerin, emekçilerin, kadınların, gençlerin mücadelesine eşlik eden bir muhalefet ancak sandığın kurulmasını sağlayabilir. Rejimin son bulması ülke geleceği için en yakıcı başlık haline geldi. Erdoğan'ın son kabine toplantısında dile getirdiği "Ekonomide kurtuluş savaşı veriliyoruz" sözünün de aslında kendi iktidarlarını kurtarmaktan başka bir anlam ifade etmediği de bir kez daha görülmüş oldu.

                                                                       ***

Zamlar ve gıda krizi yurttaşı vurdu

Akaryakıttan doğalgaza, ekmekten şeker ve yağa kadar hemen her ürüne büyük zamlar geliyor.

Son bir haftada şekere yüzde 25 zam yapıldı. LGP otogaza ise gelen 45 kuruş zammın ardından önceki gece 19 kuruş zam daha geldi. Böylelikle otogazda son iki ayda 6. Zam gerçekleşmiş oldu. Konut fiyatlarında yaşanan artış da yurttaşı canından bezdirdi.

Ülke genelinde kira artışı yıllık yüzde 57 olurken İstanbul’da yüzde 70’i buldu. Öte yandan halkın en temel besin maddesi olan ekmeğin de un fiyatlarındaki artış nedeniyle 4 TL’ye çıkabileceği iddia edildi. Marketler, etiket değiştirmekte zorlanırken pek çok markette temel gıda maddelerinin satışında da sınırlandırılmaya gidildi.

Şekerin ardından Ayçiçek yağı ve una da bazı market zincirlerinde satış kotası geldi.

AKP Manisa Milletvekili Uğur Aydemir ise dünkü bütçe görüşmelerinde “Belki soğan ekmek yiyeceğiz aylarca ama güvenliğimizden kimseye taviz vermeyeceğiz” ifadesini kullandı.

                                                                           ***

►Muhalefetten acil toplantı kararı

Dolar, avro ve altının rekor kırmasının ardından Millet İttifakı ortakları ve HDP'den peş peşe acil toplanma kararı geldi. İYİ Parti lideri Meral Akşener partisinin ekonomi kurmaylarıyla olağanüstü toplandı. CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu ise Gaziantep ve Urfa programlarını iptal ederek bugün olağanüstü toplanma kararı aldı. Partisinin grup toplantısında konuşan Kılıçdaroğlu, "Erdoğan diyor ki 'Bu ekonomik kurtuluş savaşından milletimizi zaferle çıkaracağız.' Bu ülkeyi başka birisi mi yönetiyor, 20 yıldır neredeydin? 1 dolar 1 liraydı, ne oldu 12 lira oldu? Milli kurtuluş savaşı veriyormuş, millete gaz vermeyi bırak, otur görevini yap. Ders verdim, dersini çalış" dedi. Dövizde yaşanan yükselişle ekonomide yaşanan sorunları değerlendiren CHP lideri Erdoğan’a, "Dolar tırmanıyor insanlar zarar ediyor, halciyi terörist mi ilan edeceksin" dedi. Kılıçdaroğlu sözlerini şöyle sürdürdü: “Vallahi seni dolarla terbiye ettiler.. Mezara mı götüreceksin o doları? Bunlardan eski birisi, ayda 10 bin doları cebine indirirken dolar baronları tarafından terbiye ediliyor. Sen dolarla vatandaşlık satıyorsun, seni dolarla terbiye etmişler.”

►Gübre ve zirai ilaç satışları durdu

Kurdaki sert yükseliş gübre ve zirai ilaç satışlarının durmasına neden oldu.
Ham maddesinin önemli bir kısmı ithal olan gübre ve zirai ilaç şirketlerinin bayilere fiyat verememesi ve satışları geçici olarak durdurmasına yol açtı. BloombergHT'de yer alan habere göre; kimyasal gübre ve zirai ilaç şirketleri, Türkiye'nin farklı bölgelerindeki bayilerine "Satışlarımız geçici olarak durdurulmuştur" şeklinde genel duyuru ilanı göndermeye başladı.

►Sığınmacı krizi büyüyor

Tutarlı bir göç politikası bulunmayan Saray yönetimi ülkeyi tampon bölge haline getirdi. Sayıları 3 milyonu aşan Suriyelilerin ardından Afganistan’da Taliban güçlerinin yönetimi ele geçirmesiyle on binlerce Afgan göçmen İran üzerinden ülkeye giriş yaptı. Batı ile her kriz sonrası mültecileri koz olarak kullanan Erdoğan, ‘kapıları açarım’ tehdidinde bulundu. Göçmen sorunu ülkenin en can alıcı sorunlarından biri haline gelirken Ankara’da Suriyelilere yönelik linç girişimi yaşandı. Irkçılık tehlikeli boyutta yükseldi. Hükümetin elinde göç krizine ilişkin bir reçete bulunmuyor.

►Birçok noktada protesto edildi

Dövizin tırmanışının ardından Saray rejiminin ülkeyi ateşe atan politikalarını protesto eden yurttaşlar sokaklara döküldü. SOL Genç üyesi gençler, İstanbul’un Kadıköy’de bir araya geldi. Hükümeti hemen istifaya çağıran SOL Genç üyeleri, dövizdeki tırmanışın sorumlusunun kendi iktidarının bekası için ülkeyi uçuruma sürükleyen Saray iktidarı olduğuna vurgu yaptı. SOL Genç üyeleri AKP’nin 20 yıllık tahribatının ancak örgütlü bir mücadele ve sol bir programla silineceğinin altını çizerken eyleme SOL Parti üyeleri de destek verdi. Hayat pahalılığı ve ekonomideki son gelişmeler nedeniyle TKP İstanbul İl Örgütü de bir eylem gerçekleştirdi. İstanbul’un Şişli ilçesinin Kurtuluş Caddesi’nde bir araya gelen TKP üyeleri de hükümete istifa çağrısında bulundu. Ankara Çankaya’da da halk "Hükümet istifa" sloganıyla sokağa döküldü.

►Ülke kara para aklama merkezi oldu

Ülke kara para aklama merkezi haline geldi. Dünaynın pek çok merkezinde faaliyet gösteren suç örgütü elebaşıları Türkiye sınırlarında yakalandı. Son olarak Ürdün ve Mali’yle birlikte kara para aklama ve terörizmin finansmanının engellenmesinde yetersiz kaldığı gerekçesiyle, 1989 yılında G-7 Paris Zirvesi sonrası kurulan Mali Eylem Görev Gücü (FATF) tarafından gri listeye alındı. Kara para aklama ve terörizmin finansmanı konusunda yükümlülüklerini yerine getirmeyenlerin yer aldığı “kara liste”de İran ve Kuzey Kore yer alırken Türkiye’nin bu yıl eklendiği yükümlülükleri eksik yerine getirilenlerin yer aldığı “Gri listede” Pakistan, Suriye, Arnavutluk, Myanmar, Yemen, Güney Sudan, Uganda, Senegal, Burkina Faso, Zimbabve, Nikaragua, Filipinler, Kamboçya, Haiti, Cayman Adaları ve Barbados bulunuyor. Uzmanlar ATF’in 2019 yılında yayınladığı rapora göre, Türkiye için yapılan önerilerin yerine getirilmemesi kısa ve orta vadede çok ciddi sonuçlar doğuracağı belirtiliyor.

►Ölümler gündem olmuyor

Hükümetin salgınla mücadelede de halkı kendi haline bıraktı. Son birkaç ayda ölüm sayılarında ciddi artış yaşanırken bu durum ülkede gündem bile olamıyor. 1 Eylül'de tek doz aşısı tamamlananların oranı yüzde 57,6, tüm aşıları tamamlananların oranı yüzde 44,3'tü. 22 Kasım itibarıyla tek doz aşı olanların oranı yüzde 66,5'e, tüm aşılarını yaptıranların oranı yüzde 59'4'e çıktı. Ekim ve Kasım aylarında aşılanma hızının çok düşük olduğu dikkat çekti. Günlük ortalama vaka sayısı 20 ile 30 bin bandında seyrederken günde ortalama 200 kişi hayatını kaybediyor. Pandemi nedeniyle yaşamını yitirenlerin sayısı 75 bin 428’e ulaştı. Yalnızca 1 Ağustos ile 22 Kasım arasında yaşamını yitirenlerin sayısı 24 bin 96 kişi. Son üç buçuk ayda ölenler toplam ölüm oranının üçte birine denk geliyor.

(BİRGÜN)






Orta Anadolu döviz aldı, Doğu sattı-Barış ERKAYA / DÜNYA

 

Eylül ayında birikim yapan vatandaşların yarısı dolardaki yükselişi fırsat görüp DTH'larını çözdü, yarısı daha da artırarak hızlı yükselen kur dönemine daha yüksek DTH hesabıyla giriş yaptı. DTH hesaplarındaki artışta Orta Anadolu illeri öne çıkarken, Doğu ve Güneydoğu illerinde DTH'ların çözüldüğü dikkat çekti. Altın fiyatındaki ralliyi ise Türkiye'de sadece 3 il yakalayabildi.

Doların kaç TL olacağı tartışmaları bir yanda dursun, vatandaşın dövizle imtihanı ilginç bazı verileri ortaya koyuyor. Doların 9 TL’nin, Euro’nun 11 TL’nin, gram altının ise 500 TL’nin üzerine çıktığı Ekim-Kasım döneminde neler olduğunu görmek için biraz daha bekleyeceğiz. Fakat bu rallinin hemen öncesinde Türkiye’nin dört bir köşesinde vatandaşın nasıl bir pozisyon aldığı, yani kurlardaki yükselişe nasıl yakalandığı belli oldu. Fintürk verilerine göre 81 il, döviz konusunda tam anlamıyla ikiye bölündü. Birikim yapanların yarısı dolardaki 9 TL’ye yaklaşan yükselişi fırsat görüp DTH’larını çözerken, yarısı daha da artırarak hızlı yükselen kur döneminde daha yüksek DTH hesabıyla giriş yaptı. Altında ise 81 ilin yüzde 76’sı isabetsiz bir kararla altın hesaplarını çözerken sadece 3 il, altın mevduatlarını daha da artırdı.

Orta Anadolu döviz aldı, Doğu bozdurdu

Dolarda 8 TL’li seviyeleri en son gördüğümüz tarihler olan Haziran- Eylül ayları arasında Türkiye’de ciddi bir döviz hareketliliği yaşandı. Türkiye’nin 81 ilinde tasarruf mevduatı amacıyla bankalarda tutulan döviz hesaplarında bu dönemde 61 milyar TL’lik artış gerçekleşti. İller bazında bakıldığında ise oransal olarak en yüksek DTH artışı sırasıyla Aksaray, Kırşehir, Bingöl, Hatay, Osmaniye, Antalya, Rize, Yalova, Kahramanmaraş ve Kocaeli’de gerçekleşti. Aynı dönemde en çok döviz bozduran şehirler olarak Elazığ, Hakkari, Batman, Çankırı, Kırıkkale, Ardahan, Giresun, Erzincan, Kars ve Diyarbakır oldu.

Yani dövizde 8 TL’den 13,35 TL’ye yükselişten hemen önce ülkenin ağırlıkla Orta Anadolu bölgeleri ile kıyılara yakın bölgelerinde dövize hücum gerçekleşirken, doğu ve güneydoğu bölgelerinde DTH çözülmeleri gerçekleşti.


Kişi başına düşen tasarruf amaçlı döviz hesapları

Kişi başına düşen tasarruf amaçlı döviz hesaplarında en yüksek şehirler ise sırasıyla İstanbul, Ankara, Karabük, Kastamonu, Kocaeli, Gaziantep, Antalya, Bursa, İzmir ve Denizli. Bu şehirlerde ortalama kişi başına düşen döviz tevdiat hesaplarının TL karşılığı 7 bin TL’yi geçiyor. Ortalama 8,5 TL’lik kur üzerinden hesaplandığında bu rakam kişi başına 824 dolara denk geliyor. Kişi başına döviz tevdiat hesaplarının en düşük olduğu şehirler ise Ardahan, Muş, Bitlis, Ağrı, Gümüşhane, Van, Bayburt, Siirt, Kars gibi şehirler yer alıyor. Bu şehirlerde kişi başına düşen DTH’ların TL karşılığı 350 TL’nin altında. Bu da yine 8,5 TL’lik kur üzerinden hesaplandığında kişi başına 41 dolara denk düşüyor.


Gram altında yükselişi yakalayan üç şehir

Altının gram fiyatında düşüşün gerçekleştiği aynı dönemde altın mevduatlarında ise 81 ilin 78’inde çözülme yaşandığı görülüyor. Buna karşılık altın mevduatlarını artırarak eylül ayından sonra altının gram fiyatındaki yüzde 35’lik yükselişten daha çok yararlanmayı başarabilen sadece üç şehir bulunuyor: Aksaray, Rize, Trabzon. Yine bu dönemde altın mevduatlarında yaşanan çözülmede öne çıkan şehirler doğu ve güneydoğu illeri. Şırnak, Tunceli, Hakkari, Ağrı, Van, Şanlıurfa başı çekiyor.


Barış ERKAYA / DÜNYA


Darülaceze'nin hesabını bilen yok - Kadir Sev / SOL

 


'Ülkeyi yöneten AKP kadrolarının bir yandan kendilerini korumak için önlemler almaya çabaladıkları bir yandan yandaşlarına çıkar sağlamaya yönelik eylemlere giriştikleri sır değil.'

Darülaceze Başkanlığı, özel bütçeli; tüzel kişiliğe sahip; Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığına bağlı bir Kamu kuruluşu. Genel Bütçeden pay aktarılmıyor. Gelirleri esas olarak, çeşitli vergilerden aktarılan paylar, kiralar ve “hayırsever vatandaşların” bağışlarından oluşuyor.

Karar organı olan İdare Meclisinin 10 üyesi var. Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanı aynı zamanda Meclis başkanlığı görevini yürütüyor. Üyeleri arasında Bilal Erdoğan ile II. Abdülhamit’in 4’üncü dereceden torunu olduğu belirtilen bir kişi özellikle dikkat çekiyor. 

Darülaceze Başkanı Hamza Cebeci, bir yandan da Uluslararası Vuslat Platform Başkanlığını üslenmiş.

Platformun örgütleyicisi olduğu anlaşılan Uluslararası Vuslat Derneği 2005 yılında kurulmuş. Darülaceze yönetimi ile ilişkinin derecesini açıklayabilmek için kısaca söz etmekte yarar var; 

“İslam’ın ve Kültürümüzün öğrenilmesi, öğretilmesi, yaşanması ve gelecek nesillere aktarılmasını amaçlıyoruz” sözleriyle tanımladıkları etkinlikler yürütüyorlar. “Dev Külliye Projesi- İslami İlimler Akademisi” adını verdikleri bir projeleri var. Amaçlarını şu sözlerle tanıtıyorlar; “Türkiye ve Dünyanın çeşitli coğrafyalarından gelecek öğrenciler ile adeta ümmetin buluşma mekanlarından bir tanesi olacaktır.”

Darülaceze Başkanlığı’nın bir kamu kuruluşu olduğunu söylemiştik. Mali işlemlerinde 5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Yasasıyla belirlenmiş muhasebeleştirme ve raporlama kurallarına uymakla yükümlü. Her yıl, mali tablolarını ve faaliyet raporlarını yayımlamazsa yasaya aykırı davranmış olur.

Bunların hiçbirini yapmıyor…

İnternet sitelerinde ne mali tablolarına ne faaliyet raporuna rastlanabiliyor.

Sayıştay, 2017 yılında Darülaceze Başkanlığını denetlemiş. Denetim Raporunda nedense mali tabloların yayımlanmaması eleştirilmiyor. Denetim görüşü bölümünde; “…mali rapor ve tablolarının tüm önemli yönleriyle doğru ve güvenilir bilgi içerdiği kanaatine varılmıştır” yazıyor. Oysa “Denetim Görüşünü Etkilemeyen Tespit ve Değerlendirmeler” başlığı altında yevmiye defterinde 796 boş yevmiye numarası olduğu belirtiliyor. Bunlar belli ki gerektiğinde geçmişe dönük işlem yapabilmek amacıyla boş bırakıldı. Demek ki böylesine işler, Sayıştay’ın denetim görüşünü etkilemiyor.

Sayıştay Denetim Raporunda 41,8 milyon lira gelir elde edildiği; 38 milyon lira harcandığı belirtiliyor. Ama bu tutarlar ile rapora ekli 2017 yılı Faaliyet Sonuçları Tablosu verileri uyuşmuyor. Magazin konusu olabilecek bir bilgi daha vereyim: tutarlar (TL) olarak değil 1 Ocak/2009’da kaldırılan (YTL) olarak verilmiş. 


Faaliyet sonuçları tablosundan aktarılan verilerden oluşturulan aşağıdaki çizelgede garip bir olgu dikkat çekiyor. 2015 ve 2016 yıllarında 4-6 milyon lira arasında bağış geliri elde edilmişken, 2017 yılında birden bire 316 milyon lirayı aşmış. Nedenini bilen birileri açıklasa iyi olur. 

Çizelgenin taşınmaz satışlarından elde edilen gelirler satırında 2015-2017 arasındaki yıllarda 2-3 milyon lira tutarında taşınmaz satış geliri elde edildiği görülüyor. Bu tutarlardaki satışların tutarlı denebilecek açıklamaları olabilir belki. 

Ancak sonraki yıllar için aynı sözler edilemez.

Neden aynı sözler edilemeyeceğini açıklayalım: Darülaceze Başkanlığı, 2 Aralık 2021 tarihinde 18,4 milyon lirası Balıkesir-Marmara Yiğitler’de olmak üzere 31,2 milyon lira değer biçtiği tarla ve zeytinlik vasfındaki taşınmazlarını satışa çıkardı. Bütün taşınmazlarının değeri nedir bilmiyoruz ama Aralık 2021’de Edremit Körfezindeki 144 bin m² yüzölçümü büyüklüğündeki taşınmazı satılacak. 

Edremit körfezi üzerinde sermayenin kara bulutlarının dolaştığını biliyoruz: yağmur değil beton ve siyanür yağacak. Darülaceze Başkanlığı da bu yağmada yerini alıyor.

Yolun sonu göründü. Ülkeyi yöneten AKP kadrolarının bir yandan kendilerini korumak için önlemler almaya çabaladıkları bir yandan yandaşlarına çıkar sağlamaya yönelik eylemlere giriştikleri sır değil.

Bunlarla mı helalleşeceğiz?

Kadir Sev / SOL


Köy Enstitüleri ile 'helalleşme' - Fatih Yaşlı / SOL


 'Emperyalizmle antikomünizm ekseninde buluşma, içeride her türlü sol akıma karşı gericiliğin önünün açılmasını gerektiriyordu. Enstitüler de bu süreçte antikomünist terörün hedefi haline geldiler.'

Demokrat Parti’li Milli Eğitim Bakanı Tevfik İleri, Köy Enstitüleri’nden söz ettiği bir konuşmasında Hasanoğlan’daki enstitünün müzik salonunun “orak şeklinde” yapıldığını, bunu geç fark ettiklerini ama söz konusu “çirkinliği” en kısa zamanda ortadan kaldıracaklarını söylemişti.

“Orak şeklinde” derken “orak-çekiç”e gönderme yapan ve enstitülerin birer “komünist yuvası” olduğunu iddia eden İleri’ye göre, Köy Enstitüleri’nde serbest okuma saatlerinde öğrencilere “solcu neşriyat” okutuluyor ve bunların özetlerinin sunulması isteniyordu. Kimi tanıklıklara göre, “hükümetin devrilmesi”nden ve “aile kutsiyetinin saçmalığı”ndan söz eden enstitü hocaları mevcuttu. Bir öğrenciye “Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nde Eğitim” adlı bir sunum hazırlatılmış ve bu sunum öğrencilere dinlettirilmişti. Karl Marx’ın “hayatı, eserleri ve mezhebi” hakkında düzenlenen konferanslar vardı. Komünist Parti Manifestosu da çoğaltılıp öğrencilere dağıtılmıştı. 

İleri, tüm bu söylediklerinin etkisini artırmak için Türk sağının o klasik yalanlarından birine başvurarak komünizmle ahlaksızlığı bir araya getiriyor ve şöyle diyordu: 

"Ahlaki gelenek ve göreneklerimize aykırı her türlü hakaretler mazur görülmüş ve hatta teşvik edilmiştir. Çirkin muamelelere hedef olan ve mukavemet gösteren kızlarımızdan bıçaklarla tecavüze uğrayanların bulunduğunu, içki âlemlerine iştirak ettiklerini gösteren vesikalar ve şahitlikler vardır."

Köy Enstitüleri üzerine Türk sağında hayli geniş bir literatür vardır ve bu literatürün bütün bir özetini Necip Fazıl’ın “Komünizma ve Köy Enstitüleri” adlı kitapçığında bulmak mümkündür. Örneğin Hasanoğlan Köy Enstitüsü’ne tayin edilen “Amerika’da tahsil görmüş, komünizma düşmanı bir zat”, enstitüye giderken yolda bir öğretmen genç kıza rastlamış ve kız bu zata “bana şu bu vız gelir; ben ancak Stalin için ölebilirim” demiştir. Mezunlardan bazıları ilk uygulama olarak “masum köylüleri toplayıp onlara ‘Allah yoktur’ diye” telkinde bulunmuşlardır. Mersin’de 14 yaşındaki bir Köy Enstitüsü öğrencisi kız hamile kalmıştır ve “piçinin kimden olduğunu bilmemektedir.” Enstitülerde “sırf Anadolu köylüsünün ananevi inancını yıkmak için şarap ve domuz eti propagandası yapılması hususunda” Tonguç tarafından resmi genelgeler yayınlanmıştır. Adana’daki Köy Enstitüsü’nde “Tonguç Baba şerefine verilen ziyafette çağlayanlar gibi şarap akıtılmış ve kızlara sakilik yaptırılmıştır.”

Tüm bunların bağlandığı yer ise elbette ki komünizmdir. Necip Fazıl devamında antikomünist histeri ve paranoyanın en iyi örneklerinden birini vererek şöyle der: 

"Sanki bunlar, Türk anavatanı Anadolu’nun iffetini kirletmeye ve tarihi İslav intikamını almaya memur Moskof ajanlarıdır."

Bir Köy Enstitüsü’nde Rusça kitaplar bulunuyor ve bazı talebelerin “Güzel Ukrayna” şarkısını söyledikleri tespit ediliyor: 

“Güzel Ukrayna
Yeşil yuvalarında 
Su içmek isterim!” 

1949 yılının Köy Enstitüsü rezaleti o zaman gazetelere kadar düşmüştü: 

"Enstitüde bir tahkik heyeti bulunurken, direkten gizlice Türk bayrağı indiriliyor ve yerine komünist Rus bayrağı çekiliyor."

Köy Enstitüleri elbette ki birer “komünist yuvası” değildi ama köy çocuklarını cumhuriyetçi bir yurttaşlık anlayışıyla yetiştirmeyi hedefleyen, onlara eşitlikçi, özgürlükçü ve aydınlanmacı bir zihin dünyası veren eğitim kurumlarıydı, bu da o çocukları kaçınılmaz olarak sol fikirlere yakınlaştırıyordu. Bunun Soğuk Savaş’a hızlı bir giriş yapan Türkiye yönetici sınıfını ürkütmemesi ise imkânsızdı.

Türkiye’nin Soğuk Savaş’ta ABD emperyalizmine yanaşıp, IMF’ye, Dünya Bankası’na, NATO’ya üyelik başvuruları yapmasıyla gericiliğin önünün açılması, din dersleri, imam-hatipler, Kuran kursları ve Köy Enstitüleri’nin tasfiyesi, aynı sürecin birer parçasıydı. Emperyalizmle antikomünizm ekseninde buluşma, içeride her türlü sol akıma karşı gericiliğin önünün açılmasını gerektiriyordu. Enstitüler de bu süreçte antikomünist terörün hedefi haline geldiler ve kapatıldılar.

Sadece Köy Enstitüleri’nin başına gelenler bile, şimdilerde “helalleşme” kavramı üzerinden yeniden gündeme gelen “muhafazakârların mağduriyeti” edebiyatının ve bu edebiyat üzerinden devletle Türk sağını karşı cephelerde konumlandırmanın içinin ne kadar boş olduğunu göstermek için yeterlidir. 

Türkiye’de Soğuk Savaş’la birlikte devletle Türk sağı antikomünist bir mutabakat inşa etmiş, dinselleşmenin ve ırkçı milliyetçiliğin önü bu mutabakatla açılmıştır. 60’ların ortalarından itibaren solun yükselişine paralel bir şekilde, bu mutabakat daha da güçlenecek ve dinselleşme yoğunlaştırılacak, ırkçı milliyetçilik de silahlı bir güç olarak yapılandırılıp sokağa salınacaktır. 

Türkiye 1950-60 arası Demokrat Parti tarafından, 

1965-71 arası Adalet Partisi tarafından, 

1973-80 arası dönemde yaklaşık beş yıl Milliyetçi Cephe hükümetleri tarafından, 

1983-91 arası Anavatan Partisi tarafından, 

90’lı yıllarda içerisinde Anavatan Partisi, Doğru Yol Partisi, Milliyetçi Hareket Partisi ve Refah Partisi’nin olduğu koalisyon hükümetleri tarafından yönetilmiştir. 

2002’den beri ise AKP tarafından yönetilmektedir. 

Darbe dönemlerine gelince, 12 Mart ve 12 Eylül rejimlerinin de zihniyet itibariyle sıraladığım partilerden bir farkı yoktur, ara rejimlerde de bu partilerin fikirleri iktidarda olmuştur.  

Dolayısıyla 27 Mayıs’ı ve Ecevit’in başbakan olduğu kısa koalisyonları saymazsak, ortada neredeyse 70 yıllık kesintisiz bir sağ iktidarlar silsilesi vardır ve bu yetmiş yılı Türk sağının tarih yazımıyla ve “muhafazakârların mağduriyeti” üzerinden anlatmak büyük bir ideolojik yalandır. 

Türkiye’nin de tarihi bütün ülkelerin olduğu gibi sınıf mücadelelerinin tarihidir ve hakikati görmek isteyenlerin bakması gereken yer de burasıdır. O mücadele nedeniyle dinci gericiliğin önü açılmış, o mücadele nedeniyle darbeler yapılmış, o mücadele nedeniyle siyasi cinayetler işlenmiş, kitle katliamlarına başvurulmuştur. Küçücük kız çocuklarının kafasına türban takılması da, tarikat ve cemaat yurtlarında, dershanelerinde, okullarında gencecik insanların ömürlerinin çalınması da, halkın yoksulluk ve cehalet içinde bırakılması da yine o mücadele nedeniyledir. O mücadele nedeniyle paramız pul yapılmış, ülke emekçiler için bir cehenneme dönüştürülmüştür. 

Türk sağının eşitlik korkusu, özgürlük korkusu, aydınlanma korkusu, cehaletin ve yoksulluğun yenilmesi korkusu Türkiye’yi bugünlere getirmiştir ve bu korku nedeniyle bugün ülke hızla bir uçurumdan aşağıya doğru düşmektedir. 

Eğer buraya nasıl geldiğimizi bilirsek, buraya nasıl geldiğimizi anlarsak, buraya nasıl geldiğimizi görürsek, buradan çıkışın nasıl olacağını da bilecek, görecek ve anlayacağız demektir. Çıkış soldadır.

Fatih Yaşlı / SOL


Faiz-kur sarmalında AKP kumarı - ADİLE KAYA / SOL(Görüş)

 'Teşbihte hata kaçınılmaz olacak: Koca konak yağmalanmış, en son kalan gümüş şamdanların değerine satılıp satılmadığı, alınan paranın büyük kardeşler arasında nasıl paylaşılacağı kavgası izliyoruz'


Merkez Bankası Para Politikası Kurulu (PPK), dün yapılan Kasım ayı toplantısında politika faizini 100 baz puan indirerek yüzde 15’e çekti. Önceki gün Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın faiz indirimine işaret eden açıklamalarıyla hızlanan TL’nin değer kaybı, PPK kararı sonrasında iyice şiddetlendi, gün içinde dolar 11,30 seviyelerine kadar çıktı. Yıl başına göre TL, dolar karşısında yüzde 30’un üzerinde, avro karşısında ise yüzde 25’e yakın değer kaybetti. Haftalık değer kaybı ise yüzde 10’a yaklaştı.

PPK karar metninde enflasyon artışına yol açan global etkenlerin 2022 yılının ilk yarısında da etkili olacağı belirtiliyor. Bir önceki toplantı karar metninde geçici olduğu vurgulanan etkilerin bir süre daha kalıcı olacağı kabul ediliyor. Ancak yine aynı metinde Aralık ayında da faiz indirimine devam edileceğine işaret ediliyor. Kurun sabit kalması durumunda bile global fiyat artışları, güçlü dış talep gibi etkenlerle enflasyonun yükselmeye devam edeceği açıkken kur-enflasyon sarmalıyla birlikte artışın daha da fazla olacağı görülüyor.

Benzer bir kur şokunun yaşandığı 2018 yılının Mayıs ayını başlangıç alırsak TL’nin değer kaybı yüzde 60’ı geçmiş durumda. Türkiye ekonomisinin dışa bağımlılık düzeyi nedeniyle TL’deki yüksek oranlı değer kaybı enflasyonu da tetikledi. 2018 Mayıs’tan 2021 Ekim sonuna bakıldığında TÜİK verilerine göre tüketici fiyatları yüzde 70, üretici fiyatları ise yüzde 120’ye yakın arttı. Enflasyondaki yükselişin en önemli nedenlerinden biri kurdaki artış olmakla birlikte, global ölçekte enerji başta olmak üzere emtia fiyat artışları ve sermaye düzeninin bu tür durumlarda her yerde ve her zaman istisnasız çalışan fırsatçılığı da etkili oldu. İthal hammadde ve ara malı bağımlılığının yüksekliği kur geçişkenliğinin, yani üretim maliyetleri ve dolayısıyla fiyatlara kur artışının yansımasının yüksek olmasına neden oluyor. Aynı zamanda döviz bazında borçluluk düzeyinin yüksekliği, finansman maliyetlerini, dolayısıyla yine fiyatları artırıyor. Ancak piyasa düzeni ayrıştırılması neredeyse imkansız bir dizi fırsatçılığa da doğası gereği zemin sunuyor. Bir malın ilan edilen, spot piyasalardaki fiyat artışıyla, uzun vadeli anlaşmalarla alım yapan büyük bir kullanıcı için maliyeti arasında büyük farklar olabildiği gibi, stoklar, gerçek ağırlığından fazla yansıtılanlar, tekel gücü vb “serbest piyasa” mantığı içinde hiçbir denetimin, kuralın olmadığı bir dünya söz konusu. Üstelik içinden geçilen dönemde olduğu gibi çok hızlı tersine dönen arz-talep şoklarında düşen fiyatların çeşitli bahanelerle yansıtılmadığı maliyetlere artan fiyatların yansıtılması gibi neredeyse kural olmuş uyanıklıklar da söz konusu.

'Herkese karşı bir deli' mi, sermayenin vazgeçilmezi olmaya devam etme hırsı mı?

Varlığını irrasyonelliğe borçlu olan bir düzende kararların rasyonelliği üzerine bir tartışma yürütmek hiç kuşkusuz gülünç. Kapitalizmden bahsediyoruz, tekil sermayedarların çıkarları uğruna milyonların sefalete sürüklendiği, doğanın mahvedildiği, tüm canlılara yaşamın dar edildiği bir düzen. Sermayenin tarihsel, dönemsel çıkarlarına göre şekillenen ekonomi politikalara “bilimsellik”, teknik doğruluk atfetmek, iktisat diye bir “bilim”den söz etmek için de büyük bir akıl yitimi yaşıyor olmak gerekli. Siyasi iktidarın ekonomi politikalara ilişkin tasarrufları, tercihlerini sermayenin beklentilerini karşılama, sermaye ile siyasi temsiliyeti arasındaki uyum gibi bağlamlarda değerlendirmek söz konusu olabilir ancak. AKP iktidarının para politikası tercihlerini bu bağlama yerleştirdiğimizde büyük bir uyum sorunu olduğunu, rollerin yer yer karıştığını saptamak mümkün. Ancak AKP’nin “sermayeye hizmet” konusunda Türkiye kapitalizmi tarihinin en ileri örneği olduğu, mevcut debelenmesinde dar siyasi ikbali kadar uzun süre kollanabilmiş, sermayeyi ihya edici ekonomik dengeleri yeniden tesis etme hırsı olduğunu da görmek gerekli. Uluslararası sermaye başta olmak üzere sarıp sarmalayıcı desteğin azaldığı bir tabloda çapsızlaşma artmış olsa da…

Türkiye kapitalizmini ipten alacağı düşüncesi gittikçe güçlenen “Avrupa Yeşil Mutabakatı”nın sunduğu uluslararası sermayeye yeniden güçlü entegrasyon ufkundan çok konjonktürel olsa da ihracata dayalı ekonomik genişlemenin 2022 yılında da yüzde 5 civarı bir büyümeyi sağlayacağına duyulan güvene bu kur şokunun maliyetini de atlatacaklarına, günün sonunda sermayeyi memnun etmeye devam edeceklerine ilişkin bir iddiayla hareket ettikleri söylenebilir. Dünyadaki kuvvetli rüzgarlar Türkiye’ye kasırga olarak taşınıyor ama aynı zamanda “ayrışma”yı hafifletiyor. AKP iktidarı bu fırsatı pandemi döneminde iyi kullandı ve belli ki hala kullanmaya devam edebileceğini hesaplıyor. 2018’in en önemli sonuçlarından biri olan özel sektör borcunun kamuya transferi, yani halka yıkılması operasyonu pandemi dönemi pek çok ülkede kamu borçlanmasının artması fonunda olabileceğinden daha gürültüsüz bir şekilde gerçekleştirildi. (Başka bir yazının konusu olmakla birlikte muhalefetin 128 milyar dolar kampanyasının tamamen pop içeriğinin de bu eksende yardımcı olduğunu belirtmek gerekir.) Pandemi sonrası toparlanma başta olmak üzere 2018’e göre kimi avantajların olduğu söylenebilir. Ama 2018’de halı altına süpürülenler dalga boyunu büyütüyor. AKP bir tür kumar oynuyor denebilir. Burjuva siyaseti söz konusu olduğunda çok yadırgatıcı değil.

AKP iktidarının emekçiler cephesinde “pandemi kırbacı” ile terbiyenin sonuçlarına güvendiği de eklenmeli. 2020’yi milyonlarca emekçinin işsizlik, ücretsiz izin, kısmi çalışma vb büyük kayıplarla geçirmesinin ardından 2021’de yeniden bir işe ve düzenli gelire sahip olmanın “hafifletici” etkisine güveniyorlar. Tabii daha da fazla emekçilerin öfkesini sokağa değil sandığa yönlendirme virtüözü muhalefete.

Zenginliğine zenginlik katanları ve kaynaklarını doğru haritalamak…

TÜSİAD Başkanı Simone Kaslowski dün yayımlanan bir söyleşisinde para politikası, faiz kararlarına ilişkin “Her şeyden önce ülke olarak fakirleşiyoruz. Merkez Bankası esas hedefini unutmamalı, öncelikle enflasyonu kontrol etmek. Bugün konusu edilen cari açıkla enflasyonu kontrol etme meselesi en temel iktisadi kurallarla dahi örtüşmüyor” demiş. Cari açığı kontrol konusunun, AKP iktidarının bu konuda sermayeyi rahatsız edecek bir adım atma ihtimali sıfır olsa da, sermayeyi ve sözcülerini rahatsız etmesi ayrı bir değerlendirme konusu. Türkiye’nin mevcut ekonomik yapısında kolayca kamu yatırımlarına, sermaye hareketlerinin kontrolüne ilişkin tartışmalara kayabilecek bir ekseni kapatma refleksi. “Fakirleşme” bahsindeyse değerli TL, değersiz TL, düşük enflasyon, yüksek enflasyon fark etmeden emekçilerin kaybettiği, sermayenin zenginleştiği açık. Toplam mevduatların yüzde 60’ına ulaştığı açıklanan döviz mevduatların çok büyük bölümü sermaye sahiplerinin. Yurtdışına çıkardıkları fonları (128 milyar doların bir bölümünü de burada aramak gerekiyor) hesaplamak için bir ömür adamak gerekebilir. Öyle yandaş falan atipikliğinde değil, irili ufaklı bütün sermayedarların şirket satın almadan gayrimenkul yatırımlarına girişim sermayesi fonları kurmaktan değişik yatırımlara iştirake muazzam düzeyde servet transferi yaptığını günlük gazete takibiyle bile tesbit etmek mümkün. Sermaye cephesindeki gürültünün bir “iç hesaplaşma”dan ziyade kârdan zarar etmeye bile tahammülü olmayan, hep kazanmış olanların tantanası olarak değerlendirilmesi daha doğru olur. (Sermaye sınıfının kompozisyonu, özellikle 2000’li yıllarda artan tekelleşmeyle birlikte sermaye hiyerarşisinin değişen formu vb yine ayrı bir değerlendirme konusu.)

20 yıllık sistematik yoksullaşma dalgası

TÜİK hesaplamalarının gerçek enflasyonu ne kadar yansıttığı büyük bir tartışma konusu. Ancak resmi enflasyon baz alındığında bile son üç yılın Türkiye emekçileri açısından çok büyük bir yoksullaşma anlamına geldiği açık. Ki arada pandemi bahanesiyle işten çıkarmalar, ücretsiz izinler, ücret kesintileri gibi milyonlarca emekçiyi etkileyen kapsamlı saldırı dalgası da dikkate alındığında reel ücretlerdeki gerilemenin ya da gelir kayıplarının çok daha yüksek olduğu söylenebilir. 2018’den bu yana nominal olarak yüzde 78 artan ve TÜFE ile karşılaştırıldığında “korunmuş” görünen asgari ücretin açlık sınırının altında olması ve emekçilerin yaklaşık yarısının asgari ücretle çalışması gerçekleri de yoksulluğun derinliğinin diğer göstergeleri.

Yüksek enflasyonla birlikte yoksullaşmanın hız kazandığı açık. Ancak son 20 yıl Türkiye işçi sınıfı ve emekçiler açısından artan sömürü oranı ve sistematik bir büyük yoksullaşma dalgası oldu. AKP iktidarının hala sermaye temsilcileri tarafından pişkince övülen 2002-2007 dönemi de dahil olmak üzere emekçilerin düzenli olarak kaybettiği, sermayeye değer aktarımının sürekli arttığı bir uzun dönemden söz ediyoruz. Asgari ücretin ortalama ücret haline gelmesi yeterince açık anlatmakla beraber Türkiye ekonomisinin taşıyıcı sektörlerindeki durum da artı değer sömürüsünün boyutları hakkında ek fikir veriyor. Metalden kimyaya son 20 yılın çok büyüyen, patronlara çok kazandıran sektörlerinde istihdam artarken sendikal örgütlülük düşmüş, ücretler de asgari ücrete yakınsamış durumda.

Sosyal Güvenlik Kurumu 2021 Ocak ayı verilerine göre sigortalı çalışan sayısı 23,4 milyon civarında. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı verilerine göre ise söz konusu 23,4 milyonun 15 milyonu 6356 Sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu’na tabi iş kollarında çalışıyor. 15 milyonun sadece 2,1 milyonu yani yüzde 14’ü sendikalı. 2,1 milyon işçinin hepsinin toplu sözleşme hakkından yararlandığını söylemek mümkün değil. 2003 yılında aynı iş kollarında çalışan sayısı 4,6 milyonken sendikalı sayısı 2,7 milyondu yani işçilerin yüzde 58’i sendika üyesiydi. Biraz daha daraltıp bakarsak son 20 yılın en hızlı büyüyen, Türkiye ekonomisi açısından lokomotif rol üstlenen otomotiv, makine, elektrikli teçhizat (beyaz eşya vb) gibi sektörleri barındıran iş kollarından metalde durum daha da çarpıcı görünüyor. 2003 yılında bu iş kolunda işçi sayısı 554 binken sendikalı işçi sayısı 375 bin, yani işçilerin yüzde 68’i örgütlü. 2021 yılına gelindiğinde iş kolundaki toplam işçi sayısı 1,8 milyona yaklaşırken sendikalı işçi sayısı 288 bine geriliyor. Sanayi üretimdeki, ihracattaki, istihdamdaki payı en fazla artan sektörlerde işçilerin daha düşük ücretlerle daha uzun saatler çalıştırıldığı, yıllar içinde reel ücretler düşerken sömürü oranının arttığı açık. Sektör ve firma verilerinden, artan cirolar ve kârlardan da artı değer sömürüsündeki düzenli artışı izlemek mümkün. Bu parantez “üretken sermaye” ya da teknoloji düzeyi yüksek sektörlere dayalı büyümenin, düzen sınırları içinde bir “yapısal dönüşüm”ün refah artışı getireceği tezinin anlamsızlığını da ortaya koyuyor aynı zamanda. Ki benzerini eğitim düzeyi daha yüksek emekçilerin istihdam edildiği, bankacılık başta olmak üzere hizmet sektörlerinde de görmek mümkün.

Akılsızlaşma dalgası: Islah edilmiş kapitalizm satıcılığı

Teşbihte hata kaçınılmaz biçimde olacak: Koca konak yağmalanmış, en son kalan gümüş şamdanların değerine satılıp satılmadığı, alınan paranın büyük kardeşler arasında nasıl paylaşılacağı kavgası izliyoruz. Bu tartışmaya çok büyük iştahla dalanların bir bölümü çok açık soyguncular, yağmacılar. Bir bölümü de kullanışlı ya da kullanışsız aptallar. Sadece Türkiye’de değil dünyadaki gelişmeler kapitalizmin emekçilere çıkışsızlıktan başka bir şey sunamayacağını bütün çıplaklığıyla gösterirken sermaye düzenini tartışmaktan bu ölçüde kaçınmak, yaşananları bir siyasi aktörün beceriksizliğine ya da kendi dar çıkarlarını kollayan kasıtlı tercihlerine indirgemek için aklını teslim etmiş olmak ya da gerçekten en basit ilişkileri kuramaz hale gelmiş olmak gerekiyor. Türkiye kapitalizmi bugün bulunduğu noktaya ilan ede ede geldi.

Son üç yılda yaşananların dar bir mercekten, düzeniçi bir çerçevede kalarak tartışılması yoksullaşmaya bir de büyük akılsızlaşma dalgasının eklenmesine yol açıyor. Faiz-enflasyon ilişkisinin yönüne dair tartışmaların, Merkez Bankası’nın rolüne ilişkin değerlendirmelerin siyasi iktidar için belli ölçülerde sermaye sınıfı içinse hayli geniş bir hareket alanı yarattığını görmek gerekiyor. Türkiye kapitalizmi en derin krizlerinden birini yaşarken pandemi paranteziyle de birlikte ne teknik ne de siyasi olarak çıkışı olmayan bir tıkanmanın siyasi iktidarın beceriksizliğiyle ya da kasıtlı tercihleriyle açıklanması, düzen muhalefetinin ve peşine takılanların emekçilere neredeyse hiçbir taahhütte bulunmadan kendilerine alan açmasına yardımcı oluyor. Siyasi iktidarın sermaye de dahil tüm toplumsal kesimler aleyhine hareket ettiğini düşünmek, düşündürmeye çalışmak içinden geçilen sürecin en ağır tahribatlarından biri oldu. “Bu siyasi anomaliden kurtulalım, hayat normal akışına dönsün, sorunların büyük bölümü çözülür” yaklaşımı, işçi sınıfı başta olmak üzere sermaye karşıtı dinamikleri zayıflatmayı, sermaye düzenine karşı mücadeleyi baskılamayı hedefliyor.

Siyasi iktidarda sermaye hareketlerinin kontrolü, fiyat kısıtlamaları, kamulaştırma gibi eylemlerin potansiyelini görüp, bu eylemleri öcüleştirenler aynı zamanda emekçilerin yoksullaşmasından dem vurup halkçı muhalif rolüne soyunuyor. Türkiye tarihinin en piyasacı, en sermaye dostu iktidarını liberalizmden uzaklaşma ithamıyla terbiye soyunanların da siyasi iktidarla birlikte emekçi düşmanlığı yaptığının sabitlenmesi gerekiyor. Bugün karşı karşıya olunan enkazın büyüklüğünün faiz artırmamaktan değil, üç yıldır canhıraş bir şekilde sermayenin zararlarını üstlenmekten kaynaklandığının, öyle üç beş “çete”nin değil gayet hiyerarşisi içinde sermayenin bir bütün olarak arkasının toplandığının görülmesi elzem.

Türkiye kapitalizminin emekçiler lehine kazanım -kırıntı bile olsa- sağlayarak ıslahı mümkün değil. Hırsızlardan, sermayeden topyekun kurtulmak, bir emekçi cumhuriyeti kurmak ise her zamankinden çok daha yakın bir ihtimal.

ADİLE KAYA / SOL(Görüş)