1-Ekrem İmamoğlu paylaştı: İstanbul’da fahiş zam yapılan ürünlerin listesi açıklandı.
6 Aralık 2021 Pazartesi
KISA KISA GÜNDEM (6 ARALIK 2021)
1-Ekrem İmamoğlu paylaştı: İstanbul’da fahiş zam yapılan ürünlerin listesi açıklandı.
5 Aralık 2021 Pazar
KISA KISA GÜNDEM (5 ARALIK 2021)
1)Veremle mücadele parasına çökmüşler(İsmail Arı-Birgün)
AKP’li Beyoğlu Belediyesi’nin kanun gereği Veremle Savaş Derneği’ne aktarması zorunlu olan 2 milyon 685 bin TL’yi derneğe aktarmadığı tespit edildi. AKP’li Belediye, İBB’nin de 21 milyon 451 bin TL’sine çökmüş.
Denetim raporuna göre, Beyoğlu Belediyesi tarafından tahsil edilen çevre ve temizlik vergisinin yüzde 20’sinin İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne (İBB) aktarılması gerekiyor. Ancak Sayıştay denetçileri, AKP’li Beyoğlu Belediyesi tarafından tahsil edilen çevre temizlik vergisinin yüzde 20’si ve bunlara ait gecikme zammı olan 21 milyon 451 bin TL’nin İBB’ye aktarılmadığı tespit etti.
Asgari ücretin ne kadar artacağı merak konusu olurken TÜİK’e göre kasımda yıllık enflasyon yüzde 21,31. ENAG ise yüzde 58,65 olarak açıkladı. Üretici fiyatları ile tüketici fiyatları arasındaki fark yine rekor kırdı.
Yunanistan'da Vatikan Devlet Başkanı Papa Franciscus'a "Papa, sen bir kafirsin, dinin yolundan çıkmışsın" diyerek protesto eden rahip gözaltına alındı.
Muğla'nın Bodrum ilçesinde, etkili olan kuvvetli sağanak yağış yaşamı olumsuz etkiledi. Sağanak nedeniyle yollar göle dönerken, bazı ev ve iş yerlerini su bastı. Ayrıca, dağlardan düşen kaya parçaları nedeniyle sürücüler zor anlar yaşadı. Belediye ekipleri su baskınlarının etkili olduğu alanlarda tahliye ve temizlik çalışması yaptı.
Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), 80 adet savaş uçağı satın alımı için Fransa ile anlaşma sağladı.
4 Aralık 1945 Tan baskını: ‘Hani bunun çekici’ - Mehmet Bozkurt / SOL
Saldırılar başlıyor. Moskova’yla işbirliği yapmakla suçlanıyor. Gazetelere göre Sabiha Hanım’ın istediği rejim komünizmdir ve komünistler onu o kadar çok sevip desteklemektedir ki...
4 Aralık 1945 tarihli Cumhuriyet gazetesi okuyucuların karşısına birinci sayfadan şu başlıkla çıkıyor:
“Bizim yoldaşlar nihayet maskelerini attılar!"
Devamını kendi üslubumla aktarıyorum:
Elinde Görüşler dergisi olduğu halde gazete ofisine bir delikanlı alı al, moru mor heyecanla giriyor. Dergiyi toplantı halinde olan yazarların oturduğu masanın üzerine atar gibi koyuyor. “Bakın” diyor. Bakıyorlar. Masada gazetenin sahibi ve başyazarı Yunus Nadi de var mıydı bilemiyoruz ama olanlar bakıyor. Uçan kuşun kanadından hile sezmek bu olmalı, delikanlı “Görüşler”in başlığını ters çeviriyor ve parmağını üzerine bastırıyor. Bastırınca da “G” harfinin esasında bir harf olmayıp basbayağı bildiğimiz orak olduğunu dehşetle görüyor orada bulunan hazirun. Ve böylelikle ve pek doğal olarak “Görüşler”in maskesi düşmüş oluyor. Heyecanını yenmekte zorlanan delikanlı bu defa merak unsurunu da katıp soruyor:
“Hani bunun çekici?”
Evet…Hadi bakalım “Bir kuş gördüm kanadını nallatır bunun cevabını verin şimdi?”
Cevabını veriyorlar: Tan gazetesi…
Tan 1936’da yayın hayatına başlamış bir gazete. İlk sahibi Ahmet Emin Yalman. Kısa bir süre sonra gazeteyi kardeşi Rıfat Yalman ve Zekeriya Sertel devralıyor. Yazarları arasında Zekeriya Sertel’in karısı Sabiha da bulunuyor ve “Görüş” adını verdiği köşesinde zaman zaman yazıyor. 1940’lara doğru olmalı, Rıfat Yalman gazeteyi tümüyle Zekeraya Sertel’e bırakıp çekilince evvelce yazı kadrosunda bulunan Burhan Felek, Refi Cevat Ulunay ve Refik Halit gibi sağcı muhafazakar yazarlar gazeteyi bırakıyor. Gazete karı-koca Sertellerin sahipliğinde savaş karşıtı, ilerici, sol eğilimli bir politika gütmeye ve bu doğrultuda yayın yapmaya başlıyor.
Savaş döneminde Türkiye’de matbuatın bir kısmı Alman yanlısı bir tutum izlerken, savaş sonrasında hemen tümü Sovyetler Birliği ve sosyalizm karşıtlığı üzerinden bir cephe kuruyor. Artık Üçüncü Büyük Savaş başlamıştır ve buna Soğuk Savaş diyoruz. Türkiye güttüğü siyaset ve matbuatının diliyle Amerika’nın başını çektiği anti-komünist Soğuk Savaş Cephesinin “uçbeyliğine” soyunuyor. İşte Tan bu noktada doğuyor. Gerici cephenin karşısında adeta tek başına yer tutuyor. Karı-koca Sertel’ler… Şimdi karı-koca dedim ya, doğruya doğru, Zekeriya biraz çekinik ve pısırık gibi ama karısı Sabiha kılıç gibi, yılmaz bir savaşçı ve yaman bir kadın…
Hatıralarının bir yerinde gazetesi Tan ile hükümet arasındaki kavganın, buna “meydan muharebesi” diyor, 6 Mayıs 1945 tarihinde yazmış olduğu bir yazıyla başladığını yazıyor Sabiha Sertel. Yazının başlığı, “Nihayet Dilimi Kesemedi.”
Sertel yazısında 1937 yılında bir Alman gazetecinin kendisine Goebbels’in selamını getirdiğini ve bir gün eline geçtiğinde dilini keseceğini belirttiğini yazıyor ve şunları ilave ediyor:
“Goebbels o zamanlar dilimi kesemedi fakat Ankara Caddesi’ndeki köpeklerini üzerime saldı.”
Sabiha Hanım böyle yazınca çileden çıkan Basın Birliği Başkanı Hakkı us “Babıâli köpeklerinin kimler olduğunu “soruyor. Bunun üzerine Sabiha, 26 Mayıs 1945 tarihli Tan’da Hakkı Us’a cevaben şunları yazıyor:
“1933 ‘ten itibaren Ankara Caddesi’ndeki gazetelerle,dergilerle, broşür ve kitaplarla bir faşizm propagandası başlamıştı. Bu propagandacılar faşizmin her taktiğini kullanarak Türk genel efkârını faşist Almanya ile beraber harbe sokmak için çalışmaya başladılar(…) Bana ‘ dönme’,’ Bolşevik dudusu,’vatan haini’ diye haykırdılar. Ben gazete sütunlarında mahkeme salonlarında bana bir köpek gibi saldıran faşistlere karşı konuştum. Fakat zatıâliniz sustunuz(…) O günlerde neredeydiniz? Ben de bir basın emekçisiyim.”
Meydan savaşıdır.
Hükümet ve özellikle de Başbakan Saraçoğlu’nu arkasına almış olan Tasvir, Vakit, Akşam,Tanin, Ulus, Cumhuriyet,Vatan gazeteleri aynı anda ve hep birlikte saldırıya geçiyorlar. Meydan savaşıdır. Sabiha Sertel kuşatılıyor. Henüz yenice yayın hayatına başlamış Görüşler dergisi ile Tan gazetesine savaş açılıyor.
Siyasetçisi, romancısı, şairi, gazetecisiyle deve dişi gibi adamlar; Hüseyin Cahit Yalçın, Burhan Felek, Refik Halit Koray, Cihan Baban, Nadir Nadi, Asım Us, Falih Rıfkı Atay, Peyami Safa, Orhan Seyfi Orhun, Ziyyad Ebuzziya…
Tasvir gazetesinin Orhan Seyfi ya da Peyami Safa olmalı, bir tasviri var, hani şairler ya, ne yalan söylemeli küfür niyetiyle yapılmış olsa da pek şairane ve pek hoş:
“Gelincik kırmızısı renkte elbise gitmiş, eli kızıl bayraklı hanımefendi!”
Tasvir’in manşeti bu oluyor. Saldırılar başlıyor. Moskova’yla işbirliği yapmakla suçlanıyor. Gazetelere göre Sabiha Hanım’ın istediği rejim komünizmdir ve komünistler onu o kadar çok sevip desteklemektedir ki, Tan gazetesinin kâğıdını bile Moskova göndermektedir. Hele Ziyyad Ebuzziya bundan hiç kuşku duymamaktadır…
Vakit mi, en çirkini, günümüzün Akit’idir. Sabiha Hanım’ı yazıyor:
“Ayıp yerlerini açıp ortaya çıkıvermiş bu mütereddi (soysuz) tasavvur ediniz; beyaz başörtülü hanım nineler bu çirkin manzarayı nasıl bir çığlıklarla karşılarlar, nasıl elleri ile gözlerini kapatırlarsa biz de Tan köşesinde bir Sulukule kuran bu kalem şirreti önünde tiksinti duyuyoruz, o utanmıyor biz utanıyoruz.”
Gazeteye fiili saldırının fitili 3 Aralık 1945 günü Hüseyin Cahit Yalçın’ın Tanin gazetesindeki yazısıyla ateşleniyor. Tanin gazetesinin o günkü “Kalkın ey Ehli Vatan” manşeti aynı zamanda Cahit Yalçın’ın yazsısının da başlığı oluyor. Hüseyin Cahit Yalçın Tan ile birlikte ilk sayısı henüz çıkmış olan Sabiha Sertel’in “Görüşler” dergisini hedefine alıyor. O da harflerin gizini çözmekle uğraşan Hurufiler takımından olmalı ki Görüşler’in “G” harfindeki hinliği keşfeden okuyucunun hissiyatı, bu defa derginin kapağındaki resmi gören Hüseyin Cahit Yalçın’ın kalbinde vuku buluyor. Gördüğü harf değil ama olsun, demir resminin de bir gizemi vardır ve çözüyor. Hurifi olmalı:
“Bayan Sertel’in “Zincirli Hürriyet makalesini gördüğüm zaman sahifeyi süsleyen bu kıpkızıl demirlerle bize nasıl bir hürriyet hazırladıklarını derhal anladım.”
Eh, anladı ya bu bir tenakuz durumudur. Hal böyle olunca: “Kalkın ey Ehli Vatan!”
Kalkıyorlar.
Aylardır yazdıkları yazılarla, attıkları manşetlerle kışkırtılan ve çoğunluğunu üniversite öğrencilerinin oluşturduğu kalabalık gruplar farklı noktalardan hareketleniyorlar. İstanbul Dünya Savaşı’nın başından itibaren Sıkıyönetim altındadır. Buna rağmen sayıları binleri geçen kalabalığın Babıâli ve Beyoğlu’na doğru ellerinde kazma,balyoz, balta ve sopalarla ve sloganlarla yaptıkları yürüyüşün engellenmediğini okuyoruz. Sertel anılarında hükümet kuvvetlerinin sadece seyretmekle yetindiğini yazıyor.
İlkin Tan gazetesinin idarehanesini kuşatıyorlar. Camı çerçeveleri indirmeleri fazla zamanlarını almıyor. Matbaa kısmına arka duvarını delerek giriyorlar. Buldukları her şeyi, dizgi makinelerini, mürettiphane kasalarını, telefonları ve radyoları parçalıyorlar. Bunları da Sertel’den öğreniyoruz. ikinci gün yayınlanan gazetelerden Akşam, saldırgan bir grubun kağıt bobinlerini Sirkeci’ye kadar yuvarlayarak götürdüklerini yazıyor. Biz buna güruhun yuvarlarken epeyce eğlenmiş olabileceğini ilave ederek katkıda bulunabiliriz. Adı Tan olan bazı dükkânlar da var. Tabii ki onları da tahrip diyorlar ama Karaköy’de adı Tan adlı mezeci dükkanın sahibi Petro’nun aceleyle “T” yi “C” yaparak dükkanını kurtardığını Sabiha Sertel’in anılarından okuyoruz.
Tan’la başlıyorlar Tan’la bitmiyor. Kan değiyor ağızlarına. Deyimdir. Duramıyorlar. Yeni Dünya, La Turguie, gazete ve matbaaları ile ABC, Berrak ve bazı başka kitapevlerinin vitrinleri kırıldıktan sonra kitaplar parçalanarak sokağa atılıyor. Yakıp yıktıkları yerleri terk ederlerken “Kahrolsun Komünistler”, Kahrolsun Serteller”, “Yaşasın demokrat Türk milleti” yazılı pankartlar bırakmayı da ihmal etmiyorlar. Bunların tümü Sıkıyönetim altındaki İstanbul’da yaşanıyor.
Yaşanıyor. Bitiyor.
Akşam gazetesi sahibi Necmeddin Sadak iki gün sonraki yazısına “Türk milletinin heyecanlı gösterisine dünya hayran kalmıştır” başlığını atıyor. Faşisttir
Ankara’dan yayın yapan Ulus gazetesinde Falih Rıfkı Atay “İstanbul’da nümayiş” başlığını atıyor yazısına. Ona göre suçlu yazılarıyla gençliği tahrik eden Sabiha Sertel’dir ve “bu eylem milli duygulara karşı yapılan saldırılara gençliğin heyecanlı bir tepkisidir.” Burada söz konusu gazete Ulus, yazan Falih Rıfkı Atay olunca, bunu hükümetin olaylardan sonra bir açıklaması olarak kabul edebiliriz.
Yukarıda bir yerde gazete ve gazetecileri zikrettim tümünün de yapmış olduğu açıklamalar bu doğrultudadır. Hepsinin de Ahmet Emin Yalman’ın Türk gençliğinin hayırlı bir iş yaptığı ”fikrine farklı üsluplarla da olsa katıldıkları görülmektedir. Onlara göre milli duygulara saldıran Tan’a gereken cevap verilmiştir. Gençliğin bu“vakarlı ve heyecanlı eyleminden “memnuniyet” duyulmalıdır.
Sonra?
Basın tek ses oluyor. Elbette bu türden olaylarda bazı tutuklamalar beklenir. Beklenen oluyor. Karı-koca Sertel’ler tutuklanıyor… Ve bir yıla kalmadan Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi ile Türkiye Sosyalist Partisi kapatılıyor. Sen sağ ben selamet. Vesselam!
Mehmet Bozkurt / SOL
Not: Bu yazıda Sabiha Sertel’in, “Roman Gibi” anı kitabıyla (Belge,1987), Ayla Acar’ın “Basında Tan Olayı” yazısı (https://dergipark.org.tr) kaynak olarak kullanılmıştır.
4 Aralık 1945 Salı günü İstanbul’da sayıları on bini bulan kalabalık İstanbul Üniversitesi önünde toplanıp “kahrolsun komünizm! Yaşasın İnönü! Kahrolsun Serteller!” sloganları atarak, muhalif yayınlar çıkaran Tan ve La Turquie matbaalarını yerle bir ettiler. Linççi kitlenin başını İstanbul’un sağ-milliyetçi öğrenci grupları çekiyordu. Özellikle, Sabiha Sertel’i ellerindeki kırmızı boyalarla boyayıp İstanbul sokaklarında gezdirmeyi planlamışlardı. Ortaçağ’dan fırlamış bu kara güruh Cağaloğlu-Beyoğlu hattında öyle bir terörle hedeflerini arıyordu ki, hasbelkader ismi Tan olan dükkanların sahipleri bile alelacele tabelalarını değiştirmeye çalışıyorlardı. Sonradan İslamofaşist düşüncenin simgesi sayılacak Necip Fazıl’a sokaklarda selam yollayan kitle Cumhuriyet Halk Partisi yönetimince yönlendirilmiş, desteklenmiş, nihayet, korunmuştu. Sertel, “benim gazetemi talebe değil, polis dağıttı” sözleriyle bunu anacaktı.
------------------------
“Ey Türk faşisti!
Birinci vazifen, Türk matbaalarını yıkmak, makineleri ısırmak, demirleri dişleyip duvarlara asmaktır. Mevcudiyetinin yegane temeli gazeteleri çamurlara serip, üzerinde ağzın köpürünceye kadar tepinmektir. Bu temel, partinin hazinesidir.”
Aziz Nesin
----------------
Olayın ateşi öncelikle basında harlanmıştı ama asıl fitili yakan, 3 Aralık tarihinde Hüseyin Cahit Yalçın’ın “Kalkın ey ehl-i vatan!” başlıklı provokatif yazısıydı. İlginçtir, Hüseyin Cahit, bu provokasyonuna zamanında Namık Kemal’in istibdada karşı çağrısına attığı başlığı seçmişti. 1908 Anayasa Devrimi’nin bu parlak kalemi, İttihat ve Terakki’nin bir dönem ideoloğu olan, Kurtuluş Savaşı’nı, inkılapları, İkinci Dünya Savaşı’nı liderlik kadroları içinde yaşamış böyle bir kalemin, Türk aydınının bu ilk manifestosunu şimdi bir grup aydını kara güruha linç ettirmek üzere kullanacak duruma düşmesi siyasal dersler barındırır. Dahası, Tan gazetesinin yöneticilerinden Halil Lütfi’nin çarpıcı saptamasıyla, 31 Mart 1909’da benzer bir güruh tarafından gazetesi dağıtılmış, matbaası parçalanmış aynı Hüseyin Cahit, 4 Aralık 1945’te “Bunları susturmak için, cevap vermek hükümete düşmez. Söz eli kalem tutan gazetecilerin ve hür vatandaşlarındır” sözleriyle başka bir gazeteyi böyle bir irtica güruhuna hedef göstermişti.
Peki neydi bu karanlık tezgâhın arka planı? Neden CHP yeni bir 31 Mart tertibi içine girmişti? Neden Türkiye’de çok övünülen demokrasi sayfası böyle bir kara lekeyle açılmıştı.
-----------------------------
(...)
düşünen insana düşman,
vatan ki bu insanların evidir,
sevgilim, onlar vatana düşman...
Nazım Hikmet, linççilere 5 Aralık 1945 günü Bursa Cezaevi’nden bu şiirle yanıt veriyordu.
---------------------
Birinci neden, İnönü cumhurbaşkanlığındaki yönetimin, doğmakta olan Soğuk Savaş düzenine ABD yanında dahil olma hevesiydi. Yeni ABD Başkanı Truman’ın SSCB’ye karşı kamplaşma politikası, İkinci Dünya Savaşı sonrası dünyada yalnızlaşma tehlikesiyle karşı karşıya kalan hükümet için fırsat yaratmıştı. Türkiye’nin komünizm tehdidi altında gösterilmesiyle Batı kampından hem –uzun süredir arzulanan– siyasal destek hem de –Truman doktrini çerçevesinde– mali yardım alınabilecekti. Bu yüzden, Tan Baskını, aynı yılın Mayıs ayından itibaren yükseltilen “Stalin’in toprak talepleri” propagandasıyla başlayıp DTCF tasfiyelerine, oradan Sabahattin Ali’nin öldürülmesine uzanan antikomünist seferberlik zincirinin kitlesel halkasıdır.
Sağdan İbaret Siyasal Yaşam Arzusu
Ancak bu ikinci 31 Mart’ta daha az değinilen bir başka güdü vardır ki konunun bu yönü hem daha az işlendiği hem de bugüne ışık tuttuğu için anlatılmaya değerdir. Söz konusu güdü, Türkiye’de çok partili yaşam içinde egemenlerin çeşitli nedenlerle bastırılmış arzusu olarak kalmış ve ancak cumhuriyetin tamamen çökertildiği AKP döneminde doruk noktasına varmıştır: sağ partilerden ibaret bir siyasal yaşam, ya da Taner Timur’un anımsattığı deyimle, Filipin Demokrasisi.
Gerçekten de, İnönü icazetiyle açılan bu “demokrasi” kapısı, sol harekette on yıllar sonra Türkiye siyasetine açıktan müdahil olabileceği umudunu doğurmuştu. Bu umutta gerçeklik payı vardı. Artık çok partiye geçişi yönetecek olan CHP hükümetinin toplumsal meşruiyeti zayıflamış, başka parti girişimleri bir yana, CHP içinden Bayar-Menderes ekibi Demokrat Parti’yi kuracak kopuş hareketine başlamıştı. Bayar-Menderes ekibi tek parti yönetiminden bunalan emekçi kitleler nezdinde de hızla destek bulmaya başlamışlardı. Kendileri toprak sahipleri ve ticaret sermayesinin doğrudan temsilcileri gibi davransa da, Bayar-Menderes ekibi, 1930’larda Serbest Fırka’da olduğu gibi emekçilerin büyüyen ilgisine ve taleplerine yanıt verme ihtiyacı duyuyorlardı. Bu yüzden, en azından başlangıçta, sol fikirleri de bu yeni oluşuma dahil etme imkânlarını yokluyorlardı.
Bayar-Menderes ekibiyle Serteller Grubu’nun arasındaki bağlantıyı Tevfik Rüştü Aras’ın kurduğu söylenebilir. Demokrat Parti’nin ilk programı Sertel çevresiyle Celal Bayar, hatta Adnan Menderes’in dahil olduğu toplantılarda tartışılıyordu. Zekeriya Sertel, Bayar ve Menderes’le “aynı kazanda kaynayamayacağını” söylüyorsa da, bu siyasi yükseliş Görüşler dergisinin kuruluşuyla boyut kazandı. Aras ile Bayar dergiye yazıyla, hatta finansal olarak katkı verme vaatlerinde bulunmuşlardı. Sonunda, demokratik hak ve özgürlükleri, ileri devletçiliği savunacak ve Türk-Sovyet dostluğunu dış politikanın temeli yapacak bir parti üzerinde ilkesel anlaşma gündemdeydi. Yeni kurulmakta olan partinin programına, sol politika nüfuz ediyor, Menderes, hareketlerini “CHP’den iki parmak soldayız” diye tarif ediyordu. Zekeriya Sertel biraz fazla iyimserlikle Demokrat Parti’yi neredeyse kendilerinin kurduğunu hatıratında söyleyecekti.
--------------------------------
Görüşler dergisine yazı vaat edenlerin listesi:
Celal Bayar, Tevfik Rüştü Aras, Fuat Köprülü, Adnan Menderes, Sabiha Sertel, Zekeriya Sertel, Pertev Boratav, Behice Boran, Kemal Bilbaşar, Aziz Nesin, Mediha Berkes, Niyazi Berkes, Hulusi Şerif, Adnan Cemgil, E. A. Müstecepoğlu,, Muvaffak Şeref, Dr. Sabire Dosdoğru, Dr. Hulusi Dosdoğru, Sabahattin Ali, Nail V.
Kaynak: Yıldız Sertel, Susmayan Adam: Babam Gazeteci Zekeriya Sertel (İstanbul: Can Yayınları, 2018), 244.
--------------------------
Bu gelişmeler, CHP iktidarının dikkatini ilk aşamadan itibaren çekti ve CHP’ye yandaş basından yapılan milliyetçi-faşizan propagandayla Bayar-Menderes ekibinin yıldırılması yoluna gidildi. Öyle ki, Metin Toker’e göre "Moskovacılık suçlaması demokrasi tarihimizde ilk defa CHP militanları ve fanatikleri tarafından DP'ye karşı icat edildi. Bunların nazarında DP, Moskova'nın emrindeydi.” Kuşkusuz, Bayar-Menderes ekibi de sol aydınlarla henüz “istikşâfi” aşamada olan ilişkilerinde daha ileri gitmeye, daha kararlı durmaya gönüllü sayılmazlardı, hem sınıfsal çıkarları gereği hem iktidarın yoğun baskısı nedeniyle.
Tan Baskını süreci, Bayar-Menderes ekibinin hızla bu ittifaktan dönme tarihidir. CHP’den gelen ilk sinyaller sonrasında Sabiha Sertel’in Görüşler’e Bayar ve Menderes’in vaat ettikleri yazı desteğini almak için ısrarlı çabaları sonuç vermiyordu. Nitekim, kısa süre sonra Celal Bayar’ın Görüşler dergisiyle ilgisi olmadığına ilişkin demeçleri geldi ve CHP basınından alkışlarla karşılandı. 4 Aralık linçi sonrasında ise, Bayar-Menderes ekibini Sertel grubundan ayırma operasyonu başarılmış oluyordu — muhtemelen Bayar ve Menderes’i de rahatlatacak biçimde. (Sol aşılı sağ bir parti fikrinin uluslararası planda artık geçerliliği kalmamış Roosevelt-Stalin uzlaşmasına yaslandığını ve bu yüzden ölü doğduğunu da belirterek geçelim.)
Acılı Kuşak değil Müdahaleci Sol
Tan Baskını’nın arka planı sol hareketin bu dönemki tarihine ilişkin bakışımızı revize etmeyi gerektiriyor. 40’lı yıllar sol aydını Mehmet Kemal’in kurduğu imgeyle “Acılı Kuşak” sayılmazdı . Tersine, bir avuç olmasına rağmen egemen siyaset karşısında kendi hattını koymayı bildi, sistem için hep bir ürküntü kaynağı oldu. O dönem Şefik Hüsnü’nün, Mehmet Ali Aybar’ın, Aziz Nesin’in mücadeleleri yanında, yine Serteller’in, Tan Baskını’yla korkup kabuklarına çekilmediklerini, bu kez Mareşal Fevzi Çakmak’la birlikte yeni bir siyasal hareket (öncelikle bir İnsan Hakları Derneği) kurmaya giriştiklerini görüyoruz. Başbakan Recep Peker, bu tasarıma karşı “onlardan erken davranmalıyız” öğüdüyle Nihat Erim’i benzer bir insan hakları örgütlenmesi kurmakla görevlendiriyordu.
Bayar-Menderes ekibinden sonra Mareşal de kısa sürede Türkiye çok partili yaşamın yalnızca komünizme değil, bütün sol hareketler aleyhine kurulduğunu fark edecek, Serteller’in bu girişiminden de çekilecekti ki, bunun da Tan Baskını’nın gösterdiği bir başka önemli nokta olduğu söylenebilir:
CHP’nin “kurucu parti” ve “ortanın solu” iddialarının gölgesinde kalan bir özelliği Türkiye’de çok partili yaşamda sağı CHP’nin inşa etmiş, sağı CHP’nin –deyim yerindeyse– eğitmiş olmasıdır. Gerek Bayar-Menderes gerek Mareşal, İttihatçı dönemden gelen sabık politikacı pragmatizmiyle sola kapıları bütünüyle kapatmamışsa da, onlara Filipin demokrasisinin yeni kurallarını öğretmek çok partili yaşam CHP’sine düşmüştür. Parti Tan Baskını’yla çok partili yaşamın sol bir etkiyle başlamasını hemen önlemekle kalmamış, yeterince sağda kurulmayan Demokrat Parti’ye sol düşmanlığıyla, kitlesel linçiyle demokratik dönemin sağ politika hattını da göstermiş bulunuyordu. CHP 1947 kurultayıyla birlikte daha da muhafazakârlaşacak, Demokrat Parti ise CHP’den öğrendiği bu zemini bir sağ dikta kurmak üzere tepe tepe kullanacaktı.
Tan Baskını ve “Ortanın Solu”
Tan Baskını’nın öyküsündeki artçı sarsıntılar burada bitmiyor. Türkiye’nin en ileri demokrasi düzenini kurarken sol hareketin serpilmesine de imkân tanıyan 27 Mayıs müdahalesi ve 1961 anayasası Türkiye’yi iki sağ partili siyaset yaşamı heveslerinde uzun bir kesintiydi. İlginç sayılmalı, 1960 sonrası bağımsız politik hattını kuran sol hareket etkinliğini o denli artırdı ki, Tan Baskını’nda adı geçen Ali İhsan Göğüş gibi CHP’liler bu kez “ortanın solu” politikasının kurucuları olarak siyaset sahnesine çıktılar. Aziz Nesin ve Sabiha Sertel yazılarında bu ironiden neredeyse acı bir tebessümle söz etmektedirler; öte yandan bu, “ortanın solu” programını CHP’nin sola kayması olarak yorumlayan hâkim yaklaşıma da şerh düşülmesi gerektiğine dair bir işarettir.
Bundan sonra solun silindiği, sol görüşlere olsa olsa sağ sultası altında izin veren bir siyaset Türkiye egemenlerinin rüyalarını süslemeyi sürdürmüştür. 1982’de, ANAP gibi “dört eğilimi birleştirme” girişimlerine rağmen bağımsız sol hattı engelleyecek düzenlemeler ortaya konamamıştır; ta ki 2002’den beri Türkiye siyaset sahnesini dümdüz eden AKP diktatörlüğüne dek. AKP rejimi, en son 2017’de –CHP’nin cumhuriyetçi tabandaki tepkileri zincirleyen tutumu altında– parlamenter düzeni ortadan kaldırarak Filipin demokrasisinden beter bir çölleşmeyi sağlamıştır.
Sabiha Sertel’in Görüşler dergisindeki yazısı “Zincirli Hürriyet” başlığını taşıyordu. Sağ iktidara karşı yine sağın muhalefet tekeli ilan etmeye çalıştığı, zincirlenmiş Türkiye siyaseti, bugün de tarihsel mirasına lâyık bir bağımsız sol siyaseti çağırıyor.
BARIŞ ZEREN / SOL
4 Aralık 2021 Cumartesi
Bugün 4 Aralık Dünya Madenciler Günü: 'Kazaların neredeyse tamamı önlenebilir' + AKP’li yıllarda en az 1890 maden işçisi hayatını kaybetti...(SOL)
Bugün 4 Aralık Dünya Madenciler Günü: 'Kazaların neredeyse tamamı önlenebilir' (ASLI İNANMIŞIK / SOL)
4 Aralık'ta başta Soma Faciası olmak üzere ölümlü kazaların acısı hâlâ tazeyken, madenciler kazaların önlenebilir olduğuna ve işçilerin örgütlenmesinin önemine dikkat çekiyor.
Tarihi çok eskilere dayanan madencilik ülkemizde de önemli bir yer tutuyor. Ancak 4 Aralık Dünya Madenciler Günü bu yıl da kaza, ölüm, ihmallerle hatırlanıyor.
Soma Katliamı'na kadar ülkemizde gerçekleşen en büyük maden kazası Kozlu Maden Faciası'ydı. 3 Mart 1992 tarihinde Zonguldak'ın Kozlu ilçesindeki taş kömürü ocağında meydana gelen zincirleme patlamalarda 263 madenci yaşamını yitirmişti. Patlamanın ardından yeraltında çıkan yangınların denetim altına alınamaması ve ocağın tüm katlarındaki göçükler ve ulaşım yolları tahribatı nedeniyle ocak yüzey açıklıklarından kapatılmıştı. Kazadan kurtulanların ifadelerini temel alan soruşturmada kazanın oluşma nedenleri tam olarak açıklığa kavuşturulamadı.
AKP’li yıllarda da madenci katliamları arttı. İSİG Meclisi'nin açıklamasına göre, 2001'den bu yana madenlerde en az 1890 maden işçisi yaşamını yitirdi. "Taşeronlaştırma, göçmen ve kaçak işçilik" gibi güvencesiz çalıştırma biçimlerine vurgu yapılan açıklamada, "Soma, Karadon, Küre, Mustafakemalpaşa, Ermenek, Gediz, Dursunbey, Şirvan, Çöllolar, Aşkale ve Kozlu katliamları yakın geçmişimizde yaşadığımız toplu iş cinayetleridir. Bu tablodan da anlaşılacağı gibi 12 Eylül’le başlayan neo-liberal politikalar, devamı olan AKP iktidarı döneminde derinleştirilmiştir" denildi.
Devletin işçi sağlığı ve iş güvenliği alanında son derece duyarsız kaldığı ve maden işçilerinin ölüm istatistiklerinin bile çelişkili ve yetersiz olduğunun altı çizildi.
Soma'nın acısı hâlâ taze
Cumhuriyet tarihinin en büyük işçi katliamı olarak kayıtlara geçen 2014'te Manisa'da gerçekleşen Soma faciasındaysa 301 işçi yaşamını yitirmişti.
Soma 301 Madenciler Sosyal Yardımlaşma Derneği Başkanı İsmail Çolak, 4 Aralık Dünya Madenciler Günü'nde madencilerin çalışma koşullarına dikkat çekerek, gerekli önlemlerin alınmasını istedi.
soL'a konuşan Çolak, "Hiçbir çocuğun babasız, hiçbir baba-annenin evlatsız kalmadığı, insanların eşlerini yakınlarını yitirmediği çalışma şartları oluşturulmalı" dedi. "Umarım böyle 4 Aralıklar görebileceğiz" diyen Çolak, "Bizler için bugün zor bir gün. Emekli bir madenci olarak tüm önlemlerin alındığı o günlerin gelmesini diliyorum" şeklinde konuştu.
'Kazaların neredeyse tamamı önlenebilir'
TMMOB Maden Mühendisleri Odası İzmir Şube Başkanı Aykut Akdemir de madencilikte teknik anlamda değil fakat üretim ilişkileri açısından ilkellik olduğuna dikkat çekti. soL'a konuşan Akdemir, "Madenciliğin tehlikesi çoklu ölümlerden kaynaklanıyor. Ancak neredeyse bütün kazalar önlenebilir" dedi.
Asıl denetim mekanizması işçinin kendi örgütlülüğü olduğunu vurgulayan Akdemir şunları söyledi:
"Ülkemizde madencilik teknik anlamda ilkel değil. İlkellik tanımı üretim ilişkilerinde ve patronlarda geçerli. Aslında madencilikteki kazalar diğer sektörlerdeki kadar yüksek değil ve çoğu da taş ocakları ile mermer ocaklarında gerçekleşiyor. Yeraltında gerçekleşenlerse çoklu ölümle olarak karşımıza çıkıyor. İnşaat ve metal sektörü iş kazalarının yaşandığı sektörler.
Madenciliğin tehlikesi de çoklu ölümlerden kaynaklanıyor. Ancak neredeyse bütün kazalar önlenebilir. 100 kazanın 91'i çalışanların tehlikeli hareketlerinden kaynaklı.Yüzde7-8 kadarı üretimden, makine-ekipmandan, projelendirmeden yani yönetim biçiminden, yüzde 1-2 kadar da önlenemez kazalar.
İşçilerden kaynaklı kısmının da büyük bölümü çözülebilir ama üretim ilişkilerinin düzenlenmesi gerekiyor önce. İşçiye 'Çok çalışırsan çok para veririm' mantığıyla Soma'daki gibi 'prim' kavramıyla yaklaşılmamalı. Bundan kurtulmak gerekiyor. Çalışma sürelerinin düzenlenmesi gerekiyor. En önemlisiyse çalışanların ücretleri. Bu ücretler yaşam standartlarını yakalaması gerekiyor ki, işe geldiğinde işçi bunları düşünmesin. Bu önemli bir faktör. Tabii ki eğitim de oldukça önemli. İşçiler sınava girecek artık, mesleki yeterlilik kurumu sınav yapacak, sınavdan geçerlerse belge alıp öyle çalışabilecekler. Belgesi olmayanlar çalışamayacaklar. Alınması gereken eğitim süreciyse Türkiye'de tamamlanabilmış değil, buna karşılık gelen, bunu gerçekleştirebilecek bir kurum da yok henüz malesef. Ama kesinlikle işçinin eğitilmesi de ihtiyaç var.
'Asıl denetim mekanizması işçinin kendi örgütlülüğü'
Yeraltı maden ocaklarında geniş alanda 10 kişi çalışmıyor, dar alanda 200 kişi çalışıyor. Risk buralardan başlıyor. Emek yoğun bir alan olduğundan patronlar açısından da kullanışlı bir sektör ayrıca. Bu sektörde çok yatırım yapmazsınız, yalnızca işçiye yatırım yaparsınız.
Denetim kısmı da tartışmalı. Denetimi kim yapacak? 3'lü bir sac ayağından bahsediliyor: Devlet, işveren, işçi ya da örgütü. Devlet zaten daha önce sizin tarafınızdan seçilmiş, işverense her zaman standart bir tavır içerisinde. Önemli olan burada işçi ayağında aslında. İşçinin nasıl tavır aldığı. Asıl denetim mekanizması da işçinin kendi örgütlülüğü. Özellikle iş güvenliği sürecinde işçinin de dahil olması gerekiyor. Örneğin Soma'da güçlü bir sendika olsaydı bu kaza olmazdı."
Dünyada durum ne?
Dünyada da özellikle kömür madenlerinde çok ölümlü, büyük maden kazaları yaşanmaya devam ediyor.
Bazı önemli maden kazaları şöyle:
- Çin’in Liaoning eyaletinde Benzi yakınında Honkeiko kömür madeninde 26 Nisan 1942'de, dünyanın en çok ölümlü kömür madeni kazası meydana geldi.Madende gaz ve kömür tozu karışımının neden olduğu patlamada bin 549 kişi hayatını kaybetti. Patlamada maden kuyusunun girişi kapandı.
- Fransa’da 10 Mart 1906'da meydana gelen kazada, bin 99 kişi hayatını kaybetti. Dünya tarihinin en ölümlü ikinci kömür madeni kazasının nedeni, kuyulardan birinde çıkan yangının yol açtığı büyük patlama olarak biliniyor.
- Kaza, 15 Aralık 1914'te Japonya’nın Kyuşu adasında Mitsubişi Hojyo kömür madeninde meydana geldi. Japonya tarihinin en ölümlü maden kazasında, 687 kişi yaşamını yitirdi.
- 1975’teki Hindistan’ın Chasnala maden kazasında 375 kişi hayatını kaybetti.
- İtalya’da 1985’te 268 kişinin öldüğü kaza ise son 50 yıldaki en ölümcül üçüncü maden faciası olarak kayıtlara geçti.
- 5 Ağustos 2010 günü Şili’de bir bakır madeni ocağında meydana gelen kazadaysa, 33 işçi mahsur kalmış ve kazanın hemen ardından başlatılan çalışmalar sonucunda, kazadan 16 gün sonra işçilerin bir güvenlik odasına sığındıkları anlaşılmıştı. 69 gün sonra da işçiler sağ olarak kurtarılmıştı.
Türkiye'de şimdiye kadar yaşanan bazı önemli maden ocağı kazaları şöyle:
7 Mart 1983: Armutçuk'ta grizu patlaması (103 kişi).
7 Şubat 1990: Amasya Yeni Çeltik'te grizu patlaması (68 kişi).
3 Mart 1992: Kozlu'da grizu patlaması (263 kişi).
26 Mart 1995: Yozgat'ın Sorgun ilçesinde grizu patlaması (37 kişi).
8 Eylül 2004: Kastamonu'nun Küre ilçesinde yangın (19 ölü).
2 Haziran 2006: Balıkesir'in Dursunbey ilçesinde grizu patlaması (17 kişi).
10 Aralık 2009: Bursa'nın Mustafakemalpaşa ilçesinde grizu patlaması (19 kişi).
17 Mayıs 2010: Zonguldak'ta grizu patlaması (30 kişi).
13 Mayıs 2014: Soma Maden Katliamı (301 kişi).
AKP’li yıllarda en az 1890 maden işçisi hayatını kaybetti...(SOL)
İSİG Meclisi, 4 Aralık Dünya Madenciler Günü nedeniyle bir açıklama yayımlayarak, 'AKP’li yıllarda madenlerde en az 1890 maden işçisi hayatını kaybetti' dedi.
İSİG Meclisi Dünya Madenciler Günü nedeniyle bir açıklama yayımladı. Açıklamada, sermayenin ve neo-liberal uygulamaların maden işçilerini ölüme terk ettiği ve AKP’li yıllarda madenci katliamlarının arttığı not edildi.
İSİG Meclisi tarafından yapılan açıklamada, ‘taşeronlaştırma, göçmen ve kaçak işçilik’ gibi güvencesiz çalıştırma biçimlerine vurgu yapılarak, “Soma’da 301, Karadon’da 30, Küre’de 19, Mustafakemalpaşa’da 19, Ermenek’te 18, Gediz’de 18, Dursunbey’de 17, Şirvan’da 16, Çöllolar’da 11, Aşkale’de 8, Kozlu’da 8... AKP’li yıllarda madenlerde en az 1890 maden işçisi hayatını kaybetti” denildi.
“AKP’li yıllarda da madenci katliamları artarak devam etmiştir. Soma, Karadon, Küre, Mustafakemalpaşa, Ermenek, Gediz, Dursunbey, Şirvan, Çöllolar, Aşkale ve Kozlu katliamları yakın geçmişimizde yaşadığımız toplu iş cinayetleridir. Bu tablodan da anlaşılacağı gibi 12 Eylül’le başlayan neo-liberal politikalar, devamı olan AKP iktidarı döneminde derinleştirilmiştir” denilen açıklamada, devletin işçi sağlığı ve iş güvenliği alanında son derece duyarsız kaldığı ve maden işçilerinin ölüm istatistiklerinin bile çelişkili ve yetersiz olduğunun altı çizildi.
Yapılan açıklamada, maden işçilerinin öncelikli sorunları ve talepleri şu şekilde sıralandı:
- İşyerlerinde İSİG önlemleri ya eksik ya da hiç alınmamaktadır. Bu nedenle maden sektöründe çalışan birçok işçi meslek hastalıklarına yakalanmakta, iş kazası geçirmekte ve iş cinayetlerinde hayatını kaybetmektedir. Soma bölgesinde, katliam ve üretim kapasitesinin teknolojik imkanların dayatması sonucunda mecburi İSİG iyileştirmelerine gidildi. Ancak Anadolu'nun birçok bölgesinde İSİG önlemlerinin izine rastlanmamakta, kara düzen işleyişi devam etmektedir. Türkiye’deki bütün madenlerde İSİG önlemleri alınmalıdır.
- Özel sektörde yeraltı çalışanı statüsünde olan maden işçilerinin en önemli taleplerinden birisi ise çalıştıkları süreç içerisinde 2014 sonrası getirilmiş olan çift asgari ücret uygulanmasına rağmen yaşlılık ödeneklerinin (emeklilik maaşlarının) düşük ücret üzerinden ödeniyor olmasıdır. TKİ'nin bünyesindeki sahalarda çalışan maden işçileri emeklilik maaşını yüksek ücretten almaktayken sektörün çoğunluğunu oluşturan özel sektör çalışanı yeraltı işçileri bu durumun dışında kalmaktadır. Bu durum emekli olmuş olan madencilerin çoğunun tekrar işe girmesine sebep olmakta; güvencesiz, düşük ücretli işlerde emeklilik yaşındaki insanların yaşamak için çalışmaya mahkum olması anlamına gelmektedir. Tüm maden işçileri için emeklilik maaşındaki bu durum düzeltilmelidir.
- Yine Soma bölgesi haricindeki madenlerde (İSİG önlemlerinin alınmaması, çift asgari ücret uygulaması) gibi Maden Kanunu ve İş Kanunu’ndaki maden işçilerine özgü kanunlar uygulanmamaktadır. Kanuna aykırı uygulamalar hiçbir idari, cezai veya hukuki denetime tabi olmadan hayata geçirilmektedir. Asıl işte taşeron çalıştırılması yaygınlaştırılmış durumdadır. Altın, nikel, gümüş, bakır, krom gibi işletmelerde sağlık kontrolleri ve İSİG eğitimleri prosedürel olarak yapılmış gibi gösterilmekte, madencilerin bedeninde çalışırken oluşan hasarlar ancak madenci hastalıktan çalışamaz hale gelince ancak tespit edilebilmektedir. Tüm madencillik sektöründe meslek hastalığı başvurusu, tespiti istisnalar dışında mümkün olmamaktadır. Meslek hastalıkları önleme, tespit ve tedavisine dönük acil adımlar atılmalıdır.
- Özel maden işletmelerinde sendikal örgütlenmenin oldukça sınırlı tutulması bir devlet politikasıdır. Dünyanın en ağır işini yapan maden işçileri sendikasız, kuralsız, ucuz çalışmaya mahkûm edilmektedir. Sendikal mecburiyet durumunda sarı sendikalar işyerlerine patron yamağı olarak sokulmaktadır. Son beş yılda binin üzerinde yeni maden ruhsatı verildi. Doğa metalaştırılırken tarım toprakları ucuza istimlak edilip toprağın sahibi çiftçilerin ucuz işgücüne dönüştürülmesi ülkenin dört yanında hızla sürdürülmektedir. Maden işçilerinin üzerindeki sendikal baskılar kaldırılmalı ve sendika seçme özgürlüğü engellenmemelidir.(SOL)