3 Ocak 2022 Pazartesi

Enerjide piyasa saplantısının maliyeti çok büyük + Enerji maliyetlerindeki artış mı, piyasa düzenini sürdürme ısrarı mı? - SOL

Enerjide piyasa saplantısının maliyeti çok büyük - ADİLE KAYA / Sol Analiz 

Enerjide piyasalaşmanın tek maliyeti fahiş faturalar değil. Özellikle rekor seviyedeki borç yükünün halka başka mekanizmalarla aktarılan bir dizi ek maliyeti bulunuyor.


soL’da dün yer alan “Enerji maliyetlerindeki artış mı, piyasa düzenini sürdürme ısrarı mı?” başlıklı değerlendirmede 2020 yılı ortasında yayımlanan “Enerjinin ‘sektör’ haline gelmesinin halka maliyeti büyük” başlıklı söyleşiden alıntılar yapılmıştı. Söyleşide piyasa dönüşümüyle birlikte kurulu güç, talep, üretim, yatırımların gelişimi anlatılarak özel sektöre nasıl bir alan açıldığı gösteriliyor. Yine soL’da dün yer alan Turgut Yıldız imzalı değerlendirmede faturalara elektrik üretim ve dağıtım maliyetlerinin yanısıra, özelleştirme satın almaları, özel sektörün yeni yatırımlarının maliyetleri, dağıtım ve perakende satış gibi faaliyetlerin de özelleştirilmesiyle ortaya çıkan üç, dört şirketin kârının eklendiği vurgulanıyordu.

Faturalardaki en büyük kalemlerden biri yatırımların finansman maliyeti, taşınan borç yükünün halka yıkılması da diyebiliriz. Yukarıda bahsedilen değerlendirmelerin yanı sıra Elektrik Mühendisleri Odası gibi kuruluşların açıklamalarında da sıkça altı çizilen özelleştirme satın almaları ya da yeni yatırımların finansmanından kaynaklanan devasa bir borç stoku bulunuyor. Bugüne kadar ödenen borçlar da dikkate alındığında 70-80 milyar dolara ulaşan finansman yükü sadece enerji faturalarına yansımakla kalmıyor, başka mekanizmalarla da halka yansıtıldı, yansıtılmaya devam ediyor. Yani fahiş faturalar bile büyük bir öfke duymak için yeterliyken başka mekanizmalarla da halk enerjinin “sektör” haline gelmesinden fayda sağlayan enerji patronlarından uluslararası finans tekellerine, teknoloji tekellerinden yerel finans tekellerine bir saadet zincirini besledi, beslemeye devam ediyor.

Dünkü değerlendirmelerden bazı verileri hatırlatarak başlayacak, finansman yükünü ve bunun hangi mekanizmalarla halka aktarıldığını ele almaya çalışacağız.

“Son 20 yıla AKP iktidarı eliyle yapılan enerji özelleştirmeleri ve piyasalaşma damga vurdu. Elektrik üretiminde özel sektörün payı 2002 yılında yüzde 20 iken 2021’de yüzde 80’i aştı.

Devlette olan elektrik dağıtımı tamamen özel sektöre devredildi. Doğalgaz dağıtımı da, İGDAŞ haricinde, tamamen özel sektörde. Bütün bunlar aynı zamanda enerji talebine çok büyük bir artışın olduğu, akaryakıt dahil toplam enerji talebinin yüzde 100’e yakın büyüdüğü, elektrik tüketiminin ise 2,5 kattan fazla arttığı bir dönemde gerçekleşti. Elektrik özelinde bakılırsa 2002 öncesinde ‘pasta’nın büyüklüğü 100 birimdi ve bunun 80’i devletin kontrolündeydi. Bugün 250 birimi aşan bir büyüklükten söz ediyoruz ve 200 birimden fazlası özel sektörün kontrolünde.

Elektrikte 2002’de 31,8 GW olan kurulu güç 2020 sonunda 95,9 GW’a ulaştı ve artan kapasitenin tamamına yakını özel sektör yatırımlarından oluştu. 2002-2020 döneminde elektrik sektörüne 100 milyar doların üzerinde yatırım yapıldı ve bu yatırımların yaklaşık yüzde 70’i döviz bazında alınan kredilerle gerçekleştirildi.”1

Enerji sektörü borç rekoruyla birlikte borcu halka aktarma rekoru da kırdı

2002 yılında enerji sektörünün toplam uzun vadeli borç stoku 5 milyar doları dış borç olmak üzere 6,5 milyar dolar civarındayken 2017 yılında toplam stok 48 milyar dolara yaklaştı. Böylece uzun vadeli yani yatırım amaçlı kullanılan kredileri ifade eden toplam borç stoku içinde enerji sektörünün payı yüzde 9,2’ye, dış borç stoku içindeki payı ise yüzde 12’ye kadar ulaştı.

Yukarıda yer alan 48 milyar dolara yakın tutar, ödemesi devam eden borçları ifade ediyor. 2002-2017 dönemi içinde ödemesi tamamlanan krediler de dikkate alındığında enerji yatırımlarının finansmanı için alınan borçların toplamı 70-80 milyar dolar aralığında tahmin ediliyor. Söz konusu tutarın yüzde 50-55’inin elektrik üretimi yatırımları, yüzde 20-25’inin elektrik dağıtım satın almaları ve yatırımları, kalan bölümün de diğer yatırımlar için kullanıldığı hesaplanıyor.

Enerji sektörü finansmanı değerlendirilirken 2002-2017 dönemini ayrı, 2018 sonrasını ayrı değerlendirmek gerekiyor. Çünkü 2018 sonrası toplam borç stokunun sınırlı da olsa azaldığı görülüyor. Söz konusu azalışta TL’nin değer kaybının yanısıra dövizden TL’ye çevrilip kamu bankalarına aktarılan borçlar, vade uzatımları gibi değişik yöntemlerle yüzdürülen tasnifi değişen krediler de etkili. Dış borç stokunda son birkaç yılda gözlenen özel sektörle kamu borcunun yer değiştirmesi, özel sektörün borcu 75 milyar dolar azalırken, kamu borcunun 60 milyar dolar artışında enerji sektörü borçlarının yeniden yapılandırılması, yüzdürülmesinin de etkisi bulunuyor. Bu yer değişiminin en açık ifadelerinden olan finansal borçların yeniden yapılandırılmasından en fazla yararlanan büyük enerji projeleri oldu.

2002-2017 manzarasına bakıp piyasacı yaklaşımıyla, “Enerji sektörü özel sektör dinamizmiyle düşük faizli, uzun vadeli kaynak sağladı, bununla da yatırım yaptı” masalını anlatmaya çalışanlar hala çıkabilir. Ancak biraz daha yakından bakıldığında, enerjide piyasalaşmanın ülkenin bugün iliklerine kadar hissettiği büyük tahribatta, derin yoksullaşma dalgasında önemli bir rol üstlendiği, enerji faturalarından ibaret olmayan çok yüklü maliyetler yarattığı açıkça görülüyor.

Enerji sektörünün GSYH, yatırımlar, üretim içindeki payı gibi verilerle birlikte düşünüldüğünde hem dış borç içindeki payının hem de yurtiçi bankacılık kredileri içindeki payının çok yüksek olduğunu, dolayısıyla bir borçlanma rekoru kırıldığını söylemek mümkün. Ancak büyük elektrifikasyon yatırımlarının yapıldığı, yani ülkenin büyük bölümüne elektriğin taşındığı geçmiş dönemler için makul olabilecek bir yatırım düzeyinin yakalandığı söylenebilir. Oysa ki Türkiye elektrifikasyonu uzun süre önce tamamladı. Son 20 yıl sanayide GSYH büyümesini çok aşan bir büyümenin olmadığı bir dönemdi. Enerji, özellikle de elektrik üretiminde bu kadar büyük bir yatırım ve finansman yükü için rasyonel bir açıklama yapılması pek mümkün değil.

İmalat sanayine bulunamayan kaynaklar enerjiye aktı

İmalat sanayi yatırımları için yapılan borçlanmayla enerji yatırımları için yapılan karşılaştırıldığında hayli çarpıcı bir tablo ortaya çıkıyor. Sanayi ve hizmet sektörlerinin toplam üretim değerinden yüzde 47 pay alan imalat sanayi, dış borç stokundan yüzde 21, bankacılık kredilerinden yüzde 15 pay alıyor. Üretim değeri payı yüzde 7,1 olan enerji sektörünün borçlanmadaki payının ise, göreli olarak hayli yüksek olduğu dikkat çekiyor.

Ayrı ve çok boyutlu bir başka değerlendirmenin konusu olmakla beraber yukarıdaki göreli pay yüksekliği, “enerji politikası”nın ötesinde aynı zamanda “sanayi politikası”na ilişkin de kuvvetli birkaç belirleme yapmaya izin veriyor.

İlk belirleme, uzun yıllardır hep şikayet edilen, kalkınma planlarında, çeşitli politika dokümanlarında vurgu yapılan, son olarak Yeni Ekonomi Modeli’nde de zikredilen “imalat sanayiinde düşük teknolojili sektörlerin ağırlığını azaltıp yüksek teknolojili sektörlerin payını artırma” hedefinin Türkiye kapitalizmi açısından sahicilik taşımadığı olabilir. Enerji tüketimini uyaran ve dolayısıyla görece düşük teknolojili sektörlere dayalı büyüme, enerji etrafındaki değer havuzunun büyütülmesi, saadet zincirinin beslenmesi için otomatik bir tercih haline geliyor.

İkinci belirleme, enerji sektörüne giren oyunculara bakıldığında da açıkça görülen sanayiden kazanılanların daha yüksek getiriler taahhüt edilen enerji sektörüne yatırılması, yukarıda sözü edilen borçlar dışındaki özkaynak finansmanının büyük ölçüde sanayi kârlarından aktarıldığı olabilir. Elektrik üretimi ve dağıtımı yapan şirketlerin isimlerine göz atmak yeterli.

Üçüncü belirleme, doğrudan yatırımla birlikte en çok övülen, istenen dış finansman türü olarak nitelenebilecek uzun vadeli, görece düşük maliyetli kalkınma finansmanı kuruluşlarının kaynaklarıyla bir ekonomide nasıl büyük bir tahribat yaratılabileceği, bu kuruluşların öncelikleriyle Türkiye halkının çıkarları arasında hiçbir paralellik bulunmadığı olabilir.

Krediler özel sektöre yükü kamuya

Enerji sektörünün dış borcundaki çarpıcı gelişimde finanse edilen yatırımların büyük bölümünün Yap-İşlet-Devret’ler, YEKDEM ve YEKA gibi döviz bazında alım garantili projeler olması çok kolaylaştırıcı bir rol oynadı. Ayrıca enerji sektörü Hazine garantili borçlardan da en çok yararlanan sektör oldu. (Köprü, otoyol, havaalanı, şehir hastaneleri gibi “PPP”lere verilen garantiler daha yakın zamanda gündeme geldi ve büyük ölçüde enerjideki “başarı”dan feyz alınarak tasarlandı.)

Dünya Bankası, Avrupa Yatırım Bankası, Alman Kalkınma Bankası (KfW) gibi uluslararası finansal kuruluşların Hazine garantisiyle sağladığı “imtiyazlı” kredilerden en fazla yararlanan enerji yatırımları oldu. İşin en başına, 2001 krizinin hemen peşisıra enerjide piyasalaşmanın önünü açan düzenlemelere dönersek işin mimarlarının da Dünya Bankası başta olmak üzere “öncü finansör” rolü üstlenen kuruluşlar olduğu net olarak saptanabilir. Nitekim Dünya Bankası, bir zamanlar önünü açtığı, oluşan toplumsal tepkilerden sonra eleştirel bir tutum aldığı nehir tipi HES’ler gibi konulardaki rezervleri dışında Türkiye’de enerji sektöründeki dönüşümü bir “başarı öyküsü” olarak değerlendiriyor.

Finansman “sunanlar” tabii ki Türkiye’yi genel olarak piyasacılığa yönlendiren “politika yapıcı” misyonlu uluslararası kuruluşlardan ibaret değil. İkinci halka olarak teknoloji ve yer yer ölçek yönlendirmesi yapan, GE, Siemens başta olmak üzere teknoloji tedarikçisi tekelleri destekleyen ülke ihracat kredi kuruluşları (Eximbankları denebilir) devreye girdi. Kendi ülkelerinin şirketlerinden teknoloji ithal edenlere öncelikli olmak üzere uygun koşullarda, görece düşük maliyetli ve uzun vadeli kredi sağlandı.

“Uluslararası kalkınma finansmanı kuruluşu” olarak adlandırılan “misyon” bankalarının Türkiye’nin anılan dönemdeki toplam uzun vadeli dış borcundaki payı yüzde 10 civarındayken enerji sektörü kredilerindeki payları yüzde 20-25’e ulaştı. Ülke ihracat kredi kuruluşları da eklendiğinde yüzde 40’ı aşan bir pay tahmin ediliyor. Bu tür bir oran ancak kamu yatırımlarının finansmanında söz konusu olabilirdi, ki özel dönemler ve örnekler dışında enerji finansmanındaki hacimlere ulaşılması mümkün olmazdı. Kamunun da tüm kapasitesiyle içine sokulduğu “piyasa tasarımı” nicel olarak da nitel olarak da dünya ölçeğinde bir deneyime yol açtı. Uluslararası finans hiyerarşisinin yüksek basamaklarında yer alan, toplam finans hacmindeki payların ötesinde “yol yapan” bu kuruluşları, sendikasyonlarla ticari bankalar takip etti. Yurtiçinde de özellikle 2007-2014 döneminde özel bankalar çok büyük iştahla ama aynı zamanda çok büyük riskler de alarak enerji sektörünü fonladı.

Kim kazandı, kim kaybetti?

20 yıldan kısa bir sürede “finansman arzı”nın şekillendiriciliğiyle yapılan yatırımlar kime, ne kazandırdı, kime, ne kaybettirdi? 100 dolarlık bir yatırım örneği alabiliriz: 100 doların 70-80 doları için kredi kullanıldı. Özellikle yenilenebilir enerji yatırımlarında yüzde 80’lere çıkan dış finansman oranları görüldü. 100 dolarlık yatırım pek çok örnekte gerçek yatırım tutarını ifade etmedi, karşılıklı toleransla ya da türlü beceriksizlikle, öngörüsüzlükle yatırım tutarları şişirildi. Özel sektörün kar hırsına ek olarak “öğrenme maliyeti”, kamunun denetim konusundaki yetersizliği ya da “özel güzeldir” hoşgörüsüyle birleşti vb. Teknoloji türüne (HES, termik, güneş vb), yatırım yerine, ölçeğe göre fark etmekle birlikte 100 dolarlık yatırımın yaklaşık 40-50 doları teknoloji/ekipman tedarikçisinin cebine girdi. 20-30 dolar inşaatı yapan, büyük bölümü de enerji firmalarının kendi grupları bünyesinde yer alan şirketlere gitti. Finansman sağlayıcıların da 10 puan civarına ulaşan bir pay aldığını söylemek mümkün.

Şişirilen yatırım tutarları, grup inşaat şirketlerinde bırakılan karlar, finansman giderleri elektrik üretim maliyetine dolayısıyla tarifelere büyük ölçüde taşındı. Enerji faturalarında bir büyük kalem enerji ithalatı olduysa, bir büyük kalem de yatırımlara yönelik teknoloji ithalatı ve finansmandan gelen maliyet oldu. Dövize endeksli alım garantileriyle, tarife yapısıyla vb bu yükler yıllardır halka aktarılıyor. Ancak faturalara tam olarak yansımayan, başka mekanizmalarla halka aktarılanlar da var. Alım garantilerinin, enerji şirketlerine yönelik desteklerin faturalara sığmayan kısmı, kamu bütçesine yayılan yükler işin doğası gereği. Finansmanda Hazine garantileri başta olmak üzere kamunun alım taahhütleri vb sağladığı düşük maliyetlerin, kamu kredibilitesinden yediğini, halkın daha öncelikli ihtiyaçları için kamu finansmanının etkin kullanılamaması yok sayılan, oysa ki hayli yüksek bir maliyet. Sermaye ucuz kredi kullanır görünürken kamu garantör olarak bir maliyet üstleniyor. Tüm finansmanın yüzde 5’i diye düşünmek hiç abartılı bir varsayım olmaz ve enerji finansmanında bu şekilde halktan 4-5 milyar dolarlık bir değer aktarıldığı hesabı yapılabilir.

Büyük bir iştahla yapılan yatırımlarda yanlış teknoloji seçimi, çevre tahribatı, dışa bağımlılığı artırıcı yatırımlar vb boyutlar bir yana piyasa anarşisi içinde bir atıl kapasite de oluştu. Yüzde 35-40’a ulaşan hesaplar yapılıyor. Yüzde 20 bile olsa 15-20 milyar dolarlık gereksiz yatırım, dış borç yükünün artışından, atıl kapasitenin faturalara, tüketicilere bindirdiği yüke, yine kamuya, halka büyük bir maliyet yarattı.

Hesabı az yapılan bir diğer geçiş mekanizması, enerji maliyetlerindeki artışın tüm sektörlere ve tüm fiyatlara yansıması, yani enflasyon etkisi. Enerjide piyasalaşma sürecinin enflasyona etkisi kendi başına hesaplanabilir ve hayli de yüksek sonuçların çıkması olası.

Son olarak da hep tersinden ele alınan bir başlık, kur artışı. Kurdaki artışın enerji maliyetlerini artırması değil, enerjideki yüksek döviz borç stokunun kur artışına etkisinden söz ediyoruz. İthalat ve dış borç stoku artışıyla kur artışı arasında güçlü bir ilişki bulunuyor. Çeşitli çalışmalar bu etkinin hayli yüksek olduğunu gösteriyor.

Genel olarak dış borç stokunun, özel olarak enerji sektörü borç stokunun kur üzerindeki etkisi

2002-2017 döneminde Türkiye’nin toplam dış borç stoku, 115 milyar dolardan 451 milyar dolara, uzun vadeli özel sektör dış borç stoku ise 30 milyar dolar düzeyinden 223 milyar dolara çıktı. Aynı dönemde enerji sektörünün uzun vadeli dış borç stokunun da 5 milyar dolardan 25,5 milyar dolara ulaştığı göz önüne alındığında özel sektör dış borç stokundaki artışın yüzde 10’unun enerji sektöründen kaynaklandığı görülüyor. Üstelik yukarıda dile getirilen kuruluşlardan sağlanan kaynaklarla görece düşük maliyetler ve uzun vadelerle en “risksiz”, en istenir finansman şekli olarak sunulsa da söz konusu yüksek payla enerji sektörü kredileri bir saatli bombaya dönüştü.

Hem yurtdışından kullanılan krediler hem de yurtiçinden dövizli bazlı kredi kullanımının yüksekliğinin yanısıra üretim maliyetlerinde de enerji kaynaklarındaki yüksek ithalat nedeniyle döviz riski taşıyan sektörün gelirleri, döviz bazında alım garantisi verilen projeler haricinde TL idi. Bu büyük riskin göz ardı edilmesi, dış borç stokunun kuru artırıcı etkisinin ilk, en güçlü çalıştığı sektörlerden birinin enerji sektörü olmasına yol açtı. Nitekim 2018 yılında ilk büyük kur şokuna yol açan tıkanmada enerji şirketlerinin/projelerinin bir bölümünün borç ödeme kabiliyetini yitirmesinin etkili olduğuna ilişkin çok fazla veri var. O gün devletleştirme kararı verip tahribatı azaltmak yerine, enerji şirketlerinin borçlarını çeşitli yöntemlerle yüzdürüp özellikle birkaç büyük özel bankayı çok büyük zararlar yazmaktan kurtardılar, uluslararası alacaklıları rahatlattılar. Bilinen bir kayyum atamasıyla -bankalar adına bir profesyonel ekip son 20 yılın en göz kamaştırıcı büyümesini yaşayan gruplarından birinin yönetimini fiilen devraldı- enerji şirketlerinin borçları TL’ye çevrilip uzun vadelere dönüştürüldü, piyasacı anlayışa göre batması gereken şirketlerin bir bölümü kar etmeye devam etti. Üstelik “piyasa arızaları”ndan şikayet etmeyi, elektrik fiyatlarının tam serbest piyasada belirlenmemesini eleştirmeyi, halkın cebine soktukları el büyüdükçe arsızlaşmayı sürdürüyorlar.

Piyasalaşma yetmedi “piyasa derinleşmesi” gündemde

Toplumun 20 yıldan kısa sürede çok büyük değer aktardığı piyasacı yapının bugünkü koordinatlarda devam edilmesi durumunda “düşük karbonlu enerji dönüşümü” perspektifiyle yeni bir büyük değer aktarım mekanizması inşa edeceği iyice belirginleşiyor. Avrupa Yeşil Mutabakatı başta olmak üzere yine uluslararası finansmanın şekillendiriciliğinde bir “piyasa derinleşmesi” gündemde: “Enerji üretimini ve teminini tabana yayarak ‘demokratikleştireceği’ iddia edilen bu mekanizmaların daha ziyade çeşitli büyüklüklerdeki ekipman tedarikçileri ve hizmet sunucuları için yeni pazarlar yaratacağı daha net görülüyor. Mevcut politikalar çerçevesinde temiz ve güvenilir enerjiye evrensel erişim ve ortalama yeryüzü sıcaklık artışını 1,5 derece ile sınırlandırarak iklim felaketini önleme hedefleri ise hala erişilmez görünüyor. Uluslararası kuruluşlar ise bir yandan bunu saptayıp, diğer yandan reçetenin piyasa bazlı mekanizmalarla desteklenen daha fazla yenilenebilir enerji ve enerji verimliliği yatırımları olduğunu savunuyor.”2

Bu uzun ve kaçınılmaz olarak yorucu yazının sonucu: Bugüne kadar yaratılan tahribatın durdurulması ve geri dönüşü güç yeni bir tahribat kanalının açılmasına izin vermemek için enerji üretim ve hizmetlerinin devletleştirilmesi acil bir talep olarak önümüzde duruyor.

                                                            ***
Enerji maliyetlerindeki artış mı, piyasa düzenini sürdürme ısrarı mı? - SOL

Enerji fiyat artışlarının Türkiye’deki maliyetlere yansımasının çok üzerindeki zamların arkasında, bir avuç enerji şirketinin karlarının korunması, piyasa düzenini ayakta tutma ısrarı yer alıyor.

Emekçiler yeni yıla elektrik ve doğalgaz zamlarıyla girdi. Elektrik Mühendisleri Odası (EMO) İzmir Şubesi’nin hesaplamalarına göre 4 kişilik bir ailenin asgari yaşam standartları için tüketmesi gereken elektriğin aylık faturası yüzde 72’lik artışla 211 liradan 364 liraya çıktı. 

Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu (EPDK) tarafından yapılan açıklamada enerji fiyatlarında dünya çapında yaşanan yükselişe bağlı maliyet artışları zamların gerekçesi olarak gösterildi. “Maliyet artışı” gerekçesi fazlasıyla tartışmalı ve ayrıca detaylı ele alınmayı hak ediyor. Özellikle açıklamadaki “Ayrıca devletimiz vatandaşlarımızı bu artışlardan koruma amacıyla elektrik faturalarında yarısını, doğalgazda ise beşte dördünü karşılayarak 2021’de toplamda 100 milyarlık destekte bulunmuştur” iddiasını değerlendirmek gerekiyor. Yukarıda bahsedilen EMO açıklamasında da vurgulandığı gibi 2020 yılında pandemi nedeniyle dünyada enerji maliyetleri önemli ölçüde düşmüş, tarifelere hiçbir şekilde yansımamıştı. Buna ek olarak dünyadaki enerji fiyat artışlarının enerji maliyetlerini çok güçlü bir şekilde yansıdığı iddiası, buna dayalı hesaplamalar da doğru değil. Siyasi iktidar elektrik üretiminde yenilenebilir kaynaklar başta olmak üzere yerli kaynakların payının yüzde 55’i geçtiğiyle övünüyor. Yani çıplak üretim maliyeti olarak bakıldığında ortalama maliyetin elektrik zamlarına gerekçe olacak bir oranda artmış olması güç görünüyor. Yine elektrik üretiminde önemli paya sahip doğalgazda tedarik maliyetinin son aylara kadar kontratlı alımlar kapsamında sözü edilen yüksek artışlardan az etkilendiği de biliniyor. Bu noktada birebir geçişi en yüksek olabilecek ithal kömür santrallerinde de üretim araları verildiği eklenmeli. Ancak toplam üretimin neredeyse üçte birini YEKDEM, YEKA gibi döviz alım garantili sistemlerle desteklemekten özel sektörün döviz borçlarının maliyetlerine, üretimi fizıbıl olmaktan çıkan doğalgaz ya da ithal kömür santrallerine sağlanan nakit desteklere, özelleştirme ve piyasalaşma sonucunda yaratılan yapının korunması, enerji patronlarının karları düşmesin diye uğraşılması son zamların gerçek gerekçesini oluşturuyor.

Bu faturanın nasıl yaratıldığını, neden sürekli arttığını geçen yıl soL’da yer alan kapsamlı bir değerlendirmeden yararlanarak yaptığımız bir derlemeyle anlatmak istiyoruz:

Son 20 yıla AKP iktidarı eliyle yapılan enerji özelleştirmeleri ve piyasalaşma damga vurdu. Elektrik üretiminde özel sektörün payı 2002 yılında yüzde 20 iken 2021’de yüzde 80’i aştı. Devlette olan elektrik dağıtımı tamamen özel sektöre devredildi. Doğalgaz dağıtımı da, İGDAŞ haricinde, tamamen özel sektörde. 

Bütün bunlar aynı zamanda enerji talebine çok büyük bir artışın olduğu, akaryakıt dahil toplam enerji talebinin yüzde 100’e yakın büyüdüğü, elektrik tüketiminin ise 2,5 kattan fazla arttığı bir dönemde gerçekleşti. Elektrik özelinde bakılırsa 2002 öncesinde “pasta”nın büyüklüğü 100 birimdi ve bunun 80’i devletin kontrolündeydi. Bugün 250 birimi aşan bir büyüklükten söz ediyoruz ve 200 birimden fazlası özel sektörün kontrolünde. 2020 yılında  elektrikte toplam 10 milyara yaklaşan ciro ve yine milyarlar mertebesinde kar edildiği tahmin ediliyor. 2002 yılından bu yana özel sektörün elektrik üretimi, dağıtımı ve ilişkili faaliyetlerden elde ettiği toplam gelirin 80-90 milyar dolara ulaştığı tahmin ediliyor. Sektörün karmaşık yapısı nedeniyle ne kadar kar edildiğine ilişkin öngörüde bulunmak zor. Ancak Sabancı grubuyla Alman E.On’un ortak olduğu Enerjisa Dağıtım’ın 2020 yılı FAVÖK’ü (finansman, amortisman ve vergi öncesi kar), cirosunun yüzde 34’üne tekabül ediyor ve 2,5 milyar lira mertebesinde. 

Elektrikte 2002’de 31,8 GW olan kurulu güç 2020 sonunda 95,9 GW’a ulaştı ve artan kapasitenin tamamına yakını özel sektör yatırımlarından oluştu. Devletin alım garantisi başta olmak üzere bir dizi destek sunduğu bir ortamda yatırım ve üretim riskinden söz etmek pek mümkün değil. 2002-2020 döneminde elektrik sektörüne 100 milyar doların üzerinde yatırım yapıldı ve bu yatırımların yaklaşık yüzde 70’i döviz bazında alınan kredilerle gerçekleştirildi. 

Toplumsal öncelikler ve çıkarlar doğrultusunda bir planlama olmadan yapılan yatırımlar büyük bir borç birikimine ve nihayetinde kısmen atıl kapasiteye yol açtı. Özellikle 2018 krizinden bu yana yeniden yapılandırılan, özel bankalardan kamu bankalarına aktarılan, bu arada dövizden TL’ye çevrilip döviz riski de kamuya dolayısıyla halka yüklenen borç stokunda enerji sektörünün payı hayli yüksek. İşin bu kısmını tam olarak faturalarda görmüyoruz, faturalara yansıyan hala şirketlerin üzerinde olan borçların maliyetleri. Bir şekilde kamuya devredilen maliyetler de var ve bunları başka mekanizmalarla yine emekçiler ödedi ya da ödemeye devam ediyor. Enerjide özelleştirme ve piyasalaşmanın faturası bundan da ibaret değil. Aynı zamanda dış borçtaki yüksek payın ve bu borçlara ilişkin risk algısının 2018’deki kur şokunda daha fazla, ancak o tarihten bu yana yaşanan tüm kur artışlarında da önemli etkisi olduğu söylenebilir. 

Enerji pastası: Büyükler de var, çıkışlarını enerji projeleriyle yapan ‘beşli çete’ üyeleri de…

2020’de AT Kearney danışmanlık firması tarafından yayınlanan MW100: Türkiye’nin En Büyük 100 Elektrik Üreticisi raporuna göre en büyük 100 şirket Türkiye’nin toplam elektrik üretim kapasitesinin yüzde 85’ini, en büyük 10 şirket yüzde 48’ini oluşturuyor. Ki bu şirketlere baktığımızda Sabancı, Akkök, Enka gibi geleneksel sermaye gruplarını da, ilk çarpıcı çıkışlarını enerji özelleştirmeleriyle yapan Limak, Cengiz, Kolin gibi grupları da görüyoruz. İstanbul Sanayi Odası’nın En Büyük 500 Sanayi Kuruluşu’ndaki gruplarla örtüştüğünü de söylemek mümkün. Bu listeye Tüpraş ile Koç grubunu da eklediğimizde aslında büyük sermaye gruplarının büyük bir iştahla enerji pastasından pay aldığı görülüyor. 

Tabii bu resme finans kuruluşlarını, bankaları da eklemeye ihtiyaç var. Büyük sermaye girdisine ihtiyaç duyan bu yapı aynı zamanda büyük miktarda finansal kaynağın mobilize edilmesini gerektiriyor. Yapılacak büyük yatırımlar veya özelleştirme kapsamındaki satın almaların gerçekleşebilmesi için finans bacağı ilk aşamalardan itibaren proje geliştirmenin bir parçası oluyor, yatırım esnasında alınan kredilerin proje gelirleriyle ödenmesine yönelik çeşitli finansman mekanizmaları, projenin işletilmesi sırasında da finansal kuruluşlarla 10 yıla varan uzun dönemli ilişkilerin sürdürülmesine, bir başka deyişle projeye ortak olmalarına yol açıyor. Dolayısıyla, finans sektörü de enerji sektörü ile iç içe bir görünüm sergiliyor. Enerjinin bir sektör olarak varlığını hissettirmeye başladığı 2004’te 1,6 milyar dolar civarında olan Türkiye’deki bankalarda enerji sektörüne ait borç stoku 2018 sonunda 45,5 milyar dolar seviyesinde bulunuyordu ve enerji kredilerinin toplam banka kredileri içindeki payı yüzde 1’den yüzde 10’a ulaşmıştı. Enerji şirketlerinin yurtdışından doğrudan kullandığı krediler de eklendiğinde büyük bölümü döviz kredilerden oluşan borç stoku 60 milyar dolara yaklaşıyordu. Ki anılan dönemde yani 2002-2018 arasında ödenen borçlar da dikkate alındığında toplam finansman hacminin 80 milyar doları aştığı söylenebilir.    

Sanayi sübvansiyonları da halka fatura ediliyor

Elektrik üretimi ile ilgili gelişmelerin yanısıra enerji tüketimi ile ilgili bazı gözlemlere de yer vermek önem taşıyor. Türkiye’de toplam enerji tüketiminin üçte biri, elektrik tüketiminin ise yüzde 45’inden fazlası sanayi kuruluşları tarafından yapılıyor. Üç imalat sanayi sektörü;  demir-çelik, çimento-cam-seramik ve tekstil sanayileri Türkiye’de üretilen elektriğin yaklaşık dörtte birini tüketiyor. Bu sektörlerde enerji verimliliği ve enerjinin optimal kullanımının ötesinde, enerjiye harcanan kaynaklar dikkate alınarak yarattıkları değerin, dışa bağımlılık üzerindeki etkileri de dikkate alınarak sorgulanması gerekiyor. 

Örneğin, birim maliyetin yarıdan fazlasının enerji olduğu çimento sektöründe Türkiye bir dönem üretiminin neredeyse yüzde 25’ini ihraç ediyordu. Ki dünyada ticarete çok sınırlı konu olan, yerel ölçekte üretilip tüketilen bir maldır çimento. Demir-çelik ve çimento özelinde Türkiye’deki inşaat büyümesinin niteliği bile sorgulanmaya değerken, bir de örtük sübvansiyonlarla ihracat rekorları kırıldı. Nitekim demir-çelik sektörünün 2021 yılındaki ihracatı da bu kapsamda TEPAV Direktörü Güven Sak tarafından “Türkiye’den ABD vatandaşlarına sübvansiyon” olarak değerlendiriliyor.1

Bu tüketim profili elektriğin üretiminde olduğu gibi tüketiminde de sermayenin ağırlık taşıdığını gösteriyor. Sanayi, ulaştırma, ticaret politikaları sermaye içi kimi dengelemeleri kısmen gözetmek dışında tekil sermaye gruplarının karını maksimize etmelerine sonsuz izin veren bir karakter taşıdı. Ki bu durum enerji talebi anlamında başlı başına olabilecek tüm uyaranların devrede olması anlamına geldi. Türkiye, halkın ihtiyaçları, önceliklerine göre örgütlenmiş bir ekonomide çok daha düşük enerji tüketimiyle üretim yapabilecekken, enerji tüketimi ve dolayısıyla enerji kaynakları ithalatının çok arttığı bir yapıyla ilerledi. (SOL)


Sabih Kanadoğlu 'Erdoğan şiirden mahkûm olmadı' dedi, o günleri anlattı - SOL

 Yargıtay Onursal Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu, Erdoğan'ın aldığı ceza, AKP'nin kuruluşu ve kapatma davasına ilişkin açıklamalarda bulundu.

Yargıtay Onursal Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu, yakın geçmişte yaşanan krizli günleri Cumhuriyet’ten Işık Kansu'ya anlattı. 

Kanadoğlu, Erdoğan'ın aldığı ceza, AKP'nin kuruluşu ve kapatma davasına ilişkin açıklamalarından bir bölüm şöyle:

"14 Ağustos 2001, benim Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı olarak önemli sorumluluk almam açısından önemli bir tarihtir. Adli tatildeydik ve Ayvalık’taydım. O gün AKP’nin kurulduğu haberi geldi ve kuruculara baktığımda mahkûmiyeti olan Recep Tayyip Erdoğan kurucu genel başkan olmuştu. O mahkûmiyet, bir şiir okuma nedeniyle değildi. O hale sonradan getirildi. Mahkumiyet, doğrudan doğruya halkı din vb. itibarıyla kin ve düşmanlığa tahrik etmek suçundan verilmişti. Düşünce özgürlüğü ile hiç ilgisi yoktu. Ankara’daki görevli arkadaşları aradım, siyasi partiler bürosunun hazırlık yapmasını istedim ve hemen Ankara’ya geldim. Doğrudan yapılacak tek şey AKP’ye ihtar davası açmaktı. 21 Ağustos 2001’de yaptığımız başvuru ile Anayasa Mahkemesi’nden AKP’ye ihtar verilmesi ve Recep Tayyip Erdoğan’ın genel başkan yetkilerinin tedbiren durdurulmasını istedim. Bu başvuruya 8 Ocak 2002’ye kadar cevap verilmedi. Başvurduk, durum nedir diye. 

Anayasa Mahkemesi Başkanı Mustafa Bumin’den çok acayip bir açıklama geldi, ne yapmak istiyor, bizden ne soruyor, amacı nedir gibisinden. Biz de, “Kamu adına dava açtık, talepte bulunduk, davanın ne aşamada olduğunu sormak bizim hakkımızdır” diye yanıt verdik. Bunun üzerine aşağı yukarı bir hafta- on gün sonra karar vereceğiz dediler. Ancak Anayasa Mahkemesi’nde ocak ayında verilmiş karar, nisanın 22’sinde yazıldı. Karar oyçokluğu ile AKP’ye ihtar verilmesi yönündeydi. Başkanlık yetkilerinin tedbiren durdurulması istemini reddettiler. O zaman, “Herhangi bir terör örgütünün başkanı bir parti genel başkanlığına getirilse, siz yine ihtarla yetinip genel başkanlığı sürdürmesine izin mi vereceksiniz?” demek zorunda kaldık. 

Anayasa Mahkemesi AKP’ye altı ay süre vermişti durumu düzeltmesi için. Altı ay sonra AKP’ye sorduk. Gelen yanıt çok hoştu doğrusu: “Recep Tayyip Erdoğan parti üyeliğinden istifa edip başkanlığa devam ediyor.” Bu yanıt, Meclis Başkanı milletvekilliğinden istifa etti, Meclis Başkanlığı’na devam ediyor gibi bir şeydi. Böyle bir şey olur muydu? Oldu. Erdoğan başkanlığa devam ediyordu ve on gün sonra da seçime gidilecekti. Önümüzde iki seçenek vardı: Ya 3 Kasım’da yapılacak seçimi bekleyecektik ya da ihtar kararının yerine getirilmemesinin sonucu kapatma davası açacaktık. Görevimiz neyse onu yaptık. Seçimden sonraya bırakmak hangi partinin işine yarar, hemen açmak kime yarar; böyle bir düşünme tarzı savcı olarak bize düşmemeliydi. AKP’ye kapatma davasını açtım. Bu dava Anayasa Mahkemesi tarafından 9 Temmuz 2009 tarihine kadar kapağı açılmadan elde tutulduktan sonra, Siyasi Partiler Yasası’nın 104/2. maddesinin 11 Haziran 2009 tarihinde iptali gerekçe gösterilerek düşürüldü. Burada özellikle belirtmek isterim ki, meslek hayatım boyunca 43 sene 3 ay içerisinde hiçbir makamdan, hiçbir kurumdan, hiçbir kuruluştan, cumhurbaşkanından nereye kadar sayarsanız sayın, bir tek kişiden telkin ya da tavsiye almadım.  

3 Kasım 2002 seçimi öncesi Recep Tayyip Erdoğan yine genel başkan. O günlerde Üsküdar’dan bir haber geldi. Erdoğan, ağır ceza mahkemelerinden birisine başvurmuş ve memnu hakların iadesi kararını almış. Kararı veren Üsküdar 2. Ağır Ceza Mahkemesi ve Başkanı da AKP döneminde Yargıtay Başkanı olacak İsmail Rüştü Cirit’ti. Memnu hakların iadesi talebi memnuiyet kararı veren mahkemeye yapılabilirdi. Görevli ve yetkili mahkeme Diyarbakır 3. Devlet Güvenlik Mahkemesi’ydi. Üsküdar 1. Ağır Ceza Mahkemesi’ne yapılan itiraz sonucu verilen iade kararı kaldırıldı ve iade teşebbüsü sonuçsuz kaldı. Benzer bir girişim daha olmuştu. Tarih 6 Eylül 2002. Yani seçime iki aydan az kalmış, Ankara Palas’ta adli yıl açılış resepsiyonundayız. Gazeteciler etrafımı sardı, “Diyarbakır 4 Numaralı Devlet Güvenlik Mahkemesi, Recep Tayyip Erdoğan’ın memnu haklarının iadesine karar verdi, ne diyorsunuz?” diye sordular. Şaşırdım tabii. “İnceleyeceğim” dedim ve içeri girdim. 

Recep Tayyip Erdoğan da orada, canım da hiç karşılaşmak istemiyor. Ama yakaladı beni bir yerde, bir gazeteci de fotoğrafımızı çekti. Nasıl keyifli, memnu haklarının iadesini almış, rahat. Ertesinde Diyarbakır DGM Başsavcısı’nı aradım. Dosyanın hemen gönderilmesini istedim. Dosya geldi, temyiz ederek kararın bozulmasını istedik. Yargıtay 8. Ceza Dairesi, bizim talebimizin de ötesine geçerek, Diyarbakır 4. DGM’nin temyize tabi 3. DGM kararını görev vasfı yaparak kaldırmasının yok hükmünde olduğuna karar verdi ve Erdoğan’ın memnu hakları iade edilmemiş oldu. Milletvekili seçilmesi de seçimlerden önce önlenmiş oldu."

SOL

Paris’ten net sıfır emisyon hedefine - Prof. Dr. A. Erinç Yeldan - Kadir Has Üniversitesi / BİRGÜN

 

Bilim insanları, seragazlarının emisyonu nedeniyle dünyamızın yüzey ısısında yaşanan artışın yüzyılın sonuna değin 2 santigrat derecede tutulması gerektiğini, aksi takdirde gezegenimizin geri dönülemez biçimde tahribata uğrayacağını vurguluyor. Çevre bilimciler, bu hedefe ulaşmak için küresel emisyonların 18 milyar ton düzeyine düşürülmesi gerektiğini hesapladılar. Buna karşın, iklim değişikliği ile uluslararası düzeyde önemli bir adım olan 2015 Paris 21. Taraflar Konferansı’nın katılımcıları daha başında ülkelerin verdikleri taahhütlerin bu hedeften çok uzakta kaldığını belirtmekteydi. Dünya Enerji Ajansı sunduğu projeksiyonlarda 2040 yılına değin dünyada toplam emisyonların 36 milyar tona ulaşacağını, oysa +2 C0 sınırını aşmamak için toplam emisyonların 18 milyar tona değin düşürülmesi gerektiğini paylaşmaktaydı. Aradaki 18 milyar tonluk farkın düşürülmesi Paris sonrası iklim mücadelesinin en önemli sorunsalıdır.

Belki biraz da bu tespit ve uyarılardan hareketle, uluslararası iklim kriziyle mücadele artık Paris Anlaşması’nın taahhütleriyle sınırlı kalmayıp, doğrudan net sıfır emisyon hedefleri çağrılarına yönelmiş durumda. Avrupa Komisyonu’nun 2019 Aralık ayında duyurduğu Avrupa Yeşil Düzeni; ABD’de de Alexandria Cortez’in önerdiği ve Başkan Biden’in sahiplendiği Yeni Yeşil Düzen çağrıları bunun en önemli örneklerini oluşturuyor.

Bu tasarımlar arasında en dikkat çekici olanı AB’nin Avrupa Yeşil Düzeni (AYD- European Green Deal) belgesi oldu. Bu tasarım çerçevesinde AB’nin sanayi, tarım, enerji ve tüketici davranışlarını dönüştürmek amacıyla iklim değişikliği ve çevre kirliliği sorunlarıyla mücadele doğrultusunda topyekün yeni bir strateji izlemeye hazırlanmakta olduğu görülmekte. AYD stratejisi doğrultusunda AB üyesi ülkelerin 2050 yılına kadar “net sıfır CO2 emisyonlu” bir ekonomik yapıya dönüştürülmesi hedeflenmekte. Bunun için yeni ekonomik büyüme stratejisi, kirletici sektörlerin hızla yenilenebilir enerji kaynaklarıyla dönüştürüldüğü, doğal kaynak kullanımına daha etkin yer verildiği, fosil yakıtlara dayalı enerji tüketiminin kademeli olarak azaltıldığı, yeniden işleme (re-manufacturing) ve döngüsel ekonomi (circular economy) temelli; enerji verimliliğini ve yenilenebilir enerji kaynaklarını ön plana çıkaran bir model tasarlanmakta.

AYD üzerine önemli eleştirel yaklaşım ise, AB’nin net sıfır hedefi ve genelde karbonsuzlaşma doğrultusunda kullanmakta olduğu en önemli enstrümanın kapitalist pazar sisteminin gene kendisi olan Karbon Ticaret Sistemi’ne dayandırılması. 2005 yılında kurulmuş olan KTS, şu anda elektrik, petrol rafineleri, kimyasallar, demir&çelik, metal-dışı ürünler (çimento) kağıt ve hava taşımacılığında üretim yapan yaklaşık 11,000 şirketi ve enerji santralini kapsamakta. Bu sektörler AB toplam sera gazı emisyonlarının %45’ini kapsıyor. Sınırla ve Ticaretini Yap anlayışıyla oluşturulan karbon piyasası aracılığıyla toplam emisyonlarının zaman içerisinde azaltılarak net sıfır hedefine ulaşılacağı beklenilmekte.

Larry Lohman La Nuova Ecologica dergisinde eylül ayında vermiş olduğu demecinde karbon ticaret sisteminin aslında sorunun özünü görmezden geldiğini ve fosil yakıtlara dayalı enerji sisteminin ve sanayi şirketlerinin bu sistem sayesinde yaratılan offset’ler, piyasalaştırma oyunları ve spekülatif tasarımlar sayesinde sorunu ileriki nesillere attığını vurguluyor. Lohman’a göre KTS, iklim krizinin sorununun “doğru fiyatlar uygulandığında kendiliğinden çözülecek bir piyasa tökezlemesi” olarak tanıtılmak istendiğini, oysa sorunun özünde kapitalist birim sisteminin dayanılmaz kar hırsı ve kamçılanan tüketim deseni yatmakta olduğunu vurguluyor.

Başta finansal derecelendirme kuruluşları olmak üzere, spekülatörler ve fosil yakıtların teşviklendirilmesinden kazanç sağlayan ulus ötesi tekeller söz konusu karbon fiyatının rekabet koşulları altında gerçekleştirilmesi önündeki en büyük engeli oluşturuyor. Buna ek olarak, bir yandan ABD’nin miktar kolaylaştırması (QE) aracılığıyla dünya para piyasalarına sunduğu olağan dışı likiditenin kendisini nemalandıracak bir spekülasyon alanı arayışı, diğer yanda Birleşmiş Milletler bünyesinde oluşturulması planlanan yıllık 100 milyar dolar tutarındaki temiz kalkınma fonu, finansal spekülatörlerin başını döndürüyor. Internet balonu ve emlak ve konut köpüklerinden sonra, uluslararası finans şebekesi ve ulus ötesi tekeller “iklim değişikliği ile mücadele” görüntüsü altında soluduğumuz havayı ticari bir mal haline dönüştürerek, piyasanın inişli çıkışlı dalgalanmalarından spekülatif çıkarlar bekliyor. Bu doğrultudaki kısa dönemci başı boş kararlar ise özünde uzun dönemli stratejik bir sanayileşme ve enerji planlaması gerektiren çevre kirliliği sorununu içinden çıkılmaz bir dengesizliğe sürüklüyor.

Bu saptamayı doğrulayacak bir başka çalışma ise Uluslararası Enerji Ajansı verilerinden elde edilebilir. Bilindiği üzere gezegenimizin atmosferine bir yılda salınan CO2 emisyonu yaklaşık 30 milyar tona ulaşmaktadır. Bu sonucu ülkeler düzeyinde değil de, küresel üretim zincirinin baş aktörleri olan ulus-ötesi şirketler açısından değerlendirdiğimizde, aslında sadece yirmi adet enerji üreticisi ve dağıtıcı tekelin bu rakamın yüzde 30’undan sorumlu olduğunu görüyoruz. Sadece ilk dört şirket, Chevron, Exxon, BP ve Rus Gaspromun yol açtığı emisyonların toplam içerisindeki payı yüzde 11.5’e ulaşmaktadır.
Dolayısıyla, küresel iklim değişikliği ile mücadelede ana öznenin “ulus ekonomiler” olduğu kadar, belki de çok daha belirleyici biçimde, dünya ticaretini meta zincirleri ve doğrudan yatırımlar ile yönlendirmekte olan ulus-ötesi şirketler ve uluslararası finansal sistem olduğunu görmemiz gerekiyor.


İKLİM ADALETSİZLİĞİ VE İKLİM SOYKIRIMI

İklim krizi bir yandan da kapitalizmin eşitsiz gelişme yasalarını tüm çıplaklığıyla ortaya çıkarıyor. Örneğin, Oxfam’ın geçtiğimiz hafta yayımlanan “Küresel Emisyonlar ve Gelir Adaletsizliği” Raporu, dünyada en zengin %1’lik kesimin sorumlu olduğu fert başına CO2e emisyonlarının 1990’a görece %25 artış gösterdiğini ve bu kesimin tüketim faaliyetleri sonucu yaratmakta olduğu CO2e sera gazının, 1.50C ısınma hedefiyle belirlenmiş emisyon bütçesinin 30 misline ulaştığını vurguluyor. Buna karşın, “zengin” %10’luk kesimin CO2e salımları aynı hedefin 10 misline ulaşırken; “yoksul” %50’nin yarattığı CO2e salımları ortalamanın %20 altında. Rapordaki verilere göre, bir bütün olarak bakıldığında, fert başına “ortalama” (ne demekse-?) emisyonlar, 1.50C hedefinin 2.2 ton/kişi daha üstünde seyrediyor.

Küresel iklim kriziyle “mücadelede” aynı ekonomik krizlerin aşılması tasarımlarında da olduğu üzere, “kemer sıkma” fedakarlığının gene küresel yoksulların payına düştüğünü görüyoruz.

Sözlerimizi Chico Mandez’in geçtiğimizhafta medyada çok paylaşılmış olan şu fotoğrafı ile tamamlayalım: “Sınıf mücadelesi olmadan yapılan çevrecilik sadece bahçeciliktir.”

Prof. Dr. A. Erinç Yeldan - Kadir Has Üniversitesi

2 Ocak 2022 Pazar

Sinema ve Faşizm (III+IV) - Mesut Kara / Evrensel

 Sinema ve Faşizm(III)

Sinemanın ideolojik olarak kullanıldığı diğer bir ülke de Almanya’ydı. Dönemin Almanya Devlet Başkanı Adolf Hitler ve Propaganda Bakanı Dr. Joseph Goebbels sinemanın gücünün, toplum üzerindeki etkisinin farkındalardı. Nazilerin Almanya’da iktidarda olduğu 1933-1945 yılları arasında çekilen 1000’in üzerinde filmin önemli bir kısmını propaganda filmleri oluşturur. Naziler Alman sineması üzerinde geniş bir denetim ve sansür uygulamasına girişirler.

Naziler döneminde çekilen filmlerde, Yahudilik, Amerikan emperyalizmi, Fransız ve İngiliz sömürgeciliği ve tabii ki Nazilerin ideolojik olarak baş düşmanı olan komünizme ağır eleştiriler, karalamalar yer alır. Naziler, düşman olarak gördükleri Sovyetlere karşı, komünizm ideolojisini eleştiren antikomünist filmlere ağırlık verirler.

İkinci Dünya Savaşı’nın yoğunlaştığı dönemlerde Naziler, sinemadaki etkilerini daha da arttırırlar. Naziler Almanya’da ve işgal ettikleri yerlerde sinemadan etkin bir biçimde yararlanarak, ideolojilerini yansıtırlar, propagandalarını yaparlar. Çekilen filmlerde Nazizm ideolojisi yüceltilirken, başta komünizm ideolojisi olmak üzere diğer ideolojik yapılanmalar eleştirilir, karalanır. Ayrıca Nazi sinemasında, Alman ırkını konu alan, yücelten filmler de yaptırılır. Nazizm ideolojisinin temellendirildiği “üstün ırk” kavramı sinemada Nazi yönetiminin arzu ettiği yönde kitlelere sunulur.

Nazizm ideolojisi, Naziler en ağır eleştiriyi, baş düşmanı olarak gördüğü komünizm ideolojinin merkezinde olan Sovyet Birliği ve Sovyetler’de doğan ‘Devrim Sineması’na yöneltir. Sovyet sinemasında da Nazizm ideolojisi eleştirilirken sıklıkla holokost (soykırım) temasını ele alan filmlerin ön plana çıktığını görürüz.

Sinemanın kitleleri etkileyen, yönlendiren gücünden sadece Sovyetler Birliği’nde oluşan Devrim Sineması kuşağı ve Nazi Almanya’sında sinemayı Nazizm adına kullanan Hitler iktidarı yararlanmaz. Faşist İtalya da sinemanın etkileyici gücünden yararlanmayı seçer. Faşist diktatör Benito Mussolini, sinemanın silahtan daha güçlü olduğuna inanıyordur. İtalyanların sinemadan en büyük beklentilerinden biri de faşizm ideolojisinin geniş kitlelere yayılmasını sağlamasıdır. Bu amaçla, İtalya 1934’den itibaren faşizm ideolojisinin yayılması için, sinemayı etkin bir şekilde kullanmaya başlar. Faşizm ideolojisi, İtalya’da sinema üzerindeki zorbalığını, baskısını günden güne arttırarak, sinemanın kendi istedikleri yönde şekillenmesini sağlar. Bu süreçte faşist sinema özellikle ulusal kahramanlık teması üzerine odaklanır. Faşizm böylelikle, Roma İmparatorluğu dönemindeki İtalya’nın gösteriş ve ihtişamını sinema yoluyla etkili bir biçimde yansıtarak, kitlelerin geçmişlerinden ders almalarını, Faşist İtalya’nın idealleri için çalışmalarını hedefler. (Burada şu notu düşebiliriz; iktidarın elindeki TRT’nin neredeyse tüm “Türk tarihi”ni dizileştirmesini anımsayalım.)

Faşizm ve sinema dendiğinde ilk akla gelen film, “İradenin Zaferi” (Triumph des Willens, 1934) ve Filmin Yönetmeni Leni Riefenstahl olur.

“İradenin Zaferi” doğrudan faşizme, Nazizme hizmet eden bir propaganda filmidir. Film 1934 yılında, doğrudan doğruya Hitler tarafından, Nürnberg’deki Nazi Partisi kongresi için verilen sipariş üzerine çekilir. İradenin Zaferi filmi için, “İçerik ve biçim olarak, bir filmin nasıl olmaması gerektiği hakkında bir başyapıttır” denir. Filmde Nazizmin dünyada ve Almanya’da kendini övücü, yüceltici mitleştirilmiş görüntüler, kitlelerin arzularına hitap edecek, onları etkileyip yönlendirecek bir görsellikle sunulur. Bu mitleştirmeleri bizde de hayatın içinde ve yapılan tanıtımlarda, propaganda filmlerinde görebiliyoruz. Örneğin Erdoğan’ın açılışlarda kurdele kesmek için kullandığı makasların sergilenmesi ve bunun video sunumlarda, haberlerde kullanılması.

“Açılış çekimi Hitler’i Nürnberg’e ve oradan dünyaya ‘vahiy’ getiren, bulutların içinden geçerek cennetten inen bir elçi olarak sunar; film (a) Hitler’in Tanrının Nazi Partisinin doğuşuna ve zaferine önceden karar verdiğini ilan etmesiyle ve (b) ‘Hitler Almanya’dır ve Almanya Hitler’dir’ ifadesiyle zirveye çıkar.”

Hitler’in ve Mussolini’nin sinemaya özel bir önem vermesi, maddi-manevi olanaklarla destek vererek ulusal sinemalarının gelişmesine önayak olmaları rastlantı ya da sanatseverlikten değildir sonuçta.

“Faşist ideolojilerini halkın arasında yaygınlaştırmak ve sosyal olaylar karşısında halkın nabzını tutmak üzere propaganda filmleri yaptırmaları ve sinema üzerinde ideolojik baskı kurmuş olmaları da yine aynı basit amaca dayanmaktadır; Alkış sesleri arasında gerçekleştirecekleri katliamlar için ülkelerini büyük sinema salonlarına çevirmek.”

Gerçeğin örtbas edilmesine tahammülü olmayan sinemacılar, faşist dönem filmlerinin yarattığı etkiyi kırmak üzere sokağa çıkar. İtalyan sinemacılar, İtalyan Yeni Gerçekçiliğine de soluk veren, sinemanın modern gerçeklik arayışının öncüllerini oluşturur.

SİNEMADA FAŞİZM VE ANTİFAŞİZM TEMALI FİLMLER

Sovyet devrim sinemasında olduğu gibi diğer ülke sinemalarında da Nazi Almanya’sı ve faşist Mussolini İtalya’sında yaşanan dönemin, faşizmin, Nazizmin ağır eleştiriler aldığını da görürüz. Birçok ülke sinemasında (Türkiye dahil) faşizmi eleştiren, antifaşist çok sayıda film yapılmıştır.

Örneğin, İkinci Dünya Savaşı sırasında çekilen, 1942 ABD yapımı Kazablanka (Casablanca) filminde hem Nazizm hem de Faşizm ideolojileri ağır şekilde eleştirilir ve film savaştan sonra da dünyada büyük ses getirir.

Not: Haftaya dünya sinemasından ve Türkiye’den faşizm temalı filmlerden örneklerle tamamlayacağız yazımızı…

                                                                 





                                                                         ***

 Sinema ve Faşizm(IV)

Geçen hafta yazımızın sonunda “Mussolini İtalya’sında yaşanan dönemin, faşizmin, Nazizmin ağır eleştiriler aldığını da görürüz. Birçok ülke sinemasında (Türkiye dâhil) faşizmi eleştiren, anti-faşist çok sayıda film yapılmıştır” demiş, İkinci Dünya Savaşı sırasında çekilen, 1942 ABD yapımı Kazablanka (Casablanca) filmini örnek göstermiştik. Filmde hem Nazizm hem de Faşizm ideolojileri ağır şekilde eleştirilir ve film savaştan sonra da dünyada büyük ses getirir.

Bir başka önemli film de Charlie Chaplin’in yönettiği ve başrolü Paulette Goddard ile paylaştığı, 1940, ABD yapımı filmdir. Film aynı zamanda Chaplin'in ilk sesli filmidir. Filmde Nazizm ve Chaplin tarafından canlandırılan Adolf Hitler oldukça sert bir şekilde eleştirilmektedir. “Amerika Birleşik Devletleri'nin resmî olarak Nazi Almanya’sı ile hâlâ barış içinde olduğu ve savaşa henüz girmediği bir dönemde çekilen filmin, kendi dönemi içinde sıra dışı bir yeri vardır.” (Vikipedi)

Büyük Diktatör filminin final konuşması çok önemli ve etkileyicidir: “Üzgünüm ama ben bir imparator olmak istemiyorum. Bu benim işim değil. Kimseyi yönetmek ya da fethetmek de istemiyorum. Herkese yardım etmek istiyorum. Yahudi, Yahudi olmayan, siyahi, beyaz. Hepimiz başkalarına yardım etmeliyiz. İnsanlık böyle başlar. Biz birbirimizin mutluluğu için yaşamayı isteriz, kötülüğü için değil. Biz birbirimizin mutluluğu için yaşamayı isteriz, üzüntüsü için değil. Bu dünyada, herkes için yer vardır, yeryüzü zengindir ve bunu herkes paylaşabilir. Yaşam tarzımız özgürlük ve güzellik olmalıdır. Ama biz yolumuzu kaybettik. Açgözlülük insan ruhunu zehirledi, dünyayı nefretle kuşattı, bazıları bizi üzüntü içinde bıraktı. Hızlı geliştik ama bu sırada kendimize de zarar verdik. İstediklerimizi elde etmek için makineleri kullandık. Bilgimizi olumsuz, zekamızı sert ve kaba kullandık. Çok fazla düşündük ama çok az hissettik. Makinelerden çok, insanlığa ihtiyacımız var. Zekadan çok şefkat ve kibarlığa ihtiyacımız var. Bunlar olmadan yaşam şiddet dolu olur ve her şeyi kaybederiz. Şu anda bile sesim milyonlarca insana, milyonlarca umutsuz erkek, kadın ve çocuğa erişiyor. Sistemin kurbanlarına ve işkence çeken kişilere ve hapisteki masum insanlara. Beni duyanlara şunu söyleyeceğim, umutsuzluğa kapılmayın. İnsanlığın nefreti geçecek, diktatörler ölecek ve onların insanlardan aldığı güç insanlara geri dönecektir. Son insan ölene kadar özgürlük asla yok olmayacaktır.”

DÜNYA SİNEMASIDA ANTİ-FAŞİZM TEMALI FİLMLER

Faşizm temalı filmlere örnek olarak Ekşi Sinema'da Kaan Karsan’ın derlediği filmler listesini verebilirim. Derleme şu notla yer alıyor sitede: “Faşizm meselesine bir şekilde değinen yüzlerce film bulmak mümkündür belki de ancak konuyu nedenselliği de bir kenara bırakmayarak sorgulayan ve faşizmin acıları üzerinden yeni kapılar arayan filmlerin sayısı oldukça azdır. Faşizmi anlatmaktan çok tanımlamaya çalışan bu filmlerden on iki tanesini derledik.” 


  1. The Great Dictator Büyük Diktatör (1940) - Charlie Chaplin,
  2. Le chagrin et la pitié Keder Ve Acıma (1969) – Marcel Ophüls
  3. Sorgiardino dei Finzi Contini (1970) – Vittorio De Sica
  4. Il conformista Konformist (1971) -Bernardo Bertolucci
  5. Amarcord (1973) – Federico Fellini
  6. Salò o le 120 giornate di Sodoma Salo ya da Sodom'un 120 Günü (1975) – Pier Paolo Pasolini
  7. 1900: Novecento (1976) – Bernardo Bertolucci
  8. Una giornata particolare Özel Bir Gün (1977) – Ettore Scola
  9. Die Ehe der Maria Braun Maria Braun'un Evliliği (1979) – Rainer Werner Fassbinder
  10. El laberinto del fauno Pan'ın Labirenti (2006) – Guillermo del Toro
  11. Die Welle Tehlikeli Oyun (2008) – Dennis Gansel
  12. Das weisse Band – Eine deutsche Kindergeschichte Beyaz Bant (2009) – Michael Haneke

Yazımızda dünya sinemasından anti-faşist mücadeleyi anlatan iz bırakmış birkaç unutulmaz filmden ve Türkiye sinemasında politik eleştiriler içeren darbe-faşizm karşıtı muhalif filmlerden söz edelim. İlgili ve meraklı olanların film-yönetmen adlarından filmlerle ilgili daha kapsamlı bilgiye ulaşabileceğini umuyorum.

Rosselini'nin Savaş Üçlemesi - Roberto Rossellini

La Battaglia di Algeri Cezayir Bağımsızlık Savaşı – Gillo Pontecorvo

Hunger Açlık - Yönetmeni: Steve McQueen

Capitaes de Abril Nisan Devrimi- Maria de Medeiros

TÜRKİYE SİNEMASINDA FAŞİZM KARŞITI FİLMLERDEN ÖRNEKLER


Türkiye’de politik sinema başlığı altında değerlendirilecek çok sayıda film çekildi. Bu filmlerin çoğunu kapitalizm ve faşizm karşıtı olarak değerlendirebiliriz. 12 Eylül filmleri olarak adlandırılan 40’a yakın film de darbelerle ilgili kategoride değerlendiriliyor. Faşizm ve kapitalizm eleştirisi içeren çok sayıdaki önemli filmden bazılarının adlarıyla bitirelim yazıyı.

  • Sürü / Zeki Ökten (1978)
  • Tahtacı Fatma - Belgesel, Süha Arın (1979)
  • Yol / Yılmaz Güney-(1981)
  • Duvar / Yılmaz Güney (1983)
  • Uçurtmayı Vurmasınlar / Tunç Başaran (1989)
  • Büyük Adam Küçük Aşk / Handan İpekçi (2001)
  • Eve Dönüş / Ömer Uğur (2006)
  • Beynelminel / Sırrı Süreyya Önder, Muharrem Gülmez (2006)
  • Güz Sancısı - Tomris Giritlioğlu (2008)
  • Son Olsun / Orçun Benli (2012)
  • F Tipi / Hüseyin Karabey, Reis Çelik, Ezel Akay, Aydın Bulut, Barış Pirhasan, Mehmet İlker Altınay, Grup Yorum, Sırrı Süreyya Önder, Vedat Özdemir - 2012
  • Abluka / Emin Alper (2015)
  • Babamın Kanatları / Kıvanç Sezer (2016)
  • Anons / Mahmut Fazıl Coşkun (2017)
  • Mesut Kara / Evrensel

 ------------------------------------------------------------------------------------------------------

4 haftadır sürdürdüğümüz “Sinema ve Faşizm” başlıklı yazıdaki bilgiler ve alıntılar için yararlanılan kaynaklar:

  • *1945 sonrası İtalyan sinemasında faşizm eleştirisinin estetik politikası Yüksek Lisans Tezi, (2020) Hazırlayan Eylem Şen Yazıcı
  • *Faşizme Karşı Birleşik Cephe Georgi Dimitrov
  • *Sinemada Faşizm İdeolojisinin Eleştirel Sunumu, İlker İspir Uluslararası Sosyal Bilimler Dergisi, Sayı: 1, Yıl: 2018, Sayfa: 69-88
  • *Sinema, İdeoloji, Politika “Büyüleyen Faşizm” Ve Diğer Yazılar.  Orient Yayıncılık,  Nirengi Kitap Dizisi: 2 Sinema İdeoloji Politika; Sinemasal Yazılar 1
  • *Devlet, Toplum ve Sinema, Mesut Kara. Klaros Yayınları,
  • *Sinema ve 12 Eylül, Mesut Kara, Klaros Yayınları
  • *Ekşi Sinema
  • *İleri Haber

Görevimiz Tehlike-Murat Beşer / SOL

 Diziyi cazip kılan şey, casusluk gerilim filmlerine verdiği ilhamdı. Bir klasik olmuştu. Bu dizi olmasaydı Uzay: 1999 olmayacak, Uzay 1999 olmasa Battlestar Galactica olmayacaktı.

Her bölüm bir fitilin yanması eşliğinde izleyeceğimiz maceradan enstantanelerle başlıyor, bunu oyuncuları tanıtan jenerik izliyordu. Arkada da Lalo Schifrin’in uçaklarda kullanılan mors kodundan ilham alarak yazdığı müzik duyuluyordu. Bu müzik dizinin en az kendisi kadar etkileyiciydi.

İlk sahnede ekip lideri Jim içinde bir talimatın bulunduğu kayıt cihazına ulaşırdı. Kimliğini hiç öğrenemediğimiz bir liderin banttan yükselen sesi ona görev verirdi. “Jim, görevi kabul edersen, her zaman olduğu gibi sizden herhangi biri yakalanır veya öldürülürse, eylemlerinizden habersiz olduğumuzu açıklayacağız” derdi. Bitiminde iyi şanslar dilenir “bu kaset 10 saniye içinde kendi kendini imha edecek” anonsuyla kasetten dumanlar yükselirdi. Ardından dosya sahnesi... Jim lüks bir dairede çekmeceden büyük boy, deri ciltli bir klasör çıkarır. Mevcut ajanların dosyalarını bir masaya atar, bakar, görev için gerekli becerilere sahip elemanları seçerdi.

Ekip kötü adamları haklamakla görevlendirilmişti. Ajanlar basitçe mahkemede kabul edilebilir deliller elde ediyor ya da bir itirafta bulunmaları için onları kandırıyordu. Dizi boyunca soğuk savaş alt metni mevcut olsa da, nadiren bahsedilir; hedeflerin çoğu hayali Slav liderleriydi. Düşman ülkeler de eski sosyalist ülkeleri anımsatan isimlere sahipti. Doğu Avrupa’da konuşulan gerçek diller kullanılır, hedef rejimin üniformaları arasında sivri şapkalar, botlar, Varşova Paktı ile bağlantılara işaret eden aksesuarlar bulunurdu.

Ekip üyelerinin keşfedilme tehlikesiyle karşı karşıya olduğu durumlarda (özellikle reklam aralarından önce) dramatik bir gerilim sağlanırdı. Her türlü teknoloji ustaca kullanılırdı. Sık başvurulan psikolojik yöntem hedefteki adamın ortaklarına olan güvenini sarsmaktı. Böylece itiraf ve suçlamalar başlardı. Genelde eylem son ana kadar sürer ve bölüm bizimkilerin (çoğu zaman bu bir kamyon olurdu) topukladığı anda karenin donmasıyla biterdi. Ekip kaçarken uzaktan bir silah veya çığlık sesi duyulurdu ya da patlama. Bu sesten sonra Jim espri yapardı.

***

Bu katı formatına rağmen hepimizi ekrana bağlamayı beceriyordu Görevimiz Tehlike. Diziyi cazip kılan şey, casusluk gerilim filmlerine verdiği ilhamdı. Bir klasik olmuştu. Bu dizi olmasaydı Uzay: 1999 (karı-koca Martin Landau ve Barbara Bain) olmayacak, Uzay 1999 olmasa Battlestar Galactica olmayacaktı.

Pazar akşamları en önemli işimdi; izlerken yaptıkları her işin haklı olduğuna inanırdım. Sıkı bir hayrandım, belki de kuşağım için televizyonun altın çağıydı. Ertesi gün erkenden okula gidecek olmamı umursamadan kurulurdum televizyonun karşısına. TRT televizyonunda tüm sezonlar gösterilmemişti. Bizim izlemeye başladığımız yer, hayranları için en iyisi olarak kabul edilen ikinci sezondu, yani Dan’i tanımamıştık.

İlk sezon ekibin başında bulunan Dan Briggs (Steven Hill), ikinci sezonda yerini Jim Phelps (Peter Graves) almış, bitene kadar takımın lideri olarak kalmıştı. 1966 ile 1973 arasında 50’şer dakikalık 171 bölüm çekilmişti.

Görevimiz Tehlike (Mission: Impossible) Bruce Geller tarafından yaratılan, siyasi düşmanlara karşı gizli görevler için kullanılan küçük bir ajan topluluğunun maceralarını içeren Amerikan dizisiydi. Geller bazı kaynaklardan ilham almıştı, bunlardan biri 1964 yapımı Jules Dassin filmi Topkapı idi.

***

Aslında külliyen bir beyin yıkama dizisiydi. Suçlular Amerikalı değildi, iyi yabancılar ise Amerikalı ajanlarla iş birliği yapanlardı. Siyah kahramanlar yok denecek kadar azdı. Greg Morris’in oynadığı Barney bir istisnaydı. Rollin Hand (Martin Landau), tanınmış bir aktör, makyaj sanatçısı, sihirbaz ve milyon yüzlü adamdı. Bir bölümde önde gelen Nazi figürlerini taklit etmişti. Dördüncü ve beşinci sezonlarda yerine geçen Leonard Nimoy’un (bizim Mr. Spock) canlandırdığı Paris de oyuncu, makyaj sanatçısı, sihirbaz ve kılık değiştirme ustasıydı. Nimoy, diziye biraz Uzay Yolu hayranı taşımıştı ki bir ara Kaptan Kirk de (William Shatner) konuk olmuştu. Velhasıl kelam ekipteki karakterler, bizimkileri Amerikan casuslarının iyi insanlar oldukları fikrine çok yaklaştırmışlardı. Derken gelenler gidenler Karagöz perdesini geçmişti; izleyici için takip etmek güçleşmişti.

Dizi seksenlerde yeniden çekilmiş, orijinal kadrodan sadece Jim kalmıştı. İki ciltlik romanı, ardından çizgi romanı yayınladı. Sayısız bilgisayar oyunu yapıldı ama yıllar sonra çekilen versiyonları hiç ilgimi çekmedi, tıpkı Uzay Yolu gibi... Hatta görmezden geldim, hafızamdaki çocukluk fotoğraflarımın bozulmalarını istemedim.  

Bir Amerikan ideolojisini yaymak gibi tehlikeli görevi TRT’nin 12 Mart faşist yönetimi boyunca layığıyla yerini getirmişti Görevimiz Tehlike. TRT’de yönetim değişince Görevimiz Tehlike yayından kaldırılmış, ne tuhaftır ki bir benzeri, İngiliz versiyonu olan Tatlı Sert (The Avengers) konmuştu. Biz o dönemin saf çocukları, o bantlar 10 saniye içine kendini imha edene kadar onu da çok sevmiştik.

Murat Beşer / SOL