I- Bir yurtseverin Cumhuriyet karşıtları ile savaşı
Yargıtay Onursal Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu, anılarını ve yakın geçmişin bunalımlı süreçlerini Cumhuriyet’e anlattı.
Uzun yıllar savcılık, yargıçlık, Yargıtay üyeliği ve Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı görevlerini yürüten Sabih Kanadoğlu’nun yaşamı, bir aydın yurtseverin Cumhuriyet karşıtları ile yürüttüğü çetin savaşımın da güncesidir aynı zamanda.
Yakın tarihimizdeki önemli siyasal süreçlere tanıklık etmiş, onların doğrudan içinde bulunmuş, zaman zaman da gelişmelere yön vermiş olan Sabih Kanadoğlu’nun yaşamından kimi kesitler sunan dizimiz, aynı zamanda laik, demokratik sosyal hukuk devletinin bugün düşürüldüğü duruma ve geleceğe de büyük ölçüde ışık tutmaktadır.
İktidarlar, demokrasiyi özümsememişse gücü ancak ayrıştırmada, ötekileştirmede buluyor
60 YIL SONRA AYNI MANZARA
Hukukçu olma kararımı 1949’da Ayvalık Ortaokulu 1. sınıf öğrencisiyken verdiğimi anımsıyorum. İdol saydığım savcı Fatih Keçik, hâkim Muhsin Ergüney, avukat Vefik Bartu ve doğal olarak babamı, kararıma etkili olduğu için rahmetle ve saygıyla anıyorum.
Yıl 1958, fakülte 3. sınıftayım. Anayasa hukuku hocamız, Prof. Dr. Hüseyin Naili Kubalı, bakanlık emrine alındı. Bu karara tepki göstermek üzere öğrenciler olarak bir büyük grup fakültenin içerisinde protesto eylemi yaptık. Aradan bir süre geçti. Dekanlıktan bana bir yazı geldi. Hakkımızda soruşturma açılmış. İsmine gerek yok, bir profesör hocamız ifademizi alacak. Gittik yanına, masaya Emniyet’in çektiği fotoğraflar konmuş. Baktım fotoğraflara, en önde bağıra çağıra gidiyorum. Profesör hocamız “Ne diyorsun buna” diye sordu ve benim ağzımdan bir savunma yazdırmaya başladı. Hakkımızdaki idari soruşturma sonuçsuz bırakıldı. Üniversiteye girmiş, belli bir noktaya gelmiş bir gencin geleceğini söndürmek gerçekte ülkenin geleceğini söndürmek anlamına gelir. Bugün Boğaziçi Üniversitesi’ndeki gibi olaylar ve soruşturmalara baktığım zaman bu olayı üzülerek anımsıyorum...
Babam dava vekiliydi. Amacım onunla birlikte avukatlık yapmaktı. 1959’da hukuk fakültesi son sınıfında babamı ve amacımı kaybettim. 1961 sonuna doğru Adalet Bakanlığı’na hâkimlik için başvurdum ve mesleğe hâkim adayı olarak başladım. İlk kurayla Bursa’nın Orhaneli ilçesine savcı olarak atandım.
TEDBİRLER YASASI
Talat Aydemir’in 22 Şubat darbe girişimi bastırıldıktan sonra 5 Mart 1962’de 55 sayılı bir yasa çıkarıldı. Tedbirler Yasası diye anılan bu yasa, 27 Mayıs hareketini kötülemeyi, devrilen Demokrat Parti’yi (DP) ve onun mahkûm olan üyelerinin övülmesini suç sayıyordu.
DP’nin son döneminde “Vatan Cephesi” adı altında bir ayrıştırma, ötekileştirme dönemi yaşanmıştı. 55 sayılı yasanın çıkmasından sonra bu kez CHP’liler, DP’lileri, DP dönemini ve onun mahkûm olan yöneticilerini kötülemeye başladılar. Orhaneli savcısı olarak bana DP’lilerin 27 Mayıs’ı kötüledikleri, DP’yi övdükleri suçlamasıyla ihbarlar ulaşmaya başladı. Bu ihbarlarla ilgili olarak takipsizlik kararları verince Bursa’da DP’li savcı damgası yedim. Hatta İhsan Sabri Çağlayangil, DP’nin devamı olan Adalet Partisi’nden senatör seçilmişti. 7 AP’li milletvekilini yanına alarak beni ziyarete geldi. Böylece benim DP’liliğim de tescillenmiş oldu!
Bu olayı şunun için anlatma gereği duydum: Siyasi iktidarlar, demokrasiyi özümsememişse o zaman gücü ancak ayrıştırmada, ötekileştirmede buluyorlar. Bugün de benzer gelişmeleri yaşadığımızı 60 yıl sonra görmek, beni fevkalade üzmektedir.
NURCU İMAMA SORUŞTURMA
Ailevi nedenlerle 1965 yılı başında Bingöl’de savcılık istedim. Boş savcılık kadrosu yoktu. Erzurum’da yetkili olarak görevlendirildim. Bu görev yaşantımın bir dönüm noktası oldu.
3. Ordu’nun merkezi Erzurum’daydı. 1965’te nöbetçi savcı olarak görevdeyken 3. Ordu Kurmay Başkanı’ndan bir şikâyet dilekçesi geldi. Kuyucu Murat Paşa Camii imamının, bayram vaazı sırasında irticai nitelikte ve çirkin ithamları da içeren ve o dönemde yürürlükte olan TCK’nin 163. maddesine aykırılık oluşturan sözler sarf ettiği yolundaki bir şikâyetti bu.
Soruşturmaya başladım ve imamın tutuklanmasını istedim. Talep reddedildi.
Soruşturmayı yürüttüğüm tarihlerde İsmet İnönü hükümeti düşmüş, yerine Suat Hayri Ürgüplü’nün başbakan olduğu koalisyon hükümeti göreve başlamıştı. CHP ile TİP dışındaki tüm partilerin il başkanları benim görevden alınmam için Ankara’ya gidip hükümete baskı yapmaya başladılar.
İrfan Baran, Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’nden Adalet Bakanı’ydı. Ankara’ya beni şikâyete gelen il başkanlarına, “Müfettiş gönderirim, eğer savcı gerçekten görevine uygun hareket etmemişse gereğini yaparım. Ama müfettişin raporu sizin iddianız gibi değilse yapacağım hiçbir şey yok” diyerek adaletten yana tavrını koydu. Olayı inceleyerek raporunu hazırlayan, ayrıca Orhaneli teftiş raporlarını düzenleyen, teskiyeleri ile meslekte ilerlememi sağlayan Adalet Başmüfettişleri Necdet Akkan ve Orhan Okçu’yu saygıyla ve rahmetle anıyorum.
Mücadeleye devamla sorgu hâkimliğine dava açtım. Konu ağır ceza mahkemesine geldi. Ağır ceza mahkemesi başkanı Adil Güllapoğlu tutuklama kararı verdi.
BÜYÜK TEHLİKE
Bu dava, Nurculuğun gerçekte Cumhuriyet ve laiklik ilkesi için ne kadar büyük bir tehlike olduğu iddiasıdır. Konuya ilişkin ilk incelediğim ve yararlandığım eser, o tarihte doçent olan Neda Armaner’in Nurculuk üzerine yaptığı çalışmasıydı.
Aynı yıl sonunda hâkimlik sınıfına girerek Bingöl Sulh Hâkimliği’ne, oradan Tokat’a atandım.
KIZILDERE’YE TANIKLIK
Tokat Asliye Ceza Mahkemesi hâkimiydim. 1972’nin mart ayıydı. Savcı İsmail Oğuz (yıllar sonra Yargıtay 8. Ceza Dairesi Başkanı), “Niksar’da anarşistleri kuşatmışlar. Ben oraya gidiyorum, işin yoksa sen de gel” dedi. Çok ısrar edince kıramadım, kalktık Niksar’a, oradan da olay yeri olan Kızıldere’ye gittik. Kızıldere’de bir ev çember altına alınmış, muhtarlık binasını da operasyon için karargâh yapmışlar. Biz oradayken, simsiyah arabalar geldi, o arabalardan simsiyah adamlar indi. “MİT müsteşarı geldi” dediler. MİT müsteşarı, sonradan 12 Eylül’ü gerçekleştirenlerden Korgeneral Nurettin Ersin indi. Tam Amerikan filmleri gibiydi. İçeri girdiler, konuşulanları duyuyordum. Ankara ile iletişime geçiyorlardı.
İLK EMİR: ÇEVREYİ KUŞATIN
Duyduğumuz kadarıyla Ankara’dan gelen ilk emir, “Evi çevirin bekleyin, içeridekileri nasıl olsa teslim alırsınız” yönündeydi. Ancak daha sonra evin arkasının orman olduğu için akşam olunca arkadan ormana doğru kaçılmasının önlenmesi gerektiği bildirildi. Akşama doğru da zaten silah sesleri gelmeye başladı. Harekât bittikten sonra eve gittik, savcı arkadaşla. Bir de samanlığı vardı, orayı da gezdik. Samanlıkta hiç kimseyi görmeden çıktık. O sırada, Ertuğrul Kürkçü’nün samanlıkta saklandığını sonradan öğrendik.
İDAM CEZASI KARARININ EZASI
Tokat’ın ardından sırasıyla Kırşehir, İzmir ve Bakırköy’e atandım.
Bakırköy 1. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanlığı’na başladığımda odama gittim. Odada oymalı şahane bir masa var. Bu masanın nereden geldiğini sordum. Meğer Harbiye Nazırı Enver Paşa’nın makam masasıymış...
Kırşehir’de de böyle bir olayla karşılaşmıştım. Ağır ceza duruşma salonunda dört koltuk vardı. Kürsü, bu koltukların yanında küçücük kalıyordu. Bu koltukların Demokrat Parti’yi yargılayan Yüksek Adalet Divanı’nın koltukları olduğunu öğrendim.
Bakırköy’de verdiğimiz idam kararları meslek hayatımın en zor kararlarıydı. Yüze karşı, “Evladım seni idama mahkûm ettik” demek kadar zor bir ifade olamaz. “Seni idama mahkûm ettik” derken sesim titrerdi. Duyardık, artık ölüme mahkûm edilmiş birisinin korkacağı hiçbir şey olmadığından, kararı açıklayan heyet sövgüyle karşılaşırmış genellikle. İdam cezası verilen, o anının acısını öyle çıkarmak istermiş. Ben böyle bir şeyle karşılaşmadım, ama daha ağırını yaşadım. İdam cezası açıkladığım kişi, “Reis baba gördüm ki çok üzülüyorsun” dedi, “Biz bu cezayı hak ettik, sen üzülme” dedi ve çıktı gitti. İdam cezası vermiş bir yargıca çektirilebilecek en büyük eza budur. Bunu söyleyince ancak insan nasıl bir iş yaptığını anlar. Yani, bir insanın bir başka insanın hayatını ortadan kaldırma cezasına mahkûm olması demektir ki bu ve çok berbat bir şeydir.***
Bakırköy’deki hâkimlik görevimin ardından 19 Temmuz 1984’te Yargıtay üyeliğine seçildim. O tarihlerde, 9. Ceza Dairesi vardı. Bakırköy Ağır Ceza Mahkemesi Başkanlığı’nda genellikle kaçakçılık suçlarına bakmıştık. Ancak daha çok devlet aleyhine işlenmiş suçlarla ilgili dosyalara bakan 9. Daire’de görevlendirildim. Orada çok ilginç dosyalar geldi önümüze. O tarihte 12 Eylül’ün aslında temel insan hak ve özgürlüklerini tamamen ortadan kaldıran bir uygulaması vardı: Kürtçe konuşmak, Kürtçe şarkı söylemek yasaktı ve suçtu. Diyarbakır Cezaevi’nde tutuklu oğluyla konuşamayan ananın ıstırabını düşünün. Bu suçtan çok mahkûmiyet kararı geliyordu. O mahkûmiyet kararlarını onama hiçbir vicdanın kabul edeceği bir şey değildi. Bu nedenle dairede sevgili arkadaşım Ahmet Cemal Göğüş ile bu kararların bozma gerekçelerini arayışımızı anımsıyorum.
ARINÇ VE BOZMA KARARI
Bir konuşmadan dolayı Bülent Arınç’ın TCK 163. maddeden verilmiş 1.5 yıllık mahkûmiyeti düşünce ve vicdan özgürlüğüne dayanılarak bozulmuştu. Ayrıca, Süleymancılığın suç olduğu konusunda bir karar vermiştik. Fikir özgürlüğü değildi. Devleti dini esaslara uydurma amaçlı bir örgütlenmeydi. 765 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 163. maddesi 12. 4. 1991 gün ve 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu ile yürürlükten kaldırıldı. Bu hükmün anayasaya aykırı olduğu düşüncemi o tarihte de belirtmiştim. Anayasanın 24. maddesine göre, hiç kimse devletin temel düzenini kısmen de olsa din kurallarına dayandırma veya siyasi çıkar yahut nüfuz sağlamak amacıyla dini, din duygularını veya kutsallarını istismar edemez ve kötüye kullanamaz. Bu Anayasa metnini hayata geçiren ve koruyan TCK’nin 163. maddesiydi. Anayasaya aykırılık sadece yasa düzenlemekle değil, onu koruyan yasanın yürürlükten kaldırılmasıyla da yapılabilir düşüncemi halen koruyorum. Bir hâkim tarafsız olmalıdır, bağımsız olmalıdır, elbette ki hiç şüphe yok. Ama taraf olması gereken bir başka konu da anayasaya bağlılıktır.
CUMHURİYET İÇİN...
Bir hâkimin, “Anayasa ne derse desin ben böyle düşünüyorum” deme lüksü yoktur. Türk hâkimi Türk anayasasına bağlı olmak ve onun hükümleri içerisinde karar vermek zorundadır.
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nı bir amaç, bir hedef olarak gördüm mü? Evet, gördüm. Yargıtay Başkanlığı’ndan çok, yapmak istediğim görev buydu. Yargıtay Başkanlığı’nın mesleki faaliyetlere ve kararlara etkisi yoktur. Daireler ayrılmıştır, her işin görevli dairesi vardır. Ceza Genel Kurulu zaten başkanvekili tarafından yürütülür, hukuken genel kurul da aynı şekilde. Yani, Yargıtay içtihadının oluşmasında Yargıtay Başkanı’nın rolü yoktur. Yalnızca bir temsiliyet olayı vardır. Ama Yargıtay Başsavcılığı böyle değildir. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nı hem itirazlar yoluyla, hem talepler ve düşüncelerle Türk anayasal siyasi hayatının anayasaya uygun olarak yürütülmesinde en başta rol sahibi ve önemli sorumluluk üstlenmiş bir görev olarak gördüğüm için başsavcı olmak istedim. Açıkçası Cumhuriyete yönelik tehlikeler her dönemde var olduğu için de bu görevi üstlenmek istiyordum. Görünüyordu bu ama açıkçası Türkiye’nin bugünkü hale geleceğini tahmin etmedim.
AKP’DEN GELEN YANIT ÇOK HOŞTU
14 Ağustos 2001, benim Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı olarak önemli sorumluluk almam açısından önemli bir tarihtir. Adli tatildeydik ve Ayvalık’taydım. O gün AKP’nin kurulduğu haberi geldi ve kuruculara baktığımda mahkûmiyeti olan Recep Tayyip Erdoğan kurucu genel başkan olmuştu. O mahkûmiyet, bir şiir okuma nedeniyle değildi. O hale sonradan getirildi. Mahkumiyet, doğrudan doğruya halkı din vb. itibarıyla kin ve düşmanlığa tahrik etmek suçundan verilmişti. Düşünce özgürlüğü ile hiç ilgisi yoktu. Ankara’daki görevli arkadaşları aradım, siyasi partiler bürosunun hazırlık yapmasını istedim ve hemen Ankara’ya geldim. Doğrudan yapılacak tek şey AKP’ye ihtar davası açmaktı. 21 Ağustos 2001’de yaptığımız başvuru ile Anayasa Mahkemesi’nden AKP’ye ihtar verilmesi ve Recep Tayyip Erdoğan’ın genel başkan yetkilerinin tedbiren durdurulmasını istedim. Bu başvuruya 8 Ocak 2002’ye kadar cevap verilmedi. Başvurduk, durum nedir diye.
AYM BAŞKANI’NIN ACAYİP AÇIKLAMASI
Anayasa Mahkemesi Başkanı Mustafa Bumin’den çok acayip bir açıklama geldi, ne yapmak istiyor, bizden ne soruyor, amacı nedir gibisinden. Biz de, “Kamu adına dava açtık, talepte bulunduk, davanın ne aşamada olduğunu sormak bizim hakkımızdır” diye yanıt verdik. Bunun üzerine aşağı yukarı bir hafta- on gün sonra karar vereceğiz dediler. Ancak Anayasa Mahkemesi’nde ocak ayında verilmiş karar, nisanın 22’sinde yazıldı. Karar oyçokluğu ile AKP’ye ihtar verilmesi yönündeydi. Başkanlık yetkilerinin tedbiren durdurulması istemini reddettiler. O zaman, “Herhangi bir terör örgütünün başkanı bir parti genel başkanlığına getirilse, siz yine ihtarla yetinip genel başkanlığı sürdürmesine izin mi vereceksiniz?” demek zorunda kaldık.
BİR TEK KİŞİDEN TELKİN ALMADIM
Anayasa Mahkemesi AKP’ye altı ay süre vermişti durumu düzeltmesi için. Altı ay sonra AKP’ye sorduk. Gelen yanıt çok hoştu doğrusu: “Recep Tayyip Erdoğan parti üyeliğinden istifa edip başkanlığa devam ediyor.” Bu yanıt, Meclis Başkanı milletvekilliğinden istifa etti, Meclis Başkanlığı’na devam ediyor gibi bir şeydi. Böyle bir şey olur muydu? Oldu. Erdoğan başkanlığa devam ediyordu ve on gün sonra da seçime gidilecekti. Önümüzde iki seçenek vardı: Ya 3 Kasım’da yapılacak seçimi bekleyecektik ya da ihtar kararının yerine getirilmemesinin sonucu kapatma davası açacaktık. Görevimiz neyse onu yaptık. Seçimden sonraya bırakmak hangi partinin işine yarar, hemen açmak kime yarar; böyle bir düşünme tarzı savcı olarak bize düşmemeliydi. AKP’ye kapatma davasını açtım. Bu dava Anayasa Mahkemesi tarafından 9 Temmuz 2009 tarihine kadar kapağı açılmadan elde tutulduktan sonra, Siyasi Partiler Yasası’nın 104/2. maddesinin 11 Haziran 2009 tarihinde iptali gerekçe gösterilerek düşürüldü. Burada özellikle belirtmek isterim ki, meslek hayatım boyunca 43 sene 3 ay içerisinde hiçbir makamdan, hiçbir kurumdan, hiçbir kuruluştan, cumhurbaşkanından nereye kadar sayarsanız sayın, bir tek kişiden telkin ya da tavsiye almadım.
SEÇİM ÖNCESİ ANKARA PALAS’TAKİ KARŞILAŞMA
3 Kasım 2002 seçimi öncesi Recep Tayyip Erdoğan yine genel başkan. O günlerde Üsküdar’dan bir haber geldi. Erdoğan, ağır ceza mahkemelerinden birisine başvurmuş ve memnu hakların iadesi kararını almış. Kararı veren Üsküdar 2. Ağır Ceza Mahkemesi ve Başkanı da AKP döneminde Yargıtay Başkanı olacak İsmail Rüştü Cirit’ti. Memnu hakların iadesi talebi memnuiyet kararı veren mahkemeye yapılabilirdi. Görevli ve yetkili mahkeme Diyarbakır 3. Devlet Güvenlik Mahkemesi’ydi. Üsküdar 1. Ağır Ceza Mahkemesi’ne yapılan itiraz sonucu verilen iade kararı kaldırıldı ve iade teşebbüsü sonuçsuz kaldı. Benzer bir girişim daha olmuştu. Tarih 6 Eylül 2002. Yani seçime iki aydan az kalmış, Ankara Palas’ta adli yıl açılış resepsiyonundayız. Gazeteciler etrafımı sardı, “Diyarbakır 4 Numaralı Devlet Güvenlik Mahkemesi, Recep Tayyip Erdoğan’ın memnu haklarının iadesine karar verdi, ne diyorsunuz?” diye sordular. Şaşırdım tabii. “İnceleyeceğim” dedim ve içeri girdim.
Recep Tayyip Erdoğan da orada, canım da hiç karşılaşmak istemiyor. Ama yakaladı beni bir yerde, bir gazeteci de fotoğrafımızı çekti. Nasıl keyifli, memnu haklarının iadesini almış, rahat. Ertesinde Diyarbakır DGM Başsavcısı’nı aradım. Dosyanın hemen gönderilmesini istedim. Dosya geldi, temyiz ederek kararın bozulmasını istedik. Yargıtay 8. Ceza Dairesi, bizim talebimizin de ötesine geçerek, Diyarbakır 4. DGM’nin temyize tabi 3. DGM kararını görev vasfı yaparak kaldırmasının yok hükmünde olduğuna karar verdi ve Erdoğan’ın memnu hakları iade edilmemiş oldu. Milletvekili seçilmesi de seçimlerden önce önlenmiş oldu.
***
III- Türkiye’nin kaderi 1999 yılında değişti
Yüksek Seçim Kurulu (YSK) Siirt seçimini iptal etti ve yeniden yapılmasına karar verdi. Böylece Erdoğan milletvekili seçtirildi. Oysa yenilenen seçimde, daha önceden aday gösterilmiş kişiler, listede kaydırma yapılarak aday olabilir. İlk seçimde yeterliliği bulunmayanlar, yenileme seçiminde aday olamaz ama oldu. Bütün bunlar, o tarihteki YSK’nin Türk siyasi hayatının geleceğine damgasını vurmasına neden oldu. Ahmet Necdet Sezer sonrası Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde ise Anayasa Mahkemesi, cumhurbaşkanının toplantı yeter sayısıyla seçilebileceğine oyçokluğuyla karar verdi... Hiçbir çağdaş demokraside hiçbir YSK kanuna rağmen karar veremez. Önceki hatalar yetmedi, YSK aynı marifeti 2019 yerel seçimlerinde İstanbul’da da gösterdi.
TÜRKİYE’NİN KADERİ 1999 YILINDA DEĞİŞTİ
Yargıtay’a seçildiğim 1984 yılı temmuz ayında yüksek mahkemede iki seçim vardı: Birisi başkanlık seçimi, ikincisi de Anayasa Mahkemesi’ne üye seçimiydi. O sırada Yargıtay’da kabul edilen görüş, mümkün olduğu kadar emekliliğine çok az süre kalan isimleri seçelim, onları üst üste Anayasa Mahkemesi’ne üye gönderelim, bu durum bir yerde Kenan Evren anayasasına karşı protesto olsun. Buna itiraz ettim. Gerçekte uzun süre çalışabilecek, layık arkadaşların seçilmesinden yanaydım. Bu görüş kabul edilmedi ve biz altı ayda bir seçim yaparak sözde 12 Eylül düzenini protesto etmiş oluyorduk. Hataydı bu. Gerçekte Anayasa Mahkemesi’nde Yargıtay etkinliğini ortadan kaldırıyorduk. Yargıtay’ın bir başka hatası da YSK’ye üye seçimindeki tutumuydu. YSK’de daha çok çocuğunu evlendirecek olan, ev alan, borcu olan, yani maddi bakımdan ek ücret alabilecek üyelerin seçilmesi yoluna gidiliyordu. Biz böylece YSK’yi ihmal ettik ve yapılan bu hata Yüksek Seçim Kurullarının arzu edilen biçimde oluşmasını önledi ve AKP’nin kazandığı 3 Kasım 2002 seçimleri, Türkiye’nin siyasi rejiminin dönüştürülmesine aracı oldu. Şöyle ki: Hasan Celal Güzel’in Yeniden Doğuş Partisi, 3 Kasım seçimlerine katılabilecek partiler arasındaydı. Bu parti seçimlere katılma hakkı bulunmayan Genç Parti Başkanı Cem Uzan tarafından satın alındı ve genel kurul toplantısında parti, adını, amblemini, genel başkanını değiştirdi, Genç Parti oldu. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı olarak bu gelişmeyi “metamorfoz” olarak değerlendirdim ve YSK’ye başvurdum: “Burada hukuka karşı hile vardır, bu metamorfozun seçime girme yetkisi yoktur, bunu kaldırın.” Bunu YSK’ye kabul ettiremedik. Daha kötüsü, Genç Parti Genel Başkanı Cem Uzan’la kardeşi Hakan Uzan’ın Ürdün vatandaşı olduğuna dair Ürdün resmi gazetesi ile bize bir ihbarda bulunuldu. Bu şekilde izin almadan bir başka ülkenin vatandaşlığını kabul etmek, Türk vatandaşlığından çıkarılma sebebiydi ve yapılacak tek şey Bakanlar Kurulu tarafından vatandaşlıktan çıkarılmalarıydı. Bir sayın koalisyon liderinin imzalamaması nedeniyle bu kararname çıkarılmadı ve böylece Genç Parti seçime girdi. Yüzde 7.25 oranında 2 milyon 285 bin 500 oy aldı.
REJİM DEĞİŞİMİNDE İLK DÖNÜM NOKTASI
Dahası, seçimlere yaklaşık bir ay kala bir ihbarla, DEHAP’ın seçime katılma koşulu olan 41 ilde örgütü olmadığı iddia edildi. İl seçim kurullarına durumu sordum. Sonuç: DEHAP’ın yalnızca 6 ilde örgütü vardı. Sahte beyanda bulunmuşlar, bu halleriyle 1999 seçimlerine de girmişlerdi. YSK’ye yeniden başvurdum, DEHAP da seçime katılamaz diye. Somut kanıt olmadığı gerekçesiyle başvuru reddedildi. Bu iki seçime katılan DEHAP’ın başkan ve genel sekreterler için evrakta sahtekârlıktan dava açılmasını Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’ndan istedim, dava sonunda mahkûm oldular, kararları onandı ama ne çare; DEHAP’a verilen yüzde 6.23 oranında 1 milyon 960 bin 660 oy da heba oldu. Eğer Genç Parti ve DEHAP’ın seçime katılmamaları YSK tarafından kabul edilseydi, AKP yüzde 34 oyla TBMM’de yüzde 63 oranında temsil etme olanağına kesinlikle kavuşamayacaktı. Türk siyasetinin çehresi değişecekti. Çünkü AKP’nin kazandığı o seçimde DYP aşağı yukarı yüzde 9 oy almış ve baraj altında kalmıştı.
BAHÇELİ, "SAYIN BAŞSAVCIM SİZ HAKLI ÇIKTINIZ" DEDİ
MHP de yüzde 7.5’te kalmıştı. 2004 yılı Cumhuriyet Bayramı resepsiyonu için Çankaya Köşkü’nde yan yana geldiğimizde Sayın Devlet Bahçeli, “Sayın Başsavcım, ne söyleyeyim, siz haklı çıktınız” dedi bana. Haklı çıktık da neye yaradı? MHP’nin oylarının büyük bir bölümünü Cem Uzan almış, MHP baraj altında kalmış, AKP böylelikle az oy oranı ile Meclis’te büyük çoğunluğa sahip olabilmişti. Bu da yetmedi. YSK, Siirt ili seçimini iptal ederek seçimin yeniden yapılmasına karar verdi. Recep Tayyip Erdoğan milletvekili seçtirildi. Bir ilde seçimin yenilenmesi yapılacaksa orada daha önceden aday olarak gösterilmiş kişiler listede kaydırma yapılarak aday olabilirdi. Liste dışından ilk yapılan seçimde seçilme yeterliliği bulunmayanlar yenileme seçiminde aday olamazdı ama oldu. Yani bütün bunlar, o tarihteki YSK’nin Türk siyasi hayatının geleceğine damgasını vurmasına neden oldu ve Türkiye’nin kaderini de değiştirdi.
CUMHURBAŞKANLIĞI SEÇİMLERİ VE 367
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı oluncaya kadar anayasa, merak ettiğim bir konu varsa ya da bakmakta olduğum bir davada inceleme gerekiyorsa başvuracağım bir ana kitaptı. Başsavcı olduğunuzda ise anayasa tamamen gereklidir çünkü anayasal düzenin savunulması bakımından başvurulacak tek başvuru kitabıdır. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in görev süresi bitip yeni Cumhurbaşkanlığı seçimi yaklaşırken anayasaya bu açıdan yaklaştım. 12 Eylül 1980 öncesinde Cumhurbaşkanlığı seçimleri artık bir fiyasko haline gelmiş, 124 tur oylama yapılmış; bu oylamalar sonucu cumhurbaşkanı seçilememiş ve 12 Eylül’ün gerekçelerinden biri haline getirilmişti.
Sezer’in görev süresi bitip yeni Cumhurbaşkanlığı seçimi yaklaşmıştı. 1982 Anayasası uzlaşıya yönelik maddeler içeriyordu. Ancak seçim maddesinde uzlaşmayı sağlayacak açıklık yoktu.
BUNALIMA KARŞI GETİRİLEN HÜKÜM
12 Eylül öncesi yaşanan Cumhurbaşkanlığı bunalımına karşı 1982 Anayasası, bir ay içinde cumhurbaşkanı seçilemezse seçimin yenilenmesi hükmünü getirmiş. Yani anayasa, TBMM’deki milletvekillerine, yeniden seçime gitmeyi istemiyorsanız, o zaman oturun konuşun, uzlaşın demeye getiriyordu. İkincisi, seçeceğiniz kişi tarafsız, bütün Türkiye’nin cumhurbaşkanı ve herkesin kabulleneceği bir kişi olacak diyordu. Peki bu kurallar neyi gerektirir? Uzlaşmayı gerektirir. Anayasada vardığım sonuç bu oldu. Ancak, anayasadaki cumhurbaşkanlığı seçim maddesinde bu uzlaşmayı sağlayacak biçimde bir açıklık yoktu ve yorum gerektiriyordu. Bu yorum sorunu, toplantı oy sayısı üzerinden mi, yoksa karar oy sayısı üzerinden mi yapılacağı üzerinde odaklanıyordu. Eğer ilk iki turda TBMM’de üçte iki sağlanamıyor ise üçüncü tur, artık o iki turu anlamsız hale getirecek biçimde yorumlanırsa sorun yoktu. Yani cumhurbaşkanı üçte iki ile seçilsin. Tamam üçte iki ile seçilsin de eğer uzlaşma istiyorsan bu uzlaşmayı yapmaya gerek yok. Anayasa’nın ilgili maddesi “Elde üçte iki çoğunluk olan 367 yok da 330 var yahut 320 var. İki tur yaparız, üçte iki sağlanmaz, sonra üçüncü turda nasıl olsa 320 ya da 330 ile çoğunluğu sağlar, cumhurbaşkanı seçilir” diye yorumlanırsa bu, hukuka karşı bir arkadan dolanma oluyordu.
AKP’YE EN BÜYÜK YARDIMI YAŞAR BÜYÜKANIT YAPTI
Oysa anayasa, bir aylık süre tanımış; uzlaşma sağla, tarafsızlığa layık bir adam seç demişti. “O halde otur, konuş” demekti bu. Peki, nasıl olacak bu uzlaşma? Danışmayla olur, tartışmayla olur. Bunun için de cumhurbaşkanı seçimi için TBMM’de toplantı oy sayısı gerektiğini ısrarla savunduk. Başvuru yapılmış, Anayasa Mahkemesi, konuyu karara bağlayacaktı. Cumhurbaşkanlığı seçiminin yapılacağı TBMM toplantısına çok az zaman kalmıştı. 27 Nisan 2007’de dönemin Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt ortaya çıktı ve internet üzerinden bir açıklama yaptı. “Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde öne çıkan sorunun, laikliğin tartışılması konusuna odaklanmış durumda olduğu ve bu durumun, Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından endişe ile izlendiği”ne ilişkin bir açıklama yaptı. E-muhtıra diye tanımlanan bu açıklamayla, internet darbesi mi yoksa internet uzlaşması mı, anlaşması mı, ne derseniz deyin, AKP’ye yapılabilecek en büyük yardım yapılmış oldu. Zaten ertesi gün AKP yöneticileri bir demokrasi kahramanı gibi ortaya çıktılar.
Ardından Anayasa Mahkemesi, cumhurbaşkanının toplantı yeter sayısı ile seçilebileceğine oyçokluğu ile karar verdi. Seçime gidildi, AKP yine zafer kazandı. Ve yine uzlaşma gündeme geldi. Önce Recep Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkan adaylığından vazgeçti. O tarihte Cumhurbaşkanlığı için adı geçenler arasında Vecdi Gönül vardı. Devlet Bahçeli araya girdi, uzlaşma ikinci planda kaldı ve Abdullah Gül seçildi. Zaten cumhurbaşkanının halk tarafından seçilme olayı gündemdeydi, o anayasa değişikliği o arada kabul edildi ve cumhurbaşkanının seçimi de böylece yapılmış oldu. Sonrası? Geldiğimiz yer ortada...
ZARFTAKİ 4 OYDAN 3’Ü GEÇERLİ 1’İ GEÇERSİZ
2003 seçimleri, daha sonraki Yüksek Seçim Kurullarında sanki “Ne istersek yapabiliriz” düşüncesini de egemen kıldı. Böylece YSK, kanuna rağmen kendi kararını egemen kılarak bir halkoylamasının sonucunu etkiledi. 2017 referandumunda anayasa, YSK kararıyla mühürsüz oylar ile kabul edildi. Mühürsüz oylar, kanunun tam tersine ve hiç olmayacak biçimde seçme özgürlüğünü sanki sağlar gibi, sanki Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi buna ait kararlar vermiş gibi kabul edildi. Oysa hiç ilgisi yok. YSK, sayım sonrası sandık kurullarının mühürsüz oyları da mühürlemesini isteyerek seçimi şaibeli hale getirdi. Acı olan taraf, YSK’nin kanuna rağmen kendi kararını halk-oylamasına hâkim kılması, muhalefet partileri tarafından da, halkımız tarafından da gerekli ve yeterli tepkiyi görmedi. O halkoylamasına gidiş zaten olacak iş değildi. Çağdaş demokrasilerde, “Cumhurbaşkanı anayasaya uymuyor, suç işliyor, biz bunu önlemek için ona uygun bir anayasa değişikliği yapalım” teklifini bir muhalefet partisinin yapması herhalde görülmüş şey değildir. Bir çağdaş demokraside, halkoylamasında kabul çıkması için devletin tüm olanaklarının seferber edilmesi de görülmemiştir. Elbette hiçbir çağdaş demokraside, hiçbir YSK kanuna rağmen karar da veremez. O da yetmedi, Yüksek Seçim Kurulu, aynı marifeti 2019 İstanbul yerel seçimlerinde de gösterdi. Yani bir zarf düşünün ki, o zarfın içinde 4 oy var, 3’ü geçerli 1’i geçersiz. Böyle bir şey olabilir mi hiç?
***
IV- Ortak aday kamuoyu araştırmasıyla belirlenmeli
Cumhuriyet kurum ve kuruluşu, bugün nasıl bir cemaat, mezhep, tarikat ve parti yapısı haline getirildiyse olması gereken haline de ancak o yetkilerle getirilebilir. Millet İttifakı’nın, Türkiye’nin kader seçimi ve geleceği üzerinde kumar oynama hakkı ve lüksü yoktur. İstanbul seçimlerindeki işbirliği örnek olmalı.
ORTAK ADAY KAMUOYU ARAŞTIRMASIYLA BELİRLENMELİ
Ergenekon kumpasında 10. dalga içine beni de kattılar. Adeta bir kara mizahtı. Kent Otel’de toplanıyor ve gizli örgüt toplantısı yapıyormuşuz. Düşünün; o gizli örgüt toplantısına koruma polislerimizle gidiyoruz, orada yediğimiz yemek sırasında bize hizmet eden garsonlar var. Böyle bir kepazelikle bir komplo altında kaldık. Bugün o kumpas gündeme geldiğinde çok rahat “Aldatıldık” denebiliyor. Aslında kimsenin aldatıldığı filan yok; herkes farkındaydı zaten. Kumpas ortak yapıldı, birlikte yapıldı. O kumpas devam ediyor... Örneğin, 104 amiral açıklaması gibi. Ama bu kumpasların, her defasında daha boş olduğu ortaya çıkmakla birlikte, belirli kişilere, belirli düşünce sahiplerine büyük baskı kurulduğundan da hiç kuşku yok. Bu nasıl önlenir? Önümüzdeki seçimler kader seçimidir.
Bugün Ergenekon kumpası hatırlatıldığında rahatlıkla “Aldatıldık” denebiliyor. Kimsenin aldatıldığı falan yok. Herkes farkındaydı zaten.
KARŞI İTTİFAKTAN BİLE OY
Bu kader seçiminin mutlaka güvenlik içinde yapılmasının sağlanması gerek. Eğer bu sağlanabilir ve bu ucube tek adam rejiminin iktidarı seçim yoluyla değişirse, ülke gönence, huzura ve güvene kavuşur. Şimdi özveri; kişisel ihtirasların, gelecek için arzulanan makamların bir tarafa bırakılmasını gerektiriyor. Seçmeni tıpış tıpış değil, şevkle, heyecanla ve umutla sandığa götürecek ve ona sahip kılacak; yenilgiye değil, yengiye alışık, genç, dinamik, güven veren ve karşı ittifaktan bile oy alabilecek inanılır ve güvenilir, kamuoyu araştırmalarıyla belirlenecek bir ortak adaya ihtiyaç vardır. Zamanında seçim için zaman var diyenlerin erken veya baskın seçim olasılığının zamanı yetersiz kılacağını göz ardı etmemeleri gereklidir. Millet İttifakı’nın, Türkiye’nin kader seçimi ve geleceği üzerinde kumar oynama hakkı ve lüksü yoktur.
DÜRÜST VE ADİL SEÇİM
Önümüzde bir erken ya da baskın seçim görünüyor. Sayılan oldubittilere karşı sessiz kalan, yeterli ve etkili tepki göstermeyen muhalefet partilerinin, olabilecekleri şimdiden önlemenin yollarını araması gerekiyor. Aslında bu erken seçim, bir kader seçimidir. Çünkü ya gerçek bir çağdaş demokrasi sağlanacak; laik, demokratik, sosyal hukuk devleti olacağız ya da yurttaş olmaktan çıkıp bir otoritere biat etmiş Ortadoğu ülkesi haline geleceğiz. O halde bu kader seçiminin dürüst ve adil yapılışı herhalde seçimin kendisi kadar önemlidir. Ancak, herkes sanki her şey normal olacakmış gibi hesap ediyor. Ekonomi, eğitim, kültür-sanat, dış politika çökmüş; dini siyasete alet etmek serbest, yargı bağımsızlığı yok; YSK de zaten o bağımlı yerlerden seçilerek geliyor.
SEÇİM GÜVENLİĞİ MUTLAKA SAĞLANMALI
Peki, bu durumda ne yapacağız diye şimdiden düşünmek gereklidir. Yani seçimin güvenliği, seçimin kendisi kadar önemli. Bu nasıl yapılır? Eğer çağdaş demokrasiyi kurma niyetindeyseniz, öncelikle bu kader seçiminin güvenlik içerisinde yapılmasını sağlamak gerekiyor. Seçim gününün açıklanmasından oy verme gününe kadar parti devletinin devlet partisine maddi manevi her türlü olanağı aktaracağında kuşku yoktur. Seçmen kütüklerinin ve listelerinin hazırlanması anayasaya aykırı olarak İçişleri Bakanlığı’nın Nüfus ve Vatandaşlık İşleri Genel Müdürlüğü tarafından düzenlenmekte, sayılan oylar Adalet Bakanlığı’nın UYAP sisteminde toplanmaktadır.
YSK’NİN GEÇMİŞ EYLEMLERİ
SEÇSİS sistemi ayrı bir kuşku konusudur. RTÜK, Anadolu Ajansı, TRT, geri dönmeyen devlet bankası kredileri ile kurulan yandaş medya, seçim öncesinde ve sırasında iktidar partilerinin yanında olacaktır. YSK’nin geçmiş eylemleri, geleceğin teminatıdır. Seçmen listelerinin binalarda oturanlar üzerinden değil, soyadına göre düzenlenmesi, denetleme yönünden ayrı bir sorundur. Geçici koruma altındaki Suriyeli, Afgan, diğer ülke vatandaşlarından kaçının T.C. vatandaşlığına alındıkları ve kimlikleri belli değildir. Çare, muhalefet partilerinin güç birliği ve işbölümü yapmalarındadır. Seçmen listelerinin kontrolünden seçmenin sandığa ulaştırılmasına ve oylara sahip çıkılmasına kadar özverili, bilgili ve deneyimli yurttaşların varlığı sağlanmalıdır. Son İstanbul seçimlerinde Sayın İmamoğlu, Kaftancıoğlu, Kavuncu işbirliği ve sonucu, önümüzdeki seçimlerde tüm ülke için alınacak önlemlere örnek olmalıdır.
PARLAMENTER SİSTEMİN KARİKATÜRÜYLE OLMAZ
Çok büyük zarara uğratılmış olan Cumhuriyetin onarılıp onarılmayacağına gelince... Akıllı davranırsak onarabiliriz. Hemen parlamenter demokrasiye dönülebileceği gibi bir beklenti yaratılıyor. Bu kolay bir olay değil, çünkü anayasa değişikliği gerektirir. Anayasa değişikliği de TBMM’de 360 oy gerektirir. Seçimlerde büyük bir tsunamiyle TBMM’de 360’ı bulur ve halka götürülebilecek bir anayasa değişikliği yapabilirsiniz. Şimdi söylenen şu: Tarafsız cumhurbaşkanı seçelim. Onun altında bir Bakanlar Kurulu benzerini kuralım, içine parti liderlerini alalım, başbakan benzerini görevlendirelim. Bu sistemin gerçeğini kurmadan, anayasasını değiştirmeden, bunun karikatürüyle başarıya ulaşılmaz. Çünkü, başbakanlığa getireceğin kişi, başbakanlığın ne sıfatını ne yetkisini hiçbir yerden alamaz. Anayasamızın 6. maddesine göre “Hiçbir kimse veya organ kaynağını anayasadan almayan bir devlet yetkisi kullanamaz.” Anayasada böyle bir kaynak yoksa anayasaya dayanmayan bir güç koyuyorsunuz demektir. Anayasa dışı kurulacak bir yöntemle başarı sağlanamaz.
BAŞKA BİR YOL YOK
O halde yapılacak iş, öncelikle Cumhurbaşkanlığı’na aday gösterilecek kişi, yukarıda sıraladığımız niteliklerde bir kişi olmalıdır. İkincisi, bu aday, Türkiye’yi bugünkü hale getiren süreci ortadan kaldıracak yetkiyi kullanma gücünü, cesaretini gösterecek bir kişi olmalıdır. Yani, parlamenter rejime geçecek süreç içerisinde AKP döneminde çürütülmüş, yozlaştırılmış, çökertilmiş kurumları ve kuruluşları; laik, demokratik Cumhuriyete bağlı liyakatli kadrolarla değiştirmek olanaklıdır. Bu işlem, parlamenter rejime geçişle olacaksa nasıl olacağını izah edemezsiniz. Ne süre bakımından ne de yetkileri bakımından. Bu düşünce kimsenin hoşuna gitmeyebilir, eleştirilebilir ama bunun başka yolu yoktur. Liyakat dışında devletin kurumları belirli bir ideolojinin egemenliği altına alınmışsa parlamenter rejim içinde tasfiye edilemez.
O halde bir Cumhuriyet kurum ve kuruluşu, bugün nasıl bir cemaat, mezhep, tarikat ve parti yapısı haline getirildiyse olması gereken haline de ancak o yetkilerle getirilebilir. Kader seçimini kazanan; laik, demokratik, sosyal hukuk devleti Türkiye Cumhuriyeti olacaktır.
IŞIK KANSU / CUMHURİYET