22 Mart 2022 Salı

Bu soygun ancak romanlarda olur! - Bahadır Özgür / BİRGÜN

 


Kamu İhale Kanunu artık bütünüyle bir ‘hırsızlık yasası’na dönüşmüş durumda. Tek tek örnekleri boş verin; üç cümlelik değişiklik sayesinde iki yılda 78 şirkete verilen 143,1 milyar liralık 160 ihaleye birden bakın.

Taşralı bir fırsatçının anlatıldığı Eugenie Grandet, Balzac’ın en sevilen romanı sayılır. Aşk ve cimrilik üzerine olmasına rağmen esas cazibesi, hızlı bir zenginleşme hikâyesi anlatmasından gelir. Romandaki muhteşem bir diyalog, alınterinin okyanusta ancak bir damla kadar yer tuttuğu servetlerin nasıl elde edildiğini su gibi özetler. Satmak için kavak ağacı ekmeyi düşünen Grandet yardımcısının itirazını dinlemez; “Irmağa dikeriz onları, hükümetin sırtından beslenirler” der. Böylece herkesin kullanımına açık kamusal bir kaynak (ırmak) gürül gürül akarken, tek hamleyle özel mülkiyetin besin zincirine eklenmiş olur.

“Moliere cimriyi yarattı, ben açgözlüyü” diyen Balzac, tüm romanlarında alınteriyle açıklanamayacak her servetin altında mutlaka hile, düzenbazlık ve soygun yattığını gösterir bize. İşaret ettiği şey özel bir hırsızlık türüdür. Devletin kendisi hırsızlığın parçası olmuştur. Yasaların, hükümet kararlarının, iş sözleşmelerinin mahareti, herkesin hayrına kullanılabilecek milyarların bir açgözlünün cebine inmesini sağlamaktır. Tıpkı Türkiye’de olduğu gibi…


Düpedüz Balzac karakterlerinin esiri olmuş haldeyiz. Her biri bir büyük romanın konusu olabilecek zenginleşmelere gündelik olarak tanık oluyoruz. Ortada ayarı bozulmuş, tamir gerektiren bir sistem yok; yasayla yasadışılığın içi içe geçtiği muntazam işleyen hibrit bir makine var. Toplumun pençesinden kurtarılması icap eden, rejimin kendisi haline gelmiş, daima servet üreten bir canavar.

Tam adı İhale Kanunu. “Şu yasadışı, o kanuna uygun” diyerek tasnif edilecek sınırı çoktan aşmış, bir ‘halk düşmanı yasa’ haline gelmiş artık. Dolayısıyla gelecek nesilleri de yutan bir yıkımı önlemenin yolu, tek tek ihaleleri kurcalamaktan geçmiyor maalesef. Doğrudan yasanın kendisini çöpe atmak, kamu yararını yeni baştan tanımlamak şart. Neden mi?

Bakın Meclis’ten gayet ‘demokratik’ yollarla geçirilmiş birkaç cümlelik değişiklikle, milyarlarca liralık kamu kaynağının adresi nasıl belirlenebiliyor.

***

İhale Kanunu’nda üzerine epeyce konuşulan konu meşhur 21/B maddesi. Hani normalde olağanüstü hallerde, acil mal ve hizmet alımlarını kapsaması gerekirken, iktidarın istediği şirketi çağırıp ihale dağıtmasının aracına dönüşmüş olan madde. Türkiye’de bütün bir siyasi rejim bu madde üzerine inşa edildi denilse yeridir. Onlarca şirketi, yüzlerce taşeronu ve koca bir partiyle bürokrasisini besleyen paranın ana kaynağı burası.

İlk önemli değişiklik 20 Kasım 2008’de yapıldı. Maddeye “b, c ve f bentlerinde belirtilen hallerde ilan yapılması zorunlu değildir. En az üç istekli davet edilerek teklif vermeleri istenir” cümlesi eklendi. Malum, sonrasında 5’li çetenin yükselişine, mega projelere filan tanık olduk. Ama aynı zamanda siyasi bir dönüşüme de.

İkinci kritik değişiklik ise 10 yıl sonra, ülkede kriz patladığı günlerde, 16 Mayıs 2018’de oldu. Maddeye, “yapım tekniği açısından özellik arz eden veya yapı veya can ve mal güvenliğinin sağlanması açısından ivedilikle yapılması gerekliliği idarece belirlenen hallerde” cümlesi iliştirildi. Zaten 2008’de kanunda yapılan oynama sayesinde iktidar ihaleleri istediğine rahatça verirken, niye böyle bir değişikliğe ihtiyaç duydu peki?

Çünkü hırsızlık malının servete dönüşebilmesi için hukukun büyülü elinin bir şekilde değmesi gerekir. Öteki türlüsü adi suçtur zaten. Değişikliğin amacı, “yapım tekniği açısından özellik arz eden” cümlesiyle demiryollarını yeni rant kapısına çevirmekti. Devamındaki “can ve mal güvenliği” cümlesi ise inşaatçıların yarım bıraktığı, yağış vb. nedenle çöken yollardan, tünellerden bir kez daha kar etme arzusunun tek kalemde ‘yasallaştırılması’ydı. Arada kavakları da ırmağa dikmiş oldular yani.

Değişiklikten sonraki iki yılda 160 ihale, 78 şirkete dağıtıldı. Toplam bedel tam 143 milyar 120 milyon 425 bin 682 lira. İştah açıcı pastadan 5’li çeteye düşen pay şöyle: 15,4 milyar lira Kalyon, 7,9 milyar lira Kolin, 3,5 milyar lira Cengiz, 2,4 milyar lira Limak, 1,6 milyar lira Makyol. İhalelerin yükselen yıldızları ise şunlar: 28,3 milyar lira Taş Yapı, 17,3 milyar lira Doğuş, 16,1 milyar lira Yapı ve Yapı, 4,2 milyar lira Özaltın.


Bunlar dile kolay yazılıyor lakin, her gün makinenin aksamadan tıkır tıkır işlediğini düşünün. Yolsuzlukla, usulsüzlükle tarif edilemeyecek kadar güçlü bir kara delik yaratıldı. Yoksulluğun yayılmasının da despot rejimin güçlenmesinin de; adaletsizliğin, çürümüşlüğün, yozlaşmanın baş müsebbibi de işte bu dizginsiz servet transferidir. Ve servetin yasallaştırılmasının yolu mutlaka küçük bir yasadışı dokunuş gerektirir.

İşin yasadışı kısmına gelelim öyleyse...

Değişiklikler sonrasında yapılan bütün ihalelerin içinde sadece bir tanesi Danıştay’ın önüne geldi. O da Özaltın İnşaat’a verilen bir yol ihalesiydi. Davayı açan, kamuoyunun adını duymadığı bir asfalt şirketiydi. 2021 yılında Danıştay ihalenin iptal edilmesi yönünde karar verdi. Gerekçe neydi biliyor musunuz? 21/B’de yapılan değişiklikte yer alan “can ve mal güvenliği” gerekçesiyle sunulan “aciliyet” şartına uygun bulmaması. İş bitirilme süresi 900 gün olan ihalenin, ne tür bir “aciliyet” taşıdığına anlam verilememişti. Oysa 78 şirkete pay edilen o 160 ihalenin tamamında aynı şart bulunuyordu. Geçmiş 15 yılda verilenleri saymıyoruz üstelik.

Özetle Danıştay kanunsuz olan bir işi vurgularken, aslında kanunun bizatihi yolsuzluğu üreten mekanizmanın kendisi olduğunu, bir ‘hırsızlık kanunu’ haline geldiğini söylüyor. Haliyle hırsızı yakalamak yetmiyor, hırsızı üreten makineyi de paramparça etmek lazım. Aksi halde taşralı fırsatçı gider yerine borsada zenginleşme hevesindeki kentli spekülatör gelir, o kadar.

Bahadır Özgür / BİRGÜN

TARİHTE BUGÜN (22 MART)

 


OLAYLAR:

  • 1829 - Yunanistan'ın kuruluşuna ilişkin protokol, Londra'da düzenlenen konferansta Avrupa devletleri elçilerince imzalandı.
  • 1888 - İngiltere'de, dünya futbolunun en eski futbol organizasyonu olan English Football League kuruldu.
  • 1913 - Sabiha Gökçen doğdu.Türk pilot (ö. 2001)
  • 1921 - Kurtuluş SavaşıKuvâ-yi Milliye güçleri, Fransız ordusu birliklerini Feke'yi terk etmek zorunda bıraktı.
  • 1933 - İlk düzenli toplama kampı olan Dachau Toplama Kampı kuruldu.
  • 1939 - Memel, (günümüz Klaipėda ve civarı) Almanya'ya katıldı.
  • 1939 - Hatay Fransız egemenliğinden kurtuldu.
  • 1941 - Refah şilebi bir denizaltı tarafından batırıldı, 168 kişi öldü. Bu saldırıyı hiç bir ülke üstlenmedi, gemiyi kimin batırdığı açıklığa kavuşamadı.
  • 1942 - 6 ve daha fazla çocuğu olan ailelere ikramiye verilmesi kararlaştırıldı.
  • 1942 - II. Dünya Savaşıİkinci Sirte Muharebesi (Kraliyet Donanması ile Regia Marina arasında meydana gelen deniz muharebesi)
  • 1943 - Türkiye ile ABD arasında, karşılıklı radyo yayın servisi açıldı.
  • 1944 - II. Dünya SavaşıMonte Cassino Muharebesinde, Alman direnişi kırıldı.
  • 1945 - MısırSuriyeLübnanÜrdünSuudi ArabistanIrak ve YemenKahire'de Arap Birliği'ni kurdular.
  • 1954 - Profesör Nüzhet Gökdoğan 23 Haziran 1954'de İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi dekanlığına seçildi. Gökdoğan ilk kadın dekan.
  • 1955 - Akis dergisi yazı işleri müdürü Cüneyt Arcayürek 6 ay hapse mahkum oldu.
  • 1963 - Tarihin en iyi beş yüz albümü arasında gösterilen The Beatles'ın ilk albümü, Please Please Me piyasaya sürüldü.
  • 1963 - Yassıada duruşmalarında idama mahkûm edilen, ancak cezası müebbet hapse çevrilen eski Cumhurbaşkanı Celâl Bayar'ın, tahliye kararı çıktı. Yassıada duruşmalarında Anayasayı ihlal suçundan idama mahkum edilen, ancak cezası yaş haddinden müebbete çevrilen eski Cumhurbaşkanı Celal Bayar, adli tıbbın verdiği, rahatsızlığına ilişkin rapor üzerine, 22 Mart'ta Kayseri Cezaevi'nden tahliye edildi ve bir gün sonra Ankara'da büyük bir kalabalık tarafından karşılandı. Bayar'ın serbest bırakılması tepkilere yol açınca, cezasının ertelenmesine ilişkin karar, 28 Mart'ta kaldırıldı. Gözaltına alınması üzerine Bayar,30 Mart'ta başladığı açlık grevini 3 Nisan'da bıraktı.
  • 1967 - Güney Kore'de Daewoo şirketi kuruldu.
  • 1968 - Paris'te, Nanterre Üniversitesi'nde, ABD'nin Vietnam'da yürüttüğü savaşa karşı çıkan ve eğitimde reform yapılmasını isteyen öğrenciler, Daniel Cohn-Bendit'in liderliğinde üniversitenin birinci amfisini işgal ederek, "68 olayları"nı başlattı.
  • 1969 - Devrimci Milliyetçi Gençlik Kurultayı, İstanbul'da toplandı. Kısa adı FKF olan Fikir Kulüpleri Federasyonu lideri Yusuf Küpeli ile Deniz Gezmiş bir manifesto yayımladılar. "Tam bağımsız ve gerçekten demokratik Türkiye" hedefi için mücadele programını açıkladılar.
  •  1973 - Uluslararası Gazeteciler Federasyonu (FIJ), 23 Haziran 1973'de Türkiye'de basın özgürlüğünün olmadığını açıkladı, tutuklu gazetecileri serbest bırakılmasını istedi.
  • 1975 - Milliyetçi Hareket Partisi genel Başkanı ve Başbakan Yardımcısı Alparslan Türkeş'in Diyarbakır gezisi sırasında olaylar çıktı; 1 asker, 1 sivil öldü, 46 kişi yaralandı Türkeş bir yıl sonra aynı gün tekrar Diyarbakır'a gitmek istedi Tepkiler üzerine gezi iptal edildi.
  • 1982 - Yurtdışına kaçan Banker Kastelli'nin kasasına el konuldu; 70 banker ve banka yöneticisinin yurtdışına çıkışı yasaklandı.
  • 1984 - Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu Başkanı Halit Narin işverenlerin hükümetin ekonomi politikasından duyduğu rahatsızlığı Uluslararası Para Fonu'na iletti.
  • 1986 - Mehmet Ali Ağcaİtalya'da ömür boyu hapis cezasına çarptırıldı.
  • 1987 - Halkevleri mahkeme kararıyla açıldı Halkevleri'nin faaliyetleri 12 Eylül sonrası Milli Güvenlik Konseyi tarafından durdurulmuş, yöneticileri yargılanmıştı
  • 1988 - Türkiye İmar Bankası T.A.Ş kuruldu.
  • 1992 - İsrail'de seçim yapıldı İşçi Partisi lideri Yitzhak Rabin başbakan seçildi
  • 1992 - Türkiye'de toplu iş sözleşmesi görüşmelerinde uzlaşma sağlanamayınca Belediye-İş Sendikası'na bağlı 34 bin işçi bir günlük iş bırakma eylemi yaptı.
  • 1993 - Intel Pentium satışa sunuldu.
  • 1995 - Kültür Bakanı Ercan Karakaş Olağanüstü Hal ve Çekiç Güç süresini uzatma kararnamesini imzalamadı Karakaş bakanlık görevinden istifa etti.
  • 1995 - Irak'ın kuzeyindeki harekâtta, 3 bin PKK mensubu çembere alındı; 200'ü öldürüldü, sekiz asker öldü ve 11 asker de yaralandı.
  • 2001 - Diyarbakır DGM'de 5 yıl süren Yüksekova Çetesi davasında, 15 sanığa 3 ile 30 yıl arasında değişen hapis cezaları verildi.
  • 2003 - Hakkında üç ayrı gıyabi tutuklama kararı bulunan iş adamı Halil Bezmen, cezaevine konuldu.
  • 2006 - Zamanının yaşayan en yaşlı hayvanı olarak kabul edilen Adwaitya adlı kaplumbağa 256 yaşında öldü.
  • 2008 - SİİRT'te DTP Diyarbakır milletvekilleri Aysel Tuğluk, Akın Birdal ile Siirt Milletvekili Osman Özçelik, nevruz kutlamalarını yapmakta kararlı olduklarını ilettikleri Siirt Emniyet Müdürü Cuma Ali Aydın ile tartıştı. Yasal olmayan kutlamaya izin vermeyeceklerini belirten Aydın, Birdal'ın uzattığı elini sıkmazken "Ben terör örgütünü terörist ilan etmeyen bir milletvekiline el uzatmam" dedi.
  • 2016 - Brüksel'de havalimanında gerçekleşen 2 patlamanın ardından, metro duraklarında da ikiz patlama meydana geldi. Saldırılarda en az 34 kişi hayatını kaybetti ve 136 kişi de ağır bir şekilde yaralandı.
  • 2020 - Koronavirüs ile ilgili önlemler artırılıyor. 65 yaş ve üzeri ile bağışıklık sistemi düşük, ve kronik akciğer hastalığı, astım, KOAH, kalp/damar hastalığı, böbrek, hipertansiyon ve karaciğer hastalığı olanlar ile bağışıklık sistemini bozan ilaçları kullanan vatandaşlar 21 Mart saat 24.00'den sonra ikametlerinden dışarı çıkmaları, açık alanlarda, parklarda dolaşmaları ve toplu ulaşım araçları ile seyahat etmeleri sınırlandırılarak sokağa çıkmalarını yasaklandı.
  • 2021 - Merkez Bankası Başkanı Naci Ağbal'ın görevden alınıp yerine Şahap Kavcıoğlu'nun atanmasının ardından Dolar/Euro/Altın - TL'de sert yükselişler yaşandı. Dolar Kuru bir gecede %17 artarak 7.20'den 8.40 seviyesinde işlem gördü. TRT dahil birçok TV kanalı kur bilgilendirmesini, uzun bir süre, ekranlarından kaldırdı. Sabah saatlerinde dolar 7.80 seviyesine indi.
  • 2021 - Gece yaşanan kur şokunun ardından Borsa İstanbul BİST 100 endeksi güne %6,65 eksi başladı. Açılış işlemi durduruldu. İşlemlerin saat 10.30'da başlanacağı duyuruldu. Düşüşün yüzde 7'yi aşması sonrasında işlemler ikinci kez durduruldu ve bir süre sonra tekrar başladı. İlk kez endeks bazlı devre kesici sistem uygulamaya alındı. Son 8 yılın en sert düşüşü yaşandı ve BIST 100 endeksi günü yüzde 9,79 düşüşle 1,379 puandan tamamladı. Birçok şirket taban yaptı.

      

ÖLÜMLER:




Kaynaklar:https://www.tarihtebugun.org/, https://tr.wikipedia.org/, 


21 Mart 2022 Pazartesi

“Tüm iktidar sermayeye!” - Aziz Konukman / BİRGÜN

 

Artık satılan kurumların ürün stokları, nakit varlıkları, satış öncesi iyileştirme yatırımları, kıdem tazminatı yükünün hepsini satış öncesi devlet karşılamaya başladı.

1980 sonrasında dünya ekonomisinin küreselleşme sürecine girdiği dönemin sermaye birikim modeli olan post Fordist modelden kaynaklanan dört kalkınma paradigması vardır. Bunlar Washington Uzlaşması, Post Washington Uzlaşması, Pekin Uzlaşması ve Mumbai Uzlaşması. İlk ikisi IMF ve Dünya Bankası patentli uzlaşmalar. Türkiye tercihini birbirinin devamı niteliğinde olan Washington ve Post Washington’dan yana kullanıyor. Bu devamlılık içeren iki uzlaşmadan Post Washington olanı “Genişletilmiş Washington Uzlaşması” olarak da adlandırılır. Her ikisi de neoliberal politikaları esas alıyor ve dayatıyor.

Bu uzlaşmalarda uzlaşanalar IMF ile Dünya Bankası, dayatma dediğimizse bedava olmuyor, koşullu borçlarla oluyor. Şöyle yani “Şunları yaparsan sana şu kredileri veririm, senden isteğim dünya ekonomisine benim istediğim şekilde eklemlenmen.” Türkiye’de bu süreç ise 24 Ocak Kararları ile başlıyor. Ardından 90’lı yılların ikinci yarısına kadar bu süreç devam ediyor. Hedef ise bütçeyi küçültmek; enerji, sağlık, eğitim ve kamu hizmetlerini ticarileştirmek ve daha sonra da zaman içerisinde bu alanlara özel sermaye açmak. Bunun dışında bir başka hedef ise piyasayı düzenleyen, çeşitli mücadeleler sonucu ülkenin hukuk sistemine taşınmış regülasyonların tasfiyesi. Buna kuralsızlaştırma deniyor. Örneğin, taban ve tavan fiyatlarının zamanla kaldırılması. Bir diğer hedef ise Kamu İktisadi Teşebbüslerinin (KİT) özelleştirilmesi. Bu Washington Uzlaşması’nın üç tane temel politika aracı. Türkiye’de 24 Ocak Kararları ile daha çok serbest piyasaya yönelik eylemler öne çıktı. Mesela devletin müdahalesinin azaltılması, çiftçiyi koruyan desteklerin kaldırılması gibi. Özelleştirme bu programın ana öğesi değildi. Washington Uzlaşması dediğimiz bu dayatmanın çevre ülkelerdeki uygulama sonuçlarına bakıldığı zaman ülkeden ülkeye bu hedeflerin sıralaması değişebiliyor. Nitekim Türkiye’de de özelleştirme hemen 24 Ocak Kararları ile başlamadı.

Süleyman Demirel, 1979 yılında Başbakanlık Müsteşarlığı’nda göreve getirdiği Turgut Özal'a program hazırlama vazifesi vermiş,
neticesinde 24 Ocak Kararları hazırlanmıştı.

İşgücü piyasalarında ise esnekleştirme gibi etkenler sonraki süreçte yürürlüğe girdi. Bunun ön hazırlıkları 24 Ocak Kararları’nın ardından gelen sıkıyönetim süreci geldi. Yani 24 Ocak Kararları’nın siyasi anlamda rahat uygulanabilmesi için askeri darbe kaçınılmaz oldu. Bunun laboratuvar denemesi ise 11 Eylül 1973 Darbesi’yle Şili’de yapılmıştı. Şili’de ortaya çıkan şey ise neoliberal politikaların otoriter bir rejimde uygulanabildiğiydi. Ama Türkiye’de ise demokratik bir rejim içerisinde bu neoliberal politikaları uygulamaya koydular. Kısa bir süre sonra anlaşıldı ki bu mümkün gözükmüyor. Dolayısıyla 24 Ocak Kararları’nın siyasi açıdan kolay yürütülebilmesi için 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi bunun tamamlayıcısı oldu. Böylece Şili deneyiminde görülen benzer sonuçlar Türkiye’de de görülmeye başladı. Şili’de direkt başlayan bizde ise piyasalarda liberalleştirmeye çalışarak başladı bu süreç. Uygulanamadığı görülünce de askeri darbeyle güvence altına alındı.


Bu sürecin ideolojik alt yapısı ise Dünya Bankası’nın yapısal uyum programlarıyla birlikte somutlaştı. Özelleştirme ise bu yapısal uyum programlarının bir öğesi haline geldi. Turgut Özal’ın başkanlığındaki Anavatan Partisi (ANAP) iktidarı da bunları benimsedi. 24 Ocak Kararları’nın iktisadi açıdan mimarı olan Turgut Özal, iktidarın da başı olarak bu politikalara kolaylıkla uyum sağladı. Özelleştirme politikaları da böylelikle benimsenmiş oldu. Her ülkede farklılık gösteren özelleştirme süreci de böylelikle yakalanmış oldu. Bununla ilgili Dünya Bankası, Türk sisteminin nasıl sorunları olduğuna ve özelleştirme gereksinimine dair raporlar yayımladı. Verimli değil, etkin değil gibi bir takım verilerin çarpıtılmasıyla ideolojik alt yapılarına adeta meşruluk kazandırdılar. 1985-1986 yılında özelleştirme süreci böylelikle başlamış oldu. AKP iktidara gelinceye kadar aşağı yukarı 8,2 milyar dolarlık bir özelleştirme geliri elde ediliyor. ANAP ideolojik olarak buna fazlasıyla hazır. Dünya Bankası raporlarıyla da Özal’ın görüşleri örtüşüyor. Bu özelleştirmelerin AKP’ye kadar hız kazanamamasının sebebiyse özelleştirmelerin hukuki altyapısının hazırlanmamış olması. Bir diğer sebepse işçi sınıfının örgütlü yapısı siyasal ve sendikal anlamda o dönemlerde çok ciddi şekilde direndi. Harb-İş ve Petrol-İş önderliğinde Kamu İşletmeciliğini Geliştirme Merkezi kuruldu. Mümtaz Soysal başkanlığında epey mücadele edildi, pek çok şey Danıştay’dan geri döndü. Kısacası hukuki alt yapı oluşturulamaması ve direniş bu özelleştirme faaliyetleri sekteye uğrattı.

Ardından ise AKP iktidara geldi. AKP ile hukuki olanaklar daha da arttı. Anayasal rahatlamalar yaşandı. AKP ile hukuki alt yapı oluşturuldu ve özelleştirmelerin önü açıldı. 2004-2009 döneminde aşağı yukarı 30,4 milyar dolarlık bir özelleştirme yapıldı. Günümüze kadar ise 70 milyarı aştı. Bunun 50 milyar küsur kısmıysa bütçeye aktarıldı. 

Nereye varılmak isteniyor?

Kamunun bir alanda çekilmesiyle özel sektöre bir birikim aktarımı oluyor. Hazıra konma, mirasın üzerine oturma gibi. Oğuz Oyan buna primitif sermaye birikimi demişti. Geçmiş servetlerin el değiştirmesiyle, devletten özel sektöre geçmesi söz konusu, bu Washington Uzlaşması’nın ruhuna da uygun. Kamunun ekonomideki payı böylelikle küçülmüş oluyor. KİT’lerin özelleştirilmesi, bütçenin küçültülmesi, kamunun ekonomide aktif rol oynadığı alanlardan geri çekilmesi olarak özetlenebilir. Bu alanlardan kamu geri çekilirken bu alanları özel sektöre bırakıyor. Sermaye birikimine bir alan açıyor. İlk varılmak istenen şey bu.

Bir başka şey ise bu özelleştirme gelirlerinin ciddi bir kısmı da bütçeye gelir olarak gidiyor. Bu özelleştirme gelirleri bütçeye gelmeseydi kamu hizmetleri üretimi vergilerle finanse edildiğinden sermayenin bu çarkı döndürmesi için yeni yükler aranacaktı veya bu yükü sermayenin üstlenmesi lazımdı. Çünkü bu kesimlerin dolaylı vergileri zaten fazla, ama sermayeden alacağı vergileri özelleştirme gelirleriyle bütçeye katılıyor. Aslında yapılan sermayenin vergi yükünü düşürmek. Yani sermayeye bir yandan servet transferini kolaylaştırıyorsun, diğer yandansa vergi yükünü azaltıyorsun.

Özelleştirme kapsamına alınmakla birlikte henüz satılmamış işletmelere güzelleştirme yatırımları yapılıyor. Sermaye bunları cazip bulsun da alsınlar diye uğraşıyorlar. Mesela BOTAŞ, TEDAŞ, EÜAŞ, TEİAŞ, TCDD gibi. Cumhurbaşkanlığı’nın yayımladığı yatırım programları var, burada yatırım, proje stokları var. Bu özelleştirme kapsamına alınan yerler hemen alıcı bulsunlar diye ciddi boyutlarda yatırımlar yapılıyor. Özelleştirilecek kurumların yatırımlarını bile devlet üstleniyor. Yatırım programına bakılacak olursa bunlar açık açık anlatılıyor. Özelleştirme gelirinin bir kısmı bütçeye aktarılıyor, ama geri kalanıysa borç ve sermaye aktarımı olarak özelleştirme programındaki kuruluşlara aktarılıyor. Bir kısmına borç veriliyor, bir kısmınaysa sermaye veriliyor yani. Bunlar KİT’se normalde borcu Hazine verecekti. Böylece borç vererek Hazine üzerindeki yük azaltılıyor, sermaye olarak vererek de alıcılara ciddi anlamda kaynak transferi yapmış olunuyor. Tekrar anlatmak gerekirse özelleştirme gelirinin büyük bir kısmı bütçeye gitti, bütçeye gidince sermayenin vergi yükü azaldı, bu yük oraya gitmeseydi gelir vergisi ve dolaylı vergilerle ödenecekti. Böylelikle özelleştirmelerle sermayenin vergi yükü azaldı. Sermaye sınıfının geneline yarar sağlandı. Özele gelince de bunları satın alacak kimselere de bütçenin dışında kalan parayla borç vererek ve sermaye aktararak Hazine yükünü azaltıp, alıcılara kaynak transfer etmiş oluyorsun. Tüm bunlar yetmiyormuş gibi bir de alıcılara yatırım programıyla satın alınacak kuruluşa masraf yapmasınlar diye satın alımdan evvel yatırım yapılıyor. Kısacası satılan kurumların ürün stokları, nakit varlıkları, satış öncesi iyileştirme yatırımları, kıdem tazminatı yükü hepsini satış öncesi devlet karşılıyor.

Özelleştirilen kuruluşların yöneticilerine bakılacak olursa bu kaynak transferlerini yapanların oralarda görülmesi şaşırtıcı olmaz. Kamudan bu transferleri yapanlar bir dönem sonra özelleştirilen kurumların şirketlerinde yönetici olarak görülebiliyor.

Deregülasyonlar ve yönetişim

Bu deregülasyonların Washington ve Post Washington Uzlaşması üzerinden yapılması gerekiyor. Bunları yapacak düzenleyici kurumlar kuruluyor. Rekabet Kurulu, Enerji Kurulu vb. Bunlar düzenlemeleri yapacak kurumlar. Kurumların daha az maliyetle sermayeye aktarılabilmesi için kamuda yeniden bir düzenlemeye gidiliyor. Bütünüyle sermayeden yana bir yapılanmaya gidiliyor. Bunu da sonradan türetilen yönetişim denilen bir anlayışla yapıyorlar. Bu Post Washington’la gelen bir kavram. Bu kurullara 3 koltuk belirlediler. Bu koltukların birine STK’leri her karar mekanizmasını kapsayacak şekilde yerleştirdiler, diğerine her koşulda özel sermayenin bizzat doğrudan temsilcilerini koydular ve sonuncusuna da bürokratları akredite ederek yerleştirdiler. Yani Merkez Bankası’nın başına ya da TEDAŞ’ın başına uluslararası sermayenin onay verebileceği kişiyi koydular. Bu sivil toplum kuruluşlarının uluslararası finans kaynakları yoksa bu dernekler kendi yağlarıyla kavrulamaz. Ne oluyor peki? Sermaye Tabanlı Kuruluşlara dönüşüyor. Yani oluşturulan kurullardaki koltuğun 3’ü de sermayeye verildi, sermaye için dizayn edildi. Yönetişim mode li sayesinde sermaye temelinde bir kaynak tahsisi güvence altına alındı. “Tüm iktidar sermayeye” dediler yani. Son yıllarda hazineye ait gayrimenkul satışları dışında özelleştirme gelirleri hız kesti. Bu durum özelleştirme gelirlerinin önemli bir kısmının bütçeye aktarılması ve dolayısıyla sermayenin vergi yükününün azaltılması politikasını sekteye uğratma riskini doğurdu. Bunu önlemek için büyük ölçüde sermaye kesiminin yararlandığı vergi muafiyet ve istisna tutarları ciddi bir şekilde artırıldı. Nitekim 2022 bütçesinde bu tutar 336 milyar TL olarak öngörülmüştür. Bu değer 2022 bütçe vergi gelirlerinin yüzde 26,7 ‘sine karşılık geliyor. Tüm iktidar sermayeye modeli benimsediği için bu duruma şaşmamak gerekiyor.

Bir ek olarak da kur korumalı mevduat hesaplarını önce bireyler açıyordu, sonra yasal düzenlemeyle şirketlere de bu olanak tanındı. Faiz 25 baz puan arttı yurtdışında, bizimkiler ise artırmaz. Böylelikle kur da giderek artar, yani sermayeye Hazine üzerinden ciddi bir koruma sağlanır. Bunların olabilmesi için elbette Cumhurbaşkanı tarafından bir ek bütçenin parlamentoya sunulması lazım. “Biz bunu 336 milyarın içinde vereceğiz” derse ayrı, ama bunu da yaparlarsa emeğe gelecek olan muafiyet ve istisnaların tutarı azalır. Yani 2 formül var ya ek bütçeyle bir düzenleme yapılır 336 milyar artırılır ya da 336 milyar bütçe sabit kalır ve emeğin istisna ve muafiyetini düşürür, sermayeninkini artırırsın. Bu ek bütçenin resmi adı 2022 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu ve Bağlı Cetvellerinde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun Teklifi. Bu teklifi sadece Cumhurbaşkanı sunabiliyor Meclis’e.

Piyasa devlet karşıtlığı yerine piyasayı tamamlayan devlet anlayışı hâkim kılınıyor. 80 öncesinde piyasa mı devlet mi kıyası varken, bugün bu ikisi birbirini tamamlayacak durumu hâkim. Piyasa dostu devlet diye bir şey uydurdular yani. Devleti küçülteceğiz, ama küçülttüğümüz bu devleti de piyasa dostu yapacağız diyorlar. Gelinen aşamada kamu hizmetleri de özel sektör anlayışıyla üretilmeye başlanıyor. Özel sektörün işletme tekniklerinin kamu hizmetine uygulanması da Post Washington Uzlaşması’yla devreye sokuluyor. Buna yeni kamu işletmeciliği modeli deniyor. Kamu hizmetini ticari esaslara/kurallara göre üreten işletme yani. Burada ucuz sağlık yok, burada herkese eğitim anlayışı yok. Burada olansa hizmetten yararlanan yurttaş değil müşteri olarak algılanıyor. Müşteri odaklı bir kamu hizmeti devreye girmiş oluyor. Yurttaş müşteri haline getiriliyor. Piyasayla uyumlu müşteri odaklı kamu hizmeti üretimi yapılıyor yani. Enerjiye erişim bir kamu hizmeti, insan hakkı olmasına rağmen ticarileşmiş oluyor, tarifler getiriliyor vb. Parayı veren düdüğü çalar özdeyişini çağrıştıran kullanan öder ilkesi piyasaya hâkim oluyor. Sonucunda kamu personel yapısıysa buna uygun hale getiriliyor. Taşeronlar, sözleşmeli personeller, salgınla birlikte evden iş yapma, online eğitim vb. ile işgücü piyasası giderek esnekleştiriliyor. Memurluk istisnai hale getiriliyor. Bu modelde üst düzey bürokratlar da CEO statüsüne dönüşüyor.

Bununla birlikte kamu özel işbirliği modeli de devreye sokuluyor. Kamu hizmetlerindeki özelleştirme uygulamalarına yönelik karşı çıkışların ve eleştirilerin yoğunlaşması üzerine bunlar arasındaki karşıtlık değil ortaklık öne çıkarılıyor. Kamu işletme modelinin bir versiyonu yani bu da. Ötekinde hizmeti kamu üretiyordu, bundaysa özel sektör şehir hastanesi, köprü, otoyol vb. yaparak sözleşme yapıyor. Yolcu garantisi, hasta garantisi, araç garantisi gibi şeyler devlet tarafından güvence altına alınıyor. Bütün bunların bir kısmı bütçeleştiriliyor. Devlet oralara kira ödüyor gibi yani. Bu aşamada koşullu yükümlülük denilen bir şey de var. İleride herhangi bir şekilde bu işletme borcunu ödeyemezse, borcunu Hazine üstleneceğinden bütçeye bir riskin doğması halinde inanılmaz bir yükü olacaktır. Bu modeli benimseyerek mali disipline uyuluyormuş izlenimi de veriliyor. Bütçeyi küçültüyorlarmış gibi gösteriyorlar yani. Devlet bu havalimanlarını, köprüleri vs. devlet yapsaydı yatırım talebi büyüyecekti ve bütçe skoru olağanüstü boyutlara çıkacaktı. IMF’nin bütçenin küçültülme dayatması gerçekleşemeyecekti. Bu tip özel sektöre yaptırılan yatırımlarla bütçede küçülme sağlıyorlar. Yani “bütçeden bir kuruş çıkmıyor” söylemleri buradan kaynaklanıyor. Oysa ileride risk doğduğunda bu gelecek yılların bütçesi üzerinde yük oluşturuyor. Bütçede bu risk tutarı dolar üzerinden belirleniyor. Risk doğduğunda dolar üzerinden ödeme yapılıyor. Risk doğmazsa sorun yok. Ulaştırma Bakanlığı bu yatırımları bütçeden yapacağız demeye başladılar, çünkü risklerde artış var bütçeye ileride yük olabilir. Dünya Bankası vs. de bu riske işaret etmişti.

Aziz Konukman / BİRGÜN



1 milyar poundluk ucuz reklam - Timur Soykan / BİRGÜN

 

Chelsea’yi satın almak için 1 milyar pound teklif ettiğini söyleyerek bedava reklamın zirvesine çıkan Muhsin Bayrak aynı zamanda yeni medya düzeninin acziyetini gösterdi. İlginin yalan haberi oluşturduğu günlerdeyiz.

Evvel zaman içinde kalbur saman içinde…

Bir ülkede yalan söylemek utanç olmaktan çıkmış.

Balık baştan kokmuş.

Devletin tepesindekiler, yalan söylediğini herkesin bildiğini biliyormuş yine de yalana devam edebiliyormuş.

Neler neler…

Mesela; Cumhurbaşkanı kendi iktidarından 30 yıl önce yapılan havalimanı, üniversite, yol için ‘Biz yaptık’ diyebilirmiş. Kendi iktidarından önce ambulans ile buzdolabının olmadığını bile söylemiş.

Ekonomi Bakanı, halk enflasyon altında inlerken gözlerindeki ışıltıyla “Ekonomimiz şahlandı” diye konuşabilirmiş.

Sanayi ve Teknoloji Bakanı, aya sert iniş yapılacağını anlatır, Tarım Bakanı, kan ağlayan çiftinin mutluluk gözyaşları döktüğünü söylermiş.

İçişleri Bakanı durur mu...

Her gün birini terörist ilan eder ertesi gün yalan çıkınca yeni teröristleri sıralarmış.

Bu ülkede yalancının mumu hep yatsıya kadar yanmış ama suratı hiç kızarmamış.

Zamanla yalan ayıp olmaktan çıkmış, insanlık utanması olmayan yalancılar karşısında çaresiz kalmış.

Keşke masal olsa…

Bu yalan dünyanın gerçek reklamını ihraç ettik dünyaya.

YENİ MEDYANIN ZAYIF KARNI

Ukrayna savaşı nedeniyle Rus oligarkların mallarına el konulurken Roman Abramoviç, İngiltere Premier Lig’in efsane takımı Chelsea’yi satışa çıkardı.

AB Grup Holding’in sahibi Muhsin Bayrak“Chelsea’yi almak için 1 milyar pound nakit teklif ettim” diyerek çıktı sahneye.

1 milyar pound yani tam 20 milyar TL.

Ve çok ucuz bir reklam taktiği.

Muhsin Bayrak, arama motorlarında en çok aranan isimlerden oldu, sosyal medyada rüzgâr gibi esti. Bu noktada yalan rüzgârı karşısında yeni medya düzeninin çaresizliği devreye girdi.

Tık yarışındaki haber siteleri ‘Muhsin Bayrak kimdir’ başlıklarıyla hemen ilgiye üşüştü. Vergi rekortmenleri listesinde hiç görülmemiş Muhsin Bayrak, medya sayesinde bir günde 1 milyar poundluk adam oldu.

AYNI ANDA KRİPTO PARA REKLAMI

Tam bu sırada AB Grup Holding’in paralı reklamları TV’lerde dönmeye başladı. Birkaç inşaat projesinden sonra asıl niyet; şirketin kripto para borsası duyuruluyordu. Uluslararası haber ajansı Reuters, CNN International ile İngiltere’nin köklü gazetelerinden The Guardian bile düştü tuzağa.

Sülün Osman görse şapka çıkarırdı.

Pek çok kişi Muhsin Bayrak’ın bir oligarkın emanetçisi olabileceğini düşündü, yazdı.



Bir fotoğrafında Türkiye’de tek olan 650 bin euroluk otomobilinin önünde poz vermişti.

Sezgin Baran Korkmaz’ın tezgâhını araştırırken çok yakınındaki bir ismin söyledikleri geldi aklıma:

“Birinci kural çok zengin görüneceksin. 

İkincisi arkanda siyasetçilerin olduğunu düşündüreceksin. Bunlar hiç zor değil 

Türkiye’de.”

KAZMA KÜREKLE İSTANBUL’A

Muhsin Bayrak’ın hayatı da ayakkabı boyacılığından SBK Holding patronluğuna uzanan hikâyeye çok benziyordu. Medyanın hoşuna gitmesi için özenle hazırlanmıştı.

2016’daki bir röportajda anlattığına göre; 1975’te Bitlis Mutki’ye bağlı Direktaşı köyünde doğdu. Babası 7 köyün ağasıydı. 1990’larda PKK yüzünden tüm varlıklarını bırakıp bir panelvana 12 kişi doluşarak İstanbul’un yolunu tuttular. İnşaatlarda çalışmak için yanlarına kazma kürek almışlardı. Sonrası birkaç cümle; inşaatlarda çalışıp kendi inşaat şirketlerini kurdular, oto galeri açtılar.

Muhsin Bayrak röportajda anlatmaya devam ediyordu:

“AB Grup Holding bünyesinde 10 şirket var, 200’ü aşkın proje yaptık.”

Rakamlarla oynamayı her zaman sevmişti patron. Ama gerçekten Nişantaşı ve Bodrum’da inşaat projeleri vardı.

2015’te dilinden düşürmediği projesi ise bugünlerin ipucunu veriyordu.

İstanbul Basın Ekspres Caddesi’nde 4 kuleden oluşan Bayrak Towers’ı 350 milyon dolar yatırımla inşa edeceğini anlatıyordu. İnşaat başlamadan bir kuleyi Suudi Arabistanlı yatırımcılara 50 milyon euro’ya sattığını söylemişti. 

Bin 600 konutluk projeyi New York’ta mimarlara çizdiriliyordu. Gökdelenin tepesinde dev, dijital Türk bayrağı olacaktı. Hatta bir röportaj videosunda Muhsin Bayrak projesini anlatırken ‘Bayrak Tower’ diyor, yanındaki kişi ‘Bayrak Towersss’ diye düzeltince ters ters bakıyor. Ama halen Bayrak Towers diye bir bina bulunmuyor.

1 milyar poundluk bedava reklam stratejisine giden yolun izleri bununla sınırlı değil.

500 BİN KİŞİLİK AŞİRETİN AĞASI

Mesela; Muhsin Bayrak her yerde 500 bin kişilik Mutki Aşireti’nin başında olduğunu söylüyor.

500 bin kişi… 1 milyar pound kadar inanılmaz.

Zaten ne Mutki Aşireti’nin 500 bin mensubu var ne de o aşiretten Muhsin Bayrak’ı tanıyan 500 kişi.

Ama olsun, yalandan kim ölmüş…

Geriye kalıyor; siyasi destek.

Muhsin Bayrak sık sık AKP iktidarını öven açıklamalar yapmıştı. Milyonlarca liralık yatırım hikâyelerinin arasına mutlaka iktidara teşekkürlerini sıkıştırdı.

18 Mart 2019 tarihli DHA haberinin başlığı ise şöyleydi:

“Mutki Aşireti’nin lideri Muhsin Bayrak’tan Binali Yıldırım’a tam destek.’

Muhsin Bayrak haberde şöyle diyor: “İstanbul’u ancak tecrübeli bir siyasetçi yönetebilir. Aile üyelerimizle yaptığımız toplantıda bu ismin Binali Yıldırım 

olduğuna ve kendisini desteklemeye karar verdik.”

Sonuç malum.

Yenilgi olunca ‘500 bin kişinin ağası’ suskun.

Ama hayali büyük parayla bedava reklam stratejisinin en önemli işareti ABD Başkanlık seçimlerinden sonra gelmiş. 13 Nisan 2021’deki haber şöyle:

“ABD’de resmi konutuna taşınacağı için 

Washington D.C’deki dairesini satışa 

çıkaran ABD Başkan Yardımcısı Kamala 

Harris’in evine en yüksek teklif iş insanı 

Muhsin Bayrak’tan geldi. Bayrak 

‘Pazarlıklar bitmek üzere yakında 

imzaları  atacağız’ dedi. Ev 2 milyon 

dolardan satışa çıkarılmıştı.”

Sonra mı? Bir haber yok.

Ama Chelsea hikâyesine ilham verdiği kesin.

Nihayetinde Chelsea için teklif süresi cuma günü doldu. Teklif veren dünyanın sayılı üç şirketi arasında tabii ki AB Grup Holding yani Muhsin Bayrak yoktu.

Zaten bu reklam stratejisinin en avantajlı kısmı kolayca sıyrılmaktı.

Daha önce Abramoviç ile yakın temasta olduğunu anlatan Muhsin Bayrak avukatlarının bir hatası nedeniyle teklif veremediklerini söyledi. İddiaya göre; şirket avukatları yanlış adrese e-mail göndermişti. Muhsin Bayrak, Reuters’e yaptığı açıklamada “Çok üzgünüm” dedi.

Aslında medya bu ucuz reklam kampanyasına alet olduğu için çok üzgün olmalı.

Muhsin Bayrak olayı, haberin ilgiyi değil, ilginin haberi oluşturduğu yeni medya düzenini çok net ortaya koydu. Sosyal medyadan beslenen medyanın ‘tık’ yarışında gerçek ve doğru haber önemini yitiriyor, habercinin akıl ve arşiv süzgeçleri tamamen ortadan kalkabiliyor. Üstelik gazeteci güvenilirliğine büyük gedik açan bu tuzağa sadece ‘bir kısım’ değil tüm medya düşüyor.

Yalanın ayıp olmaktan çıktığı ülkenin medyasında bu açığı bulan dolandırıcılar cirit atıyor.

Timur Soykan / BİRGÜN