1 Nisan 2022 Cuma

Tartışmalı yazı: 'Asiye Nasıl Kurtulur?' + Modern zamanların köleleri - (Burçak Özoğlu / SOL)

 

Tartışmalı yazı: 'Asiye Nasıl Kurtulur?' 

'Ben de kurtuldum işte, ben de öğrendim artık bu düzende yaşamanın sırrını: KADER deyin uyutun, PARA verin susturun, ZORA koyun çektirin…'

Geçen haftaki yazıda modern zamanların kölelerinden bahsetmiştim. İnsan ticareti adıyla tanımlanan bu suçun küresel düzeydeki yerleşikliği ve yaygınlığını aktarmıştım. Modern köleliğin üzerine kurulduğu farklı sömürü alanları olduğundan da söz etmiştim ve “zorla çalıştırma” kavramını biraz deşmiştim. Bu hafta ise modern köleliğin baskın biçimi olan, yüzlerce yıldır farklı üretim ilişkileri içerisinde devinerek çağımıza kadar gelmiş, ve insanın insana edebileceği en alçak şeylerden, en ağır sömürü biçimlerinden olan cinsel sömürü ve istismardan bahsedeceğim.

Konu ağır, yazması, konuşması kolay değil, ancak bundan elli yıl önce tam da bu başlığı hayranlık uyandıran bir estetikle, sansürlenmemiş bir bilinç ve sınırlanmamış bir öfke ile bizlere aktarmış ustalıklar var. Bu ustalığı on beş yıl sonrasında, bir kat daha zenginleştiren, benzeri bir incelikle bilinci ve öfkeyi derinleştiren ve kalıcılaştıran başka bir eser de var. Ben bu yazıda derdimi anlatmak için işte bu Ustalardan yardım alacağım.

Vasıf Öngören’den ve 1970 yılında kendi rejisiyle ilk kez Ankara Birliği Sahnesinde sahnelenen, “Asiye Nasıl Kurtulur?” tiyatro oyunundan; Atıf Yılmaz’dan ve onun yönetmenliğini yaptığı Barış Pirhasan’ın Öngören oyunundan senaryolaştırdığı 1986 yapımı “Asiye Nasıl Kurtulur?” filminden bahsediyorum1.

Tiyatro oyununu adlandırırken, Öngören “tartışmalı oyun” alt başlığını not eder, oyunda “epik tiyatro” eseri boyutu olduğunu hatırlatır. Atıf Yılmaz’ın kurgusunda da, Barış Pirhasan’ın senaryosunda da benzer bir anlatım dili vardır. Yani izleyiciyi koltuğunda rahat bırakmayan, oyunun/senaryonun gerçekliğine ya da fantastikliğine kapılmasına izin vermeyen, omuzlarından sarsarak izlemesine, gözlemesine zorlayan, içine katan, soru soran, yanıt bekleyen bir anlatım dili. Bertolt Brecht’in dili olarak anılır, siyasallaştırıcı, örgütleyici ve dönüştürücüdür.

Asiye Nasıl Kurtulur?’u gençlik yıllarımda hem tiyatro sahnesinde, hem de sinemada izledim. Her iki deneyimden de bende kalan, içimi ürperten bir keşfetme, uyanma duygusu, aklımı ateşleyen bir öfke, harekete geçmeye iten bir sabırsızlık hali olmuştu. Modern zamanların köleliğini konuşurken sizlerle de bu halleri paylaşmak istedim. Ben de kendimce bir “tartışmalı yazı”ya niyetlendim. Neyseki bu ülkenin ilerici toplumcu bir sanatsal birikimi var da onlara başvurabildim, yoksa bende ne böyle bir edebi yetenek ne de iddia var.

Hazırsanız başlayalım.

Önce kısaca konudan bahsedelim. “Fuhuşla Mücadele Dernekleri Genel Başkanı” pek sayın Seniye Gümüşçü hanımefendi Asiye isimli bir kadından “orospuluktan” ve fuhuş belasından 

nasıl kurtulduğunu bizzat anlatmak istediğini söyleyen bir mektup almıştır. Asiye, hayırsever dernek başkanımızı kurtuluş hikayesini dinlemek üzere bulunduğu geneleve davet etmiştir.

Seniye Hanımcığımız yanına derneği foncusu olan bir başka hanımefendiyi ve korumalarını da alarak mektuptaki adrese gelir. Asiye’nin deneyiminin, bu sefil mekanda, içler acısı durumdaki zavallı kadınlara örnek olması, değerli derneklerinin de bu kurtuluştan pay kaparak kalkınması hevesindedirler.

Bu seçkin ziyaretçileri genelevin eşcinsel pezevengi Selo, tüm “efendiliğini” takınıp karşılar. Kadınlar da edepli davranmaları konusunda sıkıca uyarılırlar. Tam bu sırada elinde bavuluyla, gençten güzel bir kadın genelevin avlusundan girer, onun gelişi telaşta araya kaynar. 

Yeni gelen dahil tüm kadınlar ziyaretçilere kendilerini tanıtır, ancak ziyarete sebep olan Asiye aralarında yoktur. Ancak yine de Seniye Hanım kalmakta ısrarcıdır, nitekim kadınların bu hayattan kurtarılabileceğine inancı tamdır.

Selo ve kadınlar bu sayın hanımefendiye kim olduklarını, durumlarını, gerçeklerini anlatmaya çalışırlar önce:

“Biz aşk satarız
Sermayedir etimiz
Biz aşk satarız
Emeğimiz terimiz

Artık aşk paradır
Gönlümüzde yaradır
Alnımızda karadır
Bizim gibiler için

Biz et satarız
Körelmiştir duygumuz
Biz et satarız
Budanmıştır sevgimiz

Sevgi satarız
İncinmiştir duygumuz
Sevgi satarız
Kırılmıştır kalbimiz

Biz çok biliriz
Çok gördük çok geçirdik
Biz çok biliriz
Çok vartalar atlattık

Artık can günüdür
Davranmayan delidir
Savaşmayan ölüdür
Bizim gibiler için”

Sermayenin Türküsü, V. Öngören 1970.

Seniye Hanım ikna olmaz, Asiye’nin kurtuluş öyküsünü konuşmakta ısrarcıdır. Bunun üzerine bizimkiler bir oyuna başlarlar. Selo der ki: “madem buraya kadar geldiniz hamfendi buyrun siz kurtarın Asiye’yi” biz bir oyun kuralım, “zurnanın zırt dediği yerde” siz gireceksiniz devreye.

Ve oyun başlar.

Asiye’nin anne babası köylerinden daha iyi yaşam umuduyla kente göç etmiş bir çifttir. Baba daha Asiye bebekken inşaatta düşüp ölür, çaresiz anne Zehra, kaçak göçek orospuluğa başlar. Asiye artık lise çağına geldiğinde birgün annesi, yattığı adamlardan birinin ona ev açmaya karar verdiğini söyler. Ancak adamın şartı Zehra’nın yalnız gelmesidir. 

Zurna ilk zırtını çalmıştır. Gözler Seniye hanıma döner. Şimdi ne yapsındır Asiye?

Eğitim şart elbette. Seniye Hanım için ilk soru kolay çözülür. Asiye eğitimine yatılı devam edecektir, eder de. Kadın okul müdürünün de desteği ile okulunu bitirir.
 
Zurnamız yine küçük bir zırt eder ama Seniye hanım için bu da kolay bir sorundur. Elbette mezuniyet sonrası, yaşı da geldiğine göre, evlenerek hayatını kurtaracaktır. Nitekim hemen talibi de çıkar. Ancak annesi Zehra’nın geçmişini öğrenen aile nişanı bozar. Asiye çaresizliklere düşer, müdürün evinde sığıntı gibi yaşamaya devam eder. Tam bu sıra, bir zarif kahraman olarak müdürün yeğeni beliriverir. Asiye’nin güvenini ve sevgisini kazanır, birlikte yaşamaya başlarlar. Seniye Hanım, işte bu sefer evlenip kurtulacak bizim kız diye heyecanlanır. Fakat bu zarif beyefendimiz zaten evlidir. Karısından bıkmıştır, mutsuzdur ve Asiye’ye sığınmıştır. Gerçek ortaya çıkar, Asiye yıkılır, müdür ise onu “anası gibi edepsiz” olmakla suçlayarak evinden kovar.

Bu kez başıboş, beş parasız biçimde sokaklara düşmüştür Asiye. Zurna artık bas bas zırtlamaktadır. Seniye Hanımın bilgiçlikleri başlar. Ekonomik özgürlük kadının en önemli silahıdır, Asiye bir iş bulmalıdır. Haklıdır, doğrudur.

Asiye bir süre, küçük ölçekli, geçici hizmet işlerinde şansını denedikten sonra nihayet bir tekstil atölyesinde iş bulur. Ancak bu kurtuluş da uzun sürmez, atölyede ustabaşı Asiye’nin kimsesizliğinden cesaret alarak köşeye sıkıştırıp taciz eder. Fabrika müdürüne adamı şikayet ettiğinde, Asiye’nin kendisini suçlu bulup kapı önüne koyarlar. Ee, bir kimsesiz kadının sözünü dinleyip koskoca ustabaşını hattan alıp üretimi aksatacak değillerdir ya.

Aylarca iş arayan Asiye iş bulamaz. Aç kalır, açıkta kalır. Kendi sözleriyle anlatır bize (ve Seniye Hanıma) durumu:

“İlk aklıma gelen
Anamın eski evi oldu.
Güneş sokağında madam Eleni
Gözleri parladı moruğun
Anlayınca niyetimi
Hemen anlaştık
Buldum böylece
Başımı sokacak bir deliği” 
(Öngören, 1970, s. 57)

Asiye de artık orospu olmuştur. Seniye Hanım ilk kez çözüm bulamaz, tıkanır kalır ve “böyle yaşamaktansa öl bari” diye isyan eder öl bari!..

Neyseki bizimkilerin yanıtı hazırdır bu densizliğe karşı:

“Her taraftan tıkadınız yolumu
Yoksullukla bağladınız kolumu
İstemeden seçtirdiniz sonumu
Şimdi kolay sayın bayan Öl demek” 
(Öngören, 1970, s. 57)

Asiye ölmez, yaşama direnir, annesini de bulur çıkarır. Zehra, Asiye’den ayrılmak istemediği için kendi evlerini açarlar. Asiye çalışır, Zehra pezevenkliğini yapar. Bir süre sonra ana kız, olay çıkartan müşterilerden korunmak için mahalleden bir kabadayıyı dost tutarlar. Yıllar geçer, Asiye yıpranmış, müşteriler azalmış, kabadayı da mızırdanmaya başlamıştır. Zehra, müşteriler arasından Asiye’ye hayran, zengin bir adamı kafalar. Adam Asiye’ye ayrı bir ev açacaktır. “Dost”un planlardan haberi yoktur, öğrendiğinde ise zengin müşteri ile Zehra’yı sokak ortasında öldürür. Asiye bu itiş kakışta arada kalmış, ölümden dönmüştür. Ortada da zenginden kalan bir bavul dolusu başıboş para durup durmaktadır.

Yine gözler kulaklar Seniye Hanım’da, ve dolayısıyla biz izleyicilerdedir. Ne yapsın, nasıl yapsın Asiye?

Genelevin kadınları henüz hala Zehra’ nın yasındadır: 

 “...

Geçti mi birkez yaşın
Böl’olur orospu sonu
Yor kafayı düşün taşın
Var mı bunun çıkar yolu

Güpegündüz kurşun ile
Bu nafile düzen ile
Töre, ahlak kanun ile
Seçtirdiler sonumuzu”

(Orospunun sonu Öngören 1970)

Oysa, Fuhuşla Mücadele Derneği Genel Başkanı Hanımefendimizin bu kez gerçekten gözleri parlar, soru bildiği yerden gelmiştir. Zehra’yı unutmuştur, Asiye’nin kurtuluşu derdindedir, tereddütsüz yanıtlar:  alsın meftanın parasını, “sermaye yapsın”  ama illa “iyi bildiği bir işe yatırsın”.

 Selo, bu ikiyüzlü pişkinliği alaya alır:

“Bravo hamfendi… Asiye’ye gerçek bir kurtuluş yolu gösterdiniz.
Asiye’nin hayatını doğruladığınız gibi, kendisine mümkün olan, kurtuluş
yolunu da gösterdiniz. Sayın seyircilerimizin huzurunda, sizi tebrik ederim. 
(Seyircilere) İşte sayın seyirci, sayın hamfendinin, Asiye’ye gösterdiği tek
kurtuluş yolunu seyrediyorsunuz…
 (Öngören, 1970, s. 109-110).”

İşte oyunumuzun sonu da böylece gelir. Asiye eline geçen parayı “sermaye” yapar, genelevi satın alır, içindeki kadınları, esnafı, pezevenk Selo’yu kapıya koyar. Yeni “iş”ler yatırımlar peşine düşer. Bir de bakarız ki, meğer oyunun başındaki eli bavullu yeni gelen, Asiye’nin ta kendisiymiş ve şimdi de Asiye, Seniye Hanım kopyası olmuştur. Onun giysilerine, tavırlarına bürünmüştür.

Asiye, bu “kurtuluş”tan şaşkına dönmüş Seniye Hanımın koluna girer tek tek anlatır durumu:

“Ben de kurtuldum işte
ben de öğrendim artık
bu düzende yaşamanın sırrını
karınların nasıl doyduğunu
Sırtların nasıl pekleştirildiğini
yarın korkusu olmadan
Kimlerin yaşayabildiğini
nasıl yaşayabildiğini
biliyorum artık.

Bu düzende yaşamanın sırrı:

Yoksulları KADER deyin uyutun,
Uyananı PARA verin susturun,
Susmayanı ZORA koyun çektirin,
Böyle gelmiş böyle gitsin sürdürün.

Davrananı yok edin
Direneni gebertin
Ezin vurun öldürün
Devam etsin bu hayat.”

(Öngören 1970)

İşte böyle. Peki şimdi de ben sorayım. Sizce nasıl kurtulur Asiye?

  • 1.Aslında Vasıf Öngören’in oyununu Atıf Yılmaz’dan önce 1973’te yönetmen Nejat Saydam, Safa Önal’ın senaryosuyla filmleştirdi. Ancak, Türkan Şoray’lı, Asiye, tipik bir Yeşilçam melodramı olarak kaldı. Bu yüzden bu yazının içeriği dışında bıraktım.
  •                                                                          ***
 Modern zamanların köleleri (25/03/2022)

Tüm dünyada “ücretli kölelik” ile “modern kölelik” iç içe geçmiş, “tacirleri” kol kola girmiş durumda. Bize düşen, modern zamanların kölelik düzenini geride bırakıp savaşsız sömürüsüz günlere yürümek.

Ücretlendirme politikaları ve çalışma koşulları kötüleştikçe, güvencesizlik ve esnekleşme yaygınlaştıkça içinde bulunduğumuz çalışma rejimleri için “ücretli kölelik düzeni” tanımlaması yapılıyor. Bu, aslında bir benzeştirme tanımlaması, yani çağdaş kapitalist üretim ilişkilerinde feodalizm dönemini de önceleyen kölelik düzeni benzeri ilişkilerin, baskının ve zorlamanın görüldüğüne ilişkin bir önermedir.

Oysa aslında çağımızda önermeye, benzeştirmeye gerek duyulmayacak düpedüz kölelik biçimleri var dünyada. 21. yüzyılda, öyle ücra yerlerde kıyılarda köşelerde de değil, küresel ölçekte, hemen tüm kapitalist ülkelere yayılmış biçimde adına açıktan “modern kölelik“ denen bir olgu var.

Diğer bir adı insan ticareti (İngilizcesi, trafficking in human beings ya da trafficking in persons). Son haftalarda yer aldığım bir çalışmada bu işin dünya ölçeğinde verilerine ve raporlarına başvurmam gerekti ve bu sayede küresel ölçekte nasıl bir karanlığın içerisinde olduğumuz gerçeği bir kez daha çöktü üzerime.

Birleşmiş Milletlerin ve Avrupa Konseyinin kendi bağlı birimlerinde de kullandıkları biçimiyle, bu işin tanımı şu:

“İnsan ticareti, sömürü gerçekleştirmek niyetiyle, tehdit, baskı, cebir veya şiddet uygulayarak, nüfuzu kötüye kullanarak, kandırmak veya kişiler üzerindeki denetim olanaklarından veya çaresizliklerinden yararlanarak rızalarını elde etmek suretiyle kişileri tedarik etmek, kaçırmak, bir yerden başka bir yere götürmek veya sevk etmek ya da barındırmak anlamına gelir.”

Bu tanımda yer alan “sömürü” kavramının içerisine, zorla çalıştırmak, hizmet ettirmek, kölelik ve kölelik benzeri durumlar, cinsel sömürü, zorla evlendirmek, dilendirmek, zorla savaştırmak ya da vücut organlarının verilmesine zorlamak gibi eylemler giriyor.

İnsan ticareti, bu ortak tanım kapsamına giren eylemler bakımından tüm dünyada bir “suç” olarak tanımlanmış. Interpol açıklamalarına göre bu suç, uyuşturucu ve silah ticaretinin ardından, milyar dolarlar düzeyinde paranın döndüğü dünyanın üçüncü büyük organize suçu durumunda. Türkiye’de de var bunun karşılığı, TCK’nın 80. maddesi insan ticareti suçunu tanımlıyor, sekiz yıldan on iki yıla kadar da ceza biçiyor.

Güncel verilere göre Dünyanın 189 ülkesinde, 156 bin 330 insan ticareti vakası tespit edilmiş durumda. Bu vakaların yarısı cinsel sömürü vakası, yüzde 38’i ise zorla çalıştırma ile emek sömürüsü.

İnsan ticaretinde her tür sömürünün gerçekleştiği en çok vaka bulunan ülke ABD, ikinci sırada da Rusya var. 

Verilere bakıldığında sömürü türlerinde ikinci sırada yer alan “zorla çalıştırma”nın son on yılda düzenli bir biçimde niceliksel olarak arttığı ve oransal payının yükseldiği ortaya çıkıyor. 

Sektörlere göre konuşmak gerekirse, ilk sırada tüm dünyada ev hizmetlerinin, yani hasta, yaşlı, çocuk bakımı, temizlik, yemek gibi işlerde zorla çalıştırılanları görüyoruz. Ev hizmetlerini, inşaat, tarım hayvancılık, imalat (özellikle tekstil ve konfeksiyon) ve konaklama hizmetleri takip ediyor.

Ben bu “zorla çalıştırma” ile emek sömürüsü konusunu biraz daha deşmek istiyorum. Yine önce uluslararası düzeyde kabul edilmiş tanıma bakalım.

Buna göre zorla çalıştırma (forced labour): “Kişiye gönüllü olarak istihdam edilmediği bir iş veya hizmetin bir ceza tehdidi altında zorla yaptırılması” olarak açıklanıyor. 

Tanımda yer alan iş veya hizmet, formel ya da enformel her sektör, sanayi, eylemde gerçekleşebilir. Ceza tehdidi ile kastedilen ise, bir kişiyi zorla çalıştırma yönünde uygulanan geniş kapsamlı eylemlerin tümünü kapsıyor ve yine tanımda geçen “gönüllü olmama hali”nde de aldatma, kandırma ve zor kullanarak rızası alınmış olmak anlatılıyor.

“Zorla çalıştırma” eylemi de evrensel bir suç, insan ticaretinden çok daha hafif hapis cezası tanımlanmakla birlikte onun da TCK’da karşılığı var, 117. madde ile. 

Suçlar tamam ama, nasıl tespit edilecekleri konusunda tanımlamalar biraz muğlak. Derine inmeye devam ediyorum.

Uluslararası Çalışma Örgütü-ILO, emek sömürüsü (zorla çalıştırma) amaçlı insan ticareti mağdurlarının tespit edilmesi için bir rehber oluşturmuş durumda. Buna göre insan ticareti yönünden potansiyel taşıyan durumlarda işçilerin zorla, aldatmayla ya da çaresizliklerinden yararlanarak işe alınıp alınmadıklarına; çalışma koşullarında ağır sömürü faktörlerinin olup olmadığına; söz konusu işten ayrılmalarını engelleyecek herhangi bir zorlama ya da çaresizlikten yararlanma durumu olup olmadığına bakılmasını öneriyor.

Çaresizlikten yararlanma, borçlandırma, zorlama, tehdit, aldatma, ağır çalışma koşulları, düşük ücret, uzun çalıştırma. Oldukça tanıdık olduğumuz olgular değil mi?

Avrupa Birliği üyesi ülkelerde yapılan bir çalışmada tespit edilmiş insan ticareti vakaları ile ilgili raporlara bakıyoruz, bu sefer de başka tanıdıklar var.

Bu evrensel suçun mağdurları ağırlıkla yoksulluk ve yoksunluk içindeki emekçiler, dil bilmeyen, evlerinden yurtlarından ayrılmak zorunda bırakılmış çaresizlik içerisindeki göçmenler. Tespit edilmiş vakalardaki faillere bakıyoruz, serbest piyasanın esnek fırsatlarını sonuna kadar değerlendiren, küçük ölçekli, örgütsüz, güvencesiz, standart dışı istihdam biçimlerini kullanan patronlar. Öte yandan tabi bir de bu sermaye gruplarına aracılık yapan, alet olanlar var: özel istihdam büroları, aracılar, taşeronlar, fason üretim zincirlerinin aracıları.

Tek başına Türkiye örneğine bile baksak, serbest piyasa ekonomisinin tanımladığı çalışma ilişkilerinin nerede bitip “insan ticareti” suçunun nerede başladığını ayırt etmek zor. Tüm dünyada “ücretli kölelik” ile “modern kölelik” iç içe geçmiş, “tacirleri” kol kola girmiş durumda.

Diğer taraftan, içinde bulunduğumuz zamanların, tüm dünyada emekçilerin salgını olarak yaşanan pandemi sürecinin, savaşların ve onun dayattığı göçlerin her düzeyde ve biçimde sömürüyü artıracağını ve derinleştireceğini görmek ise hiç zor değil.

Bize düşen, modern zamanların kölelik düzenini geride bırakıp savaşsız sömürüsüz günlere yürümek.

(Burçak Özoğlu / SOL)


113 yıl sonra 31 Mart gerici ayaklanması: Kahrolsun istibdat yaşasın hürriyet! - Orhan Gökdemir / SOL

31 Mart gerici ayaklanmasından 113 yıl sonra yeniden her şey yerli yerinde. Sultanlar, saraylar, gericiler... Ama öte yandan 31 Mart’ın sloganı güncel hâlâ: Kahrolsun istibdat ve yaşasın hürriyet!

Hareket Ordusu 19 Nisan’da Çatalca’daydı. Ordunun başında Mahmut Şevket Paşa vardı, Kurmay Başkanlığı görevini Enver Bey üstlenmişti. 19-21 Nisan tarihleri arasında Resneli Niyazi’nin Ohri Milli Taburu, Arnavut Başkim Kulübü üyeleri, eski Bulgar Komitecileri Sandanski ve Paniçe’nin, Rum kaptanlar Keta Cevarablo ve Krayla’nın, Arnavut Bayram Fehmi Çirçis’in birlikleri başta olmak üzere Türk, Arnavut, Rum, Ermeni, Yahudi asker ve gönüllüler İstanbul önlerine gelerek Hareket Ordusu’na katıldılar. Darülfünun talebeleri, İstanbul’daki kıtalarından kaçan subaylar, İzmit’ten gelen Müslüman, Rum ve Ermeni gönüllüler de Yeşilköy’deki orduya katıldılar.

22 Nisan’da Yeşilköy’e gelen bir grup Ermeni kadın, Hareket Ordusu yetkililerine üzerinde “Yaşasın Vatan, Yaşasın kanun-ı Esasi” yazılı bir bayrak hediye ettiler. Vartkes Efendi kadınların tutumunu öven bir konuşma yaptı. Bayrağı ve çiçek demetini alan Enver Bey ve diğer zabitler, Ermeni kadınların bu jestine, “Yaşasın Taşnaksutyun Cemiyeti!” diyerek alkışlarla karşılık verdiler.

24 Nisan’da Enver, Fethi (Okyar), ve Hafız Hakkı (Paşa) Beyler’in başlarında oldukları birlikler İstanbul’a girdiler. Kâğıthane-Şişli üzerinden gelmekte olan birliğin kumandanı Kurmay Kolağası Muhtar Bey, Taksim Topçu Kışlası’ndan (Gezi Parkı) açılan ateşle vuruldu. Şiddetli çatışmaların ardından Babıali, Taşkışla, Taksim Topçu Kışlası ve Maçka Kışlası gibi direnen yerler top ateşine tutularak ele geçirildi. Selimiye Kışlası daha kolay teslim oldu. Hareket Ordusu 25 Nisan’da İstanbul’a büyük oranda egemen oldu. Taşkışla’da ve Taksim Topçu Kışlası’nda ölen isyancı askerlerin gece yakındaki Surp Agop Ermeni Mezarlığı’na gömüldükleri söylentisi çıktı. Hareket Ordusu kuşatma altında tuttuğu Yıldız Sarayı’na 26 Nisan akşamı girdi. Nihayet, 31 Mart’ta başlayan gerici ayaklanma tamamen bastırılmıştı.

Resmi verilere göre, Hareket Ordusu’ndan 44 ölü, 95 yaralı, ayaklananlardan 240 ölü, 475 yaralı vardı. Binbaşı Muhtar Bey ve diğer Hareket Ordusu şehitleri, Gümüşsuyu’ndaki Alman Büyükelçiliği’nin önünde, büyükelçinin de katılımıyla yapılan törenin ardından kortej eşliğinde Şişli’ye götürüldüler ve Hürriyet-ı Ebediye adı verilen bir tepeye defnedildiler.

Toplu mezarların başında bir konuşma yapan Enver Bey, “Müslümanların ve Hıristiyanların yaşarken ve ölürken, bundan böyle hiçbir ırk ve inanç ayrımı tanımaksızın yurtsever arkadaşlar olduklarının nişanesi olarak yan yana yattıklarını” vurguladı. Kolağası Muhtar Bey’in atının üstünde Taksim Kışlası’ndan açılan ateşle vurulduğu yere “Şehit Muhtar Caddesi” adı verildi...

Şeriata karşı omuz omuza!

Hekim kökenli tarihçi Sacit Kutlu “Balkanlar ve Osmanlı Devleti” adlı kitabında 31 Mart gerici ayaklanması ve ardından yaşananları böyle anlatıyor.

Yukarıdaki olaylar 13 Nisan 1909 ya da 31 Mart 1325 tarihinde “Padişahım çok yaşa”, “Şeriat isteriz” diye ayaklanan alaylı askerlerin ve softaların isyanının bastırılmasının hikayesidir. Yağma, cinayet, linç, binaları yakıp yıkma ile başlayan bu gerici ayaklanma askerlerin katılımıyla büyümüş, ancak Hareket Ordusu’nun gelip bastırmasıyla son bulmuştur.

Fakat “Hürriyet” davasının birleştirdiği insanlar çok değil üç-beş yıl sonra karşı karşıya geldi. Eski dünya hızla bir büyük savaşa doğru yuvarlanıyordu. Şaşkın Osmanlı eliti ülkeyi elinde tutma çabasının paniği içindeydi. Emperyalist güçlerin parmağı her yerdeydi. Sonra yine bir Nisan gününde, Hürriyet davası için İttihatçılarla birlikte omuz omuza savaşan Ermeniler bir bir toplanıp sürgüne gönderildi. Sonra o büyük dram, tehcir… Çabalar, ülkenin ve devletin paramparça olmasını engellemedi ve geride büyük bir insanlık ayıbı ve inanılmaz dramlar bıraktı.

Ama nihayetinde bütün bunlara karşın, Hürriyet-ı Ebediye ya da Abide-i Hürriyet tepesinde Müslüman ve Hıristiyan, Yahudi ve Arnavut, Türk ve Rum, Bulgar çeteciler ve Rum kaçakçılar yan yana, koyun koyuna yatıyor. Geçmişin aydınlık yanıdır bu!

Aydınlanma birleştirir

Milliyetçilik ve din davası böler, aydınlanma ve özgürlük mücadelesi birleştirir. Öyle olduğu için gerici ayaklanmayı bastırmak için koşan Hareket Ordusu Ermeni kadınlar tarafından çiçeklerle karşılanır, “Yaşasın Vatan, Yaşasın kanun-ı Esasi” şarkısı hep birlikte hep bir ağızdan söylenir.

31 Mart gerici ayaklanması 1909’da, demek ki 113 yıl önce başlamıştı. Abdülhamit iktidardaydı. Yobazlardan oluşan bir güruh “şeriat isteriz” çığlıklarıyla ayaklandılar. Hamit sarayında olup biteni sessizce izlemekle yetindi. Başarırlarsa baş ağrısı İttihatçılardan kurtulmuş olacaktı nihayetinde.

Ayaklanma tamamen bastırıldıktan sonra Abdülhamit alaşağı edildi ve Selanik’e sürgüne gönderildi. Devirenler yerine Hamit’in kardeşi Mehmet Reşat’ı oturttu. Kurulan Divan-ı Harpte yargılananlardan 70’i idama, 420’si çeşitli hapis cezalarına çarptırıldı. Ayaklanmanın sembol isimlerinden Derviş Vahdeti 19 Temmuz 1909’da idam edildi. Önünde ipe çekildiği Ayasofya Camisi’nin müezzini, Nakşibendi tarikatı üyesi, Said Nursi’nin de yazdığı Volkan gazetesinin kurucusuydu. Sarayın desteğini alan gazete, İslamcılık propagandası yapıyordu. Doğan Avcıoğlu “31 Mart’ta Yabancı Parmağı” adlı kitabında bu tabloya bir de İngiliz Emperyalizmini ilave eder ki, emperyalizme sırtını dayamadan gericilik mümkün değildir.

113 yıl sonra yeniden her şey yerli yerinde. Sultanlar, saraylar, nevzuhur dervişler, gerici gazeteler, emperyalizmin kışkırtıcı parmakları, her boydan Nakşi tarikatçıkları, saray yalakası soytarı bürokratlar tarih sahnesinde tutunmak için debelenip duruyor. Yalçın Küçük’ün deyişiyle “Türkiye’nin uzun 31 Mart’ını” yaşıyoruz hâlâ. Esası 31 Mart’ı Uzun 31 Mart’ın dışına doğru uzatmaktan ibarettir. Sonunda yenilmeleri kaçınılmazdır.

Bugün 31 Mart. Ve 31 Mart’ın sloganı güncel hâlâ: Kahrolsun istibdat ve yaşasın hürriyet!

Orhan Gökdemir / SOL


 

31 Mart 2022 Perşembe

Başkanın kızlarına özel kadro + KİRLİ SÜREÇTE ŞİMDİLİK SON - Barış Pehlivan / Cumhuriyet

 

Başkanın kızlarına özel kadro

Başkan Ebubekir Şahin ilan etti: “RTÜK köşe 

yazarlarının gündemine göre hareket etmiyor. 

Köşelerden ‘ayar’ verilen günler mazide kaldı.”

Tamam da keşke mazi kalbimizde kapanan 

bir yara olarak kalsa. Ama işte olmuyor, 

sızıyor, geleceğimizi kanatıyor.

Yoksa, RTÜK’teki kadrolaşmayı neden 

yazayım, değil mi?

Öyle ya, AKP’li belediye başkanının kızlarına yapılan torpilden daha önemli konular da var ülkede.

Keçiören Belediyesi Başkanı  Turgut Altınok’tan bahsediyorum. İki kızı var Altınok’un Aybüke  ve  Ayça.

Aybüke Altınok aslında TRT kadrosunda. Ancak kendisi bir yıldan fazladır geçici görevle RTÜK’te çalışıyor. Kurumda özel bir odası dahi var.

Ayça Altınok’u ise beş aylık siyaset serüveninden hatırlayanınız olacaktır. Babası AKP’ye geri dönünce o da Meral Akşener’in elini öperek girdiği İYİ Parti’den istifa etmişti.

İşte duydum ki RTÜK ona da kapılarını açmış. Hatta sınava girmeden memur olması için istisnai kadroya, özel kalem müdürlüğüne atandığı dahi konuşuluyor.

Yani demem o ki RTÜK’te baba Altınok’un gölgesi dolaşıyor.

AKP’li başkan Turgut Altınok’u aradım ve şu soruyu sordum: 

“İki kızınızın da RTÜK’te görevlendirilmesinde dahliniz var mı?” 

Altınok şu yanıtı verdi: “Bir kızım iletişim fakültesinden, diğer kızım ise uluslararası ilişkiler bölümünden mezun. Kızlarım için ne RTÜK Başkanı’nı aradım, ne de kimseden bir talebim oldu!”

Sorum ve aldığım yanıt böyle. 

Altınok’un kızlarının kibirli tavırlarının da kurum içinde rahatsızlık yarattığını söylemeden bitirmeyeyim. 


KİRLİ SÜREÇTE ŞİMDİLİK SON

Bu öyle bir davaydı ki... 

Ankara’da öldürülen holding patronuydu ama Türkiye ancak 51 gün sonra öğrendi. 

Bu öyle bir davaydı ki... 

Cinayeti örtbas için 30 milyon TL harcandığını yazan haber apar topar yayından kaldırıldı. 

Bu öyle bir davaydı ki... 

Cinayetin bir numaralı şüphelisi, soruşturmayı yürüten başsavcının makam odasında ağırlandı. 

Bu öyle bir davaydı ki... 

Savcıların ve hâkimlerin kellesini alan yargı sürecinde, sürekli değişen dört farklı iddianame yazıldı. 

Bu öyle bir davaydı ki... 

Tetikçilerin teslim olması şartıyla diğer şüpheliler cezaevinden çıkarıldı. 

Bu öyle bir davaydı ki...

Bir kamu bankasının genel müdür yardımcısı, içinde 260 bin dolar olan çantayı cinayet savcısına rüşvet olarak vermek istedi. 

Bu öyle bir davaydı ki...

Cinayet şüphelilerinin avukatları bir başka savcıya 10 bin dolarlık saat hediye etti. 

Bu öyle bir davaydı ki...

Hakkındaki yakalama kararı kaldırılınca, cinayeti azmettiren firari isim önce ifade verdi sonra yine kaçtı.

İşadamı Ömer Faruk Ilıcan’ın öldürülmesine dair davadan bahsediyorum. 

İşte o davada Yargıtay son kararını verdi. Yargıtay 1. Ceza Dairesi beş sanık hakkında verilen hapis kararlarını hukuka uygun buldu ve onadı. 

Yüksek mahkemenin “tasarlayarak öldürmeye azmettirme” suçundan müebbet hapis cezasını kesinleştirdiği Tarkan Kadooğlu ise halen firarda. 

Sözün özü... 21 Mart 2018’de öldürülen Ilıcan’ın cesedinin üstü para ile örtülmeye çalışılmıştı. Cinayetin yargılama süreci şimdilik son buldu. Gün gelir, yukarıda yazdığım kirli işlerin de sis perdesi aralanır. 

Barış Pehlivan / Cumhuriyet

TARİHTE BUGÜN (31 MART)


OLAYLAR:

  • 1517 - Protestan Reformu sebeplerinden, Martin Luther'in 95 Tezli Katolik Kilise Eleştirisi.
  • 1596 - René Descartes, doğdu. Fransız filozof ve matematikçi (ö. 1650)
  • 1732 - Franz Joseph Haydn,  doğdu. Avusturyalı besteci (ö. 1809
  • 1774 - Amerikan Bağımsızlık SavaşıBüyük Britanya Hükûmeti, Boston limanını kapattı.
  • 1809 - Nikolay Vasilyeviç Gogol, doğdu. Rus yazar (ö. 1852)
  • 1866 - İspanyol Donanması, Şili'nin Valparaíso limanını bombaladı.
  • 1848 - Margaret ve Kate Fox adlı iki kız kardeş, ruhlar dünyasıyla ilişki kurduklarını iddia ederek, ilk profesyonel medyumlar oldu.
  • 1889 - Paris'te, 1789 Fransız Devrimi'nin 100. yıl dönümü için, Gustave Eiffel tarafından yapılan Eiffel Kulesi açıldı.
  • 1909 - RMS Titanic'in yapımına başlandı.
  • 1901 - Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Başkonsolosu Emile Jelinek'in, Daimler'e ısmarladığı dört silindirli araç, sahibine teslim edildi. Jelinek, yeni aracına kızı "Mercedes"in adını verdi.
  • 1917 - ABDVirgin Adaları'nın bir bölümünü, Danimarka'dan 25 milyon Amerikan doları karşılığında satın aldı.
  • 1918 - Yaz saati uygulamasıABD'de ilk kez uygulanmaya başlandı.
  • 1920 - İstanbul'un işgali üzerine Anadolu'ya geçen aydınlar arasında bulunan Yunus Nadi(Abalıoğlu) ile Halide Edip (Adıvar), yolda buluştuklarında, Ankara'ya ulaşır ulaşmaz, ''Anadolu Ajansı'' adıyla bir haber ajansı kurulmasını, Mustafa Kemal Paşa'ya önermeyi kararlaştırdılar.
  • 1921 - İkinci İnönü Muharebesi'nde, Türk Ordusunun karşı taarruzu başladı.
  • 1923 - Lozan AntlaşmasıLondra'da toplanan İtilaf Devletleri temsilcileri, Türkiye'nin 8 Mart'taki notasına cevap vererek, Lozan'da kesintiye uğrayan görüşmeleri sürdürmeye çağırdılar.
  • 1925 - Şeyh Said İsyanı'nın olduğu bölgede, Divan-ı Harb'in verdiği idam cezalarının, onay gerektirmeden yerine getirilmesi hakkındaki kanun kabul edildi.
  • 1928 - İzmirTorbalı'da meydan gelen 7,0 büyüklüğündeki depremde 50 kişi öldü.
  • 1930 - Afet (İnan) Hanım, CHP'ye üye yazılan ilk kadın oldu.
    1931 - Nikaragua'nın başkenti Managua'daki depremde 2000 kişi öldü.
  • 1944 - Krom adlı yük gemisi Marmaris açıklarında torpillenerek batırıldı.
  • 1959 - Adana'da İncirlik NATO üssünde bir Amerikan askeri uçağı düştü;4 kişi öldü, 9 kişi yaralandı.
  • 1961 - "Akıl Hastası Ressamlar Sergisi" Bakırköy Akıl Hastanesi'nde açıldı.
  • 1963 - Balkan Kros Şampiyonası'nda 10 bin metre yarışını Muharrem Dalkılıç kazandı.
  • 1964 - Brezilya'da askerî darbe yaşandı.
  • 1965 - ABDVietnam'a 3500 deniz piyadesi göndererek sıcak savaşa girdi.
  • 1975 - Birinci Milliyetçi Cephe Hükümeti (39. Hükûmet), Süleyman Demirel Başkanlığında kuruldu. Süleyman Demirel başkanlığında Adalet Partisi, Milli Selamet Partisi, Cumhuriyetçi Güven Partisi ve Milliyetçi Hareket Partisi'nden oluşan Milliyetçi Cephe hükümeti Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk tarafından onaylanarak göreve başladı.
  • 1977 - Adalet Partisi Genel Başkanı Süleyman Demirel'in yeğeni Yahya Demirel hakkındaki "mobilya yolsuzluğu" davasını incelemek üzere Meclis'te Soruşturma Hazırlıkları Komisyonu kuruldu Komisyon, Süleyman Demirel ile dönemin ticaret ve maliye bakanları hakkında ön soruşturma açılmasına karar verdi.
  • 1979 - Malta'daki son İngiliz Birlikleri de Ada'dan çekildi.
  • 1980 - 58 tutuklu Van Cezaevi'nden kaçtı, kaçanlardan 13'ü aynı gün yakalandı.
  • 1987 - Petrol-İş sendikasının 32 işyerinde daha grev uygulamaya başlamasıyla grevdeki işçi sayısı 9 bine, işyeri sayısı 57'ye yükseldi.
  • 1990 - Dokuzuncu İstanbul Film Festivali programında yer alan Yusuf Kurçenli'nin Karartma Geceleri filmi, Denetim Kurulu tarafından yasaklandı.
  • 1992 - Anayasa Mahkemesi Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu'nun (DİSK) 12 Eylül yönetimince el konulan malvarlığının iade edilmesine karar verdi.
  • 1992 - Halkın Emek Partisi (HEP) kökenli 14 milletvekili 31 Mart 1992 tarihinde Sosyaldemokrat Halkçı Parti'den (SHP) istifa etti
  • 1995 - Kuzey Irak harekatını izleyen Reuters haber ajansı muhabiri Fatih Sarıbaş ile Ajans France Press muhabiri Kadri Gürsel, Cizre-Nusaybin yolunu kesen PKK militanları tarafından kaçırıldı
  • 2000 - Resmi bir ziyaret için Hindistan'da bulunan Başbakan Bülent Ecevit, 16 yaşından beri bu ülkeyi ziyaret etmeyi düşlediğini belirterek, "Rüyalarım gerçek oldu" dedi.
  • 2005 - Makemake (cüce gezegen)Michael E. Brown liderliğindeki bir ekip tarafından keşfedildi.
  • 2008 - İtalyan sanatçı Pippa BaccaKocaeli'nin Gebze ilçesi Tavşanlı köyü yakınlarındaki ormanlık alanda ölü bulundu. Zanlı Murat K., Bacca'yı öldürdüğü iddiasıyla tutuklandı.
  • 2015 - Türkiye'de elektrik sistemi çöktü. 79 il genelinde 10 saate kadar uzanan kesintiler yaşandı.
  • 2015 - Berkin Elvan soruşturması Savcısı Mehmet Selim Kiraz Çağlayan Adliyesi'ndeki odasında terör örgütü DHKP-C üyeleri tarafından rehin alındı. Terör örgütü saat 15.36'ya kadar 5 talep için süre verdi. Savcı Mehmet Selim Kiraz adliyedeki odasında rehin alındı ve saatler sonra teröristlerce öldürüldü.
  • 2019 - 2019 Türkiye yerel seçimleri yapıldı.
  • 2020 - Koronavirüs salgını nedeniyle ekonomik olarak zor duruma düşen vatandaşlara yardım amacıyla Ankara ve İstanbul başta olmak üzere büyükşehir belediye başkanlarının başlattığı bağış kampanyaları, İçişleri Bakanlığı genelgesiyle yasaklandı. 11 CHPli belediyenin hesaplarının bloke konuldu. Cumhurbaşkanı 1 gün önce "Biz Bize Yeteriz Türkiyem" ilkesiyle 30 Mart 2020 tarihinde Milli Dayanışma Kampanyası başlatmıştı.

      ÖLÜMLER:

 

30 Mart 2022 Çarşamba

Kutup yıldızımız - BİRGÜN

 


Türkiye devrimci hareketinin önderlerinden Mahir Çayan ve 9 yoldaşı 50 yıl önce bugün Kızıldere’de katledildi. SOL Parti Başkanlar Kurulu Üyesi Önder İşleyen “On’lar fikirleriyle yaşayacaklar” dedi.

50 yıl… Konuşurken ağızdan üç hecede çıkıyor. Bugün, 30 Mart 2022. Kızıldere Katliamı’nın 50’nci yılı. 68 Kuşağı devrimci önderlerinin, Tokat Niksar’daki Kızıldere köyünde kerpiç evde, 30 Mart 1972’de katledilmelerinin üzerinden 50 yıl geçti. Kızıldere Katliamı’nda yitirilenler, bugün başta mezarları başında olmak üzere ülke genelinde anılacak. Bugün saat 13.00’te Rize’nin Ardeşen ilçesindeki Oce köyünde Cihan Alptekin’in mezarı başında anma yapılacak. Daha sonra Fındıklı’da Saat 15.00’te salon etkinliği gerçekleştirilecek.

Türkiye Halk Kurtuluş Parti Cephesi (THKP-C) ve Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO) önderleri Mahir Çayan, Hüdai Arıkan, Cihan Alptekin, Ertan Saruhan, Ahmet Atasoy, Sinan Kazım Özüdoğru, Sabahattin Kurt, Ömer Ayna, Nihat Yılmaz ve Saffet Alp… 10 devrimci o günlerde Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan için çıkarılan idam kararlarını engellemek için birisi Kanadalı, ikisi İngiliz üç teknisyeni kaçırırlar. 26 Mart günü gerçekleştirilen bu eylem ertesi gün İçişleri Bakanlığı’nca duyurulur.

10 devrimci ve katliamdan sağ kurtulan tek kişi olan Ertuğrul Kürkçü yanlarındaki teknisyenlerle birlikte Kızıldere köyü muhtarının evine sığınır. 29 Mart günü İçişleri Bakanı Ferit Kubat, Jandarma Genel Komutanlığı İstihbarat Başkanı General Vehbi Parlar, Samsun Jandarma Bölge Komutanı Albay Celal Durukan 29 Mart günü Kızıldere köyüne gider. Muhtarın evi komandolar tarafından kuşatılır. “Teslim olun!” çağrılarına karşı Çayan ve arkadaşları, “Teslim olmayacağız!” yanıtını verir. Köyü saran askeri birliğin komutanının, “İngilizlerin orada olduğuna inanmıyoruz” diye bağırması üzerine bir Kanadalı ve iki İngiliz pencereden gösterilir. Üç kişi evin çatısına çıkar. Mahir Çayan, Ertuğrul Kürkçü ve Saffet Alp… O sırada komandolar ateş etmeye başlar. Daha sonra ev büyük bir gürültüyle sarsılır. Ardından peş peşe havan mermileri atılır. Katliamdan sadece Ertuğrul Kürkçü sağ olarak kurtulur. 10 devrimci ve 3 teknisyen hayatını kaybetmiştir.


Kızıldere Katliamı devrimci önderlerin katledilmesi nedeniyle başta politik bir yenilgiymiş gibi algılandı. Ancak daha sonra yüz binlerce, milyonlarca genç, işçi ve köylü 10’ların yolundan yürüdü ve yürümeye devam ediyor.

ON’LARA BORCUMUZ VAR


Cihan Alptekin’in kardeşi Muzaffer Alptekin, Kızıldere’deki devrimci dayanışmaya dikkat çekiyor. “Önemli olan şu; On’lar bugün aslında çok fazla ihtiyaç duyduğumuz devrimci dayanışmanın yıldızı, örneği, öncüsü oldular” diyen Alptekin, bunun bugün için çok önemli bir ders olduğunun da altını çiziyor. Alptekin, şunları dile getiriyor: “Bu aslında bize bugün için iyi bir derstir. Cihan’ın söylediği, ‘Bir devrimcinin görevi faşizmin zindanlarından kaçmaktır’ ifadesiyle başlayan bir süreç. Mahir’in söylediği ‘Bir ülke faşizmin kuşatması altındaysa bütün güçler birleşmelidir.’ Kızıldere’den çok fazla ders çıkartılır. 68, 71, 72… Bugün biraz nefes alabiliyorsak onların sayesindedir. On’lara borcumuz var. O mücadeleyi bugün bağımsızlık, özgürlük, direnmek, teslim olmamak diye anlamlandırabiliriz. Aradan 50 yıl geçmesine rağmen Türkiye halkı devrimcilerini unutmadı, unutmuyor.”

SOL Parti Başkanlar Kurulu Üyesi Önder İşleyen: ON’lar fikirleriyle yaşıyor ve yaşayacak

Kızıldere’de kaybettiğimiz devrimci önderlerimizi sevgi ve saygıyla anıyoruz. Kızıldere’ye uzanan devrimci yolculuk dayanışmanın ve paylaşmanın devrimci güzelliklerinin içinde sınırsızca yeşerdiği bir miras bıraktı. Mahir ile Ulaş’ın unutulmaz kucaklaşmasına yıllar içinde kuşaktan kuşağa binlerce devrimcinin katılması de bu yüzdendir.

***

Tomris Uyar, Turgut Uyar’ı anlattığı söyleşisinde, onun yıllar sonra vücudunun çeşitli yerlerinde oluşan kırıkları iyileşmesi için hiçbir çaba sarf etmemesinin aslında kalbine ait bir kırıklık olduğunu söyler. Turgut Uyar, bir şair olarak eşlik ettiği devrimci mücadelenin o zor günlerinde kaybettikleri arkadaşlarının acısını bir anlamda kendisinden böyle çıkarıyor, kalbinin kırıkları dışa vuruyordu. Kızıldere’de, öncesinde ve sonrasında kaybettiklerimizle birlikte Turgut Uyar’ın kırılan kemiklerinin de dahil olduğu bir büyük devrimci tutkunun tarihidir bu. Kızıldere’nin, o fedakârlık kuşağının bugünün devrimciliğine en önemli çağrılarından birisi bu.

***

12 Mart ile 12 Eylül’lerde Amerika’nın arkasında olduğu CIA tezgâhlarında yetiştirilmiş milliyetçisi, siyasal İslamcısı tüm karanlık güçler birleşerek, bugün her yanımızı saran karanlığın taşlarını döşediler. 50 yıl sonra kurdukları rejim büyük bir çürümüşlük içinde çöküyor. Bütün ülkeyi de çürüterek yaşanan bu çöküşün karşısında devrimci sorumluluğumuz 50 yıldır parlayan devrimci yeniden kuruluş fikriyle bu karanlık ablukayı dağıtmak için mücadele etmektir.

Geçmiş devrimci hareketimiz böyle bir mücadelenin fikri mirasını içinde saklamaya devam ediyor. Mahir Çayan, tüm halkların özgürlüğünün emperyalizme ve emperyalizme bağımlılık içerisinde şekillenen faşist devlete karşı mücadelesinden geçtiğini savundu. Bu noktada, Mahir Çayan’ın en önemli fikri mirası emperyalizmle bütünleşmiş sömürü düzenine karşı mücadele çizgisidir. Ve bu çizginin en belirgin özelliği sınıflar mücadelesi doğrultusunda olmasıdır. Bugün bu karanlık rejimden çıkışın yolu da bu devrimci fikirlere dayanan sosyalist SOL bir mücadelede bulunabilecek.

50 yıl sonra Kızıldere’de katledilenlerin, Mahirlerin, Denizlerin gencecik insanların elinde yeniden doğumu, onların fikirleriyle nasıl canlı kaldıklarının bir kanıtı olsa gerek. Fikirleriyle yaşayacaklar!


Cebeci’de faşistlerden saldırı

Ankara Üniversitesi Cebeci Yerleşkesi’ndeki öğrenciler, Mahir Çayan ve yol arkadaşlarını Kızıldere’de katledilmelerinin 50’nci yılında anmak isterken saldırıya uğradı. Öğrencilere, özel güvenlik görevlileri ile ülkücüler saldırdı. Anma için toplanmaya başlayan öğrenciler okula pankart asmak istedi. Özel güvenlik görevlileri ile ülkücü öğrenciler pankart asmaya çalışan öğrencilere saldırdı. Okulda bıçaklı görüntüleri ortaya çıkan Muhammet Kenrü’nün de aralarında bulunduğu ülkücüler, öğrencileri, “Göndereceğiz sizi bu okuldan, teröristsiniz” diyerek tehdit etti. Güvenlik görevlileri bazı öğrencileri kollarından tutarak sürüklemek istedi. Öğrenciler, “Kızıldere son değil, mücadele sürüyor”, “Bu okuldan bir Mahir geçti, bin Mahir yetişiyor” sloganları atarken diğer ülkücüler tehdit ve hakaretlere devam etti.

BİRGÜN