12 Mayıs 2022 Perşembe

KISA KISA GÜNDEM (12 MAYIS 2022)

 


1-İlk başörtülü vali: Bakan Yardımcısı Kübra Güran Yiğitbaşı Afyonkarahisar        valisi oldu.(SOL)


Afyonkarahisar valisi olarak atanan Aile ve Sosyal Politikalar Bakan Yardımcısı Kübra Güran Yiğitbaşı ilk başörtülü vali olarak tarihe geçti.

AKP'li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın imzasıyla Afyonkarahisar valisi olarak atanan Aile ve Sosyal Politikalar Bakan Yardımcısı Kübra Güran Yiğitbaşı, Türkiye'nin ilk başörtülü valisi oldu.(Kübra Güran Yiğitbaşı kimdir?) 1979 Ankara doğumludur. Lisans eğitimini Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo, Televizyon ve Sinema Bölümü'nde bitirdikten sonra, İstanbul Ticaret Üniversitesi Uygulamalı Psikoloji Bölümü'nde "Baba Yoksunluğunun Çocuk Üzerindeki Etkisi" üzerine çalışma yapmıştır. Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü'nde, "İkna Edici İletişim Sürecinde Siyasal Mesaj Tasarımı" adlı teziyle doktorasını tamamlamıştır. Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü'nde araştırma görevlisi ve Dr. öğretim üyesi olarak görev yapmıştır. Lisans ve yüksek lisans düzeyinde; Araştırmacı Gazetecilik, Medya ve Sivil Toplum, Çocuk Yayıncılığı, Yaratıcı Yazarlık Atölyesi, İletişim Etiği, Medya ve Çocuk gibi dersler vermiştir. Üniversite bünyesinde Dekan Yardımcılığı, Fakülte Yönetim Kurulu ve Fakülte Kurulu üyeliği, Anabilim Dalı Başkanlığı, Kurumsal İletişim Koordinatörlüğü gibi idari görevlerde bulunmuştur. Çocuk Yayınları ve Dışa Açılım adlı kitabın yazarıdır. 2019 yılında Basın İlan Kurumu Genel Kurul temsilcisi olarak atanmıştır. Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı Bakan Yardımcısı olarak görevini sürdüren evli ve 3 çocuk annesi Kübra Güran Yiğitbaşı, Resmi Gazete'de yayımlanan kararnameyle Afyonkarahisar Valisi olarak atandı.

2- 6 taksiciden palalı sopalı saldırı: Öldü sanıp bıraktılar(SOL)

Olcayto Okur adlı yurttaş 6 kişilik taksici grubunun palalı ve sopalı saldırısına uğradığı iddiasıyla savcılığa suç duyurusunda bulundu.

Olcayto Okur ve arkadaşları 6 Nisan günü saat 23.30 sıralarında Samandıra Metro Taksi Durağı’ndan bir taksiye bindi. Olcayto Okur’un iddiasına göre, arkadaşının elindeki siyah poşeti alkol sanan Taksici, “Ramazan ayında alkol mü alıyorsunuz? İnin lan arabadan” diye bağırdı. Olcayto Okur ve arkadaşları da o taksiden inerek başka bir taksiye bindi.  Okur ve arkadaşları diğer taksiye bindikten sonra, kendilerini aşağı indiren taksiciden şikâyetçi olacaklarını söyledi. Ancak bindikleri taksinin şoförü, ilk taksicinin ağabeyi çıktı. Hürriyet'ten Özge Eğrikenar'ın  haberine  göre (https://www.hurriyet.com.tr/gundem/alti-taksiciden-musteriye-dayak-42060708), yeni bindikleri taksiciyle de tartışan arkadaşlar aşağı indi. Olcayto Okur bunun üzerine arkadaşlarından ayrılarak yol boyunca yürümeye başladı. Bu sırada da elinde sopa ve pala bulunan 6 taksicinin saldırısına uğradı. Başından ve vücudunun değişik yerlerinden aldığı darbelerin etkisiyle bilincini kaybeden Olcayto Okur’u taksici grubu, öldü zannedip olay yerinde terk etti. Kendine geldiğinde başından kanlar aktığını gören Okur, cebine baktığında cüzdanının olmadığını fark etti ve ambulansı arayarak yardım istedi. Olcayto Okur’un şikâyetinin ardından savcılık taksici kardeşler İrfan Karakaya ve Ayhan Karakaya hakkında ‘silahla yağma’ suçundan soruşturma başlattı. Diğer taksicilerin ise ifadeleri alındı. Soruşturma kapsamında ifade veren İrfan Karakaya, “Olcayto Okur ile arkadaşları araçta alkol içmek istedi. Ben izin vermeyince taksiden indiler, ben de aracımla başka bir yere gittim” dedi. Diğer şüpheli Ayhan Karakaya ise, “Şüpheliler diğer taksiciye küfrediyordu. Ben, ‘ben alkol içilmesine izin vermem’ deyince bana da hakaret ettiler. Arabadan indikten sonra üzerime yürüdükleri için kendimi savunmak amaçlı elimdeki sopayı salladım” dedi. Nöbetçi Sulh Ceza Hâkimliği, şüpheli Ayhan Karakaya’nın ‘silahla kasten yaralama’ suçundan tutuklanmasına karar verirken, diğer şüpheli İrfan Karakaya’yı yurtdışına çıkış yasağı ve imza atmak suretiyle serbest bıraktı.

3- Tuhaf hakem ataması: Ailece maç yönettiler (SOL)

Türkiye Futbol Federasyonu Merkez Hakem Kurulu (MHK), Belediye Derincespor ile Pendikspor arasında oynanan U17 Bölgesel Gelişim Ligi karşılaşmasına ilginç bir atama gerçekleştirdi. Odatv'de yer alan habere göre, Kocaeli bölgesinde ailece hakemlik yapan isimler bir maça atandı. Maçın orta hakemi ve yardımcı hakemlerinin bir aileden oluştuğu görüldü. Maçın orta hakemi Volkan Kırbaş olarak atanırken yardımcıları ise Mustafa Kırbaş, Bengünur Kırbaş, Muharrem Kırbaş oldu.

4- Resmi Gazete'de yayımlandı: Erdoğan'ın imzasıyla 20 ilin valisi değişti, 9 vali görevden alındı(Cumhuriyet)

Son dakika gelişmesi... Cumhurbaşkanlığı kararı ile bazı valilerin görev yerleri değişti. Atama kararnamasi ile 10 ilin valisi görevden alınırken; 9 ile yeni vali atandı. Erdoğan'ın imzasıyla yayımlanan kararda 20 ilin valisi de değişti.(https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/son-dakika-resmi-gazetede-yayimlandi-erdoganin-imzasiyla-20-ilin-valisi-degisti-1935072)



5-Bunun adı gaz değil borç sondajı(Hüseyin Şimşek-BİRGÜN)

TPAO’nun kamu ve özel bankalardan sondaj gemileri için 3 milyar 231 milyon dolarlık kredi kullandığı, bu kredilere faiz olarak yaklaşık yüzde 30 oranında 956 milyon dolar ödemeyi taahhüt ettiği ortaya çıktı.
(https://www.birgun.net/haber/bunun-adi-gaz-degil-borc-sondaji-387422)

6- İlk çeyrekte 24 milyar dolar müdahale satışı yapılmış! (BİRGÜN)

Doları dengede tutmak için yapılan müdahale amaçlı döviz satışları resmi makamlarca açıklanmasa da ekonomist Haluk Bürümcekçi'nin hesaplamalarına göre ilk çeyrekte net uluslararası rezervlerin artışında 24.3 milyar dolarlık eksik var. 

Dolar/TL’de bu hafta itibariyle 4.5 aydır aşılamayan duvar 15 lira sınırı geçildi. En son Aralık 2021’de 18.3 lirayı aşan dolar/TL ardından devreye giren kur korumalı TL mevduat başta olmak üzere önlemlerle gerilemiş bu yıl ise 15 liranın altındaki seyrini sürdürmüştü. Ancak dış etkiler, yüksek enflasyon, artan döviz ihtiyacıyla kur yönünü yeniden yukarıya çevirmiş görünüyor. Yıl boyunca talebin yüksek olduğu günlerde kamu bankaları ve Merkez Bankası’nın döviz satışı ile dengeleme çabasında olduğunu piyasa uzmanları sık sık tekrarlıyor ancak artık ne kadarlık bir satış yapıldığına dair resmi bir açıklama ise yapılmıyor.
Dünya’dan Şebnem Turhan’ın haberine göre, ekonomist Haluk Bürümcekçi tıpkı 2019 Mart ayında başlayan ve 128 milyar dolara kadar ulaşan rezerv erimesini takip ettiği gibi bu yıl yapılan değişimleri de verilerle ortaya koydu. Bürümcekçi’nin yaptığı hesaplamalara göre bu yılın ilk çeyreğinde yaklaşık 24 milyar dolar müdahale amaçlı satış yapıldı.Bürümcekçi, rakamların son aylardaki döviz akımlarının önemli bir kısmı Merkez Bankası'na yönlendirilmesine rağmen bununla uyumlu bir toplam ve net rezerv birikimi sağlayamadığını yansıttığına işaret ederek rezervlerin sahiplik durumu açısından da bir iyileşme sağlanamadığını vurguladı. IMF tanımlı net uluslararası rezerv için hesaplama yapan Bürümcekçi, reeskont kredileri, kur korumalı mevduatta döviz dönüşümü ve ihracat gelirinin belli yüzdesinin alınması başta olmak üzere rezervlere döviz girişi sağlandığını belirterek çıkışların ise KİT’lere satış, swaplar, Hazine işlemleri olduğunu belirtti. İhracat bedellerinin 18 Nisan’a kadar yüzde 25’inin Merkez Bankası’na satış zorunluluğu vardı. 18 Nisan’dan itibaren ise hem hizmet ihracatçıları sisteme dahil edildi hem de oran yüzde 40’a yükseltildi.(İHRACAT GELİRİ HARİÇ 17.1 MİLYAR DOLAR ARTMALIYDI)  Bürümcekçi’nin hesabına göre reeskont kredilerinden ilk çeyrekte 4.9 milyar dolarlık bir katkı sağlandı rezervlere. KKM’de dövizden dönüşten gelen miktar ise yaklaşık 28.6 milyar dolar seviyesinde. KİT’lere 12.8 milyar dolar döviz satılırken swaplardan 2.4 milyar dolar düşüş, Hazine işlemlerinden ise 1.2 milyar dolarlık azalma var. İhracat bedellerinin yüzde 25’i hariç tutulduğunda uluslararası net rezervlerin 17.1 milyar dolar ilk çeyrekte artması gerekiyordu. Ancak resmi verilere göre artış 7.8 milyar dolar seviyesinde gerçekleşti. Yani 9.3 milyar dolar daha az artış oldu. Buna Bürümcekçi yaklaşık olarak her ay 5 milyar dolar seviyesinde ihracat bedeli eklendiğinde artışın yaklaşık 32.1 milyar dolar olması gerektiğini yani bunun da 24.3 milyar dolarlık fark yarattığını vurguladı. Hesap bize yaklaşık olarak 24.3 milyar dolarlık rezervin kamu bankaları eliyle veya Merkez Bankası tarafından döviz piyasalarına müdahale için kullanıldığını gösteriyor. Bürümcekçi bir çok verinin şeffaf olarak açıklanmadığı için hesaplamalarda hata payı olabileceğine de işaret etti. Bürümcekçi, talebin fazla olduğu günlerde karşılamak için satışların yapıldığını dile getirerek bu yapılmasaydı dolar/ TL’deki seviyenin çok daha yüksek olacağını vurguladı.

7- Bakanlık’tan, Bakan’ın orman talanına onay(Bilal Çelik-BİRGÜN)

Kültür Bakanı Nuri Ersoy, 25 dönüm ormanlık araziyi talan etmek için kendi şirketine onay verdi.Kültür ve Turizm Bakanlığı, Bakan Ersoy’un ana hissedarı ve yöneticisi olduğu şirketinin Türkbükü’nde yapacağı 5 yıldızlı tatil köyü projesine 25 bin metrekarelik orman arazisinin dahil edilmesine onay verdi. Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy'a ait Ersoy Otelcilik, Aralık 2020’de Muğla’da Bodrum Hilton Türkbükü Otel’i bünyesinde bulunduran Azerbaycan merkezli ISR Holding’in bir şirketi olan ISR Turizm’i satın aldı. Satın alınan ISR Holding’in ismini 15 Ocak 2021’de MRA Turizm ve Otel İşletmeciliği A.Ş. olarak değiştirdi. Şirketin devriyle otel satın alındıktan sonra yıkıp yerine 5 yıldızlı tatil köyü yapılması kararı alındı. Bakan Ersoy’un ana hissedarı ve yöneticisi olduğu şirket, 115 bin metrekarelik alana bitişik 25 dönüm arazinin tahsisi için Kültür ve Turizm Bakanlığı’na müracaat etti. Orman vasfındaki hazine arazilerini tahsisinde sakınca görmeyen bakanlık, 24 Eylül 2021 tarihinde gereken onayı verdi. Yani Bakan Ersoy’un başında olduğu Kültür ve Turizm Bakanlığı, yine Ersoy’un yönetimindeki şirkete 25 dönümlük hazine arazisini tahsis etmiş oldu. Tahsis edilecek 25 bin metrekarelik bu alanda ise 120 odalık bir blok inşa edilecek. Proje tanıtım dosyasındaki bilgilere göre; işlemlerin ardından 3 milyar 678 milyon lira tutarındaki 5 yıldızlı dev tatil köyü projesi için ÇED süreci başlatılırken, verilen ön onayla birlikte 307 oda ve 870 yataklı tesisin önünde engel de kalmadı. Diğer yandan, internet üzerinde 2022 yazında hizmete açılacağı duyurulan ve tanıtımları aylar önce başlayan turizm yatırımı için hazırlanan ÇED dosyasındaki görsellerde otel inşaatında ise sona gelindiği ortaya çıktı.

8- Son Dakika: Rusya’dan Finlandiya’nın NATO’ya katılma isteğine yanıt(Cumhuriyet)

Finlandiya Cumhurbaşkanı Sauli Niinisto ve Başbakan Sanna Marin, Finlandiya'nın NATO'ya katılma başvurusunu "gecikmeden" yapması gerektiğini belirtirken, Kremlin ise Finlandiya'nın NATO üyeliğinin Rusya için "kesin bir tehdit" oluşturacağını ifade etti.
(https://www.cumhuriyet.com.tr/dunya/son-dakika-rusyadan-finlandiyanin-natoya-katilma-istegine-yanit-1935220)

9-Gültekin Uysal, Süleyman Soylu’nun Demokrat Parti’den ihraç sürecini anlattı(BİRGÜN)

İçişleri Bakanı Süleyman Soylu'nun Demokrat Parti'den ihraç süreci hakkında konuşan Demokrat Parti Genel Başkanı Gültekin Uysal, "Sayın Soylu zaman zaman iktidarın FETÖ dediğimiz yapının da operasyonel kiralama yöntemiyle farklı farklı siyasi geleneklerden toplumsal meşruiyetlerini artırmak için o propaganda sürecinde yer aldı" ifadelerini kullandı. 
Demokrat Parti Genel Başkanı Gültekin Uysal, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu'nun 2010 yılında Demokrat Parti'den ihraç sürecini anlattı. Uysal, "Sayın Soylu zaman zaman iktidarın FETÖ dediğimiz yapının da operasyonel kiralama yöntemiyle farklı farklı siyasi geleneklerden toplumsal meşruiyetlerini propaganda güçlerini artırmak için o propaganda sürecinde yer aldı" diye konuştu. Halk TV'de Sözüm Var programına katılan Uysal'a Soylu'nun FETÖ gerekçesiyle Demokrat Parti'den ihraç edilip edilmediğini soruldu.('PROPAGANDA SÜRECİ İÇİNDE YER ALDI') Uysal şu yanını verdi: "Sayın Soylu 2010 yılıydı zannederim. Sayın Cindoruk'un genel başkan olduğu dönemde böyle bir süreç işledi. Biz o referandumun karşısındaydık. Sayın Soylu zaman zaman iktidarın FETÖ dediğimiz yapının da operasyonel kiralama yöntemiyle farklı farklı siyasi geleneklerden toplumsal meşruiyetlerini propaganda güçlerini artırmak için o propaganda sürecinde yer aldı. Kendisi öyle tercih etti. Sonrasında da Adalet ve Kalkınma Partisi'ne katıldı.("SOYLU PARTİSİNİN REFERANDUM KARARINA UYMAMIŞTI") 12 Eylül 2010’da yapılan referandumda o dönemki partisinin 'hayır' oyu kararına uymayan Soylu, durumun 'hukuksuz' olduğunu söylemişti. Kapatılan Zaman gazetesinin arşivlerdeki haberine göre Soylu, konuya ilişkin şöyle konuşmuştu: "Despotik darbeci mantığı reddettiğim için 'evet' diyorum. Yıllarca bu ülkeyi bu anlayışla idare ettiler. Benden olmayanı ötekileştirme anlayışını benimsediler. 12 Eylül 2010'da beni partiden ihraç eden zihniyet tasfiye edilecektir. Anlıyorum ki bu hayır misyonunun kurucu babası malum sokağında rahat etmiştir. Bir parti tüzüğünü yazmayı dahi beceremeyen ve defalarca Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'ndan ihtar alan anlayış beni ihraç etmiştir. 12 Eylül'den sonra da 27 Mayıs'ın zihni takibini gerçekleştiren bu anlayıştan hesap sorulacaktır."

10-Kuzey Kıbrıs basını: Faiz Sucuoğlu AK Parti'nin hedefinde (Nikolaos Stelya-duvaR)

Kuzey Kıbrıs'ta hükümet kurma görevini yeniden 

üstlenen Başbakan Faiz Sucuoğlu'nun Ankara'nın

hedefinde olduğu, Sucuoğlu'nun Türkiye'deki 

seçimleri beklediği yönünde iddialar Türk 

basınında yer aldı.


11-Yeni vali atamalarında Nesin Vakfı ayrıntısı! (Şeyda Öztürk-Cumhuriyet)

Valiler kararnamesi, AKP'li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan imzası ile Resmi Gazete’nin bugünkü sayısında yayımlandı. Vali olarak atananlar arasında dikkat çekici isimler yer alıyor. 
AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın imzasıyla Resmi Gazete’de yayımlanan atama kararıyla 20 ilin valisi değiştirildi, 10 ilin valisi ise görevden alındı. Söz konusu kararla bazı valiler görevden alındı, bazılarının ise görev yerleri değiştirildi. Vali olarak atananlar arasında dikkat çekici isimler yer alıyor. Bunlardan bir tanesi de Bolu Valisi olarak atanan Erkan Kılıç. Söz konusu isim geçen günlerde Nesin Vakfı’nın hesaplarına  bloke konulmasıyla gündeme gelen Sivil Toplumla İlişkiler Genel Müdürlüğünde 2018’den beri Müdür Vekili olarak görev yapıyordu. Vakfın hesabına bloke konduğu tarih 5 Nisan 2022 olarak biliniyor.


Taklitçilik çare mi? + Bir kez daha ‘Sığınmacılar ve göçmenler sorunu’ üzerine - Ergin Yıldızoğlu / Cumhuriyet

 


Taklitçilik çare mi? 

Bu soru hemen her seçim döneminde, CHP’nin bağlamında, karşımıza geldi. İmamoğlu’nun Karadeniz gezisi, o “garip fotoğraf” da bu soruyu anımsattı. Mart ayında, Political Science Research and Methods (Siyaset Bilimi Araştırmaları ve Yöntemleri - Cambridge University Press) dergisinde yayımlanan bir araştırma, 12 Batı ülkesinin 1970’lere kadar uzanan deneyimlerine baktıktan sonra bu soruya verdiği cevap olumsuz.

SAĞ YÜKSELİRKEN, ‘MERKEZ’...

Merkez sol’un (III. Yol) neoliberalizmi benimsemesinden sonra, ana akım partilerin arasındaki fark kaybolurken seçimlere katılım oranı düşmeye, seçmenin siyasete ilgisi, demokrasiye güveni azalmaya başladı.

Merkez sağ ve sol partilerin liderlikleri, aralarındaki farkları bulup seçmene sunmaya çabalarken birbirini izleyen finansal krizlerin, yoksullaşmanın ve “göçmen krizlerinin” etkileri altında, tüm merkez partilerini, yönetici “seçkinleri” hedef alan, medyada da “popülizm” olarak tanımlanan yeni bir akım şekillenmeye başladı. Bu akımın ilk önce Tunus ayaklanması, Tahrir Meydanı, “meydan işgalleri”, “Gezi olayı” gibi sol (özgürlükçü, kapitalizm karşıtı bir damarı da içeren) bir kanadı dikkat çekti. Sonra da ırkçı, milliyetçi, göçmenlere düşman, kadın ve LGBTQ haklarına karşı bir kanadı “süreç olarak faşizmin” ana damarı olarak gelişmeye başladı. 

Uzun süredir ana akım (merkez sağ ve merkez sol) partiler hemen her ülkede değişik derinlikte krizler yaşıyorlar. “Merkez sol” merkez sağın, merkez sağ yeni-faşizmin programını, siyaset tarzlarını, özellikle ırkçılık ve göçmenler sorunu, yasa ve kamu düzeni alanlarında taklit ederek ayakta kalmaya çalıştığı görülüyor. Ülkelerin siyasi ortamı da böylece sağa kaymaya devam ediyor. Ana akım partiler, krizlerini aşmaya çalışırken “süreç olarak faşizmin” değirmenine su taşıyorlar. 

Popülizm olarak anılan akımın sol kanadı, bunun Syriza, Podemos, İngiltere’de Corbyn gibi örnekleri ise bu yeni sürece uyum sağlamakta, “süreç olarak faşizmin ilerleyişini durduracak” bir gücü inşa etmekte başarılı olamadılar.

GERİ TEPEN BİR POLİTİKA...

Genel olarak gözlemler, ana akım partilerin bu taklit politikalarının işe yaramadığını, aksine “yeni faşizmi” besleyen ideolojik kültürel ortamı desteklediğini gösteriyordu. Yukarıda değindiğim araştırmanın bulguları, bu gözlemleri, ayrıntılı biçimde destekliyor. Merkez sol, kutuplaşmadan, sağı taklit ederek kaçmaya çalışırken süreç olarak faşizm, kutuplaşmayı saflarını güçlendirmek için kullanıyor.

ABD’de Trump, İngiltere’de Brexit, Almanya’da 2018’de Bavaria Eyalet seçimleri, Fransa’da, ancak derme çatma bir ittifaka dayanarak kazanabilen Macron, yukarıdaki gözlemlere örnek oluşturuyorlar. Bu bağlamda, faşist Le Pen’in partisi örgüt, ideoloji ve kitle tabanı açısından tutarlı bir seçenek sunuyor. İspanya’da Vox, Portekiz’de Chega kutuplaşmadan yararlanarak güçleniyor. 

Türkiye’de CHP’nin, kendi doğal tabanını birleştirmeye çalışmak yerine, siyasal İslamın tabanını kazanma çabaları bugüne kadar sonuç vermedi. Aksine CHP, kendi, cumhuriyetçi, halkçı, laik geleneğinden uzaklaştı, siyasal İslamın 20 yılda inşa ettiği düzeni, Kürt sorununun çözümsüzlüğünü veri kabul eden, yalızca yürütmenin biçimini değiştirmeyi düşünen bir siyasi çizgi izlemeye başladı. Bu sürecin son aşamasında ortaya çıkan İmamoğlu’nun Karadeniz gezisi ve ardından gelen eleştiriler karşısında takındığı tavır, onun, siyasal İslamın liderinin, eril otoriter tarzını da benimseyerek bu hep geri tepen süreci biraz daha ileri götürmeye niyetli olduğunu gösteriyor. 

İmamoğlu, “merkez sol”dan gelen bir siyasetçi değil. O nedenle, “Acaba nereye kadar” sorusu korkutuyor.

                                                           ***

Bir kez daha ‘Sığınmacılar ve göçmenler sorunu’ üzerine 

Bu konuya ilk değindiğimde (16/08/2021) “Rejimin ülkeyi yangın yerine çevirme pahasına ayakta kalma manevraları… göçmenler ve sığınmacılar sorunu üzerinden devam ediyor” saptamasından sonra, kimi noktaları vurgulamaya çalışmıştım.

Örneğin, Türkiye’de, “göçmenler ve sığınmacılar” olgusunu, ırkçı-sömürgeci tarihe sahip emperyalist ülkelerdeki tepkileri, tartışmaları adeta şabloncu bir mantıkla yeniden üreterek değil, “somut durumun somut-bağlamına oturtulmuş tahlili” içinde, ulus, devlet ve “bağımlı ülke” gerçeğini hesaba katarak düşünmek gerekir. Dünya görüşü, hümanizma, demokrasi ve birey, özgürlükler gibi modernite ve uluslaşma sürecinin ürünü kavramları içermeyen AKP rejiminin sığınmacılar sorununu yaratmaya devam etmesinin arkasındaki mantığı anlamaya çalışmak gerekir. Bu sorun, Batı’ya karşı bir pazarlık aracı edinmek arzusunun yanı sıra, bir türlü boyun eğdiremediği cumhuriyetçi seküler bir kesime karşı silah olarak kullanılmak amacıyla üretilmiştir. “Sığınmacılar” salt biyolojik varlıklarına, niceliğe indirgenemezler. Karşımızda, kültürleri, siyasi eğilimleri, arzuları da göz önüne alarak düşünülmesi gereken bir sorun var.

Aradan geçen zaman içinde “sorunun” ve dinci-ırkçı faşizmin provokasyonlarının çapı daha da büyüdü. “Ana akım muhalefet” artık İslamcı “düzeni”, otoriter dili veri alıyor. Bu “kabullenmenin” yanına şimdi bir “mutabakat” eklendi: “Herkes”, özellikle hayat pahalılığından bunalan orta sınıflar, bu sorunu yaratan rejimi unutarak “Suriyeli düşmanlığı” ve kime yöneltildiği belirsiz bir “geri gönderin” talebi üzerinde birleşmeye, düzenin temsilcileri de bu talep ile oynamaya başladı. Süreç olarak faşizmin dinci ve ırkçı dinamikleri hızlandı.

Buna karşılık, “somut durumun somut tahlili” içinde, ulus devlet, “bağımlı ülke” ve “süreç olarak faşizm” gerçeğini hesaba katarak düşünmeyi başarabildiğimizi söyleyemiyorum. Teorik ve etik olarak “güvenli limanlarda” kalabilmek için sorunun karmaşıklığını yadsıma eğilimi, “Bunlar en çok sömürülen, en alttaki katmanı oluşturan sınıf kardeşlerimiz. Ortak sorunlar etrafında ortak mücadele ve dayanışmanın yollarını aramak gerekir” gibi “mükemmel” ve tam da “güzel ruha” yakışır bir formül hâlâ yaygın.

ORTAK SORUNLAR AMA…

Bu “mükemmel” saptama ne gelişmiş ülkelerde ne de Türkiye gibi ülkelerde, sol ile işçi sınıfının yerli ve göçmen tabakaları arasındaki ilişkilerin gelişmesine, bir ortak mücadele zemininin inşasına hizmet etti. “Ortak sorunlar” var ama taraflar bu “ortak sorunları”, aynı, dolayısıyla, ortak davranmalarına izin verecek biçimde algılamıyorlar. Bu algılama farkı da iki kesim arasındaki, kültürel (ayrıcalık, dil, tarih, etnisite, din, cinsellik anlayışı gibi...) farklılıklar aşılamadığından, bir ortak iletişim ve diyalog alanı yaratılarak ortadan kaldırılamıyor. Ne yazık ki akla uygun olan, “gerçek” olmayabiliyor.

Sol, dünyayı (karşısındaki sorunu), ona müdahale etmesine, değiştirmesine olanak verecek biçimde tanımlamayı bir türlü başaramıyor. Sol, “güvenli bir söylemin içinde” yaşamaya çalışırken, karşısına gelen savaşları, pratikte kaybetmeden önce, simgeselde (söylemde) kaybetmeye devam ediyor.

Diğer taraftan, verili “durum” içinde bazı sorunların çözümleri olmayabilir. Bu koşullarda, siyasi faaliyetin eksenini “durumu” yaratan “şeyin” merceğinden bakarak kurmaya çalışmak gerekir. Bu sorun neden var? Nasıl oluştu? Kim araçsallaştırıyor? Cevapların kesiştiği yerdeki “şey”den kurtulmak, bizi hızla söz konusu sorunun çözümünü bulmaya götürebilir. Ancak çözümü pratiğe geçirebilecek bir “güç” de oluşmaya başlamalıdır. 

Ergin Yıldızoğlu / Cumhuriyet

Genelkurmay Başkanı’na ‘kişiye özel’ mektup - Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

 


Her şey başka türlü olabilir miydi? Elbette ama başka şartlar altında…

Sami Menteş’le birlikte hazırladığımız "Size Yalan Söylediler" kitabı geçen 28 Şubat’ta çıktı. Kitabın ardından davadaki hukuksuzluklar daha da konuşulur oldu. İşte tam da bu noktada cezaevinden bir mektup aldım. Emekli Orgeneral Çetin Doğan’ın imzasını taşıyor. Konusu, kitaptaki bir detaya dayanıyor.

Teamüllere aykırı olarak, 2013 yılında Genelkurmay Adli Müşavirliğe getirilen Muharrem Köse’nin, 28 Şubat davasına nasıl yön verdiğini, kitapta anlattık. 15 Temmuz’dan sonra, FETÖ gerekçesiyle hüküm giyen Köse, kumpas davalarının TSK’daki ayağı gibiydi.

İşte Çetin Doğan, kitaptan sonra, bugüne kadar paylaşmadığı bir detayı mektupta anlatıyordu:

"Kitabınızda yer alan anekdot bana, 2013 yılında, Sincan Cezaevi’nde iken, el yazısı ile, dönemin Genelkurmay II. Başkanı Sayın Yaşar Güler’e yazdığım ‘kişiye özel’ mektubu anımsattı."

Güler’in bugün Genelkurmay Başkanı olması, mektubu daha ilginç kılıyordu:

"Mektubun içeriğinde, Genelkurmay Adli Müşavirliği’nin Savcı Bilgili ile işbirliği yaptığını, bazı belgelerin tahrif edildiğini, belgelerle kanıtlayarak, durumu doğrudan incelemesini rica etmiştim."

Peki, mektubun akıbeti?

Doğan şöyle yanıt vermiş:

"Kısa bir süre sonra, mektubu götüren avukat, Genelkurmay Adli Müşavirlik’ten aranarak görüşme talep edilmişse de sonradan görüşmeden imtina ediliyor."

Peki, Doğan’ın Güler’e ilettiği o mektupta ne yazıyordu?

KİŞİYE ÖZEL MEKTUP

Neyse ki örneği bir yerlerde saklanmıştı.

30 Aralık 2013 tarihli mektup, "Değerli Paşa Kardeşim" hitabıyla başlıyor ardından bir sitem içeriyordu:

"Yüzlerce muvazzaf ve emekli Türk subaylarının yargılandığı ‘yüce’ Türk yargısının düştüğü halleri gördükçe, ‘iş adalete intikal etti biz müdahil olmayalım’ söylemine hala sıkı sıkıya bağlı olduklarını söyleyenlere söz bulmakta zorlanıyorum. Bununla beraber, hukukun hiç geçerli olmadığı görülen siyasi davalar ve davalılarla araya mesafe koyup, ‘tarafsızlığını’ ilan eden kurum ve kişilerden bir beklenti içerisinde olmadığımı özellikle belirtmek isterim."

Çetin Doğan, emekli bir orgeneral değil, sıradan bir vatandaş olarak yazdığını söylediği mektupta, Yaşar Güler’e, Genelkurmay Adli Müşavirliği’nin kuşkulu durumunu aktarmış. Meselenin hassasiyeti nedeniyle, kuruma değil, "kişiye özel" mektup yazdığını söyleyen Doğan’ın satırlarının sonunda şöyle bir not var:

"Yarın parmaklıklar ardında 5. Yılbaşını kutlayacağım. Doğrusu bu, bana ‘şaka’ gibi geliyor. Umarım, yurtseverlerin yakılarak tüketilen ömürleri, ülkemizi aydınlık yarınlara taşır."

Doğan, mektubu ekinde 11 sayfalık bir de bilgi notu da hazırlamış. Bu bilgi notunda 28 Şubat davasına konu olan dijital belgelerdeki sahtelikleri anlatırken, Genelkurmay Adli Müşavirliği’nin bunun açığa çıkmaması için nasıl çabaladığına örneklerle yer verilmiş.


AKAR’A DA ANLATILDI

Bugünkü Genelkurmay Başkanı’na 17-25 Aralık’ın hemen ardından yazılan mektuptaki ipin ucu çekilseydi, belki de 15 Temmuz hiç olmayacaktı. Zira, darbe girişimine giden süreçte, Genelkurmay’daki aynı ekip, benzer bir şey yaptı. Kumpas davalarda, sanıklar aleyhine nasıl çalıştıysa, TSK’daki FETÖ’cülerin soruşturmalarında bu kez şüphelileri korudu.

Sadece Güler değil…

Kitapta Müyesser Yıldız’dan aktardığımız bir bölüm de var:

"2015 yılının sonbahar aylarında, Hulusi Akar Genelkurmay Başkanıyken, GATA’ya gitti.

Hastanede tedavi gören komutanları ziyareti sırasında 28 Şubat davasının sanıklarından biriyle karşılaştı. Sanık komutan, davadaki hukuksuzlukları, yaşananları Hulusi Akar’a anlattı. Bununla da kalmadı Genelkurmay’dan savcılığa ve mahkemeye yanlış bilgi ve belgeler gönderildiğini söyledi. Komutanın anlattıkları karşısında, Hulusi Akar, davayı iyi bilen birisinin Genelkurmay’a gelip kendisini bilgilendirmesini istedi. Davanın sanıklarından olan komutan da bir avukatın ismini verdi."

Avukatın Karargah ziyareti, orada Akar’la görüşmeyi beklerken FETÖ’den tutuklanan Muharrem Köse’nin de aralarında bulunduğu askerlerce karşılanması ve en nihayetinde Akar’la 17 dakikalık görüşmenin sonucu yer alıyor. Avukat Akar’a, TSK içinde FETÖ’nün takibini sağlayacak ipuçlarını, davadaki sahte belgeler üzerinden anlatıyor. Gelgelelim o talepler de karşılıksız çıkıyor.

İster 28 Şubat davası isterse Gezi ya da diğerleri…

FETÖ’nün iktidarla hesaplaşma dosyaları birer birer kapatılırken, bu davalar sürdürüldü. Halen hapiste olan Çetin Doğan’ın yıllar sonra ortaya çıkan mektubu gösteriyor ki "aynı menzile yürümek" yerine, kumpas davalarının ipucu takip edilseydi ne 15 Temmuz ne devamı yaşanacaktı. Birileri bu sonucu, belki de bile isteye, bütün ülkeye yaşattı. Yol gösteren Doğan gibi askerler ise halen hapiste.


Dünün öyküsünü bugün okuyoruz ya. Belki yarın da bugüne bakacak, "yaşadığımız gibi değilmiş" diyeceğiz.

Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

Sınıfa saldırı sürüyor: İşçi sınıfı 12 Eylül'den beri hangi hakları kaybetti? - ALPASLAN SAVAŞ / SOL

 İşçi sınıfı uzun yıllar büyük mücadelelerle elde ettiği hakları 12 Eylül'le başlayan ve AKP'ye uzanan süreçte yaşanan ağır saldırılar sonrası kaybetti. soL sınıfa saldırının dökümünü çıkardı.


Hayat pahalılığı ve krizin her geçen gün derinleştiği Türkiye'de emekçiler çok büyük bir yoksullukla karşı karşıya. Patronların kuralsız saldırısı tüm acımasızlığıyla sürerken, işçi sınıfı bu yılın başında kıpırdanmaya başlamış, birçok farklı sektörde patronların saldırılarına direnişle karşılık vermişti.

Bu tablo sonraki sürece dair umutlu bir bakiye bırakırken, soL sınıfa saldırının bu kadar pervasızlaşmasına giden yolun ve adımların dökümünü çıkardı.

İşçi sınıfının büyük mücadelelerle elde ettiği, kazandığı birçok hak 12 Eylül ve Özal'la başlayan, Erdoğan'la devam eden süreçte gasp edildi.

soL yeni mücadele döneminin öncesinde bu saldırı ve gasp edilen hakların dökümünü çıkardı...

'Sürekliliğin en açık izlenebildiği başlık Türkiye’de işçi sınıfının kaybettiği haklar'

12 Eylül darbesinin üzerinden 42 yıl geçti. Bugünden bakıldığında darbenin Türkiye siyasetinde ve toplumsal yaşamda olumsuz pek çok dönüşüme yol açtığı açık. Cemaatlerin devlet içine yerleşmesi, dinciliğin toplumu kuşatması, başta eğitim ve sağlık olmak üzere tüm kamusal hizmetlerin piyasalaştırılması, bazen emperyalist ülkelerle işbirliği ile bazen Osmanlıcılık hevesleriyle ülkenin bölgedeki kanlı hesaplaşmaların parçası haline gelmesi 12 Eylül darbesinin ekonomik ve politik hedefleri arasındaydı. Bu açıdan yirmi yıllık AKP iktidarı 12 Eylül darbesinin hedeflerine ulaşmasında en başarılı iktidar oldu. Bu açıdan 12 Eylül cunta yönetiminden, Turgut Özal’ın ANAP’ın tek parti iktidarına, sonraki koalisyon hükümetlerinden AKP’nin uzun iktidar dönemine uzanan bir süreklilik var. Bu sürekliliğin en açık izlenebildiği başlık ise bu süre zarfında Türkiye’de işçi sınıfının kaybettiği haklar.

Darbenin ilk gününden buyana Türkiye işçi sınıfına yönelik saldırıyı ve kaybedilen hakların ayrıntılı bir dökümünü soL Haber okurları için çıkardık:

Patronlar istedi cunta yerine getirdi

12 Eylül darbesinin Türkiye sermaye sınıfının ihtiyaçları doğrultusunda yapıldığı biliniyor. Kenan Evren’in darbeden sonra yabancı basın mensuplarının da aralarında bulunduğu gazetecilerin soruları yanıtladığı ilk basın toplantısında kendisine ekonomik istikrar programının uygulanmaya devam edip etmeyeceğini soran yabancı gazeteciye verdiği yanıt bu açıdan son derece açıklayıcıdır:

“Bir program tespit edilmiş ve bir yola girilmiş. Bu yolda yürünüyor. Bu yolda çıkacak ufak tefek engellerin aşılması için gayret sarf edilecek. Ama büyük bir engel, karşımıza bir duvar çıkmadığı sürece bu ekonomik programdan ayrılmayacağız. Alınan bu tedbirlerin aksayan tarafı olursa bunların giderilmesi için her türlü gayret sarfedilecek.”- 16 Eylül 1980 tarihli basın toplantısı.

Sözü edilen program “24 Ocak Kararları” olarak bilinen ve 1980 yılında yürürlüğe konan yeni liberal politikaydı. Politikanın hedefi krizdeki Türkiye kapitalizmini ihracata dönük bir sanayileşme modeliyle uluslararası rekabete açmak idi. Teknolojik altyapısı zayıf, ithal ikameci modelle ilerlemiş Türkiye ekonomisinin uluslararası piyasalarda rekabet edebilmesi için oynayabileceği tek değişken işçilik maliyetleriydi. Kamu ve sosyal harcamaların azaltılması, Türk Lirasının değerinin düşürülmesi, iç piyasada fiyat denetimi dahil her türlü korumacılığın kaldırılması gibi uygulamalar da dolaylı olarak işgücü maliyetini düşürecekti. İşçi sınıfını örgütlü, işyeri, sektör ve ülke çapında haklarının gelişkin olduğu durumda bu programın hayata geçme şansı bulunmuyordu. Nitekim Kenan Evren, bu ilk basın toplantısında “ima ettiği” bu hedefi, darbeden on bir yıl sonra verdiği bir başka demeçle bu kez çok daha açık ifade etti:

“Eğer 24 Ocak kararları denen kararların arkasından 12 Eylül dönemi gelmemiş olsaydı, o tedbirlerin fiyaskoyla sonuçlanacağından hiç şüphe yoktu. Böyle sıkı bir askeri rejim sayesinde o tedbirler meyvesini vermiştir”- 9 Ocak 1991, Milliyet

İşçi örgütlerini kapatarak işe başladılar

Patronlar için işçilik maliyetlerini düşürebilecekleri ortamın yaratılmasının en hızlı yolu, işçi sınıfının örgütlülüğünün dağıtılmasıydı. DİSK ve bağlı sendikalar kapatıldı. Kalanlar için sendikal faaliyet durduruldu. Devam eden tüm grevler yasaklandı. Bu yasak üç yıl kesintisiz devam etti. Toplu sözleşme hakkı askıya alınarak tüm sözleşmeler Yüksek Hakem Kurulu tarafından belirlendi. Sendikacılar, işçi temsilcileri tutuklandı, işkencelerden geçti. Pek çoğu idamla yargılandı. DİSK ve bağlı sendikaların süren davaları 11 yıl sonra beraatla sonuçlandı ancak bu süre zarfında işyerlerindeki örgütlülük ya dağılmış ya da patronların-hükümetlerin kontrolü altındaki sendikalara geçmişti.

İlk kalıcı darbe kıdem tazminatına

Kıdem tazminatı, 1936 yılından itibaren çeşitli biçim ve miktarda var olan bir hak olarak bugün de devam ediyor. Patronların sürekli “kurtulmak” istediği bu önemli işçi hakkında, 12 Eylül’den hemen sonra değişiklik gündeme geldi. 17 Ekim 1980 tarihinde yapılan yasal düzenlemeyle kıdem tazminatına tavan uygulaması getirildi. Buna göre kıdem tazminatı asgari ücretin 7,5 katı ile sınırlandırıldı, buna uymayanlar için hapis ve para cezası getirildi. Daha sonra yapılan bir başka değişiklikle tavan daha da düşürülerek en yüksek devlet memurunun bir yıllık hizmeti için alacağı emeklilik ikramiyesi tutarıyla sınırlandırıldı. Kıdem tazminatında tavan uygulaması 12 Eylül’den buyana uygulanıyor.

İkinci darbe ikramiyelere

12 Eylül’ün işçi ücretlerine yönelik ikinci büyük saldırısı ikramiyelerin kısıtlanması oldu. 17 Nisan 1981 tarihinde resmi gazetede yayınlanan yasa değişikliği ile işçilerin toplu iş sözleşmeleri yoluyla alabilecekleri ikramiye sayısı en çok dört olarak belirlendi. Oysa o zamana kadar pek çok işyerinde sözleşmelerde işçiler 8 ikramiyeye kadar hak elde edebiliyorlardı. Bu düzenleme de hala geçerliliğini koruyor. Bugün de toplu iş sözleşmelerinde işçiler için dörtten fazla ikramiye yer alamıyor.

Patronlara lokavt hakkı (!) işçilere grev yasakları

12 Eylül’ün 1982 Anayasası işçilerin grev hakkını büyük ölçüde kısıtlamakla kalmadı, patronların talepleri arasında yer alan lokavtı Anayasa maddesi olarak düzenledi. Anayasanın hemen ardından, 1983 yılında yürürlüğe giren sendika, toplu iş sözleşmesi ve grev konularını düzenleyen iki ayrı yasa ile işçilerin sendikal hakları büyük ölçüde geri alındı.

12 Eylül’den 23 yıl sonra. Bursa Demirtaş Organize Sanayi Bölgesi’nde sendikalaştıkları için işten atılan işçilere jandarma müdahalesi/ (2003)

12 Eylül'den sonra kısıtlanan işçi hakları

1982 Anayasası ile daha sonra pek çok kez değiştirilen ancak ilk halindeki temel yasaklayıcı düzenlemelerine dokunulmayan 1983 tarihli 2821 sayılı Sendikalar Kanunu ile 2822 sayılı Toplu İş Sözleşmesi ve Grev ve Lokavt Kanunu, bugüne kadar devam eden pek çok hak kaybına neden oldu. Bunlar arasında şu kayıplar yer alıyor:

  • Sendika kuruluşları sınırlandırıldı ve faaliyetleri zorlaştırıldı. Tek tip işkolu sendikası dışında sendika biçimleri engellendi.
  • Kamu emekçilerinin sendika yasağı uzun yıllar devam etti. Daha sonra çıkarılan yasal düzenlemeyle memur sendikaları hukuki statü kazandı ancak grev hakkı tanınmadı.
  • Sendikaya üyelik ve üyelikten ayrılma noter şartına bağlandı. Dünya üzerinde başka örneği olmayan bu uygulama 2013 yılına kadar tam 33 yıl devam etti. Noter şartının kaldırılmasının ardından bir başka kontrol biçimi olan sendika üyeliği ve istifası için e-devlet uygulaması şartı getirildi.
  • İşçilerin toplu iş sözleşmesi hakkına ulaşımı zorlaştırıldı. Bunun için sendikalara işkolu ve işyeri barajları getirildi. Bu barajların altında kalan sendikalara üye işçiler toplu iş sözleşme hakkı engellendi. Patronlara, toplu sözleşme yetkisine itiraz hakkı tanındı. Yetki davalarının yıllarca sürmesi, o işyerindeki işçiler için toplu sözleşme hakkını fiilen ortadan kaldırdı.
  • Grev hakkı kısıtlandı. Grevin sadece toplu iş sözleşmesinin uyuşmazlık aşamasında yapılmasına izin verildi. Hak grevi, dayanışma grevi, genel grev gibi farklı grev türleri yasaklandı.
  • Grev ertelemesi adı altında, alınan bir grev kararının hükümet tarafından yasaklanabilmesi mümkün hale geldi.
  • Grev ertelemeleri (yasaklamalar)
  • 1984-2017 arasında:
  • 35 grev erteleme kararnamesi
  • 445 bin işçinin grevi ertelendi.
  • 2002-2017 arasında
  • 17 grev erteleme kararnamesi
  • Grevi ertelenen işçi sayısı: 194 bin

    Emekçi halkın birikimi patronlara satıldı

    12 Eylül darbesinin öncülü 24 Ocak 1980 ekonomik kararlarının önemli hedeflerinden biri de kamu işletmelerinin özelleştirme yoluyla yerli ve yabancı sermayedarlara satılmasıydı. Özal ile başlayan özelleştirmeler AKP döneminde daha da arttı. Bu süre zarfında 8 milyar doları AKP öncesi olmak üzere yaklaşık 70 milyar dolarlık özelleştirme yapıldı. Sümerbank, TÜPRAŞ, Petkim, Telekom, Çimento fabrikaları, SEKA, Petrol Ofisi, Gübre Fabrikaları, Şeker Fabrikaları, demir çelik fabrikaları gibi pek çok büyük kuruluş özel sektöre satıldı. Enerji üretimi ve dağıtımı özelleştirildi. Bugün hayat pahalılığının en önemli nedenleri arasında pek çok kamu hizmetinin kar amaçlı çalışan özel şirketler tarafından yürütülmesi yer alıyor.

    Kamusal hizmetler paralı hale geldi

    Özelleştirmeler sadece kamu iktisadi teşekküllerinin satılmasına değil, aynı zamanda kamusal alanın küçültülerek pek çok temel hizmetin paralı hale gelmesine neden oldu. Bunların içinde işçi ve emekçiler için en büyük kayıp eğitim ve sağlığın piyasalaştırılması ve paralı hale gelmesi oldu.

    Güvenceli kamu işçisi artık yok

    Özelleştirmelere ek olarak taşeronlaştırma uygulamaları ile kamu işçilerinin toplam işçiler içindeki oranı azaldı ve kamu işçisinin güvencesi önemli ölçüde kaldırıldı. Buna göre kamu işçilerinin 1980 yılın”da toplam işçiler içindeki yüzde 36 olan oranı, 2015 yılında yüzde 8’e geriledi.

           KAYNAK: DİSKAR, Kasım 2020

    Sendikalı-toplu sözleşmeli çalışma dibe vurdu

    12 Eylül darbesinin en önemli sonuçlarından biri işçilerin sendikalı-toplu sözleşmeli çalışma düzeyindeki muazzam düşüştür. Sendikalaşmayı adeta patronların iznine bağlayan düzenlemelere imza atan cunta yönetiminin tutumu, sonraki iktidarlarca da aynen sürdürüldü. Sendikalara vurulan darbeler, hükümet-patron kontrolündeki sendikaların yaygınlaşması ve özelleştirmeler-taşeronlaştırmalar gibi faktörlerin de etkisiyle bir sendikaya üye olup toplu iş sözleşmesinden yararlanabilen işçi sayısı yıllar içinde yüzde 20-25 oranından yüzde 5-7 düzeyine kadar geriledi.

          Kaynak: TÜİK Ücretli-yevmiyeli çalışan sayısı ile ÇSGB toplu iş sözleşmesi kapsamındaki işyerlerindeki  işçi sayısından üretilmiştir.

    ALPASLAN SAVAŞ / SOL

    Yararlanılan kaynaklar:

    1) “40 Yıldır 12 Eylül: Emeğe Karşı Sermaye Darbesi”, DİSKAR, Kasım 2020- Açık erişim: http://arastirma.disk.org.tr/wp-content/uploads/2020/09/DİSK-AR-12-Eylü…

    2) “30.Yıldönümünde 12 Eylül Darbesi ve İşçi Sınıfı”, Yıldırım Koç, Mülkiye Dergisi, Güz 2010, Sayı 268. Açık erişim: https://www.yildirimkoc.com.tr/usrfile/1322397220a.pdf

    3) “Milli Güvenlik Konseyi Üyelerine’ne Sunulan Brifing- Ankara 19 Şubat 1981”, T.C. Çalışma Bakanlığı







    KATAR AŞKI - (Derleme / Mstf Krc)

    McDonald's Türkiye'yi de Katarlılar aldı(Yeniçağ)-11/05/2022

    KAP'a yapılan açıklamaya göre, McDonald's Türkiye de Katarlılara satıldı.
    Tuncay Özilhan'ın sahibi olduğu Anadolu Grubu'na bağlı olarak faaliyet yürüten McDonald's Türkiye, Boheme Investment isimli şirkete satıldı. Kamuyu Aydınlatma Platformu'na gönderilen bilgilendirmede, satışın 54 milyon 500 bin dolar karşılığında gerçekleştiği belirtildi. Merkezi Viyana'da bulunan Boheme Investment isimli şirketin sahibinin Kamal Saleh Al Mana olduğu bildirildi. Açıklamada, "Kamal Saleh Al Mana'nın, Katar'daki McDonald's restoranlarının franchise işletmeciliğini yürütmekte olan şirkette ortaklığı bulunmaktadır" denildi.

                                                                     ***

    Allem edildi kallem edildi sudan ucuza yine Katarlılara verildi. Süper Lig yayın ihalesinde son gelişme(Yeniçağ) - 22/04/2022

    Yılan hikayesine dönen yayın ihalesi konusunda TFF son kararını verdi. Süper Lig'in şu anda da yayıncısı olan beIN Sports'la prensip anlaşmasına varıldı. Yeni dönemde yayın ihalesine ödenecek miktar ise 150 milyon dolar olacak. Haftalardır sonucu merakla beklenen yayın ihalesinde düğüm çözüldü. TFF ve Kulüpler Birliği Vakfı, beIN Sports'la prensip anlaşmasına vardı.(İŞ ARTIK İMZAYA KALDI) Akşam'dan Şafak Gözmen'in haberine göre, Bir aksilik yaşanmaması halinde yeni sezonda Süper Lig maçları beIN Sports'tan yayınlanmaya devam edecek. Türkiye Futbol Federasyonu Başkan Vekili, İcra Kurulu Üyesi, İdari ve Hukuk İşleri Sorumlusu Mehmet Baykan ve yayın kurulundaki üyelerin istifa etmesi sonucu şu anda işlemler resmiyet kazanamadı. Ancak taraflar arasında iş sadece imzanın atılmasına kaldı.(150 MİLYON DOLAR ÖDENECEK) Kulüpler Birliği ile Futbol Federasyonu, yayıncı kuruluşla prensip olarak el sıkışırken, işlemlerin resmiyete dökülmesi için federasyon seçimi bekleniyor. Yeni dönemde yayın ihalesine ödenecek miktar da tam 150 milyon dolar olacak. Bu ücretin içinde isim hakkı da bulunacak. Anlaşma 1+1 yıllık yapılacak.

                                                                      ***

    Katar'da Türk malı ayçiçek yağı sudan ucuz. Her şey katarlıların rahatı için (Yeniçağ) - 07/04/2022

    Halk TV’de yayınlanan 'Şirin Payzın ile Sözüm Var' programında Barış Terkoğlu, fiyatları nedeniyle vatandaşların almak için birbirini ezdiği ayçiçek yağının fiyatını tekrardan gündeme taşıdı. Terkoğlu, "Türkiye'de 1 litresi 63 TL'den başlayan ayçiçeği yağı Katar'da 26 TL' den başlıyor" dedi.Yüksek fiyat artışları vatandaşın belini bükmeye devam ediyor. Mutfakların vazgeçilmezi olan ayçiçek yağının fiyatı her geçen gün zamlanıyor. Gazeteci Barış Terkoğlu da Katar'da satış fiyatı 26 TL'den başlayan ayçiçek yağının fiyatını ele aldı. Katar'da satılan ayçiçek yağı fiyatı acı bir gerçeği daha ortaya koydu. Katar 'da satılan 2 litre Ayçiçek yağının fiyatı ise 12,75 Riyal yani 51,24 TL Türk lirası olarak karşımıza çıkıyor. Ayçiçek yağının yerli üretimi Türkiye'de gerçekleştiriliyor. Tedariği Türkiye'den gerçekleştirilen Ayçiçek yağının Katar'da resmen yarı yarıya satılması eleştiri konusu oldu. Sürekli artan ayçiçek yağı fiyatları vatandaşın cebini yaktı. Son yapılan zamlarla beraber ayçiçek yağının fiyatlarını karşılaştırdık.
    İşte bazı markaların ayçiçek yağı fiyatları:















                                                                     ***

    Türkiye-Katar Aşkı; 6.3 Milyar Dolar... (https://www.haberyuzdeyuz.com)-18/12/2019

    Katar Emiri'nin annesinin Kanal İstanbul projesi güzergahında satın aldığı arazi gözleri yeniden Katar'a çevirdi. CHP’li Gürsel Tekin “Katarlılar özel ve ayrıcalıklı uygulamalara sahipler” dedi.

    Türkiye ile Katar arasındaki yoruma ihtiyaç duyan dostluk ilişkileri son gelişmelerle daha da ilginç bir hale geldi. Katar Emiri’nin annesi Şeyha Moza’nın Başakşehir’de 100 bin lira sermayeli şirket kurup 1,5 ay kadar sonra Kanal İstanbul güzergahında 44 dönüm arazi satın aldığı ortaya çıktı. 

    Bunun üzerine son 5 yılda Katar ile Türkiye arasındaki ekonomik ilişkileri derledik. BMC'den Finansbank'a Tank Palet Fabrikası'ndan sayısı binlerle ifade edilen gayrimenkullere kadar madde madde Katar'ın Türkiye yatırımlarını derledik. 

    1- Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası ödemeler dengesi verilerine göre Katar’a yerleşik yabancıların Türkiye’deki doğrudan yatırımları 2002 yılı ile Ekim 2019 tarihleri arasında 2,7 milyar dolar düzeyinde bulunuyor. Ticaret Bakanı Ruhsar Pekcan’ın Kasım ayında yaptığı açıklamaya göre ise Katar’ın Türkiye’deki toplam yatırım tutarı 6,3 milyar dolar. 

    2- Türkiye ile Katar arasındaki ticaret hacmi 2,3 milyar dolar seviyesine ulaşırken, bugüne kadar Türk inşaat firmaları Katar’da 17 milyar dolar değerinde 146 proje gerçekleştirdiler. 

    3- Katarlı şirketler Türkiye’de özellikle finans, medya, gıda ve perakende sektörüne yaptıkları yatırımlar ve kurdukları ortaklıklarla gündem oldular. Katar Ulusal Bankası (QNB), Finansbank’ın yüzde 99,81 hissesini 2015 yılında Yunanistan’ın en büyük bankası National Bank of Greece’den (NBG) 2,9 milyar dolarlık bedelle satın aldı. 

    4- 2013 yılında Abank’ın yüzde 71’ini 460 milyon dolara satın alan Commercial Bank of Qatar, 2016 yılı sonunda da 224 milyon dolar daha ödeyerek ABank’ın tüm hisselerinin sahibi oldu. 

    5- Katar merkezli beIN Media Group, Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu (TMSF) tarafından yönetilen Türk Pay-TV platformu Digiturk’ü 1,2 milyar dolar civarında bir bedelle satın aldı. 

    6- Türk kanatlı sektörünün en büyükleri arasında yer alan Banvit’in yüzde 79.5 hissesi Brezilya-Katar ortaklığındaki TBQ Foods’a devredildi. 

    7- Katar merkezli Mayhoola fonu Altınyıldız, YKM, Ay Marka, Beymen ve Boyner Büyük Mağazacılık şirketlerini bünyesinde bulunduran Boyner Grubu’nun yüzde 30.7 hissesini 885 milyon dolara devraldı. İnşaat, alt yapı ve mühendislik gibi alanlarda faaliyet gösteren Ankara merkezli Ankas, Katarlı Hamad Bin Khalid tarafından Nisan 2017’de satın alındı. 

    8- 1964 senesinde İzmir’de kurulan otomotiv devi BMC’nin yüzde 50’si 2017 yılında Katar Silahlı Kuvvetleri Endüstri Komitesi’ne satıldı. 

    9- İslami finans kuruluşları arasında yer alan Katarlı QInvest, 2016 yılında Ergo Portföy‘ü satın aldı. Satın alım sonrasında Ergo Portföy’ün adı Qinvest Portföy olarak değişti. 

    10- Bu yatırımların yanı sıra TÜİK verilerine göre 2014 – 2018 yılları arasında Katarlılar Türkiye’de 1552 konut alırken, İstanbul, Bursa, Trabzon, İzmir ve Bodrum öncelikli bölgeler olarak gözüküyor.

    CHP İstanbul Milletvekili Gürsel Tekin, Katarlılara özel imtiyazlarla arsa verildiğini ifade ederek, şunları söyledi: “Hukuk çerçevesinde yabancılara gayrimenkul satımı gayet olağan bir durum. İngilizler, Almanlar, İranlılar, Fransızlar da Türkiye’de gayrimenkul alıyor. Ancak Katarlılar özel ve ayrıcalıklı uygulamalara sahipler. 

    Katarlıların aldıkları gayrimenkullerde imar planları sonradan değiştirilerek satın alanlar haksız bir kazanç elde ediyor. Adeta danışıklı dövüşe benzer bir uygulama ile Katarlıların aldıkları arazilerin imar durumu değiştiriliyor, milyarlarca dolar rant Katarlıların cebine gidiyor. Örneğin Katar Devleti’nin TOKİ’den aldığı Ataköy Sahili’ndeki 125 dönümlük araziye, Sea Pearl projesi yapıldı. Arazinin yasal emsali 2 olmasına rağmen 4.28 emsal uygulandı. 291.800 metrekare fazla inşaat yapıldı. Metrekare fiyatının tahminen 46 bin TL olduğu görülen projeden 13 milyar 422 milyon 800 bin lira haksız kazanç elde edildi. Katar Türkiye’ye 1 lira yatırım yaptıysa 10 kazandı, Türkiye kaybetti. Haksız ve hukuk dışı ilişkiler yüzünden milletin hakkı Katar’ın cebine aktı.”

    yüzdeyüzhaber