17 Ağustos 2022 Çarşamba

İstanbul depreme hazır mı? Tüm ayrıntılarıyla kentteki son durum...- DAMLA BAYTEKİN / SOL

 

Bugün 17 Ağustos, Gölcük Depremi’nin yıl dönümü. Depremde yaşananlar hâlâ hafızalarda yerini korurken diğer yandan İstanbul'da yeni bir depremin olasılığı konuşuluyor. Peki İstanbul depreme hazır mı?

17 Ağustos 1999 depreminin yıl dönümünde yıllardır konuşulan, yanıtı aranan soru bir kez daha gündemde: İstanbul depreme hazır mı?

Yapı stoku durumu

Bayındırlık ve İskân Bakanlığı tarafından 1996 yılında yayımlanan ve halen yürürlükte bulunan Deprem Bölgeleri Haritasına göre il alanı bütünün %58’i I. ve II. Derecede deprem bölgesinde. Ancak bu veri yerleşik alanı değil bütün ili kapsıyor.

Meslek Odalarının düzenlediği raporlar incelendiğinde İstanbul konut alanlarının %89’unun I. ve II. Derece deprem bölgesinde yer aldığı görülüyor. Ayrıca konut alanlarının yaklaşık %13’lük kısmının alüvyon ve dolgu zemin üzerinde olduğunu da belirtmek gerek.

İBB Deprem ve Zemin İnceleme Müdürlüğü ve Boğaziçi Üniversitesi tarafından gerçekleştirilen “Deprem ve Hasar Kayıp Tahmin Çalışması” 2019 yılında İBB Deprem ve Zemin İnceleme Müdürlüğü tarafından güncellendi. Yenilenen çalışmaya göre İstanbul’da 7,5’lik bir depremde 13.500 binada çok ağır hasar, 34.400 binada ağır hasar, 146.500 binada orta hasar, 302.000 binada hafif hasar oluşacağı tespit edilmekte. Yani sadece bu çalışmaya göre depremde binaların %43’ü hasar alacak.

Günümüzde hâlâ elimizde İstanbul’daki yapıların durumuna dair net veriler bulunmamakta. Açıklanan rakamlar maalesef tek tek binalar üzerinden yapılan analizlere dayanmıyor. Çoğu veriye hızlı taramalarla ulaşılıyor. Kısacası İstanbul’da hem zemin açısından hem de yapı stoku açısından oldukça riskli bir tablo varken halka sunulan seçenekler hâlâ hızlı taramalar ile tespitler yapmak ve bunu hayli uzun sürelerde tamamlamaktan ibaret.

Üstelik ülkede sürekli yeni kararlar alındığı için bu çalışmalar yapılırken belki yeni imar afları çıkmaya, Kanal İstanbul gibi çılgın projeler dolayısıyla zemindeki tehlikeler artmaya, yapılar yalnızca inşaat tamamlanana kadar denetlendiği için yeni yapılarda risklerin ne olduğu belirsizliği sürmeye devam ediyor. Bugünün teknolojisi ve kaynakları ile yaşadığımız bu durum sadece akılsızlık olarak özetlenebilir.

Yapı stoku durumu dikkate alındığında olası bir depremin hasarsız atlatılmayacağı açık. Peki ya deprem yaşandıktan sonraki sürece dair tablo nasıl? Biraz da ona bakalım:

Kamu binalarının durumu

Depremde yıkılan ya da hasar gören yapılardan tahliye edilen nüfusun geçici barınma alanı olarak kullanılacağı binaların bir kısmının kamu binaları olduğu planlanmakta. Ancak ne yazık ki bu binaların depreme dayanıklı olup olmadığı bilinmiyor. İMO’nun hazırladığı “Türkiye’de Deprem Gerçeği ve Hastanelerin Durumu” raporunda yer alan bilgiye göre “İSMEP (İstanbul Sismik Riskin Azaltılması ve Acil Durum Hazırlık Projesi) çalışmaları çerçevesinde ortaya çıkan tablo, okulların, kreşlerin, yurtların ve toplu kullanım alanlarının can güvenliği açısından açık tehdit oluşturduğunu göstermektedir. İSMEP’in Temmuz 2009 durum raporuna göre; 24 hastaneden 2’si, 8 poliklinikten biri, 663 okuldan 230’u güçlendirilmiştir. Aynı şekilde Millî Eğitim Bakanlığı Yatırım ve Tesisler Genel Müdürlüğü’nün, Nisan 2007’de açıkladığı rapora göre; ülke genelinde MEB’e bağlı okulların toplam 240 milyon metrekare kullanım alanı bulunmaktadır ve 120 milyon metrekarelik alanda güçlendirme çalışması yapılması gerekmektedir.”

Deprem Toplanma Alanları

Toplanma Alanları için kişi başına düşen boş alan 2 m² iken AFAD’ın 16.01.2019 tarih ve 8973 sayılı Toplanma Alanlarının Güncellenmesi hakkındaki yazısı ile en az 2,5 m² olacak şekilde güncellendi. Bu tanımda geçen “boş alan” kısmı özel dikkati hak ediyor çünkü deprem toplanma alanı olarak belirlenmiş yerlerin pek çoğunda çocuk parkları, spor aletleri, kent mobilyaları vb. bulunuyor, ancak hesaplamalar yapılırken parkın yüzey alanı dikkate alınarak yapılıyor.                         

            Resimde görülen alan deprem toplanma alanı olarak belirtilmiş bir alan. Üzerinde çocuk oyun alanı bulunuyor.

1999 depreminden sonra, kentlerde deprem toplanma alanları ile afet anında ulaşımı sağlayacak güzergâhlar tespit edilmişti. Örneğin İstanbul’da 470 “Geçici İskân Alanı” ve 562 “Birinci Derecede Acil Ulaşım Yolu” belirlenmişti. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Deprem ve Doğal Afet Komisyonu’nun, 2016 Aralık ayında hazırladığı rapora göre 470 deprem toplanma alanı 77’ye düşmüş durumda. TMMOB’un 2017 yılında hazırladığı rapora göre Torun Center, Anthill, Starcity Outlet Center, Zaman Gazetesi Binası, Ağaoğlu My City, Meydan AVM, Onaltı Dokuz, Ora AVM, Forum İstanbul, Kiptaş Ünalan, DAP Royal Center, TOKİ Avrupa Konutları, Capacity AVM, Çınar Olimpia Park Sitesi, Selenium Plaza gibi birçok yer acil eylem planında deprem toplanma alanı olarak belirtilmiş ancak bugün yapılaşmaya açılmış durumda.

AFAD, basında da geniş yer bulan söz konusu sayıya itiraz edip “Bahse konu haberlerde İstanbul'daki toplanma alanları, barınma alanları ile de karıştırılarak, 470 olarak verilmiştir. Oysa İstanbul'da halihazırda 3 bin 21 toplanma alanı, Türkiye genelinde ise 18 bin 910 toplanma alanı bulunmaktadır.” şeklinde açıklama yapmıştı. Peki AFAD’ın bahsettiği 3.021 toplanma alanı nasıl alanlar? Bugün AFAD web-sitesinde oturduğunuz sokağı seçerek, size en yakın üç toplanma alanına ulaşmanız mümkün. Bu alanların maalesef bir kısmı refüj, bir kısmı ise deprem sırasında üzerinde kaç araç olduğu bilinemeyecek olan okul bahçeleri…

                                       Deprem toplanma alanı olarak gösterilen yer iki yol arasında kalmış refüj alanı

Diyelim ki park, çocuk oyun alanı gibi alanların “hiç yoktan iyidir” diyerek deprem toplanma alanı olmasını kabul ettik. Burada çok önemli bir konu daha var: Homojen dağılım. Deprem toplanma alanlarını büyük oranda parklar oluşturduğu için ve adaletli, bütünlüklü bir planlama yapılmayan günümüz kentsel mekânında park alanlarının dağılımı bölgenin gelir seviyesine göre değişiklik gösterdiği için deprem toplanma alanları da otomatik olarak homojen dağılamıyor.

Acil Ulaşım Yolları

2015 tarihli İstanbul’da Afet Yönetimi ve Acil Ulaşım Yollarının Değerlendirmesi makalesine göre acil ulaşım yolları üzerindeki parklanmalar ile ilgili çalışmada; İstanbul genelinde yaklaşık 622.000 kilometre acil ulaşım yolu ve ağının yaklaşık 71.640 kilometresinin İSPARK tarafından kullanıldığı tespit edilmiş. Yani mevcut acil ulaşım yollarının %12’si İSPARK tarafından otopark olarak kullanılıyor ve bu veri 2015 yılına ait.

Sonuç Olarak

Depreme hazır olma konusunda İstanbul sınıfta kalmış durumda. Türkiye’de gerçekleşen tüm afetlerde ortaya çıkan hazırlıksız ve plansız görüntü, İstanbul Depremi’nde de mevcut düzen sürdüğü müddetçe tekrar edecek. Ancak diğer afetlere kıyasla en önemli fark, Türkiye’nin iktisadi merkezi olan ve nüfusu sebebiyle insan yoğunluğunun açık ara en yüksek olduğu İstanbul’da, bu plansızlığın geri dönülemez ve onarılamaz sonuçlara yol açacak olması. Bu açıdan kapitalizm adına sürpriz yok, kentin yok olması ve yüz binlerce insanın hayatını kaybetmesi bizler için büyük bir yıkıma ve trajediye sebep olacakken sermaye düzeni için tekrar inşa ile elde edilecek kârlılığa işaret ediyor.

Alınmayan deprem önlemlerinde sürekli kaynak ve bütçe yetersizliğine vurgu yapılırken Kasım 1999’dan beri deprem için toplanan ve miktarı 72 milyar liraya ulaşan özel tüketim vergilerinin depremle ilgili bilimsel rapor ve incelemelerde yüksek riskli olduğu açıkça belirtilen ilçe ve bölgelerdeki binaların güçlendirilmesi ve dönüştürülmesi için kullanılmadığı açıkça ortada. Oysa, doğru bir planlama ile çok kısa sürede bu durumu değiştirmek mümkün. Bunu sağlayamıyor olmamızın sebebi de maalesef apaçık ortada duruyor. Bir ülkenin nüfusunun dörtte birini bir kente yığıp insanlara böyle bir yaşamı dayatan kapitalizmin ta kendisidir.

Türkiye’de emekçiler, yaşam hakkına dair taleplerini daha fazla gecikmeden yükseltmelidir. Güvenli evlerde, bilimin çoktan imkân verdiği önlemler alınarak yaşamayı talep etmek bugün yurttaş olmanın öncelikli koşullarından biri olmak zorundadır. Aksi takdirde yaşanacak olan felaket, beklenmeyen bir kaza olmaktan çıkacak ve sonuçlarıyla birlikte tüm yük tekrar emekçilerin sırtına binecektir.

DAMLA BAYTEKİN / SOL

                                                                /././

“Teşvikiye'nin tek deprem toplanma alanı 1,7 milyar TL’lik bedelle imara açıldı” (T24-16 Kasım 2020)


AFAD planları ile e-Devlet sisteminde 'Deprem Toplanma Alanı' olarak görülen Teşvikiye'nin tek deprem toplanma alanı, Marmara Üniversitesi Nişantaşı Yerleşkesi arazisi, 1,7 milyar TL karşılığında DAP Yapı’ya verildi. Kampüs arazisinin, “Durmak yok adam gibi yola devam” sloganıyla müteahhitlik yapan DAP Yapı'nın, iktidara yakın olduğunu söyleyen CHP'li Ali Mahir Başarır, "Teşvikiye’nin tek deprem toplama alanı rant için mi imara açıldı?" diye sordu.

CHP Milletvekili Ali Mahir Başarır, Marmara Üniversitesi Nişantaşı Yerleşkesi arazisinin e-Devlet sisteminde, “Tek deprem toplanma alanı” olarak görünmesine karşın 1,7 milyar TL’lik bedelle DAP Yapı’ya verilme nedenini sordu.

İnşaatın başladığı alanın mahallenin ‘Deprem Toplanma Alanı’ olmasının yanı sıra birçok canlıya ev sahipliği yapan son yeşil alan olduğunu söyleyen Başarır, "İçindeki koruda çeşitli ağaç ve bitkileriyle florası ve sansar dahil çeşitli hayvanlarıyla faunası olan bir ekosistemdir. Yapılaşmaya açılacak alanın içinde bir biyoçeşitlilik barınmaktadır. İptali istenen yapı ruhsatıyla birlikte imar planı işlemlerinin; kamu yararına uygun olması olmazsa olmaz bir koşuldur”’ ifadelerini kullandı.(T24)


Şu 'helalleşme' meselesi - Fatih Yaşlı / SOL

 

“100 yıllık CHP zihniyetinin mağdur ettiği muhafazakârlar/İslamcılar” söylemi muhafazakârlar/İslamcılar ve elbette ki liberallerin tarih okumasının bir ürünü ve bütünüyle uydurma.

                                                        ***

Helalleşme CHP lideri Kılıçdaroğlu’nun tesadüfen seçtiği bir sözcük değil. Tıpkı hemen her cümleye “Allah’ın izniyle” diye başlaması gibi, tıpkı sıkça kullandığı “haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır” hadisi gibi, tıpkı devlet hazinesinden İslami bir terim olan “beytülmal” şeklinde söz etmesi gibi, tıpkı “israf haramdır” demesi gibi.

Kılıçdaroğlu’nun söyleminin içerisine bu dinselliğin yerleşmiş olması tesadüf de nedensiz de değil elbette, Kılıçdaroğlu CHP’sinin iktidar stratejisinin kaçınılmaz bir sonucu bu.

Peki o strateji ne? Şu: CHP’yi bir merkez sağ parti hüviyetine büründürmek, muhafazakâr/sağ seçmenin oylarına muhafazakâr/sağ bir söylemle talip olmak, özetle “sağı sağla yenmek.”

Üstelik sadece söylemsel düzeyde kalmayan bir strateji bu. CHP’nin oylarını doğrudan artırmasa da, “Millet İttifakı”nın kurulmasını ve MHP’den kopan İYİP’le, AKP’den kopan Gelecek ve Deva’yla, AKP’nin içinden çıktığı Milli Görüş’ün son partisi Saadet’le aynı masaya oturulmasını sağlayan, belediye seçimlerinde kazanılan başarıyı cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçimlerine doğru genişletmeyi ve devleti birlikte yönetmeyi hedefleyen bir akıl var ortada.

Tekrar “helalleşme”ye dönelim. Kavramın dini niteliğinden bahsettik ama mesele sadece bu değil; mesele helalleşmenin öncelikli muhataplarının bu dini kavramın kapsayabileceği düşünülen kesimler, yani muhafazakârlar/İslamcılar olması, yani onlar için devreye sokulmuş olması.

Evet, “helalleşme” adına Cumartesi Anneleri’yle ya da Roboski aileleriyle de görüşüldü ama onlar işin çeşnisiydi sadece. “Sağı sağ ile yenme” stratejisi doğrultusunda esas helalleşilecek olanların, kapsanmak istenenlerin kimler olduğu belli; Kılıçdaroğlu “100 yıllık CHP zihniyetinin mağdur ettiği kesimler”le, yani muhafazakârlarla/İslamcılarla helalleşmek istiyor.

Çok net bir şekilde yazalım: “100 yıllık CHP zihniyetinin mağdur ettiği muhafazakârlar/İslamcılar” söylemi muhafazakârlar/İslamcılar ve elbette ki liberallerin tarih okumasının bir ürünü ve bütünüyle uydurma.

Bu tarih okumasının kaynağında Osmanlı-Türkiye modernleşme sürecini devlet-toplum ya da merkez-çevre ikiliği üzerinden analiz eden bakış açısı var. Bu bakış açısına göre, Türkiye tarihinde İttihatçılıktan Kemalizm’e uzanan, modernleşmeci/Batıcı zihniyetini tepeden topluma dayatan ve dindar halkı mağdur eden kesintisiz/pürüzsüz bir çizgi bulunuyor ve bu çizgi Cumhuriyet’le birlikte devletin asli sahibi haline geldiği için 100 yıldır devletin resmi ideolojisini oluşturuyor. Buna göre CHP’nin ya da başka bir partinin iktidarda olup olmaması önemli değil; iktidarlar değişse de devlette değişmeyen tek bir şey var: CHP zihniyeti.

Peki bu doğru mu? Elbette ki doğru değil. Her şeyden önce ne tek bir İttihatçılık ne de tek bir Kemalizm ve CHP var. Tek parti döneminde dahi CHP içerisinde farklı kliklerin, farklı dünya görüşlerinin mücadelesi mevcut. Örneğin Hasan Ali Yücel’in aydınlanmacılığı, hümanizmi ve Köy Enstitüleri projesiyle, Hamdullah Suphi Tanrıöver’in, Fevzi Çakmak’ın muhafazakârlığı ya da Recep Peker’in milliyetçiliği aynı yere konabilir mi? Mümkün değil.

Aynı şekilde, 1946 öncesinin CHP’si ile sonrasındaki CHP aynı mıdır? Özellikle 2. Dünya Savaşı’na kadar emperyalizme karşı mesafeli bir tutum izleyen, dış politikasında görece özerk ve bağımsız davranan, aydınlanmacı ve laik adımları arka arkaya atan CHP ile Soğuk Savaş’a ateşli bir şekilde girip emperyalizmin kucağına oturan ve gericiliğe alan açan CHP, “CHP zihniyeti” basitliğinde analiz edilebilir mi?

Tüm bunlar bir yana, 1946’da çok partili hayata geçişten ve 1950 seçimlerinde Demokrat Parti’nin işbaşına gelmesinden sonra “devletin değişmeyen sahibi” olan bir CHP’den ve değişmeyen bir zihniyet olarak “CHP zihniyeti”den söz edilebilir mi?

Bizzat CHP’nin kendisi Soğuk Savaş’la birlikte liberallerin ve muhafazakarların “CHP zihniyeti” diye kodladığı şeyden, yani 1923 Cumhuriyeti’nin kurucu paradigmasından adım adım uzaklaşmış, bir yandan ülkeyi emperyalizme yeniden entegre ederken diğer yandan da sola karşı Türk sağı ile zımni bir mutabakat yapmıştır. IMF, Dünya Bankası, NATO üyelikleriyle imam-hatiplerin, Kuran kurslarının yeniden açılışının aynı döneme denk gelmesi bir tesadüf olabilir mi?

Elbette devlet aygıtı içerisinde “CHP zihniyeti”ne mensup olanlar, Kemalistler, Atatürkçüler, Cumhuriyetçiler kimi zaman güçlü kimi zaman zayıf bir şekilde varlıklarını devam ettirmişlerdir ama 1950’den, yani Menderes-Bayar ikilisinin işbaşına geçmesinden itibaren CHP’nin “devletin sahipliği” statüsü de değişmiştir, “CHP zihniyeti”nin devlet ideolojisi olması da. 10 yıllık Menderes iktidarı ise 46’da CHP’nin başlattığı süreci derinleştirerek devam ettirmiş, 1923 paradigmasına en büyük darbelerden birini vurmuştur.

Çok partili hayata geçişten sonra tek başına hiçbir zaman iktidar olamamış CHP’nin “devletin asli sahibi” ve onun zihniyetinin “devletin esas ideolojisi” olduğu yönündeki liberal ve muhafazakâr tez bize açıkça yalan söylemektedir.

1950-60 arası DP’nin, 65’ten 80’e kadar DP’nin devamı olan Adalet Partisi’nin ve Demirel’in kimi zaman tek başına kimi zaman koalisyonlarla, 1983’ten 1991’e kadar ANAP ve Özal’ın, 90’lar boyunca sayısız sağ koalisyonun, 2002’den beri AKP’nin yönettiği bir ülke…

Sadece 27 Mayıs’ın restore etmeye çalıştığı ve uzun ömürlü olmayan bir Kemalizm ile birinde dinci Milli Selamet Partisi’yle koalisyon kurarak, diğerinde ise Adalet Partisi’nden yaptığı transferlerle ite kaka iktidar olabilen ve orada da uzun süre kalamayan bir CHP...

Önce 12 Mart’ta sonra 12 Eylül’de solu ezip Türk-İslam sentezini devlet ideolojisi haline getiren, 90’ların hegemonya bunalımından çıkış için 2000’lerin başında AKP’yi TÜSİAD’la birlikte işbaşına getiren bir ordu…

Ve hal böyleyken devletin 100 yıldır asli sahibi olduğu, zihniyetinin devleti kontrol ettiği söylenen CHP ve Kemalizm… Geçiniz.

Bu noktada birileri çıkıp “helalleşme” denilen şeyin gündelik siyasetin bir parçası olduğunu, pragmatik bir nitelik taşıdığını, geçici olarak benimsendiğini vs. iddia edebilir ama hayır, “helalleşme” bu değildir. Helalleşme, AKP-sonrası Türkiye’nin kurucu kavramıdır ve işte tam da bu yüzden reddedilmelidir. Çünkü bu muhalefet için “hem devri sabık yaratmamak” esastır, hem de tahayyülleri “AKP’siz AKP rejimi”nin ötesine geçmemektedir.

Dolayısıyla, ihtiyacımız olan şey “helalleşme” değil hesaplaşmadır. Bu ülkeyi emperyalizme teslim edenlerden, siyaseti tarikatlara, cemaatlere açanlardan, çocukların, gençlerin ömrünü çalanlardan, 6. Filo önünde secde edenlerden, Maraş’ı, Çorum’u, Sivas’ı, Roboski’yi yapanlardan, Uğur Mumcu’lardan Musa Anter’lere aydınlarımızı kırıma uğratanlardan, 70 milyar dolarlık kamu varlığını sermayeye satanlardan, bu emek cehennemini yaratanlardan, velhasıl Türkiye’yi içinde debelenip durduğu bu çürümüşlüğün içerisine sürükleyen zihniyetten ve aktörlerden hesap sorulmadıkça buradan gerçek anlamda bir çıkış söz konusu olmayacaktır.

Helalleşme çürümeye devam, hesaplaşma çürümeden çıkış demektir.

Fatih Yaşlı / SOL

Sermaye düzeninin tipik bir fotoğrafı: SBK’nın üzerinde durulmayan ilişkiler ağı - ARAS DEMİR / SOL

 'Gizlenen veya üzerinden atlanan ne? SBK’nın içerisinde yer aldığı ağın dinamosunun ve temel örgütleyicisinin sermaye ilişkileri ile patronlar olması gerçeği...'


Sezgin Baran Korkmaz (SBK) olayı bir skandal olarak nitelendi ve bir yılı aşkın bir süredir Türkiye’nin gündeminde. SBK’nın işlediği suçlar, aldığı cezalar, devlet kademelerinde, bürokraside, yargıda ve medyada bağlantıları çarşaf çarşaf ortaya döküldü, dökülmeye de devam ediyor. Ortaya müthiş ve ayrıntılı bir ağ çıktı. Adeta ilmek ilmek dokunmuş kapsamlı bir ağdan bahsediyoruz. Büyük bir emek!

SBK olayında her bir bağlantı, yeni bir haber konusu oldu. Ancak bu bağlantıların arka arkaya boca edilmesinde ve kamuoyunun gündemine sadece belli bir yönüyle ele alınmasını sağlamada da belli bir amaç ve yine büyük bir emek var!

Gizlenen veya üzerinden atlanan ne? SBK’nın içerisinde yer aldığı ağın dinamosunun ve temel örgütleyicisinin sermaye ilişkileri ile patronlar olması gerçeği...

Suçun asıl kaynağı gizleniyor

Aslında SBK olayının bir skandal olmadığı, sermaye ve patron düzeninin rutininin bir parçası olduğu görülüyor ve biliniyor. Patronlar, işlerini bu tür bağlantılarla yürütür ve daha önemlisi SBK olayındaki ilişkiler ağının bütünü sermaye düzeninin temel bir parçasıdır. Bu tür skandalların patlaması ise bir dönem ilmek ilmek kurulan ilişkiler ağının miadını doldurduğunu, sermayeler arası rekabette yeni ağlara ihtiyaç duyulduğunu gösterir.

Böylesi ilişkiler ağı içerisindeki bağlantılarda hangi işlemlerin ve neyin artık suç, nelerin meşru olduğu ise sermayenin güncel çıkarları ile belirlenir. Örneğin bolca yazılıp çizildi, Sedat Peker’in ifşalarıyla gündeme gelen Yalıkavak Marina’ya çökülmesi bir suç olarak nitelendi. Ama hiç kimse Yalıkavak Marina’ya çökülmesi hikayesinde tarihleri geriye alıp asıl çökme operasyonunun, marinanın yapıldığı kıyının özelleştirilmesi olduğu üzerinde durmadı. Liman sahası, sahipliği Milli Emlak Genel Müdürlüğü’ne aitken 1995 yılında 49 yıllığına daha sonra siyasete de atılacak olan patron Cefi Kamhi’ye devredilmesi ile çökme hikayesi başlamıştı.

Dolayısıyla SBK’nın kurduğu ağ içerisinde çok üzerinde durulmayan ilişkilerin bu tür olay, skandal ya da “suçların” kuluçkasının sermaye düzeni olduğu gerçeğinin altını bir kez daha kalınca çizmemiz gerekiyor.

Kısacası, işin özünde; sermaye ve para var. Kapitalizmin kuralları ve işleyişi, SBK olayı ile Türkiye’nin gündemini meşgul eden iddia ve suçlara zemin hazırlıyor. Kapitalizm bu suçlar olmadan yaşayamaz. Benzer biçimde, emperyalist ülkeler de tahakkümünü bu suç mekanizmalarını kullanmadan sürdüremez.

Bu ağların içerisindeki düzen siyasetçileri, medya mensupları, bürokratlar ise patronların işini gören, onların çıkarı için aracılık eden ve bu hizmetleri karşılığında ceplerini dolduran ve kariyerini yükselten yardımcı oyuncular olarak görülmelidir.

SBK ile Koç ailesini buluşturan ağ

Bu ara başlık akıllara hemen, SBK’nın Koç ailesinin damadı İnan Kıraç ile garip alışverişi getirmesin... Bu alışveriş üzerinde çok duruldu. İçişleri Bakanlığı makamı aracılığıyla İnan Kıraç’ın hissesi bulunan Silcolux adlı şirkette hisse sahibi durumuna gelen SBK’dan bu hisseleri satın alma işinin görüldüğü iddia ediliyor. Ancak Kıraç bu iddiayı reddetti ve alışverişin tamamen hukuki yollarla halledildiğini belirtti. Geçen yıl Haziran ayında iddialarla ilgili gazeteci Deniz Zeyrek’e verdiği demeçte İnan Kıraç’ın şu sözleri dikkat çekiyordu: “‘Her şeyi hukuk çerçevesinde bitirin' dedim ve hukuk çerçevesinde hallettik.”

Kıraç’ın bu sözleri, bu olayda değilse bile patronlar arası alışverişlerde “bazı işlerin de ‘hukuk çerçevesi’ dışında” halledildiğinin adeta bir itirafı değil mi?

Ancak Koç ailesi ile SBK’yı buluşturan ağ, bu tür olaylardan çok daha derine uzanıyor. Patronların yatırımlarını güvence altına alma, yurtiçi ve yurtdışında yeni yatırımlar kovalama ve kazançlarını süreklileştirme mesaileri içerisinde siyasetçiler, bürokratlar ve ortak iş yapacakları başka patronlarla belli ilişkileri tesis etmeleri gerekir. Bu ilişkiler yurtiçinde ve yurtdışında kurulabilir. İlişkilerin bir kısmı sermayenin çıkarları merceğinden bakıldığında meşru ve yasal, bir kısmı ise bir başka çıkar grubu bu ilişkileri deşifre edene kadar “kanunsuz” biçimde sürer gider.

Koç ailesi bu çerçevede işini sağlama almak için hangi ağ ve yöntemleri kullandıysa, SBK da aynısını yapmış görünüyor. Nitekim, SBK ile ilişkisi ortaya çıkan patron, siyasetçi, gazeteci vd. kimselerin, ilişkide oldukları dönemde SBK “saygın bir işadamı olarak biliniyordu” türü açıklamalar yapmaları haksız da sayılmaz. Çünkü “saygın bir işadamı” kimliği ile voli vurma hesabıyla her yola başvuran patron kimliği aynı sermayedarın birbirini tamamlayan yönleridir.

SBK da, herhangi bir patron önünü nasıl açıyorsa, o yollardan geçerek hızla yükseldi. Yükselme hızı vurduğu volinin ya da akladığı paranın çapı ile doğru orantılı oldu.

SBK’nın ABD’de kurduğu bağlantıların içerisinde en dikkat çekici olanı kuşkusuz East West Institute (EWI) vasıtasıyla kurduğu ilişkiler. 1980 yılında kurulan ABD merkezli bu düşünce kuruluşu ve vakıf, Soğuk Savaş’ın son döneminde ABD ve Avrupa ile Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’daki diğer sosyalist ülkeler arasında diplomatik ve askeri de dahil olmak üzere diyaloğun geliştirilmesini hedefliyordu. Bu amaçla kurulan EWI, reel sosyalizmin çözülmesinden sonra aynı diyaloğu bu kez Atlantik Hattı ile Rusya ve Çin arasında kurmaya çalışıyordu. Söz konusu diyalog çabalarının merkezinde ise elbette sermaye bağlantıları ve yatırım olanakları duruyordu. Örneğin 2004 yılında EWI’nin yönetim kurulunda, Rusya lideri Putin’in hışmına uğrayacak olan oligark Mikhail Khodorkovsky de yer alıyordu. EWI, ABD’de yasal olan lobi faaliyetlerinin de doğal bir parçası durumunda.

EWI’nin yönetim kuruluna bugüne kadar Türkiye ile bağlantılı birkaç kişi girmiş. Yolu açan ise Mustafa Koç. Bu kuruluşun, “bağış yap, yönetim kurulu üyeliğini kap” türü vakıflardan olmadığı biliniyor.

Mustafa Koç’un içerisinde yer aldığı ve bir dönem yönetim kurulu üyesi olduğu EWI ile Koç Grubu’nun ilişkisi uzun yıllar devam ediyor. Koç Üniversitesi, EWI’nin 9/11 saldırıları sonrası başlatmaya karar verdiği bölgedeki eski Sovyetler Birliği ülkeleri ile Afganistan’daki gençleri dahil ettiği Orta Avrasya Liderleri adlı programına 2002-2016 yılları arasında yaz aylarında evsahipliği yaptı. Yine, Vehbi Koç Vakfı Ansiklopedisi’ndeki biyografisinde Mustafa Koç’un bu kuruluşa olan üyeliğine de yer veriliyor.

Öte yandan EWI’ye Fethullah Gülen cemaatinin de bağış yaptığı belirtiliyor. 2011 yılında Fethullah Gülen’in barışa yaptığı katkılar nedeniyle EWI tarafından ödüle layık görülmesi ise tek başına bağışla ilgili değildi. Nitekim, EWI’nin barıştan anladığı Transatlantik ilişkilerin geliştirilmesi idi ve “barışa katkılarından dolayı” daha önce 2000 yılında da Dışişleri Bakanı İsmail Cem Yunan mevkidaşı ile birlikte EWI tarafından aynı ödüle layık görülmüştü.

İşte bu kuruluşun yönetim kuruluna 2017 Mayıs ayında SBK da girdi. SBK, 2016 yılında bu kuruluşun destekçileri arasında yer alırken 2017 ve 2018 yıllarında yönetim kurulu üyeliğinde bulundu. Sezgin Baran Korkmaz Vakfı (SBKV), 2022 yılı başında yargı kararı ile dağıtılana ve mal varlığı Hazine’ye devredilene kadar EWI’nin Türkiye’deki temsilciliği ve irtibat noktası olarak gösteriliyordu. EWI’nin güncel internet sitesinde yönetim kurulu sekmesine girildiğinde hâlâ tartışmalı isim SBK’nın yer aldığı yönetim kurulu aile fotoğrafı bizleri karşılamaya devam ediyor.

Anlaşılan o ki, ABD de kendi çıkarlarını hesaba katarak, SBK’nın oynadığı bu role Trump döneminin bir bölümünde göz yummuş.

AKP de bu patronlar ağını kullanmış

Devlet, patronların devleti ve düzen siyasetçileri de patronların temsilcisi değil mi? Öyle ama bu ilişkiler belli dolayımlarla gerçekleşir, sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda zaman zaman bu dolayımlar kalınlaşır bazen de silikleşir. SBK olayında ortaya saçılanlar, bu dolayımın neredeyse ortadan kalktığını ve devletin 15 Temmuz Darbe Girişiminden sonraki dönemde uluslararası sermaye ile bağlantılarını tamir etme ya da yenileme çabasında SBK ve dahil olduğu ağdan faydalandığını gösteriyor. Bu bağlantıların kara paranın ülkeye sokulması ve aklanması biçiminde ya da Türkiye’de emeğin alabildiğine sömürüleceği bir yabancı doğrudan yatırım şeklinde mi kullanılacağı ise tali bir konu olacaktır.

Fethullah Gülen’e ödül veren EWI, altı yıl sonra New York’ta 23 Eylül 2017 tarihinde bu kez Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ı ağırladı. Toplantı Boeing, Citigroup, Metlife, GE, PepsiCo, Allergan, Cargill, Chevron, UBS, Blackstone, TPI, Oppenheimer, Abraaj, Coca Cola and Qinvest gibi Amerikan tekellerinin yetkilileri ile Erdoğan’ı bir araya getiriyordu.

Amerikan tekelleri ile Erdoğan’ı bir araya getiren 70 kişi mevcutlu bu toplantının evsahipliğini SBK’nın yönetim kurulunda olduğu EWI, bir devlet kurumu olan Türkiye Yatırım Destek ve Tanıtım Ajansı işbirliği ile yaptı.

Demek ki, 15 Temmuz Darbe Girişimi sonrası limoni hale gelen Türkiye ile ABD ilişkilerinin yeniden düzeltilmesinin yolunun sermaye ilişkileri ve yatırımlardan geçtiğinin herkes farkındaydı. Türkiye’ye bire beş almak için ABD’den gelecek sermayenin bir kısmının kayıtsız olmasının lafı mı olurdu?

SBK’nın aracılık ettiği iddia edilen ABD’den akan kara paranın belli bir yüzdesinin ise yine ABD’de AKP tarafından lobi faaliyetlerinde kullanılması da bir taşla iki kuş vurulması anlamına geliyordu.

Aynı çabaların Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu (DEİK) Türkiye-ABD İş Konseyi (TAİK) vasıtasıyla ve yine SBK’nın katılımıyla olgunlaştırıldığı görülüyordu. SBK’nın 2017 Mayıs ayında EWI’nin Yönetim Kurulu’na katılmasından dört gün sonra, o yıl 400’ün üzerinde patronun katıldığı DEİK/TAİK ve American Turkish Council (ATC) ortak yıllık toplantısının gala yemeğinde SBK kürsüdeydi. Aynı toplantıda bir küçük ayrıntı ise vefatından sonra bu toplantılarda adına verilmeye başlanan Mustafa Koç Liderlik Ödülü’nün de sahibini bulmasıydı. DEİK Türkiye-ABD İş Konseyi’nin yürütme kurulunda adı AKP ile özdeşleşmiş Cüneyd Zapsu’nun hâlâ yer aldığını da not edelim.

Tüm bu çabaların karşılık bulduğu ve Erdoğan ile buluşan ABD tekellerinden bazılarının 2017 yılından sonra Türkiye’deki yatırımlarını arttırdığı görülüyordu.

Staj SBK ile, ustalık Türkiye Varlık Fonu’nda

Hatırlanacaktır özelleştirme fırtınası sırasında Başbakan Tayyip Erdoğan, devletle sermaye arasında dolayımların AKP döneminde silikleşeceğinin ilk sinyalini vermiş ve 2005 Ekim ayında şu meşhur açıklamayı yapmıştı:

“Yatırım için dünyanın tüm girişimcileriyle görüşürüm. Bakanlarıma da her yerde görüşmelerini tavsiye ederim. Çünkü ben ülkemi adeta pazarlamakla mükellefim...”

Sözde kalmayan ve icraata da dökülen bu açıklama, AKP ve Tayyip Erdoğan’ın 20 yılı aşkın süredir iktidar kalmasının anahtarı olacaktı.

17 yıl önce bu açıklama yapılırken Başbakanlık Basın ve Halkla İlişkiler Müşaviri olan Salim Arda Ermut’un, Erdoğan’ın o günkü konuşma metninin hazırlanmasında dahlinin olup olmadığını bilmiyoruz. Ancak devletteki kariyeri boyunca bu sözlerden gerekli vazifeyi çıkarmış olduğu kesindir.

Arda Ermut yıllar sonra Türkiye Yatırım Destek ve Tanıtım Ajansı Başkanlığı yaparken SBK ile yakın bir mesaide bulunmuş ve SBK’ya yurtdışı temaslarında yine SBK’nın tabiriyle tercümanlığını yapmıştı. SBK bir TV’ye yaptığı açıklamalarda, Ermut’un Türkiye’nin karanlık ve hükümetsiz dönemi olan 7 Haziran-1 Kasım 2015 döneminde yabancı yatırımcıların Türkiye’ye çekilmesinde diğer bürokratlardan farklı olarak korkmadan imza atıp yardımcı olduğunu belirtmişti. SBK’nın aynı açıklamalarında o dönemi nitelemek için “alavere dalavere ona gidiyoruz konuşuyoruz, buna gidiyoruz konuşuyoruz” ifadesi ise ibretlik.

Fotoğrafta SBK ile el sıkıştığı görülen ve SBK’nın ABD’de en aktif olduğu dönemde ona yardımcı olduğu belirtilen Arda Ermut, bugün Türkiye Varlık Fonu’nun başında bulunuyor.

Yabancı yatırımcılarla ilişkilerde bu tür bir mesai ile ustalaşan Ermut, şimdi maharetini ülkemizin en büyük kamu kuruluşlarını yöneten Türkiye Varlık Fonu’nda gösteriyor!

SBK ile ilişkilerde de bir “milat” olacak mı?

SBK’nın verdiği fotoğraf kareleri bunlarla sınırlı değil elbette. Cumhurbaşkanı Erdoğan, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, bürokratlar ve pek çok “makbul” patron ile de fotoğrafları bulunuyor.

Kapitalizmde konu sermayenin çıkarları olunca siyasetçiyi, bürokratı, patronu, yargı ve medya mensubunu aynı karelerde görmek hiç zor olmuyor. Bu durum Türkiye’de nasılsa, ABD’de, Fransa ve İngiltere’de ya da Rusya’da da öyle vuku buluyor.

SBK ve ilişkileri, Türkiye’de kapitalizmin olağan işleyişinin bir resmini sunuyor. Olağandışı olan sermayeler arası rekabet, ABD ve Türkiye’deki siyasi gelişmeler nedeniyle bu işleyişin afişe olması. Demek ki yeni ağ ve aktörlerle işleyiş yeniden tesis edilmek isteniyor. Ancak yenisinde de başrolde patronlar, önemli rollerde siyasetçiler, bürokratlar ve figüran olarak medya mensupları yer alacak.

Peki SBK Türkiye’de yargılanırsa “milat” olarak hangi tarih alınacak?

ARAS DEMİR / SOL

İnsanlık adına " Bir arpa boyu yol" alınmış mı? - (17 AĞUSTOS)


     OLAYLAR:

  • 1668 - Samsun'da Ladik Gölü merkezli 8.0 büyüklüğündeki 1668 Kuzey Anadolu depremi, batıda Bolu'dan en doğuda Erzincan'a kadar geniş çapta hasara neden oldu ve 8.000 kişi hayatını kaybetti. Türkiye'de kaydedilen en şiddetli depremdir.
  • 1787- Osmanlı-Rus Savaşı’nın ilanı.
  • 1787-  ABD Anayasası kabul edildi.
  • 1907 - II. Abdülhamid, motosiklet ve otomobil gibi sıvı yakıtlı çağdaş taşıtların ithaline izin verdi.
  • 1915 - Çanakkale Savaşları'nda, Kireçtepe muharebesi kazanıldı.
  • 1920– Bekir Sami Bey başkanlığındaki Türk heyeti ile Sovyet heyeti arasında Moskova’da görüşmeler başladı.
  • 1922 - Büyük Taarruz öncesinde Mustafa Kemal Paşa, gece gizlice cepheye hareket etti.
  • 1939- Parisli işçiler grevde.
  • 1941- İngiliz ve Sovyet işgali altındaki İran’da Şah Rıza tahtan indirildi, yerine oğlu Muhammed Rıza Pehlevi geçti.
  • 1943- Müttefikler Sicilya’yı ele geçirdi.
  • 1945 - EndonezyaHollanda’dan bağımsızlığını ilan etti.Japon işgalinden kurtulan Endonezya bağımsızlığını kazandı.  
  • 1949 - Erzurum, Bingöl ve ilçesi Karlıova'da meydana gelen 6.8 büyüklüğündeki 1949 Karlıova depreminde 450 kişi öldü, 1.500'ü aşkın ev yıkıldı.
  • 1960- 27 Mayıs İhtilali sonrasında Devlet Başkanı ve Başbakanlığa getirilen Cemal Gürsel, “Türk Kültür Dernekleri”nin açılışını yaptı. Demokrat Parti’nin 1951’de kapattığı Halkevleri binalarından okul haline getirilmemiş olanlar Türk Kültür Dernekleri’ne verilecek.
  • 1963- Ankara Palas’ta çalışan 100 kadar işçi, 1 işçinin polis müdahalesiyle işten çıkarılmasını sessiz yürüyüşle protesto etti.
  • 1964- Siirt’in Hemşo yöresinde petrol damarı bulunduğu açıklandı.
  • 1964-  MESS ile T. Maden-İş arasında yürütülen toplu sözleşmelerin uyuşmazlıkla sonuçlanması üzerine Sungurlar Kazan fabrikasında greve çıkıldı. Türk-İş yönetimi sendikadan grevi sona erdirmesini istedi. Bu olay Türk-İş’ten kopuş sürecindeki tohumlardan biri oldu.
  • 1964-  İmar ve İskan Bakanlığı’nın yayınladığı bir rapora göre, Zonguldak’ta 40 bin maden işçisinden 34 bini silikozis hastası ve büyük bir kısmı verem hastalığına dönüşmüş durumda. Raporda, köylerine dönen işçilerin veremi yaygınlaştırdığı tespiti de yapılıyor.
  • 1967- Kayseri’de yapılan Kayserispor-Sivasspor futbol maçında çıkan olaylarda 40 kişi öldü, çok sayıda kişi yaralandı.  
  • 1969 - ABD’deki Camille tayfununda 248 kişi öldü.
  • 1969 - Türkiye Sağır ve Dilsizler Kraliçesi Sevil Tez, Belgrad'ta yapılan güzellik yarışmasında dünya birincisi seçildi.
  • 1974 - Türk Birlikleri; Karpaz Yarımadası’nı, gerilla saldırıları düzenleyen Rum askerlerinden arındırdı. Son olarak, ateşkes ihlallerini gerekçe göstererek Yeşilırmak Bölgesi'nde mahsur kalan Türkleri kurtardı.
  • 1975- Milliyetçi Cephe hükümetinin İsmail Cem’i görevden alarak TRT Genel Müdürü olarak atadığı Prof.Nevzat Yalçıntaş yönetiminde TRT Televizyonu tarihinde ilk kez Ramazan’da iftar programı düzenleme kararı aldı, yayına Kur’an okunarak başlanacak.
  • 1975- Ali Özgentürk’ün Seydişehir’de fabrika işçileri ve yöre halkıyla çektiği 35 mm’lik “Yasak” filminin çekimleri tamamlandı. 
  • 1975-  Bir Filistin Kurtuluş Örgütü heyeti, destek sağlamak ve büro açmak için Ankara’ya geldi.
  • 1975-  İstanbul Sultanhamam Orhan Konfeksiyon’da DİSK/Tekstil’e üye oldukları için işten atılan 42 işçi açlık grevinde.
  • 1976- İstanbul Maçka Otel’de DİSK/Turizm-İş’te örgütlenen işçilerden temsilciler dahil 23’ünün işten çıkarılması üzerine başlatılan direniş sürüyor.
  • 1976-  Ankara Altındağ’da ilkokul müdürünün asmak istediği “Ergenekon” tablosunu engelleyen 2 öğretmen TCK 141-142’den yargılanacak. Altındağ İlçe İdare Kurulu, “asılmasını engelleyip tablodaki başbuğu yumruklayan” 2 öğretmenin ağır ceza mahkemesinde yargılanmasına karar verdi. 
  • 1976-  Devrimci Gençlik Dergisi’nin çeşitli sayılarında yayınlanan yazılar nedeniyle toplam 676 yıl hapsi istenen Yazı İşleri Müdürü Taner Akçam DGM’de yargılanmaya devam edildi.
  • 1976-  Halk ozanları Hüseyin Aydın, Necdet Şahin ve Veysel Demir “Türkülerinde hükümeti küçük düşürmek ve komünizm propagandası yapmak”tan DGM’de yargılandı. Ozanlar Mart’ta Tokat’ta CHP’nin düzenlediği”Aşıklar Kervanı” gecesinde, ardından Devrek’te türkü çalıp söylemişlerdi. 
  • 1976 - Sivas'ta demir çelik tesisleri kurulmasına ilişkin Bakanlar Kurulu kararı, Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe girdi.
  • 1978 - İran'da Şah Rejimi'ne karşı iç savaş başlatıldı.
  • 1979- Denizli’de bir kahvehane tarandı, 3 kişi öldü.
  • 1979-  Ankara Birlik Tiyatrosu İzmir Fuarı’nda Mehmet Türkkan’ın yazıp Zeki Göker’in sahneye koyduğu “Güneşin Katli” adlı oyunu sergiliyor. 
  • 1980– Şişli Sıracevizler’de boş bir arsada 2 solcu gencin işkence edilip boğularak çuvallara koyulup atılmış cesetleri bulundu. H.Türkyılmaz (22) ve K.Tanyeri’nin (27) cesetlerinin yanında “Hiç bir komünist cezasız kalmaz-Şeriatçı İntikam Tugayı” yazılı bir not bulundu. 
  • 1981- Sıkıyönetim Askeri Savcılığı, “Genç Öncü”den 38 kişi ile “Halkın Kurtuluşu”ndan 8 kişi hakkında yasadışı örgüte üye olma ve örgüt adına eylemlerde bulunma iddiasıyla 5 ile 30 yıl arası hapis istemiyle dava açtı.
  • 1982- Uyuşturucu kaçakçılığından Fransa’da 10 yıl hapis yatıp Türkiye’ye gönderilen MHP eski senatörü Kudret Bayhan 16 yıl hapse mahkum edildi.
  • 1983- Milli Güvenlik Konseyi, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu’nun kuruluşunu onayladı. Böylece, Türk Dil Kurumu (TDK) ve Türk Tarih Kurumu’nun (TTK) özerkliğine son verildi.
  • 1983-  Barış Derneği davasında Ataol Behramoğlu: “N.Hikmet gibi sanatçıları yok sayarsak, elimizde ulusal kültür adına hiçbir şey kalmaz”
  • 1984- 3 kişi hakkında idam cezası istenen 28 sanıklı THKP-C Kurtuluş duruşması Metris Askeri Cezaevi’nde başladı. Kimlik tespitinden sonra protesto için tek tip elbiselerini çıkaran 8 sanık duruşma salonundan çıkarıldı.
  • 1987- 1987’ye kadar kadar sıkıyönetim askeri cezaevi idarelerince uygulatılan tek tip elbiseye yasal dayanak da getirildi: Cezaevleri tüzüğündeki ”tutuklular kendi elbiselerini giyerler.” hükmü “..idarece verilen elbiseleri giymeleri zorunludur.” şeklinde değiştirildi.
  • 1987 - Steffi Graf, Dünya Tenis Birliği ‘Kadınlar Sıralaması’nda, Martina Navratilova’yı geride bırakarak birinciliğe yerleşti. Graf, bu başarıyı kazandığında henüz 18 yaşındaydı ve 1987’de, içinde ‘Fransa Açık’ın bulunduğu 8 turnuva kazanmıştı.
  • 1988- Uluslararası Para Fonu, IMF, Türkiye raporu hazırladı; rapora göre enflasyonun düşürülmemesi halinde Türkiye’nin Avrupa Topluluğu (AT) üyeliği gerçekleşemez.
  • 1988- İHD Genel Başkan Yardımcısı Leman Fırtına: “1 Ağustos Genelgesi, tek tip elbise dahil birçok konuda geriye gidiş getiriyor”. 
  • 1988-  Türkiye’de hormonlu et üretimi ve satışının engellenemediği açıklandı.
  • 1988-  TİP ve TKP genel sekreterleri Nihat Sargın ve Haydar Kutlu’nun (Nabi Yağcı) yargılanmalarına Nihat Sargın’ın sorgusuyla devam edildi. 
  • 1992- Maaş farklarını ve vergi iadelerini alamayan emekliler İstanbul’da protesto eylemi yaptılar.
  • 1993- ÇHD ve İHD’lilerin Perpa incelemesi: “Polis içeriden dışarıya doğru ateş açmış, çatışma süsü vermeye bile gerek duymamış.”
  • 1993-  SHP’li Şişli Belediyesi’ni 24 taşeron firmayla anlaşıp direniş, grev ve eylem kırıcılığı yapmakla suçlayan işçiler yürüdü.
  • 1996 – Rusya ile Çeçenistan arasında resmî olarak ateşkes antlaşması imzalandı.
  • 1996-  ABD başkanı Bill Clinton, Kuveyt’e 3 bin 500 asker gönderdi. Bill Clinton, Irak’ı saldırgan davranışlarına son vermesi konusunda uyardı.
  • 1996- Etiyopya birlikleri, Somalili 232 Müslümanı öldürdü.
  • 1998- Enerji Yapı Yol-Sen İstanbul Şubesi üyeleri, TEDAŞ’ın özelleştirilmesini protesto için Taksim’deki TEDAŞ Genel Müdürlüğü önünde 1 günlük iş bırakma eylemi yaptı.
  • 1998- SES Aksaray Şubesi üyeleri de Çapa Tıp Fakültesi yemekhanesinin özelleştirilme girişimini protesto etti.
  • 1998-  Alaattin Çakıcı, Fransa’nın Nice kentinde yakalandı.
  • 1999 - Kocaeli-Gölcük merkezli 7.8 büyüklüğündeki Marmara depreminde, resmi rakamlara göre 18.373 kişi hayatını kaybetti. Depremde ülkenin can damarı sanayi tesisleri de büyük hasar gördü. Hasarlı konut ve işyeri sayısı 245 bini aştı.
  • 2000 - Picasso'nun, The Portre of Young Women isimli kayıp tablosu Şanlıurfa'da ele geçirildi. Daha önce de Picasso'ya ait La fermiere tablosu İzmir'de ve Dora Maar tablosu da Selçuk'ta ele geçirilmişti.
  • 2000- KKTC’de Cumhuriyetçi Türk Partisi (CTP) Güvenlik Kuvvetleri Komutanlığı’na atanan Tuğgeneral Galip Mendi’yi karşılama törenine gitmedi. Tepkinin nedeni 1996’da gazeteci Kutlu Adalı’nın o tarihte başına Galip Mendi’nin bulunduğu Sivil Savunma Teşkilatı (SST) tarafından öldürüldüğü yolundaki iddialar. 
  • 2001- Adalet ve Kalkınma Partisi’nde (AKP) genel sekreterliğe Ertuğrul Yalçınbayır seçildi. Genel Başkan Recep Tayyip Erdoğan ise İsmail Alptekin’i desteklemişti. Siyasi işlerden sorumlu genel başkan yardımcılığına Abdullah Gül seçildi. Tüzük gereği AKP’de ikinci adam oldu. 14 Ağustos’ta kurulan AKP’nin ilk Meclis Grup Toplantısı’nda konuşan Genel Başkan Recep Tayyip Erdoğan: “Milletvekillerimiz birer parmak kaldırma makinası olmaktan çıkıp özgür halk temsilcisi olacaktır.”
  • 2001-  HADEP Genel Başkan Yardımcısı Ahmet Turan Demir, hakkında kesinleşen 1 yıllık hapis cezasının infazı için Ankara Merkez Cezaevi’ne konuldu. Demir, Terörle Mücadele Yasası’nın 8/1 maddesine göre bu cezayı almıştı.
  • 2001-  ÖDP İstanbul İl Örgütü üyeleri, Marmara depreminin yıldönümünde, deprem riski olan bölgede kurulu Avcılar/Ambarlı’daki Petrol Dolum Tesisleri’nin kapatılması için tesis önünde basın açıklaması yaptı.
  • 2002- Ankara’da kitle örgütlerinin de destek verdiği KESK’in “sadaka değil toplu sözleşme” yürüyüşüne 10 bin kişi katıldı.
  • 2003- Irak’ta Amerikan askerleri, Reuters kameramanı Mazen Dana’yı çekim yaparken vurdu. Filistin asıllı Dana’nın ölümüne ilişkin resmi açıklama şöyle: “Askerler kamerayı roketatar zannetmiş”. Dana’nın ölümüyle 20 Mart’tan beri Irak’ta öldürülen gazeteci sayısı 17’ye yükseldi. Mazen Dana 2001’de Uluslararası Basın Özgürlük Ödülü almıştı. “Irak’ta Savaşa Hayır Koordinasyonu” üyesi 300 kişi, Tepebaşı’ndaki eski ABD Konsolosluğu’nun önünde eylem yaptı.
  • 2003-  İzlanda’da 14 yılllık yasağın ardından ilk kez balina avına başlandı, tüm dünyada tepkiler yükseldi.
  • 2003-  Inti-Ilimani, Moğollar ve Grup Yorum Açıkhava’da “El Pueblo Unido Jamas Sera Vencido” sloganlarıyla sahne aldı.
  • 2004- Büyükelçi Mehmet Yiğit Alpogan Milli Güvenlik Kurulu (MGK) Genel Sekreterliği’ne atanan ilk sivil oldu.  
  • 2005- Britanya polisinin 22 Temmuz’da “dur” ihtarına uymadığı gerekçesiyle vurarak öldürdüğü Brezilyalı Jean Charles de Menezes’in kaçmadığı, dururken öldürüldüğü ortaya çıktı.  
  • 2005-  40 bin İsrail askeri ve polisi Gazze Şeridi’ndeki evlerini terk etmek istemeyen Yahudi yerleşimcileri zorla tahliye etti.  
  • 2005-  Coca-Cola’nın dağıtımını yapan taşeron şirketten “sendikalaştıkları için” çıkarılan ve 90 gündür direnen DİSK/Nakliyat-İş’li işçilerin Üsküdar’daki işe iade davası sırasında Nakliyat-İş’li işçiler adliye önünde destek gösterisi yaptı.
  • 2006- İsrail Lübnan’ın güneyinde eline geçirdiği bölgeleri UNIFIL’e devretti. Lübnan ordusu da 1967’den beri ilk kez güneyde kontrolü ele alıyor. Hizbullah güneyde silahsızlanmayı kabul etti.
  • 2008- Dayanışma evleri su, ekmek, elektrik, doğalgaz ve ulaşım zamlarını Mısır Çarşısı önünde protesto etti. 
  • 2010- 17 Ağustos 1999 depreminin yıldönümünde, Türkiye’nin 81 ilinden Yalova’ya gelen yaklaşık 1.500 TMMOB üyesi yürüyüş yaptı.
  • 2010-  Abdi İpekçi Parkı’nda 3 gündür oturma eylemi yapan “Ataması Yapılmayan Öğretmenler Platformu” üyelerine müdahale edildi. 
  • 2012- Muğla’da polisin açtığı ateşle ölen Şerzan Kurt’un duruşması öncesi “Milyonlar Adalet İstiyor İnsiyatifi” adliye önündeydi. Savcı tutuklu polis memuru için müebbet hapis cezası istedi.
  • 2013- Gezi Direnişi’nde katledilenlerin aileleri, katillerin bulunması talebiyle Galatasaray’da 24 saatlik oturma eylemine başladı. 
  • 2013-  Acıbadem Özdemiroğlu Ortaokulu’nun imam hatibe çevrilmesi Eğitim-Sen’lilerin de katılımıyla protesto edildi. 
  • 2015- Davutoğlu-Bahçeli görüşmesi de sonuçsuz kaldı, Bahçeli 4 maddelik ön şartlarının AKP tarafından kabul edilmediğini belirterek seçimin tekrarlanacağına işaret etti. Davutoğlu ”gerekirse” görevi iade edeceğini, CHP ve HDP görevin CHP’ye ”devri gerektiğini” belirtti.
  • 2016- Denetimli Serbestlik kapsamında kapalı ve açık ceza infaz kurumlarından yaklaşık 38 bin kişi cezaevlerinden tahliye edilmeye başlandı.
  • 2016-  Gülhane Askeri Tıp Akademisi ve askeri hastaneler Sağlık Bakanlığına devredildi. GATA’nın ismi Gülhane Eğitim ve Araştırma Hastanesi olarak değiştirildi.
  •  2017 - Barselona'da bir minibüsün yayaları ezdiği saldırıda 13 kişi öldü.

      DOĞUMLAR:

       
ÖLÜMLER: