4 Ekim 2022 Salı

Prof. Dr. Korkut Boratav ile söyleşi: AKP, Türkiye ve ekonomik liberalizm - SOL

 

Dayanışma Forumu’nun yeni sayısında iktisatçı Prof. Dr. Oğuz Oyan ile Prof. Dr. Korkut Boratav'ın bir söyleşisi yer aldı.

Eylül 2022 tarihili, Dayanışma Forumu’nun yeni sayısında (6. sayı) iktisatçı Prof. Dr. Oğuz Oyan ile Prof. Dr. Korkut Boratav'ın bir söyleşisi yer aldı. Boratav, ekonomik alandaki liberalizmin Türkiye kapitalizmine güncel ve tarihsel yansımaları hakkındaki sorulara yanıt verdi.

Dayanışma Forumu'nun yeni sayısında yer alan diğer yazıları* da soL sayfalarından yayınlamaya devam edeceğiz.

1999 tarihli Post-Washington uzlaşısı, Türkiye'de Aralık 1999’daki IMF-DB ortak programının gündeme geldiği dönemle çakışmaktadır. 24 Ocak 1980 Kararları ile dünyada 1979'dan itibaren uç veren neoliberal düzenleme rejiminin eşanlı varoluş süreçleri sanki tekrarlanmaktadır. Bu bir rastlantı olabilir mi? Değilse, Türkiye'nin kapitalist sistemin önemli dönemeçlerini bu kadar erkenden veya anı anına yaşıyor olmasının iç ve dış dinamikleri neler olabilir?

Bu soru, neoliberalizmin Türkiye ve dünya tarihçesinin ilk yirmi yılına yöneltiyor.

Türkiye’nin neoliberal yörüngeye kaymasının ilk adımı 24 Ocak 1980 kararlarıdır. Evveliyatına göz atalım: Türkiye, bir ödemeler dengesi krizine sürüklenmiş; Ecevit hükümeti IMF ile kredi müzakerelerine başlamıştı. IMF ön-koşul olarak yüksekçe bir devalüasyon talep ediyor; Ecevit ise bu adımı kredi akımı sonrasına taşımakta ısrar ediyordu. Anlaşma yapılamadı; kriz ağırlaştı. Büyük sermayenin ağır saldırısı belirleyici oldu. Hükümet istifa etti.

Demirel hükümetinde ekonominin sorumluluğu Turgut Özal’a verildi. Özal, 24 Ocak kararlarıyla IMF’nin talebini aşan bir devalüasyonu kabul etti; ama daha fazlasıyla… 1960 sonrasına damgasını vurmuş olan korumacı, müdahaleci, ithal ikameci model terk edilmekteydi. İhracat öncelikli dışa açılma dönüşümüyle, “serbest piyasa ekonomisi”ni yücelten (adeta “saldırgan”) bir söylemle bütünleştirildi.

Neoliberal dönüşümü Türkiye’de başlatan bu adımın Batı’da neoliberalizme geçişi simgeleyen Thatcher (1979) ve Reagan (1981) yönetimlerinin başlangıç tarihleri arasında yer alması dikkat çekicidir. Ekonomik içeriğiyle 24 Ocak kararlarının Britanya ve ABD deneyiminden esinlenmemiş olduğu açıktır.

Ama, “yerli malı bir program” olmadığını da biliyoruz. 24 Ocak kararlarının mimarı olan Turgut Özal, daha önce Dünya Bankası (DB) tezgâhından geçmişti. Çevre ekonomileri için neoliberal politikaların ana çerçevesi bir süreden beri DB/IMF bünyesinde inşa edilmekte; 1970’li yıllarda askerî rejimler tarafından Latin Amerika’da (adeta “deneysel” olarak) uygulanmakta idi.

1980’li yılların neoliberalizminde sermaye hareketleri kontrol ediliyor; ekonomi yönetimi bu sayede hem döviz kurunu, hem faizleri belirleyebiliyordu. Özal bu olanağı “gerçekçi kur, reel faiz” olarak özetliyor; pahalı tutulan döviz fiyatlarına, pozitif faiz uygulamaları refakat ediyordu…

Ne var ki dışa açılma, dolar cinsinden ücretler ucuzlamadan, daha geniş anlamda “sol” disiplin altına alınmadan uygulanamayacaktı. 12 Eylül darbesi, Özal’ı da hükümete alarak bu eksikliği giderecek; sonraki yıllarda ücretler baskı altında tutulacaktır.


Sermaye hareketlerinin çevre ekonomilerinde serbestleşmesi 1990’lı yıllarda genelleşecektir. Türkiye, 1989’da bu adımı (Latin Amerika’dan sonra) ilk atan ülkelerden olacaktı. Bu tarihteki “bahar eylemleri” ile işçi sınıfının başlattığı, sürüklediği direnme dalgasının çakışması dikkat çekicidir. 12 Eylül-ANAP yıllarının bölüşüm kayıpları 1989-1993’te telafi edilecektir.

Sonraki yıllar, neoliberal programın emek karşıtı öğelerini aşındıran “popülist” koalisyon hükümetleri dönemidir. Ücretlerin ve köylü/çiftçi gelirlerinin (tarımsal desteklerin) bastırılamadığı bir enflasyon yaşanmaktadır. Sermaye blokunun tüm katmanları tedirgindir; 12 Eylül disiplini veya en azından Özal liderliğindeki ANAP’ın tek parti iktidarı özlenmektedir.

Burjuvazinin kolektif iradesi, ekonomik disiplinin IMF’de aranmasına yol açacaktır. Haziran 1998’de Mesut Yılmaz hükümeti, IMF ile bir “yakın gözetim anlaşması” imzalar. Bu anlaşma, 1999’da DSP-ANAP-MHP koalisyonunca imzalanan bir kredi anlaşması ile tamamlanacak; IMF ile 10 yıllık kesintisiz ilişkiler başlayacaktır.

Serbest sermaye hareketleri, çevre ekonomilerine iki “armağan” getirecektir: (i) Dış kaynaklara aşırı bağımlılığın yarattığı kronik cari işlem açıkları; (ii) yabancı sermaye girişlerinin tersine dönmesinden kaynaklanan yeni bir kriz türü…

Bu kriz türünün en sert ve yaygın örneği, 1998-2001 döneminde gerçekleşecektir: Doğu Asya’dan patlak vererek çevre ekonomilerinin tümüne yayılan bir kriz dalgası… Türkiye de fırtınadan nasibini alacaktır. Kriz yönetimlerinde IMF devreye girecek; yanlış teşhisler nedeniyle bunalımları ağırlaştıracaktır.

Bu reçetelere iktisat çevrelerinde dünya çapında ağır eleştiriler yöneltildi. Neoliberal dönemin IMF programlarında ilk ciddi revizyonlar bu eleştiriler sonunda gerçekleşti.

Asya ülkelerinde neoliberal yobazlığın ötesine geçen seçenekler arandı; sermaye hareketlerini denetleyecek çeşitli yöntemler keşfedildi. 21’nci yüzyıla kriz içinde giren Doğu Asya ülkeleri (G.Kore, Malezya, Endonezya, Filipinler, Tayland), sonraki yıllarda cari işlem fazlaları içinde tatminkâr büyüme ivmelerini tutturabilecek yapısal özellikler kazanabildi.

Aynı fırsat 21’nci yüzyıla girerken Türkiye için de doğmuştu. Kriz dalgası öncesinde (1990-1998 döneminde) cari açık/GSYH oranı yüzde 0,6 (binde altı); büyüme temposu yüzde 4,5’tir. O dönemde TCMB’nin reel döviz kurunu hedefleyen yaklaşımının katkısı söz konusudur. Dış denge içinde büyüme bileşkesinin araştırılması, denenmesi için uygun, belki de ideal bir ortam… Tekrar hatırlatayım: Tam aksine sermayenin kolektif iradesi 1998’de ekonomi yönetimini IMF’ye devretti; Türkiye krize sürüklendi.

2002 seçimleri ağır bir toplumsal bunalım ortamında yapıldı. İktidar koalisyonunun ve CHP muhalefetinin Kemal Derviş’in “güçlü ekonomiye geçiş” programını sahiplendiğini ve ve AKP’ye tek parti iktidarının “armağan edildiğini” hatırlatmakla yetineyim. Yeni iktidar IMF programını devraldı; 2015’e kadar itirazsız sürdürdü. Dış bağımlılık çok daha yoğunlaştı.

Çeyrek yüzyıl önce kaçırılan yapısal onarım fırsatının günümüzde kullanılması çok daha sancılı olacaktır.


1990’larda geliştirilen liberal dönüşümde liberal entelijansiya ve ‘akademia’nın etkileri dikkate değer ölçülerde olmuş mudur? Özellikle DB’nin terim ve kavramlarının çarçabuk benimsenmesinde bu çevrelerin taşıyıcı rollerini ne kadar önemsemeliyiz?

AKP dönemi öncesindeki yirmi yılın neoliberal dönüşüme ve iktisat çevrelerine odaklanalım.

24 Ocak 1980 kararları bir istikrar programı olarak sunuldu. Önceki iki yıl boyunca Ecevit hükümeti IMF/DB uzmanları ile çekişme halinde olduğu için 24 Ocak kararlarının IMF önerileri ile uyumlu olduğu bilinmekteydi.

Turgut Özal’ın ise daha iddialı olduğuna yukarıda değindim: Sermaye çevreleri ile birlikte bir model değişikliğine açıkça işaret ediyordu.

Bu gündemde sol iktisatçıların çoğunluğunun IMF karşıtlığı içinde olduğunu söyleyebilirim. 12 Eylül darbesinden önce de IMF programlarının Latin Amerika’da askerî rejimler içinde uygulandığını izlemekteydik. Bunların Altın Çağ’da çevre ekonomilerinde yaygınlaşan kalkınma stratejilerine karşıtlığı ortaya çıkıyordu.

Sol’un tipik tutumunu yansıtan bir örnek, IMF, İstikrar Politkaları ve Türkiye (Editör: Cevdet Erdost, 1982, Savaş Yayınları) başlıklı kitaptır. Benim de yer aldığım altı iktisatçı, IMF’nin kökenlerini, 1970’li yıllardaki dönüşümünü ve Latin Amerika’da uygulanan programları gözden geçirmekte; 24 Ocak programını bu çerçevede eleştirmekteydik.

Filizlenmekte olan neoliberal düşüncenin, DB katkılarını yakından izleyen (bazıları CHP’de de görev alan) ana-akım iktisatçıları arasında destekçileri vardı. Rekabetçi bir piyasa mekanizmasını, “olumlu” bölüşüm etkileri (“koruma/müdahale rantlarını tasfiye etmesi”) açısından savunan meslektaşlarımız oldu.

Geleneksel sol çizgiyi sürdürenler ise, neoliberal dönüşümün emek gelirlerini sistematik olarak baskı altında tutan stratejik önceliğini, sonuçlarını vurguladı. Neoliberal uygulamaların erken filizlenmelerinde (başta özelleştirmeler) belli sermaye grupları lehine oluşan çok daha büyük boyutlu servet/gelir aktarımlarına dikkat çekildi.

Güncel ekonomik sorunların tartışılmasında da iktisatçılar saflaştı. 1977’de CHP iktidarı devraldığında ihracatın ithalatı karşılama oranı 1/3’e düşmüş; ekonomi bir ödemeler dengesi krizi içine sürüklenmişti. CHP hükümeti, seçmen tabanını koruma önceliğini, piyasalara çeşitli müdahalelerle gözetmeye çalıştı. Sıvı yağlar gibi temel tüketim mallarında karaborsa, benzin pompalarında uzun kuyruklar oluştu. Geçim sıkıntısını hafifletmeyi hedefleyen piyasa-dışı müdahalelerin savunulması, uygulayıcılar açısından dahi güçleşti.

24 Ocak kararları, iç piyasada dengeleri sağladı; enflasyonu %100’e çıkararak frenledi. Bu sonuç “serbest” piyasanın kaynak tahsisinde devlet müdahalelerine üstünlüğünü kanıtlayan bir “laboratuvar deneyi” olarak algılandı; ana-akım iktisatçılarınca desteklendi. Kıdemli sosyalist bir meslektaşımızın dahi, “kapitalizmin kuralları işlesin ki biz de kime karşı mücadele edeceğimizi bilelim” mesajını taşıyan bir yazısını hatırlıyorum. 12 Eylül rejiminin de katkılarıyla gerçekleşen emek-karşıtı bölüşüm şokunun boyutu sonraki yıllarda ortaya çıkacaktır.

Neoliberal dönüşüm lehindeki “liberal savrulma”, yirmi küsur yıl sonra İslamcı bir iktidarı demokratikleşme olarak savunan “liberallerin ihaneti” ile bağlantılıdır.

Bu “ihaneti” önceden uyarması beklenen “deneyim”, CHP-MSP koalisyonunun 1974’te TBMM’ye getirdiği af yasasında yaşanmıştı: Meclis görüşmelerinde Türk Ceza Kanunu’nun 163’ncü madde hükümlüleri önce oylanacak; iki partinin ortak oylarıyla affedilecektir. 141 ve 142.’nci madde hükümlülerinin oylanması sırasında ise MSP milletvekilleri oylamaya katılmayacak; sağ kalan devrimcilerin, (dekanımız sevgili Mümtaz Sosyal dahil) solcuların afları daha sonraki Anayasa Mahkemesi kararına kadar gerçekleşmeyecektir.

TCMB'nin "bağımsızlığı" yanında yeni oluşturulan çeşitli düzenleyici ve denetleyici kuruluşların da Hükümetlere karşı bağımsız ama uluslararası mali kuruluşlara/piyasalara bağımlı bir yapıda tasarlanmasını, sistemin iç işleyişinin sermaye yanlısı daha katı kurallara bağlanması olarak mı yoksa neoliberalizmin yeni bir bağımlılaştırma politikası olarak mı okumalıyız? Ya da ikisi birden mi?

“İkisi birden” diye yanıtlayacağım. Bu konu, 2001’de IMF ve DB’nin ısrarlarıyla ve Kemal Derviş tarafından “15 günde 15 yasa” çağrısı sonunda özerkleşen veya oluşturulan kurumlardan ikisi açısından hâlâ günceldir: Merkez Bankası (TCMB) ve Kamu İhale Kurumu (KİK)…

Bu iki kurumun siyasal iktidardan bağımsızlığını öngören düzenleme sonraki yıllarda AKP iktidarı tarafından yasal olarak veya fiilen yok edildi; ama özgün belgeler, amaçlar hatırlanmakta; bunların özerkliği bugün de savunulmaktadır.

KİK’de kamu ihalelerinde kayırmayı, ihaleleri uluslararası rekabete de açık tutarak önlemek gözetiliyordu.

İnşaat sektörünün ve ihalelerin AKP’ye özgü “ilkel birikim” sürecindeki öncelikli yerini biliyoruz. Bu alanın müteahhitler arasında rekabete açılması önlendi; istisnalar giderek kurallaştı. Uluslararası sermayenin tekelci gücünden kaynaklanan üstünlüğüne karşı yerli sermayeyi gözeten yöntemler ise Sol tarafından da savunulabilir, ama herhalde farklı bir program dahilinde…

TCMB özerkliği ise, para politikasının uluslararası finans kapitale bağımlı kılınması için konmuştur. Bu ilke, merkez bankalarına “fiyat istikrarını sağlama” (enflasyonu önleme) görevi verir. Yasalaşan bu amaç, Türkiye gibi çevre ekonomilerinde öncelik taşıması gereken kalkınma, sanayileşme, istihdam gibi önemli hedefleri dışlamaktadır. TCMB’nin hareket alanı (kâğıt üzerinde) “araç bağımsızlığı” ile sınırlıdır.

Ne var ki, yeni yüzyılın neoliberal enflasyon hedeflemesi modeli, bu araç bağımsızlığını da yok etmiştir. Finans kapital son sözü söylemektedir. Yazılı olmayan ilkelere göre merkez bankaları enflasyon hedeflemesini serbest sermaye hareketleri, sıkı para politikası ve dalgalı, rekabetçi döviz kuru üçlüsü içinde uygulayacaktır.

Serbest sermaye hareketleri, biraz önce açıkladığım gibi, 1990 sonrasında neoliberalizmin uluslararası ekonomik ilişkilere yerleştirdiği ana çerçevedir. Sıkı para politikası enflasyonu aşan politika faizi anlamına gelir. Amaç, yabancı sermayenin girişinde ulusal para (TL) ile kazanılacak reel getirilerin peşinen güvenceye alınmasıdır. Dalgalı döviz kuru, bu değişkenin bir politika aracı olarak belirlenmesini önlemektedir. Böylece merkez bankasının (veya iktidarın) ulusal sermaye lehine rekabetçi kur ayarlamaları (devalüasyonlar) peşinen önlenecektir.

İhale Kanunu’ndaki özgün ilkelerin AKP iktidarı boyunca sürekli çiğnenmesi, stand-by anlaşmalarının sürdürüldüğü 2008’e kadar IMF heyetleri tarafından “program ihlali” olarak yorumlanmadı.

TCMB özerkliği ise 2015’ten itibaren Erdoğan tarafından adım adım çiğnendi. Başkan, süresi dolmadan görevden alınabilmektedir. TCMB politika faizinin enflasyonun altında belirlenmesi kurallaştırılmış; Para Politikası Kurulu kararları fiilen Saray'a intikal etmiştir. Bu “sapma” her aşamada uluslararası derecelendirme kuruluşları ve IMF tarafından eleştirilecektir.

Sosyalist sistemin çöküşünü "tarihin sonu" (yani "liberalizmin zaferi") olarak değerlendirenler, egemen birikim tarzının 2008'den itibaren derin ve uzun bir tökezleme sürecine girmesi üzerine bu defa "neoliberal düzenleme rejiminin sonu" ve "alternatif modeller” gündeme getirildi. 2020'den itibaren pandemik salgının etkilerini de taşıyan bu tartışmalara acaba bugünden bakıldığında hangi noktadayız?

Neoliberalizmin son tahlilde sermayenin sınırsız tahakkümünü dünya çapında hayata geçirmeyi hedefleyen ekonomik bir tasarım olduğunu düşünüyorum. Sermayenin tahakkümü kalıcı hedeftir. Neoliberalizm bu hedefi güvenceye alan ekonomik bir araçtır. İşe yaradığı boyutlarda, biçimlerde işlevseldir.

Neoliberalizmin tahripkâr sonuçları, onun bir araç olarak işlevselliğini tehdit edebilir. Mağdur emekçileri sola yönelterek sermayenin sınırsız tahakkümünü tehdit edebilir. Galiba öyle bir dönemden de geçtik.

Öyleyse neoliberalizmin küreselleşme boyutunun bazı öğeleri askıya alınacak; ekonomik araçlar siyasal yönetimlerin, devlet gücünün katılımıyla zenginleşecektir. Rejim değişikliklerine dönük emperyalist saldırganlık, darbeler, neofaşizm, mülkiyet haklarını ihlal eden yaptırımlar, soğuk savaşın tehlikeli doğrultularda hortlatılması, sermayenin dünya çapında tahakkümünü sürdürmek için kullanılabilecektir. Bir anlamda emperyalizmin güncel gelişiminden söz ediyorum.

Bu dönüşümün aşamalarında gezinelim.

Neoliberalizm, kapitalizmin Altın Çağı’na karşı bir tepki olarak oluştu. Teorik alt-yapısı 1980 öncesinde Hayek ve Friedman’ın rehberliğinde inşa edilmekteydi. Politika öğeleri de yukarıda açıkladığım gibi DB ve IMF’de tartışılmakta; Şili, Arjantin ve Brezilya’da uygulanmaktaydı.

Batı’da neoliberalizmin yerleşmesi, sosyalist, sosyal demokrat partilerin teslimiyetiyle güvenceye alınacaktır. Fransa'da sola dönük “Ortak Program” ile iktidara gelen François Mitterand’ın iki yılda “hizaya getirilmesi” ve Britanya İşçi Partisi’nin 1997’de Tony Blair tarafından “New Labour” platformuna taşınması kritik iki aşamadır. Neoliberalizmin Batı’da yaygınlaşması 2008’de patlak veren uluslararası finansal krize kadar kesintisizdir.

Neoliberal politikaların “Güney” coğrafyasındaki aşamalarına yukarıda değindim. Serbest ticaret, sermaye hareketlerinde serbestleşmeden önce gerçekleşecektir. “Enflasyon hedeflemesi”nin yukarıda değindiğim kuralları, serbest sermaye hareketlerinin yaygınlaşmasından on yıl sonra belirlenecektir.

Bazı “katı ilkeler” de var: İşgücü piyasalarının esnekleştirilmesi, malî disiplin, özelleştirme, bölüşüm ilişkilerinde “sıfır devlet”, köylü tarımında piyasalara ve kapitalist ilişkilere tam açılma gibi…

Çevre ekonomilerinde katı ilkeler uzun süre korundu; ama beklentilerle sonuçların uzlaşmaması, değişen koşullar (bazıları “Post-Washington uzlaşısı”nda yer alan) revizyonlara da yol açtı.

Güney coğrafyasında neoliberalizm 20’nci yüzyılın son yıllarına kadar itirazsız sineye çekilecektir. İlk tepkiler 1997-98 Doğu Asya krizinde patlak verecektir. Krizleri daha da ağırlaştıran IMF programları, sömürgeciliği andıran, onur kırıcı yöntemlerle kabul ettirilecektir.

Giderek yaygın direnmeler, neoliberalizm-karşıtı örgütlenmeler, iktidar değişiklikleri patlak verdi. 1999’da Seattle’da DTÖ toplantısının işgal edilerek dağıtılmasını, Chavez’in iktidara gelerek Latin Amerika’nın “pembe dalgası”nı başlatmasını, 2001’de Dünya Sosyal Forumu’nun ilk toplantısını hatırlatmakla yetinelim. Asya ülkelerindeki politika revizyonlarına yukarıda değindim.

IMF/DB gündemleri de dönüşüme uğradı. Neoliberal dönemin bölüşüm şokları, yoksulluk araştırmalarına yol açacak; düşük gelirlilere dönük yoksullukla mücadele hedefleri yapısal uyum programlarına girecektir. Ne var ki artan yoksullaşma ile neoliberal programlar arasındaki nedensellik bağları araştırılmayacaktır.

Standby programlarında da bazı revizyonlar gerçekleşti. Yüksek tempolu sermaye girişlerinin denetlenmesine yeşil ışık yakıldı. Etkili bir kamu yönetiminin neoliberalizm için dahi gerekli olduğu fark edildi; “devletin küçülmesi” hedefi, muğlak bir yönetişim kavramıyla birleştirildi.

Finansal sistemde kuralsızlaştırma söyleminin tehlikeleri algılandı; geleneksel müdahale yöntemlerinden bazıları makro-ihtiyatî düzenleme başlığı altında canlandırıldı.

Batı coğrafyasına odaklanalım. 2007-2008’deki uluslararası finansal kriz, hem nedenleri, hem de uygulanan politikalar açısından neoliberalizme dönük eleştirileri sistem-dışı doğrultulara yöneltti. İktisatçılar, Sol ve halk sınıflarının mağdurları, finans kapitalin krizin kökeninde ve yönetiminde taşıdığı ağır sorumluluğu teşhis etti.

New York’taki “Wall Street’i işgal…” çağrısı “krizi hem yaratan, hem de yöneten yüzde 1’lik bir azınlığı” teşhis ettiği için semboliktir; sermaye tahakkümünü hedef aldıği için tehlikelidir. Güney Avrupa ülkelerindeki kalkışmalarla birlikte, anti-kapitalist bir dalganın başladığını göstermektedir. İspanya ve Portekiz’de sosyalist, komünist, sol cephe parti koalisyonlarının ve Yunanistan’da Syriza’nın iktidara gelmesi, bu dalganın sonucudur.

2008’i izleyen bu tehlikeli ortamda büyük Batı sermayesi, sosyal demokrasinin sola kaymasını, geleneksel sosyalist-komünist akımların canlanmasını önlemeye öncelik verdi. Bu tür bir yöneliş, 1960 sonrasındaki Altın Çağ’daki sınıflar-arası uzlaşmanın canlanması anlamına gelecekti. Radikalleşerek denetlenemeyeceği endişesiyle sermayenin tahakkümünü tehdit edebilirdi; o nedenle göze alınamıyordu.

Batı burjuvazisinin katı tutumuna bazı örnekler ışık tutabilir. Yunanistan’da dış borçların yapılandırılma önerileri, Almanya’nın öncülüğünde Avrupa Merkez Bankası ve IMF tarafından reddedildi. Ilımlı sol Syriza iktidarı finans kapital tarafından teslim alındı.

ABD’de Bernie Sanders’ın başkanlık ön-seçimlerinde öne çıkması, sosyalist kimliği nedeniyle kösteklendi. Britanya’da İşçi Partisi başkanlığına, Parti’nin geleneksel sol programını sahiplendiği için seçilen Jeremy Corbyn, İngiliz burjuvazisinin acımasız bir saldırısı sonunda parti liderliğinden uzaklaştırıldı.

Altın Çağ’ın sınıflar-arası uzlaşması baltalanırken halk sınıflarının neo-faşizme yönelmesi yeğlenecektir. ABD’de Donald Trump’ın, Britanya’da Boris Johnson’un iktidarları, büyük sermayeyi temsil eden Cumhuriyetçi ve Muhafazakâr partilerin açık tercihi sayesinde mümkün oldu.

Bir yandan küreselleşmenin yarattığı sanayisizleşmenin yoksullaştırdığı; bir yandan da neoliberalizmin, emperyalizmin mağduru Orta Doğulu, Afrikalı, Latin Amerikalı göçmenlerin işgücü piyasalarındaki rekabeti ile karşılaşan Batı emekçileri neo-faşizmin kitle tabanını oluşturdu. Neo-faşist partiler ırkçı söylemlerle yükseldi.

Neo-faşizmin gelişmesi, Batı’da neoliberal küreselleşmenin serbest ticaret ilkelerini çiğnedi. Trump’ın Çin’e karşı başlattığı ticaret savaşları, “liberal” Biden tarafından daha kapsamlı bir ekonomik savaşa dönüştürüldü. Ukrayna işgali sonrasında Batı blokunun Rusya’ya karşı yaptırımları, kapitalizmin temel mülkiyet haklarını da çiğnemekte; dünya tedarik zincirlerini bütünleştiren sermaye hareketlerini de baltalamaktadır.

Geleneksel neoliberal reçeteden bir diğer ayrılışa da dikkat çekelim: 2020 Covid salgını, Keynesgil kamu maliyesi politikalarına kısmî dönüşe yol açacaktır. Pandeminin millî gelirlerde yol açtığı gerilemeler, neoliberal malî disiplin ilkesini çiğneyen bütçe açıkları ile telafi edildi.

Ne var ki, bu esneklik Batı ekonomileri ile sınırlı kaldı. Finans kapitalin çevre ekonomilerinden alacakları güvenceye alınmalıdır; bütçe açıklarının ve kamu borçlarının sınırlı tutulması bu nedenle korunmalıdır. IMF ve DB, çevre ekonomilerinde malî disiplinden uzaklaşmanın istisnaî, geçici olması, temel makro-ekonomik dengeleri sürdüren ülkelerle sınırlı tutulması hususunda ısrarlı oldular.

Bu dönemde IMF’nin Arjantin ve Ekvador ile yaptığı kredi anlaşmalarında, Sri Lanka ve Pakistan’la bugünlerde sürdürdüğü stand-by müzakerelerinde kamu maliyesinde kemer sıkma hedefleri bu nedenle korunmakta, gözetilmektedir.

“Neoliberalizmin sonu” iddialarını, emperyalizmin ve kapitalizmin çürümesini de betimleyen bu tarihsel çerçeve içinde değerlendirmek zorundayız.


2015 sonrasında farklılaşan dünya ve ülke koşullarında AKP yönetimi artık IMF politikalarını örtük bir biçimde uygulama edilgenliğini de sürdüremez duruma gelmiş, ancak tutarlılığı tartışmalı yollara sapmaktan ve sık sık geri dönüşlere başvurmaktan başka çıkış bulamamıştır. Şimdi yeniden bir tıkanma noktasına hızla yaklaşılmaktadır. Seçimler sonrasında iktidar ve ana muhalefet partileri açısından, IMF'li veya IMF'siz bir IMF programına mecbur kalınması en yüksek olasılık olarak önümüzde durmaktadır. Peki bu "alternatifsizliğin" kendisi de hızla yeni bir tıkanmanın habercisi olmayacak mıdır? Buradan geçici bir rahatlama dışında bir çıkış bulunabilir mi?

Bir IMF programı niçin kaçınılmaz oldu? IMF-AKP ilişkilerinin tarihçesine bakarak yanıtlayalım.

AKP’nin 2002’de uygulanmakta olan IMF programını devraldığını, 2005’te üç yıllık, yaklaşık 10 milyar dolarlık bir kredi programı ile yenilediğini biliyoruz.

Bu anlaşmaya ilişkin bir ek bilgiyi de bu vesileyle ekleyeyim: Bu kredinin AKP iktidarına istisnaî bir destek olarak verildiği belgelenmiştir: Nisan 2005’te IMF İcra Kurulu’na sunulan Uzmanlar Raporu’na göre o tarihte Türkiye’de “ödemeler dengesi baskıları olmadığı için kredi gereksinimi de yoktur... Ancak, üç yıllık bir program 2007’deki genel seçim için bir çıpa sağlayacaktır.” IMF yönetimi de politik kayırmayı bir stand-by anlaşması için yeterli görmüş; krediyi onaylamıştır.

2008’deki uluslararası kriz, yabancı sermaye çıkışları ile Türkiye’yi de etkiledi; AKP hükümeti kısa dönemli bir dış finansman desteği için IMF ile görüşmelere başladı. IMF’nin Gelir İdaresi yönetimi ile ilgili bazı taleplerini Erdoğan’ın kabul etmediğini hatırlıyorum. 2009’da sermaye girişlerinin canlanmasının da katkısıyla müzakereler son buldu.

Neoliberal makro-ekonomik politikaların ana çerçevesi, malî disiplin ve yukarıda özetlediğim enflasyon hedeflemesi, AKP iktidarınca 2015’e kadar özenle sürdürüldü. 2015 iki nedenden ötürü bir dönüm noktasıdır: (a) Dış kaynak akımları daralmaya başlamıştır. 2010-2015’te yıllık ortalama 60 milyar dolar olan yabancı sermaye girişleri sonraki beş yılda yarıya inmiştir. (b) İktidar, Haziran genel seçimlerinde ilk kez azınlığa düşmüştür. Bu tarihten itibaren “ne pahasına olursa olsun iktidarı korumak” AKP’nin stratejik hedefi olmuştur.

Bu hedefi gerçekleştirmekte izlenen devlet şiddetini, siyasal, yasal yöntemleri bir yana bırakıp ekonomi politikalarına odaklaşalım: Erdoğan, iktidarı korumak için büyüme ivmesinin sürdürülmesini kararlaştırdı. Bunun için neoliberal modelin yapısal öğeleri, malî disiplin ölçütleri korunacak; finansal istikrar ilkesi ve ölçütleri dikkate alınmayacaktır. Temel araç şirketlere dönük ölçüsüz ve ucuz kredi pompalamasıdır.

Sonucu özetliyorum: 2016-2021’de GSYH reel olarak yüzde 3,97’lik bir tempoyla büyümüş; Mart 2022’ye kadar ücret ödemelerinin cari fiyatlarla net safi hasıladaki payı 8,3 puan (%43,3 → %35,0) gerilemiş; ekonomi emek-karşıtı, çok ağır bir bölüşüm şokundan geçmiştir. Bu dönemde üç sert döviz krizi gerçekleşmiş; “resmî” enflasyon Temmuz 2022’de yüzde 79,6’ya çıkmıştır.

Ekonomi büyümektedir. Ne var ki, ücretlilerin net hasıladan aldığı payın aşınma boyutu, işçi sınıfının bir bölümünün mutlak olarak yoksullaşması ile mümkün olabilir.

Büyüme göstergelerine göre bir ekonomik kriz yoktur; bu anlamda Saray’ın öncelikleri tutmuştur. Aynı zamanda Türkiye toplumu yaygın bir bunalım algılaması içindedir. Nedeni, sözünü ettiğim bölüşüm şokunun yarattığı mutlak yoksullaşmadır.

Yoksullaşmanın kapsamı, nicel boyutu bu dönem enflasyonunun ücretli ve diğer sınıflar arası yansımasına ve ücretliler-içi gelir dağılımına bağlıdır. Şu anda bu bilgilerden yoksunuz. Sözü geçen altı yılda istihdamın faal nüfus artışının gerisinde seyrettiğini, TÜİK’in “âtıl nüfus” olarak tanımladığı emek fazlasının her yıl yüzde 7,4 oranında arttığını ise biliyoruz. Yoksullaşma bu nedenle ücretli çalışanların dışına taşmıştır.

Saray, kamu harcamalarını halk sınıflarından esirgemiş; kamu maliyesi bölüşüm şokunu telafi etmemiştir. Sendikalaşma ve emekçi sınıf örgütleri AKP’li yıllarda sembolik düzeylere gerilemiş; özellikle enflasyon ortamında (1990’lı yılların aksine) gelir kayıplarını engelleyebilecek güçleri yok olmuştur. Bölüşüm süreci, böylece, TCMB’nin, bankaların ve ucuz kredilerin aktığı şirketlerin denetimine geçmiş; Saray’ın ayrıcalıklı sermaye çevrelerine dönük tercihleri ayrıca rol oynamıştır.

Üç döviz krizi içinde Türkiye’nin dış kırılganlık göstergeleri de ağırlaşmıştır. Bu göstergeleri günü gününe izleyen uluslararası finans çevreleri, bir dış borç krizine aday olan ülkelerin ön saflarında Türkiye’ye de yer vermektedir.

En bütüncül göstergeleri aktaralım: Türkiye’nin dış borç/dolarlı millî gelir oranı 2015-2022 arasında %46,7’den %65,2’ye çıkmıştır. (IMF’nin 692,4 milyar dolarlık 2022 GSYH tahminini kullanıyorum). Önümüzdeki 12 ayda Türkiye’nin ödemesi gereken dış borç yükümlülükleri 183 milyar dolardır. İlk altı ayda 32,7 milyar olan cari işlem açığının yıl sonunda 50 milyar dolara ulaşması beklenir. İkisinin toplamı 2022 millî gelirinin üçte birine ulaşmaktadır. Seçime kadar sürdürülmesi çok güç bir dış finansman yükü ile karşı karşıyayız.

AKP, ekonominin bir bıçak sırtında olduğunu biliyor. Rusya ve Körfez ülkelerinden kısa vadeli kaynaklarla, swap işlemleriyle, brüt rezervleri kullanarak kader saatini ertelemeye çalışıyor. İflasın eşiğinde seçime gidecektir.

Seçim sonrasında (iktidarda kim olursa olsun, IMF’li veya IMF’siz) bir IMF programı kaçınılmazdır.

Hem dış finansman sorununu çözen, hem de enflasyonu önleyen bir IMF programının ekonomik küçülmeyi içermesi kaçınılmazdır. Ek dış finansman, finansal genişlemenin son bulması koşuluna bağlanacak; kamu maliyesinde daralma bu koşula eklenecektir. Bu tür IMF programlarında kamu maliyesinin faiz dışı fazla yaratması olağandır. Bölüşüm şoku nedeniyle ücretli sınıfların ve işsizlerin yaşadığı yoksullaşmaya, ekonominin küçülmesinden kaynaklanan ek gelir ve istihdam kayıpları eklenecektir.

İktidarı korursa Erdoğan IMF’ye gidişi haklı gösterecek esnekliğe sahip olduğunu göstermiştir. Aksi halde bu senaryoyu olası yeni iktidara “tuzak” olarak kullanacaktır. Altılı muhalefet bloku ise daha önce IMF ile çalışmış siyasetçileri içermektedir.

Türkiye toplumunun bugünkü toplumsal bunalımını önümüzdeki yıllara daha da ağırlaştırarak taşıyan bir IMF programı kabul edilemez. Bu nedenle sosyalistler, bugünkü Türkiye ve dünya koşullarında halk sınıflarının sancılarını asgariye indirecek alternatif bir programı, diğer demokrat, ilerici çevrelerle birlikte tartışmaya başlamalıdır. Bu tartışmanın, Türkiye siyasetinin sola yönelmesine katkı yapması da beklenebilir.

Bir IMF seçeneğine karşı gerçek bir alternatif ekonomik program hangi sütunlar üzerinde yükselebilir? Kapitalist sistem içinde kalarak ama neoliberalizme ve dolayısıyla mali emperyalizme kafa tutarak bir patika açılabilir mi? Yoksa artık kapitalist sistemi doğrudan hedefe koymadan gerçek bir çıkış yolu bulunamayacak noktada mıyız?

Kapitalizmi hedefe koymayan sosyalist, komünist hareketlerden, partilerden söz edilemez. Ne var ki, Türkiye’nin bugünkü koşulları kapitalizmden çıkışın ekonomik programını tartışmaya uygun değildir.

Emekçi sınıfların yoksullaşması, sermayenin tahakkümüne karşı örgütlenmeyi kendiliğinden beslemez. Tam aksine, gerici ideolojilerin, tutucu değerlerin halk sınıflarında yaygınlaştığı bugünkü ortamda, sınıfsal dayanışmayı dağıtır; “gemisini kurtaran kaptan, insan insanın kurdu olur…”

Emek karşıtı bir IMF programı gündeme geldiğinde, sosyalistler kapitalist sistemin sınırları içinde kalan, ama sermayenin tahakkümünü hafifleterek halkın kayıplarını telafi eden bir program önermelidir. Bu doğrultuda vurgulamalarla yetineceğim.

Sermaye hareketlerinin denetimi gereklidir. IMF dahi, geçici ve sınırlı olmak şartıyla yabancı sermaye girişlerinin denetimine rıza göstermektedir. Türkiye, döviz krizleri konjonktüründedir ve öncelikle sermaye çıkışlarının denetlenmesi gereklidir.

TL’li varlıklara yatırım yapmış yabancı sermaye çıkışlarına döviz tahsis yükümlülüğü söz konusu olmamalıdır. Özel sektörün dış kredilerinde Hazine güvencesi olamaz. Alacaklı riski üstlenmek zorundadır. Zincirleme banka iflasları gündeme gelmedikçe aynı durum bankalar için de geçerlidir. Buna karşın, Hazine, TCMB, kamu bankaları, Varlık Fonu ve diğer kamu kuruluşlarının dış borçları için bir yapılandırma girişimi gerekli olabilir.

Yerli sermaye çıkışının, ticarî krediler dışında dövizle borçlanmanın frenlenmesi gereklidir.

Sınıflar-arası ittifaklar açısından kritik, duyarlı bir sorun, beyaz yakalı emekçi katmanları da içeren orta sınıflar için önem taşıyan döviz mevduatı konusunda gündeme gelebilir. Tatminkâr bir döviz kuru ve enflasyonu aşan faizler karşılığında döviz tasarruflarını TL’ye aktarmaya ikna edilebilirler mi?

Makro-ekonomik alanda sıkı para, gevşek maliye politikalarına geçiş savunulmalıdır. AKP kamu açıklarını gelişmekte olan ülke ortalamalarına göre çok daha sınırlı tutmuştur; devlet bütçesinin bölüşümcü ve yatırımcı kimliğini canlandırarak bu durumu tersine çevirme zamanı gelmiştir. KÖİ yatırımlarının ve enerji dağıtımının kamulaştırılması gerekir.

TCMB özerkliği kabul edilemez; rezervleri Hazine’ye ait olmalı; kredilerde ucuz, enflasyonun altında faiz son bulmalıdır. Sermaye hareketleri denetleneceği için reel döviz kurunun ve faizlerin birlikte hedeflenmesi mümkündür. TL’nin değerlenmesi (dövizin ucuzlaması) önlenmelidir.

Tarımsal piyasalarda uluslararası ve yerli sermayenin tahakkümü kooperatiflere dayalı destekleme ile önlenmelidir. Yüksek enflasyon sürdükçe asgari ücretlerin, emekli ve memur maaşlarının aylık endekslenmesi gerekir. Şirketlerin oligopolcü kâr marjlarının vergilenerek önlenmesi yöntemleri geliştirilmelidir.

Emekçilerin bölüşüm kayıpları bütçe kaynaklarıyla önlenmeli, telafi edilmelidir. Halkın yoksullaşması yaygınlaşırken bankaların ve dev şirketlerin astronomik kârları yüz kızartıcıdır. 2022’nin ilk yarısında bankaların kârları beş misli (%400) artmıştır. İSO’nun 500 büyük sanayi kuruluşunda kârların katma değerdeki payı 2015 sonrasında 11,5 puan (% 28,2 → %39,7) yükselmiştir. (“Ekonomide ne oluyor?”, Levent Ayan & Mehmet Tuna Doğan, soL Haber, 15.8.2022)

Bu yıla ait Kurumlar Vergisi oranlarının (en üst dilimleri yüzde 100’e ulaşan) müterakki bir tarifeye dönüştürülmesi; ayrıca yüksek oranlı bir servet vergisinin geliştirilmesi gereklidir.

İşsizlik sigortasında ve sosyal yardımlarda, emekçilerin kayıplarını telafi etmeyi hedefleyen ödenekler bütçede yer almalıdır.

Kapitalizmin temel ilişkileriyle uyumlu bu tür önerileri içeren bir programın AKP yıllarında ağırlaşan sermaye tahakkümünü hedef aldığı; bu açıdan ekonomik bir sınıf mücadelesi içerdiği söylenebilir.

Kapsamı, bazı öğeleri radikalleştirilerek genişletilen bu tür bir ekonomik programın sadece oluşturulması değil; duyurulması, siyasetin güncel gündemine girmesi gerekir. Bu adım dahi halkımızın daha fazla teslimiyete, kaderciliğe sürüklenmesini frenleyecek; bu anlamda sınıf mücadelesinin önemli bir kazanımı olabilecektir.

(SOL)

https://dayanismameclisi.org/index.php/dayanisma-forumu/

Dayanışma Forumu'nun Eylül 2022 tarihli 6. sayısında yer alan makaleler ve yazarları:

  • Prof. Dr. Korkut Boratav ile söyleşi: AKP, ekonomik liberalizm ve Türkiye
  • Liberalizmin kökenleri - Hüseyin Özel
  • Liberal ideologların motivasyonları ve ana temaları - Erhan Nalçacı
  • Liberalizmin yükselişi ve düşüşü: Kısa “Yetmez Ama Evet” Tarihi - Orhan Gökdemir
  • Kürt Ulusalcılığının Liberalizm ile Bağı - Aydemir Güler
  • Osmanlı’dan AKP’ye: Liberalizmin sürekliliği - Fatih Yaşlı
  • AKP dönemi medyası - Mustafa Kemal Erdemol
  • AKP Döneminde Neoliberalizm, Yeni Muhafazakârlık ve Sanat - Haluk Polat
  • Hukuk sistemi ve liberalleşme - Ali Rıza Aydın
  • Sendikal örgütlenmenin “sivilleşme” öyküsü - Burçak Özoğlu
  • Sağlıkta liberalizm: Özgürleşirken kötürümleşmek - Necati Çıtak, Tolga Binbay


3 Ekim 2022 Pazartesi

Bin 800 yıllık yazıtın 'sırrı' ortaya çıktı - Cumhuriyet

 


Manisa'da 2 bin 700 yıllık geçmişe sahip Aigai Antik Kenti'nde, kazılarda bulunan bin 800 yıllık 3 parça mermer yazıtın sırrı çözüldü. Birleştirilerek tercümesi yapılan mermerde, Aigaililerin Roma İmparatoru'na gönderdiği 'Fortunatus' isimli elçi aracıyla keçi derisinden alınan vergilerin her gelen toplayıcı tarafından farklı alınmasıyla ilgili şikayetini bildirdiği ortaya çıktı.


Yunusemre ilçesine bağlı Köseler Mahallesi sınırlarındaki tarihi 2 bin 700 yıllık geçmişe dayanan Aigai Antik Kenti'nde devam eden kazılar sürerken, kazılarda ele geçirilen eserlerin tarihe ışık tutması amacıyla, eserler üzerindeki çalışmalar da sürüyor.

KURALA UYMAYANLARA CEZA

Kentte 2004 yılında başlayan kazı çalışmalarının ertesi yılında meclis binasında bulunan 3 parça mermer birleştirilerek tercümesi yapıldı. Detaylı olarak ele alınarak deşifresi yapılan yazıtın sırrı ortaya çıktı.

Yazıtta, Aigai halkının Roma imparatoruna 'Fortunatus' isimli elçiyi göndererek, keçi derisinden alınan vergilerin her gelen toplayıcı tarafından farklı alınmasıyla ilgili şikayetini bildirip, bu durumun çözüme kavuşmasını talep ettiği belirtilirken, Aigai halkının şikayet ve talebini dikkate alan Roma İmparatoru'nun ise keçi derisinden alınan vergileri 6'da 1 oranında sabitlediğini ve bu kurala uymayanların cezalandırılması için talimat verdiği çözümlendi.

'DETAYLI ARAŞTIRMA YAPARAK, DEŞİFRESİ YAPILDI'

Aigai Antik Kenti'nde süren kazılara başkanlık eden Manisa Celal Bayar Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Yusuf Sezgin, yazıtın kentin ekonomisinin keçi ve keçi derisi üzerine olduğunun kanıtlanması açısından önemine dikkati çekti.

Doç. Dr. Sezgin, "Aigai'de ilk kazı çalışmaları 2004 yılında başladı. Kazı çalışmalarının başladığı meclis binasında ertesi yıl bir yazıta ait 3 mermer parça ele geçti. Prof. Dr. Hasan Malay tarafından yazıt üzerinde kısmen çalışılmıştı ve tercümesi yapılmıştı. Fakat geçen yıl hocamızı kaybettik. Son dönemde yazıt üzerinde detaylı araştırma yaparak, deşifresi yapıldı. Bu yazıt çok değerli, özellikle de mecliste bulunması zaten kıymetini ortaya koyuyor. Yazıt kentin ekonomisinin temelinin keçi ve keçi derisi üzerine oluştuğunu kesinleştiriyor" dedi.

'İMPARATORA ELÇİ GÖNDERMEK ÇOK KOLAY BİR ŞEY DEĞİL'

Doç. Dr. Sezgin, "Yazıtta, 'Fortunatus' adındaki Aigaili bir elçi Roma'da imparatorun sarayına gönderiliyor. Burası çok önemli. Roma döneminde imparatora elçi göndermek çok kolay bir şey değil. Her istediğinizde imparatora elçi gönderemiyorsunuz. Fortunatus, imparatora Aigaililerin şikayetini iletiyor. Roma döneminde Romalılar Anadolu'nun farklı bölgelerine gelerek vergi topluyorlar. Aigai'de keçi derisinden alınan vergiler, her gelen vergi toplayıcı tarafından farklı toplanmış, bunun çözümlenmesi açısından imparatora gidiyor. İmparator da bundan sonra keçi derisinden alınan vergileri 6'da 1 oranında sabitliyor ve bu kurala uymayanların cezalandırılacağını belirtiyor" diye konuştu.


'BİLİM DÜNYASINA YENİ SUNDUĞUMUZ ÖNEMLİ BİR YAZIT'

Doç. Dr. Sezgin, şöyle devam etti:

"Aigai'nin kelime anlamı keçi. Bulunduğu coğrafyada keçi yetiştiriciliğine uygun bir coğrafya. İlk defa elimizde bir yazıtla bunu söyleyebilecek bir duruma geldik. Bin 800 yıl önce yazılmış bir yazıt ve meclise konmuş. Kentin en önemli konularından biri olsa gerek. Roma imparatorlarının topladığı vergi belirlenmesi ve sabitlenmesidir. Yazıt sayesinde kentin keçi derisi ile olan ilişkisi, kentin ekonomisinin keçi derisi üzerinden yürütüldüğü teorilerimizi doğruladı. O açıdan bilim dünyasına yeni sunduğumuz önemli bir yazıt."

Cumhuriyet



Yağmurdan Sonra Avrupa: Bir Kıyamet Manzarası - FİDE LALE DURAK / SOL-Özel

 


'Sürrealizmin önemli temsilcilerinden olan Max Ernst’in 'Yağmurdan Sonra Avrupa II' adlı resmi, ikinci dünya savaşı sırasında yapılmış çarpıcı bir resimdir.'

Modern sanat akımlarının çoğu 19. yüzyılın sonu ile 20. yüzyılın başındaki bir aralıkta çıkmıştı. Özellikle birinci ve ikinci savaş dönemleri avangardların ortaya çıkışını tetiklemiş ve zamanla postmodernizme uzanacak sanat akımların oluşumuna zemin oluşturmuştu. 

Birinci dünya savaşı sırasında insanlığın yaşadığı yıkımı protesto eden ve kendisini de yıkıcı bir sanat olarak kuran Dada hareketi bu dönemin önemli avangard akımlarından oldu. Dada kendinden sonra gelecek olan akımları da büyük oranda belirledi. Otoriteye karşı çıkmak ve verili düzeni yıkmak Dada hareketinin felsefesiydi. Bu yüzden belli bir üslup yerine kavramsal düzlemde bir tartışma başlattılar. Sanatta ve toplumsal düzlemde geleneklere ve kurallara karşı çıktılar. Bu açıdan mevcut gerçekliği kabul etmeyerek sanat aracılığıyla başka bir gerçeklik yaratmaya çalıştıkları söylenebilir. Ancak bu gerçek algısı diyalektik değildir ve Lunaçarski’nin sanat için belirttiği “sosyalist gerçekçilik dünyayı tanımakla kalmaz, onu yeniden biçimlendirir”1 ifadesindeki gerçeklikten farklıdır. 

Dada hareketinin uzantılarından biri zamanla sürrealizme evrildi. Bu evrilişi kolaylaştıran etmenlerden biri; her iki akım için nesnelliğin ortak bir anlayışa oturuyor olmasıdır. Değişmesi mümkün olmayan ve büyük oranda hayal kırıklığı dolu olan dış dünyanın reddi ve bunun bireysel yansımaları... Sürrealizm, dış gerçekliğin içsel izleri, düşler ve bilinçaltı üzerinden imgeler üretir. İlk kez 1924’te manifestolarını yayınladıklarında, Avrupa’nın birinci dünya savaşı sonrasındaki yıkım ve huzursuzluk ile uğraşıyor olması dikkate değerdir. Sürrealizm ikinci dünya savaşının sonuna kadar devam etmiş ve etkinliğini uzun süre koruyabilen akımlardan biri olmuştur. 

                                  Max Ernst, 1940-42, “Yağmurdan Sonra Avrupa II / Europe After Rain II”

Sürrealizmin önemli temsilcilerinden olan Max Ernst’in “Yağmurdan Sonra Avrupa II” adlı resmi, ikinci dünya savaşı sırasında yapılmış çarpıcı bir resimdir. Ernst, resme 1940 yılında başlar. 1941 yılında Naziler tarafından ikinci kez tutuklandığında, Peggy Guggenheim’ın yardımıyla hapisten ve Avrupa’dan kaçarak New York’a yerleşir2. Resmin devamını New York’ta tamamlar. 

Resimde çürümüş organizmalar, yıkılmış bir doğa ve ortasında kuş başlı yaratık ile bir kadın yer alır. Kanser hücresi gibi kontrolsüzce büyümüş ve ele geçirilmiş bir hayatın kalıntılarındaki melankoli resmin genel duygusunu oluşturur. Kuş başlı yaratık, hemen önündeki hayvan kafatası ve tekinsiz ifadesi ile resmin ortasındaki otorite figürdür. Tüm yok oluşa rağmen elindeki parçalanmış sancakla kendisine sırtı dönük yeşil kadına aç gözlü ve tehditkâr bakmaktadır. Kadın sadece yaratığa değil seyirciye de arkasını dönmüştür. Eksik organları, ölüme yakın rengi ve küsmüş tavrı ile gerçek bir sırt dönüştür bu! Belki savaş sonrasındaki Avrupa’nın silueti, belki insanlıktan geriye kalmış olanlar; arkasındaki tehdidi ciddiye almak için fazla yorulmuş olan bu kadının umursamaz duruşunda vücut bulur. 

Resmin adı, sanatçının 1933 yılında Hitler’in iktidara geldiği yıl yaptığı ilk versiyondan gelir. “Yağmurdan Sonra Avrupa I” resminde kadim kıta, kutsal kitaplarda yazan kıyamet tufanların tamamını geçirmiş, üzerine terörün yıkımını yaşamıştır. Ernst bu hayali Avrupa kabartmasını kontrplak üzerine sıva ve yağ kullanarak yapmıştır. 

                                     Max Ernst, 1933, “Yağmurdan Sonra Avrupa I / Europe After Rain I”

Ernst’in resimlerindeki ayırt edici yanlardan biri de rastlantısallığı kullanmasıdır. Kimi kaynaklara göre kendisinin icat ettiği “dekalkomeni” tekniği ile önce boyayı cam bir yüzeye sıçratır ya da fırça ile sürer, daha sonra bu yüzeydeki boyayı tuvale aktararak rastgele akışkan boya yüzeyleri elde eder. Otomatizm adı verilen uygulama ile -bir nevi bilinç akışı- boya yüzeyleri üzerinde imgeler oluşturur3

Sürrealist sanatçıların gerçeklik ile kurdukları sorunlu ilişki ortada. Birey olarak sadece içe bakmak, dışsallığa körelmek, insanın içinde bulduklarını ve bulabileceklerini de karartmaktadır. Bu yüzden devrimci bir gözün gerçeklik algısında aynı zamanda onu değiştirebileceğine dair bir irade vardır hep. Max Ernst örneğinde ise, dünyanın dönüştüğü karanlık ile kendinde bulduğu arasındaki ayrım göz ardı edebileceğimiz kadar birbirine yaklaşmıştır. Ernst kendine dönük bir sanatçıydı ve Avrupa kıyamet sonrasının manzarasıydı. İkisinin buluşması resmi teknik olarak başarılı bir eser olmanın ötesine geçirmiş ve savaşın yıkıcı etkisinin önemli bir imgesine dönüştürmüştür.

Şimdi, altı ayı aşkın süredir devam eden Rusya Ukrayna savaşı birçok kişi tarafından üçüncü dünya savaşı olarak nitelendirilmekte. Avrupa’nın yaşadığı enerji krizi ile karanlığa gömülen sokaklar, kurulması planlanan halka açık ısınma alanları yeni bir kıyametin habercisi gibi. Biz içimize döndükçe dünya daha çok kararıyor. Halbuki başımızı kaldırmak, dışımıza dönmek, yanımızdaki dost bakıştan başlayarak birlikte düşlemek ve yürümek… Gerçekliğimizi umutlu bir geleceğe dönüştürmek için yeterli.

FİDE LALE DURAK / SOL-Özel


2 Ekim 2022 Pazar

Uyuşturucu cehennemine hoş geldiniz - Can Serhat Halis / BİRGÜN

 

                                                                                                                                                 Fotoğraf: İHA

Ülke insanı yoksul, öfkeli ve mutsuz. Avrupa’nın en öfkeli, en yoksul ve en mutsuz halkı Türkiye’de yaşıyor. Buna cahillik de eklenince, iş içinden çıkılmaz bir hal alıyor.

Türkiye’de uyuşturucu, büyük bir toplumsal problem haline geliyor. Önümüzdeki aylar ve yıllar, bu problemin açtığı derin yaraların izlerini taşıyacak üzerinde. Çünkü uyuşturucu tüketimi burada artık bireysel değil toplumsal bir karakter kazanmaya başladı.

Uyuşmuş beyinler bireysel trajedileri de beraberinde getiriyor. Ancak mevcut tablodan anlaşılıyor ki, bireysel trajediler toplumsal cinnetlere dönüşmekte... Geçtiğimiz hafta Bağcılar’da kafa kesmeyle sonlanan vahşet, bu cinnetin küçük bir prototipiydi. Cinnet toplumuna girişin ilk dersiydi…
Kuşkusuz Türkiye’nin hızla bir uyuşturucu merkezine dönüşüyor olması; bunun çok boyutlu nedenlerinden biri... Uyuşturucu baronları ve karteller için paha biçilmez bir yer artık Türkiye.

Afgan haşhaşı ve yeni uyuşturucu rotası

Bilindiği üzere Afganistan yıllardır ham veya işlenmiş uyuşturucunun yayılım alanı. Bu husustaki öncülüğünü çok az ülkeyle paylaşabilir. Birleşmiş Milletler Uyuşturucu ve Suç Ofisi’nin raporuna göre, 2020’de yeryüzünde haşhaştan elde edilen afyonun yüzde 85’inden fazlası Afganistan’da üretiliyor. Aynı rapora göre; 2021’de sadece 1 yıl içinde Afganistan’da, tüm dünyadaki kullanıcılara yaklaşık 320 ton saf eroin sağlanıyor.

Afganistan’dan Türkiye’ye doğru akan yoğun göç ile birlikte burada üretilen haşhaş menşeili uyuşturucular da, hızla Türkiye’ye giriyor. Zira Afgan göçmenlerle birlikte uyuşturucu rotası da yeniden düzenlendi. Giriş çıkışlarda hiçbir denetimin olmaması, Afganistan’dan göç eden pek çok kişinin bu yeni oluşturulan rotada birer taşıyıcı olmasına neden oluyor.

Üstelik Afganistan’dan Türkiye’ye insan kaçakçılığı işi yapan pek çok çete, bir süre sonra daha kârlı olduğu anlaşılan afyon kaçakçılığı işine giriyor. Afganistan’dan çıkan herhangi çeşit bir uyuşturucu çok rahat şekilde insan kaçakçılığı yapan bu çeteler eliyle ülkeye sokuluyor.

Latin Amerika kartelleri ve Türkiye

Ancak bunun da ötesinde ülkeye esas uyuşturucu Latin Amerika kartelleri üzerinden giriyor. Bir süredir Latin Amerikalı uyuşturucu kartelleri, Avrupa ve Ortadoğu’ya uyuşturucuyu Türkiye üzerinden sokuyor. Bu uğurda pek çok kartelle ve kimi Latin Amerika hükümetleriyle çeşitli ilişkiler kuruldu. Mersin Limanı bu işler için tahsis edilmiş bir alana çevrildi.

Meksika’nın en büyük uyuşturucu çetesi Sinaloa kartelinin yayımladığı videolarda; fonda mehter marşıyla bozkurt işareti yaparak Türkiye’deki ortaklarına selam yollayan çete üyelerinin görüntüleri izlenme rekorları kırdı. Benzer bir selam da çoğunun ülkücü olduğu bilinen “Türkmen Dağı” isimli oluşumdan Sinaloa karteline gitti. Karşılıklı serenat havasında geçen bu selamlaşmalar, aslında uyuşturucu trafiğinde oluşan yeni bir rotayı ifade ediyor.

Kolombiya’nın en büyük uyuşturucu çetesi Cali kartelinin organize ettiği uyuşturucu sevkıyatının son durağı ise yine Mersin Limanı. Uyuşturucular Kolombiya’dan; çiçek, muz ve kahve kolileri arasında uçakla ABD ve Hollanda rotasını izleyerek İtalya üzerinden Mersin Limanı’na ulaşıyor. Bu rotadan gelen uyuşturucunun bir kısmı Mart 2021’de ele geçirilmişti.

Tarım Bakanlığı’nın “Türkiye’nin Venezuela’dan beyaz peynir ithal edebileceği”ne yönelik onayından sonra, Venezuela’dan Türkiye’ye gelen bir gemide, Ekim 2020’de yüzlerce peynir paketine gizlenmiş kokain yakalanmıştı. Sedat Peker’in iddiasına göre bu gemi Binali Yıldırım’ın oğlu Ekram Yıldırım’a aitti.

Venezuela ve Türkiye hükümetleri arasındaki karanlık ilişkilerin bununla da sınırlı olmadığına, uyuşturucu trafiğinin geliştirilmesine ve kara para aklama işlerine yönelik hükümetler arası bir konsensüs kurulduğuna dair iddialar çeşitli delillerle ortaya atılmıştı.

4 Ağustos 2021’de ise Brezilya polisince yakalanan özel Türk jetinde, 1300 kilo kokain ele geçirildi. İşin ilginç tarafı adı geçen uçak, uzun yıllar Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı tarafından kullanılan TC-ATA tescilli Gulfstream 4 tipi özel jetti. Operasyonda adı geçen Veli D.’nin Süleyman Soylu’yla çektiği fotoğraflar ertesi gün medyada yer aldı.

Balkan mafyası cirit atıyor

Soylu demişken, 2 yıl önce yakalanarak Sırbistan’a teslim edildiğini söylediği, Balkan mafyasının önde gelen isimlerinden Jovan Vukotiç geçtiğimiz günlerde İstanbul’da öldürüldü. Yakın günlerde yine Sırp mafyasının önemli isimlerinden Milan Vujotiç İstanbul’da yakalandı. Anlaşıldığı üzere İstanbul Balkan mafyasının konumlandığı bir yere dönüştü. Peki, Balkan mafyasını bir mıknatıs gibi Türkiye’ye çeken şey neydi?
Bilindiği üzere Balkan mafyası esasta uyuşturucu ticareti ile hayatta kalan bir organizasyon. Balkan çetelerinin tamamı uyuşturucunun Avrupa’ya çıkarılması işinde uzmanlaşmış durumda. Anlaşılıyor ki Türkiye’deki varlıkları da uyuşturucu rotasının Türkiye merkezli şekilde yeniden düzenlenmesiyle alakalı.

İstanbul’un ilerleyen zamanda Balkan mafyasının kendi iç çatışmalarına ve hesaplaşmalarına ev sahipliği yapacağını söylemek bir kehanet olmasa gerek.

Türkiye uyuşturucu cenneti

Uyuşturucunun Türkiye merkezli şekilde yeniden organizasyonu kaçınılmaz olarak Türkiye’de uyuşturucuya ulaşmayı kolaylaştıran bir etki yarattı. Ulaşımın kolaylaşması beraberinde kullanımının da artması demek.

Türkiye’de bugün her sınıftan ve ekonomik gelir grubundan insana göre uyuşturucu bulunabiliyor. İsteyen herkes kendi bütçesine uygun uyuşturucuya çok hızlı ve rahat biçimde ulaşabiliyor.

Özellikle yoksul mahallelerde ve kenar semtlerde bonzai, bali ve kimyasal uyuşturucular yaygın şekilde kullanılıyor. Orta sınıf ve beyaz yakada ise ağırlıkta esrar üzerine kurulu bir kullanım gözlemleniyor. Üstelik bu cenahta “sentetik olmadığı” gerekçesiyle hayli meşru bir zemine de sahip esrar kullanımı. Daha üst sınıflarda ise kokain kullanımının daha yaygın olduğu söylenebilir.

Yoksulluk ve umutsuzluk uyuşturucuya itiyor

Ülke insanı yoksul, öfkeli ve mutsuz. Avrupa’nın en öfkeli, en yoksul ve en mutsuz halkı Türkiye’de yaşıyor. Buna cahillik de eklenince, iş içinden çıkılmaz bir hal alıyor. İşte uyuşturucunun patlaması için en uygun ortam. Bu atmosferde bunların hepsi bireyi uyuşturucuya yönlendiren birer etkene dönüyor.

Yine bu koşullarda bireysel acılarını ve ekonomik sorunlarını çözemeyen sıradan kişi, yaşama tutunmak için yapay mutluluklar ve anlık hipnozlar arıyor. Bu arayışın kaçınılmaz sonucu ise kendisine ulaşmak konusunda sıkıntı yaşamadığı uyuşturucu kullanımı olarak beliriyor.

Türkiye gibi ülkelerde umudunu yitirmiş geniş yığınlar, arabesk bir edayla bu türden “kurtarıcılara” bağlanıyorlar. Kenar mahallelerde yaşanan uyuşturucu patlaması boşuna değil. Benzer şekilde bu mahallelerde bireyin “kendini gerçekleştirme” ihtimali yok. Bu imkânsızlık içinde uyuşturucu bireyin sığındığı bir durağa dönüyor.

Özellikle mafyatik filmler ve sokak çetelerinin karizmatik bir biçimde resmedildiği diziler, bu mahallelerde cahil bir lümpenliğe özendiriyor genç yığınları. Bizzat kültür endüstrisi eliyle; uyuşturucuya bulaşmış, her an birini öldürebilecek bir insan modeli yaygınlaştırılıyor. Adeta nobran, müptezel, lümpen davranış biçimleri pompalanıyor bu dizilerde. Çok yakında bir salgına dönüşecek kriminal olaylara ve uyuşturucu kullanımına özendiriliyor gençler.
Başta da söylediğimiz gibi, uyuşturulmuş beyinler, beraberinde trajedileri de getiriyor. Uyuşturucu kullanım sınırları bireysel çeperin dışına taşarak toplumsal bir boyuta eriştiği anda ise toplumsal bir trajediye, yani felakete hazır olmalısınız. Bu durumda, Bağcılar’da yaşanan vahşete benzer haberler yurdun dört bir yanından duyulmaya başlar.

Can Serhat Halis / BİRGÜN

Borsada baş döndüren organize işler - Havva Gümüşkaya / BİRGÜN

 

                                                                                                                       Fotoğraf: DepoPhotos

Hisse fiyatlarının uçuk rakamlara çekilerek ilave ortak satışlarıyla yatırımcının nasıl kaybettiğine mercek tuttuk. Borsadaki hisse fiyatlarında sert yükselişlerin ardından ilave ortak satışları ve hisse fiyatlarının hızla düşmesi gibi hareketler olması manipülasyon iddialarını güçlendiriyor.

Borsa, tarihinde hiç olmadığı kadar ülkenin gündeminde. Eski Sermaye Piyasası Kurulu (SPK) Başkanı Ali Fuat Taşkesenlioğlu, kız kardeşi Zehra Taşkesenlioğlu ve kız kardeşi ile boşanma aşamasındaki Ünsal Ban hakkında Sedat Peker tweetleriyle başlayan SPK’deki rüşvet çarkı iddiaları, ardından borsada bankacılık hisselerinde yapılan manipülasyon ve takas sisteminde yarattığı hasar gündemdeki yerini koruyor. Takip eden, etmeyen herkes borsada neler olduğunu konuşuyor ve merak ediyor. Ali Fuat Taşkesenlioğlu döneminde yapılan halka arzların sadece SPK’nin bir halka arz politikası yanlışlığı olmadığını, sürecin halka arz sonrası borsada devam ettiğini, ekibin manipülatör ayağının halka arz sonrası devrede olduğunu ve böylece hisse fiyatının uçuk rakamlara çekilerek ilave ortak satışlarıyla yatırımcının bütün parasının nasıl alındığını Sermaye Piyasası Uzmanı Kenan Gözlemci ile konuştuk.

SPK’nin onayladığı halka arzlar 2020 yılında sınırlı kalırken 2021 yılından itibaren çok ciddi bir hızla artmaya başladı. 2021 ve 2022 yıllarında toplam 82 şirketin, 35,6 milyar TL büyüklüğünde halka arzı gerçekleştirildi. Gözlemci’ye göre bu şirketlerin halka arz tutarının yüzde 47,4’ünün şirket sahiplerinin cebine direkt para girişi olan ortak satışlı halka arzlar olmasının yanında, birçoğunun borsadaki hisse fiyatlarında sert yükselişlerin ardından ilave ortak satışları ve hisse fiyatlarının hızla düşmesi gibi hareketler olması manipülasyon iddialarını destekler nitelikte.

Borsada manipülasyonun birinci yöntemi, manipülatörlerin kendilerinin düşük fiyattan hisse toplayıp, sonra aracı kurumları kullanarak tahtalarda kurmaca işlemlerle fiyatı yükseltip, internet üzerinden ve bazı borsa haber siteleri üzerinden algı yaratarak birden bire ucuzdan topladıkları hisseleri yüksek fiyattan küçük yatırımcılara satıp kaçması. İkinci yöntemi ise daha küçük bir fonla yine belli aracı kurumları kullanarak, kurmaca işlemlerle hisse fiyatını olmadık fiyatlara hızla çekip, şirketle veya patronu ile işbirliği içinde değişik haberler çıkartıp küçük yatırımcıda ekstra beklenti yaratıp sonra hızla yükselttikleri fiyattan patronun kendine ait hisselerini borsada küçük yatırımcılara satmasını sağlayarak kendi yüzdelerini alıp kaçmak.
Gözlemci’ye göre Taşkesenlioğlu döneminde ikinci yöntem öne çıkıyor ve süreci şöyle özetliyor: “Taşkesenlioğlu ve ekibinin halka arz sürecini başından beri organize ettiği, adım adım işleyen bir süreç.”

Bu dönemde öne çıkan halka arz süreçlerinin röntgenini çıkardık. Halka arz sonrasında baş döndüren fiyat hareketliliklerinin yaşandığı birkaç firmadaki işlemler manipülasyon iddialarını kuvvetlendiriyor.

VARAN 1

Info Yatırım tarafından Ağustos 2020’de 2,40 TL’den halka arz edilen Fade Gıda’nın hissesi, bir yılda yüzde 924 yükselişle 24,58 TL’ye çıkmasının ardından bir buçuk ayda yüzde 62 düşerek 9,29 TL’ye kadar geriledi. Düşüş esnasında yüzde 19 bedelsiz sermaye artırımı olduğu için düzeltilmiş fiyatlar ile 20,67 TL’lik zirveden 7,81 TL’ye hızlı bir düşüş olmuş.

Sözkonusu hareketliliğin yaşandığı dönemde Borsa İstanbul tarafından sürekli işleme ara verme ve brüt takas gibi tedbirler alınmıştı. Ancak sonrasında da sert hareketlerin devam ettiği görülüyor. Hissede zirve görülmesinin ardından Temmuz 2021’de başlayıp bir yıl kadar süren düşüşün dip noktasında yatırımcının kaybı yüzde 73’ü buldu.

Fade Gıda hissesinin borsadaki genel hareketten önemli ölçüde ayrışması nedeniyle geçen yıl temmuzda ‘patronun manipülatörler ile anlaştığı ve yüklü miktarda satış yapacağı’ yönünde çıkan haberlerin ardından şirket sözkonusu iddiaları 13 Temmuz tarihli KAP açıklaması ile yalanlamıştı.
Şirketin yüzde 55,02’si Faruk Demir, Emine Demir ve Hacı Ali Demir’e ait. Temmuz-Ağustos 2021 döneminde yaşanan düşüşün ardından ortaklardan Emine Demir’in yüklü miktarda satış yaptığı, payının 13 Ağustos tarihli KAP kaydında yüzde 23,4’ten 26 Ekim’de yüzde 13,5’e gerilediği dikkat çekiyor.
Ayrıca Borsa İstanbul piyasalarında işlem gören payların halka açıklık oranlarını gösteren fiili dolaşım oranının, şirketin halka arz edildiği dönemde yüzde 27 civarındayken neredeyse yüzde 45’e yükselmesi, şirkete yönelik manipülasyon iddialarını kuvvetlendirir nitelikte.

VARAN 2

Ekibin halka arzlarından olarak piyasada bilinen, hisse senedinde manipülasyon yapıldığı tartışmaları ile dikkat çeken diğer bir şirket Turk İlaç. Halka arzda yaşanan dağıtım adaletsizliğinden dolayı hisselerin sahibi olacak yatırımcı hesaplarının önceden belirlendiği yönündeki haberler ve şirketin hissesindeki fiyat hareketleri organize bir manipülasyon iddialarını kuvvetlendirdi.

Halka arzını Oyak Yatırım’ın yaptığı, Mart 2021’de 10,00 TL’den (düzeltilmiş olarak 4,77 TL) işlem görmeye başladıktan sonra art arda 11 kez tavan bozmadan, toplam yirmi günde yüzde 630 artışla 73,5 TL’ye yükselen hissede, bu anormal yükselişin 18’inci gününde borsa tarafından, çok geç de olsa brüt takas ve açığa satış yasağı tedbiri getirildi.

Geçen yıl nisan ayında zirveden alım yapan bir yatırımcının bu yıl mart ayı itibarıyla kaybı yüzde 77’yi buldu. Fade Gıda’da olduğu gibi Turk İlaç’ta da ortaklara satış dikkat çekiyor. Halka arzdan birkaç hafta sonra yüzde 64 civarından yüzde 54’lü seviyelere gerileyen hâkim ortak Mehmet Berat Battal’ın sermayedeki payı Ocak 2022 başında başlayan düşüşten birkaç gün önce yüzde 49 civarına geriledi. Ayrıca, şirketin halka arzında yüzde 30 civarında olan fiili dolaşımın kademeli olarak artarak yüzde 50’yi aştığı görüldü.

VARAN 3

Dikkat çeken halka arzların yaşandığı bu dönemde borsaya açılan, Sinpaş GYO’nun iştiraki Kızılbük GYO’nun yatırıma konu olan Marmaris’teki projesi, turizm sezonunda inşaat yasağının delinerek otel yapımına devam edilmesi ile gündeme gelmişti.

Türkiye Kalkınma ve Yatırım Bankası liderliğinde Ağustos 2021’de 15,80 TL’den (düzeltilmiş fiyat 12,64 TL) halka arz edilen hisse bir yılda yüzde 600’den fazla primle bu yılın temmuz ayında 120 TL’yi aştı. 28 Temmuz’da başlayan sert satışlar kısa bir düzeltmenin ardından hâlâ devam ediyor. Yatırımcının temmuz zirvesinden 27 Eylül’e kadar yaşadığı kaybı yüzde 78 civarında.

Şirketin borsaya açılma sürecinde de dikkat çeken bir süreç yaşandı. Yeterli talep gelmediği için halka arzın iptal edileceği yönündeki iddiaların ardından arz edilen payların yaklaşık yüzde 77’si grup şirketi Sinpaş Yapı Endüstri A.Ş.’ye satılarak süreç tamamlandı. Ama halka arzda yeterli talep toplayamayan, maket projeden halka arzına izin verilen bu şirketin hisse fiyatı SPK’nin gözü önünde 1 yılda yüzde 600 gibi bir artış performansı gösteriyor.

Yani halka arzın ardından KAP’ta yer alan ilk kayıtlarda grubun halka arz ettiği iştirakindeki payının yüzde 91’in üzerinde, halka açık kısmın ise sadece yüzde 8,6 civarında olduğu görüldü. Sonraki dönemde ise grubun sözkonusu payları satmasıyla sermayedeki halka açık kısmın payı yüzde 17’leri aştı.

VARAN 4

Halka arzda paylarını kendi alan bir başka şirket ise Torunlar Enerji bünyesindeki Başkent Doğalgaz. Garanti BBVA’nın Haziran 2021’de yaptığı halka arzda payların yaklaşık yüzde 39’unun Torunlar Gıda Sanayi ve Ticaret A.Ş., yüzde 19’unun Torun Kağıt Pazarlama A.Ş.’ye olmak üzere toplam yüzde 59’u grup şirketlerine satıldı. Halka arzın ardından grup şirketlerinin sermayedeki payı yüzde 85’e yaklaştı.

Garanti Yatırım’ın ve grup şirketlerinin alımlarının ardından halka açık kısım yüzde 4’ün altına geriledi. Sonrasında ise grubun pay satışlarıyla birlikte halka açık kısmın sermayedeki payı yüzde 14’ün üzerine çıkıyor.

Matriks, Orçay gibi bir dizi şirkette de şüphe uyandıran aşırı hareketler ve manipülasyon şüpheleri dikkat çekiyor.

Garanti Yatırım’ın Nisan 2021’de 28,00 TL’den (Düzeltilmiş fiyat 20,05 TL) halka arzını yaptığı Matriks hissesi yedi kez tavan fiyattan kapattıktan sonra üç ayda neredeyse halka arz fiyatına geri döndü. Mart 2022’de başlayan sıra dışı yükseliş beş ayda yüzde 300’ü buldu. Düzeltilmiş hisse fiyatı bu dönemde 20 TL civarından 81 TL’nin üzerine çıktı. Sonrasında, Ünsal Ban’ın hisseyi manipüle ettiği haberleriyle eşzamanlı olarak 81,80 TL zirvesinden dokuz günde 31,22 TL’ye düştü. Sözkonusu düşüşte hissede operasyon yapanların manipülasyon haberlerinin yayılmasıyla satışa geçtikleri iddiaları gündeme gelmişti.

Tera Yatırım tarafından Eylül 2021’de 9,90 TL’den (Düzeltilmiş fiyat 2,53 TL) halka arz edilen Orçay hisseleri yüzde 700’e yakın yükselişle ocak sonunda 78,60 TL’ye kadar tırmanmasının ardından hızla düşüşe geçerek yüzde 80 kayıpla mayıs sonunda 15,69 TL’ye kadar çekildi.

Orçay hisseleri halka arzından sonra fiyatının beş ayda sekiz katına çıktı, sonra üç buçuk ayda değerinin beşte dördünü kaybetti.

Siyasete yakın isimlerle anılan hissede belirli merkezlerden toplu alış ve satışların dikkat çektiği yönünde haberlerin ardından borsada dönemsel açığa satış ve kredi işlem yasağı tedbirleri getirilmişti.

VARAN 5

Benzer bir durum Metro Yatırım’ın arzını gerçekleştirdiği Şubat 2020’de işlem görmeye başlayan Ard Bilişim için de geçerli. Zira şirketin fiili dolaşım oranının halka arzdan beri peyderpey artarak yüzde 34’ten yüzde 75 civarına yükseldiği görülüyor. Sermaye hareketleri incelendiğinde hâkim ortak ARD Grup Holding’in sermayedeki payının Şubat 2020’de yaklaşık yüzde 66 iken kademeli olarak düşerek Ağustos 2021’de yüzde 25’lere kadar gerilediği görülmekte. Pay sayısının bedelsiz sermaye artırımı ile yaklaşık yedi katına çıkarılmasından kısa bir süre sonra şirketin Şubat 2022 başında aldığı bedelli sermaye artırımı kararı tepki çekmişti. Kararın ardından hisse senedi fiyatı bir ayda neredeyse yarı fiyatına gerilerken yatırımcı tarafında bedelsizin operasyon öncesinde daha fazla fon çekme amacıyla yapıldığı izlenimi uyanmıştı. Ardından SPK’nin yeni Başkanı Ömer Gönül’ün döneminde Ağustos 2022 ortasında, bedelli sermaye artırımına onay verilmediği SPK bülteninde açıklandı.

                                                                     ***

Organize manipülasyon hikâyesi

Halka arz olan şirketlerinin piyasadaki hareketlerine ilişkin değerlendirmede bulunan sermaye piyasası uzmanı Kenan Gözlemci, “Bu halka arzlar ve sonrasındaki fiyat hareketleri organize bir manipülasyon hikayesidir” dedi ve ekledi: “Olay, sadece malum ekibe rüşvet verilerek yapılan tuhaf bir halka arz değil, halka arz şekli yani halka arzda kime ne kadar hisse dağıtılacağı da önceden planlanıyordu, nitekim sonrasında borsada hiç olmayacak fiyatlara büyük bir süratle çıkıp arkasından ek patron hisse satışıyla muazzam kârlar elde edildi. Halka arzı yapacak aracı kurumlar, fiyatı yükseltecek manipülatörler hepsi organize bir ekip. Tabii bu işin bir de SPK’deki dosyayı hazırlayan uzmanı, Daire Başkanı, Borsa İstanbul’da işlem görürken tuhaf fiyat hareketlerini sadece izleyen, sessiz kalan Piyasa Gözetim Dairesi var. Yani konu bir eski başkanın ve akrabasının yoldan çıkarılmasıyla başarılacak bir şey değil bu organize manipülasyon, ekip işi, bunu da piyasada bilmeyen yok.”

Havva Gümüşkaya / BİRGÜN


Brezilya'da seçimler: Güney Amerika'da bir 'sol dalga' mı geliyor? - KAYA EMRE UZMAY / SOL-Söyleşi

 Erhan Nalçacı'yla Latin Amerika'nın en büyük ülkesindeki siyasi atmosfer ve kıtanın geri kalanındaki siyasi yönelimleri konuştuk.


Brezilya bugün sandık başına gidiyor. Birçok anket sonucuna göre mevcut cumhurbaşkanı aşırı sağcı Jair Bolsonaro'nun seçimden zaferle çıkma ihtimali imkânsıza yakınken, favori aday olaraksa eski cumhurbaşkanı Lula da Silvia öne çıkıyor.

İşçi Partisi'nin adayı Lula geniş bir sol ittifak tarafından destekleniyor. Lula, Bolsonaro döneminde artan yoksullukla mücadele sözü verirken aynı zamanda ABD'yle ülkesinin arasına mesafe koyma ve "bağımsız ve tarafsız" bir dış politika izleme vaadinde bulunuyor.

Brezilya'daki seçim atmosferini ve Latin Amerika'da son yıllarda artan "ABD karşıtı sosyal adaletçi iktidarlar" ekolünü yazarımız Prof. Dr. Erhan Nalçacı'yla konuştuk...

'Örtülü darbe bir yanıyla boşa çıktı'

Bugün Brezilya sandık başına giderken mevcut Cumhurbaşkanı Jair Bolsonaro'nun kaybedeceğine neredeyse kesin gözüyle bakılıyor. İktidara gelmesi de tartışmalı bir hükümet darbesiyle mümkün olan Bolsonaro kendisine dönük bu kadar tepkiyi nasıl toplayabildi?

Öncelikle şunu söylemeliyiz; Brezilya’da yaşanan süreç bir örtülü darbeydi ve onu inandırıcı şekilde sürdüremediler. Lula iki sene hapis yattı ve sonra aklandı, dolayısıyla o örtülü darbe bir yanıyla boşa çıktı.

Ayrıca Bolsonaro iktidarı pandemi döneminden çok kötü etkilendi, çünkü çok çok başarısız bir sınav verdiler. İnsanlık dışı ve bilim dışı bir politika izlediler ve Brezilya halkı kırıldı pandemide, en çok kayıp veren ikinci ülke oldu.

Yine pandemiye de bağlı olarak işsizlik, yoksullaşma, halkın yaşam koşullarının kötüleşmesi çok bariz şekilde belli oldu. Onun dışında Brezilya yağmur ormanlarının yok edilmeye çalışılması, ABD’yle olan bağlantı gibi olayları da göz önünde tutarsak, bütün bunlar Bolsonaro’ya dönük yoğun tepkinin sebepleri olarak ele alınabilir.

Çok hızlı şekilde yıpranmış bir iktidar var. Diğer yandan Lula dönemini Bolsonaro dönemiyle karşılaştırdığımızda da düzen içinde oldukça parlak, daha sosyal adaletçi, Brezilya’nın bağımsız bir ülke olarak öne çıkması, BRICS üyesi olması, bütün bunlar halk tarafından hatırlanıyor. Şimdiyse yüzde 15’lik bir oy farkından bahsediliyor, hatta Lula’nın ilk turda seçimleri kazanması ihtimali üzerinde bile duruluyor.

Burada “Bolsonaro izin verecek mi buna?”, “Bir iç kargaşa, darbe olacak mı?” soruları akıllara geliyor. Ben buna çok ihtimal vermiyorum ama bir şey söylemek de mümkün değil, bunlar da olasılık dahilinde. Brezilya gibi bir ülkeyi ABD bırakmak istemeyebilir ve seçimlerden sonra, belki de hemen seçimlerden önce, çok büyük bir hile olmazsa, bir iç kargaşa olasılığını da şu anda dışlayamayız.

Brezilya bir taraftan dünyanın en büyük onuncu ekonomisiyken aynı zamanda da yüzde 16’lık evsizlik oranına sahip. Ülkedeki eşitsizlikler Bolsonaro döneminde daha da arttı. Bunların ışığında Bolsonaro'nun gözden düşmesine giden süreç nasıl işledi?

Evet Bolsonaro döneminde bunlarda ciddi bir artış oldu, sosyal adaletsizlikte, özellikle pandemiyi yönetememelerinin etkisi olarak çok büyük bir artış oldu.

Sonuçta ABD emperyalizmi kendisine yönetici arıyor, Brezilya sermayesinin en muhafazakâr kesimi kendisine yönetici arıyor. Dolayısıyla Bolsonaro gibi bilim karşıtı, çağ dışı birisini bulabildiler ancak. Bu bir yerde kaçınılmaz bir şey, sahiplerinde aramak gerekiyor Bolsonaro’nun karakterinin sebebini.

Brezilya pandemi sırasında sosyal politikaların olmamasının sonucu olarak da çok büyük bir sosyal yıkım yaşadı. Ülke böyle bir ortamda seçime giriyor.

'Buna sosyal demokrat bir program diyebilirz, ama “sol” bir program olamaz'

Lula’nın destekçileri sadece kendi partisinden oluşmuyor, aynı zamanda Brezilya Komünist Partisi (PCdoB) de dahil birçok sol örgüt tarafından destekleniyor. Ancak Lula temel hatlarıyla kamucu bir plana sahip değil, sosyalist bir figür de değil. En iyi hatlarıyla sosyal demokrat olarak tarif edilecek bir aday. Lula’ya dönük yoğun sol desteğin arkasında büyük bir Bolsonaro karşıtlığının yattığı düşünülebilir mi?

2017’de PCdoB’un kongresine katılma şansım olmuştu, derin tarihi ve köklü bir geleneği olan bir parti. Kitlesel bir parti, pek çok belediyeyi elinde tutuyor.

Kongre sırasında Lula’yı sahneye çıkarttılar, Lula elinde gezici mikrofonla bütün sahne boyunca dolaşarak konuştu ve büyük bir sempati topladı. Bu çok ilginç bir olaydı. Şöyle örnek vereyim, bu Türkiye’de TKP’nin kongresinde Kemal Kılıçdaroğlu’nun gelip kürsüye çıkması, elinde gezici mikrofonla sahnede şov yapması, delegeler arasında çok büyük alkış toplaması gibi bir şey olurdu.

PCdoB’un programı da aşamacı özellikler gösteriyor, dolayısıyla bakıldığında programatik olarak çok büyük bir fark yok aralarında aslında Lula’yla. Bu sayede kongrede yer verebiliyorlar ve bu kadar rahat destekleyebiliyorlar diye düşünüyorum.

Lula’nın programı sosyal demokrat ve vergi adaletine kısmen dayanıyor. Yoksulluğun önlenmesine dayandığı doğru ama sömürüye karşı değil, Brezilyalı tekellere, büyük şirketlere karşı değil, aksine onlara yeni alanlar açma arayışında Lula.

ABD emperyalizminden daha bağımsız, hatta ABD emperyalizmine karşı, ancak Lula’nın Brezilya sermayesini Latin Amerika’ya yayma ve Güney Afrika’ya yayılmacı politikaları olan bir programı olduğunu düşünüyorum. Buna sosyal demokrat bir program diyebilirz, ama “sol” bir program olamaz.

Özellikle 2008’den sonra emperyalist hegemonya krizi derinleşti ve Brezilya sermayesi tekrar yerini aradı dünyada. Bunun dışında Afrika’da Lula döneminde çok büyük bir sermaye akışı vardı, 500’den fazla Brezilyalı sermaye grubu Afrika’ya yayılmış durumda, hammaddelere el koyma üzerinden dönen bir program yürütüyorlar.

Brezilya’nın sermaye sınıfının merkezinde durduğu, Latin Amerika ülkelerinin arasında emperyalist bir birliğin hedeflendiği anlaşılıyor. Bu da yanlış bir sol algı içerisinde kaybolup gidiyor. Bunun altını çizmemiz gerekiyor ve çok iyi takip etmemiz gerekiyor.

'İnsanın insanı sömürüsünü karşısına almıyor'

Kıta genelinde Lula gibi birçok figür ortaya çıktı. Hatta son seçimlerde Kolombiya’da, Şili’de ve Peru’da da ABD’ye bağlı olmayan, komünist partilerin de destekledikleri “sol” adaylar iktidara geldi. Ancak bu ülkelerde gerçek bir sol dalganın hakim olmasından bahsedilebilir mi?

2005’te Venezuela’da demokratik gençlik federasyonunun kongresi olmuştu, ben de katılmıştım. O dönem dünyada yaprak oynamıyordu, gericilik dönemi içerisindeydik SSCB’nin yıkılmasından beri. Gittiğimizdeyse çok şaşırdık, her yerde devrimci sloganlar asılı, askerler bize “yoldaş” diye hitap ediyor, Hugo Chavez çok sosyalizan konuşmalar yapıyor... O zaman yazdığım yazılarda “2’li iktidar” tarif etmiştim, hem işçi sınıfının hem de burjuvaların iktidarda olduğu bir geçiş dönemi... Daha sonradan bu akım büyüdü, başka örnekler çıktı, “pembe sol” ismiyle anılmaya başladı. Fakat ben şimdi geriye bakınca o yıllar hata yaptığımı düşünüyorum, sonuçta burada sermaye sınıfının iki kliği söz konusu, bir taraftan ABD’ci, daha komprodor, ABD sermayesinin çıkarlarıyla paralel, tutucu sermaye sınıfı duruyor. Diğer taraftaysa Latin Amerika’nın ABD’den bağımsızlığından yana, Latin Amerika’nın siyasi entegrasyonundan yana, sosyal adaletçi programa sahip bir klik var.

Baktığımız zaman Güney Amerika’da ABD bastırıyor bunları, darbeler oluyor, renkli devrimler oluyor, meclis darbeleri oluyor, ne derseniz diyin. Sonra ama o baskı kısa süre sonra geriye dönüyor. Dolayısıyla bu anayasacı demokrat programın Latin Amerika sermayesinin bir genel programı olması dikkat çekiyor. Söz konusu anayasacı demokrat program, anayasa önünde eşitlik talep ediyor, etnik eşitlik, kadın erkek eşitliliği, biyo çeşitlilik, vergi adaleti öngörüyor. Ama katiyen mülkiyet eşitliğini savunmuyor. Dolayısıyla insanın insanı sömürüsünü karşısına almıyor. Öte yandan anti-ABD’ci olmalarına karşın anti-emperyalist olduklarını düşünmüyorum. Güney ve Orta Amerika’nın birliği ve kapitalist şekilde yayılmasını öngören bir programla karşı karşıyayız.

Bütün bu programlara renk veren kadın-erkek eşitliği, ekolojik programlar... Bunlar aslında mülkiyet eşitliği olmadığı sürece gerçekçi de değil, ancak bir illüzyon yaratıyor. Yaşadıkça daha iyi göreceğiz.

KAYA EMRE UZMAY / SOL-Söyleşi