21 Ekim 2022 Cuma

Fakıbaba neden istifa etti? AKP’de işler bildiğiniz gibi - Orhan Gökdemir / SOL

 Sonunda beklenen oldu, geçen yıl “istifa ettim geri çevirdiler, tehdit ediliyorum” diyen AKP Urfa Milletvekili Ahmet Eşref Fakıbaba milletvekilliğinden ve partisinden istifa etti.

Fakıbaba’nın ünü milletvekilliğinden çok Urfa Belediye Başkanlığından geliyor. Refah Partili belediye başkanlarının son kuşağından o. Cumhuriyetin ilanından sonra genelde Cumhuriyet Halk Partili belediye başkanlarının görev yaptığı Şanlıurfa'da 1980 sonrasında kesintisiz Refah Partisi (RP) kökenli başkanlar görev yaptı. Bu gelişme, ülkedeki siyasi iklim değişikliğinin yönünü de gösteriyordu. 12 Eylül fırtınası o iklimi bir daha geri dönmemecesine değiştirmiş, İslamcılık rüzgarlarının esmesine neden olmuştu. Bu rüzgârın arkasından ittiği politikacılardan biri o da.   

İslamcılığı bir yana renkli bir kişilik aslında. 1997’de bir TV’de yayınlanan, yönetmenliğini İbrahim Tatlıses’in yaptığı “Fırat” dizisinde dol aldı mesela. Rol arkadaşları İbrahim Tatlıses, Gülben Ergen ve Aydemir Akbaş gibi ünlü isimlerdi.

Gelelim “kariyer” planına: 1982’de İstanbul Taksim İlkyardım Hastanesi'nde genel cerrahi uzmanlığını tamamladı. Iğdır Devlet Hastanesi'nde iki yıl başhekimlik yaptıktan sonra 1984’de Birecik Devlet Hastanesi'ne geçiş yaptı. 1992’de Şanlıurfa SSK Hastanesi'ne tayin oldu. 1994-2004 yılları arasındaki başhekimlik hizmetinin ardından 28 Mart 2004’deki seçimlerde AKP'den belediye başkanlığına aday oldu ve kazandı. 2009 yerel seçimlerinde bağımsız aday oldu ve yine kazandı. Numan Kurtulmuş’a yakındı, Saadet Partisi’ne katıldı. Kurtulmuş partisinden istifa edince o da istifa etti, Kurtulmuş AKP’ye katılınca o da katıldı. 2015 milletvekili genel seçimlerinde Şanlıurfa milletvekili seçildi. 2017-2018 yılları arasında Gıda, Tarım ve Hayvancılık bakanı olarak görevlendirildi. Tarımdaki kuruluşlar aracılığıyla dönen yolsuzluklardan da o vesileyle haberdar.

Benden önce yolsuzluk varmış!

2017’de bakanlık koltuğuna oturunca şöyle dedi; "Benden önce yolsuzluklar varmış. Bu geride kaldı, ben bunun takipçisiyim. Erkek olan şimdi yolsuzluk yapsın, göreyim bakayım…” Bu sözlerine selefi Faruk Çelik çok sert tepki gösterdi, “sorumlu siyasetçi ne konuştuğunu bilir ya da varsa bir şey gereğini yapar” dedi. Bunu duyan Fakıbaba açıklamasını düzeltti, “kastım sahte fatura düzenleyen az sayıdaki firmayla ilgili mücadelemdir” dedi. Yolsuzluk işini selefiyle görüşüp tatlıya bağlamışlardı!

Konu Tarım İşletmeleri Genel Müdürlüğü (TİGEM) etrafında dönüyordu. Tarım ve Orman Bakanı Ahmet Eşref Fakıbaba’nın hayvan temin işinin hiçbir şaibeye mahal bırakmadan ihaleyle alınmasını istemesine rağmen dönemin TİGEM Genel Müdürü İsmail Şanlı, işi oldubittiye getirerek, doğrudan alım yöntemiyle ve daha pahalı fiyattan belli firmadan almıştı. Bu tartışmaların ardından Şanlı’nın “FETÖ”cü olduğu da iddia edildi. Tabii “FETÖ”cüyü bu önemli göreve kimin getirdiği hiç merak edilmedi.

Gerçi sorun sadece TİGEM değildi. Şehirdeki TMO, TOKİ, MEB uzantıları da yolsuzluğun içine batmıştı. İçki ve sigara kaçakçılığı almış başını yürümüştü. Urfa’da devlet ülkenin bütününde olduğu gibi eş dost akraba şirketine dönüştürülmüştü.

Fakıbaba her nasılsa bu ilişkiler ağında arıza çıkaran siyasetçi rolünü severek üstlendi. Yakın zamanda siyasetin masada yemek yenilerek yapılmadığını vurguladı, AKP’lileri suçladı, esnaf kimseyi görmediğini bana şikâyet ediyor dedi. Ekonomik kriz ve işsizlik Urfalıları bunaltmıştı. Eğitimde, sağlıkta ciddi sıkıntılar baş göstermişti. Genel merkeze ulaştıracaktı ama sonuç alacağı kanısında değildi.

Yine yolsuzluk tartışması

Fakıbaba’nın tarafı olduğu son parti içi tartışma yine yolsuzlukla ilgiliydi. AKP’li Şanlıurfa Büyükşehir Belediyesi’nin yaklaşık 29 milyon 500 bin TL bedelle üç arsa için açtığı ihaleye çeşitli kesimlerden tepki gelmişti. Örneğin bir AKP’li belediye meclis üyesi, “Parsel parsel satıyorlar. Şanlıurfa halkının malını oldubittiye getirmeye kimsenin hakkı yoktur. Rantlı ihalelere milletin malını peşkeş et. Sonra da açığı doldurmak için parsel parsel sat” diyerek tepki göstermişti. Fakıbaba da arsanın satılmak yerine konut yapılmasını önermiş, mevcut belediye başkanına “Astronomik kârı birkaç kişi kazanacağına, Urfa halkı kazansa daha iyi olmaz mı?” diye sormuştu.

Aslında Fakıbaba’nın bu çıkışı tek örnek değil. Geçen yıl çıktı çok önemli açıklamalar yaptı. 1 Kasım 2015 Erken Genel Seçimlerinde HDP seçmeninin partisine oy verdiğini söyledi. Oğlunun “FETÖ” yurdundan kaldığını dile getirdi, o tarihte İçişleri Komisyonu Başkanı olan Kahramanmaraş AKP Milletvekili Celalettin Güvenç’in ise, 2014 yılında “FETÖ”nün destekleriyle kendisinin yerine Şanlıurfa adayı yapıldığını söyledi. Fakıbaba o dönemde Şanlıurfa'da devlet desteklemelerinin yüzde 85’inin vali tarafından “FETÖ”nün kuruluşlarına dağıtıldığını açıkladı.

Bardağı taşıran damla ise 2018 yılında Urfa’da meydana gelen bir çatışma oldu. Şanlıurfa'nın Suruç ilçesinde AKP Şanlıurfa Milletvekili İbrahim Halil Yıldız'ın seçim çalışması sırasında Şenyaşar ailesinin işlettiği dükkâna girmesi ile başlayan tartışma büyük çaplı bir çatışmaya dönüşmüştü. Meydana gelen olaylarda milletvekilinin korumalığını yapan kardeşi Mehmet Şah Yıldız ve hastaneye sevk edilen Esvet Şenyaşar ile iki oğlu hayatını kaybetti, sekiz kişi yaralandı. Çatışmada yaralanan Fadıl Şenyaşar hastanedeki tedavisinin ardından tutuklandı. AKP’li vekilin kardeşi Enver Yıldız 15 ay firari kaldıktan sonra teslim oldu. İki kişiyi öldürmekten ve sekiz kişiyi öldürmeye teşebbüsten müebbet hapis cezası aldı. Sonra dosyaya gizlilik kararı konuldu. Çatışmanın arkasında “terör” kuşkusu doğmuştu. Fakıbaba bu açıklamadan rahatsızdı, bu olayın arkasında terör aranmasından utandığını söyledi. O dönem genel merkezi aramış, Suruç'taki olay terör olayı değildir demişti. Tabii yine sonuç alamamıştı.

Rahatsız olduğunu hiç saklamadı. Hatta dediğine göre partisinden istifa etmiş ama etkili birileri araya girerek istifa kararından vazgeçirmişti. “AK Parti ile doku uyuşmazlığı olanlar var. 2014'den sonra Şanlıurfa'nın kimyası değişti. Bazı isotçular AK Parti'den istifa etmemi istiyor” diye açıkladı sebebini. Bu sözlerinin ardından tehditler aldığını ve suç duyurusunda bulunduğunu açıkladı, baskılara boyun eğmeyecekti!

Ama fazla direnemedi o baskılara, partisinden ve milletvekilliğinden istifa etti. AKP’de işler ise bildiğiniz gibi!.

Orhan Gökdemir / SOL


IMF’ye göre Türkiye ekonomisi: 2022-2027 - Korkut Boratav / SOL

 

IMF-türü bir istikrar programının istihdam daralmadan gerçekleşmesi düşünülemez. Mutlak yoksullaşmayı yaşayan emekçiler, 2023’te istihdam kayıplarının ek şoku ile karşılaşacaktır.

IMF, dünya ve ülke ekonomilerine ilişkin öngörülerini Ekim 2022’de güncelleştirdi. Biz de Türkiye öngörülerini gözden geçirelim.  

2023 seçimi sonrasında Türkiye’de bir IMF programı herhalde gündeme gelecektir. IMF’nin son öngörüleri bu nedenle de önemlidir.   

Makro-ekonomik değişkenler

Aşağıdaki tablo, Türkiye’nin bazı makro-ekonomik ekonomik değişkenleri için IMF’nin 2022-2027 öngörülerini içeriyor. 

İlk dört satırda GSYH ve fiyatlara ilişkin yıllık değişim oranları (%’ler) var. Satır 5 ve 6’da ise cari işlem dengesinin   millî gelirdeki payı ve dar tanımlı işsizlik oranı (yine yüzdeler olarak) yer alıyor.  Son sütunda bu değişkenlerin 2024-2027 arası ortalamalarını veriyorum. IMF son dört yıl boyunca ekonomide benzer eğilimlerin süreceğini varsaymış. Yıllık verilerin dökümünü bu nedenle gerekli görmedim.

IMF’nin dünya ekonomisine ilişkin öngörüleri genellikle iyimser bir sapma içerir. Kullandıkları, dayandıkları model, kaynak tahsisinde piyasa mekanizmasının egemenliğine, denge eğilimlerine dayanır. Kapitalizmin dönemsel krizleri, emperyalizmden kaynaklanan bozukluklar dikkate alınmaz.

Gerçek hayat bu varsayımlara uymadığı için IMF’nin yılda iki kere yayımlanan Dünya Ekonomik Raporu büyüme öngörülerini genellikle “aşağıya doğru” düzeltir. Ekim 2022’deki raporda dünya ekonomisinin büyüme öngörüleri de bu doğrultuda düzeltilmişti. Bunları geçen hafta bu köşede açıkladım.

Tablodaki Türkiye öngörülerinde benzer bir “sapma” yer alıyor mu? 2023 ve sonrasına ilişkin temel varsayımların “normale dönüş” anlamında ve “iyimser doğrultuda” olduğunu aşağıda açıklayacağım. 

 2023’ün temel varsayımı: 'Normale dönüş'

IMF’nin Haziran 2021 tarihli Türkiye ekonomi raporu (“Article IV Turkey Country Report”), iktisat politikalarında “normalden sapma” tespitlerine yer vermekteydi.  Ekim 2022 toplantısında yayımlanan Finansal Rapor (“Global Financial Stability Report”) da Türkiye’de fiyat mekanizmasında ve para politikasında “normal dışı” dengesizliklere yol açan müdahalelere kısaca değinmektedir (s.3 ve 12).  

Bu koşullarda tasarlanacak bir IMF programının “normale dönüş” çerçevesini aşağı yukarı biliyoruz: Finansal istikrar ve enflasyon hedeflemesi öncelik taşıyacaktır.  Para politikası ciddi boyutlarda sertleşecek; TCMB faizleri gerçek enflasyona yaklaştırılacaktır. Malî disiplin (geçici sosyal aktarımlar dışında) gözetilecek; faiz dışı fazla yukarı çekilecektir.    

Bu düzenlemeler, ekonominin potansiyelini aşan iç talep pompalamasını daraltacaktır. IMF, önceki istatistiklerinde Türkiye ekonomisi için orta dönemde yüzde 3,3’lük bir büyüme eğilimi öngörüyordu.  AKP, neoliberal istikrar ilkelerini 2015 sonrasında çiğnedi; millî gelir son yedi yılda ortalama yüzde 3,9 oranında büyüdü. Bu ivme, ekonominin kapasite sınırlarını zorladı; enflasyonun tırmanmasına, artan cari açıklara ve döviz krizlerine yol açtı. 

IMF, Ekim 2022’de Türkiye ekonomisinin büyüme potansiyelini yüzde 3’e indirdi. Sürdürülemez istikrarsızlığın son yılı 2022’dir.  O yıl millî gelirde %5 büyüme öngörülüyor. GSYH’nın yüzde 2’si boyutunda bir hasıla zorlaması (aşırı talep) söz konusudur. Sonuç, %73,1 oranında enflasyon ve GSYH’nın %5,7’sine ulaşan cari işlem açığıdır (sütun 1, satır 1, 3 ve 5). 

“Normale dönüş”, bir neoliberal programla 2023’te gerçekleşecektir: Finansal istikrar ve malî disiplin büyüme temposunu yüzde 3’e indirecek; yüzdeler olarak enflasyon (73 → 41) ve cari denge oranları (-5,7 → -3,9) aşağı çekilecektir. 

Bu noktada IMF öngörüleri “iyimser sapma” izleri taşımaya başlayacaktır: İlk yanlışlık IMF’nin dar tanımlı işsizlik verilerinin kullanımıdır: Potansiyel işgücü arzına göre ölçülen geniş işsizlik tanımı daha anlamlıdır. Bunu yansıtan atıl işgücü oranı son altı yılda %17 eşiğinden %22’ye çıkmıştır. 

Yüzde 5’lik bir büyüme temposu, dar işsizlik oranını yüzde 11 civarında tutabilmekte; atıl işgücünü ise yukarı çekmektedir. 2022’de büyüme temposunu 2 puan indiren bir IMF programının dar tanımlı işsizlik oranını dahi (0,3 puan) düşürmesi abartılı bir iyimserlik değil midir?    Emekçiler ücretsiz tatile mi çıkacak?   Neoklasik saçmalık bu kadar da zorlanamaz.

Dahası da var: Son yılların dalgalı, tutarsız iktisat politikalarını tümüyle terk eden, “rasyonel ama sert” bir istikrar programına geçişin de sert olması beklenir. Ilımlı bir yavaşlama (%5→%3) beklentisi fazlasıyla iyimser değil midir? Hele 2022’nin ikinci yarısındaki durgunlaşma göstergeleri dikkate alınırsa…

2024-2027: Dış kaynak girişleri canlı seyredecek 

2023’ü izleyen dört yılda IMF, Türkiye ekonomisi için uyumlu, istikrarlı bir büyüme patikası öngörüyor: Büyüme temposu yüzde 3, işsizlik oranı yüzde 10,5’e yerleşecektir. Böylece dar tanımlı işsizlik oranını sabit kılacak büyüme temposu da yüzde 5’ten yüzde 3’e çekiliyor

Yüzde 3’lük büyüme eğilimi, yurt-içi enflasyonu yüzde 20’nin, cari işlem açığını yüzde 3’ün altına yerleştirmiştir. Önceki “anarşik istikrarsızlık” dikkate alınırsa uluslararası finans kapital için “ehven bir durum” olduğunu fark ediyoruz. 

Nereden çıkarıyoruz?  IMF, dört yıl boyunca cari işlem açığını rahatça sürdürülebilecek yabancı sermaye girişlerini varsaydığı için... Bu varsayımı nereden algılıyoruz? Döviz kurundaki ortalama artışlar (“dolar enflasyonu”), yurt-içi fiyat hareketlerini (“TÜFE enflasyonunu”) ortalama olarak (ayrıca her yıl) geriden izlediği için…

“Ucuzlayan doları” (TL’nin reel olarak değerlenmesini), “canlı” yabancı sermaye girişleri sağlar. Ekonominin döviz talebi fazlasıyla karşılanır; rezervler birikir. Bu sayede dolarlı millî gelirin büyüme ortalaması (%9,4) sabit TL ile ölçülen reel GSMH büyüme temposunu (%3’ü) fazlasıyla aşacaktır (bk. Sütun 3, satır 1-2). Türkiye ekonomisinin dış itibarını artıran; 2003-2007’teki   AKP’nin Lale Devri’ni andıran bir gelecek… 

Bu durumu istikrarsızlığın son yılı olan 2022 ile karşılaştırın: TÜFE enflasyonu (%73), dolar enflasyonunu (%89’un) geriden izlemiş; TL reel olarak değer yitirmiştir. Dış kaynak girişleri, yüzde 5 oranında büyüyen ekonominin döviz ihtiyacını karşılayamadığı için… Dolarlı GSYH büyüme temposu (%4,4) da reel büyüme oranının gerisinde kalmıştır.

2023 ve sonrası IMF’nin iyimser varsayımına dayanıyor: Finans kapitalin beklediği neoliberal istikrar, sermaye girişlerini kamçılayacak; ekonomik sorunlar son bulacaktır. 

'Durgunlaşma = toplumsal bunalım'.  Kabul edilemez…  

Tabloda içerilen öngörüler IMF’nin dünyasını yansıtıyor. Bize, bir alamda, “bu kadarına razı olun…” demektedir

Türkiye toplumunun  sorunu ise IMF dünyasından farklıdır: Çok sert bir bölüşüm şoku, emekçi sınıfları ağır bir toplumsal bunalıma sürüklemiştir. İşçi sınıfı altı yıl öncesine göre mutlak anlamda yoksullaşmıştır. Sermaye benzersiz bir Altın Çağ’dan nemalanmaktadır. 

Tabloda bölüşüm şoku ile bağlantılı tek gösterge dar tanımlı işsizlik oranıdır. Yetersiz ve eksik bir gösterge... Ayrıca durgunlaşırken dahi işsizlik oranını düşüren “tuhaf” bir ekonomi tasarlanıyor. 

IMF-türü bir istikrar programının istihdam daralmadan gerçekleşmesi düşünülemez. Mutlak yoksullaşmayı yaşayan emekçiler, 2023’te istihdam kayıplarının ek şoku ile karşılaşacaktır.  

Sonraki yıllar için IMF’nin yüzde 3’lük büyüme öngörüsü, ekonomik durgunlaşmayı kalıcı kılıyor. Faal nüfusun beşte birini oluşturan emek fazlası zincirleme tırmanacaktır.  Türkiye boşta gezen, aylak gençlerin, diplomalı işsizlerin dünyası olacaktır. Kabul edilebilir mi? 

Orta dönem için radikal, kökten, gerçekçi bir dönüşümü, 2023’ü beklemeden, bugünden tasarlamak zorundayız.

Korkut Boratav / SOL

BELLEK (21 EKİM)


  OLAYLAR:

  • 1520 - Ferdinand Magellan, Güney Amerika'nın güneyinde, kendi ismiyle anılan boğazı keşfetti.
  • 1600 - Japonya'nın Sengoku Devrini sona erdirip, Tokugawa dönemine geçirecek Sekigahara Meydan Muharebesi başladı.
  • 1805 - Amiral Nelson komutasındaki İngiliz filosu, İspanya'nın güneybatısında Trafalgar'da Napolyon'un Birleşik Fransız-İspanyol Donanmasını yendi. Amiral Nelson da savaşta öldü.
  • 1854 - Kırım Savaşı'nın başlaması üzerine modern hemşireliğin kurucusu Florence Nightingale, 38 başka hemşireyle birlikte Üsküdar'daki Selimiye Kışlası'na gönderildi.
  • 1860 - İlk özel siyasi gazete Tercümanı Ahval çıkmaya başladı. Sahibi Yozgatlı Çapanoğlu Agah Efendiydi.
  • 1878 - Almanya'da Otto von Bismarck antikomünist özellikteki Anti-Sosyalist Yasa'yı yürürlüğe soktu.
  • 1879 - Thomas Edison, karbon filamanlı elektrik ampulünü icat etti.
  • 1918- Halep Osmanlı Devleti’nin elinden çıktı.
  • 1920- Damat Ferit Paşa istifa etti; Tevfik Paşa Osmanlı sadrazamı oldu.
  • 1934- General Çan Kay-Şek tarafından kuşatılan ve yenilgiye uğratılan Çin komünistleri, Mao’nun etrafında toplanmaya başladı
  • 1935 - AlmanyaMilletler Cemiyeti'nden resmen ayrıldı.
  • 1938 - Japonlar, Çin'in Kanton şehrini işgal etti.
  • 1940 - Ernest Hemingway'in Çanlar Kimin İçin Çalıyor kitabı New York'ta basıldı.
  • 1945 - Fransa'da kadınlar, ilk kez oy kullanma hakkı elde etti.
  • 1945 - Nüfus sayımı yapıldı. Türkiye nüfusunun 18.871.203 olduğu açıklandı. İstanbul il nüfusu ise 1.071.686.
  • 1950- Türkiye’de din dersleri ilk ve orta öğretimde mecburi hale getirildi.
  • 1950 - Çin askerleri Tibet'i işgal etti.
  • 1966- CHP’nin 18.Kurultayı’nda, 2 yıldır tartışılan “Ortanın Solu” açılımı kabul edildi. İsmet İnönü yeniden genel başkanlığa seçildi.
  • 1967- “Savaşın Sonu İçin Ulusal Hareket Komitesi” Washington’da 100 bini aşkın kişiyle Vietnam Savaşı karşıtı gösteri yaptı. Vietnam Savaşı karşıtları Pentagon önünde de gösteri yaptı
  • 1969 - Doğan Avcıoğlu liderliğinde Devrim gazetesi yayımlanmaya başladı.
  • 1969 - Batı Almanya'da sosyal demokrat Willy Brandt Şansölyeliğe (başbakan) seçildi.
  • 1970- Adana/ Bossa’da akort sisteminin ıslahını isteyen 1.200 işçinin direnişine diğer bölümlerdeki işçilerin de sendikaları TEKSİF’in haklarını koruyamadığı gerekçesiyle katılmaları sonucu, yaklaşık 4 bin işçi tezgahları durdurup kapıları tutarak direnişe geçti
  • 1971 -Şilili şair Pablo Neruda “bir kıtanın kaderini ve hayallerini canlandıran şiirlerinden dolayı” Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazandı.
  • 1972 -  Avukatlarının, itiraz ettikleri bilirkişi heyeti raporunu Mümtaz Soysal ile birlikte hazırlamaları gerektiği yolundaki talebine rağmen tutuksuz yargılanan Soysal, Askeri Savcı Baki Tuğ’un talebi doğrultusunda Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi’nce tutuklandı. Profesör Mümtaz Soysal Ankara Sıkıyönetim Mahkemesince, “Anayasaya Giriş” adlı ders kitabında komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle, tekrar 6 yıl 8 ay hapse mahkum edildi.
  • 1976- Sinematek’in 11 yıllık yöneticisi Onat Kutlar, İstanbul/Fitaş Sineması’nda düzenlenen gala gecesinde görevi Vecdi Sayar’a devretti. Gala gecesinde Sovyet Yönetmen S.Rostotsky’nin “Sakindi Oranın Şafakları” adlı filmi gösterildi.
  • 1978- Türkiye İşçi Partisi (TİP) Tekirdağ Merkez İlçe üyesi şarap fabrikası işçisi Recep Selçuk, gece evine dönerken MHP İl binası önünde dövülüp kurşunlanarak öldürüldü.
  • 1983 - Uzunluk ölçüsü metreışık hızı üzerinden yeniden tanımlandı ama uzunluğu yine aynı kaldı. Buna göre 1 metre ışığın havasız ortamda saniyenin 1/299,792,458 'i süresince katettiği mesafedir.
  • 1984 - Afşin-Elbistan Termik Santrali açıldı.
  • 1985 - Alman gazeteci ve yazar Günter Wallraff'ın Türk işçisi kimliğiyle yaşadıklarını anlattığı En Alttakiler (Ganz Unten) adlı yapıtı piyasaya çıktı.
  • 1987 - Türkiye'de montajı yapılan ilk savaş uçağı F-16 Savaşan Şahin resmî törenle uçuruldu.
  • 1987- Londra’da Muhafazakar Thatcher hükümetinin getirdiği “Kelle Vergisi”ne karşı “Kelle Vergisi Karşıtı Federasyon”un mitinginin ardından Brixton Hapishanesi’ne yürüyen 2.500 kadar gösterici polisle çatıştı.
  • 1988 - Ankara’da TBKP duruşması için gelip gözaltına alınan 21 kişiye 7 gün süreyle elektrik işkencesi yapıldığı açıklandı. İstanbul Tabip Odası’ndaki basın toplantısına SHP ve SP yöneticileri, İHD, TAYAD, TYS temsilcileriyle şairler Arif Damar ve Sennur Sezer de katıldı.
  • 1990 - Genel nüfus sayımı: Türkiye'nin nüfusu 56.473.035
  • 1990- ANAP hükümetinin “artan terör eylemleri” gerekçesiyle, dosyaları TBMM’de bekleyen idam cezalarının onaylanmasını gündeme getirmesine tepkiler sürüyor. Atatürkçü Düşünce Derneği, İstanbul Eczacı, Tabip, Diş Hekimleri ve Veteriner Hekimler Odaları idama karşı çıktı. T.Harb İş, Ağaç İş ve Otomobil-İş sendikaları da idam karşıtı açıklamalar yaptı.
  • 1992- Almanya Yeşiller Partisi kurucularından ve ilk genel başkanı Petra Kelly evinde ölü bulundu. Kelly’nin hayat arkadaşı emekli general Gerd Bastian’la birlikte intihar ettiği anlaşıldı.
  • 1993- PTT’nin “T”sinin satışı Anayasa Mahkemesi’nce durduruldu. PTTnin “T”sinin özelleştirilmesi aşamasında çıkarılan kanun hükmündeki kararnamenin iptal edilmesi istemiyle Mümtaz Soysal ve 92 arkadaşının Anayasa Mahkemesi’nde açtığı iptal davası sonuçlandı. Mahkeme ilk önce “Yürütmenin durdurulması” yetkisinin olup olmadığını onayladı. 3’e karşı 8 oyla kabul edilen bu karar aynı zamanda bir “içtihat kararı” niteliği kazanmış oldu. (Yani Anayasa Mahkemesi herhangi bir konuda yürütmenin durdurulması kararı verebilir. Bu yetkiyi daha önce Anayasa Mahkemesi hiç kullanmamıştı.) İkinci oylama PTT’nin “T”si konusunda yürütmenin durdurulmasının oylaması oldu ve bu da 5’e karşı 6 oyla kabul edildi. Başkan Özden yürütmenin durdurulması yönünde oy kullandı. Üçüncü olarak kararnamenin iptali tartışıldı ve bire karşı 10 oyla iptaline karar verildi.
  • 1993-  37 kişinin hayatını kaybettiği 124 sanıklı Sivas Katliamı Davası Ankara DGM’de başladı. Sanık avukatları arasında bulunan Refah Partisi Milletvekili ve Meclis Grup Başkanvekili Şevket Kazan, müdahil avukatların itirazı üzerine sonraki duruşmalara katılamadı.
  • 1993-  Özlük haklarının düzeltilmesi talebiyle “beyaz eylemlerinde” doktorlar İstanbul ve İzmir’de iş bıraktı, diğer illerde her bir hastanede toplu nöbetler tutuldu. 
  • 1993- Sosyal Hizmet-Sen’liler İstanbul İl Sağlık Müdürlüğü önünde “sosyal hizmet tazminatı verilmesi” taleplerini yineledi. 
  • 1997 - Anadolu Ajansı, uydu ile kesintisiz haber yayınını, Başbakan Mesut Yılmaz'ın da katıldığı toplantı ile başlattı.
  • 1998 - TBMM, NATO'nun genişlemesini onayladı. Böylece 16 ittifak üyesi ülkenin de onayı tamamlandı ve genişleme kesinlik kazandı.
  • 1999 - Çeçenistan'ın başkenti Grozni'de kalabalık bir alışveriş merkezine yapılan roket saldırısında 110 kişi öldü, 400 kişi yaralandı.
  • 1999 - Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi öğretim üyesi ve gazeteci yazar Profesör Ahmet Taner Kışlalı bombalı bir saldırı sonucu öldürüldü. Ahmet Taner Kışlalı 13 Mayıs 1999 tarihli Akit’te hedef gösterilmişti. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti verilerine göre Türkiye’de 1905’den bu yana 57 gazeteci, son 10 yılda ise 35 gazeteci öldürüldü.
  • 2003- 17 Nisan 1992’de Çiftehavuzlar’da bir eve yapılan ve 11 kişinin öldürüldüğü Devrimci Sol baskınında 3 kişiyi “kasten infaz ettikleri”iddiasıyla yargılanan 22 güvenlik görevlisi ikinci kez beraat etti. Kararı protesto eden TAYAD üyeleri duruşma salonundan çıkarıldı.
  • 2003 - Maliye Bakanlığı’nın İstanbul Üniversitesi Baltalimanı Tesisleri’ne el koyma girişimine karşı Eğitim-Sen’liler İstanbul Üniversitesi Merkez Kampüs önünde açıklama yaptı.
  • 2004- SSK hastanelerinin Sağlık Bakanlığı’na devrinin tasarlanmasına karşı DİSK, Türk-İş ve KESK’e bağlı sendikalar başta İstanbul, İzmir ve Adana olmak üzere birçok ilde gösteri düzenledi.
  • 2007 - Saat 00:20 sıralarında, Irak'ın kuzeyinden Türkiye'ye sızan PKK mensupları tarafından, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin Dağlıca'da konuşlu piyade taburunun emniyet unsuru olan bir bölüğe kalabalık bir grupla üç ayrı bölgeden silahlı saldırıda bulunuldu. Genelkurmay çıkan çatışmada 12 şehit, 16 yaralı verildiğini ve 32 PKK'lının da öldürüldüğünü açıkladı.
  • 2007- Cumhurbaşkanının 5 yıllığına halk tarafından seçilmesini, milletvekili seçimlerinin 4 yılda bir yapılmasını öngören anayasa değişikliği, halk oylamasında yüzde 68,95’lik “evet” oyuyla kabul edildi.
  • 2011- Deniz Feneri e.V davasında tutuklu bulunan ve aralarında eski RTÜK Başkanı Zahid Akman ve Kanal 7 Yönetim Kurulu Başkanı Zekeriya Karaman’ın da bulunduğu altı kişi tahliye edildi. 30 Ekim’de kalan iki tutuklu sanık Muzeffer Şafak ile Harun Kapuyoldaş’ın salınmasıyla davada tutuklu sanık kalmadı.
  • 2015- Başbakan Ahmet Davutoğlu Suriye Devlet Başkanı Esad’ın Moskova’ya gitmesiyle ilgili olarak “Ne diyeyim, keşke daha uzun kalsa da Suriye halkı rahat etse. Hatta daimi olarak kalsa da geçiş süreci böyle başlasa.” dedi.
  • 2016- Kamerun’da kapasitesinden iki kat fazla yolcu taşıyan trenin raydan çıkması sonucu 70’den fazla kişi hayatını kaybetti, yüzlerce kişi yaralandı.




DOĞANLAR:



ÖLÜMLER:

(derleyen:mstfkrc)

 

20 Ekim 2022 Perşembe

AKP’nin 20 yıllık tütün endüstrisi politikası (2) - MERYEM VİTNİ / SOL-Özel

 Yazı dizisinin bu bölümünde Yeşilay yönetim kurulu üyesi Esra Albayrak'ın suç örgütü olarak tanımladığı tütün endüstrisinin AKP eliyle nasıl ihya edildiğine dikkat çekiliyor.

İlk bölümü yayınlanan bu yazı dizisinde, Yeşilay yönetim kurulu üyesi Esra Albayrak’ın tütün endüstrisini küresel suç örgütü ilan etmesinden hareketle, AKP iktidarının tütün ürünü üretimi ve ticaretine ilişkin politikası masaya yatırılarak, bu politikanın farklı boyutlarının iktidar inşasında nasıl bir işlev gördüğü irdeleniyor. Aşağıdaki ikinci ve son bölümde, suç örgütü olarak tanımlanan endüstrinin AKP eliyle nasıl ihya edildiği, AKP’nin hükümet şapkası ve STK şapkası takarak yürüttüğü “bağımlılıkla mücadele”nin anlamına ve etkisine dikkat çekiliyor.

'Suç örgütü'nün ihyası

AKP, sadece 4733 sayılı Kanun çerçevesinde piyasa düzenlemesi yaparak değil, vergi ve teşvik politikalarıyla da ulusötesi sigara şirketlerini desteklemiştir. Burada sadece birkaç örnek üzerinde durulacaktır. Bunlardan ilki yatırım teşvikleridir. AKP iktidarı boyunca, tütün endüstrisinin 60’tan fazla yatırım projesine, başta KDV istisnası ve gümrük vergisi muafiyeti olmak üzere, geniş çeşitlilikte mali teşvik sağlamıştır. Örneğin, 2012’de PHILSA’nın 67 milyon TL ve 2015’te 285 milyon TL sabit yatırım bedelli sigara imalat kapasitesini, ilkinde 31,7 milyar adet/yıl ve ikincisinde 40,9 milyar adet/yıl düzeyinde büyütme projelerine teşvik verilmiştir. Türkiye’nin sigara imalat kapasitesinin 108 milyar adet/yıl’lık kısmı teşvikle hayata geçmiştir. AKP, dahilde ve hariçte işleme rejimleri altında da, tütün endüstrine önemli ihracat teşviği ve ticari fırsat olanağı sunmuştur. Her yıl bu olanaklardan en fazla yararlanan 3 firma PHILSA, BAT ve JTI olmuştur. 

Hem kamu gelirinden vazgeçerek hem de kamu kaynağı kullanarak endüstriye verilen bu teşviklerin kamu maliyesi ve ulusal ekonomi üzerinde doğrudan ve dolaylı çok boyutlu negatif etkisi olduğunun altını çizmek önemlidir. Gerçekten de, teşviklerin yegâne olumlu etkisi ilgili şirketlerin kendi ekonomilerinedir.

Vergi politikasında ise, iktidar ile tütün endüstrisi arasındaki hami-müvekkil ilişkisi içinde biçimlenen kazan/kazan formülü etkilidir. Tütün ürünlerine uygulanan ÖTV oran ve tutarları, vergi gelirleri ile endüstri gelirlerinin maksimizasyonu hedeflenerek belirlenmektedir. 4733 sayılı Kanun’un kendilerine tanıdığı fiyatlama serbestisi çerçevesinde, optimum fiyatlama, dolayısıyla en yüksek kâr elde etme olanağı sunan bu oran ve tutarlar üzerinde ulusötesi sigara şirketleri adeta sörf yaparcasına fiyat belirlemektedir. Kazan/kazan formülü çerçevesinde ÖTV tutarlarının endeksli, kademeli artırımı söz konusuyken, AKP gerektiğinde sigara ÖTV oranında indirim de yapmıştır. Örneğin, 2011 Kasım ayında sigara ÖTV oranını önce %63’ten %69’a yükseltmiş, endüstrinin yüksek oranın çarpan etkisinden şikayeti üzerine, 15 gün sonra geçerli bir gerekçe sunmadan %65,25’e geri çekmiştir. Haziran 2018’de ise bu oranı %63’e düşürmüştür. 2019’da oran %67’ye yükselmekle birlikte, 2020 sonunda %63’e tekrar geri çekmiştir. Günümüzde birkaç ayda bir baş gösteren sigara fiyatı artışları, vergi oranı artışından ziyade, TL’nin değer kaybı ve üretim maliyetlerindeki artışlar nedeniyle, net kârlarını döviz cinsinden yurtdışına aktaran sigara şirketlerinin azalan kazançlarını telafiye yönelik yapılmaktadır. 

İthal tütünden ithalat aşamasında alınan 3000 USD/ton Tütün Fonu, AB müktesebatına uyum gerekçesiyle aşamalı olarak azaltılmış, 2018 yılında ise Cumhurbaşkanı Kararı ile sıfırlanmıştır. Sigara imalatında %88 oranında ithal tütün kullanan ulusötesi sigara şirketlerine büyük maliyet indirimi ve geniş fiyat belirleme marjı sağlayan bu politika ile kamu idaresi azımsanmayacak bir zarara uğratılmıştır. Örneğin 2021 yılında sigarada kullanılan ithal tütün miktarı üzerinden, Tütün Fonu’nun sıfırlanmasının neden olduğu Hazine kaybı, dolayısıyla endüstri kazancı, 273 milyon USD/yıl’dır. Bir Tank Palet Fabrikası veya bir Antalya Limanı kadar kayıp da burada vardır.

'Suç örgütü' ile simbiyotik ilişkiler

AKP ile ulusötesi sigara şirketleri arasındaki ilişkinin en sembolik göstergelerinden biri 15 Temmuz sonrası PHILSA Genel Müdürü Enrique Jimenez’in Türkiye’yi yabancı sermaye yatırımları için güvenli bir cennet olarak tanıtmak üzere “Türkiye Hikayeni Keşfet” kampanyası çerçevesinde kameraların önüne geçmesi ve “Türkiye’ye neden inandığımızı anlatma gibi bir görevimiz var” sözleridir. Bir diğeri, Biz Bize Yeteriz Kampanyası’na PHILSA’nın 4.724.720 TL, JTI’nin 1.255.000 TL bağışta bulunmalarıdır. Ancak bunlardan daha önemli olanı, her yıl Türkiye İhracatçılar Meclisi tarafından düzenlenen İhracatın Şampiyonları Ödül Töreni’nde Erdoğan’ın huzurunda, tütün sektörü ihracat ödülünün her seferinde 3 büyük ulusötesi sigara şirketinden birine bir bakan tarafından verilmesidir. 18 Eylül 2021’de düzenlenen törende Erdoğan ihracat şampiyonlarına hitaben, “Siz bu ülkenin uçbeylerisiniz, elçilerisiniz, yeri geldiğinde serdengeçtilerisiniz. Rabbim hepinizden razı olsun!” şeklinde seslenmiştir.

İkili strateji: AKP hem hükümet hem STK 

20 yıllık politika ve uygulamaları incelediğimizde, AKP’nin hükümet şapkasını başına geçirdiğinde, söz konusu ulusötesi sigara şirketlerine hiç de suç örgütü muamelesi çekmediği, aksine milli muamele ilkesi çerçevesinde onların hukukunu ve kârlarını koruduğu, daha fazla üretim ve ticaret için teşvik ettiği görülüyor. 

Ne var ki, kullanıcılarının yarısını öldüren bir ürün pazarlayan endüstri karşısında ister istemez bu şapka dar geliyor, baş ağrıtıyor. İşte o zaman iki strateji devreye giriyor: Bunlardan ilki, Erdoğan’ın sigara karşıtlığının kamusal alanda sıkça icra edilmesi, konuşmalarında konuya muhakkak yer verilmesi. Bu icraatın iletişiminde, otoritesini kullanarak sigara bıraktırdıklarını “kurtardığı”, “yeniden doğmalarına” neden olduğu yönündeki imalarla, Erdoğan’a dünyevi siyasetçi olmanın ötesinde, Müslümanları bağımlılıktan, günahtan koruyan bir dini liderlik atfediliyor. Erdoğan’ın sigara karşıtlığı, Müslümanları dine dönmeleri için terbiye eden bir dini liderlik görevi tonlamasıyla icra ediliyor.

İkinci strateji ise, başa STK şapkası geçirilmesi. STK’cılığın dayanılmaz hafifliğinin AKP’ye sağladığı geniş olanaklar var. Öyle ki, hayali bir devlet-STK güçler ayrılığı mizanseni yaratılıp, ikisi arasında organik bağ yokmuşçasına, AKP’nin politika ve hukuk koruması altına aldığı şirketler aynı AKP’nin STK türevi tarafından rahatlıkla öcü olarak nitelenebiliyor. Peki, bu söylemdeki öcüyle kimin, nasıl baş etmesi bekleniyor? Her iki stratejide de parmak topluma sallanıyor, toplum uyarılıyor, ürkütülüyor. Yeşilay tarafından hazırlanan kamu spotlarında da görüldüğü üzere, telkin edilen, beklenen, bireysel sorumluluk çerçevesinde, bireyin iman gücüyle öcüye karşı koyması, fetva ile haram ilan edilen tütüne başlamaması, kullanmaması, kullanıyorsa bırakması. 

Bu ikili strateji yıllar içinde AKP iktidarının ideolojik aygıtının asli bir unsuru haline geldi. AKP’ye ve liderine ahlaki üstünlük bahşeden bu stratejiler sayesinde iktidar pekiştirilirken, ulusötesi sigara şirketleri ile yürütülen ilişkiler gözlerden kaçırıldı, başarısız politika ve uygulamaların üstü örtüldü, doğru mücadelenin önü kesildi. Muhalif olarak nitelenen kesimde bile, bir yandan sigara yasakları “alkol yasağı öncülü”, “yasakçı zihniyet tezahürü,” “yaşam biçimi dayatması” olarak nitelense de, diğer yandan birileri ekranlara çıkıp “AKP’nin hiçbir politikasını tasvip etmem, ama sigarayla mücadelesini destekliyorum” dedi yıllarca. 

'Bağımlılıkla mücadele' politikası ve Yeşilay

AKP’nin STK halinin belki en önemli yansıması, alkol karşıtı, gerici, etkisi düşük bir örgütken, bugün “bağımlılıkla mücadele” alanında hükümetin uzantısı, etkin bir kuruma dönüşen Yeşilay’dır. Dönüşümün odağında 2014 tarihli “Madde ve Diğer Bağımlılıklar ile Mücadele Kapasitesinin ve Bu Bağlamda Türkiye Yeşilay Cemiyetinin Değerlendirilmesi” başlıklı DDK raporu bulunuyor. Raporda, “bağımlılık” birey ve toplum ölçeğinde özgürlükleri kısıtlamayı mümkün ve meşru kılan bir gerekçe olarak tanımlanıyor ve Yeşilay’ı “çözüm ortağı” olarak yetkilendirecek ve kamu kaynaklarıyla besleyecek politikaların hızla hayata geçirilmesi isteniyor. DDK’ya göre bağımlılıkla mücadelede kamu idaresi zayıf ve bürokratik kalıyor. Devletin gerçekleştirme imkânı olmayan işleri Yeşilay’in yürütmesi, ancak Yeşilay’ın savunuculuk pozisyonunda kalmaması, daha ileri giderek, doğrudan “operasyonel faaliyetlere yönelmesi” talep ediliyor. Diğer bir deyişle devletin kanunlarla tanımlı bazı görev, yetki ve işlevlerinin bir STK’ya devredilmesi gerekli görülüyor. 

Bugün DDK’nın taleplerinin hepsi gerçekleşmiş bulunuyor. Bağımlılıkla mücadele çerçevesinde yeniden yapılandırılan, yetki devri yapılan, kamu kaynakları tahsis edilen Yeşilay, hem madde bağımlılığının hem de davranışsal bağımlılıkların birbirine geçişkenliği üzerine kurgulanmış, psödo-bilimsel, çocuk pedagojisi açısından sorunlu, ahlakçı, bireyin ıslahına yönelik, örgün öğretimin olanaklarından yararlanan bir dizi eğitim, iletişim, yayın ve tedavi programı uyguluyor.

Bilime, sağlık hakkına ve uluslararası hukuka dayalı tütün kontrolü politikası ve pratiğinden AKP’nin ayrı düşüşünü temsil eden bağımlılıkla mücadele politikasının özellikle gençlere yönelik dinci politizasyonun hem bir ereği hem de mükemmel bir aracı olarak biçimlendirildiği, bunun için tıp biliminin, DSÖ’nün ve ulusal sağlık otoritelerinin seçili olarak kullanıldığı iddia edilebilir. Ancak Erdoğan’ın tam burada çektiği, bağımlılık mücadelesini frenleyen çok belirgin bir kırmızı çizgisi var: Mücadelenin büyük sermayenin (yerli ve yabancı sermaye şirketleri) ve küçük sermayenin (yine AKP tarafından sigara satmak üzere ruhsatlandırılan 180 binden fazla TESK’e bağlı perakendeci esnaf) çıkarlarına dokunmadan, sadece atomize bireye yönelik yürütülmesi gerekiyor. Onlara istediğiniz kadar öcü diyebilirsiniz, ama çıkarlarına dokunamazsınız. Bu haliyle bağımlılıkla mücadele, iflas eşiğine gelen ABD’nin “war on drugs” politikası ile birçok açıdan benzerlikler taşıyor. Her iki politikada da gerçeklik ve retorik arasında gitgide derinleşen bir uçurum var ve temelde yatan hedefin toplumsal denetim ve baskı olduğu belirginlik kazanıyor. 

Gelinen noktada “AKP politikası ve icraatı dökülüyor, yerlerde sürünüyor” denebilir, ancak kritik bir soru, 4733 sayılı Kanun’un ve STK’lar yoluyla toplumda kök salan iktidar modelinin ve bunun izdüşümü politikaların yarın, farklı isim ve formatlarda da olsa, kalıcı olup olmayacağı, ya da neye, nasıl dönüşeceği. Artan sigara tüketiminden kaynaklı bağımlılık, hastalık, sakatlık ve ölüm artışları gerçek, ulusötesi sigara şirketlerinin oligopol gücü de gerçek. İşte bunlar hayalet veya hurafe değil. Bunlarla doğru mücadele, öncelikle siyasi retorik ile gerçeklik arasında derinleşen uçurumu teşhir etmekle, “ıslah/tedavi edilmesi gereken bireysel sorun” yaklaşımına karşı, bu gerçeklerin toplumsallığını ortaya koymakla başlamak zorunda. Bunun ardından, tütün ürünü ve endüstrisi politikasının halk sağlığı ilkeleri üzerinde yeniden inşa edilmesine, kamucu yürütme mekanizmalarının kurulmasına ve ulusötesi sigara şirketlerinin hakimiyetine son verilmesine gereksinim var. Böyle tanımlanınca, doğru mücadelenin ancak ve ancak anti-kapitalist perspektiften verilebilir olduğu gün yüzüne çıkıyor. 

MERYEM VİTNİ / SOL-Özel

AKP’nin 20 yıllık tütün endüstrisi politikası (1) - MERYEM VİTNİ / SOL-Özel

 Bu nasıl bir suç örgütüdür ki, AKP iktidarı boyunca, faaliyet, üretim ve ticaret ruhsatları ile önü açılmış, TEKEL’in tütün birimi özelleştirilerek kendilerine teslim edilmiş...

13 Ekim 2022 tarihinde Çocukları Tütün Salgını ve Zararlarından Koruma İnisiyatifi tarafından Üsküdar Meydanı’nda düzenlenen etkinlikte AKP’li yöneticilerle birlikte Yeşilay yönetim kurulu üyesi Esra Albayrak da yer aldı. Burada bir konuşma yapan Albayrak, tütünden kaynaklı ölümlerden tütün endüstrisini sorumlu tuttu, bu endüstrinin küresel bir suç örgütü olduğunu açıkladı.

Toplantı yerinde çoğu genç yaşta tütünden ölen 350 kişinin kişisel eşyaları sergilenmişti. AKP’li Üsküdar Belediye Başkanı Hilmi Türkmen, AKP İstanbul Milletvekili ve TBMM Sağlık Komisyonu Başkan Yardımcısı Müşerref Pervin Tuba Durgut ve eski AKP Trabzon Milletvekili ve Sağlık Bilimleri Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Cevdet Erdöl katılımcılar arasındaydı. Onlar da birer konuşma yaparak, hayatını kaybedenleri andılar ve Albayrak gibi tütün endüstrisini telin ettiler. 

Yapılan konuşmalar ve Albayrak’ın suç örgütü yakıştırması akla hemen şu soruyu getiriyor: Bu nasıl bir suç örgütüdür ki, AKP iktidarı boyunca, faaliyet, üretim ve ticaret ruhsatları ile önü açılmış, TEKEL’in tütün birimi özelleştirilerek kendilerine teslim edilmiş, her yıl ihracat şampiyonu ilan edilerek ödüllendirilmiş, yatırım ve ihracat teşvikleriyle desteklenmiş, en yüksek kurumlar vergisi ödeyenler arasında listelenmiş, ürünlerinin satışından milyarlarca Lira dolaylı vergi geliri toplanmıştır? 

İki bölümlük bu yazı dizisinde AKP iktidarının, tütün ürünü üretimi ve ticaretine ve bu sektörü elinde bulunduran oligopol nitelikli 3,5 adet ulusötesi sigara şirketine yönelik politika ve uygulamalarının kısa bir özeti yapılarak Üsküdar Meydanı’ndaki söylemin nereye oturduğunun değerlendirilmesi amaçlanıyor. İlk bölümde AKP’li yıllarda 4733 sayılı Kanun uygulamaları, sigara ve diğer tütün ürünlerinde üretim artışı ile bunun paralelinde yaşanan tüketim patlaması ele alınıyor.

AKP’nin devraldığı siyasi miras ve 20 yıllık icraatı

AKP iktidara geldiğinde, 1980’den sonra başlayan tütün ürünü üretimi ve ticaretinde serbestleştirme uygulamalarının sonuçlarını ve bunun devamında IMF dayatmasıyla 2002 başında yasalaşan 4733 sayılı Kanun’u kucağında bulmuştu.

Tütün Kanunu olarak da anılan bu kanun, tarımda devlet desteğine son vererek sözleşmeli tarımı getirirken, tütün ürünü üretimi ve ticaretinde, piyasaya giriş engelleri, fiyat belirleme serbestisi, ithalat-ihracat serbestisi hükümleriyle ulusötesi sigara şirketlerine piyasa hakimiyeti sağlayan koşulların garantilenmesini ve TEKEL’in özelleştirilerek ortadan kaldırılmasını hedeflemekteydi. Devletin rolü, bu piyasanın etkin işlemesini sağlayacak düzenleme ve ruhsatlandırma işlemlerini yürütmek ve tütün tüketiminden kaynaklanan zararlar hakkında tüketici bilgilendirmesi yapmak şeklinde tanımlanmıştı.

Süreç içinde AKP Kanun’un öngördüğü piyasa düzenleme rejimine uygun gerekli tüm yönetmelikleri çıkarttı, şirketleri ve ürünlerini aksatmadan ruhsatlandırdı. Tekel niteliğini çoktan kaybeden TEKEL’i 2008’de özelleştirerek, Türkiye sigara pazarının tamamına yakınını ulusötesi sigara şirketlerine teslim etti. 

AKP’nin 4733 sayılı Kanun’u ruhuna sadık kalarak uygulamasının açık ve net sonucu aşağıda açıklandığı üzere, sınırsız tütün ürünü arzı ile tüketimin körüklenmesidir. Ancak, AKP’nin kanun uygulamasıyla ilgili dört hususun daha not düşülmesinde fayda bulunmaktadır. Bunlardan ilki, 2018 yılında yapılan değişiklikle TAPDK’nın kapatılarak piyasa düzenleme işlevinin Tarım ve Orman Bakanlığı’na devredilmesidir. Böylece, zaten fiiliyatta uygulanmayan, bir bağımsız düzenleme idaresi marifetiyle piyasa süreçlerini siyasi süreçlerden yalıtma politikasına son verilmiş oldu. Artık düzenleyici devletin konsolidasyonu gerçekleştiği ve hesap sorulabilirlik ve verebilirlik bütünüyle ortadan kalktığı için, doğrudan bakanlık eliyle piyasacılık yapılması, üstelik bunun daha özensiz yapılması, plansız, programsız ileri-geri adımlar atılması mümkün olabilmektedir. 

Bununla ilişkili ikinci husus, yürütmenin şahsileşmesi ve en üst makamın pazarlığa, popülizme dayalı siyasi angajmanı haline gelmesidir. 1 nolu Cumhurbaşkanlığı Kararnamesine göre, “bağımlılıkla mücadele” altında çerçevelenen politikalar Sağlık ve Gıda Politikaları Kurulu eliyle doğrudan Cumhurbaşkanı’nın yetkisi ve sorumluluğu altına alınmıştır. Bu durum kamu idaresinde görev ve yetki karmaşasına, mevcut teknik kapasitelerin erimesine yol açtıysa da, eşgüdümü ve uzmanlığı büyük ölçüde gereksizleştirdiği için fiilen sürdürülebilmektedir. Kanun’un kamu idaresine tanıdığı denetim ve yaptırım görev ve yetkilerinin nasıl kullanıldığına dair herhangi bir şeffaflık kalmamıştır.  

Üçüncü husus, tütün kontrolüne ilişkin danışma mekanizmalarının yok edilmesi, bağımsız kurum ve uzmanların dışlanması ve bu yazının ikinci bölümünde değinileceği üzere Yeşilay’a geniş yetki devri yapılmasıdır. 

Dördüncü husus ise, AKP’nin 2017 sonrasında hızla büyüyen yasadışı sarmalık tütün ve dolgulu makaron ticaretini önlemede başarısız kalması, bunun yerine, yerli üretici ve tüccarlar ile ulusötesi sigara şirketlerine yönelik göz yumma, oyalama ve havuç-sopa politikası gütmesi, ancak bunu ağırlıklı olarak şirketler lehine sonuçlandırmasıdır.

Bazıları Kanun’dan bariz sapma niteliğindeki her dört hususun ulusötesi sigara şirketlerinin çıkarlarına engel oluşturan bir yönü yoktur. Aksine, şeffaflık ve hesap verebilirliğin ortadan kalkması endüstrinin devlet nezdinde yürüttüğü PR çalışmaları için elverişli bir ortam sunmaktadır.

AKP’li yıllarda üretim ve tüketim artışı

Önceki dönemlerde ülke politikasında tütün “stratejik ürün” olarak ele alınırken, AKP’li yıllarda hakim neoliberal politika tercihi doğrultusunda, tütün ürünü sektörü arz yönlü büyümenin, piyasa etkinliğinin ve ihracatın desteklendiği bir sektör olmuş, bu bağlamda tütün stratejik olma özelliğini kaybederek herhangi bir “tüketici ürünü” statüsünde değerlendirilmiştir. Bu nedenle, 4733 sayılı Kanun çerçevesinde, 2003’ten günümüze, bandrollü sigara üretimi istikrarlı biçimde her yıl ortalama 3,4 milyar adet artarak, günümüzde 159 milyar adet/yıl düzeyine ulaşmış, her ay ortalama 2 yeni sigara markasına piyasaya arz izni verilmiştir. 

TEKEL zamanı birkaç adet olan sigara çeşidi günümüzde 196’ya ulaşmış bulunuyor. Bugün piyasada, bu 196 çeşit sigara markası ve alt-markasının yanı sıra, yüzlerce çeşit diğer tütün ürünü satışa sunuluyor. Piyasada, nargile tütününde 2564, pipo tütününde 26, yerli puro ve sigarilloda 120, ithal puro ve sigarilloda 39, sarmalık tütünde ise 308 adet farklı marka ve alt-markaya ulaşmak mümkün. Ayrıca, sarmalık tütünün yan ürünleri olan 183 adet boş makaron ve 57 adet yaprak sigara kağıdı markası da var. Bunların hepsi iktidar tarafından piyasaya ayrı ayrı arz izni verilmiş yasal ürünler. Büyük oranda denetimsiz ve cezasız büyüyen bandrolsüz piyasada markalı/markasız yüzlerce ürün daha var. 

Sonuç itibariyle, Türkiye dünyadaki ilk 10 en büyük sigara üretim ve ihracat üslerinden ve en büyük sigara pazarlarından biri haline gelmiştir. Türkiye’de sigara tüketiminin geldiği nokta, üretim ve ticareti teşvik eden politikaların vahim etkisini göstermek bakımından uluslararası ölçekte dikkat çekici bir örnektir. Tütün tüketiminin birçok belirleyicisi olmakla birlikte, oligopolcü tütün ürünü piyasasında arzın belirleyiciliği son derece baskındır. Tüketicilerde davranış değişikliği hedefleyen önlemlerin varlığına ve yaygın sigara karşıtı söyleme rağmen, izlenen üretim ve ticaret politikası tüketim üzerinde kışkırtıcı etki yapmış, Türkiye’de sigara tüketimi geçmişte dünya trendini izlemiş olmasına rağmen, son on yıl içinde dünya trendinin aksi yönde tüketim patlaması yaşanmıştır. 

Resmi verilerle, 1980’de 57 milyar adet olan sigara tüketimi, o dönüm noktasından sonra yürürlük kazanan serbestleştirme politikalarının etkisiyle, izleyen yirmi yılda %100’den fazla artarak 1999’da 114,4 milyar adete kadar yükselmiştir. 1996 yılında devreye giren ülkenin ilk tütün kontrolü kanunu uygulamalarının etkisiyle, tüketim bu zirve noktasından sonraki oniki yılda düzenli bir düşüş seyri göstermiş, 2011’de 91,2 milyar adete kadar düşmüştür. Ancak bundan sonraki on yıl boyunca yılda ortalama %3,4 oranında artarak 2021’de 125,1 milyar adet ile yeni bir zirve yapmıştır. 2013-2021 arasında yaşanan tüketimdeki artış hızı, ışıklı, dev sigara reklamı panolarının apartman cephelerini kapladığı 80’li ve 90’lı yıllardaki artış hızıyla yarışır düzeydedir. Üstelik, son yıllarda yasal sigara piyasasındaki bu yükselmeyle eşanlı olarak yasadışı sarmalık tütün ile dolgulu makaron piyasaları da büyümüş, günümüzde toplam tüketimin yaklaşık dörtte biri yasadışı hale gelmiştir. Yine son yıllarda Türkiye, yurda kaçak sokulan, genellikle internette yasadışı satışı yapılan e-sigara ve ısıtmalı tütün ürünü gibi yeni nesil tütün ürünlerinin istilasına uğramıştır.

Tütün kullanım sıklığında da durum iç karartıcıdır. 2012’de Türkiye Yetişkin Tütün Araştırması’nda %27,1 olarak ölçülen genel kullanım sıklığı, aynı araştırmanın 2016’daki tekrarında %32,2 bulunmuştur. 2012-2016 arasındaki dört yılda %18,8’lik bu göreceli artış, kullanım sıklığının %13,1’den %19,2’ye yükseldiği kadın yetişkinlerde %46,6 olarak gerçekleşmiştir. 2017 Türkiye Beslenme ve Sağlık Araştırması (%33,2) ve 2019 Türkiye Sağlık Araştırması (%31,4) kullanım sıklığı sonuçları da 2016 araştırması ile paralellik taşımaktadır. Gençlerin tütün kullanımındaki yüksek düzey ve çeşitlenme de alarm vermektedir. 13-15 yaş grubu öğrenciler arasında yürütülen 2019 Türkiye Gençlik Tütün Araştırması’nda erkek öğrencilerin %23,2’sinin, kız öğrencilerin %12,1’inin halen bir tütün ürünü kullandığı saptanmıştır. 

Yarınki ikinci bölümde Esra Albayrak’ın küresel suç örgütü ilan ettiği ulusötesi sigara şirketleri ile AKP’nin ilişkileri ve “bağımlılıkla mücadele” retoriği üzerinden AKP’nin hem hükümet hem de STK olarak iktidarını nasıl derinleştirdiği mercek altına alınacaktır.

MERYEM VİTNİ / SOL-Özel