25 Ekim 2022 Salı

Soros İlerici Enternasyonal’i terk mi etti, yoksa… - ULVİ İÇİL / SOL

 

Karışık ve karanlık ilişkiler üzerinden, dünya halkları yararına ne gerçek bir ilericilik ne de enternasyonalizm mümkün.

Yoksa daha derinlere mi çekildi?

İlerici Enternasyonal geçtiğimiz yıllarda Bernie Sanders ile Yanis Varufakis’in öncülüğünde kurulmuştu. Örgütün niteliğine dair daha önce soL’da iki yazı yayınlanmıştı. Bu yazılardan biri Aydemir Güler, diğeri Serap Emir tarafından kaleme alınmıştı 1.


Kısaca hatırlamak gerekirse, İlerici Enternasyonal’in bireysel olduğu kadar kolektif üyeleri de bulunuyor. Bireysel olarak, Jeremy Corbyn’den Noam Chomsky’ye, Vijay Prashad’dan Gustavo Pedro’ya kadar bilinen birçok uluslararası isme rastlamak mümkün. Bu “şahsiyet”lerin önemli bir bölümü örgütün Konsey’inin (Council) üyesi konumunda. İlerici Enternasyonal’de Türkiye’den de HDP Onursal Başkanı Ertuğrul Kürkçü ile Ece Temelkuran yer alıyorlar. Kürkçü de örgütün Konseyi’nin bir üyesi 2.

Üye kolektif oluşumlar arasında ise, yine Varufakis’in öncülüğünü yaptığı DİEM25 ile başka bir dizi grup ve hareket var 3

Yakın zamana kadar (Eylül 2022), İlerici Enternasyonal üyeleri listesine göz gezdiren biri için, dikkat çeken bir üyelik daha vardı: Soros’un openDemocracy’si. İlerici Enternasyonal’de yer alan bazı kişilere yöneltilen, “Bu nedir?” sorusu bugüne dek, “Ben Konsey’de değilim, haberim yok” (Vijay Prashad) içerikli yanıtlarla ya da tamamen yanıtsızlıkla (Genel Koordinatör David Adler) karşılaştı.  Bu durum, örgütte,  İlerici Enternasyonal’in bünyesine kattığı ya da ilişki içinde bulunduğu oluşumların “karanlık niteliği”nin sorgulanması karşısında, bu sorgulamaya açık, şeffaf ve güvenilir yanıtlar veremeyen bir yapının olduğunun kanıtı niteliğinde. 

Ekim ayı itibariyle ise, Soros’un openDemocracy’sinin İlerici Enternasyonal’in üyeleri listesinden çıkarılmış olduğu görülüyor. Üyeler listesinde artık yer almıyor olsa da, İlerici Enternasyonal’in sitesinin bir başka bölmesinde openDemocracy’nin bu örgüte üyeliğine ilişkin bir internet linki geçerliliğini koruyor 4.

openDemocracy’nin üye listesinde artık yer almıyor olmasını İlerici Enternasyonal’in, Soros’un openDemocracy’si ile ilişkisinin sonlandığı şeklinde yorumlayanlar olabileceği gibi, gerçek durum aslında tam tersi de olabilir: Belki de, bugüne kadar açık açık ilan edilebilen ve artık dikkat çeken bir ilişki, İlerici Enternasyonal’in derinliklerine çekilmiş olarak, daha derinlerde kuruluyor da olabilir. 

Nitekim, İlerici Enternasyonal bünyesinde yer alan ve “dünyanın ilerici güçlerine haber, metin vb servis eden Wire’ın partnerleri arasında openDemocracy’nin varlığını sürdürdüğü görülüyor. 

https://progressive.international/wire linkinde sağda “source” seçildiğinde, gelen listede openDemocracy’nin Wire için bir kaynak oluşturduğu görülebiliyor (Listedeki bir diğer kaynak Türkiye’den Duvar). Yine aynı sayfanın aşağısına doğru inildiğinde, “Partners” kısmında, en sonda, openDemocracy’nin Wire’ın bir partneri olduğu görülebiliyor.

Bir diğer deyişle, İlerici Enternasyonal, düpedüz “dünyanın ilerici güçleri”ne, Soros’un openDemocracy’sinin haber metinlerini, hikayelerini servis ediyor! 

İlerici Enternasyonal, örneğin, “aşı enternasyonalizmi” gibi göze ilk bakışta güzel görünebilecek bir alana el atmış görünüyor ve bünyesinde bununla ilgili bir Çalışma Grubu da var. Çalışma Grubu’nda ise, Soros’un openDemocracy’sinin “katkısı” görülebiliyor: Grup üyelerinden Laurie MacFarlane, Çalışma Grubu’na Soros’un openDemocracy’si adına katılım sağlıyor 5. İlerici Enternasyonal ile uluslararası spekülatör Soros, “dünya halklarının aşıya erişimi için” (!) birlikte çalışıyorlar!..

Soros’un openDemocracy’si, bir yandan İlerici Enternasyonal içinde yer alırken, diğer yandan ABD emperyalizminin Küba’da bir karşı devrimin örgütlenmesi faaliyetinin merkezinde yer alıyor: Özellikle Laura Tedesco ile Rut Diamint adlı akademisyen/yazarlar Democracia abierta (Açık Demokrasi)   adı altında ve National Endowment for Democracy (NED)ve USAID ile birlikte yürütülen bir karşı devrimci faaliyetin içindeler 6. Bu kişilerin yürüttükleri karşı devrimci faaliyet, geçtiğimiz yıllarda Küba basınında kapsamlı yazılara konu olmuştu 7

Laura Tedesco’nun geçtiğimiz yıllarda Madrid’de bir üniversitede düzenlediği ve tescilli CIA ajanı Felipe Gonzalez’in 8 de katıldığı bir toplantıya, Küba istihbaratının Havana’daki karşı devrimciler içine soktuğu bir Kübalı onkolog da davet edilmiş, Kübalı doktor/istihbaratçı bir süre sonra Küba devlet televizyonunda, “25 yıldır Küba istihbaratının üyesi olan Kübalı bir devrimciyim ve bir Fidelistim” açıklamasında bulunmuştu 9.   

Karışık ve karışık olduğu kadar da karanlık işler ve ilişkiler. Karışık ve karanlık ilişkiler üzerinden ise, dünya halkları yararına ne gerçek bir ilericilik ne de enternasyonalizm mümkün.

Bu tablo, olsa olsa, emperyalizmin sahte “sol”  hareket gereksiniminde ve hizmetinde, Sosyalist Enternasyonal vb’nin yanında, devrimcilerin, ilericilerin kendisine karşı uyanık olmalarını gerektiren bir başka uluslararası örgütsel varlığa daha işaret eder... 

ULVİ İÇİL / SOL

Ne bütçesi? - Oğuz Oyan / SOL

 

Bu bütçe, neyin bütçesi? Bu bütçe, yıllardır kanıksadığımız türden bir 'transfer bütçesi'. En büyük transfer kalemi de giderek şişen 'faiz transferleri'. 

Halkın bütçesi olmadığı kesin. Yüzü emekçiye dönük bir bütçe olmadığı daha da kesin. Bunlardan vazgeçtik diyelim; sermaye yönlü olmasına rağmen teknik anlamda ekonomik kalkınmayı/yatırımları destekleyen bir bütçe mi? Hayır o bile değil. 

Bütçe Kanunu TBMM'ye 17 Ekim'de sunulmuş olmasına karşın, 2023 yılı makro ekonomik hedefleri ve bütçeye ilişkin genel veriler Eylül başında yayınlanan Orta Vadeli Program'da (OVP 2023-2025'te) yer almıştı. Bu verileri 6 Eylül 2022 tarihli soL Portal yazımızda "Ne Programı?" başlığıyla irdelemiştik. Şimdi değinmediğimiz noktalara daha ayrıntılı bakabiliriz. Bu arada başlangıç notu olarak, Meclis'e saygı gereği, Cumhurbaşkanlığınca hazırlanan bütçenin atanmış yardımcısı tarafından değil seçilmiş Cumhurbaşkanınca sunulması gerektiğini ve bu konuda muhalefetin çok daha sert vermesinin beklendiğini belirtelim.

Şimdi tekrar soralım: Bu bütçe, neyin bütçesi? Bu bütçe, yıllardır kanıksadığımız türden bir "transfer bütçesi". En büyük transfer kalemi de giderek şişen "faiz transferleri". 

Faiz giderlerinin 2021 yılında 180,9 milyar TL, 2022 başlangıç bütçesinde ise 240,4 milyar TL olduğu dikkate alınırsa artışın hızı daha iyi anlaşılabilir. Nitekim, 2023 bütçe giderleri büyüklüğünün 2022'nin ek bütçeli bütçe büyüklüğüne göre yüzde 42,6 oranında artması öngörülmüşken, faiz giderlerinde bu yıldan önümüzdeki yıla artışın yüzde 71,5 olması beklenmektedir. Bu da, faiz giderlerinin bütçe giderleri içindeki payını yüzde 10,5'ten yüzde 12,7'ye taşımaktadır. 

Eğer OVP 2023-25'in 2023 için yüzde 24,9 oranındaki TÜFE öngörüsünün tutacağını (IMF bunun iki katını öngörmektedir!) varsayarsak, bütçe gideri enflasyonun iki katına yakın bir oranda büyürken, faiz giderleri artışı enflasyonun üç katına yaklaşacaktır! Buradaki çelişkilerin gerçek dışı bir enflasyon öngörüsünden kaynaklandığı açık; ama bu durum faiz giderlerinin enflasyonun çok üzerinde artacağı gerçeğini değiştirmiyor. Çünkü, iktidar değişsin değişmesin, kamunun çok yükselmiş olan iç ve dış borçlarının faiz yükü giderek tırmanıyor ve kısa vadede çözüme kavaşturulması mümkün gözükmüyor. 

Bütün bunlardan sonra şu saptamayı yapabiliriz: Bütçesinin sekizde birini sermaye kesimlerine faiz gideri olarak aktaran bir iktidarın, Merkez Bankası faiz oranlarıyla aşağı doğru oynadığı oyun bir bulvar tiyatrosu için bile fazla banal bir mizah ögesi değil midir? 

Şimdi bir başka karşılaştırma yapalım. 2023 bütçesinde tarımsal desteklere ayrılan ödenek yalnızca 54 milyar TL'dir. Bu tutarın GSYH'ye oranı da yalnızca binde 2,9'dur. Tarım Kanununa göre yüzde 1 yani binde 10 ayrılması gereken ödenek gerçi birkaç yıldır binde 3'ün biraz üzerine kadar gerilemişti, ama ilk kez binde 3'ün bile altına çekildiği görülüyor. Bu durum, bu iktidarın tarımı gözden çıkarmasının yeni bir kanıtıdır. Bunun farkında olan iktidar bürokratları, Cumhurbaşkanı yardımcısının bütçeyi sunuş metnine tarımsal desteklemeye ayrılan bütçe ödenekleri yanında tarımsal yatırım ödemeleri (40,4 milyar TL) ve tarımsal kredi sübvansiyonları, müdahale alımları ve tarımsal KİT'lerin finansmanı (48,5 mr. TL) başlıkları altında 88,9 milyar TL'lik bir harcamayı ekleme gereğini duymuşlar. Ancak bu kalemler, çiftçinin eline geçen tarımsal desteklerden değildir; önemli bir kısmı bütçe dışında bankalar üzerinden yapılmaktadır, DSİ yatırımlarının ne ölçüde tarıma ilişkin kabul edileceği tartışmalıdır, bir kısmının ayrıntısı açık değildir. Dolayısıyla, "tarımsal destek" tanımına uygun kabul edilemezler.

Bütçe açıkları nereden?

Bir başka sorun da şu: 2023'te bütçe açığının 659,4 milyar TL'ye yani GSYH'nın yüzde 3,5 oranında bir büyüklüğe ulaşması öngörülmektedir. Başka deyişle, 2023 bütçe teklifi daha başlangıçta bütçe giderlerinin yüzde 14,8'ine ulaşan bir açık öngörüsünü içermektedir.  Bu, son zamanların en olumsuz bütçe dengelerinden birini oluşturan 2022 bütçesi koşullarının 2023'te de tekrar etmesinin beklendiğine işaret etmektedir. Peki salt seçim ekonomisi uygulamaları nedeniyle mi? Buna birazdan değineceğiz.

Henüz tamamlanmamış olan 2022 yılının bütçe açıkları meselesi ayrı bir muammadır: 2022'de ilk iki çeyrekte 93,5 milyar TL olumlu bakiye veren bütçe, üçüncü çeyrekte 139 milyar liralık açık vermiş ve böylece toplamda İlk 9 ayın dengesi yalnızca 45,5 milyar TL olumsuz bakiye ile sonuçlanmıştı. Peki içinde bulunduğumuz 2022 bütçesi yıl sonu için öngörülen 461,2 milyar açık düzeyine nasıl ulaşacaktır? Üçüncü çeyrekte bütçenin ciddi açık verdiğine, hatta bunun sadece Eylül ayında 78,6 milyar TL düzeyine ulaştığına bakarak bunu "ulaşılabilir" bulabilir miyiz? Soruyu şöyle de sorabiliriz: 2022 yılının dördüncü çeyreğinde 415, 7 milyar TL'lik devasa bir açık (veya her ay üstüste ortalama 137 milyar TL düzeylerinde rekor açıklar) mümkün mü ve eğer mümkünse hangi nedenlere bağlı olacak?

Bir kere Türkiye'deki bütçe uygulamalarında öteden beri açık veren hesaplar yılın son aylarına (hatta son ayına) yığıldığı ve ödenek artıkları son aylarda kullanıldığı için, Aralık sonu görülmeden bütçe dengesi pek anlaşılamaz. Ama bu defa bu alışıldık rutinin çok dışına çıkıldığı görülmektedir. Muhtemel nedenleri sıralayalım:

(i) Gizlenen kamu açıkları bu yıl geleneksel olanın çok ötesindedir. Bunun bir nedeni de enflasyonun bütçe öngörülerinin çok üzerine çıkmış olmasıdır. Bunun etkisi, gelirler üzerinde olumlu ama giderler üzerinde olumsuzdur. Olumsuz taraf ağır basmaktadır. Ek bütçe bunu telafi edememiş, yıl bitmeden aşılmıştır.

(ii) Kamunun iç ve dış borç yükü olağanüstü artmıştır. Yukarıda gösterdik, bütçe üzerine yıkılan faiz giderleri de buna bağlı olarak çok yükselmiştir. İç borçların üçte birinin bile dövize endeksli borçlanmaya dönüşmesi nedeniyle, kur artışlarına bağlı olarak hem anapara hem de faiz borcu yükselmektedir. Yılın ilk dokuz ayında faiz ödeneğinin 207 milyar TL'si kullanıldığına göre, eğer yılsonu hedefi aşılmazsa, son üç aya en azından 123 milyarlık TL'lik bir ilave faiz gideri sığdırmak gerekecektir. 

(iii) Kur Korumalı Mevduat (KKM) üzerinden bütçeye gelen yük, Mart-Eylül döneminde 84,9 milyar TL olmuştur. (Buna vazgeçilen vergi gelirleri dahil değildir. TCMB'nin üstlendği yüklerin dolaylı olarak Hazine'ye yansıması da hesap dışıdır). Yılın son üç ayında KKM üzerinden doğrudan bütçeye gelecek yükün şimdiye kadar gerçekleşmiş olanın 2-2,5 katına çıkması olasılığı bulunmaktadır.

(iv) KÖİ üzerinden gelen ve kur farklarıyla şişen garanti ödemelerin, bu amaçla bütçeye konulan ödeneklerin çok üzerine çıkması beklenmelidir.

(v) KİT açıkları 2022'de 430 milyar TL ile rekor kırarak aynı yılın bütçe açıklarına yakın bir düzeye tırmanmıştır. Bunun Hazine'ye/bütçeye yansımaları olmaktadır.

Seçim ekonomisinin payı nedir?

2022 ve 2023'te bütçe açıklarının devasa boyutlara ulaşmasının nedenleri arasında seçim ekonomisi uygulamalarını saymadık. Bu, bu tür uygulamalarının hiç etkisi olmadığı anlamında değildir. Kaldı ki yukarıda sayılan dengesizlik kaynaklarının bir bölümünde iktidarın kimi genişletici maliye politikalarının rolü de vardır: Bütçe kısıtlarını aşmak için iç borçlanmaya yüklenme, kimi zamları erteleyerek KİT zararlarını arttırma (BOTAŞ,vd.), son olarak Hazine-Halkbank ortaklığıyla esnafa 100 milyar TL'lik bir kredi pompalamasını başlatma gibi. Hatta, biraz zorlamayla, KKM'nin de seçimlere kadar kuru tutmak için icat edilmiş bir zarar kalemi olduğu ileri sürülebilir. Asgari ücretin bekleninin dışında iki kez artışı da bununla ilişkilendirilebilir ama bu yaklaşım enflasyonun bozucu etkileri karşısında işçi tabanından yükselen tepkileri değersizleştirmek gibi sonuca götürür. Kaldı ki, asgari ücret artışı daha çok özel sektörü ilgilendirir ve TÜFE'nin manipülasyonuyla kamuda ve özelde reel ücretlerin baskılandığı unutulmamalıdır.

Bütün bunlara rağmen, Türkiye'de bütçe imkânlarının giderek daraldığını ve TCMB banknot matbaasının para basma kapasitesinin sınırsız olmadığını hatırda tutmakta yarar vardır. İktidarın seçmene ulaşmak için kullandığı doğrudan bütçe harcamaları çok semboliktir. Herkese dokunmak için çıkarılan bazı uygulamaların bütçesi son derece küçüktür. Örneğin son olarak çıkarılan SYDTF'den dul kadınlara yardım, üç çocuğu olanlarla da sınırlı olduğu için, tam da buna iyi bir örnektir. Bu amaçla harcanması planlanan 607 milyon TL, 2022'deki 4,5 trilyonluk bir bütçe büyüklüğünün bindelik kesirlerine bile girmez! Sosyal konut projesi için TOKİ'ye aktarılmak üzere bütçeye konulan 10 milyar TL'lik ödenek bile binde iki civarındadır.

Sonuç olarak, iktidarın ekonomiye müdahale kapasitesini abartmamak gerekir. Türkiye, ekonomi yönetiminin doğrudan sorumluluğu altında, bir kamu maliyesi krizine doğru koşar adım ilerlemektedir ve bu koşullarda bütçe kısıtları iktidarın ayak bağıdır. Muhalefet, iktidarın "seçim ekonomisi" bağlamında şapkadan hangi tavşanları çıkaracağı kaygısına kapılmadan, kendisinin gerçekten alternatif olabilecek programı üzerinden sahaya çıkabilirse, bu koşullarda farkı açmaması mümkün değildir. Ama yapabilecek mi? 

Yapabilir mi?

Oğuz Oyan / SOL


İrlanda ve İskoçya: İngiltere’de değişen sınıf mücadeleleri ve tutunamayan başbakanlar - ÇAĞDAŞ GÖKBEL/SOL

 


İngiltere sermayesi Thatcherizmi arzuluyor ama koşulların uygun olmadığını bir türlü kabullenemiyor. Muhafazakâr parti içindeki fokurtuların sebebi bu ideolojik çatışmaların su yüzüne çıkması.

Engels’in kehaneti ada üzerinde gerçek olmuş gibi görünüyor. Kehanet kelimesi fazla metafizik görünebilir, yine de geleceği doğru yöntemleri kullanarak sezinleyebilmeyi belki de en iyi bu kelime anlatıyordur. İrlanda’nın, İngiltere’den ayrılarak bağımsız bir devlet olma ihtimalini yüzünü buruşturarak karşılıyor Engels. İngiltere işçi sınıfının göçmen İrlandalılarla farklı bir nitelik kazandığına ve bu iki halkın giderek artan vahşi sömürü karşısında sınıfsal birlikteliğine işaret ediyor...


Üzgünüm, Liz Truss’ı ve bugün yaşananları anlamak istiyorsanız biraz zahmete katlanıp, adanın tarihine bakmak ve anlamak için çaba göstermek zorundasınız. Teknolojik mucizeler veya devrimler biteviye propaganda edilse de hâlâ biricik öğrenme biçimimiz yoğun bir biçimde emek sarf etmekten geçiyor. Maalesef bilgiler henüz zihnimize bir mikroçip ile zerk edilemiyor. Daha bunu bile başaramayan ‘teknolojik devrime’ yazıklar olsun...

Engels, İrlandalı mizacının, İngiltere işçi sınıfının liberal düzene olan imanını zedelediğini söylüyordu. Köpeklerin, Afrikalıların ve İrlandalıların giremediği pub’lara bir İrlandalı girdiğinde ‘akıl’ hızla ortamı terk ediyordu. İrlandalı köle emeği, işçi sınıfı içerisindeki rekabeti kızıştırıyor, eskinin ufacık ayrıcalıkları bir anda toz duman oluyordu. İrlandalılarla birlikte katmerlenerek artan sömürü ve silinip giden ayrıcalık kırıntıları, ırkçılığı ve onun tam karşıtı olan sınıf mücadelesini güçlendiriyordu.

Engels, Britanya Adası’ndaki işçi sınıfının bölünmesinin onu zayıflatacağını düşünüyordu. İrlandalıların bağımsızlık için kurduğu dernek ve örgütleri tüm benliğiyle olumlamıyordu. Ada uluslarının gerçek kurtuluşu sosyalizmdeydi. Tarih bunu doğrulayacak ve iki yiğit insanı bu konuda haklı çıkaracaktı. Şimdi, Friedrich Engels ve Séamas Ó Conghaile (James Connolly) Dublin’de Genel Posta İdaresi’nin önünde yan yana oturmuş, İrlanda'nın değişen yüzünü hüzünlü ama asla umutsuz olmayan gözlerle izlemeye devam ediyor.

İrlanda’nın bağımsız olması, işçi sınıfına çok şey kaybettirecekti ve bu kaybın tek bir yararı olabilirdi...

Engels’e göre; İrlanda bağımsız olduğunda, İrlanda işçi sınıfı kendisine ihanet edecek olan İrlandalılarla tanışacaktı. İç savaşta Connolly’nin yoldaşları bir bir öldürülür ve İrlanda’dan sürülürken sosyalistler, İrlandalı işçiler bu ihanetle acı bir biçimde yüzleşecekti.


Özgür İrlanda, İngiltere sermaye sınıfıyla anlaşmalı evliliğini işte o gün duyurmuştu. İngiliz rasyonalizminin deli gömleğini giymeyi reddeden İrlandalılar, İspanya iç savaşında uluslararası tugaylara kendi birlikleriyle katılacak hatta faşist Benito Mussolini'ye suikast girişiminde (Violet Gibson) bulunacaktı. Yiğit kadın Violet Gibson’ın hatırası Dublin’de yaşamaya devam ediyor.

İrlanda’nın bağımsızlığa tek başına yürüdüğünü düşünmek yanlış. İngiltere’nin bitmek bilmeyen terörü ve soykırımları İrlanda’ya başka yol bırakmadı. İngiltere’nin milliyetçi katilleri, adayı tek bir ulus potasında eritmek için her çareye başvurmuş, İrlandalı mizacıyla bir türlü baş edememişti. Bugün, bu çarelere demokrasinin nimetleri ve yüksek standartları diyoruz.

Ortada Büyük Britanya ya da Birleşik Krallık diye bir şey yok! Ada farklı uluslar tarafından bölünmüş durumda ve bu bölünmüşlük esas olarak siyasi denklemi belirliyor. Tüm bu kıyımların sonunda İngiliz emperyalizmi, işbirliğine gitme yoluna giderek İrlanda adasının en azından bir bölümünün statüsü tanımak zorunda kaldı. Elbette kraliyet yemini etmek kaydıyla.

İşte İngiltere’nin kadim üniversiteleri bu vahşeti gerçekleştirecek incelikli yöneticileri yetiştirmekle görevliydi. Bu malum üniversitelerin bugünkü marka değerlerine bakarak kafalarında budalaca idealler yaratan sömürge insanının hali gerçekten acınası. İşte bu sömürgeci kafa, Britanya’nın Westminster’dan ibaret olduğunu sanıyor. Burjuvazi tüm mesleklerin kutsal halesini bir bir parçalarken sanırım bir mesleğin fetişi ve kutsal halesi belli ki en son parçalanacak. Orta çağ geleneklerini sürdüren üniversitelerin, birer ideoloji üretim merkezi olarak memurları üzerinde kurdukları efsun en son kalkacak gibi görünüyor. Seromonileri, üniformaları ile kendilerini uzun bir süre işçi sınıfından ayıracaklarmış gibi duruyorlar. Fetişizme devam. Şimdi, biraz yörüngemizden sapma zamanı...

Liz Truss neden nükleer karşıtı bir annenin, nükleer silahları kullanmaktan çekinmeyeceğini söyleyen kızı olarak tarihe geçti? 

İngiltere, eğitim sistemi saat gibi işliyordu ve aile hayalini kurdukları eğitimi kızlarına bahşettiklerinde ondan insanlığa yararlı bir insan çıkacağını düşünmüş olabilir. Althusser’in yaklaşımını hatırlamakta yarar var, kapitalist ideoloji en büyük gücünü eğitimden alıyor. Şimdi, sistem kendi eliyle eğitimi piyasa tanrısının insafına bırakırken aynı zamanda bu dev yapının temellerini sarsıyor.

Üniversite yıllarımda iki büyük rehberim olmuştu. Sorun bu insanların tek tek varlığıyla ilgiliydi. Herkesin liberal dine iman ettiği bir ortamda eğer şanslıysanız bu dine iman etmeyen ve tam tersine bulunduğu kurumun insanlığa zarar verdiğini dile getirme cesaretine sahip yiğit insanlarıyla tanışmak kocaman bir şanstan ibaret oluyor. İşçi çocuklarının geleceği için bu işi şansa bırakmak istemiyoruz! Nazife Güngör ve İrfan Erdoğan üniversiteyi bir kurum olarak tanımamda zihnimde önemli izler bırakmışlardır. Ana akım paradigmaların aslında biz emekçilerin cehennemine rıza üretmekle görevlendirildiğini ve Türkiye aydınına biçilen papağan olma rolünü asla kabul etmemeyi onlardan öğrendim. Kolejlerden, özel kurslardan ve kültüre dair tüm incelikli yapılardan mahrum edilmiş bir ailenin çocuğu olarak, kendi meziyetlerimi, hatta kişiliğimi sorguluyordum.

Beceriksiz ve yeteneksiz olmaya doğuştan yazgılı olduğuma inandırılmaya çalışılıyordum. Meslek lisesinin elektrik-elektronik bölümünde okuyan biri olarak oradaki çocuklarla birlikte toplumun gözünde kafasız-ahmaklar statüsüne erişmiştim. İrfan Erdoğan, şu soruyu kendi kendime sormaya yöneltti beni: Koleje gidenler ve oradaki eğimi satın alanlar üstün zekalı, biz yoksul çocukları (meslek lisesi mezunları) gerizekalı mıydık? Küçük ayrıcalıkların dünyasına hoş geldiniz. Kapitalizm denen yağmacı düzen ayakta kalmak için işte bu ayrıcalıklara ihtiyaç duyuyor. Bu arada en büyük dersimi yaşamı her yönüyle sorgulayan bu değerli insanlardan değil, liberalizme iman eden iletişim fakültesi dekanımdan alacaktım. ‘Yiğidi öldür, hakkını ver’ demişler... 

Günümüz dünyasında bu küçük ayrıcalıklar artık buharlaşıyor. Sistem doğası gereği her yeri kuralsızlaştırmak ve alabildiğine sömürmek istiyor. Mesleklerin kutsal halesi bu yüzden bir bir düşüyor. Gayet iyi bir gelişme. İşçi sınıfı görmezden gelinen bir sınıf haline gelecek ve yaşamları bir mum gibi kısacık bir an ışıldayıp sönecek ama beyaz yakalı işçiler ayrıcalıklarını sürdürmeye devam edecek. Yok böyle bir rüya/dünya.

Liz Truss, İngiltere’de sokakların güvende olacağını söyleyerek, mültecilerin hakkından geleceğini ima ediyordu. Irak yerle bir edilirken, yüksek demokrasi standartları gereği Afganistan’da mücahitler desteklenirken ve Derry’de İrlandalı kanı dökülürken sokakta güven içinde yürümeyi küstahça düşünebiliyorlar. Yaşamlarını ve geleceğini yok ettiğiniz insanlar akın akın gelecekler ve ayrıcalıklı çocuklarınıza sokaklarınızı dar etmeye devam edecekler. Gelecekte eşitliği nasıl istiyorsak, ezilirken de eşitliği sonuna dek isteyeceğiz. Yok öyle farklı farklı kompartımanlarda ezilmek! İşçi çocukları birer birer kıyma makinesine sürüklenirken, onlara şehitlik payeleriyle kahramanlık madalyaları takılırken, bu dünyada biricik olan üstün zekalı çocuklarınızın kolejlerde biricik hayatlarını kurtarma devrini geride bırakıyoruz.

Oscar Wilde’yi kocaman bir reklam balonunun içine sokuyor ve ondan asla olmak istemediği bir figür yaratıyorlar. Wilde, bir ahlak ve erdem çağrısıdır. Bu yüce gönüllü şair bugün İrlanda’nın sokaklarını arşınlasa büyük bir utanç duyardı. Bir tarafta çikolatalara, oyuncaklara ve eğlenceye doymak bilmeyen Gargantualar diğer tarafta çikolatayı rüyasında gören çocuklar. Hiç uzağa gitmeyelim İrlanda’nın kendi içinde bu acıları duyan çocuklar var. Oscar Wilde yaşasaydı bir gün tüm bu azgınlık ve şuursuzluk dinecek bu kocaman Reading Zindanında derdi.

Sosyal darwinizm, İngiltere’nin dünyamıza biricik hediyesidir; işte karşınızda vahşi bireycilik. Bu öyle bir ideoloji ki çocukları bile ayıracak düzeye getirebiliyor insanları. Tüm çocukların eşit koşullarda aynı olanaklara kavuşmasını istiyoruz, biri piyano tuşuna dokunurken diğeri ingiliz anahtarına dokunamaz. Yok öyle tek tek kurtulmak. Anne ve baba olmanın kutsal halesi, dünyayı kendi çocuklarımızdan ibaret olarak gördüğümüz günden beri hükmünü yitirdi. İşçi sınıfının en büyük belası liberalizme iman etmiş ve çoktan köleleşmiş küçük burjuvalar. İşte, İngiltere’deki ve kilometrelerce uzaktaki Türkiye’de çocukları öğüten sistem. Unutmadan, iletişim fakültesi dekanımızın verdiği büyük dersi kısaca özetleyeyim. Benimle odasında uzun uzun konuşarak üniversite diplomasını bir hisse senedine benzetmişti. Ve kendi amacının bu senedin (kağıdın) değerini yükseltmek olduğunu söylemişti. Her gün üniversitede işinize giderken yabancılaşmak istemiyorsanız bence bu büyük dersi sizler de aklınızdan çıkarmayın. 

Marka ve hisse senedi değeri büyük olan üniversitelerden birinden mezun olan Liz Truss, 45 günlük faşizm denemesinin kurbanı oldu. Ondan önce Boris Johnson benzer şeyleri denemiş ve başaramamıştı. Yenilen pehlivan güreşe doymaz derler. İngiltere sermayesi Thatcherizmi arzuluyor ama koşulların uygun olmadığını bir türlü kabullenemiyor. Muhafazakâr parti içindeki fokurtuların ve iç savaşın sebebi bu ideolojik çatışmaların su yüzüne çıkması.

Devlet televizyonu BBC’de Kuzey İrlanda’ya komando indiren ve Thatcher dönemi terörizmini ruh çağırır gibi çağıranların kanlı iktidar mücadelesini izliyoruz. İskoçya ve İrlanda 70’li yılların çelimsiz ülkesi değiller. Liz Truss, Kuzey İrlanda protokollerini ve hayırlı cuma antlaşmasını çöpe atacak ifadeler kullanırken, İrlandalı arkadaşlarımın tepkilerini ölçmeye çalışıyorum. Benim kadar ciddiye almadıklarını ve alay ettiklerini fark ettiğimde şaşırıyorum. Aynı alaycı tavır Johnson için de geçerliydi. İngiltere’nin AB’den çıkışı (Brexit) adayı ekonomik olarak bölüyordu. Kuzey İrlanda’ya sınır inşa edilmesi tartışmaları buradan çıkıyor. Ekonomik sınır varsa, fiziki duvar neden olmasın? İskoç sermayesi, SNP aracılığıyla AB’den çıkma sürecine resmen baş kaldırdı.

İngiltere, dengeleri bozarken kendi emperyalist küstahlığının bedelini ödemeye doğru ilerliyor. İskoçya Ulusal Partisi (SNP), hızla bağımsızlık kartını açtı. İrlanda’nın 100 yıldan fazla süren İngiltere ile olan siyasi deneyimi bu huysuz İmparatorluğun nasıl hizaya getirileceğinde uzmanlaşmıştı. Sadece Westminster’ı merkeze alan ve Muhafazakâr partinin iç kavgasına bakanlar burnunun ucunu bile göremez. Kaderin bir cilvesi işte, İngiltere ada içindeki ulusları büyük bir zulümle kendine bağlarken esasında kendisini de bu uluslara ve onların ekonomik faaliyetlerine bağımlı kılıyordu. İskoçya, Galler, İrlanda ve İngiltere bir ipin ucunda el ele tutuşmış cambazlara benziyor ve İngiltere şımarıkça tavırlarıyla bu dengeyi bozuyor. Öyleyse rakip sermayedarlar için yeni fırsatlar doğuyor. Zavallı sömürge insanlarının anlamayacağı meseleler bunlar. Kraldan daha çok kralcı olanları aşağılama hakkını her zaman saklı tutmalıyız. Onlar büyük demokrasi ve bir hukuk ülkesi İngiltere’ye geldiler ve çok ama çok minnettarlar (Liz Truss’ın içişleri bakanı onlardan biriydi). Zavallılar 70’lerdeki büyük İrlandalı kıyımını, hadi o kadar uzağa gitmeyelim 90’lar İrlandasının rakibini televizyonda bile konuşturmayan demokrasi pratiğini görmezden geliyorlar. Parayla hangi eğitimi aldıklarından ziyade, tüm cahiller tarihi kendisinden başlatmaya bayılıyor. Keşke tarih denen şey kendi kişisel tarihimizden ibaret olsaydı...

İrlanda’da 1916 yılından bu yana çok sular aktı ve İrlanda artık o yılların yoksul ülkesi değil. İngiltere’ye kafa tutacak bir sermaye birikimine ve eşit koşullarda rekabet edecek pozisyona ulaştı. Bu başarıda İngiltere’nin Amerika’ya zorla göç ettirdiği İrlandalıların payı büyük. İrlandalılar, ABD siyasetindeki etkin konumlarıyla övünüyorlar. Bu faktörün bugünkü ada politikalarında etkisi büyük. Tarafları Kuzey İrlanda’da anlaşmaya ABD zorlamıştı. Şimdi, İngiltere’nin bu anlaşmaları hiçe sayarak attığı ekonomik adımlar kendi iç siyasetini zayıflatıyor.

Öyleyse İngiltere’yi anlayabilmek için Belfast, Edinburgh ve Dublin’e de bakmak zorundayız. Johnson, Kuzey İrlanda protokollerini diline doladı ve o dönem Kuzey İrlanda’da fiziki çatışmalar1 başladı. Bu çatışmaları hafife almamak lazım. Gazeteci olmayanların bu bilgileri edinebilmesi zor. İngiltere’nin protestan güçleri el altından silahlandırdığı iddia edildi. Askeri helikopterler Derry kentinde alçak uçuş yaparak sosyalist cumhuriyetçileri-halkı rahatsız etmeye ve güç gösterisine devam ediyor. İngiltere, Kuzey İrlanda’da yaklaşan Sinn Fein iktidarına silahları göstererek mesaj veriyordu. İrlandalıların yüzündeki alaycı gülümseme tekrar göründü, herhalde tüm ada halkları bu ulusun silahlardan korkmadığını kavramıştır. Elbette bu kavrayıştan İngiltere’yi yönetenler mahrumdu. Zavallıca bir yabancılaşma. Johnson, tüm şımarıklıklarının bedelini kendi bakanları tarafından ağır biçimde ödedi. Bazı yorumculara göre geri dönmesi ihtimali dillendiriliyordu. Bu sefer aynı alaycı İrlandalı tebessümü takınma sırası bizde. Johnson, dün gece yarıştan çekildiğini açıkladı ve yeniden döneceğine yürekten inanan ve Türkçe düşünen müttefiklerini hüsrana uğrattı. Hangi akla hizmet yeniden parti başkanlığına niyetlendiği ise meçhul; elbette duyduğumuzda bol bol güldük. Johnson muhtemelen kabinesini sokaktan çevireceği insanlardan oluşturacaktı. 

Kuzey İrlanda’ya dokunan yanıyor. Bugün, bu konunun ciddiyetini kavramayan herkes yanacak. İngiltere sermayesi, şımarık tavrını sürdürmeye devam ederse İskoçya ve İrlanda ipte tutunmaya çalışan İngiltere’yi aşağıya itiverecek. Bugüne kadar İrlanda’da yönetici kadroları belirleyen İngiltere’nin hazin sonu. Şimdi, İngiltere’deki yöneticilere yön verme sırası İrlanda ve İskoçya’da.  İrlanda başbakan yardımcısı (Tánaiste) ve Fine Gael lideri Leo Varadkar, Liz Truss istifa etmeden saatler önce işçi partisi lideri Keir Starmer ile İrlanda ve İngiltere arasındaki ekonomik ve ticari ilişkileri birlikte istişare ettiler. Aşağıdaki paylaşım İrlanda devletinin tavrını açık bir biçimde ortaya koyuyor.


İrlanda, İngiltere’de muhalefet liderini siyasi muhatap olarak alıyor. İrlanda siyaseti: “İrlanda’yı ekonomik silahlarla ve sınır inşa ederim diye mi tehdit ediyorsun? Evet, ben bunun bedelini ödüyorum ama aynı ekonomik bedeli sen de ödeyeceksin, çünkü sözleşmeyi ben bozmuyorum” diyor. Öylese ada kendi dengesini bulana kadar muhafazakarlar birbirini yemeye devam edebilir ve İngiltere’de iktidara gelen faşistler antlaşmaları zorlarsa onlara omuz atmaya ve düşürmeye devam.

İngiltere, güçsüzlüğünün farkında değil. Zira, güç zehirlenmesi yaşıyor. Eskiden kafasına göre at koşturduğu adada bugün de koşturacağını sanıyor. Fianna Fáil lideri başbakan (Taoiseach) Micheál Martin, kendi güçsüzlüğünün farkında. İngiltere’nin dengeyi bozarak ve milliyetçi söylemlere ağırlık vererek İrlanda’nın da dengesini bozduğunu söylüyor. Rakiplerini uyarıyor ve zeminin giderek kaygan hale geldiğini söylüyor.

Wolfe Tone anma töreninde konuşan Martin, Kuzey İrlanda’da artık kesin bir sonuca ulaşmak gerektiğini söylüyor ve İrlanda’nın birleşmesinin tek ve gerçek çözüm olduğunu hatırlatıyor. Martin korkuyor; çünkü bir dönem daha yeşiller sayesinde engelledikleri Sinn Fein iktidarının adım adım geldiğini görüyor. İrlanda tıpkı İngiltere gibi eski İrlanda değil. Sinn Fein üzerinde yeni bir terör dalgası yaratmanın hiçbir anlamı yok. Tesadüfe bakın ki İrlanda merkez siyasetçileri, gençlerin Sinn Fein’e yönelmesini ‘eğitim sisteminin’ bir başarısızlığı olarak görüyor. Terör hamlesinin İrlanda’da intihar anlamına geldiğini herkes biliyor. İrlanda sermayesi, İngiltere’ye senin yarattığın dengesizlik benim dengemi bozuyor ve düşersem tek başına düşmem diyor. 

Bu yüzden İskoçya ve İrlanda, İngiltere’de kendi başbakanını bulmuş durumda...Rishi Sunak ve genel seçim sonrasında gelmesi beklenen Keir Starmer; diğer ihtimallerin tartışılma imkanı bile yok bu cephede. Liz Truss eğer bir şekilde liderliği elde etmemiş olsaydı zaten İskoçya ve İrlanda’nın başbakan tercihi Rishi Sunak’tı.

Gerçekte dengesi bozulan ve krizlerle ipte tutunmakta zorlanan bu güçlerin Keir Starmer konusunda seçimleri bekleyecek mecali yok. Herkes bu can simidine tutunmaya çalışıyor. İşçi partisi liderinin en isabetli tavrı bu süreçte ortaya çıkıyor.

İrlanda, muhafazkar partideki kavgayı alaycı bir biçimde izlese de İngiltere işçi sınıfı büyük bedeller ödemeye devam ediyor. Kamusal sağlık hizmetleri ve sosyal sistemdeki borç yükü her iki ülkeyi tükenme noktasına getirmiş durumda. Salgın süreci, neo-liberal politikaların sağlık sistemini nasıl yok ettğini açık bir biçimde gösterdi. Buna rağmen İngiltere yönetici sınıfları sürü bağışıklığı ve bir din gibi iman ettikleri sosyal darwinizmden geri adım atmadı. Hatta kamusal bütçeyi güçlendirmek yerine milyarlarca sterlini Ukrayna savaşına harcamaktan çekinmediler.

Liz Truss, tüm bu karanlık tablonun ortasında neo-liberal politikaları sürdüreceğini ve Margaret Thatcher’ı geride bırakacağını söyledi. İşte ayağını sürekli rasyonalizme bastığını söyleyen bir sınıfın irrasyonalizmle sonuçlanan hazin sonu.

Michael Lynch öncülüğünde İngiltere işçi sınıfının açtığı bayrağın ağırlığını önemsizleştirenleri görmezden gelin. Truss’ın ömrü kısa sürdüyse eğer, grevleri yasaklayacağını utanmazca söyleyebilme cüretinin etkisi büyük. Bu yüzden ömrü bir maruldan daha kısa sürdü. Kimse kitlesel bir isyanı tetikleyecek gerilime cesaret edemiyor. Evet, Rusya karşısında cesur olmak iyi ama içeride savaşçı görünmek ne kadar iyi? Neyse ki İrlandalı adam ortama hızla girdi ve akıl hızla bulunduğu yeri terk etti.

Michael Lynch, işçilere James Connolly’i örnek gösterdi. İrlanda’nın Lenin’i yüz yıllar sonra katledildiği  zindandan tekrar ayağa kalktı ve kendisini gösterdi. Şimdi, herkes yaşananları anlamaya çalışıyor.

Özetle, İskoçya ve İrlanda’nın onaylamadığı birinin başbakan olmasının hiçbir anlamı yok. Kısa ya da uzun vadede o da elde ettiği koltuğu kaybedecektir. Engels ile başladık onunla devam edelim. Engels, işçi kulüplerine giden işçilerin dünyanın en iyi eğitimini alan burjuvalardan daha bilimsel düşünmeye başladıklarını ve kültürü adeta bir sünger gibi zihinlerine çektiklerini not etmiş. O güne kadar kendilerine bir gün olsun fırsat verilmemiş olan adamlar, bilgiyi adeta bir sünger gibi çekiyordu. Aynı zamanda devlet okullarında gördükleri bencilliğin aksine bu merkezlerde dayanışmayı ve paylaşmayı öğreniyorlardı. Onlara doğuştan yeteneksiz oldukları söylenmişti. Yetenek dedikleri idealist bir puttan başka bir şey değildi. Her şeyin başı çalışmak! Yoksa kimse anasının karnından profesör doğmuyor. Birilerimizin yaşam çizgisi farklı ilerliyorsa o da sınıfsal eşitsizliklerden dolayı; bunun yetenekle ya da ultra zekayla bir ilgisi yok. 

Liz Truss döneminin içişleri bakanı Suella Braverman zavallı bir kadın. Devşirme birinin nasıl iktidara meftun olacağının yüksek eğitimli örneklerinden sadece biri. Braverman, en büyük hayalinin mültecileri Ruan’daya götürecek olan uçağı izlemek olduğunu söylemişti. Ten rengi ve garip tavırlarıyla faşizmin en rezil örneklerini sergileyen bu kadının ömrü neyse ki uzun sürmedi. O mültecilerin gidişini izleyemedi ama mülteciler onun gidişini izledi.

İngiltere, öykünülecek durumda değil, İngiltere acınılacak durumda; İngiltere acı çekiyor ve bu acıyı işçi sınıfı dindirmek zorunda. Liz Truss, faşist bakanlarıyla birlikte muhafazakar partinin İngiltere’ye biçtiği gömleği 45 günlüğüne herkese gösterdi. İngiltere, mülteci köle emeğine ihtiyaç duyduğu bir dönemde aksi yönde dolu dizgin ilerlemeye çalışıyor ve olduğu yerde patinaj atıyor. Sermaye sınıfı içindeki kavga hızla büyüyor. İrlanda ise aksi yönde göçmen emeğini gevşek tuttuğu yasalarla en verimli biçimde sömürmeye çalışıyor. Dil okulları düzeni bunun açık örneklerinden sadece biri.

Elbette ABD örneğinde olduğu gibi İrlanda zenginleşmeye devam edecek ve emekçiler bu zenginlikten payını alamayacak. Yine de göçmenlerin bir ülkeyi yıkmak yerine ekonomik olarak ihya ettiğini kabul etmek gerek. AKP’li yöneticiler bile bunu açık açık itiraf ediyor.

Sosyal demokrat Dublin milletvekili Gary Gannon’ın açıklamasına göre zengin İrlandamızda, yarım milyondan fazla kişi yoksulluk içinde yaşıyor ve her üç yoksuldan biri çocuk. İşte İngiltere ve İrlanda’da tüm bu yoksulluğu başbakanların ya da bakanların ten rengi ve cinsiyetiyle örtmeye çalışıyorlar. İnsanların ten rengine, cinsiyetine bakarak onlara olmadıkları rolleri biçen kimlikçi liberaller umarım tüm bu gerçeklerden gerekli dersi çıkarırlar.

ÇAĞDAŞ GÖKBEL/SOL

24 Ekim 2022 Pazartesi

Yargıdan, denize sıfır ranta vize! - Uğur Şahin / BİRGÜN

 

İstinaf, İller Bankası’nın Tuzla’daki ‘denize sıfır’ arazisinin imara açılmasını iptal eden mahkeme kararını bozdu, davanın da reddine karar verdi. Bu kararla arazide Cübbeli Ahmet’in yakını olan Palazoğlu’nun şirketinin ön satışına başladığı konut projesinin önünde engel kalmadı.
   
‘Mercan Tuzla Vesen Yalıları’ adlı projede 16 blokta 158 daire yer alacak. (Fotoğraf: BirGün)

İstanbul’un Tuzla ilçesinde İller Bankası’na ait denize sıfır arazinin yapılaşmaya açılmasını sağlayan imar planına dair istinaftan karar çıktı. İstanbul Bölge İdare Mahkemesi 4’üncü İdari Dava Dairesi, idare mahkemesinin ‘kamu yararı olmadığı’ gerekçesiyle verdiği iptal kararını bozdu. Böylece 50 bin metrekarelik arazide Cübbeli Ahmet’in damadının ağabeyi olan Muhittin Palazoğlu’na ait Vesen Yapı’nın inşa ettiği yalı projesinde engel kalmadı.

Tuzla Manastır mevkiisinde İller Bankası’nın uzun yıllar eğitim ve dinlenme amacıyla ‘kamp alanı’ olarak kullandığı denize sıfır 50 bin metrekarelik kamu arazisi, ilk olarak 2017 yılında imara açıldı. Alanın fonksiyonu ‘turistik tesis ve park’tan ‘ticaret ve konut’ olarak değiştirilirken CHP’li belediye meclis üyelerinin açtığı dava ile arazinin imara açılmasını öngören imar planı iptal edildi. Ancak Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nca 3 Nisan 2020 tarihinde yeni bir imar plan daha hazırlandı ve sözkonusu alan bir kez daha yapılaşmaya açıldı. Alanın tam 41 bin metrekaresi ‘ticaret ve konut’ için ayrılırken geri kalan kısımlar ise ‘dini tesis, park ve trafo alanı’ olarak belirlendi. Bunun üzerine CHP İstanbul İl Başkanlığı’nca kurulan Kent Haklarını İzleme Kurulu adına İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) Meclisi üyeleri Ülkü Sakalar ile Hatice Ülkü Özer, Avukat İsa Öztürk aracılığıyla konuyu yargıya taşıdı.

                                 Uydu görüntüleri iki yıldaki ağaç katliamını gözler önüne serdi.

KAMU YARARINA AYKIRI

Bilirkişi raporunda, imar planıyla bölgeye göre söz konusu araziye bir kat fazla imar hakkı verildiği belirtilerek, planın yapı ve nüfus yoğunluğunu artırıcı nitelikte olduğuna vurgu yapıldı. Bilirkişi, imar planının şehircilik ilkeleri ile kamu yararına aykırı olduğu görüşünü bildirdi. Bunun üzerine de İstanbul 6’ncı İdare Mahkemesi, 9 Mart tarihinde aldığı kararla, planın iptaline hükmetti. Kararda, “Kat sayısının bir kat üzerinde olması nedeniyle görsel/silüet konusunda olumsuz bir etki oluşturacağı, donatı dengesini bozduğu, olumsuz emsal oluşturacağı sonucuna ulaşılmış, dava konusu planlarda hukuka uyarlılık bulunmamıştır” denildi. Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı, İller Bankası ve Vesen Yapı A.Ş., idare mahkemesinin ‘iptal’ kararına itiraz etti. İstanbul Bölge İdare Mahkemesi 4’üncü İdari Dava Dairesi, alt mahkemenin verdiği kararı kaldırdı, davanın da reddine hükmetti. 21 Eylül’de oybirliğiyle alınan istinaf kararında, yerel mahkemenin hükmünde ‘hukuki isabet bulunmadığı’ belirtilerek, şöyle denildi: “Her ne kadar dava konusu planın belirlediği yapılaşma koşulları çevre imar planında tanımlanan kat adedinden bir kat fazla olsa da daha az taban kullanımı ile daha az nüfus öngördüğü, bu durumun dikey yapılaşmada negatif etki göstermekle birlikte, alanın doğal yapısının korunması yönünde daha az tahribata neden olacağı, (…) bölgenin canlandırılması ve ihtiyaç olan donatılar yönünde gerekli olduğu, planların şehircilik ilkelerine, planlama esaslarına ve kamu yararına uygun olduğu sonucuna varılmakla…”

***

İNŞAATIN SAHİBİ CÜBBELİ’NİN YAKINI


İller Bankası, üç yıl önce söz konusu arazi üzerinde bir konut projesi yapılması için ihale açtı. “Vesen Yapı-Osman Acar Limited Şirketi Ortak Girişimi”nin kazandığı ihalenin ardından tam 540 milyonluk sözleşme imzalandı. İhaleyi alan Vesen Yapı ise ‘tanıdık’ bir isme ait. Şirketin sahibi kamuoyunda “Cübbeli Ahmet Hoca” olarak bilinen Mahmut Ünlü'nün damadının ağabeyi Mehmet Muhittin Palazoğlu. İnşaatı üstlenen Vesen Yapı A.Ş., 2017 yılında “Paltürk Enerji A.Ş.” adıyla kuruldu. Bir dönem Cübbeli Ahmet’in damadı Esat Palazoğlu da burada yönetim kurulu üyesi olarak yer aldı ancak daha sonra yönetimden ayrıldı. Ticaret Sicili gazetesinde yer alan bilgilere göre, şu an şirketin tek sahibi Mehmet Muhittin Palazoğlu. Muhittin Palazoğlu aynı zamanda Nakşibendi Şeyhi Sürmeli Hoca Muhittin Palazoğlu’nun da torunu. Arazi üzerine yapılan ve “Mercan Tuzla Vesen Yalıları” adı verilen konut projesinin ön satışına geçen aylarda başlanırken uydu görüntüleri, arazideki ağaçların kesildiğini gözler önüne seriyor. Zemin+ 3 katlı bloklardan oluşan yalı projesinde 16 blokta 158 adet daire yer alacak. Dairelerin 2024 yılının ilk çeyreğinde teslim edileceği bildirildi.

Uğur Şahin / BİRGÜN


Kim bu “beyaz Urfalılar” - Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

 


Zulme batmış ve yozlaşmış Nemrut iktidarına başkaldıran İbrahim’in öyküsü. Koca ateşte yakılmayı beklerken ateş göl, odunlar balık oldu. Rivayete göre, Urfa’nın sembolü Balıklı Göl de böyle var oldu.

Milletin sosyolojisiyle, siyasetin sosyolojisi farklı olabilir mi? Urfa’da olan biteni Urfalılardan dinlerken bunu düşünüyorum. AKP’li ya da HDP’li, Kürtler ya da Araplar derken bir başka gruptan daha bahsediyorlar: Kimilerinin “isotçu” dediği “Beyaz Urfalılar”. Hep gücün yanında yer alan, oylarından çok lobileri bulunan, ayağı Urfa’da olsa da aklı ya ihalede ya koltukta olan bir grup bu. Haliyle, Urfa’nın karalarıyla beyazlarının hikâyesi, perdenin ardındaki çatışmayı özetliyor.

APARTMANDAN VİLLAYA ÇIKANLAR

Urfa, yüzölçümüyle Türkiye’nin yedinci, 2 milyonu aşan nüfusuyla sekizinci büyük şehri. Seçimde 14 vekil çıkarıyor. Doğal olarak bu tablo, Urfa’yı Güneydoğu’da siyasetin güç merkezlerinden biri haline dönüştürüyor. Fakıbaba istifa edene kadar, 8 vekil AKP’nindi. 4 vekil HDP’nin, kalan 2 vekili ise MHP ve CHP paylaşıyor.

Fakıbaba’nın ardında aile, aşiret, cemaat yok. “Ceketimi koysam kazanırım” diyen Erdoğan’ı bile yenilgiye uğratan başarı öyküsü, kişisel beceriye dayanıyor. Fakıbaba’nın istifası da Urfa’nın içi kadar dışarısını ilgilendiren meselelerle okunabiliyor.


Sorun nedir diye konuştuğum Urfalılar sıralıyor: Liyakatsizlik, adaletsizlik, yolsuzluk, ehliyetsizlik, şaibeli insanların yükselişi... Türkiye’de nereye gitseniz duyacağınız şikâyetler ete kemiğe bürünmüş. Belediye başkanı Zeynel Abidin Beyazgül, il başkanı Abdurrahman Kırıkçıİbrahim Halil Yıldız başta olmak üzere kimi vekiller, kurulu sistemin en çok eleştirilen isimleri.

Yakınlara dağıtılan ihaleler, satılan kıymetli kamu arazileri, “sorun çözen” rüşvet hikâyeleri... Hatırlanırsa, Fakıbaba da istifasından birkaç gün önce, belediye başkanını, sattığı arazilerle birilerini zengin etmekle suçlamıştı. Urfalılar, eski belediye başkanı olması, halen çalışan kadrolarının bulunması nedeniyle Fakıbaba’nın belediyede olan bitenden haberdar olduğunu söylüyor. Bir başka Urfalı siyasetçi, bir çarktan bahsediyor: “Urfa’da herkes birbirini tanır. Siyasete girip zenginleşenleri görüyoruz. Apartman dairesinden siyaset sayesinde villaya çıkanlar var. Bunlar maaşla olacak işler değil.”

URFA’NIN TEFECİ VEKİLİ

Urfa’da AKP il başkanının seçimi bile bu denge çatışmasının üstünde yaşanmış. Son mülakata iki aday kalmış. Lobisi güçlü olan Kırıkçı seçilince Erdoğan’a bunun Urfa sosyolojisine uygun olmadığı anlatılmış. Erdoğan’ın verdiği yanıt, Urfa’da dilden dile dolaşıyor: “Abdurrahman Bey’in hanımı Kürt, kendisi de hem Arapça hem Kürtçe biliyor, nasıl uygun değil?” Bu bile Erdoğan’ın Urfa’ya miyop kalışını anlatmaya yetiyor.

Ahmet Eşref Fakıbaba bir değil iki kez istifa etmiş. Bir buçuk yıl önceki ilk istifasından sonra, Urfa’da halk arasında en güçlü vekil olan Kasım Gülpınar  devreye girerek Fakıbaba’yı geri çevirmiş. Sonrasında Erdoğan ile Fakıbaba yaklaşık bir saat süren bir görüşme yapmış. Fakıbaba, Urfa’da olan biteni Erdoğan’a anlatmaya çalışmış. Bu köşede daha önce defalarca okuduğunuz, Urfa vekili İbrahim Halil Yıldız’ın yakınları tarafından linç edilerek katledilen, sonra da terörist ilan edilen Şenyaşar ailesinin dramı da o buluşmada gündeme gelmiş. Erdoğan, sonrasında Erkan Kandemir  ve  Mehmet Özhaseki’yi görevlendirmiş. Gelgelelim, çözmeleri bir yana, Fakıbaba’nın kendisiyle bile neredeyse görüşmemişler.

Fakıbaba’nın istifasının ardından kullandığı “tefeciler var” sözü bile pek sorgulanmadı. Öyle ya, cumhurbaşkanı “nas ve faiz” diye tuttururken, AKP’li bir vekilin ailesinin, yüksek faizle tefecilik yaparak vatandaşın canını yakması Urfa’da konuşuluyor.

ERDOĞAN’IN YANINDAKİ TARTIŞMA

Fakıbaba istifasının partinin tepesinde konuşulması da ilginç. İstifadan üç gün önce, pazartesi günü, AKP’nin MKYK’si vardı. Toplantıda, Erdoğan, Urfa milletvekili Kasım Gülpınar’a, Fakıbaba’nın durumunu sormuş. Gülpınar ikna edemediğini, Fakıbaba’nın partiden koptuğunu anlatmış. Gelgelelim, birileri, Erdoğan’a istifanın olmayacağını, Fakıbaba’nın blöf yaptığını söylemiş. “Blöf” denilen, üç gün sonra yaşanmış. Mesele öyle de bitmemiş. Bu kez, Erdoğan’ın önünde, iki bakan arasında, Fakıbaba tartışması yaşanmış. Biri, “Fakıbaba’yı Kasım Gülpınar yönlendiriyor” derken, öbürü itiraz etmiş. Sesin yankılanıp geri dönmesi gibi... O tartışma, olacakların Fakıbaba ile kalmayacağının göstergesi olarak okunuyor.

Rahatsız olduğu herkesçe bilinen Kasım Gülpınar ise, başka partiye geçmeyeceğini Cuma gecesi Tv100’e bağlanarak açıkça söyledi. Gelgelelim, Gülpınar’ın önümüzdeki dönem vekil olmak istemediği herkesin bildiği sır. Şeyh ailesinden gelen Gülpınar’ın şehirde tartışmasız karşılığı var. Öyle ki bu sayede, babası Eyyüp Cenap Gülpınar yıllarca vekillik ve bakanlık yaparken, Kasım Gülpınar da dört dönemdir AKP’de vekil.

İSTİFADAN VAZGEÇİRİLMİŞ

Gülpınar hakkında çıkan istifa dedikodularının altı da boş değil. Bir süredir Şenyaşar ailesinin katledilmesi dahil, Urfa’daki sorunları parti içinde dile getiren Gülpınar, bir şeyleri değiştiremediğini görünce vekillikten istifa kararı almış. Geçen ay, Erdoğan ABD’deyken, bu kararını da resmen yetkililere bildirmiş.

İşte bu noktada, devreye Cumhurbaşkanlığı Özel Kalem Müdürü Hasan Doğan girmiş. Telefonla Gülpınar’ı arayarak ikna etmiş. Dönüşte Erdoğan’la Gülpınar’ı görüştüreceğini söylemiş. Aradan bir ay geçti. AKP kulislerinden öğrendiğime göre beklenen buluşma halen gerçekleşmemiş. Bu durum bile Erdoğan’ın “ulaşılamazlığı”nın resmi gibi.

URFA’YA NEBATİ OPERASYONU

Urfa’da, “Erdoğan iyi çevresi kötü”cüler diye tarif ettiğim, hâlâ ondan umudunu kesmemiş bir kesim var. Muhalif olsa çoktan kayyum atanacak belediyenin başkanının, Erdoğan tarafından bir bahaneyle görevden alınacağına, il başkanının değiştirileceğine inanıyorlar.

AKP kulislerinde bir sürpriz iddia daha dolaşıyor. O da Urfa’daki yaraya, önümüzdeki dönem, Viranşehirli ağa çocuğu Nurettin Nebati ile ilaç bulunması. “Gözlerindeki ışıltı, Urfa’nın derdine derman olur mu” diye sorduğumda, 2015 Haziran seçimlerinde, Urfa’da birinci sırada aday olan Nebati’nin bir salon toplantısını anlatıyorlar. Sondan başa doğru adaylar kendisini tanıtırken, sıra birinci Nebati’ye geldiğinde, salonda neredeyse insan kalmamış.

Bu arada, HDP de CHP de, geçen aylarda Urfa’da, yeni il başkanlarıyla teşkilatlanmaya gitti. İYİ Parti de Fakıbaba’yı katarak “Ben de varım” dedi. Önümüzdeki seçim, AKP’nin şehirden sekiz vekil çıkarması oldukça zor görünüyor. Geçen ay Urfa’ya gelen içişleri bakanının, Şenyaşar katliamının sorumlularıyla omuz omuza fotoğraf vermesine bakılırsa AKP yakasında değişen pek bir şey olmayacak.

Nemrut kendisini öyle büyük sanıyordu ki... Göğe attığı bir okla Tanrı’yı vurduğuna inanıyordu. “Sinek küçük ama” derler ya... Nemrut’un sonunu burnundan giren bir sivrisinek getirdi. Sonradan başını taşlara vursa da yok olan sinek değil Nemrut oldu.

Barış Terkoğlu / Cumhuriyet