5 Kasım 2022 Cumartesi

SOL NE YAPTI (I-II-III) - BirGün Politika Kolektifi

SOL NE YAPTI (I) 

20 yıl önce İslamcılardan demokrasi bekleyen solcular, AKP iktidarını selamladı.


28 Şubat ülke siyasetini dizayn etme girişimi olsa da esas olarak AKP’nin önünü açan sürecin anahtarı oldu. 3 Kasım seçimi bir anlamda 28 Şubat’ın sonucudur. AKP yüzde 34 oyla Meclis’in üçte ikisini ele geçirdi.

28 Şubat Muhtırası ve ardından gelişen süreç ülkedeki siyasetin yörüngesini değiştirdi. Egemen sınıflar istediği değişimi hayata geçirme konusunda kapıyı sonuna kadar açtı. 

Siyasette yaşanacak değişimin bir anlamda işaret fişeği oldu. Dönemin neredeyse tüm siyasal aktörleri ya tamamen ya da kısa süreli sahneden çekilmek zorunda kaldı. Muhtırayla birlikte baş gösteren siyasi krize ekonomik kiriz eşlik etti. Bir anlamda toplumsal buhrana dönüştü. 

Çıkış olarak tasarlanan hamlenin sonuçları çok uzun yıllara yayılacak ve bedeli ağır olacak yeni bir dönemi başlatmış oldu. Siyaseten yaşanan tasfiyeler aynı zamanda yeni figürlerin önünü açtı. 28 Şubat “eskinin müdahalesi” olarak kodlandı ve ondan önce olanların tamamı çözülmeye başladı. 

Erdoğan ve AKP tam da böyle bir sürecin sonucu. Siyasal İslam’a karşı yapıldığı söylenen 28 Şubat tarihin bir cilvesi olarak bugünün başörtüsünü Anayasa’ya taşımaya çalışan AKP’yi iktidara taşıdı.

***

28 ŞUBAT SÜRECİ

SİP-TKP: TKP Geleneği 28 Şubat’ı restorasyon süreci olarak ele almıştır. Buna göre 90’lı yılların ortasında Türkiye’nin içine girdiği kriz Susurluk ve 28 Şubat Süreci ile yanıtlanmış ve bu sürecin başlangıcı restorasyon, esas aktörü asker yani “asparti”dir. Restorasyon esasen görünürde devletin mafyatik illegal şiddet örgütlenmesinin/kontr-gerillanın tasfiyesine yönelmesi ve dini gericiliğin belini kırması ile bu duruma bir müdahale programıdır. SİP, dinci gericiliğin ve RP’nin büyük sermayeye dayandığını söylerken bu süreçle ehlileştirilmelerine vurgu yapar. TKP Geleneği o dönem için bu krizin sol için fırsatlar yaratabileceğinin altını çiziyordu. Gelenek Dergisi her ne kadar dinci gericiliğe karşı çıksa da “MGK kararlarının yanında saf tutan sendika bürokrasileri ile bu kararların mantıksal sonucuna gözü kara ilerleyip darbe çağrısı çıkartan Perinçek güruhunu” yazılarında eleştirmişti.

ÖDP: Özgürlük ve Dayanışma Partisi 28 Şubatı esas olarak devleti ele geçirmeye çalışan iki kliğin mücadelesi olarak kavradı. Eski düzen savunucuları olarak kodlanabilecek asker, sivil bürokrasi ve bunları destekleyen siyasilerle bir emperyalist projenin devamı olarak ılımlı İslam’ı iktidarıyla krizi aşacağını düşünen odakların mücadelesinin sonucu olarak gördü.

ÖDP bir yandan çürümüş düzeni eleştirirken diğer yandan da egemen güçler tarafından yerine ikame edilmeye çalışılan ılımlı İslam projesine mesafe koydu.

ÖDP’nin 28 Şubat muhtırasından birkaç ay sonra gerçekleştirdiği “Ne Refahyol-Ne Hazırol” mitingi bu fikrin örgütlenme çağrısıydı. ÖDP’nin bu çağrısına TMMOB, KESK, DİSK gibi yapıların yanında 170 aydın da imza vererek destek oldu. ÖDP’nin çıkışı sosyalist solun çok önemli kısmını bu fikrin etrafında toplamayı başardı. Mitingde öne çıkan fikir dönemin aktüel olayları karşında da benzer tutum sergilemelerine yol açtı.

ÖDP 28 Şubat’ı gerçekleştirenlerin hedeflerinin aksine ılımlı İslamcı yapıların önünü açtığını savunuyor. AKP’yi ve onun iktidarını 28 Şubat ürünü olarak değerlendirdi.

EMEP: EMEP, Refah-Yol’un 28 Şubat ile düşürülmesini ‘gerici iki kamp arasındaki mücadele’ olarak adlandırmıştı. 28 Şubat’la birlikte MGK’nın günlük politikaya müdahalelerini ordunun artık Türkiye’nin geleceğinde tayin edici bir role sahip politik bir dönemece girildiği şeklinde okumuştur. EMEP’e göre 28 Şubat Bildirgesinin esas içeriği RP’nin çizgisinden ziyade, taşıdığı tehdittir. Bu tehdidin ‘abartılması’ bağımsız politika yapma olanakları tükenmiş olan orta ve küçük burjuva politik çevrelerin önemli bölümünü yedekleme veya tarafsızlaştırma olanağı sağlamıştır. 28 Şubat’ın laiklik ile irtica arasında bir seçenekmiş gibi yürütüldüğü, getirilen düzenlemelerin bu ikilem arasındaki mücadelenin parçası olarak ele alındığı noktada EMEP çatışmanın taraflarından birinin yanında yer almayı reddettiğini söylemişti. EMEP yayın organlarında “Asker Partisi kuyruğunda solcu yükselişi” eleştiriyordu.

BİRİKİM DERGİSİ ÇEVRESİ: Birikim çevresinin 28 Şubat’a dönük değerlendirmeleri İslamcılığı, Refah Partisi’ni ve AKP’yi iktidarı elinde tutan elit merkeze karşı çevrenin demokratik uyanışı olarak görmesiyle iç içe geçmiştir. Bu düşünme biçimi derginin kimi önde gelen isimlerini yakın geçmişteki bazı dönemeçlerde AKP’yi desteklemeye kadar götürmüştür. Bu isimlerden biri olan Ömer Laçiner’in 90’ların sonunda Birikim’de yazdıklarına göre Türkiye’nin politik merkezinde ordu ve bürokrasiden meydana gelen bir elit kesim bulunmaktadır. 28 Şubat’ı laik ve anti-laik kavgası olarak görmek yanıltıcı olacaktır. RP dini parti olarak değerlendirilemez. Tersine RP ve etrafında şekillenen İslamcı hareket kendisini merkeze kabul ettirmeye çalışmaktadır. Fakat cumhuriyetin kuruluşundan itibaren siyasete biçim vermeyi alışkanlık haline getirmiş ordu RP’nin de içinde olduğu bir merkez siyaset alanına izin vermemeye çalışmaktadır.

KÜRT HAREKETİ-HADEP: Kürt Hareketinin 28 Şubat surecindeki partisi HADEP’ti. ÖDP öncülüğünde Mayıs 1997’de yapılan “Ne Refahyol Ne Hazırol” mitinginde HADEP de ön saflarda yer almıştı.

HADEP’in 28 Şubat tepkisinin o dönem için belirgin olmamasının hatta ikircikli olmasının sebeplerinden biri Kürt Hareketi’nin Millî Görüş-İslamcı Gruplarla temasıdır diyebiliriz. O dönemde yeterince baskı altında olan Kürt Hareketi ayrıca Erbakan’ın yanında yer alarak Ordu’nun tepkisini üzerine tekrar çekmek istememiş olabilir. Öyle ki Genelkurmay’ın Haziran 1997’de medyaya verdiği İrtica Brifinginde asker Millî Görüş ile HADEP-PKK arasında ilişki kurmaya çalışıyordu.

Kürt Hareketi Erbakan’a Kürt Sorununa yaklaşımlarından ötürü sıcak bakıyordu. HDP Eş Genel Başkanı Mithat Sancar’ın Saadet Partisi’nin Erbakan’ın ölümünün 10. yılı için düzenlediği anmadaki konuşması 28 Şubat’a nasıl bakıldığını gösterir: “Bin yıl sürecek denilen 28 Şubat darbesinin en önemli yönlerinden birinin bu olduğuna inanıyorum. Yani Kürt sorununun barışçıl, demokratik yollarla çözümünün önünü kesmek, buna cesaret dahi edilmemesini sağlamak ve çatışmalı süreci, vesayetçi statükosu sistemin devamı açısından sürdürülebilir kılmaktı.”

CHP: 28 Şubat sürecinde mevcut CHP’yi oluşturan güçler DSP ve CHP’ydi. RP’nin laiklik karşıtı görüşleri ana akım partilerce seçim argümanı olarak kullanılmış, 95’te RP koalisyon ortağı olunca bu argüman yerini darbe söylentisine bırakmıştı. Bu dönem CHP söylemlerinde “laiklik” vurgusunda bulunuyordu. Baykal CHP’si “Demokrasi, özgürlükler için laiklik feda edilemez” diyerek şeriat tehlikesinin yaklaştığı, laikliğin hasar gördüğü, tarikatların meşrulaştırılma tehlikesi gibi argümanları sıklıkla kullanmıştır. 28 Şubat’ın öncesinde Baykal, “Demokrasi, darbeye feda edilemez. Çözüm meclis veya sandıktır” diyerek darbe söylentisine destek verdiğine yönelik eleştirilere karşı çıkmıştı. MGK toplantısı sonrası alınan kararın darbe olmadığını, laiklik karşıtı eylemlerde bulunan hükümetin anayasaya karşı suç işlerken yakalandığını söylemişti. DSP de Baykal CHP’sine benzer olarak sürecin gelişinde demokrasi ve laiklik vurgusunda bulunmuştur. 28 Şubat sonrası ise Ecevit RP’nin hükümetten çekilmesi gerektiğini Erbakan’a belirtmişti.

PERİNÇEK ÇEVRESİ-İŞÇİ PARTİSİ: İşçi Partisi, Ocak 1997’de ‘Cumhuriyet Devrimi Kanunları Uygulansın’ kampanyası başlatmıştı. 28 Şubat’ın laiklik ve bağımsızlık konusunda İP’nin öne sürdüğü bu siyasetten büyük ölçüde etkilendiğini iddia etmişti. İP için, 28 Şubat, 27 Mayıs’tan sonra Cumhuriyet Devrimi’nin Üçüncü Taarruzu’ydu. Bu sürecin “1995 Mart’ında TSK’nin Kuzey Irak’taki ABD egemenlik alanına girmesiyle” başladığını belirtmişti. İP’ye göre 28 Şubat ABD güdümlü mafya-gladyo-tarikat rejiminde gedikler açmıştı. Dönemin İP İstanbul İl Başkanı Turan Özlü yaptığı açıklamada ÖDP’nin Sultanahmet’te düzenleyeceği “Ne Refahyol ne darbe” mitinginde aslında gerçek hedefin MGK ve ordu olduğunu söylemişti. Özlü’ye göre ordunun şeriatın üzerine gittiği dönemde özellikle kendine solcu diyenlerce hedef yapılmasının nedeni, Genelkurmay’ın Kürt sorununda Barzani ile bölgesel çözüme yönelmesi ve Cumhuriyet Devrimi’ne sahip çıkmasıydı. 20 yıl sonra 28 Şubat’ı değerlendirirken Perinçek “28 Şubat 1000 yıl’ sürecek dendi, hâlâ sürüyor. Afrin Harekâtı aslında 28 Şubat çizgisinin devamıdır” demişti.

28 ŞUBAT NEDİR?

28 Şubat, Refah Partisi (RP) ve Doğru Yol Partisi (DYP) koalisyonundan oluşan Refahyol hükümeti döneminde, 28 Şubat 1997 tarihinde Milli Güvenlik Kurulu’nun (MGK) sekiz saat kırkbeş dakika süren toplantısı sonucunda Cumhuriyet karşıtı, irticai eylem ve gruplar karşısında Anayasa ve Cumhuriyet ilkelerinden taviz verilmeyeceği yönünde yayımlanan bildiriyle başlayan süreçtir.

***

AKP’NİN İKTİDARA GELİŞİ

2002 seçimleri tarih sahnesine AKP’nin girmesi için yapılmış gibi. DYP, MHP ve Genç Parti kıl payı baraj altında kaldı. DYP ve ANAP’ın neden ittifak yapmadığı bugün bile tartışma konusu. Eğer DYP barajı geçmiş olsaydı AKP tek başına iktidar olamayacaktı. AKP o seçimde yüzde 34 oy alarak Meclis’in üçte ikilik kısmını aldı. Yine aralarında DEHAP, ÖDP ve SHP’nin içinde bulunduğu sol ittifak girişimi için de aynı şeyi söylemek mümkün. İttifak girişimi kamuoyunda geniş yankı uyandırmıştı. Hatta kamuoyu yoklamalarında yüzde 10’luk barajı aşma potansiyelinden bahsediliyordu. Ama seçime kısa süre kala ittifak gerçekleşmedi DEHAP seçime bağımsız adaylarla girerken diğer partiler de kendi adlarıyla seçime girdi.

BAYKAL’DAN CAN SİMİDİ

1999 seçimlerinde barajı aşamayan CHP’de seçimlerin ardından Deniz Baykal istifa etmiş, kısa bir süre sonra tekrar parti başkanlığına seçilmişti. Baykal CHP’si 2001 krizinden hükümeti sorumlu tutmuş ve sert eleştirilerde bulunmuştu. 2002 seçimlerinde AKP ve CHP olmak üzere sadece iki parti barajı aşabildi. CHP, tek başına iktidar olmayı beklerken, tek başına muhalefet olmanın şaşkınlığını yaşadı. AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın milletvekili seçilmesi yasak olduğu için hükümeti Abdullah Gül kurdu. Siirt’te yapılan seçimler yolsuzluk iddialarıyla iptal edildi ve milletvekillikler düşürüldü. Seçimlerin yenilenmesi sonucu Erdoğan Siirt milletvekili olarak seçildi ve başbakan oldu. Erdoğan’ın başbakanlığının önünü açan anayasa değişikliği teklifine destek veren CHP lideri Baykal, “Kanaatim, bir insanın siyasi suç niteliğinde mahkûm olmasının ömür boyu siyasetten mahrum edilmesine gerekçe olmamalıdır” demişti.

BİRİKİM: 3 KASIM DEVRİMİ

Birikim Dergisi’nin AKP’nin iktidara gelişine dönük değerlendirmeleri 28 Şubat’a dönük merkez-çevre ayrımına dayanan tespitlerinden ayrıksı değildir. Dergiye göre AKP’nin seçim zaferi merkezden dışlanan çevrenin bir orta sınıf hareketi olarak sivil politik iktidarı ele geçirmesi olarak yorumlanmaktadır. 2002 seçimlerinden sonra derginin kapağında AKP’nin iktidara gelişi “Muhafazakâr Demokrat İnkılap” olarak selamlanmaktadır. Bu söylem o dönemde Erdoğan’ın kendisini tanımlama biçimiyle uyumludur. Ömer Laçiner bu sayıdaki yazısında 2002 seçimlerini “3 Kasım Devrimi” olarak adlandırır. 46 ve 83’ten sonra 2002’de bir kez daha devletlû düzenin tahayyülünün dışında bir hareket başarıya ulaşmıştır. Öyle ki AKP ilerde diğer demokratik güçlerle Türkiye’yi demokratikleştirmeyi amaçlarsa Türkiye’nin pre-modern tarihi bitebilecektir. Laçiner’in AKP’nin Türkiye’yi demokratikleştireceğine dair umudu, Türk-İslam sentezinin devlete ve emperyalizme içkin yukarıdan aşağıya doğru şekillenen yapısını tamamen yok sayarak 2002’de tarihteki yerini bu şekilde almaktadır.

SİP-TKP: TKP Geleneği yasaklardan sonra ilk kez komünist parti adıyla 2002 Seçimlerine girmişti. Erken seçim kararı sonrası TKP, bu seçimlerin en önemli özelliğinin kendi katılımının olduğunu açıklamıştı. TKP, ÖDP ve HADEP ile görüşme gerçekleştirdikten sonra “SHP, ANAP ve Saadet Partisi ile ittifak arayan bir partiyle biz nasıl ittifak kurabiliriz?” diyerek HADEP'in çalışmalarının dışında olduklarını açıklamış ve tek başına seçime katılmıştı. TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan ittifak çıkmamasını ÖDP ile HADEP'in, TKP’nin sosyalizm ve AB üyeliği konusundaki görüşlerinden hoşnut olmamalarına bağlamıştı. TKP’nin seçim değerlendirmelerinde öznel durumlarına yöneldiğini AKP’ye ağırlık vermediğini söyleyebiliriz. TKP yeni hükümetin burjuva hükümeti olduğu tespitinden sonra adalet duygusunu yitiren bir toplumsal dokunun bu “günah”a karşı dinsel bir şemsiye altında toplanarak kendisini aklama eğilimi içine girmesinin etkisi olduğunu belirtmişti.

KÜRT HAREKETİ-HADEP: 3 Kasım seçimlerine HADEP, EMEP ve SDP DEHAP çatısında oluşturulan "Emek, Barış ve Demokrasi Bloğu" ile girmişti. Seçimde 6,22 oy oranı ile DEHAP barajın altında kalmıştı. Seçim sonuçlarını örgüt içi toplantılarla değerlendiren HADEP MYK, halkın sisteme duyduğu öfkeyi AKP'ye yönlendirdiğini dile getirerek, “AKP'nin aldığı oy daha çok duygusal tepkiye dayanan oy potansiyelidir ve kalıcı değildir” demişti. Oluşan koşulların başta kendileri olmak üzere demokratik güçler tarafından yeterince değerlendirilemediği eleştirisine yer vermişti. Meclis’e giren iki partinin farklı olmadığını söyleyen DEHAP Genel Başkanı Mehmet Abbasoğlu “Bu partiler IMF programına bağlıdırlar. Çok kısa zamanda her ikisinin de gerçek kimlikleri ortaya çıkacaktır. Oldu bittiye getirilen bu seçimlerde oylarını bu partilere geçici olarak veren yurttaşlar, umduklarını bulamadıkça ve Türkiye yeni ve keskin sorunlarla yüz yüze geldikçe istikrarsızlık kapımıza dayanacaktır.” açıklamasını yapmıştı.

EMEP: 3 Kasım seçimlerine giderken EMEP’in seçim taktiği, sermaye partilerinden kopma sürecine giren değişik emekçi sınıf kesimlerine; etrafında birleşebilecekleri bir seçim platformu sunmak ve bu dönemi Meclis’e emeğin adaylarının girdiği bir dönem olarak değerlendirmekti. EMEP bunu gerçekleştirmek için HADEP ve SDP ile DEHAP çatısında oluşturulan “Emek, Barış ve Demokrasi Bloğu” ile seçime girmişti. EMEP Genel Başkanı Levent Tüzel istifa ederek DEHAP milletvekili adayı olmuştu. EMEP seçimlerde çıkan sonuçları ise “emekçilerin önemli bir kesiminin uygulanan politikaların sorumlusu gördükleri hükümet partileriyle diğer bazı düzen partilerine tokat atması” olarak değerlendirmiş, seçimlerin işçi sınıfı ve emekçilerin çıkarları yönünde sonuçlanmadığını emekçilerin sermaye partilerinden uygulanan emekçi düşmanı politikalara duydukları öfkenin sonucu olarak çareyi diğer düzen partilerinde gördüğünü ifade etmişti.

PERİNÇEK ÇEVRESİ-İŞÇİ PARTİSİ: İşçi Partisi’ne göre 2002 seçimleri, NATO’nun gizli hükümeti SüperNATO güdümünde yapılmıştı. İP’in baraj altı kalması için “örgütü ve kökleri olmayan Genç Parti”, SüperNATO desteğiyle yüzde 7 oy oranına yükseltilmişti. İP için ABD’nin 3 Kasım 2002’de tamamladığı operasyon, ‘barışçı yoldan’ yapılmış bir devlet darbesiydi, Türkiye’nin başına Gladyo marifetiyle Erdoğan-Gül getirilmişti. TSK komuta kademesi haricinde neredeyse bütün bürokrasi, “millî devlet yıkıcılarının eline geçmiş”, başta İskenderpaşacılar olmak üzere Nakşibendi, Fethullah Hocacı ve Nurcular’ın ABD güdümlü tarikatlar koalisyonu, iktidara yerleşmişti. Gül, Nisan 2003’te “ABD Dışişleri Bakanı Powell ile gizli anlaşma yapmış, Erdoğan Şubat 2004’te, ‘ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi Eşbaşkanı’ olarak, ‘Diyarbakır’ı merkez yapma’ görevini” ilan etmişti. İP de “Türkiye devleti ve ordusunu içerden vuran AKP hükümetinin halk inisiyatifiyle iktidardan indirilmesi” hedefini ortaya koymuştu.                                           /././

SOL NE YAPTI (II) 

Demokrasi illüzyonu

AB’ye üyelik müzakereleriyle ‘demokratikleşme’ yalanı AKP’nin ilk yıllarında sol liberal kesimlerden destek aldı. Özellikle Ergenekon davası sol içinde ciddi bir ayrışmaya neden oldu. O süreçte yaşanan tartışmalar bugünü belirledi.

AKP iktidarının ilk dönemlerinde yarattığı illüzyonda en etkili unsur “demokratikleşme hamleleri”ydi. Dış siyasette AB ile iç siyasette ise sol liberal çevreler ile kurulan yakın ilişkiler ve atılan adımlar AKP’den demokrasi uman sol çevrelerde karşılık buldu ve AKP’nin ülkeyi demokratikleştireceğine dair yanılgıyı pekiştirdi. 
AB ile 2005 yılında başlayan tam üyelik müzakereleri başta Birikim çevresi olmak üzere solun belirli kesimlerinde destek buldu. Ancak solun genel AB üyeliğine mesafeliydi. Demokratik açılım süreci de bu illüzyonu sürdürdü. 


Özellikle sol liberal kesim Dolmabahçe kahvaltılarında kendisine yer buldu.

Türban serbestliğini kıyafet özgürlüğü olarak gören kimi sol çevreler AKP’ye desteğini 

verirken türbanı bir siyasi simge olarak niteleyen sol çevreler AKP’nin karşısında durmayı 

sürdürdü.

Sol içerisindeki önemli ayrışma ise Ergenekon davalarında yaşandı. Bazı sol çevreler Ergenekon davalarını derin devletle hesaplaşma olarak niteleyip başından sonuna kadar destekledi. Çoğu sol-sosyalist grup ise bu davaları AKP’nin otoriter bir rejim kurmasına yönelik adımlar olarak gördü. Genel olarak solda AKP’nin bu “demokratikleşme hamleleri” karşısında yaşanan ideolojik ve politik ayrışma iktidarın daha otoriter bir rejim kurmasına engel olunamamasında önemli bir etken oldu. Birikim dergisi çevresindekilerin AKP’nin ülkeyi demokratikleştireceğine dair söylemleri AKP’nin hegemonyasını inşa etmesinde önemli bir zemin oluşturdu.

Avrupa Birliği

Kürt Hareketi-DEHAP

Türkiye solu içinde AB’ye karşı en olumlu yaklaşan grubun Kürt Hareketi olduğunu söyleyebiliriz. Kürt Hareketi’nin AB’ye görece olumlu yaklaşmasının başlıca sebebi ise serbest dolaşım ve iktisadi kalkınmadan ziyade AB üyeliğinin insan hakları, özgürlüklere ve demokratik gelişmeye katkı yapacağı, azınlık haklarının tanınmasına, baskı ve şiddetin son bulmasına aracı olacağı inancıdır. Kürt Hareketi demokratik taleplerde tıkanan Türkiye siyasetinin hiç olmazsa Kopenhag Kriterlerini kendisine rehber ederek çözüm bulabileceği kanaatine sahiptir. Öyle ki AB Komisyonu’nun o dönem Genişlemeden Sorumlu Komiseri Günter Verheugen 2004 yılındaki Diyarbakır ziyaretinde Türkçe, Kürtçe ve İngilizce olarak “Vatandaş Verheugen, genişletilmiş Avrupa’ya hoş geldin!” yazılı bez pankartlarla karşılanmıştı. Türkiye ile AB arasında 3 Ekim 2005’te başlayacak müzakere tarihinden bir gün önce Diyarbakır’da DEHAP ve sivil toplum örgütlerinin katılımıyla, "Kürt sorununa demokratik çözüm, AB'ye evet' adıyla bir miting dahi yapmayı planlamıştı. Yine bu dönemde Öcalan’ın “Mezarımda üç bayrak yan yana olabilir: Üniter bayrak, AB bayrağı ve demokrasiyi sembolize eden konfederalizm bayrağı” sözlerini hatırlatırsak o günkü konjonktürü daha iyi anlayabiliriz. Dolayısıyla Kürt Hareketi’nin Kürt sorununa demokratik çözümü Türkiye’nin AB süreciyle ilişkilendirdiğini vurgulayabiliriz.

TKP

Türkiye solu içinde Avrupa Birliği’ne karşı en net ve sekter gruplardan birisinin TKP olduğunu söyleyebiliriz. TKP, AB üyelik sürecinin başladığı ilk dönemlerden itibaren gerek eylemleriyle gerek açıklamalarıyla bu tutumu sürdürmüştür. TKP’ye göre AB üyelik süreci ile Türkiye’nin sömürgeleştirilmesi amaçlanmaktadır. Türkiye'nin dünya kapitalizmine bağımlılık zincirine yeni ve güçlü bir halka olarak eklenen AB sürecine karşı çıkmak, TKP için ilkesel bir tutumdur. TKP AB uyum sürecinin Türkiye’nin gündemini belirlediği 2005 yılında Kadıköy'de TKP “Avrupa Birliği'ne Karşı Yurtsever Cephe'de Birleş” mitingi düzenlemişti. 2006’da ise TKP’nin öncülüğünde kurulan Emperyalizme Karşı Yurtsever Cephe Yurtseverler Kurultayı gerçekleştirmişti. Buna göre AB’nin halkımızın önüne bir “refah, uygarlık ve demokrasi” projesi olarak konularak, ülkemizin bağımlılığının pekiştirilmesine ve egemenliğin emperyalistlere bütünüyle devredilmesine izin verilmeyeceğini ilan etmişti.

Perinçek Çevresi-İşçi Partisi

İşçi Partisi’ne göre “Türkiye, AB kapısında çarmıha gerilmiştir ve denetim altına alınmıştır”. AB’nin dayattığı program, “Türk ordusunun Kıbrıs’tan atılması, Ege’nin Türkiye’ye kapatılması, Kuzey Irak’taki kukla devletin resmileştirilmesi, Diyarbakır beyliği kurulması, sözde “Ermeni soykırımı”nın kabul edilmesi, İstanbul’un Bizanslaştırılması ve Patriğin milletlerarası yetkilerle donatılarak ekümenik yapılması gibi kapsamlı bir programdır”. İP’ye göre AB kapısında Türk milleti dinini değiştirmeye zorlanıyor ve AB İstanbul’u Bizanslaştırmak istiyordu. Türkiye, ABD tarafından AB kapısına bağlanmış ve denetim altına alınmıştı. İP’ye göre AB’ye bütün giriş seçenekleri Türk millî devletini ortadan kaldırdığı için “şerefsiz girişi” temsil etmekteydi. MHP, AKP ve Saadet Partisi dahil, bütün partiler, Abdullah Öcalan’ın PKK’siyle aynı programı savunuyor ve AB’ye girmekten yanayken yalnızca İşçi Partisi, AB aday üyeliğinden çekilmeyi savunuyordu.

CHP

AB Sürecine ilişkin CHP içinde fikir ayrılıkları yaşanmıştır. 2002-2005 arası CHP’nin genel olarak destekleyici konumda yer aldığını söyleyebiliriz. Baykal’ın 2003’te “Türkiye’nin AB’ye alınması tarihi bir karar olacaktır” açıklaması ve CHP'nin “İdam cezasının kaldırılması” ve “MGK Genel Sekreterinin sivil olmasını” bunları doğrular niteliktedir. Ancak bu dönem Baykal çeşitli çevrelerce “AB’ye giriş sürecini AKP’ye kaptırmak istememek” ile suçlanmıştı. Baykal AB müzakerelerinin ucunun açık olmasının onur kırıcı olduğunu belirtmiş ve 2005’te başlayan tam üyelik müzakereleri konusunda “Zorla sevinemem” diyerek olumsuz baktığını ifade etmişti. Bu açıklama parti içi görüş ayrılıkları çıkarmış, İstanbul Milletvekili Damla Gürel, Baykal’ın açıklaması ile ilgili AB sürecinin partiler üstü olduğunu ve Türkiye için önemli bir adım olduğunu söylemiştir. CHP, AKP'yi AB konusunda temel gereklilikleri yerine getirmemekle suçlamış ve AB müzakerelerinden önce Türkiye’nin laik sosyal hukuk cumhuriyeti olduğunu kabul etmesi gerektiğini vurgulamıştır. 2010’da “AB'nin çifte standart uyguladığını, sözünü tutmadığını, Ada'nın güneyini anlaşmalara aykırı şekilde birliğe aldığını, bu çifte standardın kabul edilemez olduğunu” savunan Kılıçdaroğlu, hükümeti de özellikle Kıbrıs konusunda yanlış adımlar atmakla suçlamıştı.

ÖDP

AB eksenindeki saflaşma dönemin eski devlet yapısını savunma temelindeki milliyetçilikle, AB’ye eklemlenme sürecini Türkiye’nin demokratikleşmesinin dolayısıyla da eski otoriter yapının aşılmasının bir manivelası olarak gören liberal yaklaşım soldaki bölünmenin iki yanlış ucu olarak öne çıktı. ÖDP için de sonrasında da sürecek ayrışmanın başlangıç noktalarından birisi de AB konusundaki tavır meselesiydi. ÖDP içinde sonrasında “yetmez ama evetçiliğe” uzanacak olan çizginin sahipleri bu sürecin ülkenin demokratikleştirilmesine vesile olacağını yönelik liberal bir yaklaşımla AB’den yana bir tutum içinde oldu. ÖDP’nin ana gövdesini oluşturan siyaset ise AB eliyle Türkiye’nin demokratikleşeceği üzerinden bir yaklaşımla AKP’nin ülkeyi dönüştürme siyasetine de bir destek anlamına gelecek siyaset karşısında, AB’ye katılım sürecinin emekçiler için bir mücadele sürecine dönüştürülmesini savundu. Bu siyasetin ana doğrultusu ise muhalefetin AKP’ye doğrudan ve dolaylı destek anlamına gelecek politikalar karşısında tavır almayı ön plana almasıydı.

EMEP

EMEP’e göre AB, Avrupa’nın büyük kapitalist ülkelerinin birliği olarak kurulmuş, tekellerin ve tekelci burjuvazinin çıkarlarını savunan, bugün de onlar tarafından yönetilen gerici bir birliktir. Türkiye’nin AB’ye girmesi, bu gerici birliği daha da güçlendirecektir. Türkiye’nin AB’ye girmesi, Türkiye’deki emperyalizm işbirlikçilerinin işine gelir ve onların sorunlarını “çözmelerine” dayanak oluşturur. EMEP, Türkiye’nin toplumsal ilerlemeden yana olan güçlerinin AB’den demokrasi, barış, insan hakları ithal edilmesini beklemelerini eleştirir. “Demokratik açılım” için tek çıkar yol olarak Avrupa Birliği’nin öne sürülmesini kabul etmemiş, bunun yerine Türkiye’deki toplumsal sınıf ve tabakaların mücadelesinin önemini vurgulamıştır. EMEP’e göre AB, Türk ve Kürt her milliyetten Türkiye halkının gerçek bir demokrasi ve özgürlük talebini karşılamaktan uzaktır. Sermaye adına iktidara gelen liberal dincilerin “AB normlarına uygun” ama öz itibariyle antidemokratik bir yönetimi devam ettirme azminde” olduğunu belirtmişti.

Türban Sorunu

TKP

Üniversitelerde türbanın tartışıldığı 90’lı yıllarda sol içinde en dikkat çekici çıkışlardan birisi SİP’ten gelmişti. SİP’li öğrenciler üniversitelerde “karanlığa karşı aydınlanma forumları” düzenlerken çalışmalarının doruk noktası Türban Neyi Örtüyor? broşürüydü. Buna göre türban bir cihat üniformasıydı, cihatçıların üniversite kapılarında yaptıklarını özgürlük mücadelesi olarak görmek ihanetti. Türbanın geniş bir coğrafyada “Amerikancılığı” örttüğünü söyledi. 2008’de TKP aynı tutumu sürdürmüş AKP ve MHP’nin türbanın üniversitelere girebilmesini öngören anayasa değişikliğini protesto etmiş, “ABD türbanı takmayacağız”, “Tayyip’in türbanı ABD bayrağı”, “Üniversitede türbana geçit yok; liboşa, yobaza bırakmayız”, “Karanlığa, türbana, şeriata geçit yok” sloganları atmışlardı. Eylemde türbanın sadece siyasi bir simge olmadığı karşı devrimci, dinci, gerici, çevrelerin bayrağı haline getirildiğini belirtmişti. 2019’da ise yerel seçimlerde TKP türbanlı bir aday göstermiş, gelen eleştirilere yanıt olarak komünist bir işçi olduğu için aday gösterildiğini vurgulamıştı.

Kürt Hareketi-BDP

Kürt hareketi kamusal alanda türban yasağına karşıdır. Kürt Hareketinin temsilcileri türbanı bir inanç özgürlüğü olarak gördüklerini belirtirken aksi bir durumu- türbanın eğitim önünde engel teşkil etmesini- hak ihlali olarak adlandırır. BDP, türban konusunun siyasi bir malzeme haline gelmesinden rahatsızdı. 2011 yılında İstanbul milletvekili Sırrı Süreyya Önder’in başvurusu aracılığıyla Meclis’e türban ile girmenin serbest olması adına içtüzük değişikliği için önerge vermiş, ancak Meclis Anayasa Komisyonu tarafından hazırlanan İç Tüzük Değişikliği Kanun Teklifi komisyon tarafından geri çekilmişti. BDP Milletvekili Pervin Buldan açıklamasında Türkiye’de türban sorununun çözümü için, inanç özgürlüğünün sağlanması için bir yol açmaya çalıştıklarını belirtmiş, gerekçeyi "Bu değişiklik ile toplumsal ve sosyal adaletsizliğin giderilmesi, dini inancı gereği başını örtme mecburiyeti hisseden ve böyle inanan kadınlara din ve vicdan özgürlüğü çerçevesinde imkân tanınması amaçlanmıştır. Kravat takma mecburiyeti ise günümüz dünyasında tek tipçi ve toplumu yukarıdan aşağıya, insanların kılık kıyafetine göre dizayn etme anlayışının ürünüdür. Bu mecburiyetin kaldırılması da yine kişi hak ve özgürlüklerinin genişletilmesi için zorunludur" şeklinde yapmıştı.

ÖDP

ÖDP AKP’nin üniversitelerde polis karakolları kurarak fişleme ve gözaltı uygulamalarıyla üniversite gençliğini baskı altına aldığı koşullarda türbanı serbest hale getiren uygulamanın ‘özgürlük açılımı’ söylemleriyle meşrulaştırılmasını eleştirmişti. ÖDP’ye göre AKP türbanı bir mağduriyet olarak sunarak siyasi rant devşiriyor ve toplumu kendi İslamcı ideolojisiyle yeniden inşa etmeye çalışıyordu. ÖDP türban serbestisini o dönemdeki muhafazakâr baskının ve İslamcı toplum projesinin bir simgesi olarak görmekteydi. AKP’nin toplum ve üniversite gençliği üzerinde inşa etmeye başladığı denetim mekanizması ve “mahalle baskısı”nı, üniversiteleri neoliberal koşulların gerektirdiği gibi piyasalaştırmasını görmezden gelip yalnızca türban serbestisine odaklanmak AKP’nin kurmaya çalıştığı muhafazakar otoriter ve neoliberal düzene katkı sağlamaktan başka bir şeye yaramıyordu.

EMEP

EMEP Genel Başkanı Levent Tüzel 2008’de türban tartışmasıyla ilgili açıklamada “kılık-kıyafetin başta eğitim olmak üzere, kişinin kamusal haklarını kullanmasında engel haline getirilmesinde, iktidar ve muhalefet güçleri başta olmak üzere devletin marazalı laiklik anlayışının sorumlu” olduğunu söylemişti. Milletvekillerinin meclise başörtülü girmesi için tüzük değişiklik tartışmalarının olduğu 2013’te Tüzel halkın seçilmiş temsilcileri olarak herhangi bir kılık kıyafet sınırlamasına tabi olmaksızın özgürce siyasi faaliyetlerini yürütebilmesi gerektiğini, tüm insanlar gibi milletvekillerinin de siyasi düşünceleri, inançları, cinsel tercihleri, yaşam felsefeleri nedeniyle ayrımcılığa uğramaması gerektiğini belirtmişti. Bunun yanında Tüzel, ülkede din ve inanç alanının siyasi tahakküm ve yönetim baskısına dönüştüğünü, kutuplaşmanın nesnesi yapıldığını, dini gerekçelerle başörtüsü takmanın kadını özgürleştiren değil, eşit ve özgür insanlar olmasını kısıtlayan bir nedensellik olduğunu belirtiyordu.

CHP

CHP türban yasasının kaldırılmasına yönelik muhalif bir tutum sergilemiş ancak çoğu zaman meselenin türban olmadığını ve AKP'nin türbanı laiklik olgusunu zedelemek için kullandığını öne sürmüştür. 2006’yılında kadın diplomatlar ve diplomat eşleri; CHP'li kadınlar ile bu konuyu görüşmüş CHP'li Oya Araslı "Türban ve başörtüsünün farklı olduğu" konusunda beyanda bulunurken. Nedret Öymen ise “Bazı mahallelerde başörtüsü takmayana baskı yapılıyor, kamuda ise başörtüsü takanların meslek edinmesi engelleniyor.” Diyerek kadınlar üzerindeki toplumsal baskının her yerde olduğu vurgusunda bulunmuştur.

28 Şubat sürecinde “ikna odaları” ile gündeme gelmiş olan Nur Serter’in 2007’de CHP'den vekil oluşuyla birlikte AKP'nin baskısı artmıştır. Bu dönem CHP, başta Baykal olmak üzere “başörtüsü ve türbanın farklı şeyler olduğuna” dair pek çok beyanda bulunmuştu.

2008’de Baykal, anayasa değişikliği meclisten geçtikten sonra; “Tartışmaların konuyu ilk olduğu yerden herkesin soru işaretleri olduğu bir noktaya gelmesini olumlu buluyorum” demiş, CHP’lilerin çoğu değişikliğe karşı çıkmış, CHP yasanın iptali için Anayasa Mahkemesi'ne başvurmuştu. CHP Genel Sekreteri Önder Sav, kararı “Anayasa'ya karşı hile yolu kullanılarak gerçekleştirilmiş bir tasarruf” olarak değerlendirmiştir.

Perinçek Çevresi-İşçi Partisi

Perinçek çevresi açısından türban haçlı siyasetin simgesidir. “ABD emperyalizminin modaları bir kısım kadınlarımıza göbek açtırtırken, bir kısım kadınlarımızın başını da türbanla bağlamaktadır. Her ikisi de kadının cinselliğini vurgulamakta, kadını toplumun önüne bir cinsel nesne olarak çıkartmaktadır. Cumhuriyet kadını, erkekle eşit, iş ve güç sahibi, kendine güvenen, dürüst ve onurlu kimliğine uygun bir giyim ve kuşam içinde olacaktır. Kadınlarımızı bizim geleneğimizde olmayan, Hıristiyan rahibe kıyafetleriyle boğmak, neresinden baksanız, Türkiye’ye karşı karanlık bir fesadın, kanlı bir nifağın uygulamalarıdır…ABD haçlısı, Türk askerinin başına nasıl çuval geçirdiyse, Türk kadının başına da türbanı geçirmiştir.” Hatta onlar içim “Türban Büyük Ortadoğu projesi’nin Örtüsüdür!”

Perinçek çevresi için “türban özgürlüğü” diye bir şey yoktur. Doğu Perinçek’e göre cariyelik özgürlükse, türban da özgürlüktür. Türban, insanın kul, kadının cariye olduğu topluma denk düşen bir örtüdür. “Demokratik, özgür bir toplum kurmak isteyen bir parti veya insan, türban ve özgürlük kavramlarını yan yana getiremez. Bu, esaret özgürlüğünü savunmaktan başka bir şey değildir.” Bu açıklamadan 2 hafta sonra çıkan Aydınlık dergisi Özgürlük değil esaret; Türban: Rahibe Örtüsü manşetini atmıştı. Bu dönemde İşçi Partisi tarafından 1 milyon adet bastırılarak yurdun dört bir yanında dağıtılan “Türban Özgürlük Değil Esaret Örtüsüdür!” başlıklı bildirinin mahkeme tarafından toplatılmasına karar verilmişti.

Ergenekon Davası

Kürt Hareketi-DTP

DTP Eş Genel Başkanı Ahmet Türk, “Ergenekon davasını Türkiye’nin geleceği ve şeffaflaşması adına çok önemli buluyoruz. Ergenekon’un bütün yönleriyle ortaya çıkarılması durumda Türk ve Kürt halklarının birbirlerini daha iyi anlayacağına inanıyorum. Kürt ve Türk halkını birbirine düşürmek isteyen anlayışın ortaya çıkarılması adına önemlidir”. demişti. Türk, Ergenekon'un başladığı yerin Kürt coğrafyası olduğunu, belirterek, “Ergenekon'da tarafız. Ergenekon çetesinin ortadan kalkması Kürt sorununun çözümü için önemli. O nedenle davaya müdahil olacağız” diyerek dava ve soruşturmalara destek vermişti. DTP’nin Ergenekon konusundaki tavrının açık ve net olduğunu vurgulayan Eş Başkan Emine Ayna, ‘DTP tarafsız’ eleştirilerine şöyle yanıt vermişti: ‘Biz olayların sonuna kadar üzerine gidilmesi ve bütün boyutlarıyla açığa çıkartılması gerektiği görüşündeyiz. Ergenekon örgütünün eylemlerinin sadece Hükümete dönük boyutlarıyla ele alınmaması gerektiğini, Doğu ve Güneydoğu’daki karanlık eylemlerin de faili meçhul cinayetlerin de soruşturma sürecine dahil edilmesi gerektiğini söylüyoruz. Burada eleştirdiğimiz nokta hükümetin olayları ve eylemleri kendisiyle başlatıp, kendisiyle sonlandırma tutumudur. Bizim durduğumuz nokta gayet açıktır.”

Ekim 2008’de Ergenekon davası öncesinde DTP başta olmak üzere çok sayıda siyasi parti ve demokratik kitle örgütleri “Ne Ergenekon ne AKP, çözüm demokratik Cumhuriyet" mitingleri gerçekleştirmişti. Bu mitingde konuşma yapan DTP Milletvekili Pervin Buldan, Kürt sorununun ülkenin en büyük sorunu olduğunu ifade ederken, AB'ye girmek ve Kürt sorununa demokratik çözüm getirmek isteniyorsa, Ergenekon Davası'nın kapsamının genişletilerek sonuçlanması gerektiğini söylemişti.

Perinçek Çevresi-İşçi Partisi

Ergenekon operasyonlarına karşı Aydınlık dergisi “Ergenekon'un Şifresi Geldi Ab'den Tayyip Gül'e Devlet ve Ordu'da Temizlik Emri” manşetiyle çıkmıştı. (16 Mart 2008 Sayı: 1078) Aydınlık dergisi iki hafta sonraki manşetini “Ergenekon Belgelerini Fethullahçılar Yazdı” olarak atmıştı. Perinçek “bizi yargıladıkları suçtan kendileri yargılanacaklar” demişti. “Ergenekon tertibini” 1998 yılına kadar geri götürerek “Türkiye’nin millî güçlerini etkisiz hale getirmek ve toplumu sindirmek için” bu yıl hazırlandığı ve 2001 yılında da ABD’nin Irak savaşı takviminin gereği olarak, orduya müdahale edildiği, Org. Hilmi Özkök Genelkurmay Başkanlığı’na getirtildiği, Türkiye’nin erken seçime sürüklendiği ve Erdoğan ve Gül’ün BOP sürecini uygulamaya koyduğu ifade edilmişti. TSK ise bu operasyonla “psikolojik harekât” ve örtülü savaş yürütülmüştür. Fetullahçı Savcıların İşçi Partisi’nin yurtsever güçlerin “merkezinde” olduğunu belirttiklerini ifade ederek sistemin “sol olduklarını söyleyen veya düne kadar vatanseverliği kimseye bırakmayan partilerden kendisine bir tehdit gelmediğini”. Bu sebebple bu partileri “adam yerine koymadığını” iddia etmiştir. Sistem bu partiler İşçi Partisi’ne yönelecek halk güçlerini barajlamak için kullanmaktadır. Ergenekon sürecinin ortaya koyduğu gerçek budur. İşçi Partisi’ne göre “Ermeni açılımı, Kürt açılımı, Kıbrıs açılımı ve Ergenekon Tertibi aynı paketin parçalarıdır” ve “Ergenekon kumpası da bu paketlerin uygulanması için gerçekleşmiştir.”

TKP

TKP’ye göre Ergenekon operasyonu ABD'nin Türkiye siyasetini AKP eliyle kendi hedefleri doğrultusunda yeniden şekillendirme girişimlerinin parçasıdır. TKP bu operasyonun Türkiye'deki sömürü düzeninin emekçi halka, Kürtlere karşı işledikleri suçları en azından bunların küçük bir bölümünü aydınlatmak, suç işlemiş devlet görevlilerini yargı önüne çıkarmak için yapılmadığını belirtmişti. TKP 2009’da yaptığı açıklamada “İşleyen yargı süreci değil, AKP'nin gücünü emperyalist merkezlerden alan gerici operasyonudur. Gözaltına alınanlar da işledikleri suçlardan değil, AKP'ye muhalefet ettiklerinden, ABD projeleri konusunda itiraz ya da çekincelerini dile getirdiklerinden Ergenekoncu olarak nitelenmektedir” demişti. TKP “Türkiye büyük bir felakete doğru sürüklenirken AKP hükümetine açık ya da gizli destek olanların, bu onursuzluğu kabul etmeyenleri faşistlikle itham edenlerin, tıpkı AKP hükümeti ve onun yandaşları gibi Amerikancı faşizmin "liberal" yol arkadaşları” olduğunu söylemişti. 2013’te Ergenekon Davası'nın açıklanan kararların ardından “Ergenekon bir mahkeme değildir. Ergenekon AKP diktatörlüğünün inşa sürecidir.” tespitini yapmıştı.

EMEP

Ergenekon Davası kapsamında başlayan operasyonları darbecilere karşı ilk kez böylesine net bir müdahale olduğu gerekçesiyle olumlu karşılayan EMEP bunun bütününün bir iktidar savaşı olduğunun altını çiziyordu. EMEP Genel Başkanı Levent Tüzel, Ergenekon davası ve halka karşı işlenmiş binlerce suçun aydınlatılması için bağımsız bir komisyon kurulması gerektiğini söylerken binlerce faili meçhul cinayetin ortaya çıkarılması, suikastların aydınlatılması, kayıpların bulunması için bu davanın tanıkları ve mağdurları olarak davaya müdahil olmak istediklerini ifade ediyordu. Ergenekon Davası olarak yansıyan ve devlet içindeki çeteleşmelerin soruşturulmasıyla başlayan gelişmelere dikkat çeken Tüzel, dava süreci ilerledikçe çete organizasyonlarının ve çeteleşen devlet kurumlarının halka karşı işlediği suçları da kapsama imkanlarının ortaya çıktığı soruşturmanın Türkiye’nin demokratikleşmesinin bir dayanağı olacak olguların ortaya çıkmasına da yol açacağını belirtiyordu. Davanın sonuca varması için yeterli delilin olduğunu söyleyen Tüzel, davanın demokrasi mücadelesinin bir parçası haline getirilmeden sonuç alınamayacağını vurguluyordu.

ÖDP

Özgürlük ve Dayanışma Ergenekon Yargılama sürecinde AKP’nin değirmenine su taşımayı reddetti. AKP’nin, Ergenekon sürecini iktidarını tahkim etme sürecinde bir tür yol temizliği olarak gördü. ÖDP’nin ana gövdesi onlarca insanın haksız şekilde yargılanmasına tepki gösterirken tıpkı AB sürecinde olduğu gibi Ergenekon davalarını da destekleyen küçük bir grup oldu.

Hem AB hem de Ergenekon ÖDP’de ayrılıkla sonuçlanacak sürecin en önemli kilometre taşlarından biri oldu. Özellikle Ergenekon sürecinin 12 Eylül referandumuna giden yolda bir tür altlık olarak değerlendirilmesi ÖDP metinlerinde eleştirildi.

Ergenekon davalarının temiz toplum ya da rejimin safralarından kurtulması olarak değil daha çok AKP ve Gülen cemaatinin bürokrasiyi ele geçirirken gerçekleştirdiği büyük tasfiye olarak değerlendirdi. AKP ve Cemaat’ten demokrasi beklemenin hayal olduğunu Ergenekon sürecinde de ifade etti.

Birikim Dergisi Çevresi

Birikim çevresi Türkiye’nin Avrupa Birliği adaylığı ve Ergenekon operasyonları gibi süreçlere İttihatçı, orducu ve bürokratik kesimlerin gücünü zayıflattığı ölçüde destek olmayı tercih etti. Soldan AB’ye yönelik getirilen eleştiriler milliyetçilikle özdeşleştirilerek solun özgüveni ve enternasyonalizmi yetersiz bulundu. Avrupa genişlemesi “Avrupa Devleti Kurmaya Çağrı” adı altında liberal demokrasiyi genişletebilme umuduyla savunuldu. Derin devlet organizasyonları Ergenekon davalarında yargılanmaktaydı. Ahmet İnsel’e göre, “vesayet rejimine” son vermeye uğraşan yegâne güç AKP’ydi. Ömer Laçiner’e göre, “bir parti olarak tanımlanan orduya” karşı muhafazakâr demokrat AKP’nin cephesinde Ergenekon operasyonları değerlendirilmekteydi. 2010 yılında NTV’de Can Dündar’ın konuğu olan Laçiner, Ergenekon operasyonları aracılığıyla cemaat kadrolarının edindikleri konumları kullanarak zaman içinde bir darbe yapacağı öngörülerini “aşırı yorum” olarak değerlendirmekteydi.

                                                                     /././.

SOL NE YAPTI (III) 

AKP’yi destekleyen sol liberallerin utancı: ‘Yetmez ama evet’çilik


2010 Anayasa referandumu solda büyük bir kırılma yarattı. Sol liberaller bu süreçte tamamen AKP’nin arkasına dizildi. ‘Yetmez ama evet’çilik bugüne gelirken AKP’nin günahlarına ortak oldu. Sosyalist sol ise ilk günden bugünleri öngördü.

12 Eylül 2010 Anayasa Referandumu solun ciddi polemiklere girdiği bir dönemdi. Bir tarafta ‘‘yetmez ama evet’’ ya da ‘‘evet’’ diyerek AKP’yi destekleyen sol liberaller, diğer tarafta AKP’ye ve Anayasa değişikliğine karşı ‘‘hayır’’ diyen CHP, sosyalistler ile demokratik kitle örgütleri. Bunların haricinde Kürt hareketi ve onun çevresinde boykotu örgütleyen kesimler…

‘Yetmez ama evet’ kampanyası 2010 yılında Anayasa değişikliğiyle Türkiye’nin daha demokratik bir ülke olacağını salık veriyordu. Bu referandumdan sonra ülkedeki ‘demokratikleşme’ hamlelerinin daha kolay yapılabileceğini ve ülkenin ‘statüko’dan kurtulacağını söylüyorlardı. Bu kesim ‘hayır’ cephesinde yer alan solu da statükoculuk ve ulusalcılıkla itham ediyordu.

İçinde ÖDP, TKP, Halkevleri, EMEP’in yanı sıra TMMOB, DİSK ve KESK gibi demokratik kitle örgütlerinin de olduğu ‘hayır’ cephesi ise bu anayasanın ülkeyi daha da otoriter bir hale getireceği uyarısında bulunuyorlardı. CHP de ‘hayır’ için tüm örgütünü seferber etmişti.

Anayasa değişikliğinden sonra yaşananlar Hayır cephesini haklı çıkardı. Bu değişiklikten sonra başta o dönemki adıyla HSYK iktidarın kontrolüne geçti. Tarih ‘yetmez ama evet’çilerin utancını yüzlerine çarptı.

DSİP

DSİP Genel Başkanı Doğan Tarkan Radikal’de “Neden yetmez, neden evet?” başlıklı bir yazı yazmış, “Evet” kazanırsa darbeciler, ulusalcılar, ırkçılar, 12 Eylül yandaşları bir darbe daha yiyecektir. Ve özgürlükçü bir anayasa için mücadele başlayacaktır” demişti. Doğan Tarkan yazısında tarihe geçecek şu cümlelere yer vermişti: “13 Eylül günü eğer ‘hayır’ oyları çoğunluğu sağlarsa bu toplum 12 Eylül Darbesi’ni onaylamış olacaktır. ‘Hayır’ için çalışmış, ‘evet’in kazanması için kolunu kıpırdatmamış herkes bu sonuçtan sorumlu olacaktır. 12 Eylül’ü savunmuş olmanın utancını yaşayacaktır. Darbeciler kazanmış olacaktır… İşçiler, emekçiler, Kürtler, 12 Eylül’ün kendisinden ve sonuçlarından etkilenenler kaybetmiş olacaktır. Darbelere karşı mücadele edenler, özgürlük isteyenler kaybetmiş olacaktır.”

Referandum sonrası Erdoğan kendilerine çabaları ve duruşu için teşekkür etmiş, Doğan Tarkan da bu teşekkürü başbakanın bir inceliği olarak sevinçle karşılamıştı.

DSİP'ten Roni Margulies de “Millet askerin anayasasını ben bozarım deyince oylarıyla askere nanik yapmış olacak” diyordu.

Baskın Oran “Biz de biliyoruz AKP'nin paketi makyaj yaparak sunduğunu, yetersiz olduğunu. Ama bir daha böyle bir fırsat ele geçmeyecek. 'Hayır' ya da 'boykot' diyenler, AKP üzerinde baskı yapmanın tek yolunu kaçıracaklar.”

BDP İstanbul Milletvekili Ufuk Uras da Doğan Tarkan’a çok benzer şekilde “bu paketin geçmemesi Ergenekoncuların zaferi olur” derken “Hayır demek solu sol yapan bütün değerleri inkâr etmek anlamına geliyor. Bu yaştan sonra Ergenekoncu cepheye su taşımanın anlamı yok” diyerek referandumu Ergenekon’la hesaplaşmaya bağlıyordu.

Birikim Çevresi

Birikim çevresinin 2010 referandumunda aldığı tutum “Yetmez Ama Evet” kampanyasıyla bütünleşti. Birikim dergisi sosyalistlerin sürdürdüğü sosyalizm ve demokrasi tartışmalarını “solla harmanlanmış bir liberal demokrasinin genişletilmesi” çerçevesine sığdırarak özgürlükçü tutumun referandumda evet demek olduğunu savundu. “Asker-sivil bürokrasi çekirdekli cenahın” vesayetçi zihniyetinin karşısına referandumda evet diyerek dikilmek gerekirdi. 2002’de AKP’yi “Muhafazakâr Demokrat İnkılap” söylemiyle selamlamakla, 2010’da evet demek arasında güçlü bir bağ bulunmaktaydı. Ömer Laçiner “sosyalist sıfatlı mikrokozmoz”, Ahmet İnsel “CHP’nin peşinden giden sol”, ve Murat Belge ise “merkezinde Kemalizm olan cephe” diyerek hayır diyenleri tanımladılar. AKP ve cemaat gibi İslamcı yapıların ABD ve AB desteğiyle kısa yoldan merkez siyaseti demokratikleştirebileceğine dair duyulan inanç Birikimcilerin 2010 referandumunda evet demesine yol açtı.

Eşitlik ve Demokrasi Partisi

ÖDP’den Ufuk Uras ile birlikte ayrılan Özgürlükçü Sol Hareket, SHP ve bazı Alevi örgütlerinin yöneticilerinin yer aldığı yeni “sol” parti Mart 2010’da Eşitlik ve Demokrasi Partisi adıyla kurulmuştu. Genel Başkanı Ziya Halis yaptığı açıklamada referanduma sunulan değişiklik paketinin eşitlikçi, demokratik, özgürlükçü ve sosyal bir anayasa ihtiyacının güncelliğini ortadan kaldırmadığını, sadece kısmi bazı iyileşmeler getirdiğini, ama mevcut statükocu güçlerin buna bile razı olamadıklarını belirterek, bu durumda referandumda ‘hayır’ tutumunu almanın darbecilerin hazırladığı 1982 Anayasası’na dolaylı da olsa ‘evet’ demek anlamına geleceğine işaret etmişti. EDP, referanduma sunulan Anayasa değişiklik teklifine ‘evet’, bunu hazırlayan AKP zihniyetine ve iktidarına ‘hayır’ dediğini açıklamıştı.

Kürt Hareketi

12 Eylül'deki referandumda sandığa gitmeme çağrısıyla Barış ve Demokrasi Partisi, Toplumsal Özgürlük Platformu, Sosyalist Demokrasi Partisi, Ezilenlerin Sosyalist Partisi, Partizan, Demokratik Haklar Federasyonu, Emekçi Hareket Partisi, Sosyalist Gelecek Parti Hareketi, Sosyalist Birlik Hareketi, Devrimci İşçi Partisi Girişimi, Demokrasi ve Özgürlük Hareketi, Sosyalist Dayanışma Platformu, Köz, Türkiye Gerçeği, Sosyalist Devrim Parti Girişimi olmak üzere sol siyasi parti ve oluşumlar bir araya gelerek Emekçilerin ve Ezilenlerin Boykot Cephesi’ni kurmuştu. Emekçilerin ve Ezilenlerin Boykot Cephesi, "Önümüze tarihi bir fırsat çıkmıştır. 'Yamalı' ya da 'yamasız', hiçbir şekilde 12 Eylül darbe anayasasını istemediğimizi boykotla göstermenin, şimdi tam zamanıdır" demişti. Boykota çağrı için yapılan mitinglerde BDP Genel Başkanı Demirtaş “12 Eylül günü referandumu boykot etmek için sandıklara gitmeyin. Boykot çağrımıza kulak verin. Eğer sandıklara gidecek olsanız CHP, MHP ve AKP üçlüsüne hizmet etmiş olacaksınız. Onlara, sandıklara gitmeyerek gereken dersi vermeliyiz. İşte bunun için, referandum bize tarihi bir fırsat veriyor” demişti.

Seçim sonuçlarında Kürt hareketinin güçlü olduğu bölgelerde katılım oranı düşük çıkarken bu bölgelerde neredeyse hayır oyu yok gibiydi.

Diyarbakır’da referandumun ardından BDP il binasında marşlar çalınıp, havai fişek gösterileri yapılmıştı. BDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, “Halkımızı kutluyorum. Bu başarıyı demokratik özerklikle taçlandırana kadar mücadeleye devam diyoruz” demiş, BDP Genel Başkan Yardımcısı Gültan Kışanak da seçimde halkın demokratik özerk Kürdistan isteğini dile getirdiğini söylemişti.

Devrimci Hareket

Devrimci Hareket “Evet-Hayır tercihinin” faşist anayasanın makyajını tazelemekten öte bir anlamı olmadığını, halkın geleceğinin evet-hayır ikilemine sıkıştırılamayacağını söyleyerek referandumda sandığa gitmeme kararı aldığını açıklamıştı. Referandum sonrası yaptığı açıklamada ise halk oylamasının, emperyalizmin ve işbirlikçilerinin ihtiyaçlarını karşılayacak biçimde sonuçlandığını, HSYK’nin yapısı ve Anayasa Mahkemesi ile ilgili değişiklikle de sistemin işleyişindeki damar tıkanıklıklarının giderildiğini belirtmişti.

ÖDP

Özgürlük ve Dayanışma Partisi, 12 Eylül referandumuna en hızlı tepki gösteren partilerdendi. TKP, EMEP ve Halkevleri ile kurulan “Hayır Cephesi” 2010 Anayasa referandumuna karşı en net ve güçlü karşıt çizgiyi oluşturdu. DİSK, KESK, TMMOB’nin de içerisinde yer aldığı Hayır Cephesi, ülkenin her yerinde Anayasa’ya Hayır oyu için mitingler düzenledi.

ÖDP için referandum 12 Eylül darbesiyle hesaplaşma değildi, AKP ve Gülen cemaati zaten 12 Eylül ürünüydü. Referandum da bu ortaklığın yargıyı ele geçirme operasyonuydu.

Anayasa Referandumu iktidar, cemaat, liberal çevreler tarafından demokrasi özlemi çeken mağdurlar karşısında konumlanan statüko ve darbecilere sempati duyan ulusalcılar karşıtlığı anlatısı üzerinden savunuluyordu. 12 Eylül darbesinin ardından yıllarca hapis yatmış, dönemin ÖDP MYK üyesi Oğuzhan Müftüoğlu’nun “Biz 12 Eylül’ün mağduru değil muhatabıyız” sözleri ise bu duruma partinin yaklaşımını özetliyor.


“12 Eylül Anayasasını da AKP Anayasasını da Kabul Etmiyoruz”, “12 Eylül’de Gülen’lere Hayır” gibi sloganlarla, anayasa referandumunun reddi için önemli kampanyalar düzenlendi. Ankara ve İstanbul’da iki büyük miting yapıldı.

2010 Referandumu Türkiye solu açısından tartışmalı gündemlerden biriyken, ÖDP için de ayrı bir anlam taşıyordu. Referandum sürecinde dikkat çeken “Yetmez Ama Evet” sloganı ile anayasa değişikliğini destekleyen DSİP, EDP (sonrasında Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi) gibi kesimler, ÖDP’nin kurucusu olduğu “Hayır Cephesini” hedef alan yazılar ve açıklamalarda bulundu. AKP ve cemaatin Türkiye’yi demokratikleştireceğini savunan bu çevreler ile ÖDP arasındaki gerilim, referandum öncesine dayanıyordu.

ÖDP’nin 2009 kongresinde eski genel başkanı ve dönemin bağımsız milletvekili Ufuk Uras ve takipçileri 2 yıllık tartışmalı bir sürecin ardından genel başkanlık seçimini kaybedip partiden ayrılmıştı. Uras ve çevresinin, ÖDP’nin çoğunluğunu temsil eden siyasi tutumun aksine liberal, iktidara karşı yumuşak tavırlı ve BDP eksenindeki pozisyonu ÖDP içerisinde ayrılığı getirmişti. Ardından yine bu çevrenin bayraktarlığını yaptığı “Yetmez ama Evet” sloganı, Türkiye solunun en tartışmalı ve trajik tutumlarından biri olarak tarihe geçti.

EMEP

EMEP 12 Eylül'de referanduma gidecek olan Anayasa değişikliğinin ne demokratik ne de halkın çözüm bekleyen sorunlarına yanıt verdiğini, bu haliyle AKP’nin politik hesaplarının bir ürünü olduğunu söyleyerek “hayır” oyu vereceğini açıklamıştı. AKP’nin anayasa değişikliğiyle anti-demokratik sistemi meşrulaştırma ve güçlendirmeyi gözettiğine, ortada demokratik içerikli bir yargı reformu olmayıp yüksek yargıyı yürütmenin kontrol ve etkisine alan bir düzenleme olduğuna ve demokratikleşme görünümü ile seçimlere doğru siyasi rant elde etme hesabı güdüldüğüne dikkat çekmişti. EMEP “Mevcut anayasayı tutuculukla savunan ve bağlılığını ifade ederek hayır diyen muhalefet güçlerinden farklı olarak bu demokratikleşme aldatmacasına hayır diyerek yanıt vereceğini” belirtmişti. EMEP bu süreçte ÖDP, TKP, Halkevleri ile İstanbul ve Ankara’da ortak mitingler yaparak “hayır oyu” için emek vermişti. Bu mitinglerde Tüzel, anayasa değişikliği paketinde Kürtlerin taleplerine ilişkin hiçbir unsurun olmamasının da ‘hayır’ oyu kullanmak için yeterli bir sebep olduğunun altını çizmişti.

TKP

2010 referandumunda “hayır” bloğunda yer alan TKP “hayır” oyunun, AKP iktidarına karşı tavizsiz konumlanış anlamına geldiğini söylemişti. TKP, bu “HAYIR”, AKP’nin kendi iktidarını sağlamlaştırmak, yürütme erkinin diktatörlüğünü pekiştirmek için yaptığı ve yapmaya çalıştığı bütün yasal düzenlemelere topyekûn karşı koyuş, faşist 12 Eylül’ün halkımıza dayattığı anayasanın değiştirilmekte olduğu yalanlarını boşa çıkarmak ve 12 Eylül’e ve onun anayasasına karşı başından beri tavrını koyan, bu uğurda bedel ödeyen devrimcilerin kendi değerlerini yobaz-liboş koalisyonuna yedirmeyeceği anlamına gelir” demişti. TKP hayır oyu için ülkenin dört bir yanında tüm engellemelere rağmen mücadele ederken Ankara’da ve İstanbul’da EMEP, ÖDP ve Halkevleri ile ortak “Eşit ve Özgür Bir Ülke İçin 12 Eylül Anayasası'na da AKP Anayasası’na da Hayır” mitingi düzenlemişti. Dönemin TKP MK üyesi Erkan Baş mitingde “AKP'nin yaptığı şey, yıpranan 12 Eylül'ü tazelemektir, yenilemektir. Büyük bir yalan ve saldırı ile karşı karşıyayız.” diyerek uyarılarını dile getirmişti.

***

‘YETMEZ AMA EVET’ KAMPANYASI

2010 yılından bugüne en çok tartışılan başlıklardan biri ‘Yetmez ama evet’ kampanyası oldu. “Yetmez ama evet”çiler AKP’nin 2010 Anayasa Değişikliği Referandumu’yla antidemokratik, otoriter, tek bir kimliği dayatan devlet anlayışı ve faşist 12 Eylül darbesiyle hesaplaşma adına eksik de olsa olumlu bir adım olarak desteklenmesi gerektiğini iddia ediyordu. Kendini Marksist olarak tanımlayanlardan özgürlükçü, muhafazakâr demokrat olarak tanımlayanlara kadar akademi, edebiyat, kültür sanat dünyasından insanın toplumsal kesimleri evet oyu vermeye ikna etmek için kullandıkları slogandır. Bu sloganın isim babası Hayko Bağdat olmuştur. Günümüzde bu slogan “kullanışlı aptallık”la birlikte anılıyor. O dönem ‘Yetmez ama evet’ kampanyasına katılan birçok kişi daha sonra özür diledi.

(devam edecek)










ABD Suudi Arabistan'ı neden yanında tutamıyor? - Erhan Nalçacı / SOL

 

'OPEC+ vakası bize bir kez daha emperyalist düzenin kimyasının eskisi gibi olmadığını gösteriyor.'

Ukrayna savaşı ile emperyalist rekabet ve taraflaşma hızında artma oldu.

Geçen hafta ele almıştık  ABD uzun yılardır Almanya’nın sanayi gücü ile Rusya’nın ucuz enerji tedariki ve pazarının bir araya gelmesinden endişe duyuyor ve bu eğilimi bozmaya çalışıyordu. Ukrayna savaşındaki en büyük başarısının şimdilik bu ilişkiyi bozması ve Alman sermayesini silahlanmaya ve doğuya doğru genişlemeye ikna etmesi olduğu görülüyor.

Ancak her yerde ABD’nin işi yolunda gitmedi. Bu yüzyılın ABD emperyalizminin hegemonyasında bir kırılmaya ve çöküşüne tanıklık edebileceğini uzun süredir yazıyoruz.

Ekim ayı başlarında çoğunlukla dikkatlerden kaçan bir olay gerçekleşti.

ABD toplanma hazırlığı yapan OPEC (Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü) ülkelerinden petrol üretimini artırmalarını talep etti. Böylece petrol fiyatlarının düşmesi ile hem Rusya’nın petrol gelirleri azalacaktı hem de savaşın kışkırttığı enflasyon biraz olsun kontrol altına alınabilecekti.

Aktörleri tanımak için OPEC üyelerini hatırlayalım:

Dünyanın en büyük petrol ihracatçısı olan Suudi Arabistan liderliğinde BAE, Venezuela, İran, Irak, Libya, Kuveyt, Cezayir, Angola, Kongo, Ekvator Ginesi, Gabon ve Nijerya OPEC üyesi ülkeler. 1960 yılında kurulan OPEC’e ilave olarak 2016’da bir genişleme oldu ve bu yapıya OPEC+ adı verildi. Rusya, Azerbaycan, Bahreyn, Brunei, Kazakistan, Malezya, Meksika, Umman, Güney Sudan ve Sudan sürece eklendiler.

Böylece dünya çapında büyük bir petrol ve doğalgaz karteli oluşmuş oldu.

Ekim başında Viyana’da yapılan toplantıda bırakın petrol üretimin artırmayı aksine günde 2 milyon varil üretimi kısma kararı çıktı. Bu kısıntı toplam petrol üretiminin yüzde 2’sine denk geliyor.

Beyaz Saray’dan John Kirby bu kararın Rusya’ya Ukrayna savaşında askeri ve manevi destek sağlamakla eşdeğer olduğunu söyledi ve Suudi Arabistan ile ilişkileri yeniden gözden geçireceklerini bildirdi.

OPEC sözcüleri ise aldıkları kararın siyasi olmadığı ve dünyadaki ekonomik durgunluğa karşı bir önlem olduğunda ısrar ettiler.

Aslında bir yanıyla Rusya’yı desteklemek için değil, gerçekten petrol üzerinden kazançlarını yüksek tutmak için üretimi kısma kararı almış olabilirler.

Ama ABD’nin direktifine uymamaları ve tamamen ters yönde bir karar almaları sadece siyasi olarak açıklanabilir.

1973’te Arap-İsrail Savaşı esnasında İsrail tarafını tutan ABD ve Avrupa kökenli emperyalist ülkelere karşı başlatılan petrol boykotunun birçok sonucu oldu. Bunların en önemlisi Suudi Arabistan ve diğer petrol üreticisi Arap devletlerinin güvenlik karşılığı petrolü dolar üzerinden satacakları ve petrol piyasasını ABD’nin isteklerine göre belirleyeceklerine dair varılan anlaşmaydı.

Kime karşı güvenlik? Başta İsrail yayılmacılığı ve dünya işçi sınıfı hareketine karşı ABD feodal egemenlere güvenlik sözü veriyordu.

Bu zımni anlaşma yakın zamana kadar emperyalist dünyanın temel çivilerinden biri oldu.

Ancak bir süredir bozulmaya doğru gidiyor ve OPEC+’nın Ekim toplantısı bu dönemin sonuna gelindiğine dair bir işaret olarak alındı.

Süreç içinde nelerin değiştiğine kısaca bakalım:

Birincisi, Körfez’in gerici feodal egemenleri süreç içinde kapitalizme uyum sağladılar, hâlâ gericiler ama bir yandan da kapitalist reformları gerçekleştiriyorlar. İki gün önce Suudi Arabistan’da modernleşmeyi tartışan Özkan Öztaş’ın yazısına göz atabilirsiniz. Haberlere göre artık Suudi Arabistan’da her 10 dakikada bir boşanma davası görülüyormuş. Kadınları kapitalizmin içine çekmeden boşanma hızı artmaz bir ülkede.

Kapitalistleşme milliyete ve dine dayalı siyasi yaklaşımı da değiştirdi. İsrail ile iki sene önce yapılan İbrahim Anlaşması ABD’nin başarısı olarak sunuldu. Ancak bu yaklaşım Körfez ülkeleri egemenlerinin çıkara dayalı kapitalist ilişkiler etrafında uluslararası ilişkileri ördüğü anlamına da geliyordu.

İkinci olarak, 1970’li yıllarda Sovyetler Birliği ve Çin Halk Cumhuriyeti’ni işçi sınıfı siyasetinin devletleşmiş hali olarak tehdit unsuru olarak görüyorlardı. Şimdi böyle bir tehdit de hissetmiyorlar.

Ama 1970’den bu yana dünya ekonomisi özellikle son 20 yılda çok değişti. Eskiden petrolü esas olarak Batının emperyalist ülkeleri tüketir ve petrol kullanarak ürettikleri sanayi ürünlerini dünyanın geri kalanına satarlardı. Şimdi eksen Doğu'ya doğru kaydı, başta Çin olmak üzere Asya dünyanın fabrikası haline geldi. Doğal olarak en çok petrol Asya’da tüketiliyor ve Körfez ülkelerinin ihracat profili değişiyor. Aşağıdaki iki grafik gelinen durumu anlamamızı kolaylaştıracak:

Şekil 1: Suudi Arabistan’ın petrol ihraç ettiği ülkeler toplam petrol ihracatının yüzdelerine göre sıralanıyor. Çin’e yapılan ihracatın büyüklüğü dikkat çekiyor. ABD ise bu ihracatta küçük sayılabilecek bir yüzdeyi alıyor.
Şekil 2: Suudi Arabistan’ın çoğu sanayi ürünü olmak üzere ithalat yaptığı ülkeler ve toplam ithalatta aldıkları paylar görülüyor. Çin ithalatta da birinci konumunu koruyor.


Bu son iki yıla ait verilerden üretilen grafikler dünyanın iktisadi ekseninin 1973’lere göre ne kadar çok değiştiği konusunda fikir veriyor.

Çin’in Suudi Arabistan’ın birinci ticari partneri durumuna yükseldiğini görüyoruz. Ülkelerin coğrafi konumları ekonomik işbirliği için bazı olanaklar sunar. ABD’nin içinde bulunduğu gerilemeyi açıklayacak çok faktör var muhakkak. Ama Suudi Arabistan ile ABD ilişkisini coğrafi açıdan düşünün bir kez, arada Afrika ve Atlantik okyanusu var. Suudi Arabistan’ın sanayileşmiş bir Asya ile ilişkisi kendinden bir doğallık gösteriyor. 

BAE gibi Suudi Arabistan da tek ürün ihracatçısı olmak yerine kendi sanayisini geliştirmek istiyor ve Çin ile tedarik zincirleri konusunda paslaşıyorlar. Her iki ülkenin sanayi ve ticaret bakanları neredeyse her hafta görüşmeye başlamışlar.

Ayrıca Suudi Arabistan BRICS üyesi olmak için başvurdu ve muhtemelen 2023’te bu olay gerçekleşecek.

Buna bir de Çin ile ticaretin Yuan üzerinden yapılmasını görüştüklerini ilave edin. Henüz net bir şey yok ama bu kadar ısınan bir konu eninde sonunda önümüze gelecektir.

OPEC+ vakası bize bir kez daha emperyalist düzenin kimyasının eskisi gibi olmadığını gösteriyor.

Erhan Nalçacı / SOL

Cumhuriyetten sonra - Aydemir Güler / SOL

 

'Bugün kavga Cumhuriyet sonrasının çöküntü alanı mı sosyalizm mi olacağı hakkındadır. Bu sorunun yanıtı uzun olmayan bir hesaplaşma sürecinde açıklık kazanacak.

Cumhuriyetten sonra iki şey olabilir. Biri topraklarımızın çöküntü alanına dönmesidir. Aslında Türkiye her düzlemde bu süreci yaşamakta, çürümekte ve çözülmektedir. Burada sermaye sınıfı ve devletin tersine zaman zaman konsolide edilmesinde bir çelişki bulunmuyor. Egemenlerin kazancıyla toplumun çürümesi paraleldir. 

Diğer seçenekse sosyalizmdir... 

Yalçın Küçük “Kemalizm bizi ileriye götüremez. Biz Kemalizm’den geri düşmeyiz” demişti: “Kemalizm’den geri dönülmesini kabul etmeyiz. Geriye baktığımızda, Kemalizm, bizim frenimizdir. İleriye baktığımızda, Kemalizm’in ötelerine açılma zorunluluğu duyuyoruz.” 

Doğrudur ve söz konusu olan burjuva devrimidir. Türkiye burjuva devriminin, adı üstünde bir sınıfı var ve onu biliyoruz. Yalnızca cahiller herhangi bir burjuva devrim sürecini nasıl ele alacağını tartışırken, burjuva devriminin içinde burjuva karşıdevriminin yerleşik olduğunu “keşfetmekten” tatmin olabilirler! Elbette öyledir. Devrim tam da yeni sömürücü sınıfa yaslanmaya yöneldiği için halk kitlelerinin harekete geçtiği devrimci evreye nokta koyma eğilimini bağrında taşır. Bu handikaba düşmemek sosyalist devrimlere nasip olur…

Hiç de başkalarınınkinden daha fazla defolu olmayan bizim Cumhuriyet Devrimimizin 1908’den başlatabileceğimiz, inişli çıkışlı yirmi yıllık ilerleyişi, tarihe geri dönülmez bir modernlik çizgisi çekmiş ve bunu Cumhuriyet değerleri halkımıza armağan etmiştir. 

Bu, Anadolu ve Trakya’nın büyük bölümüne doğrudan veya Yunanistan’ın taşeronluğuyla el koymak isteyen emperyalizme karşı bağımsızlık çizgisidir. 

Bu, hilafetle temsil olunan “eski rejim”e karşı laiklik çizgisidir. 

Bu, saltanatın reva gördüğü boynu bükük tebaaya karşı özgür yurttaşların hakları çizgisidir ki kamuculuğun başladığı yer de burasıdır. 

Sosyalist, komünist, işçi sınıfına ve emekçi halka dayanan akımlar bu çizgiyle birlikte yoğruldular, yoğrulduk. Bağımsız, laik cumhuriyet sayfasının açılmasından önce eski düzenin de bir solu elbette vardı. Burjuva devrimiyle birlikte ise yeni, modern bir sol ortaya çıkmıştır. Solculuk yeniden ve kalıcı olarak tanımlanmıştır. Öyle ki, Kemalizmden, burjuva devriminden geri dönüldüğünde biz yokuz, yok oluruz. Hedefimiz olan sosyalizmi, eşitliği, özgürlüğü ancak o çizginin ilerisi için resmedebiliyoruz. Yalçın Hoca’nın veciz sözlerine bir başka form kazandırabiliriz o halde: Bugün eşitlik ve özgürlükten söz eden herkes, bu kapsama giren her mücadele varlığını burjuva devrimine borçludur. Laik, yurtsever ve kamucu olmayan, sol da değildir. Dinsellikle barışıp kaynaşmayı, emperyalizmin önemsizleştirilmesini veya sorunların çözümünde başka devletlere rol atfetmeyi, özel mülkiyetçiliğe sempatiyi aklından geçirenler direksiyonu sağa çevirmişler demektir. 

Eksik kalmasın; emekçiler ancak ülkeleri hakkındaki kararlar yine orada alınıyorsa, yetki emperyalist merkezlere havale edilmemişse karar mekanizmalarına uzanabileceklerdir. Bir ülkenin emekçilerinin çıkarı tartışmasız biçimde bağımsızlıktadır.

29 Ekim’de bunları çok konuştuk. Ama sonrasında da devam etmek lazım, anlaşılan. Lazım, çünkü kimi solcular Cumhuriyetin, bizim için gerisine düşülemez çizgiyi çeken bir devrim olmasının karşısına burjuva diktatörlüğü kavramını koyarak iş yaptıklarını zannediyorlar! Her şey sınıfsaldır ve geçmişteki her ileri adım, işçi sınıfı ve emekçi halkın sosyalist adımı değilse bir başka sınıfla bitişiktir. Geçmişte kurulmuş ve gelecekte kurulacak her devlet bir diktatörlüktür. Burjuva devrimlerinin tarihsel ürünü burjuva diktatörlüğüdür. Feodalitenin, aristokrasinin, toprak mülkiyetine dayalı arkaik sınıfların, dinsel ideolojiden toplumsal çimento imal eden biat düzenlerinin yerine bir burjuva diktatörlüğünün geçtiğini söylemek marifet değildir. Marifet, Marx’ın Manifesto’sunda bu değişimin insanlığın özgürleşmesinde nasıl zorunlu ve heyecan verici bir dönemeç oluşturduğunu anlamaktır. Marifet gideni ve gelmekte olanı, sosyalizmi, işçi sınıfını anlamaktır...

Cumhuriyete düşman solculuk türünün bugünkü çatısının Kürt ulusalcılığı olduğunu görüyoruz. Burjuva devriminin bizdeki ve çoğu yerdeki veçhelerinden biri de, ulus-devletin oluşmasıdır ve merkezileşme Kürt feodalitesinin özerk alanlarına el konması anlamına gelmiştir. Burjuva devrimcileri bunu yaparken Kürt yoksullarını harekete geçirmeyi, bir köylü hareketi örgütlemeyi denememiş, kendilerine yandaş feodal devşirmeyi tercih etmişlerdir. Dolayısıyla milliyetçi Kürtlere Türkiye burjuva devriminde samimiyetle tutacakları bir dal kalmadığı doğrudur.

Lakin aynı denklem Kürt yoksulları için geçerli olamaz. Devrimin, bir köylü hareketi örgütlemeye kalkışmamış, kadim feodaliteyi devrimci bir hamleyle yıkıp geçmemiş olması, Kürt köylüleri de tebaa olmaktan çıkartan sürecin yine Cumhuriyet Devriminin ta kendisi olduğu gerçeğini değiştirmez. Bu gerçeği görmeyenler bu ülkede özgür yurttaşlık kategorisinin Cumhuriyet sayesinde kurulduğunu, Kürt aydınlarının Osmanlı’nın geçmişte kalmış ademi merkeziyetçiliğine değil, tam da bu yeni duruma tutunarak geliştiklerini anlamamaktadırlar. Hal böyle olunca fren falan kalmamakta ve Osmanlıcı bir özgürlük ütopyası uydurulmaktadır! 

Sözlerini sonradan “Cumhuriyet’i değil tekçiliği eleştirdim” diye doğrultmak zorunda kalan Pervin Buldan’ın, Cumhuriyeti “yüz yıllık bir yıkım süreci” olarak damgalaması Kürt milliyetçiliğinin son ilanı olmuştur. Bu ilan Kürt ulusalcılarının AKP’yle 2015’e kadar kurmayı denedikleri ittifakın rastlantısal değil tarihsel olduğunun yeniden teyit edilmesidir. Laiklik, yurttaşlık-kamuculuk ve bağımsızlık düşmanlığı Kemalizm’den geriye gidişle, Osmanlıcılıkla çakışır. Türkiye’nin çürümesinden ve çözülmesinden ileri bir adım çıkmayacağı açık olmalıdır. 

Demagog seslenir: Peki, sol ezilen Kürtlere kayıtsız mı kalsın? Coğrafyamızın bütün anadillerinden gelen emekçileri bünyesinde birleştiren sol, herhangi bir adaletsizliğe sessiz kalmasın elbette. Ama el çabukluğuyla bu organik duyarlılığı politik veya sadece seçim pazarlığıyla ilgili bir stratejik ittifak haline getirmeye de kimse kalkışmasın! O yol solculuktan ayrılış sapağıdır…

Geçmişimizdeki devrime düşmanlık besleyerek önümüzdeki devrimin parçası olunmaz. Bu saçmalık bugün Kürt milliyetçiliği sayesinde yaşanıyor. Solun geçmişinde bunun köklerini değil esin kaynaklarını bulabiliyoruz. Belki bir tanesini, Cumhuriyete toz kondurmamış TKP’nin, otuz yılı aşkın süre en üretken beyinlerinden biri olan Hikmet Kıvılcımlı’nın Müslümanlığın sosyalizmle barışık yönlerini abartması olarak not edebiliriz. Bir diğeri kesinlikle, 27 Mayıs’ı izleyen Kemalist Rönesansın sosyalizmin üstünde bir kuşatmaya dönüşmesine karşı koymaya çalışırken gayet ayarsız bir teori kuran İdris Küçükömer’dir. Üçüncüsü ve en dramatik olanı, 68 kuşağının en gözü peklerinden, İbrahim Kaypakkaya’dır. İşkencede öldürüldüğünde sadece 25 yaşında olan İbo’dan bugüne devrimcinin boyun eğmeyişi mi kalmalıdır, Kemalizmi faşizmle karıştırma yanılgısı mı? 


Günümüz okurunun aklına bunlardan önce Birikim ekolü gelmiş olabilir. Onu geçelim; Birikim solun laiklik-yurtseverlik-kamuculuk üçgeninden çoktan çıkmış ve sağcılaşmış bir topluluktur. 

Yürüttüğümüz tartışma ise geçmişle ilgili sayılmamalıdır. Bugün kavga Cumhuriyet sonrasının çöküntü alanı mı sosyalizm mi olacağı hakkındadır. Bu sorunun yanıtı uzun olmayan bir hesaplaşma sürecinde açıklık kazanacak. 

Aydemir Güler / SOL

BELLEK - 5 KASIM -

 


 OLAYLAR: 

  • 1499 - Jehan Lagadeuc tarafından 1464'te Tréguier'de yazılan Catholicon Yayını; bu ilk Bretonca sözlük ve aynı zamanda ilk Fransızca sözlüktür.
  • 1605 - Guy Fawkes İngiltere'de Westminster Sarayı'nı havaya uçurmaya kalkıştı. Fawkes ve arkadaşları idam edildi. (Barut komplosu)
  • 1638 - IV. Murat komutasındaki Osmanlı ordusu, Musul'a girdi.
  • 1840 - Afganistan, İngilizlere teslim oldu.
  • 1895- New York Rochester’dan George B. Selden, benzinle çalışan otomobil için ilk ABD patentini aldı.
  • 1898 - Negrese milliyetçileri, İspanyol yönetimine karşı ayaklandı ve kısa ömürlü Negros Cumhuriyeti'ni kurdu.
  • 1912- Selanik Osmanlı yönetiminden çıktı.
  • 1912 - ABD Başkanlık seçimlerini Woodrow Wilson kazandı.
  • 1914- İngiltere, Osmanlı’ya savaş ilan etti. Kıbrıs’ın yönetimi Osmanlı İmparatorluğu’ndan İngiltere’ye geçti.
  • 1918- Kars’ta Milli İslam Şurası Cemiyeti kuruldu.
  • 1919 - Gaziantep, Fransız kuvvetleri tarafından işgal edildi.
  • 1922 - İsmet Paşa başkanlığındaki TBMM Delegasyonu, Lozan Barış Konferansına katılmak üzere, İsviçre'ye hareket etti.
  • 1925 - Benito Mussolini, sol partilerin tümünü kapattı.
  • 1925 - Ankara Hukuk FakültesiAtatürk tarafından açıldı.
  • 1930 - İlk televizyon reklamı Londra'da gösterildi.
  • 1934 - Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü (Türkiye) kuruldu.
  • 1936 - Eski adı Mekteb-i Mülkiye olan Siyasal Bilgiler Okulu İstanbul'dan Ankara'ya taşındı.
  • 1940 - ABD Başkanlık seçimlerini Franklin D. Roosevelt kazandı.
  • 1942 - II. Dünya Savaşı günlerinde, lokantalara ve birahanelere ekmek verilmesi yasaklandı.
  • 1945 - Kolombiya, Birleşmiş Milletler örgütüne üye oldu.
  • 1956 - Sovyet tankları Macaristan'daki ayaklanmayı bastırdı; Janos Kadar başkanlığında yeni bir Hükümet kuruldu.
  • 1957- Vatan Partisi Genel Başkanı Dr. Hikmet Kıvılcımlı tutuklandı. Hikmet Kıvılcımlı dini siyasete alet ederek komünizm propagandası yapmakla suçlanıyordu. Vatan Partisi’nin 15 Ekim 1957’de İstanbul Eyüp Meydanı’nda düzenlediği mitingde Hikmet Kıvılcımlı islamdan  verdiği örneklerle halka seslenmişti
  • 1964-Çalışma Bakanı Bülent Ecevit, Bonn’da yaptığı basın toplantısında önümüzdeki 3 yıl içinde 300 bin işçinin daha başta Batı Almanya olmak üzere muhtelif Batı Avrupa ülkelerine çalışmaya gideceğini açıkladı
  • 1964 - Türkiye - Sovyetler Birliği Kültür Anlaşması imzalandı.
  • 1968 - ABD Başkanlık seçimlerini Richard M. Nixon kazandı.
  • 1972 - Bülent Ecevit, bir gün önce CHP üyeliğinden istifa eden İsmet İnönü için, "İnönü'ye esenlik ve uzun ömür dilerim" dedi.
  • 1973- Gelir vergisi ödemeleri içinde memur ve ücretlilerin ödedikleri vergi oranının artarak yüzde 66’ya yükseldiği açıklandı.
  • 1977- Sinema emekçilerinin “Yeni sansür yönetmeliğini protesto yürüyüşü” İstanbul Taksim’de başladı. Yürüyüş, İstanbul’dan Ankara’ya yapılıyor. Sinema emekçileri sabah 09:00’da Beşiktaş Barbaros Anıtı önünde toplanıp Taksim’e yürüdü ve Atatürk Anıtı’na siyah çelenk koydu. Taksim’den sonra araçlarla Üsküdar’a geçen yaklaşık 200 sinema emekçisi buradan araçlarla gittikleri İzmit’te sessiz bir yürüyüş yaptı.
  • 1979 - Ayetullah Humeyni ABD'yi en büyük şeytan ilan etti.
  • 1982- Siyasi mülteci olarak Hollanda’da yaşayan TKP/ML militanı Nubar Yalım’ın, evinde MİT tarafından öldürüldüğü açıklandı.
  • 1984 - Güney Afrika Cumhuriyeti'nde ırkçılığa karşı genel grev yapıldı.
  • 1985- Sıkıyönetimin kalkması sonrası üniversitelere dönmek isteyen 1402’liklere YÖK’ün rektörlüklere gönderdiği 14 Ağustos 1985 tarihli”sıkıyönetim komutanlıklarınca görevden alınanların bir daha kamu hizmetine dönemeyeceği”ne ilişkin bir yazıyla engel olduğu ortaya çıktı.
  • 1986 - Yanmasının ardından 45 yıl sonra, İstanbul Ortodoks Fener Rum Patrikhanesi'nin yeniden yapılmasına izin verildi.
  • 1988- Sakıp Sabancı komünist parti için “kontrollü müsaade” önerdi.
  • 1989- Zülfü Livaneli’nin “Sis” filmi, Valencia Festivali’nden sonra, Fransa’da düzenlenen Akdeniz Festivali’nde de büyük ödülü kazandı.
  • 1991 - Filipinler'de meydana gelen selde yaklaşık 7000 kişi öldü.
  • 1994 - 45 yaşındaki George Foreman, Michael Moorer'ı nakavt ederek en yaşlı ağır sıklet boks şampiyonu oldu.
  • 1997- DİSK’e üye oldukları için Kartal Belediyesi’nin taşeronu Albayrak’tan atılan 67 temizlik işçisinin direnişi 151. gününde.
  • 1998- Danıştay, 10 aylık hapis cezası kesinleşince, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı başkanlıktan düşürdü.
  • 1999- YÖK’ü protesto etmek isteyen öğrencileri polis Vezneciler ve Beyazıt’ta döverek dağıttı, 147 öğrenci gözaltına alındı.
  • 1999- Fikret Kızılok’un ilk dönem parçalarının bir araya getirildiği “Gün Ola Devran Döne” albümü çıktı.
  • 2001- Polis, F tipi cezaevlerini protesto etmek amacıyla bir yılı aşkın süredir ölüm orucu eyleminin devam ettiği İstanbul Küçükarmutlu’daki iki eve panzerler, iş makinaları, göz yaşartıcı bombalarla operasyon yaptı; Arzu Güler, Sultan Yıldız, Bülent Durga ve Barış Kaş yaşamını kaybetti, ikisi ağır 10 kişi yaralandı. Küçükarmutlu’ya polis saldırısında ölenlerle birlikte Aralık 2000’deki “Hayata Dönüş Operasyonu’ndan bu yana ölüm oruçlarında hayatını kaybedenlerin sayısı 77’ye yükseldi.
  • 2004- Che’nin günlüklerinden Walter Selles’in sinemaya uyarladığı “Motosiklet Günlüğü” Türkiye’de gösterime girdi.
  • 2006- Nikaragua’da devlet başkanlığı seçimini 16 yıl sonra yeniden Sandinist lider Daniel Ortega yüzde 40.1 oyla kazandı. Sandinistler 1979 devrimiyle iktidara gelmiş, 1990 yılında Ortega seçimi kaybetmişti. ABD’nin desteklediği muhafazakar banker Eduardo Montealegre yüzde 32.7 oy aldı.
  • 2006 - Irak'ın devrik lideri Saddam Hüseyin'e, bir kentte 148 Şii'nin öldürülmesi suçundan idam cezası verildi
  • 2009- 10.Uluslararası Antalya Piyano Festivali’nde Fazıl Say’ın Nazım Hikmet konserine Genco Erkal şiirlerle katıldı.
  • 2009-  İtalyan çizer Rodolfo Marcenaro’nun “Çizgilerle Komünist Manifesto” kitabı Nail Satlıgan ve Kaan Emek’in çevirisiyle “Yordam Kitap’tan yayınlandı.
  • 2012- Taksim Yayalaştırma Projesi kapsamında Cumhuriyet Caddesi trafiğe kapatıldı. Taksim Dayanışması, her gün 2 saat süreyle ”nöbet eylemi” kararı aldı.
  • 2016- Cumhuriyet gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Murat Sabuncu’nun da aralarında bulunduğu 9 kişi tutuklandı.


 DOĞUMLAR: 


ÖLÜMLER: 

  • 1515 - Mariotto Albertinelli, İtalyan ressam (d. 1474)
  • 1807 - Angelica Kauffman, İsviçreli Neoklasik ressam (d. 1741)
  • 1848 - Josua Heilmann, Fransız mucit ve sanayici (d. 1796)
  • 1930 - Christiaan Eijkman (d. 11 Ağustos 1858 - ö. 5 Kasım 1930), Hollandalı tıp doktoru ve fizyoloji profesörü. Beriberi hastalığının kötü beslenme ile ilgili olduğunu göstererek vitaminlerin keşfinde öncü olmuştur. Çalışmaları sayesinde Sir Frederick Hopkins ile birlikte 1929 yılında Nobel Fizyoloji veya Tıp Ödülünü kazandı.
  • 1955 - Charley Toorop, Hollandalı ressam (d. 1891)
  • 1955 - Maurice Utrillo, Fransız ressam (d. 1883)
  • 1958- Ahmet Muhtar Cilli, (1871, Trabzon - 5 Kasım 1958), 

    İstanbul Yüksek Mühendis Okulu mezunudur. Hicaz Demiryolları Mühendisliği, Nâfıa Nezâreti Demiryolları Umûm Müdürlüğü, Hicaz Demiryolları Umûm Müdürlüğü, Nâfıa Nezâreti Müsteşarlığı, Osmanlı Meclis-i Mebûsan IV. Dönem Trabzon Mebusluğu, Doğu Anadolu Demiryolları İstiksaf ve İnşaat Başmühendisliği, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası Kurucu Üyeliği, TBMM II. Dönem Trabzon Milletvekilliği, Nâfıa Encümeni Reisliği, 1. Hükûmet Nâfıa Vekilliği yapmıştır. Evli ve üç çocuk babasıdır.

  • 1973 - İsmail Dümbüllü, Türk orta oyunu ve tuluat sanatçısı (d. 1897)

  • 1977 - Aleksey Stahanov, Stahanovizmin öncüsü olan Sovyetler Birliği madencisi (ö. 1906)
  • 1988 - Naşide Saffet Esen, Türk model ve 1931 Türkiye güzeli (d. 1912)
  • 1989 - Vladimir Horowitz, Rus piyanist (d. 1903)

  • 1992 - Adile Ayda (22 Şubat, 1912-05 Ekim, 1992) 
  • Türk diplomat, akademisyen ve yazar (ilk kadın diplomat) İlk kadın senatör ve diplomat, akademisyen, yazar (D. 22 Şubat 1912, St. Petersburg / Rusya – Ö. 5 Ekim 1992Ankara). Yazar ve hukukçu Prof. Dr. Sadri Maksudi Arsal (1880-1957) ile Kamile hanımın kızı, Şakir Rami ve Nizamettin Maksudi’nin torunu, Naile Turhan’ın ablası, Reşid Mazhar Ayda’nın (Ö. 5 Ekim 1986) eşi, Gönül Pultar ve Gülnur Üçok’un annesidir. İlköğrenimi Berlin ve Paris’te yaptıktan sonra, ortaöğrenimini İstanbul’daki Notre Dame de Sion Fransız Lisesinde tamamladı. 1932’de Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesinden, daha sonra da AÜ Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Fransız Filolojisi Bölümünden mezun oldu. 1941’de DTCF’de Fransız edebiyatı asistanı, 1943’te de doçent oldu. Ankara ve İstanbul üniversitelerinde uzun yıllar öğretim üyeliğinde bulundu. Dışişleri Bakanlığına giriş imtihanını kazanarak, Cumhuriyet döneminin ilk Türk kadın diplomatı oldu. Fakat kadın diplomatların dış görevlere atanmasını engelleyen karar ve hükümler yüzünden, Dışişlerinden ayrılarak Konservatuvar ve Ankara Kız Lisesinde hocalık yaptı.1957 sonunda üniversiteden ayrılarak Dışişlerine döndü; Lahey, Belgrad ve Roma elçiliklerinde diplomatik görevlerde bulundu. 1966 yılında, genel müdür vekili unvanıyla Dışişleri Bakanlığı kültür işlerini yönetti. Bu dönemde İtalya devleti tarafından Liyakat nişanıyla ödüllendirildi. 13.07.1976’da Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk tarafından kontenjan senatörlüğüne seçildi. 03.07.1978 tarihine kadar bu görevde bulundu. Lahey ve Belgrad büyükelçilikleri müsteşarlığı, Roma’da ortaelçilik yaptı.   Adile Ayda 5 Ekim 1992 tarihinde Ankara'da vefat etti, İstanbul Zincirlikuyu Mezarlığı'nda toprağa verildi. Fransızcayı küçük yaşlardan itibaren ana dili gibi bildiğinden öğrencilik yıllarında Fransızca şiirler yazmıştı. Edebî eleştirileri ve anıları Cumhuriyet gazetesi (1946-56) ile Hisar dergisinde (1975-80), Tarih Öncesi ve Eski Çağ Tarihi ile ilgili ilmî yazıları Türk Tarih Kurumunun Belleten dergisinde yayımlandı. Bilinen eserleri dışında Mallarmé hakkında Fransızca olarak yayımlanmış bir eseri ile Etrüskler’e dair eserleri de vardır. Yazarın edebiyat ve sanat çevreleriyle içli dışlı olması, babasının bilim ve edebiyat ortamından dostlukları, evlerinde yapılan edebiyat ve sanat sohbetleri çağdaşı edebiyatçıları yakından tanımasını sağladığından, eserleri edebiyat tarihi açısından kıymetlidir. 
  • 2005 - John Robert Fowles, İngiliz yazar (d. 1926)
  • 2006- Eski başbakanlardan, eski DSP genel başkanı Bülent Ecevit, 172 gündür yoğun bakımda tedavi tedavi görmekte olduğu GATA’da (Ankara) 81 yaşında yaşamını yitirdi.
  • 2010 - Jill Clayburgh, Amerikalı eski oyuncu (d. 1944)
  • 2012 - Leonardo Favio, İtalyan asıllı, Arjantinli aktör, senarist ve film yapımcısı (d. 1938)
  • 2014 - Manitas de Plata, Fransız flamenko gitaristi ve bestecisi (d. 1921)

  • 2017 - Renzo Calegari, İtalyan çizgi roman sanatçısı ve animatör (d. 1933)
  • 2019 - William Wintersole, Amerikalı oyuncu (d. 1931)


  (derleyen: mstfkrc)