18 Aralık 2022 Pazar

Mürüvvet Sim’in ayakta kalabilme mücadelesi - Mesut Kara / Evrensel

 


Tam adıyla Mürüvvet Sim Caymaz. Yeşilçam’ın unutulmaz karakter oyuncularından Mürüvvet Sim’in hayatı filmlere konu olacak kadar renkli, bir o kadar da inişli çıkışlıdır. Yoksul bir ailede dünyaya gelen oyuncu hayatı boyunca hep yoksul kalır. Cin gibi fakat ele avuca sığmayan, yaramaz bir çocukluktan sinemanın şen şakrak, neşeli, bazen tatlı sert oyunculuğuna giden yolda kendi çabasıyla ayakta kalmayı başarmış, geçim sıkıntısı çektiği günlerde milli piyango satarak, lodosta kıyıya vuran değerli eşyaları toplayıp satarak, kimseye muhtaç olmadan, “yardım dilenmeden” karnını doyurmuş güçlü bir kadın olduğunu göstermiştir. 1950’lerden ’80’lere dek çocuk oyunculu filmlerden, Kemal Sunal filmlerine, “Neşeli Günler” filmine kadar 283 filmde rol alır.

23 Nisan 1929’da Tekirdağ’ın Büyükyoncalı köyünde tarlada doğar Mürüvvet Sim. Annesi göbeğini ‘çekme’ bıçağı ile kesip toprağa gömer, atının terkisine alarak, götürür evine. İki yaşındayken İstanbul’a göçerler. Fatih’e yerleşen aile çok fakirdir. Annesi paralı evlerde hizmetçilik yapar, babası bahçelerde çalışır.

O kadar yaramazdır ki, herkesi o kadar yıldırmış ki mahalleli, aralarında para toplar, Mürüvvet’i sinemaya gönderirlermiş, iki saat başlarını dinlemek için. Sinema dönüşü, mahallenin tüm kadınlarını başına toplar, gittiği filmi oynayarak anlatırmış. Mürüvvet’in okul çağı geldiğinde aile okutamayacak kadar yoksuldur fakat mahalle kültürünün, dayanışmanın olduğu yıllardır, mahalleli birleşip, okula yazdırırlar Mürüvvet Sim’i. Yaramazlıkları bitmek bilmediğinden iki kez okuldan kovulur, başka okula nakledilir.

Çok çalışkan ve başarılıdır fakat ilk karnesini aldığında yaşı tutmadığından “Bu yıl sınıfı geçemezsin. Seneye” derler. Gözyaşları içinde ayrılır okuldan. Mahalle arkadaşı Seta, ücretli Amerikan Kız Sanat Okulu öğrencisidir ve Mürüvvet de bu okulun özlemi içindedir fakat zengin çocuklarının okuduğu bir okuldur. Çemberlitaş Türbesi’nin karşısında olan bu okul dil ve sanat eğitimi veriyordur. Aylık taksiti o zamana göre çok büyük para olan 30 liradır ve annesinin günlük yevmiyesi bir liradır; evlerinin bir aylık masrafı kadardır bu para.

“Yalvarıyor annesine. Bir aylık ücretini bulmasını, sonrasını halledeceğini söylüyor. Kıramıyor Esma Hanım. Buluyor 30 lira. “Ne yaparsan yap. Gerisine karışmam” diyerek… Mürüvvet, koşarak okula yazılıyor. Okula, tramvaylara kaçak binerek gidiyor. Ama sayılı gün bitiyor. Bir ay geçiyor. Taksiti istiyorlar okuldan. Bir iki gün atlatıyor Mürüvvet. Sonunda Spor Öğretmeni Mukadder Hanım’a açıyor derdini. Okuma ücreti karşılığı, mektepte hizmetçilik yapmak istediğini, sabahları erken gelip sobaları yakabileceğini, yerleri sileceğini söylüyor. Ve çalışkan öğrencileri Mürüvvet’e büyük olanak sağlıyorlar. Kuralların dışına çıkarak, bedava okutuyorlar okulda. Mutluluktan uçuyor Mürüvvet. Başarı ile bitiriyor okulunu. Bu kez Akşam Kız Sanat Okuluna yazılıyor.

TİYATRO HAYATI

Okulda bir piyes oynanacaktır. “Ayşe’nin Köyü” opereti… Roller dağıtılmış. Mürüvvet en son akla gelecek isim. Ama yalvarıp yakarıp, küçücük bir rol, daha doğrusu figüranlık koparıyor. Bu arada, tüm piyesi de ezberlemiştir Mürüvvet Sim. Ayşe rolünde, sesi çok güzel olan, çok yetenekli bir öğrenci vardır. O da Nükhet Duru’nun annesi Güzide’dir.

Piyesin sergilenmesinden iki gün önce, “Güzide kaza geçirmiş, onun yerine sen oynayacaksın” derler. Bu Mürüvvet’in tiyatroya ilk adımıdır. Oyun sonrası gazetelerde Mürüvvet için manşetler atılır, “Yeni bir Cahide doğdu” haberleri çıkar.

Mürüvvet Sim, henüz 16 yaşındayken tiyatro sahnelerine ayak basmıştır. Okul sonrası Tiyatro Yönetmeni ve Oyuncusu Raşit Rıza topluluğunda profesyonel tiyatro oyunculuğuna başlar, birçok toplulukta sahneye çıkar. Suat Sim ile evlendiğinde de Ses Tiyatrosuna geçer. Sinema hayatı başlayana kadar Muammer Karaca Tiyatrosu ve Şen Ses Topluluğunda da çalışır.

VE SİNEMA

1950’de “Onu Affettim” isimli filmle sinema oyunculuğuna da başlar. “Bazen cadaloz bir mahalle teyzesi, bazen Türkçeyi sevimli bir şekilde konuşan Rum komşu, yeri geldiğinde çirkefleşip, yeri geldiğinde bir hanımefendi olan”, ille de kendini sevdirmeyi bilen, iyi kalpli, güleç yüzlü Mürüvvet Sim’dir o.

Film cümleleri ve mimikleriyle filmlerinden hayatımıza dokunmayı başarır. Her gülümsediğinde yüzünde güller açsa da yoksulluk içinde geçen çocukluğu, serin havalarda giyeceği yeleğinin olmamasının acısını hep içinde taşır. Yıllarca yelekler örer sokaklardaki yoksul çocuklara giydirir, yardım kurumlarına verir çocuklara vermeleri için.

Mürüvvet Sim ilk evliliğini Suat Sim ile yapar, evliliklerinden bir oğulları olur ancak bu evlilik yürümez, ayrılırlar. İkinci evliliğini Dublaj Sanatçısı Temuçin Caymaz ile yapar, bu evlilikten de Zafer adını verdikleri bir oğlu daha olur.


Mürüvvet Sim, Yeşilçam’ın aranan isimlerinden olur. Oynadığı neredeyse her rolde, iyi kalpli, yufka yürekli bir kadındı. Bütün filmlerinde umut dolu, neşeli, gülümseten bir Mürüvvet Sim vardır. Çoğu zaman dul bir kadın ya da uyanık bir anneydi. Bir konak varsa oranın aranan hizmetçisi ya da Rum pansiyon işletmecisiydi. Sezercik’in, Ayşecik’in teyzesi olup tüm kötü karakterleri karşısına alırdı. “Gülen Gözler”de Adile Naşit’in Mürüvvet Sim’in kafasına geçirdiği bir tencere yaprak sarma hepimizin belleğindedir; aralarındaki rekabet ve atışmalar da. Canlandırdığı rollerle beyazperdeden sinema salonuna, evlerimize neşe saçar, film izlemeyi şenliğe çevirirdi oyunuyla. “Neşeli Günler”de kızına verdiği “Göster ama elletme” öğüdü bir dönem anne ve genç kızların esprisi olmuştu.

Tiyatro, sinema dönemi bittiğinde Mürüvvet Sim, tekrar geçim sıkıntısı yaşamaya başlar. Geçimini sağlamak için bir süre piyango bileti satar. Bunun dışında bir de lodosculuk yapar. İstanbul’da çok sık ve etkili bir şekilde görülen lodostan sonra denizin kabarması ile dipteki artıklar, eşyalar, denize düşmüş kolyeler, küpeler sahile vururdu. İnsanlar da bu anlarda buraya gelir ve dipteki satmaya değer eşyaları toplardı. O insanlardan biri de Mürüvvet Sim’di.

Mürüvvet Sim, 30 Temmuz 1983’te aramızdan ayrılır. Hayat da ölüm de adil değildi. Mürüvvet Sim, her koşulda kendi çabasıyla, mücadelesiyle kendi başına ayakta kalabileceğini kanıtlayarak ayrılır bu dünyadan.

Mesut Kara / Evrensel

Eyvallahı olmayan bir gazeteciydi - Nazım Alpman / BİRGÜN

 

                                                 Ergin Konuksever ile Nazım Alpman. (Fotoğraf: BirGün)

Ergin Konuksever Türkiye’nin ilk savaş muhabiridir. Hayatı ‘namlunun ucunda’ geçti. Gazeteciliğin altın kuralı ‘temas ve mesafe’yi en iyi yerine getirenlerdendi. 68 Kuşağı’nın da muteber bir gazeteci-abisiydi...


Yolu Babıali’den geçen eski kuşak gazeteciler hakkında en çok “efsane” övgüsü yapılır. Hak edenleri de az değildir. Ama “eski tüfekler” arasında Ergin Konuksever’in çok özel bir yeri olduğunu hem arkadaşları hem de tarih teslim ediyor.

Ergin Konuksever Türkiye’nin ilk savaş muhabiridir. O da bu sıfatı reddetmez. Ama daha çok sevdiği ise farklıdır:

“Son süvari!”

Bu adla yapılmış belgeseli de var Ergin Abimin…

Ben İZTV’de “Namlunun Ucundaki Deklanşör” adıyla bir belgeselini yapmıştım. Savaş muhabirliği üzerine konuşuyorduk:

-Bu alanda ilk olarak hangi çatışmayı izledin Ergin Abim?

-1963-64 yıllarıydı, Siirt dağlarında eşkıya takibiyle başladım. Bayağı sert silahlı çatışmalar 

yaşanırdı. Jandarma birlikleri her takipte başarılı da olamazlardı.

Ergin Abimin hayatı tam anlamıyla “namlunun ucunda” geçti demek yanlış olmaz. Hem sahada hem de çalıştığı gazetelerde ve dergilerde çok fazla ateş altında kaldı.

Önce sahadakilerden birkaç örnek vereyim. 1974 yılında Kıbrıs Barış Harekâtı adıyla 20 Temmuz günü başlayan savaş sırasında Mersin’den hareket eden çıkarma gemilerinden birinde (birincisinde demek daha doğru olur) Ergin Konuksever de vardı. Girne kumsallarına yanaşıp paletini indiren ilk gemiden önce Ergin Abim indi, askerler onun arkasından geldi ki, çıkarma yapan birliklerin fotoğrafını çekebilsin…

Askeri harekât ateş altında ilerlerken öndeki tankın içinde bulunan Ergin Konuksever “ben hiç fotoğraf çekemiyorum” diyerek dışarı çıkıp tank topunun arkasına uzandıktan sonra deklanşörüne basmaya başladı.

İkinci harekât başladığında esir alınmış Rum askerlerinin de fotoğraflarını çekti. Daha sonra bu askerlerin öldükleri tespit edildi. Ergin Abimin bu fotoğrafları Türkiye aleyhindeki uluslararası davada kanıt olarak kullanılacaktı. Onun deklanşörüyle yakalanan bu kareler Ergin Abimin Rum birlikleri tarafından vurulup esir alınmasıyla ortaya çıkmıştı.

Ergin Konuksever, gazeteciliğin altın kuralı “temas ve mesafe” yi en iyi yerine getirenlerden biriydi. Türk Deniz Kuvvetleri’yle savaşa katılan Konuksever, rejime karşı silahlı mücadele dahil her aşamayı benimseyen 68 Kuşağının da muteber bir gazeteci-abisiydi. Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, Ulaş Bardakçı, Ertuğrul Kürkçü gibi isimler arandıkları sırada Ergin Konuksever’e röportaj verebiliyorlardı.

68’lilerle acı-tatlı pek çok anısı vardı. Bunlardan en acısıyla 12 Mart 1971 Darbesi sonrasında Maltepe Askeri Cezaevi’nde açık görüş günü başlıyordu. Ergin Abim “içerde” olan gazeteci İlhan Selçuk’u ziyaret ederken yan masada da Mahir Çayan oturuyordu. Görüş saati biterken ihtiyaçları olup olmadığını sordu gençlere… Mahir Çayan “burası çok soğuk, kalın bir kazak getirirsen fena olmaz abi” dedi. Ergin Abim üzerindeki üç düğmeli mavi gömlek yaka kazağını çıkartıp Mahir’e verdi. Sonrasını kendisi gözleri nemlenerek şöyle anlatır:-O kazağı bir daha Mahir’in üzerinde Kızıldere’de gördüm, kan revan içindeydi!..

Gelelim gazete-dergi içindeki açılan ateşlere… Ergin Konuksever Hayat dergisi muhabiri olarak 1980’de başlayan İran-Irak savaşından müthiş fotoğraflarla dönmüştür. Yine ölüm tehlikesi atlatmış onun önünden giden araç hava saldırısıyla paramparça olmuştur.

İstanbul’a dönünce işyerinde kadrolu (SSK) işleminin patron Kemal Uzan tarafından (küfürle karışık) reddedildiğini öğrenir. Ölümüne çalışırken böylesi bir hoyratlığa tahammül edemez. Patron odasını kapısını tekmeyle açarak girer:

-Ulan ben sana sigortam ve sarı basın kartım çok önemli bunu yap demedim mi?

Tabii ki işyerinden ayrılır. Çünkü Ergin Konuksever her zaman aynı mevkidedir:

-Eyvallahı olmayan gazeteci!

                                                                             ***

Deniz’e parkasını, Mahir’e kazağını verdi

Türkiye'nin ilk savaş muhabirlerinden fotoğraf sanatçısı Ergin Konuksever, 85 yaşında hayata veda etti. Konuksever 1937’de Samsun'da doğdu. Konuksever’in, çocukluk ve gençlik yılları Kurtuluş, Şişli semtinde geçti. Şişli Terakki Lisesi’nin ardından İstanbul Üniversitesi Gazetecilik Enstitüsü bölümünden mezun olan Konuksever, 1956 yılında Vatan gazetesinde mesleğe adım attı. 1956 yılında Ahmet Emin Yalman’ın çıkarttığı Vatan gazetesinde başladığı gazetecilik yaşamını Yeni Sabah, Hürriyet, Akşam, Günaydın, Cumhuriyet, Milliyet gazetelerinde sürdürdü. Konuksever, Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgali, İran-Irak, Arap-İsrail, ABD-Irak savaşlarının yanı sıra 1968 kuşağının öğrenci eylemlerini, kanlı pazarı, Deniz Gezmiş, Mahir Çayan ve arkadaşlarını, 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı’nı fotoğrafladı. Basın şeref kartı sahibi ve mesleki birçok ödülü bulunuyor. Herkesin hafızasına kazınan Deniz Gezmiş’in parkalı fotoğrafında Konuksever’in imzası bulunuyordu. Konuksever aynı zamanda, bir röportajında o parkayı kendisinin verdiğini anlatmıştı. Konuksever, Mahir Çayan'ın ölürken üzerinde olan kazağı da kendisinin verdiğini söylemişti. Konuksever’in cenazesi bugün Levent Camii'nde kılınacak namazın ardından Feriköy Mezarlığı'nda toprağa verilecek.

Nazım Alpman / BİRGÜN


Laikliği hep beraber geri kazanacağız - Asena TUNCA / BİRGÜN

 

Türkiye, Hiranur Vakfı’nda 6 yaşındaki çocuğun istismarı skandalını konuşmayı sürdürürken Sosyalist Güç Birliği “Laiklik kazanacak” diyerek bir araya geldi. Eylemde konuşan Doç. Dr. Güven Gürkan Öztan, “Sosyalist Güç Birliği olarak laikliği geri kazanmak için, tüm halkı mücadeleye davet ediyoruz” dedi.

                Sosyalist Güç Birliği bileşenleri, İstanbul Kadıköy’de bir araya geldi. (Fotoğraf: BirGün)

Türkiye, BirGün’ün ortaya çıkardığı İsmailağa Cemaati’ne bağlı Hiranur Vakfı’nın kurucusu Yusuf Ziya Gümüşel’in kızı H.K.G.’nin 6 yaşında ‘evlendirilip’ istismara maruz bırakılması skandalını konuşmaya devam ederken Sosyalist Güç Birliği (SGB) "Tarikat düzeninize ve gericiliğe meydan okuyoruz" diyerek Kadıköy'de bir araya geldi.

"İşçi düşmanı işbirlikçi AKP", "Kadın düşmanı gerici AKP", "İmam hatipler kapatılsın", "Laiklik kazanacak", "Tarikat yurtları kapatılsın", "Çocuk istismarcılarından hesap soracağız" yazılı dövizler taşınan Sosyalist Güç Birliği eyleminde, "Tarikatlar ve cemaatler kapatılacak, Laiklik kazanacak" yazan pankart açıldı. Eyleme katılanlar, “Karanlığa teslim olmayacağız”, “Yobazlardan hesabı emekçiler soracak”, “Aydınlık bir ülke sosyalizmde” sloganları attı.Açıklamadan önce yapılan konuşmalarda, "Memleket tarihi ve son 20 yıl boyunca laiklik, eşitlik, özgürlük mücadelesinden vazgeçmeyenleriz. Nerede bir emek mücadelesi varsa orada olanlar, emeğin emekçinin haklarına sahip çıkanlar ve patronların, kapitalizmin karşısında dikilenleriz" dendi.

BU DÜZENİ REDDEDİYORUZ

"Yoksul halk çocuklarını karanlığa boğan, Aladağ'da, Karaman'da, Kulp'ta, Taşkent'te, Hiranur Vakfı'nda memleketi bir örümcek ağı gibi kuşatan, çocuklarımızın yaşamlarını, umutlarını çalan cemaat, tarikat düzenine meydan okuyoruz" diyen Sosyalist Güç Birliği mensupları, "Sosyalist Güç Birliği olarak bu sömürü, yağma düzenine ve cemaat, tarikat düzenine karşı birlikte mücadele edeceğiz. Bu yolu birlikte açmaya umudu, cesareti, kararlılığı birlikte örgütlemeye çağırıyoruz. Aynı tarikata üye olduğu, aynı secdeye baş koyduğu için kader ortağı olduğuna inandırılan, üç kuruşa yaşamaya şükür çektirilen, iş cinayetlerinde ölmeye kader diye mecbur bırakıldığımız bu düzeni reddediyoruz" ifadelerini kullandı.

SUSTURMAYA ÇALIŞIYORLAR

Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile grevleri yasaklanan Bekaert İzmit emekçilerine, işçi sınıfına ve kadın mücadelesine selam gönderilen eylemde, şu ifadeler de kullanıldı:

"Korkuyorlar. Korktukça saldırganlaşıyorlar. Halkın iradesine ipotek koymak için yargıyı, her türlü baskı aracını kullanıyorlar. Belediye başkanlarını tutukluyor, belediyelere, halkın kaynaklarına zorla el koyuyorlar. Demokratik kitle örgütlerini, sendikaları, meslek odalarını susturmak için korku imparatorluğu yaratıyorlar. Emekten demokrasiden laiklikten barıştan yana mücadele edenleri susturmaya çalışıyorlar."

SGB adına konuşan Yürütme Heyeti Üyesi Prof. Dr. Oğuz Oyan, “20 yıllık kesintisiz iktidarı boyunca dinci siyaset Cumhuriyet’i adım adım kurucu ilkelerinden uzaklaştırdı ve kurumlarını teslim aldı. İktidar, liberallerin ‘özgürlükçü laiklik’ uydurmasından da destek alarak laikliği inanç özgürlüğüne indirgedi ve içini boşalttı; böylece laikliği adeta Sünni tarikatların koruyucu kalkanına dönüştürdü” dedi.

“Cumhurbaşkanı, göreve başlarken ettiği yemine bağlı kalmayarak laikliğe aykırı her düzenlemeye arka çıkmayı; Anayasa’nın egemenliği düzenleyen maddesin karşı çıkmayı sürdürerek tarikat ve cemaatlerin, kaynağını Anayasa’dan almayan devlet yetkisi kullanmalarına göz yummayı günlük uygulamalara dönüştürdü. Tarikatların askeriyede, yargıda, eğitimde, devletin her kurumunda hatta toplumun bütün kılcal damarlarında örgütlenmelerine, kamu kaynaklarını sömürmelerine zemin hazırlamaktan geri durmadı” diyen Oyan, konuşmasının devamında şu ifadeleri kullandı:

“Cumhuriyet Türkiye’sinde cumhuriyetin temel ilkelerini açıkça ve her ortamda savunabilmek bir cüret sorunu haline geldi; özellikle de laikliği açıkça savunmak giderek bir ‘medeni cesaret’ konusu oldu. Cumhuriyetin kurucu partisinin genel başkanı bile laikliği savunmak bir yana laiklik sözcüğünü ağzına almaktan dahi kaçınır oldu. Bu durumda meydan dincilere daha fazla kaldı.”


“Hiranur Vakfı’nda meydana gelen sistematik çocuk tecavüzü, bu tür olayların ne ilki ne de sonuncusudur” diyen Oyan, “Laiklik, demokratik bir rejimin olmazsa olmazıdır. Laiklik yoksa demokrasi de yoktur. Nitekim Türkiye’nin bugünkü görüntüsü tam da budur. Her ikisi de yoktur. Sosyalist Güç Birliği, emeğin Cumhuriyetini kurma yolunda laiklik alanını en önemli mücadele başlıklarından biri olarak boşuna seçmedi. Sosyalist Güç Birliği, Türkiye toplumunun yarınlara umutla bakabilmesi için var” ifadelerini kullandı.

Oyan’ın ardından konuşan Doç. Dr. Güven Gürkan Öztan da, “Cumhuriyet’in birikimlerine savaş açan siyasal İslamcı rejim, suç ortaklarıyla toplumu çürütmeye devam ediyor. Tarikat ve cemaatler koalisyonuna dönüşmüş iktidar bloku, ülkeyi ‘azgın bir azınlığın’ talepleri doğrultusunda yönetmeye çalışıyor. İslamcı bir düzeni, resmi ve gayri resim elindeki tüm aygıtları kullanarak topluma dayatıyor” dedi.

SALTANATLARINI YIKACAĞIZ

“İktidar, karşısında örgütlü yurttaşlar değil müritler ordusu görmek istiyor” ifadelerini kullanan Öztan, “Bir avuç zenginin servetine servet katarken halkı yoksullaştırıyorlar. Yoksul halkı da imam hatiplere, cemaat yurtlarına, dinci yapılanmalara mahkûm ediyor. Çocuklar, gençler, kadınlar yıllardır tarikat evlerinde istismara ve şiddete maruz kalırken, yaşananlara ‘münferit’ deyip üstünü örtüyor; şeyhlerin, şıhların sırtını sıvazlıyorlar. İktidar bloğu toplumun tüm ilerici güçlerine savaş açıyor. Savaş borazanlığıyla, baskı ve tehditle halkın öfkesini dizginlemeye çalışıyor. Biz Sosyalist Güç Birliği olarak, tarikat ve cemaat düzenine son vermek için, laikliği kazanmak için, emekçilerin hakları için tüm halkı mücadeleye davet ediyoruz. Haramilerin, şeyhlerin, tarikatların, mafyanın düzenine son verip eşit, özgür ve laik bir ülkeyi hep birlikte kuracağız” diye konuştu.

SGB’nin eylemi sırasında 5 kişiden oluşan, ellerinde Arapça ifadelerin yazılı olduğu kırmızı ve mavi renklerin üzerinde üç hilal amblemli bayrak taşıyan grup provokasyon girişiminde bulundu. Şahıslar, polis tarafından gözaltına alındı. Grubun bir gün önce sosyal medya hesabından tehdit mesajı paylaştığı ardından mesajı sildikleri öğrenildi.

                                                                    ***

Kötülük iktidarına meydan okuyoruz

Cemaat ve tarikatlarda çocuklara yönelik işlenen cinsel suçlara ilişkin açıklama yapan SOL Parti Muğla İl Örgütü, “ Yoksul halk çocuklarını boğan, kadınları nefessiz bırakan kirli tarikat düzenini, lüks ve şatafata boğulmuş şeyhlik zincirlerinizi, devlet kaynaklarıyla büyüttüğünüz şirketlerinizi başınıza yıkacağız” dedi.

SOL Parti Muğla İl Örgütü, BirGün’ün ortaya çıkardığı İsmailağa Cemaatine bağlı Hiranur Vakfı kurucusu Yusuf Ziya Gümüşel’in, 6 yaşındaki kızı H.K.G.’yi “müridi” Kadir İstekli ile evlendirerek cinsel istismara uğramasına göz yummasına ilişkin eylem düzenledi. Eylemin ardında gerçekleştirilen basın açıklamasında şu ifadelere yer verildi: “BirGün gazetesinin ortaya çıkardığı bu çocuk istismarı münferit değildir. Kadınların giyiminde tahrik unsuru arayanların, küçücük çocuklara farklı gözle bakanların, tüm bunlara da dini kılıf bulanların yarattığı düzenin sonucudur. Televizyonlarda vaazlar vererek, şu yaşta evlenilir, bu yaşta birlikte olunur diyerek, çocukları meczupların hedefi haline getiren programlara izin verenlerin sorumluluğudur. 20 yılda iktidarın tüm olanaklarını tarikatların önüne seren AKP’nin sorumluluğudur. Cumhuriyet’in ilerici birikimlerini ve laikliği tasfiye ederek bu karanlık düzeni kurdular. Eğitim başta olmak üzere toplumsal hayatın her alanı ve devlet kademelerini tarikatlar ve cemaatlere teslim ettiler. Ülkemizin geleceği şimdi de bu paralel yapıların, devlet içinde devletleşmiş karanlık odakların yarattığı büyük bir risk altında. Bu riskin bertaraf edilmesi laiklik mücadelesinden geçiyor.”

Asena TUNCA / BİRGÜN

'Anglosaksonların hedefi Avrupa’yı zayıflatmak, Avrasya’nın kurulmasına engel olmak' - SOL/Özel

 'Şu an Avrupa Birliği tamamıyla Anglosaksonların hizmetinde. Doğal olarak, böyle bir ortamda Avrupa’da demokrasiden bahsedilemez.'

Giorgio Bianchi, İtalya’daki önemli bağımsız gazetecilerden. Covid dönemi ve hemen sonrasında başlatılan Ukrayna-Rusya savaşında, ana akım medyanın pompaladığı yanlı görüşlere yüksek sesle karşı çıkıp gerçekleri kelle koltukta anlatmaktan çekinmeyen çok ödüllü bir foto muhabiri. 

Suriye, Ukrayna, Burkina Faso, Vietnam, Myanmar, Nepal, Hindistan ve tüm Avrupa’daki çatışmaları görüntüleyen genç foto-röportajcı Bianchi, 2013 yılından bu yana Donbass’taki savaşı yakından izliyor. 

Yeni bir yıla girmeye hazırlandığımız şu günlerde, ilk yılını doldurmaya hazırlanan Ukrayna-Rusya savaşı çerçevesinde Avrupa’da yaşanan gelişmeleri Birgül Göker Perdisa İtalyan bağımsız gazeteci Giorgio Bianchi ile konuştu.  

Röportajda Bianchi, Ukrayna-Rusya savaşının emperyalist rekabette yol açtığı sonuçlara, Avrupa’nın bu rekabette ekonomik-siyasal açıdan zorlandığı pozisyonun yol açacağı “sanayisizleşme”ye ve savaşın gölgesinde yine İtalya başta olmak üzere Avrupa ülkelerinde iç siyasette işçi sınıfına karşı sağ figürlerin yükselişine ilişkin çarpıcı tespitler yapıyor.

Bu dikkat çekici röportajı yine Birgül Göker Perdisa’nın çevirisiyle soL okurlarına sunuyoruz.

'Muhalif görüşler suç olarak gösterilmeye çalışılıyor'

İtalyan ve hatta yabancı istihbarat servisleri tarafından izlendiğin biliniyor. Bir süre önce Corriere Della Sera gazetesi, İtalya’daki Putin, Rusya yanlısı gazeteciler ile fikir önderlerinin fotoğraflı bir listesini yayımlamıştı. O listede başlardaydın. Ara ara polisin hoş olmayan ziyaretlerine de maruz kalıyorsun. En son, sen İtalya’nın Calabria bölgesindeyken polis kapına dayandı galiba...

İş için gittiğim Calabria’da gecenin 3’ünde polis kaldığım otele, odama aniden geldi. Kimliğimi bilgisayarımı, çantamı kontrol ettiler. Sonra da çekip gittiler. Bana hiçbir arama emri falan da göstermediler. Bu ilk kez olmuyor tabii... Kısa süre önce biri Nisan, diğeri de Ağustos ayında olmak üzere Moskova’ya iki kez gittim, her seferinde dönüşte havalimanında durduruldum ve sorgulandım. Dediğin gibi Corriere Della Sera gazetesinde yayımlanan Rusya yanlısı gazeteciler listesindeydim. Bu liste gazeteye İtalyan Gizli Servisi tarafından verilmişti. İşin gerçeği sonradan ortaya çıktı tabii.. Listeyi başka bir ülkenin gizli servisi hazırlayıp bizimkilere gazeteye teslim edilmesi için vermiş. 

Dünya olarak çok tuhaf bir dönemden geçiyoruz. Muhalif görüşlerin, ana akım medyanın yaydığı egemen görüşten farklı fikirlerin suç kabul ettirilmeye çalışıldığı bir dönemden geçiyoruz. Demokratik İtalya’da gecenin 3’ünde polisin küstah bir biçimde otel odasına gelmesinde da bu var mesela. Çok tehlikeli bir paradigma değişmesi. Polis vatandaşa kötü bir şey yaptığını göstermek ve anlatmak durumunda değil, tersine vatandaş polise durduk yere iyi biri olduğunu göstermek ve kanıtlamak zorunda kalıyor. 

                                                       Giorgio Bianchi

Demokrasinin beşiği olarak nitelendirilen Avrupa’da polis gözdağı, sindirme ve korkutma için kullanılmaya başlandı. Medyaya ise sansür uygulanıyor. 

24 Şubat’ta Rusya, Ukrayna’ya “özel askeri operasyon” başlatınca, Avrupa Rusya medyasını kararttı. Emsali yok bu davranışın. Daha önce hiç görülmemiş bir olay. Ben şimdi Rusya’ya gittiğimde hiçbir sıkıntı yaşamadan rahatça Corriere Della Sera, New York Times, Le Monde okuyabiliyorum, ama İtalya’da Rus medyasını okuyamıyorum. Telegram’da bile bu kanalları kararttılar. Maalesef, Avrupa kamuoyu bu sansüre karşı, beklenen tepkiyi vermedi. Düşünebiliyor musunuz, hükümetler vatandaşın neyi okuyup neyi okuyamayacağına karar veriyor. Oysa ki, vatandaşın kendi aklı var, hangi haber kaynağını okuyup hangisini okumayacağına kendisi karar verebilir. Ben, yeterli olgunluğa sahibim, hangi habere inanıp hangisine inanmayacağım kararını özgürce kendim verebilirim. Bunun için hükümetler benim yerime karar alamaz. İtalya’ya bakacak olursak, Rus medya kanalları kapatıldığından bu yana, buraya sadece Ukrayna ve NATO yanlısı propaganda içeren haberler ulaşıyor. Çok kaygı verici bir durum bu. Bağımsız gazeteciler ise, komplo teorileri üreten paralı askerlermiş gibi gösteriliyor ve inanılırlıklarına gölge düşürülmeye çalışılıyor. Televizyonlara çıkartılmıyor, yazılı basında kendilerine yer verilmiyor. 

'İtalya, Ukrayna savaşında Türkiye gibi arabulucu olmalıydı'

Ve demokratik Avrupa’da, demokratik İtalya’da oluyor tüm bu karartma ve sansür...

Bence her şey normal, İtalya’da olanlar hiç şaşırtıcı değil. Çünkü İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana İtalya aslında bir Amerikan sömürgesi... Ve bugün İtalya, Almanya gibi ekonomisi üretime (imalat sanayii-çn.) dayalı “manufacturing” bir ülke. Bu nedenle, Avrupa Birliği’nin NATO ve ABD ile birlikte sürdürdüğü savaş yanlısı politikalardan en büyük zararı görecek olan iki ülke, Almanya ve İtalya. Şu an Avrupa Birliği tamamıyla Anglosaksonların hizmetinde. Doğal olarak, böyle bir ortamda Avrupa’da demokrasiden bahsedilemez. Geçtiğimiz aylarda Moldavya ve Fransa’da NATO politikalarına karşı çok önemli halk protestoları oldu mesela, ancak İtalya’da ana akım medya bu gösterileri kesinlikle gündeme getirmedi.  

                                                   Fotoğraf: Giorgio Bianchi

Roma’da iktidar sağcı Meloni’ye teslim edilmişken, bu tür tepkileri şimdi artık hiç gündeme getirmezler. 

Giorgia Meloni ile şu an NATO politikaları aynen devam ettiriliyor. İtalya aslında tarihsel olarak bu tür uluslararası çatışmalarda arabulucu rolüne sahip. Çünkü İtalyan Anayasası’nın 11’inci maddesi, “İtalya başka halkların özgürlüklerine karşı bir saldırı aracı olarak ve uluslararası anlaşmazlıkları çözme aracı olarak savaşı reddeder,” der ve barış ve adalet için çalışan uluslararası kuruluşları teşvik etmeyi kendisine görev edinir. Yani İtalya, Ukrayna-Rusya savaşında, şu an Türkiye’nin yapmaya çalıştığı arabuluculuk görevini üstlenmeliydi. Aksine, İtalya savaşta taraf oldu. 


                                                          Fotoğraf: Giorgio Bianchi

'Sağcı Meloni ile işçileri daha rahat coplayacaklar' 

İtalya’daki son genel seçimleri nasıl değerlendiriyorsun?

Draghi suni bir hükümet krizi yarattı ve ülkeyi sahte bir seçimle sağ partilere teslim etti. Ekonomik krizin sonbaharla birlikte kapıya dayanacağını, yüksek meblağlı faturalar nedeniyle halkın daha da öfkeleneceğini, sokakların hareketleneceğini öngören Draghi gemiyi erkenden terk etti. Düzen karşıtı yeni partilerin seçimlere hazırlanmalarına, birlik olup direnişi organize etmelerine fırsat vermedi. Sahte bir seçimle Meloni’ye yer açtı. 

Meloni hükümeti, Draghi hükümetinin kusursuz bir devamı şu an. Tek fark, sağcı Meloni hükümetinin elinin, sokaklara inecek göstericileri, vatandaşları coplamak için serbest bırakılmış olması. Draghi hükümeti, sahte bir sol partiye dayanıyordu, geleneksel olarak sol partilerin iktidarında işçilerin, göstericilerin coplanması kabul görmez. Yeni Savunma Bakanı sağcı Guido Crosetto bakanlık koltuğuna oturur oturmaz ilk olarak, “protesto gösterilerinde yabancı ülkelerin müdahalesi tolere edilmeyecektir” dedi zaten. İtalyan kamuoyunu, sokaklara, meydanlara inen halkın arkasında Putin, Moskova olduğuna inandırmaya çalışıyorlar. Böylelikle, gösterileri güçle, zorbalıkla bastırmak ve vatandaşları coplamak için meşruiyet kazanmış olacaklar. İktidarı sağ bir hükümete vermelerinin en önemli nedenlerinden biri bu. Faturalardan bezmiş, savaşın ekonomik yükünü omuzlarında taşımaya mecbur edilmiş işçiyi, emekçiyi kolaylıkla coplayabilmek, canına okuyabilmek için. 

Yeni Savunma Bakanı Crosetto silah tüccarlarıyla içli dışlı bir isim. Silah satıcısı olan böylesi bir siyasiden barış yanlısı politikalar yürütmesini beklemek saflık olacaktır. 

İtalyan devletine ait olan silah firması Finmeccanica, şimdiki adı Leonardo’da önemli bir rolü var Crosetto’nun. Atlantikçi dış ülkeler için, güvendikleri bir isim olan Crosetto’yu İtalyan savunma bakanlığı koltuğuna oturtmuş olmaları önemli. Oturduğu koltukta onların çıkarlarını gözeterek politika yapacaktır. İtalyan hükümetine Crosetto dışında başka güvendikleri adamları da yerleştirdiler tabii. 

İktidarlar genelinde bakacak olursak, Avrupa’da neler oluyor?... İngiltere’de Liz Truss başbakanlık koltuğunda çok oturamadı mesela. 

İngiltere, sürdürdükleri intihar politikalarının faturasını ödüyor. Londra’da Rus sermayesine el koyunca, yabancı sermayenin gözünde güven kaybettiler. Yabancı yatırımcı Londra bankalarından kaçmaya başladı. Londra ve New York borsaları büyük zarara uğradı. Tarihe baktığınızda, aslında bunlar eski korsanlar, kral adına başkalarının zenginliklerine el koymaya çalışmış hırsızlar. Çalmak, DNA’larında var yani. Şimdi de Rus yatırımcıların zenginliklerini çaldılar. Bu da yabancı yatırımcıda bir güvensizlik dalgası yarattı. Arap ve Asya sermayesi “sıra bize de gelebilir” korkusuyla yatırımlarını Londra’dan kaçırmaya başladı. Bu durum, savaş politikalarını sıkı sıkıya uygulayacağı sinyalleri veren Truss’ın koltuğunu bırakmasında etkili oldu.

Fransa ve Almanya’yı nasıl görüyorsun?

Fransa’nın durumu da aslında İtalya’nınkine benziyor, ancak manevra marjları bize göre daha geniş. Nükleer enerjileri var, dolayısıyla enerji krizini bizim gibi ağır yaşamıyor Fransa. Afrika kıtasında da halen sömürdükleri kolonileri var. 

Almanya’nın içinde bulunduğu durum ise İtalya’nınkiyle aynı. Her ikisi de üretici (manufacturing) ülkeler ve zenginlikleri üretip ihraç ettikleri mallara dayanıyor. Rus gazına ve Çin’den gelen düşük maliyetli yarı işlenmiş mallara muhtaçlar. Dışarıdan enerji, yarı işlenmiş mallar ve hammadde gelmemesi demek, her iki ülkede de ekonominin çökmesi demek. İnanıyorum ki, Merkel iktidarda olsaydı, sadece Almanya’da değil tüm Avrupa’da durum daha farklı olurdu. Doğu Almanya kökenli Merkel ile Putin birbirlerini iyi tanıyor, aynı dili konuşuyorlar. Merkel’in, Scholz’un verdiği zararları gidermek için bir süredir geri planda uğraştığına yönelik haberler geliyor Berlin’den. Merkel’e Almanya’da ihtiyaç var. Olaf Scholz son derece opak, gülünç bir insan. Annalena Baerbock ise güya yeşil, ama en savaş yanlısı, en Atlantikçi dışişleri bakanı şu an.  

                                                     Fotoğraf: Giorgio Bianchi

'Eski sömürgeler Anglosaksonlara karşı birleşti'

Avrupa’nın göbeğindeki bu silahlı çatışma bizi, dünyayı nereye götürecek?

Bence, Anglosaksonlar bu sefer en baştan kaybetti. Anglosaksonların yere çakılışları uzun ve yavaş bir can çekişme şeklinde olacak. Onların bu yavaş ve acı veren düşüşlerine, dünyaya verecekleri zararı en aza indirgeyebilmek için eşlik etmemiz gerekiyor. Bu düşüş, çok sert değil, ama tatlı olmalı. Artık maçı kaybetmiş bulunuyorlar. 

Anglosaksonlar tarafından yüzyıllardır sömürülen ülkeler bugün isyan etmiş bulunuyor ve hamlelerini BRICS ülkelerinden yana yaptılar. Enerji, hammadde üreten Hindistan, Çin, Rusya, Brezilya, Suudi Arabistan, İran gibi önemli ülkeler bugün Anglosaksonlara karşı aynı taraftalar. Zora girmiş Anglosaksonlar şimdi bu düşüşlerinin faturasını Avrupa’ya ödetmeye çalışıyor. Şayet Batı Avrupa, Anglosakson İmparatorluğunu tek başına bırakır, uçurumdan aşağı düşerken kendisini de birlikte sürüklemesine izin vermezse, maç Anglosaksonların kesin yenilgisiyle bitmiş olacak. 

                                                            Fotoğraf: Giorgio Bianchi

Tarihe baktığımızda, Avrupa’nın 20’inci yüzyılda Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarının odağı yapılmış olmasında hep aynı nedeni görüyoruz: Anglosaksonların, aslında tek bir kıta olan Avrupa ile Asya’nın birleşmesine engel olma çabası. 

İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda, Berlin Duvarı ile Batı Avrupa ve Sovyetler Birliği’ni birbirinden ayırmışlardı. Bugün ise Batı Avrupa’nın kendisi bir duvara dönüştürüldü. Ancak bu Batı Avrupa duvarı, şimdi Rusya Federasyonu’nu dışarıda bırakmak yerine, kendisini içeriye kapattı. Batı Avrupa bir mengenede sıkışmış durumda: Bir yanda İngiliz ve Amerikan diktasına boyun eğme zorunluluğu, diğer yanda ise doğal partnerleri olan Rusya, Çin, Hindistan gibi ülkelerle ilişkilerini yürütme ihtiyacı var. Bir de buna ekolojik geçiş adını verdikleri diğer intihar politikasını eklemek gerek, ki aslında bu, maskelenmiş sanayisizleştirme projesinden başka bir şey değil.

Avrupa tek başına sera gazı salımının yüzde 14’ünü üretirken, ABD ve Çin birlikte yaklaşık yüzde 50’sine sebep oluyorlar. Ama şimdi Batı Avrupa, şirketlerini fabrikalarını çılgınca denilebilecek saçma sapan kurallara uymakla yükümlü kılan yasalar yapıyor, kararlar alıyor. Böylelikle Avrupa şirketleri rekabet güçlerini kaybediyor. 

Böylelikle, Amerika ekonomik olarak daha güçlenirken, Avrupa ekonomik gücünü yitiriyor, diyebiliriz. 

Bu ekolojik geçiş, yani maskelenmiş sanayisizleştirme savaşı aslında Avrupa’ya, orta sınıfa ve işçi kesimine karşı yapılıyor. Böylelikle Batı Avrupa’nın üretken dokusuna zarar veriliyor ve Batı Avrupa ülkeleri, bir ABD N lobi kuruluşu halini almış ve Anglosakson çıkarlarını gözeten Avrupa Birliği’nin merkezci politikalarına muhtaç bırakılıyor.  

ABD niye müttefiği Avrupa’yı ekonomik olarak çökertmek istiyor?

Bence Batı Avrupa’yı ABD’nin müttefiği olarak kabul etmek, 20. yüzyılın en büyük yalanlarından. Batı Avrupa hiçbir zaman ABD’nin partneri olmadı, hep rakibiydi. Bu nedenle hep dünya savaşlarıyla gücü kırılmaya çalışıldı. 

'Anglosaksonların hedefi Avrupa’yı zayıflatmak'

Bu açıdan baktığımızda, Anglosaksonlar aslında Ukrayna savaşını, Rusya’ya karşı değil de Batı Avrupa’ya karşı yapıyor görüşü güçleniyor. Ne dersin? 

Daha savaş başlamadan önce, bu görüşü dile getirmiştim: “Anglosaksonlar Ukrayna topraklarında başlattıkları savaşı ve ekonomik yaptırımları Rusya Federasyonu için değil Batı Avrupa’yı zayıflatmak için yapıyor” demiştim.. Bu yaptırımların faturasını biz ödeyeceğiz, Ruslar değil. Putin’in de 2011’de tekrar dile getirdiği Avrasya projesinde, Batı Avrupa ile Asya ülkelerinin ekonomik ve finansal olarak birleşmesi, işbirliği öngörülüyor. Düşünsenize ana kıtada Avrupa, Rusya, Çin, Hindistan ve diğer ülkeler birleşmiş... Anglosaksonları tamamıyla çökertecek, dışarıda bırakacak bir proje bu. 

                                                              Fotoğraf: Giorgio Bianchi

Avrasya projesi gerçekleşmiş olsa, Anglosaksonlar Pasifik’te ve Atlantik’te yüzüp duran birer adadan başka bir şey olamazlar. Tabii doğal olarak, Anglosaksonlar bu projeye karşılar ve Avrasya’nın gerçekleşmemesi için ellerinden gelen her şeyi yapıyorlar. Dünyanın her yerinde silahlı çatışmalar ve huzursuzluklar çıkararak ülkelerin barış içinde Avrasya projesini gerçekleştirmelerini engellemeye çalışıyorlar. Afganistan, Irak, Suriye, Ermenistan, Azerbaycan, Yemen, İran ve diğerleri... Bu nedenle işte, yine Avrupa ile Rusya Federasyonu’nun birleşmesini engellemek için savaş çıkardılar. Taktikleri yüzyıllardır hep aynı: İstikrarsızlaştırmak. Bunu artık görmemek için kör olmak gerekiyor.

(SOL)


17 Aralık 2022 Cumartesi

Sosyalist Güç Birliği’nden Prof. Dr. Oğuz Oyan: Bugünkü dinci rejimin tarihe gömülmesi gerek - BİRGÜN

 


Sosyalist Güç Birliği’nin yarın Kadıköy’de yapacağı eylem öncesinde BirGün’e değerlendirmelerde bulunan Sosyalist Güç Birliği Yürütme Heyeti Üyesi Prof. Dr. Oğuz Oyan, Türkiye’de yoğunlaşan baskı ortamına ve laikliğin ortadan kaldırılması sonucu oluşan tabloya dikkat çekerek, “Bütün bunlara bir son vermenin zamanı gelmiş de geçmektedir. Bunun için öncelikle, bugünkü dinci rejimin tarihe gömülmesi gerekir” dedi.

Sosyalist Güç Birliği Yürütme Heyeti Üyesi Prof. Dr. Oğuz Oyan, Sosyalist Güç Birliği’nin yarın “Laiklik Kazanacak” başlığıyla yapılacak eylemi öncesinde BirGün’e konuştu.

Tarikat ve cemaatlerin kapatılması gerektiğini vurgulayan Sosyalist Güç Birliği, “Laikliğe sahip çıkmak için buluşalım” diyerek yurttaşları 17 Cumartesi günü saat 15.00’te Kadıköy'deki Beşiktaş İskelesi’ne çağırdı.

Eylem için yapılan çağrıda şu mesaj paylaşıldı:

“Tarikat ve cemaat karanlığına karşı, çocuklarımızın geleceği ve aydınlık bir gelecek için tüm ilerici, yurtsever, emekçi halkımızı, gençleri, kadınları, demokratik kamuoyunu laikliğe çıkmak için 17 Aralık Cumartesi saat 15.00’te Kadıköy’de buluşmaya çağırıyoruz.”

“LAİKLİK, TARİKATLAR İÇİN KORUYUCU KALKANA DÖNÜŞTÜ”

Sosyalist Güç Birliği Yürütme Heyeti Üyesi Prof. Dr. Oğuz Oyan, eylem öncesinde BirGün’e yaptığı kapsamlı değerlendirmede, dinci siyasetin 20 yıllık kesintisiz iktidarı boyunca adım adım Cumhuriyeti kurucu ilkelerinden uzaklaştırdığını ve kurumlarını teslim aldığını belirterek, laikliğin içinin boşaltmış olduğunu vurguladı.

İktidarın, liberallerin “özgürlükçü laiklik uydurmasından da destek alarak onu inanç özgürlüğüne indirgediğini” kaydeden Oyan, böylece laikliğin Sünni tarikatların ‘koruyucu kalkanına dönüştürüldüğünü’ belirtti.

“Bu bağlamda Diyanet İşleri Başkanlığı da Anayasa’da bu kuruma çizilen “laiklik ilkesinin doğrultusunda” faaliyet gösterme sınırlarının artık tamamen dışına çıkarak, iktidardaki tarikatlar koalisyonunun ayırımcı aygıtına dönüşmüştür” değerlendirmesini yapan Oyan, 2017 yılındaki Anayasa değişikliği referandumunu hatırlatarak şöyle devam etti:

“2017 Anayasa referandumu sonrasında Türkiye’de sadece kuvvetler ayrılığı son bulmamış, Anayasa hükümleri mevcut haliyle de fiilen geçersiz kılınmıştır. Cumhurbaşkanı, göreve başlarken ettiği yemine bağlı kalmayarak laikliğe aykırı her düzenlemeye arka çıkmakta; iktidar bir bütün olarak tarikat ve cemaatlerin kaynağını Anayasa’dan almayan devlet yetkisi kullanmalarına göz yummakta; bunların askeriyede, yargıda, eğitimde, devletin her kurumunda hatta toplumun bütün kılcal damarlarında örgütlenmelerine, kamu kaynaklarını sömürmelerine zemin hazırlamaktadır.”

“ORTAYA DÖKÜLENLER BUZDAĞININ GÖRÜNEN YÜZÜ”

Prof. Dr. Oyan, bu çerçeveden bakıldığında tarikatlar bünyesinde gerçekleşen “her türlü sapkınlığa, çocuk tecavüzüne, pedofiliye ve kadın istismarına seyirci kalındığını” kaydederek, iktidarın tek kaygısının bu tür olayların kamuoyuna ve yargıya yansımasına engel olmak, bu uğurda medyayı ve yargıyı daha fazla baskılamak olduğunu vurguladı.

BirGün’ün ortaya çıkardığı Hiranur Vakfı’nda meydana gelen sistematik çocuk istismarı skandalını da hatırlatan Oyan, “Bu tür olayların ne ilki ne de sonuncusudur. Buna benzer olayların yüzlercesi her an etrafımızda vuku bulmaktadır. Artık gizlenemediği için ortaya dökülen olaylar, buzdağının görünen yüzü bile değildir” dedi.

“LAİKLİK, DEMOKRATİK BİR REJİMİN OLMAZSA OLMAZIDIR”

Oyan, “Bütün bunlara bir son vermenin zamanı gelmiş de geçmektedir. Bunun için öncelikle, bugünkü dinci rejimin tarihe gömülmesi gerekir” uyarısını yaparak, sözlerini şöyle sonlandırdı:

“İktidar adayı olan bugünkü muhalefetin de laikliği amasız/fakatsız benimsemesini sağlamak için üzerlerinde çok ciddi bir toplumsal baskının kurulması gerekmektedir. ‘Laiklik tehdit altında değildir’ kaçışından dönmelerini sağlamak şarttır.

Laiklik, demokratik bir rejimin olmazsa olmazıdır. Laiklik, sömürücü sınıfın din istismarı üzerinden sömürüyü katmerleştirmesine karşı işçi sınıfının en önemli silahıdır. Laiklik, ‘aklı hür vicdanı hür’ nesiller yetiştirmek bakımından eğitimcilerin en vazgeçilmez ilkesidir. Laiklik, kadınları ve çocukları cahilliğin ve yobazlığın şiddetinden ve sapkınlığından korumanın güvencesidir. Sosyalist Güç Birliği, emeğin cumhuriyetini kurma yolunda laiklik alanını en önemli mücadele başlıklarından biri olarak boşuna seçmemiştir.

Bu çerçevede Anayasanın 174. Maddesinde yer alan Devrim İlkelerinin ödünsüz savunucusu olmak, tümü anayasanın dışında olan tarikat ve cemaatlerin faaliyetlerine derhal son vermek ilk başlama noktası olacaktır." (BİRGÜN)

Cengiz Holding’in maden projesine yargıdan iptal kararı! - Yusuf Yavuz / SOL

 


Cengiz Holding tarafından yapılması planlanan Halilağa Bakır Ocağı Kapasite Artışı, Cevher Zenginleştirme Tesisi ve Atık Depolama Tesisi Projesi için verilen ÇED Olumlu kararı mahkemece iptal edildi.

Çanakkale’nin Bayramiç ilçesine bağlı Hacıbekirler köyünde yaşayan 81 yurttaş ile sivil toplum örgütleri ve meslek odalarının açtığı davayı gören Çanakkale 1. İdare Mahkemesi, projenin orman ekosistemine, arkeolojik değerlere ve soyut kültür mirasına vereceği geri dönüşü olmayan zararları göz önüne alarak ÇED Olumlu kararın iptal etti.

Mahkemenin iptal kararını duyuran Kazdağı Doğal ve Kültürel Varlıkları Koruma Derneği, dava sürecinde şirketin ÇED raporunu revize ederek Bakanlığa yeni bir başvuru yaptığına dikkat çekerek “Cengiz’i Kazdağı’na sokmayacağız. Yüzde 79’u madencilik ruhsatları ile kaplanmış olan Kazdağı’nda Cengiz dışında diğer metalik madencilik projelerine ve iktidarın şirketler lehine uyguladığı madencilik politikalarına karşı mücadelemizi sürdüreceğiz” açıklamasında bulundu.

Çanakkale’nin Bayramiç ilçesinde Cengiz Holding’e ait Truva Bakır Maden İşletmeleri A.Ş bünyesinde yapılması planlanan ‘Halilağa Bakır Ocağı Kapasite Artışı, Cevher Zenginleştirme Tesisi ve Atık Depolama Tesisi Projesi’ için Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı tarafından verilen ÇED Olumlu kararına karşı açılan davadan iptal kararı çıktı.

Proje alanının 500 hektardan fazlası orman arazisi

Oldukça geniş bir alanı kapsayan projeyle ilgili ÇED alanı, 513 hektarlık kısmı ormanlık arazi olmak üzere toplam 580,21 hektardan oluşuyor. Maden projesi için verilen ÇED olumlu kararına karşı yörede yaşayan 81 yurttaş ile çeşitli sivil toplum örgütleri, çevre platformları ve meslek odalarının açtığı iptal davasını gören Çanakkale 1. İdare Mahkemesi, ÇED kararını iptal etti.

Yöre halkı ve STK’lar ortak mücadelesi sonuç getirdi

Kazdağı Doğal ve Kültürel Varlıkları Koruma Derneği konuyla ilgili bir açıklama yaparak kararı kamuoyuna duyurdu. Yargı kararının sevinçle karşılandığına değinilen derneğin açıklamasında özetle şu ifadelere yer verildi: “Halilağa Bakır Madeni projesine karşı yörede yaşayan köylüler ve Çanakkale ve Balıkesir’de yer alan ekoloji örgütleri ve emek ve demokrasi örgütleri ile kolektif bir mücadele yürüttük. Oldukça kalabalık olarak katıldığımız ve 6 Aralık’ta gerçekleşen dava duruşmasında da bu duruşumuzu sergiledik. Duruşmada, tüm davacılar projenin bölgeye ve Kazdağı ekosistemine vereceği zararları tek tek dile getirdi. Hem bilirkişi raporu hem de davacıların haklı beyanları ve verilen kolektif mücadele sonucunda bu başarıya ulaştık.

Ormanlar, arkeolojik ve soyut kültür mirası zarar görecek

Dava kararında yer alan ve projenin orman ekosistemine, arkeolojik değerlere, soyut kültür mirasına vereceği geri dönüşü olmayan zararlar ve rehabilitasyonun mümkün görülmemesi gibi nedenlerle iptal gerekçeleri, başka davalar için de örnek olacaktır. Dava sürecinde bilirkişi raporunun davacılar lehine olduğunu gören şirket acele ile 2009/7 sayılı genelge uyarınca ÇED Raporunu revize ederek Bakanlığa başvurmuş ve proje için İDK toplantısı yapılmıştır. Henüz bu konuda bir karar açıklanmamıştır. Şirketin mahkeme sürecinin arkasından dolanmasına göz yummayacağız.

Kazdağı’nın yüzde 79’u maden ruhsatı ile kaplandı

Mahkeme kararını hatırlatarak Bakanlık’tan yeni sürecini iptal etmesini, dosyayı şirkete iade etmesini isteyeceğiz. Cengiz’i Kazdağı’na sokmayacağız. Yüzde 79’u madencilik ruhsatları ile kaplanmış olan Kazdağı’nda Cengiz dışında diğer metalik madencilik projelerine ve iktidarın şirketler lehine uyguladığı madencilik politikalarına karşı mücadelemizi sürdüreceğiz.”

Meslek odası ve STK’ların hukuk mücadelesi

Yörenin zengin doğal ve kültürel varlıklarını tehdit eden projeye verilen ÇED Olumlu kararına karşı dava açan sivil toplum örgütleri ve meslek odaları arasında Kazdağı Doğal ve Kültürel Varlıkları Koruma Derneği, Çanakkale Tabip Odası, İnsan Hakları Derneği Çanakkale Şubesi, Ayvalık Tabiat Derneği, Ege ve Marmara Çevreci Belediyeler Birliği, Gülpınar Sürdürülebilir Yaşam Derneği yer alıyor. Tema Vakfı, Çan Çevre Derneği, Çevre Mühendisleri Odası ve Ziraat Mühendisleri Odası da dava açan kuruluşlar arasında.

Yılda 6 milyon ton cevher, 7 milyon ton atık

Projeyle ilgili hazırlanan ÇED dosyasında, açık ocak işletmeciliği ve patlatma yöntemi ile çıkartılacak yıllık maksimum cevherin 6 milyon ton, oluşacak toplam pasa miktarının ise yıllık maksimum 7 milyon ton olacağı kaydediliyor.


                                                     Proje etki alanı haritası

Yusuf Yavuz / SOL

Alman sermayesinde akıl yarılması! - ERHAN NALÇACI / SOL

 

Bu stratejik değişikliğin erken sonuçları ise ekonomik durgunluk ve emekçi sınıfların hareketlenmesi olarak gözüküyor.

Alman sermaye sınıfının Ukrayna savaşında yaşadığı akıl yarılmasını daha önce ele almıştık. 9 Alman sermayesi Rusya’dan elde ettiği ucuz enerjiye, imalat sanayisi ve sanayi ürünlerinin ihracatına dayanarak emperyalist rekabette kendini var ediyor ve silahlanma yarışına girmiyordu.

Almanya; ABD ve İngiltere’nin müdahalesi ile Ukrayna savaşının başında bir anda bu stratejiyi değiştirdi. Rusya’dan gelen ucuz enerji kaynaklarından yoksun kalmayı göze kaldı, buna karşılık hızla silahlanmaya başladı.

Bu ani stratejik değişikliği Soğuk Savaş Almanya’sını inşa eden ABD’nin Almanya içindeki gücü kadar Alman sermayesine vaat edilen Doğuya doğru genişleme fırsatına da bağlamıştık.

Bu stratejik değişikliğin erken sonuçları ise ekonomik durgunluk ve emekçi sınıfların hareketlenmesi olarak gözüküyor.

Bu yazıda ise Alman sermayesinin Pasifikte yaşadığı akıl yarılmasına göz atacağız.

2023’te Pasifik’teki emperyalist gerilimin artacağını şimdiden söyleyebiliriz. Buna ilişkin birçok belirtiden en bariz olanı Japonya’nın hızla silahlanması veya silahlandırılması olarak duruyor.

1940’ta dünyanın yeniden pay edilmesini isteyen ama Sovyetler Birliği’ne karşı koçbaşı gibi kullanılan Almanya, İtalya ve Japonya Mihver İttifakını oluşturmuştu. Yenilgi sonrası Japonya ve Almanya sanayileşen ama silahla yayılmayı öncelemeyen iki emperyalist devlet olarak günümüze kadar geldiler.

Seksen yıl sonra Alman ve Japon sermayesi tarihte bir kez daha silahla belirlenecek bir dünya haritası için bir araya gelmiş gözüküyor. Geçen ay Savunma Bakanları arasında yapılan toplantıda askeri anlaşmaları başlatma kararı aldılar.

2021’de Almanya uzun yıllar sonra Pasifik’e bir savaş gemisi gönderdi, Avusturalya’daki bir manevraya savaş uçakları ile katıldı. İngiltere ve İtalya ile çok yeni silah geliştirme anlaşması imzalayan Japonya ise İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ilk kez savaş uçaklarını Filipinlere askeri işbirliği için gönderdi.

Alman Başbakanı Scholz ilk yurtdışı ziyaretini Japonya’ya yaparken Japonya 40 milyar Dolar askeri harcama ile ABD ve Çin’den sonra dünyada üçüncü en büyük askeri bütçeye sahip devlet olmaya doğru gidiyor.

Bunlar Pasifik’te yaklaşan bir savaşın ayak sesleri…

Buraya kadar yazdıklarımız, uluslarından bağımsız olarak bütün emekçi sınıflara karşı düşmanlığa ve akıl eksikliğine işaret etmesine rağmen bir akıl yarılması olarak alınamaz. Aksine emperyalist akıl içinde bir tutarlılığı var: Dünyanın güce göre yeniden pay edilmesini isteyen ve ABD’nin hegemonyasına karşı bayrak açan Çin’deki sermaye birikiminin değersizleştirilmesi gerekiyor. Akıl yarılması da Alman sermayesi için burada başlıyor,

20. yüzyılın başında olduğu gibi emperyalist yayılma sömürgeciliğe değil, sermaye ihracatı ve diğer ülkelerdeki ihraç edilen bu sermayenin yarattığı siyasi etkileme gücüne dayanıyor. Hatta sermaye ihraç edilen ülkeler sadece alttakiler değil, emperyalist hegemonyanın tepesindeki devletler de olabiliyor.

Şimdi yarılmayı daha kolay kavramak için aşağıdaki Alman sermaye ihracatını gösteren iki şekle bakalım.

       Şekil 1: Alman tekelleri 1975’ten bu yana ilişki kurduğu Çin Halk Cumhuriyeti’ne giderek artarak sermaye ihraç etti. Harita Çin’in hangi bölgelerinde Alman yatırımlarının yoğunlaştığını gösteriyor.


Haritada şunu açıkça görüyoruz, Alman sermayesi Çin’e karşı sefere çıkarken aslında kendisine karşı da savaşıyor. Değersizleştirilmek istenen sermayenin bir bölümü Alman sermayesi çünkü.

Ayrıca Almanya nasıl Rusya’dan ucuz enerji alarak emperyalist rekabette gücünü artırıyorsa Çin’den de sanayisi için ucuz ara ürün alıyor. Çin’e yatırım demek ucuz emek gücünün çok az bir sınırlamaya tabi olarak sömürülmesi anlamına geliyor.

Dolayısı ile aslında Çin’e karşı bir askeri ittifakın parçası olmak kendi bacağına kurşun sıkmak demek. Ayrıca giderek Çin halkının tüketime yönlendirildiğini düşünürsek büyük bir pazarın kaybedilme olasılığını da eklemek gerekiyor.

Şekil 2:Yukarıdaki grafik 2015’ten 2020’ye Avrupa otomotiv tekellerinin Çin’e olan yatırımlarını milyar dolar cinsinden gösteriyor. Özellikle Alman tekelleri olan BWM ve Volkswagen’in yoğun ve istikrarlı bir yatırım içinde olduğu anlaşılıyor.


Yine yukarıdaki grafik Alman otomotiv tekellerinin Çin’e yaptıkları sermaye yatırımlarını gösteriyor. Almanya’nın hızla hazırlıklarına dâhil olduğu bir Pasifik savaşının aslında kendisine karşı da bir savaş olduğu anlaşılıyor.

Bu akıl yarılması geçen haftalarda Olaf Scholz’un birçok Alman otomotiv, kimya ve telekomünikasyon tekellerinin patronları ile yaptığı Çin ziyaretinde daha çok kendini gösterdi. Çin ile ekonomik ilişkilerin sürmesi için adeta Alman patronlar bir gövde gösterisi yapmış oldu.

Batı emperyalizmi içindeki bu akıl yarılmalarını hayret ve ilgiyle izlemeye devam ediyoruz.

Yerleşik düzendeki bu kafa bozukluğu emekçi sınıfların lehinedir eninde sonunda.

Çünkü devrimin ayak sesleri anlamına da gelir.

ERHAN NALÇACI / SOL