12 Ocak 2023 Perşembe

Mahalleye çeteyi bilinçli soktular - Sibel Bahçetepe / BİRGÜN


İstanbul’un balkonu Gülsuyu’nun derdi uyuşturucu çeteleri. Bölge halkı, “Yapısını parçalamak istiyorlar. Çeteler, mahalleleri yozlaştırmak, kirletmek, özünden uzaklaştırmak için bilinçli şekilde desteklendi” diyor.
    

Adalar manzarası ile birçok rant çevresinin iştahını kabartan İstanbul Maltepe’deki Gülsuyu ve Gülensu mahalleleri, son olarak eski Ülkü Ocakları Başkanı Sinan Ateş’in öldürülmesi ile bir kez daha gündeme geldi. Gülsuyu halkı, demokrat ve ilerici kimliği olan mahalle yapısının hem uyuşturucu çeteleri hem de kentsel dönüşüm adı altındaki projelerle bozulmak istendiğini vurguluyor. Konuştuğumuz mahalleliler “Burayı uyuşturucuyla özdeşleştirmek istiyorlar. Demografik yapısının parçalamak, buranın emekçi halkının bir arada olmasını parçalamak istiyorlar. Politik dertleri var. Ama bilsinler ki buradayız, bir yere gitmiyoruz” diyor.

E5’in hemen üzerinde bulunması, muhteşem manzarası ve şehrin merkezine yakınlığıyla birçok çevrenin iştahını kabartan bu semt sorunlar yumağı.

Alevi yurttaşların yoğun olarak yaşadığı Gülsuyu ve Gülensu mahalle sakinleri bu şekilde gündeme gelmekten rahatsız. Benzer şekilde politik duruşlarıyla bilinen ve muhalif kimlikleri ile dikkat çeken Gazi, Küçükarmutlu, Okmeydanı gibi mahallelerin de aynı şekilde dışarıdan bir güçle karıştırılmak istendiğini söyleyen yurttaşlar “Bir günde 10 uyuşturucu operasyonu yapılsa 9’unun hangi yerde olduğu söylenmez. Bir kişi Gülsuyu’nda çıksa hemen Gülsuyu’nda uyuşturucu çeteleri diye haber yapılır. Amaç buraya zarar vermek. Gülsuyu’ndaki uyuşturucu meselesi Türkiye’nin ya da İstanbul’un diğer yerlerinden çok farklı değil” diye özetliyor. Eski Ülkü Ocakları başkanı Sinan Ateş’in Ankara’da öldürülmesi olayında cinayetin azmettiricisi olduğu iddia edilen ve tutuklanan ‘Dodo’ lakaplı Doğukan Çep ile bir kez daha gündeme gelen Gülsuyu’nda neler olduğunu ve neler yaşandığını görmek için mahalleye gidiyoruz. Çep, 2013 yılında Güysuyu’nda uyuşturucuya karşı yapılan bir yürüyüşte vurularak öldürülen hem Hasan Ferit cinayetinden hem de sayısız suçtan ceza almasına karşın firardaydı.

BİLİNÇLİ ADIMLAR

Gülsuyu- Gülensu Dayanışma ve Yaşam Merkezi (GÜLDAM) Başkanı Yücel Demir, Gülsuyu’nun uyuşturucu meselesinin kentsel dönüşüm ile birlikte 2000’li yıllardan sonra hız kazandığını, uyuşturucunun dışarıdan mahalleye sokulduğunu söylüyor. Demir "55 yaşındayım ve 6 aylıkken bu mahalleye gelmişiz. O günden beri burada yaşıyorum. Gülsuyu’nda hatırladığım ilk uyuşturucuyla ilgili olay 1980’li yıllarda Fatma Hanım durağında birinin öldürülmesiydi. İlk orada uyuşturucunun adını duyduk. Gülsuyu’nun uyuşturucunun birlikte anılması 2000’li yıllara kadar mümkün değildi" diyor. Uyuşturucunun ülkenin her yerinde giderek artan bir sorun olduğunu anlatan Demir "Uyuşturucu belası memleketin her tarafını sarmış durumda. Ama bu tür mahallelerde muhalif mahallelerde ailelerin çocuklarının buna bulaşmış olması olsa olsa dışarıdan bir şeyle olur. Yani devletin bu tür muhalif mahalleleri yozlaştırmak, kirletmek, özünden uzaklaştırmak, muhalif kimliğinden sıyırmak için bilinçli bir adım olduğu muhakkak" diye durumu özetliyor.

Demir, şöyle devam ediyor: "2000-2002 yıllarında mahallede çete faaliyetleri vardı. Burada esnaflara, dükkanlara saldırı olmuştu. 19-20 kişi Emniyet Müdürlüğü’ne giderek yetkililerle görüştük. Oradan bizi karakola yönlendirdiler. Çetelerden şikayetçi olduğumuzu, mahallede terör estirdiklerini, uyuşturucu sattıklarını anlattık. Bu süreçte ‘Bize haber verin’ dediler. Evimin karşısında bir uyuşturucu satıcısı vardı. Geldiklerinde aradım. Ekip göndereceklerini söylediler. ‘Ne zaman göndereceksiniz?’ dedim. ‘Acele etmeyin, ekip gelince göndereceğiz’ dediler. Adam on dakika içinde uyuşturucuyu bırakıyor, çıkıyor. Dedim ki ‘Sizin yakalama gibi bir derdiniz yok, olsa böyle olmaz.’ Körler sağırlar birbirini ağırlar misali."

Yavuz Akdeniz, Latife Akdeniz, Erdinç Yılmaz, Yücel Demir, Zehra Demir.Yavuz Akdeniz, Latife Akdeniz, Erdinç Yılmaz, Yücel Demir, Zehra Demir.

ORGANİZE İŞLER

Sinan Ateş cinayeti ile mahallenin gündeme gelmesine ilişkin Yücel Demir, şu iddialarda bulunuyor: “Bu işin içinde MHP’nin de parmağının olduğunu düşünüyoruz. Olayı organize eden kişiler buradan besleniyor. Her ne kadar bu işi devlet içindeki bazı yapılar organize ediyor olsa da kullanılan figüranlar buralardan çıkıyor. Bu mahallede torbacılık yapan, çete faaliyeti yürüten, insanların üzerine yaylım ateşi açan insanlar da aynı yapıda yetişen kişiler, yani organize işler... Emniyeti, devleti arkalarına alarak burada bu faaliyetleri rahatlıkla yürütüyorlar. Yakalanan tetikçilerden birisi 35 yıl ceza almış olmasına rağmen yıllardır burada yaşayıp en sonunda da Gürcistan taraflarına gidiyor. Oradan geri dönüyor falan. Ama 35 yıl ceza almış bir kişi aranırken sokak sokak dolaşabiliyor.”

"Bu mahalle bizim her şeyimiz. Yani burayı terk etmemiz söz konusu olamaz. Sonuna kadar direneceğiz" diyen Demir "Son yılların en büyük toplumsal hareketi olan Gezi eylemlerinde bu mahalleden binlerce insanın terliklerle yollara düşmesi, Boğaz Köprüsü’nün yürüyerek geçmesi, oradaki o toplumsal duyarlılığa destek veriyor olması düzeni korkutan şeylerden biridir. Mücadeleye devam edeceğiz. Bu mahallenin kirletilmesine ve yozlaştırılmasına izin vermeyeceğiz” diyor.

KORKMUYORUZ...

Mahalleli Yavuz Akdeniz ise çetelerin mahalle halkına yönelik baskılarına da tepki göstererek, şunları anlatıyor:

“Burada yaşayanların Gülsuyu’nda yaşamak ile ilgili korkuları yok. Bizim asgari ücretle yaşamak, emekli maaşıyla yaşamak gibi korkularımız var. Biz bu mahallede doğduk, büyüdük. Kartal Yunus’ta 30 senedir çikolata satar gibi, peynir satar gibi uyuşturucu satılıyor. Yine Cevizli benzer. Oralarla ilgili bir şey konuşulmuyor. Gülsüyu’nda bir kişinin uyuşturucu sattığı açığa çıkınca ‘Gülsuyu’nda uyuşturucular var, çeteler çıktı’ deniyor. Mahallemiz çetelerle politik kentsel dönüşümle de filen parçalanmak isteniyor. Cevizli, Yunus’ta gençler niye uyuşturucuya gitti? Bunlar da işçi emekçi çocukları. Çünkü bir tarafta ‘dindar, kindar yetiştireceğim’ diyen bir anlayış var. Diğer tarafta Kurtlar Vadisi’yle gençleri özendiren, gençlere ‘böyle yaşayın’ diyen bir iktidar var. Bu çocuk Polat Alemdar olup Mercedes’le gezmeyi, hayal ediyor. Onu öğrettiler ona. Bu kadar çabalamalarına rağmen Gülsuyu’nu hala Cevizli’ye, Yunus’a dönüştüremediler. Dönüştüremezler de. Adı uyuşturucu ile anılan insanların çoğu bu mahallede yaşamıyor, dışarıdan gelen insanlar…

Gülsuyu’nun korktukları o politik değerlerini yok etmek, bir taraftan kentsel dönüşüm saldırısıyla Gülsuyu halkını ekonomik olarak burada yaşayamaz hale getirmeye çalışıyor. Bir tek Gülsuyu için değil, bütün ülke için korkuyoruz. Gülsuyu bu kadar kirletmeye çalışılmasına rağmen korunan bir mahalle. Biz bu oyunu bozuyoruz."

Latife Akdeniz ise uyuşturucu çetelerinin gençlere kolay para kazanmanın yolunu dayattığını anlatarak “Gençler iş bulamıyor, asgari ücretle çalışma dayatılıyor. 8.500 lira ile çalışıp strese girmek yerine kolay para kazanmayı seçiyor. Alın teri emek vermeden kolay para kazanmanın yollarını aşıladılar maalesef” diyor.

Maltepe Cemevi Derneği önceki başkanı Erdinç Yılmaz ise mahallede gençlerin uyuşturucu bataklığına çekilmek istendiğini belirterek “Her aile endişeli. Sinan Ateş cinayetinde de buradaki çocuklar maşa gibi kullanılmış. Burayı bu mahalleyi koruyan insanların pek çoğu ‘sen solcusun, sen bilmem nesin’ diyerek tutuklandı. Burayı koruyan emek veren insanlar kalmadığı için kol geziyorlar” diyor. Mahalleli Zehra Demir ise uyuşturucu çetelerinin muhalif kişiler ve kadınlara da zarar verdiğini belirterek "Bundan dört beş yıl önce uyuşturucu çetecileri devrimci demokrat bir kadın arkadaşımıza evinde saldı, öldüresiye dövdü. Arkadaşımız günlerce hastane yattı, yoğun bakımda kaldı. Özellikle burada öncü olmuş, lider olmuş politik ailelere de dönük saldırılar oluyor” diyerek yaşananları anlatıyor.

***

İMAR SORUNLARI SÜRÜYOR

Mahalleli imar planlarıyla ilgili sorunlarının devam ettiğini söylüyor. Gülsuyu ve Gülensu mahallelerindeki imar sorunlarına ilişkin 2019 yılının ocak ayında imar planlarının onaylandığını ancak belediyenin bu süreci şeffaf işletmediğine dair itirazları da var. Tapu bedellerinin ortalama 250-300 bin lirayı bulması önemli sorun. Bu nedenle tapu alabilen insan sayısı çok düşük. Bunun yanında kullandığı ev belediyenin belirlediği donatı alanı içinde kalan insanlar sıkıntısı devam ediyor. Arsalar da çok küçülmüş durumda.

Sibel Bahçetepe / BİRGÜN

Tarihi fabrika yıkılıyor - Umut SERDAROĞLU / BİRGÜN

 İstanbul’da bir tarihi bina daha yok olmanın eşiğinde. Arkeolog Yavaşçay yıkılmak üzere olan tarihi Kazlıçeşme Dokuma Fabrikası’nın önemine değindi.

İstanbul Zeytinburnun’da yer alan tarihi Kazlıçeşme Dokuma Fabrikası, diğer adıyla Yedikule Pamuk İpliği Fabrikası yıkılmanın eşiğinde. 1800'lü yılların sonunda açılan ve 1970’li yılların sonuna kadar faaliyet gösteren fabrika korunmadığı için yıkılmış birkaç duvardan ibaret durumda. Tarihi fabrikanın içler hacısı son halini BirGün’e anlatan Arkeolog Ömer Faruk Yavaşçay, bina korumaya alınmadığı takdirde Türkiye’nin önemli bir değerinin daha yok olacağını söyledi.



BÜTÇE AYIRMIYORLAR

Fabrika’nın İkinci Abdülhamit tarafında yapıldığını söyleyen Ömer Faruk Yavaşçay, “Fabrikanın yapımı 1890 yılında aslen İzmirli olan İngiliz ve Fransız iki aile tarafından gerçekleşti. Fabrika, hazırlık işlerinin ardından 1890 yılında imalata başlıyor. Fabrikada 1970’li yılların sonuna kadar yılda 200 bin paket kadar iplik üretiliyor. Ancak kapatılmasının ardından fabrika ortada kalıyor. Zaman içinde fabrika çevresel etkiler nedeniyle de yavaş yavaş yıkılmaya başlıyor. Şu an fabrika sadece baca ve birkaç duvardan ibaret” dedi.

Bu tür tarihi yapıların korunmasında ülkede belirli zorluklar yaşandığını dile getiren Arkeolog Yavaşçay şöyle devam etti:

“Bazı tarihi yapılar mal sahibinde olduğu için sıkıntılar çıkabiliyor. Hem satmayıp hem de oranın dokunulmasına izin vermeyebiliyorlar. Aynı zamanda Kültür ve Turizm Bakanlığı’na ayrılan bütçenin de diğer bakanlıklara göre çok az alması bu tür yapıların yok olmasına neden olabiliyor. Türkiye’de restore edilmesi gereken yüzlerce hatta binlerce yapı var ancak bunların restorasyonlarını sağlayacak ya da bu yapıları satın alabilecek bir bütçe yok.”

RESTORASYAN SORUNU

Bazı tarihi eserlerin de yanlış restorasyon nedeniyle tarihi dokusunu kaybettiğinin vurgulayan Yavaşçay, “Bazı firmalar restorasyon yaparken tamamen eski haline çevirmeye çalışıyorlar. Bu çok yanlış çünkü eser yıllar içinde değişim geçiriyor ve bu yüzden ilk günkü haline getirilemez. Yıllar içinde değişen şeklinin korunması lazım. Renk tonu ellenmemesi lazım, eğer ellenirse yeniden yapılmış bir binadan farkı kalmaz. Örneğin İstanbul’daki surlarda restorasyon sürecinde daha fazla yıkımın önüne geçilmesi lazım öncelikle. Ardından hangi taşlar kullanıldıysa yine onlar kullanılmalı. Ancak bazen fiyatı yüksek olduğu için farklı taşlar kullanılabiliyor” dedi.

Umut SERDAROĞLU / BİRGÜN

Hâkime rüşvet nasıl verilir- Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

 

Denize ağı atıyorsun. Hep küçük balıklar takılıyor. Büyüklere sanki biri haber vermiş. Ağdaki koca deliği bularak geçip gidiyorlar.

Daha önce bu köşede okudunuz. Aslında Barış Pehlivan’la hazırladığımız Cendere kitabında, ondan F.S. diye bahsederek yazmıştık. Sonra davası görüldü. Karar verildi. Olay bütün basına şöyle düştü: “AKP Kocaeli Milletvekili Emine Zeybek’in eşi eski savcı Faruk Sarıoğlu, uyuşturucu dosyasında rüşvet verilmesine aracılık etmekten 2 yıl 6 ay hapis cezasına çarptırıldı.”

Rüşvet teklif eden avukat Oktay Bağatır da ceza alırken birlikte çalıştığı Avukat Nejdet Altan ise beraat etmişti.

Dosya aslında bir savcıdan, bir milletvekilinden, bir rüşvet hikâyesinden daha derine uzanıyordu.

Şöyle anlatayım...

Erzurum polisi, 24 Ocak 2019’da bir TIR’ın gizli bölmelerinde, 1 ton 535 kilogram eroin ele geçirmişti. Anadolu Ajansı, “Cumhuriyet tarihinin tek seferde ele geçirilen en büyük eroin miktarı” diye duyurmuştu. Şüpheliler tutuklandı.

İddianameyi hazırlayan kişi, eski askeri savcı Melih Yıldırım’dı. Her şey savcı Yıldırım’ın, Erzurum Adliyesi’nde görevli bir başka savcı olan Faruk Sarıoğlu’nu şikâyetiyle başladı. Sarıoğlu, savcı Yıldırım’ın lojmandaki evinin kapısı çalmış, ziyarete gelmişti. Devamını kitapta şöyle anlattık: “Kendisini İstanbul’dan tanıdığı bir yargı mensubunun aradığını söyleyen Faruk Sarıoğlu, gizli yürüyen uyuşturucu dosyasının içindeki bilgileri kendisine vermesini istedi. Bunun karşılığında Yıldırım’a nakit olarak kaç milyon dolar isterse verileceğini söyledi. Sarıoğlu, paranın Yıldırım’ın istediği kişiye, istediği yerde teslim edilebileceğini ifade etti. Endişe etmemesini, teklifi yapanların çok güçlü olduğunu, ‘önemli kişilerin bilgisi dahilinde’ bu teklifin yapıldığını söyledi. Savcı Sarıoğlu, yakında Erzurum’da göreve başlayacak bir hâkimden de bahsediyordu.”

ZİNDAŞTİ HÂKİMİ UYUŞTURUCU DOSYASINA

Sarıoğlu’nun ceza aldığı rüşvet hikâyesi bu kadar değil...

Sarıoğlu’nun “Yakında Erzurum’da göreve başlayacak” dediği hâkim, asıl büyük balıktı. O kişi, uyuşturucu baronu Zindaşti’yi, Külliye’den gelen bir telefonla bırakan Cevdet Özcan’dı. Hatırlayın, Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Burhan Kuzu, Özcan ile görüşerek Zindaşti’yi serbest bıraktırmış, bu nedenle kendisi de sanık olmuştu. Ancak yargılanamadan öldü.

İnanılmaz değil mi! Erzurum’da Cumhuriyet tarihinin en büyük uyuşturucu operasyonu yapılıyor. Dosyayı takip eden savcıya AKP’nin kritik isminin eşi olan savcı rüşvet teklif ediyor. Tesadüf bu ya, dosyaya bakacak Erzurum 1. Ağır Ceza Mahkemesi’ne, İstanbul’da uyuşturucu baronlarını, Cumhurbaşkanlığı’ndan gelen telefonla bırakan hâkim, sözde sürgünle atanıyor.

HSK yazdıklarımızın ardından hatasını kabul etti. Özcan, davadan el çektirildi. Sarıoğlu hakkında da soruşturma yapıldı. Geçen 23 Kasım’da, Yargıtay 5. Ceza Dairesi tarafından rüşvet cezası verildi.

İşte yeni gelişme bununla ilgili...

Yargıtay 5. Ceza Dairesi, verdiği kararın ardından gerekçeli kararını açıkladı. Ve bu sayede olaydaki akıl almaz detayları öğrenme şansımız oldu. 


RÜŞVET BANKNOTTAKİ ŞİFREYLE

Önce kendisine rüşvet teklif edilen Savcı Melih Yıldırım’ın anlatımları...

Savcı Yıldırım, uyuşturucu operasyonunu yaptıktan sonra yaşadığı hikâyeyi anlatmış. Bu anlatım Zindaşti’nin nasıl serbest kaldığına dair bilgilerimizi hem teyit ediyor hem de yeni ayrıntılar veriyor: “Bu tutuklama olayının ardından yaklaşık bir hafta sonra aynı adliyede görev yapan cumhuriyet savcısı Faruk Sarıoğlu beni telefonla arayıp odasına çay içmeye davet etti. (...) Faruk Sarıoğlu odasında oturduğumuz sırada bana, Mehmet Zeki Fidan isimli şüphelinin avukatlarının ben ifade almadan önce kendisine eski görev yeri olan İstanbul’da çalışan bir savcının selamı ile geldiklerini ve olayı kısaca anlatıp ‘bu işler İstanbul, Ankara gibi yerlerde olsa kolayca hallederdik ancak Erzurum’da olduğu için sıkıntı yaşıyoruz’ dedikleriniayrıca ‘İranlı uyuşturucu sanığı Zindaşti denilen şahsı hapisten kendilerinin çıkardığını ve tahliyesi karşılığında sulh ceza hâkimine 3.5 milyon dolar verdiklerini, bu parayı verdiklerinde arkalarında iz bırakmadıklarını, hâkime bir adet 10 TL’lik banknot teslim ettiklerini, bu banknotun üzerindeki seri numarasının bir şifre olduğunu, hâkimin bu banknotu Kapalı Çarşıda bir kuyumcuya teslim ederek üzerindeki şifre karşılığında bahse konu miktarı aldığını’ anlattıklarını bana söyledi.”

Daha önce Zindaşti’yi serbest bırakan hâkime 3.5 milyon dolar rüşvet verildiğini okumuştuk. Ancak Sarıoğlu’nun Melih Yıldırım’a anlattıkları, bu işin nasıl yapıldığını açığa çıkarmış. Üstelik banknottaki şifreyle para alan hâkim, ne tesadüf ise rüşveti verenlerin baktığı bir başka dosyaya, tarihi uyuşturucu davasına atanmış.


NE KADAR İSTİYORSAN VERECEKLER

Yargıtay’ın uzun gerekçeli kararında bütün detaylar var...

Savcı Melih Yıldırım, Sarıoğlu ile ikinci ve üçüncü karşılaşmalarını da ifadesinde aktarmış. İkinci karşılaşma, Sarıoğlu’nun, Yıldırım’ın odasını ziyaret etmesiyle olmuş: “Odama geldi ve makam koltuğuma daha yakın olan bir mesafeye oturup dosya ile ilgili soru sormaya tevessül etti ancak kendisini geçiştirip odamdan gönderdim.”

Üçüncü karşılaşma ise Yıldırım lojmandaki evindeyken Sarıoğlu’nun çat kapı gelmesiyle yaşanmış. Sarıoğlu’nun teklifini Yıldırım şöyle aktarıyor: “Senden şüphelileri tahliye etmeni veya dava açmamanı istemiyorlar. Ancak Saruhan, Hacı ve kamyon şoförü olan üç şüphelinin ifade tutanağını istiyorlar. Bunlar zaten önemli evraklar değil, yarın öbür gün dava açıldığında gizlilikleri kalkacak. Senin verdiğin bile belli olmaz. Bunun karşılığında ne kadar ne istiyorsan verecekler. Benden bunu iletmemi istediler.”

 Bu yaşananlar üzerine savcı Melih Yıldırım, kendisine rüşvet teklif eden savcı Faruk Sarıoğlu’ndan şikâyetçi olduğunu söylüyor. Kararda, savcı Melih Yıldırım’ın konuyu çeşitli aşamalarda bildirdiği savcı, başsavcı vekili ve başsavcının ifadesi de var. Onlar da Savcı Melih Yıldırım’ın çeşitli aşamalarda gelip kendilerine anlattıklarını doğruluyor.


KAPI ZİLİNDEKİ PARMAK İZİ

İlginç bir detay...

Ceza alan Sarıoğlu inkâr eder diye düşünerek Savcı Melih Yıldırım parmak iziyle sözlerini kanıtlamak için ilginç bir şey yapmış: “Kapıyı açtığımda zile bastığını gördüğüm aklıma geldi. Bu zili buzdolabı poşeti ile söküp eve aldım.”

Sadece savcının anlatımları değil. AKP’li vekil eşi olan savcı Faruk Sarıoğlu’nun, Erzurum Adliyesi’nde yer alan odasının bulunduğu koridora ait, 30 Ocak 2019 tarihindeki güvenlik kamera görüntüleri incelenmiş. Bu kayıtlarda uyuşturucu davasında rüşvet teklif eden avukatın giriş çıkışları tespit edilmiş.

Öte yandan...

Faruk Sarıoğlu’nun kullandığı cep telefonunda, HSK Başmüfettişliği tarafından bilirkişi incelemesi yaptırılmış. Savcı Sarıoğlu’nun avukatlarla olağandışı görüşmeleri delil olmuş.

Gerekçeli kararda bütün parçalar birleştirilerek şu değerlendirme yapılmış:   “Sanık Faruk Sarıoğlu’nun savunmalarının aksine, diğer sanıkların odasına iki kez gelip gitmeleri durumunun söz konusu olmaması, önceden tanımadığını belirtmesine rağmen olay günü sanık Nejdet Altan’ı iki kez aradığının sabit olması, diğer sanıkların ziyaretleri nedeniyle kısa süre odasında bulunduklarını söylemesine rağmen sanık Nejdet’in 12.57’de, sanık Oktay’ın ise 14.59’da odasına gelip 15.40 saatine kadar odasında bulunmaları ve ardından hep birlikte odadan ayrılıp, sanık Faruk’un tek başına saat 17.27’de tekrar odasına geri dönmesi karşısında diğer sanıklarla birlikte geçirilen sürenin kısa sayılamayacak olması hususları birlikte değerlendirildiğinde, sanık Faruk Sarıoğlu’nun savunmalarının bu yönüyle de samimi olmadığı değerlendirilmiştir.”


SİYASET UYUŞTURUCU BATAKLIĞINDA

Mahkeme kararından geriye, Türkiye adına şu utanç verici satırlar kaldı: “Sanıklardan Oktay’ın sohbet esnasında İstanbul’da uyuşturucu madde ticareti suçlarıyla ilgili baktıkları soruşturma ve davalarda başarılı olduklarınamilletvekilleri, bakanlar ve devlet bürokratlarından birçok tanıkları olduğuna ve bunlar aracılığıyla devlet bürokrasisinde birçok işi halledebileceklerine, kamuoyu tarafından da bilinen birçok soruşturma ve davayı müvekkilleri lehine sonuçlandırdıklarına dair anlatımlarda bulunduğu...”

Savcı Sarıoğlu’nun AKP milletvekili Emine Zeybek’le evlenmesi ne ifade eder bilmem... Ancak gerekçeli karardaki satırlar sayesinde, “Torbacıların bacağını kırın” diyen siyasetin, baronları nasıl kurtardığını da öğrenmiş olduk!

Ah kovaya attığın küçük balık ağzını açsa da konuşsa! Kim bilir, belki de ne karada ne suda, adaletin insan eliyle dağıtılmadığını anlatır. Sen de ağda delik aramaktan kurtulursun.

Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

Kadın düşmanı imamın 'çektiği sıkıntı'nın sebebi ortaya çıktı: Epilasyon işe yaramamış - SOL

 

Kadın düşmanı imam Konakcı'nın Gürsel Tekin'e açtığı tazminat davası dilekçesinde 'hatalı epilasyon sonucu vücudunda oluşan yanıklar oluştuğunu' belirtmesi gündem oldu. İmam avukatını azletti.

"Sokaklar kasap dükkanı gibi" ifadeleriyle kadınları hedef alan, başında takkeyle valilik ziyaret eden, hilafet çağrısı yapan imam Ankara Melike Hatun Camii imamı Halil Konakcı, sosyal medya paylaşımlarıyla kişilik haklarının zedelendiği iddiasıyla CHP İstanbul milletvekili Gürsel Tekin'e dava açtı.

Ancak dava dilekçesindeki bir cümle Konakcı'nın avukatını azletmesiyle sonuçlandı.

Gürsel Tekin dün sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımda Konakçı'nın dava dilekçesindeki bir cümlenin dikkatini çektiğini belirtti. Tekin "Kadınlara, milletvekillerine ve millete hakaret eden Halil Konakçı bana dava açmış. Dilekçede bir cümle dikkatimi çekti. Kendisi attığımız tweetler yüzünden lazer epilasyon yaptırırken beklediği sonucu alamamış, acı ve ıstırap çekmiş. Çok üzüldüm. Geçmiş olsun" diye yazdı.

Sözkonusu dilekçede şu ifadelerin yer aldığı ortaya çıktı: "Kişilik ve bedensel hakları hukuka aykırı saldırıya uğrayan müvekkilimiz tarafından hatalı lazer epilasyon işlemi sonucunda elde etmek istediği sonuca ulaşamamış olup, vücudunda yanıklar meydana gelmiş, çektiği sıkıntı ve ızdırap da dikkate alındığında müvekkil lehine uygun oranda manevi tazminata karar verilmesi gerektiği kanaatindeyiz."

Konakcı dava dilekçesindeki bu ifadelerin sosyal medyada gündeme gelmesinin ardından bir açıklama yaparak çalıştığı hukuk bürosu ve avukatlarını tüm dava dosyalarından azlettiğini duyurdu. Konakcı azletme gerekçesini de "çalışma prensibimizin uyuşmaması ve hatta dava dilekçemizde kabul edilemez bir hata yapması sebebiyle" diye açıkladı.

Hilafet çağrısı yapmış, valilikte başında takkeyle ağırlanmıştı

Sık sık kadınları hedef alan ve gerici açıklamalarıyla bilinen Ankara Melike Hatun Camii imamı Halil Konakcı, Erzincan’da Vali Mehmet Makas tarafından ağırlanmıştı. Konakcı valiliği ziyarete başında takkeyle gitmişti.










Konakcı'nın son dönemde basına yansıyan gerici ve kadın düşmanı açıklamalarından bazıları şöyle:

- “Kadın erkek eşitliği tamamen yalan. Namazını kıldırt hanımına, başını örttür. Sokaklar kasap dükkânı gibi. Et görmekten içimiz dışımıza çıkıyor.”

- “Dünyada iki ırk vardır, Müslümanlar ve kafirler.”

- “Burası Müslüman ülke, ne işi var salyangozun soframızda? Devletin görevidir bu. Vatandaşına zararlı olan şeyi yasaklar. Dövmeyi de yasaklasınlar. Yaptıranların dükkanlarını kapatsınlar.”

- “O sahip olsaydı başımızda, o makam (hilafet) hala başımızda olsaydı ne başörtüsüne ne çarşafa ne sarığa ne minareye ne ezana kimse konuşamazdı. Biz o makamı geri istiyoruz arkadaş. İslâm adına istiyoruz.”

                                                                 /././

Kadın düşmanı, hilafet yanlısı imam Konakçı'nın polis korumasıyla gezdiği ortaya çıktı (SOL)


Melike Hatun Camii İmamı olarak bilinen ve skandal açıklamalarıyla tanınan Halil Konakçı polis korumasıyla gezdiği  öğrenildi.

Konakçı’nın takipçileri tarafından sosyal medyada paylaşılan videoda Konakçı’nın “devlet lideri” gibi bir caminin girişinde karşılandığı görüldü.

Konakçı’nın yanında takipçileriyle birlikte koruma polisinin de olması sonrası koruma gerekçesi de merak konusu oldu.

Konakçı "kadınların giyimlerinden rahatsız olduğunu" söylemiş ve “Bak sokaklar ne hale geldi! Kasap dükkanı gibi. Et görmekten içimiz dışımıza çıkıyor artık. 100 yıl önce dedelerimizin yatak odasında göremediği kıyafetleri biz çarşıda pazarda plajda görüyoruz. Neden? Bu kadınların başında yok mu adamları abileri babaları kocaları? Geçtim helali haramı hadi buna inanmıyorsun. Tamam ateistsin, imanın zayıf… Ya hiç mi kıskanmıyorsun lan? Kızın, karın öyle sokağa çıkarken, video paylaşırken hiç mi vicdanın sızlamıyor? Benim aklım bu işi almıyor. Allah sonumuzu hayretsin” demişti. (SOL)


Devlet balesinin karanlık gecesi: 21 Aralık 2022 - MELİS GÖNENÇ / SOL

 2022’nin Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülleri listesinde Tan Sağtürk’ün yer alması, kurum olarak devlet balesine, sanat olarak ise baleye yapılmış büyük bir saygısızlıktır.

Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülleri arasına ilk kez bu yıl “dans-bale” alanının sıkıştırıldığına tanık olduk. Şaşırtıcı sayılabilir çünkü islamcıların cehennemlik sanatlar listesinde bir numara baledir. Ama ödülün Tan Sağtürk’e verildiğini öğrenince, ortada çelişik bir durum olmadığı kolayca anlaşılıyor.

Neden? Kimdir bu Tan Sağtürk?

Kapsamlı bir yazıda cemaziye’l-evvelini ve cibilliyetini ele almıştık. (Milli tacir Tan Sağtürk (4)29 Ekim 2021) Tekrara gerek yok. Ödülün ne anlama geldiği üzerinde duralım.

Tan Sağtürk’ün ödül gerekçesi, 21 Aralık 2022 akşamı Saray’da yapılan törende, Erdoğan’ın ağzından noktası virgülüyle şöyle:

“Dans-bale alanında ödül alan Tan Sağtürk, Türk balesi denilince akla ilk gelen isimlerdendir. Balenin ülkemizde tanınması ve yaygınlaşması amacıyla uzun yıllardır gayret gösteren, Diyarbakır’da açtığı dans ve bale okuluyla önemli bir sosyal sorumluluk projesini hayata geçiren Tan Sağtürk’ü tebrik ediyoruz.”

1) Türk balesinin önde gelen isimlerinden… 2) Balenin tanınması ve yaygınlaşması… 3) Diyarbakır’da açtığı bale okulu. Bu üç gerekçenin üçü de doğru değildir.

Yukarıda linkini verdiğimiz yazıda ayrıntıları var.

Peki, islamcılar bu ödülü niye verdiler? Tan Sağtürk neyi temsil ediyor?

Sıralayalım:

1) Ödülün sanatsal hiçbir içeriği yoktur. Bütünüyle siyasaldır. Tan Sağtürk bale sanatının değil, dans ticaretinin önemli bir ismidir. Yani, ödül, sanatsal bir başarıya değil, ticari bir beceriye verilmiştir. Nitekim, gerekçenin hiçbir yerinde “sanat” sözcüğü geçmiyor. İslamcıların baleyi sanat değil, spor olarak gördükleri ve bu yönde düzenleme için adım attıkları, Tan Sağtürk’ün de bu yaklaşıma destek verdiği henüz belleklerden silinmiş değil.

Bu ülkede bale sanatına ödül verilecekse, Tan Sağtürk’e gelene kadar, bir çırpıda, halen çalışan ya da emekli en az 25 kişi sayılabilir.

Dolayısıyla, bir yüksek sanat dalı olan bale, sanat değil, ticari faaliyet olarak değerlendirilmiştir.

Bale sanatına yapılmış büyük bir saygısızlıktır.

2) İslamcıların iki temel özelliğini unutmamalı: Ekonomik anlamda liberaldirler, siyasal anlamda Laik Cumhuriyet düşmanıdırlar. İkisini topladığınızda, Laik Cumhuriyet’in kamusal güvenceye alarak kurduğu balenin “özelleştirilmesi”, özel sektör eliyle seyreltilip, zayıflatılması formülüyle karşılaşırsınız. Tan Sağtürk, Türkiye’deki 25 yıllık dans yaşamının yalnızca üç yılını devlet balesinde geçirmiş, sanatçılığından çok, dans okulu işletmeciliği ve magazin figürü olarak tanınmış biridir. Bale sanatçısı olarak ne ağırlığı, ne de ciddiyeti söz konusudur. Sanatsal yeterliliği olmadığı için kadroya alınmayıp, 1997-1998’deki bir yıllık stajyer sanatçılığı dışında, devlet balesinde yer bulamamış, ayrılıp, özel işletmeciliğe yönelmiştir. Buna karşın, tüccar olarak son derece başarılı biridir.

2020’de, 50 yaşında, devlet balesi sanatçılarının büyük şaşkınlığına yol açarak, islamcılar tarafından devlet balesine kadrolu olarak sokulmuştur. Bir Truva Atı’dır. Amaç, devlet balesini özel sektöre peşkeş çekerken, sanatsal ve kültürel anlamda içini boşaltmaktır.

Nasıl ki, devlet operasının başına getirilen Oğlan’a, 5’li çetenin ağır topu Nihat Özdemir’in LİMAK orkestrası kurdurulmuş ve genel müdürlük ile özel sektör yöneticiliği aynı kişide toplanmıştır, bunun sonucu olarak da, devlet operasının sanatsal/kültürel düzeyi Zeki Müren hattıyla belirlenir olmuştur; benzer model, Tan Sağtürk üzerinden devlet balesine dayatılmak istenmektedir. İslamcıların siyasal ömürleri yetse, Tan Sağtürk’ü Devlet Opera ve Balesi’nin başına getirmekte bir dakika bile tereddüt etmezler. Sağtürk’ün okullarındaki müfredata göz atmak, sanatsal/kültürel düzeyden ne anladığını ortaya koymaya yeter.

Devlet balesine yapılmış büyük bir saygısızlıktır.

3) İslamcıların kültürü arabesktir. Bunu hiçbir zaman gizlemediler. 2015’te, Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü’nü müzikte Orhan Gencebay’a verdiler. 2018’de, Berhudar Orhan’ı, bu kez Kültür ve Sanat Politikaları Kurulu’na atayıp, ülkedeki müzik politikasını belirleyen kişi koltuğuna oturttular. AKM’nin temel atma töreninde baş köşe, AKM açılışında ilk konser Sibel Can’ındı.

İlk dans klibini, “Bir Teselli Ver” ile çekmiş olan Tan Sağtürk, baleye arabeski bulaştıran kişidir. Berhudar Orhan’a hayranlığını defalarca dile getirmiştir.

Bu ödüllerin seçici kurulunda Berhudar Orhan’ın ağırlığı biliniyor. Tan Sağtürk ismine çok sıcak bakacağı açık değil mi?

Bale kültürüne yönelik büyük bir saygısızlıktır.

“Bir Teselli Ver”, Tan Sağtürk’e teselliden çok daha fazlasını verdi.

4) İslamcıların Kürt dosyası ve siyasal işlevi kimsenin meçhulü değil. Seçimlere giderken, Diyarbakır simgesinin tekrar gündeme taşınması doğaldır. Tan Sağtürk ile Diyarbakır adlarının yan yana getirilmesinin, ödüle anlamlı bir siyasal meşruiyet temeli sağlayacağı tartışmasızdır.

Peki, Tan Sağtürk ile Diyarbakır’da açtığı iddia edilen bale okulu arasında nasıl bir ilişki var?

Gelin, bu soruyu, sözü edilen okulun gerçek kurucusu ve sahibi, Diyarbakırlı Zeliha Yılmaz’a soralım.

Aşağıdaki uzun söyleşiyi gerçekleştirirken, balenin Güneydoğu macerasını da birinci elden dinlemiş olduk. Çok şey anlattı. Yazılmasını istemedikleriyle, Diyarbakır dışındaki diğer illerde olup bitenleri dışarıda tutarak, söyleşinin bütününü veriyoruz:


Zeliha Yılmaz: “Diyarbakır’ı kendi reklamı için kullandı.”

“DİYARBAKIR’DAKİ OKUL İLE TAN SAĞTÜRK’ÜN HİÇBİR İLİŞKİSİ YOK”   

Zeliha Hanım, söyleşiyi kabul ettiğiniz için teşekkür ederim. Bildiğiniz gibi, bu yıl Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülleri listesinde Tan Sağtürk de var. Ödül gerekçesinin önemli bir ayağını “Diyarbakır’da açmış olduğu dans ve bale okulu” oluşturuyor. Bu okulun öyküsünü ve Tan Sağtürk’ün katkısını sizden dinleyebilir miyiz?

Memnuniyetle. Diyarbakır’daki okulumuz 24 Kasım 1999’da açıldı. Kuğu Bale Okulu. Ben açtım. Esas desteğim devlet balesi oldu. Tan Sağtürk’ün hiçbir ilişkisi yok. Çorbada hiç tuzu yoktur. Ödül gerekçesinde Diyarbakır olduğunu duyduğumda epey şaşırdım. O sırada Tan Sağtürk’ü tanımıyordum bile. Bari ödülü alırken veya sonrasında Diyarbakır’a ve bizlere teşekkür etmesini beklerdim. Onu bile yapmadı.

Peki, bale okulu düşüncesi nereden çıktı?

Ben Ankara’da Kız Teknik yüksek öğretmen okulu mezunuyum. Kız meslek liselerinde, düz ortaokul liselerde öğretmenlik yaptım. Ev ekonomisi öğretmeniyim, asıl branşım o. Ablam da öğretmendi. 1995 yılında 36 yaşında öldü. Üç tane çocuğu kaldı. Benim de çocuğum olmadı. Eniştemize rica ettik, bu üç çocuğu bize verdiler. Helin bir yaşındaydı. O bana anne diyordu, bana bağlandı. O dört yaşına geldiğinde eşimden ayrılmaya karar verdim. O yaz Bodrum’daki yazlığımıza gittik çocuklarla birlikte. Helin çok içine kapanıktı. Onunla aynı yaştaki, alt katta oturan komşumuzun kızı ise tam tersi. Endamlı, kendine özgüveni var. Annesiyle konuştum. Kızının bale ve piyano dersleri aldığını söyledi. Ben de o sıralar, kendi kendime, emekli olup, Diyarbakır’da ne yapabilirim, diye düşünüyordum. Diyarbakır’a döndükten sonra buraya nasıl bale okulu açabilirim diye düşünmeye başladım. Konuyu açtığım insanlar bana güldüler. 1999’da balenin b’sinin bilinmediği bir yer. Vali Bey’in yanına gittim. O zamanlar vali ile görüşmek zor bir konu değildi. Konuyu valiye açtım. Yanındaki stajyer kaymakamlar kıs kıs gülmeye başladılar. O da beni vali yardımcısına gönderdi. Sonra o, kültür müdürüne yolladı. Kültür müdürü Devlet Opera ve Balesi’ni aradı. Ömür (Uyanık) Hanım’la konuşup durumu anlattı. Ömür Hanım, çocuk balesinin başında. Onun için onunla konuşuyor. Ömür Hanım, ona, Diyarbakır’da bale okulu açmanın ütopya olduğunu söyledi. Kültür müdüründen telefonunu aldım. Eve gidip ertesi gün ben aradım. “Yok” dedi, “Diyarbakır’da henüz otel bile yok”, dedi. Doğru söylüyordu. Destek olamayacaklarını belirtti. Ben de, “Diyarbakır’ı çok küçük görüyorsunuz. Diyarbakır her şeye hazır”, dedim. “Adım atmak lazım bu işlere”, dedim. Telefonu kapattı. Ertesi gün yine aradım. Bir ay boyunca neredeyse her gün kadını rahatsız ettim. Sonunda randevu aldım, Ankara’ya gittim. Ben onunla konuşurken, herkes odaya girip bakıyor, gaipten gelmişim gibi. Yalvarıyorum yakarıyorum, yok diyor olmaz. Diyarbakır’a döndüm. Tabii, yine peşini bırakmadım. Kadıncağız baktı ki benden kurtulamayacak, tamam, dedi, gelip bir bakayım. Çok mutlu oldum. O zaman plaza yapılıyordu. Basın, medya da o binaya yerleşiyordu yeni yeni. Ömür Hanım zorla ikna oldu.

Tan Sağtürk ile herhangi bir ilişki yok…

Yok, yok. Benim derdim devlet balesinden yardım alabilmek. Onu tanımıyoruz. Balede bu işe Ömür Hanım bakıyor.

Sonra?

Biz bir hafta içerisinde balenin bütün işlerini yaptık orada. Açılışımız olacak, Ömür Hanım’a uçak biletini gönderdim. Havaalanından alacağım. Bugün bile gözümün önünde. Pek inanmadığı için, adeta zoraki şekilde gelmişti. Yani, alışverişe çıkmış gibi, ev haliyle. Karşıladım. “Ayol uçakta basın, medya doluydu” dedi. Şaşırmıştı. Bale kursumuz Prestij Otel Ofis’te açılıyordu. Ticaret Odası Başkanı kurdelemizi kesecek.  Bir gittik, sokak kapısına kadar medya. İstanbul’dan gelmişler. Ömür Hanım bunları görünce, “Aman ben nereye düştüm?” dedi. Ben onu herkese tanıtıyorum, “Ömür Hanım, Devlet Opera ve Balesi’nden” diye.

Devlet balesi işe ciddiyet katıyor…

Evet. Kebapçı açmıyorsunuz ki! Bu işlerin nasıl yapılacağını da bilmiyorsunuz. Ben o zaman reklam işlerini falan da bilmiyorum.

Basın mensupları neler sordu, neler söylediniz?

Ömür Hanım medya kalabalığını görünce, hemen orada benim kulağıma fısıldadı. “Zelişim” dedi, oysa hep Zeliha Hanım derdi, “sakın, röportaj vermiyorsun, henüz hazır değilsin” dedi. Sonra basının karşına geçip, “Çok duygulandım” dedi, gözyaşı döktü. “Ben böyle bir yaraya merhem olacağımı düşünememiştim” dedi. Ama tabii hep kendisini anlatıyor. Ertesi gün bir de ne görelim, bütün gazetelerin en baş sayfasında yer almışız: “Diyarbakır’da terör bitti, bale başladı” diye. Çocukların fotoğrafları, Ömür Hanım’ın fotoğrafları, ben yokum ama. Projenin başı ben, ama yokum. Gazeteci Namık Durukan, “Dikkat et, seni kullanırlar; fikir senin ama, herkes kendi reklamını yapıyor” dedi. Ne yapabilirdim ki? Benim bale ile uzaktan yakından alakam yok. “Gitseler, sap gibi ortada kalırız” dedim. Ömür Hanım kendini anlatıyor, velilerle tanışıyor, oranın sahibi gibi. Sene sonu oldu, gösteri zamanı. Kostüm yapılacak. Ankara’da kendi bale okulu varmış. Oraya kostüm yapan birileri varmış. “Kostümleri orada yaptıralım” dedi. Bu kez itiraz ettim, “Neden orada yaptırıyoruz, İstanbul’da Nişantaşı’nda yer buldum” dedim. Dilim açılmaya başlamıştı yavaş yavaş. “Seni kandırırlar” dedi. “Yok” dedim.

Tan Sağtürk bu aşamada mı devreye girdi?

Evet. Şöyle oldu: Kostümler için Riskullah Hayat’a gittim. Nişantaşı Vali Konağı Caddesi’nde. Sağ olsun, tamam, dedi. Konuşma sırasında “Tan Sağtürk’ün de okulu yakın buraya” deyince, “Aa” dedim “keşke Tan Sağtürk’ü de okulumuzun gecesine getirseydik.” Bana telefonunu verdi. Diyarbakır’a geldim, gösteri bitti. Bu defa karne gecemiz var. O zaman da yeni otel açılıyor, orada yapalım istiyorum. “Tamam, hazırlarız” dediler. Ömür Hanım’ı aradım. “Tan Sağtürk’ün telefonu var bende, gecemize gelsin, renk katar” dedim. “Aa, Zelişim biz yetmiyor muyuz sana?” dedi. Neyse, Tan Sağtürk’ü aradım. “Tabii gelirim” dedi. Gittim, karşıladım. Ömür Hanım ile tanıştırdım. Tanışmıyorlardı. Sonra çok samimi oldular, dans etmeler, halaylar, halayların başındalar… Basın, medya yine orada. Ertesi gün, basında Tan’ın fotoğrafları. Zeliha Hanım derken, onun için de Zeliş oldum. “Zelişim, okuluna benim ismimi ver” dedi. Ben de, “Ticaret odasında, her yerde Kuğu Bale Okulu olarak geçiyor, şimdi senin adını nasıl koyarım?” dedim. Çok ısrar etti. “Tamam” dedim. Ticaret odasında, resmi bir yerde, ortağımız olup da ismini vermiş değil. Bir tabela hazırlattım, iç kısımda, yani, üçüncü katta, odanın bir kenarına astırdım. Bu durumu medyada kendi reklamı için öyle bir fırsata çevirdi ki... Canlı yayınlara çıkıyor. “Diyarbakır’da okul açtım” diyor, “okulu böyle yaptım, şöyle yaptım” diyor. Herkes Tan’ın okulu demeye başladı.

Medyadaki bu reklamın size bir getirisi olmadı mı? Sonuçta bedava reklam.

Ben, Tan’ın okulu olmakla artı bir puan kazanmadım. O hep kendi reklamını yapmak istiyordu. Bize bir yararı yoktu. Ben devlet balesinden yardım gördüm. Genel müdür o zaman Remzi Buharalı idi. Ömür Hanım ile haber göndermişti; Ankara’nın bir gösterisi var, bana da orada ödül verecekler. Ömür Hanım da, sağ olsun, doğruya doğru çok güzel bir program hazırladı. 15 kişilik bir grupla bizlere de sponsor oldu. Otobüsle Ankara’ya gittik. Bizim çocuklar sahneye çıktı, bana plaket verildi. O zaman Remzi Buharalı’nın bize çok desteği oldu.

Ama basına yansıyan haberlere göre, 2002 Ekim’de okulunuz hocasızlıktan kapanacakken Tan Sağtürk gelip…

Hayır, hayır, hayır. Sansasyon yaratmak için yaptı. Ben de bunlara alet oldum. Yoksa devlet balesi bize hocaları gönderiyordu. O dönemde Remzi Buharalı genel müdürdü. Hatta kırgınlık da olmuştu. “Zeliha Hanım, ben her hafta sonu size hocaları gönderiyorum. Ne diye Tan Sağtürk gelip de caddelerde dans etti?” demişti. Ne için? Reklamı için. Bütün gazetelerde yer alsın diye. Yoksa benim hocasızlık diye bir derdim, kaygım yoktu. Sağ olsunlar, devlet balesi bize çok büyük destek veriyordu.

Peki, hocasızlık konusu nereden çıktı?

Bir gün Tan beni aradı. Kar yağıyor, soğuk. “Bir proje aklıma geldi, diyeceğim ki Diyarbakır’da öğretmen yok, öğretmen arayışı içerisindeyiz, ve çıplak ayakla dans edeceğim” dedi. Ben okulu oturtmuşum, devlet balesi ile ilişki gayet güzel yürüyor; keyfini yaşıyorum açıkçası. Çok önemsemedim. Reklam işlerine çok meraklıydı. Herhalde öyle bir şeydir, diye düşündüm. Sonra Diyarbakır’a yabancı bir balerin ile geldi. Programı yapmış. Hasan Paşa Han yeni açılmıştı. Reklam için en ufak şeyi kaçırmıyorlar. Sonra Tan davul zurna da getirdi. Bir yerde davul zurna ile halay çekilecek, yanda da, bunlar dans edecek. Güya sentez olacak. Neyi sentezliyorlarsa. Ulu Camii’nin önünde davulcular. Yine NTV’den Nizamettin Toprak falan vardı. Hava soğuk, ben onlarla beraber geziyorum. Tan “burada dans edelim” diyor. Zavallı işçiler, oradan geçenler falan halayın başına geçtiler, bizimkiler saftır, o soğukta nasıl dans ediyorlar. İstanbul’da falan olsa, kimse gelmez, para vermemiz lazım. Teyp gibi bir şeyden Bach çalıyor. Tan kadını kucaklıyor, indiriyor aşağıya. Kimse bir şey anlamıyor. İşçiler halay çekiyorlar, niye oynuyorlar bilmiyorlar. Neyse, o işi de bitirdik geldik. Tan, “Zelişim büyük reklam oldu” dedi. Ertesi gün baktım basına, “Diyarbakır’da öğretmen yok, Tan Sağtürk sokaklarda çıplak ayakla dans etti!” Dedim ya, sonra devlet balesinden aradılar bizi. “Nankör kadın” demişlerdir içlerinden, “Sana hafta sonu öğretmen gönderiyoruz ya.”

Velhasıl, bizim Diyarbakır ve okulumuz Tan’a çok güzel bir reklam konusu oldu. Her yerde, okulum da okulum, dedikçe, herkesin aklında da öyle kaldı. Düşünseniz ya, ta bugüne kadar, ödül nedeni bile oldu…

Çıplak ayaklı dans büyük reklam oldu, “artık yakamı bırakır” dedim ama, mümkün olmadı.

Basında, çıplak ayaklı danstan sonra, okulunuza 150 öğrencinin yazıldığı bilgisi var.

Yok canım ne 150 kişisi. Diyarbakır’da o potansiyel mi var? İlk açıldığımızda 50-52 kişiydi. O da, yarısı askeriyedeki filo komutanlarının, albaylar falan vardı, bir de işadamlarının çocuklarıydı. Şimdiki gibi kasap, bakkal baleye getirmezdi çocuğunu. Altınlar takılıp gelinirdi okula, birbirlerine hava atarlardı.

Tan’ın reklam işlerinde bizi kullanmasının bize faydası olmuyordu. Ama, İstanbul’da işlerinin bayağı açıldığını söylüyorlardı.

Tan Sağtürk sizden hiç para talep etti mi?

Hayır. Bir lira olsun istemedi. Gerçi, bana bir şey yapmıyor ki, benden para talep etsin. Onun bana para vermesi lazım. Yine de her gelişinde hediye verirdim.

Peki, malzeme, öğretmen konusunda destek oldu mu?

Hayır, hayır. Onu Ömür Hanım, DOB yapıyordu. Remzi Buharalı destek oldu. Okulun gecesi olurdu, Remzi Buharalı gelirdi, konuşma yapardı. Ama Tan’ın bize bir çöpü yoktur. İstanbul’dan gelirken bir öğrenciye sakız bile getirmezdi. TRT 2’de canlı yayın oluyor, Tan gidiyor, benim okulum, benim okulum, diyor.

CNN Türk’ten canlı yayına geldiler. Ömür Hanım ile Tan beni ekarte ediyorlar. Artık ben de bu işin içinde olmak istediğimi söylüyorum. Beni kim takar. Her gelen, Tan’ın okulu diyor.

Tan bizim ne ticari ortağımız, ne de hocamız oldu. Öğretmen de getirmedi. Ama  Diyarbakır’ı o kadar güzel, muazzam bir şekilde kullandı ki. Tabii, Ömür Hanım da. Hatırlıyorum, yazar Leyla (Umar) Hanım Diyarbakır’a benimle röportaj yapmak için gelmişti. Ömür Hanım, “Sakın, sen röportaj veremezsin” demişti. Neden? “Biz elimizi eteğimizi çekeriz.” Artık ne Tan Sağtürk’ü istiyorum, ne Ömür Uyanık’ı istiyorum. Anlatacak çok şey var, boş verin… Ama Remzi Buharalı her zaman destek vermiştir. Ankara’dan hediyeler getirirdi. Gerçekten çok beyefendi biri. “Diyarbakır’ı çok seviyorum” derdi.

Bir gün geldi, genel müdürlükten alınmış. Ömür’le Tan da okuldalar. Ben bunları Kervansaray’da ağırlıyorum. Bir baktım Ömür Hanım Remzi Bey’i adeta tanımıyor. Remzi Bey, “Eee Zeliha Hanım, hayat çok acımazdır” demişti.

Bir de, Tan Sağtürk, “O kadar gelip gittim ki, otelde kalmaktan bıktım, ev aldım” diyor.

Nereden almış?

Güneydoğu’dan, artık Diyarbakır’dan mı bilmiyorum.

Ne yalanlar, ne yalanlar. Ay, ya Rabbim! Kurban olduğum Allah’ım! Burada villalar yapılmaya başladı. Gezdiriyorum bunları. “Tan, sana buradan ev alalım, buralar kıymetlenecek, ilerde çok para edecek” dedim. “Zelişim, keşke onlar bana bedava verseler, benim adımı koysalar” dedi. Yahu, müteahhit “bana ne senin adından” demez mi?

Okulunuzun 2010 Ekim’inde kapanma durumu oldu mu?

Hayır. Hiç kapanmadı. Açıldığı günden bu yana faal.

Siz Güneydoğu’nun başka illerinde de bale okul açtınız mı?

Mardin’de okul açayım, dedim. Orada akrabalarım var, binaları var. Ömür ile Tan benden para talep ettiler. Mardin’e adımızı vereceğiz, diye. Avukatıma gittim. “Bunlar seni sömürdüler, üste para mı vereceksin?” dedi. Neyse, orayı açtık. Açılışta yine reklamlarını yaptılar bir güzel. 2004 yılında. Baktım bunlar hep reklamlarını yapıyorlar. O sırada devlet balesinden biri buraya askerliğini yapmak için gelmişti. Uçan Türk diyorlardı. Adı Serhat (Güdül). Çok tatlı bir çocuk. Oradan bir albay alıp bunu getirdi. “Bu burada asker, ders versin” dedi. Sokak çocuklarıyla ilgili bir çalışma yaptık. Serhat ile hazırladık. Bunlar ne geldi, ne ders verdi. Leyla Umar benimle röportaj yapmak istedi. Onunla Neşe Kavak’ın evinde tanıştım.

Leyla Umar kaç defa evine de davet etti. Gösteri zamanı da Amerika’dan bir işadamı getirdi. “Siz sokak çocuklarına proje yapın, bu adam da size destek olacak” dedi. Ben projeyi hazırladım. Serhat çocukları güzelce çalıştırdı. Program başlayacak, Tan’lar geldi. Basında, medyada bir reklam, bir reklam… Sokak çocuklarını çalıştırdı, şöyle yaptı, böyle yaptı falan. Projemi elimden aldılar. Ben bir kenarda oturdum. Bunlar sahneye çıktılar, ödüller aldılar. O işadamı da ne oldu, bilmiyorum. Leyla Umar’ı da ertesi gün yolculadık gitti.

Tan Sağtürk basına verdiği demeçte, “Kürtçe türkü eşliğinde ilk ben dans ettim” diyor.

Ayıp, ayıp... Esefle kınıyorum, esefle.

Sokak çocukları programını yaptığım zamandı. Bizimkiler sahnede klasik müzik dinlemiyorlar, sevmiyorlar. Ben bu çocukları Kara Üzüm Habbesi ile çıkarayım, dedim. Elimizdeki şartlarla yapıyorum. O sahnede Serhat onlara eşlik etti. Mercan Dede’nin müziği ile dans etti. Bunlar hiç doğru söylemiyorlar. Beni ne kadar saf bulmuşlar… Yine de nankörlük yapmayayım; işletmeciliği Ömür Uyanık’tan öğrendim. Göre göre öğrendim. Acısıyla tatlısıyla öğrendim. Ama her zaman kendilerine fikir verirdim. Ama onlar da benim fikirlerimi alıp kendi fikirleri gibi satıyorlardı.

Bir demecinizde, Mart 2010’da Antalya Devlet Balesi ile Hêjira Çiya şarkısı eşliğinde edilen dans için, ilk defa kendi dilimizle dans ediliyor, diyorsunuz. İlk olan bu mu?

Evet. Gerçi ben Kürtçe bilmiyorum ama, bunu ilk yapan benim. Bütün basın oradaydı. Çocukların elbiseleri de şıktı, başlarına da puşu bağlamıştım. Ömür Uyanık da, Tan Sağtürk de yoktu. Belli bir süreden sonra ilişkimi kestim artık.

Diyarbakır, Mardin, Antep, Batman… Hepsinde bale okulları 1999-2005 arası açılıyor.   

Hepsinde açıldı fakat ne yazık ki, Sur olaylarından sonra hepsi kapatıldı. Yabancı hocalar buradaydı. Olaylar bayağı kötüleşince, yabancı hocalar gitti. Bundan dolayı sadece Diyarbakır’daki okulumuz faaliyette.

MELİS GÖNENÇ / SOL