24 Ocak 2023 Salı

'Pazartesiyi bekleyin' demişti: CHP'li Karabat 'Halkbank' ile yapılan vurgunu anlattı + Erişim engeli getirildi, suç duyurusunda bulunuldu: Vekilin yolsuz ticari işlerine yargı kalkanı - SOL/Özel

 


'Pazartesiyi bekleyin' demişti: CHP'li Karabat 'Halkbank' ile yapılan vurgunu anlattı 

CHP'li Özgür Karabat, AKP'li vekil Vahit Kiler'in şirketi Kiler GYO üzerinden Halkbank ile yapılan vurgunu paylaştı.



AKP'li vekil Vahit Kiler'in şirketi Kiler GYO'nun, 2015 yılında borçları karşılığında Halkbank'a 100 milyon dolara sattığı Sapphire Alışveriş Merkezi’ni 48 milyon dolara yeniden almasını gündeme getiren Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) İstanbul Milletvekili Özgür Karabat, bu kez Halkbank üzerinden yapılan vurgunu açıkladı.

Daha önce bugünü işaret ederek "Pazartesiyi bekleyin" diyen Karabat, Twitter hesabından art arda paylaşımlar yaptı.

'Şirketin toplam borcu size 1 milyar 385 milyon TL' 

"AKP Milletvekili Vahit Kiler’in şirketi Kiler GYO üzerinden Halkbank ile yapılan vurgunu detaylarıyla ortaya çıkardık. Pazartesiyi bekleyin demiştim. Şimdi size yeni bir vurgunu anlatacağım" diyen Karabat, Twitter'dan yaptığı paylaşımlarda şu ifadeleri kullandı:

*Halkbank’ın İstanbul Gayrettepe kurumsal şubesinin bir müşterisi var. Sayıştay raporlarında isim verilmiyor. Ancak bu firmanın mali verilerinin olumsuz olduğu vurgulanıyor. Firmanın Halk Faktoring AŞ’ye birikmiş 650 milyon TL borcu var. Bu borcu ödemiyor.

*İşte tam burada Kiler GYO gibi bir hikaye karşımıza çıkıyor. Halkbank, bu şirketin Halk Faktoring’e olan borcunu devralıyor. Yetmiyor, üzerinde 735 milyon daha yeni kredi veriyor. Şirketin toplam borcu oluyor mu size 1 milyar 385 milyon TL!

* Ama bakın yine yetmiyor ve Halkbank bu borcu 3 yıl ödemesiz 10 yıl vadeli olarak yapılandırıyor. 10 yıl sonra kim öle kim kala. 650 milyon TL borcunu ödemeyen 1.3 milyar TL borcunu öder mi? Şimdi tespit ve sorularımıza gelelim...

* Halk Faktoring hangi garanti, teminat ya da kefalete istinaden bu finansmanı sağladı? Neden kendisi tahsil etmiyor da Halkbank borcu üstleniyor? Borcunu ödemeyen şirkete daha fazla kredi verilmesi talimatını kim verdi? Bu firma kapanırsa tahsilatı nasıl yapılacak?

'2020’deki zararı 605 milyon TL'

*Dedim ya, Halkbank yöneticilerine temel iktisat dersleri vereceğim diye... Bu firmanın 2018, 2019 ve 2020 yılları mali tabloları negatif özkaynak ve zarar ile sonuçlandı. 2020’deki zararı 605 milyon TL. Sadece bu verilere bakılarak bile kredi verilmemesi gerektiği görülüyor.

*Bitti zannetmeyin. Devam ediyoruz... Sayıştay raporlarına baktığımızda, bu şirkete kamu bankalarından 250 milyon TL ilave kredi tahsis edildiği ortaya çıkıyor. Ayrıca kamudan 1 milyar 240 milyon TL ilave kredi verilmesi taahhüt ediliyor. Peki, ne yapılacak bu parayla?

'Dibine kadar yolsuzluğa batmış bir sistem'

*Şirketin diğer borçlarının kapatılması için bu kredi veriliyor. Hatta özel bir banka ve faktöring şirketine ait 420 milyon TL borç da bu parayla kapatılıyor. Özelden borçlan, kamu bankası kapatsın. İyi tezgah gerçekten...

*Kamu bankaları AKP’nin politik oyun alanı haline geldi. Yandaşlara sermaye transferi de yine kamu bankaları üzerinden yapılıyor. Ayrıca liyakatsiz ve eğitimsiz AKP’lilere ekstra maaşlar bağlanıyor. Dibine kadar yolsuzluğa batmış bir sistem ile karşı karşıyayız.

                                                             /././

Erişim engeli getirildi, suç duyurusunda bulunuldu: Vekilin yolsuz ticari işlerine yargı kalkanı (YALÇIN CUĞ-SOL/Özel)

AKP'li Kiler'in Halkbank ile ilişkisinin ortaya çıkmasıyla, iktidar vekillerinin ticari işleri için nüfuzlarını nasıl kullandıkları ve yargının baskı aracına nasıl döndürüldüğü gözler önüne serildi.

CHP İstanbul Milletvekili Özgür KarabatAKP Bitlis Milletvekili Vahit Kiler'in sahibi olduğu Kiler GYO şirketinin, 2015 yılında borçları karşılığında Halkbank'a 100 milyon dolara sattığı Sapphire Alışveriş Merkezi'ni 48 milyon dolara yeniden satın aldığını gündeme getirmişti. Karabat'ın konuya ilişkin sosyal medya üzerinden yaptığı paylaşımlara ise erişim engeli getirilmişti.

Bitlis Gazeteciler Cemiyeti Başkanı ve gazeteci Sinan Aygül ise AKP Bitlis Milletvekili Vahit Kiler, Kiler Holding Yönetim Kurulu Başkanı Nahit Kiler ve Halkbank Genel Müdürü Osman Arslan’ın Bitlis’te gerçekleştirdiği buluşmayı haberleştirmesinin ardından gözaltına alındığını duyurmuştu. Kiler'in şikayeti üzerine gözaltına alındığını aktaran Aygül, Kiler için, "Hırsızlık yapma, yolsuzluk yapma, halkına ihanet etme' dediğim için hakkımda hakaretten dava açmış" ifadelerini kullanmıştı.

Karabat ve Aygül, söz konusu süreci soL’a değerlendirdi.

'Yargı ile bizim üzerimize gelindi'

Yolsuzluğa ilişkin paylaşımlarına erişim engeli getirilmesini değerlendiren CHP İstanbul Milletvekili Özgür Karabat, söz konusu kararın sansürün boyutunu gösterdiğini dile getirdi. Karabat, “Bu olayla, mahkeme aracılığıyla bir milletvekilinin sesinin nasıl kısılmaya çalışıldığını gördük” dedi.

Açıklamasında geçen ifadelerin belgeli olduğunu ve ilgili kurumlar tarafından da reddedilemediğini aktaran Karabat, erişim engelinin de bu yüzden “kişilik haklarının ihlali” üzerinden verildiğini vurguladı. Karabat, ilgili kurumların iddiaların gerçekliğini reddedemeyeceğini ve aksi bir belge sunamayacağını belirterek, “Böyle bir ilişki yok diyemiyorlar” dedi.

Hakim ve savcılar hakkında suç duyurusu

Kamu yararı ve çıkarı doğrultusunda hareket ettiğini ifade eden Karabat, “Savcıların resen onlar aleyhine harekete geçmesi gerekirken, yargı ile bizim üzerimize gelindi” ifadesini kullandı.

Erişim engeli kararına itiraz ettiklerini belirten Karabat, kararı veren hakim ve savcılar hakkında suç duyurunda bulunacaklarını açıkladı.

Ayrıca Karabat, önümüzdeki günlerde TBMM’ye kamu bankalarının kaynak kullanımı hakkında soru önergesi sunacaklarını iletti.

Kiler yayımladığı fotoğrafı kaldırdı

Yaşadığı süreci değerlendiren Bitlis Gazeteciler Cemiyeti Başkanı ve gazeteci Sinan Aygül, Kiler ve Halkbank arasındaki anlaşmanın Kamu Aydınlatma Platformu’na yapılması gerekilen zorunlu bilgilendirmeden dolayı ortaya çıktığını aktardı. Aygül, KAP üzerinden yayımlanan bilgilendirme ile kamuoyunun durumu sorgulamaya başladığını ifade etti.

Aygül, söz konusu anlaşmanın olduğu muhtemel tarihlerde AKP Milletvekili Vahit Kiler, Kiler Holding Yönetim Kurulu Başkanı Nahit Kiler ve Halkbank Genel Müdürü Osman Arslan’ın Bitlis’te gerçekleştirdiği görüşmeye ilişkin fotoğraflar paylaştığını aktardı. Kiler’in de gerçekleşen buluşmaya ilişkin uzaktan çekilmiş bir fotoğraf paylaştığını belirten Aygül, kendisinin paylaştığı fotoğrafların ardından Kiler’in fotoğrafı kaldırdığı dile getirdi.

'Demek ki o buluşmada ticarete ilişkin konular ele alınmış'

Olayı haberleştirmesinin ardından Kiler’in kendisi hakkında suç duyurusunda bulunduğunu aktaran Aygül, “Demek ki o buluşmada ticarete ilişkin konular ele alınmış” dedi.

Aygül, “Kamu gücünü temsil eden bir milletvekili, bağımsız olması gereken Halkbank’ın müdürü ve bir holding yöneticisi… İlişkilerle iç içe geçmiş bir kare, bu kare alışverişin en azından usule uygun olmadığını gösteriyor. Böylesine bir durum varsa, araştırılması gereken bir konu var demektir” ifadelerini kullandı.

'Rahatsız oldular ve gözdağı vermek istediler'

Haberden rahatsız oldular ve gözdağı vermek istediler” diyen Aygül, “Normal bir süreç işlemedi. Hakaretten gözaltına alınmaz, alınsa bile bir usulü vardır. Usule uygun hareket edilmedi” dedi.

Tatvan’da ikamet ettiğini ve bürosunun da Tatvan’da olduğunu aktaran Aygül, sürecin normalde Tatvan Savcılığı tarafından yürütülmesi gerektiğini ancak sürecin Bitlis Savcılığı üzerinden işlediğini vurguladı.

İfadeye ters kelepçe ile götürüldüğünü belirten Aygül, gözaltı sürecine ilişkin “İfade vermeyeceğimi söyledim. Normalde ifade verilmediğinde savcı karşısına çıkartılır ama beni savcı karşına da çıkartmadan serbest bıraktılar” dedi.

Kiler, 'Aygül'ü alın, korkutun' demiş

Yaşanan sürecin ardından kaynaklardan sürece dair bilgi edindiğini ifade eden Aygül, Kiler’in talimatı ile gözaltına alındığını ifade etti.

Aygül, konuya ilişkin şöyle konuştu:

“AKP’li Kiler, ‘Aygül’ü alın, korkutun. Telefonuna bakın ve benimle ilgili bilgileri kim vermiş tespit edin’ demiş. Telefonuma bakmak istediler ama bakamadılar. Edindiğim bilgilerin kim tarafından aktarıldığını merak ediyorlar. Bana gelen bilgiler yalan veya iftira olsa kaynağa ulaşmaya çalışmazlar.”

Yaptığı habere ilişkin erişim engeli olmadığını belirten Aygül, “Muhtemelen erişim engeli talep edilmiştir ve reddedilmiştir. Çünkü bana erişim engeline dair bir bilgi gelmedi” dedi.

YALÇIN CUĞ-SOL/ÖZEL


23 Ocak 2023 Pazartesi

BELLEK - 24 OCAK -

 


OLAYLAR:

  • 1955 - Zonguldak'ta, Ereğli Kömür İşletmelerine bağlı Gelik ocağındaki grizu patlamasında 52 madenci öldü, 19 madenci yaralandı.
  • 1961 - Yassıada duruşmalarında Başsavcı Altay Ömer Egesel, Adnan Menderes'in idamını istedi.
  • 1980 - Türkiye'de 12 Eylül 1980 Darbesi'ne Giden Süreç (1979- 12 Eylül 1980): Süleyman Demirel Hükûmeti, "24 Ocak Kararları"nı açıkladı. Dolar 35 liradan 70 liraya çıkarıldı. Birçok ürüne büyük zamlar yapıldı. Bülent Ecevit, "Demirel'in rejimi değiştirmeye çalıştığını, işçilerin bu kararlara karşı çıkıp haklarını almaları gerektiğini" söyledi.
  • 1980 - Türkiye'de 12 Eylül 1980 Darbesi'ne Giden Süreç (1979- 12 Eylül 1980): Tariş olayları: Tariş'te çatışmalar sürdü. 20'si polis biri jandarma 35 kişi yaralandı. 450 öğrenci göz altına alındı.
  • 1990 - Ankara 3. Ağır Ceza Mahkemesi, Türkiye Emlak Bankası'nı 60 milyon dolar ve 34 milyon İsviçre Frangı dolandırdığı iddiasıyla yargılanan iş insanı Kemal Horzum'u 12 yıl 6 ay ağır hapis cezasına çarptırdı. Bankanın iki görevlisine de aynı ceza verildi.
  • 1993 - Gazeteci ve yazar Uğur Mumcu, otomobiline yerleştirilen bombanın patlaması sonucu öldürüldü.
  • 2001 - Diyarbakır Emniyet Müdürü Gaffar Okkan, 4 koruması ve şoförü, uğradıkları silahlı saldırıda öldürüldü.

DOĞUMLAR:

ÖLÜMLER:

  • 1993 - Uğur Mumcu, Türk gazeteci ve yazar (suikast) (d. 1942)
  • Uğur Mumcu (22 Ağustos 1942, Kırşehir - 24 Ocak 1993, AnkaraTürk gazeteciaraştırmacı ve yazar24 Ocak 1993'te Ankara'da Karlı Sokak'taki evinin önünde, arabasına konulan bombanın patlaması sonucu öldürüldü. Annesi Nadire Mumcu, babası tapu kadastro memuru Hakkı Şinasi Bey idi. Uğur Mumcu, 22 Ağustos 1942 tarihinde  Kırşehir'de, dört kardeşin üçüncüsü olarak doğdu. Eşi Şükran Güldal Mumcu (Homan) ile olan evliliğinden bir oğlu (Özgür Mumcu) ve bir kızı (Özge) olmuştur. Uğur Mumcu anısına ailesi tarafından Ekim 1994'te "Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı" adında bir vakıf kurulmuştur. Eşi Şükran Güldal Mumcu, 23. Dönem TBMM'ye İzmir milletvekili olarak girmiş ve 10 Ağustos 2007 - 7 Haziran 2015 tarihleri arasında TBMM başkanvekilliği görevini yürütmüştür. Ağabeyi ve İşçi Partisi Genel Başkan Yardımcısı Av. Ceyhan Mumcu'nun Uğur Mumcu ile ilgili röportajlarının bir kısmı "Kardeşim Uğur Mumcu" adıyla bir kitapta toplanmıştır. İlköğretimi Ankara Devrim İlkokulunda ve ortaöğretimi Ankara Bahçelievler Deneme Lisesinde okuyan Mumcu çok aktif bir öğrenciydi. 1961'de avukat olmak üzere başladığı üniversite eğitimini Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesinde 1965'te tamamladı. Henüz öğrenciyken 26 Ağustos 1962’de Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan "Türk Sosyalizmi" başlıklı makalesiyle Yunus Nadi Ödülü'nü aldı. 1963'te fakültede öğrenci derneği başkanı seçildi. 1969-1972 yılları arasında Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesinde İdare Hukuku Profesörü Tahsin Bekir Balta'nın asistanı olarak çalıştı. Askerliğini yapmaya hazırlandığı sırada, 12 Mart döneminde, bir yazısında kullandığı, "Ordu uyanık olmalı." sözleriyle "orduya hakaret etmek" ve "sosyal bir sınıfın öteki sosyal sınıflar üzerinde tahakkümünü kurmak" suçunu işlediği iddiasıyla gözaltına alındı. Mamak Askeri Cezaevi'nde pek çok aydınla birlikte bir yıla yakın kalan Mumcu, bu davadan dolayı 7 yıl hapse mahkûm edildi. Fakat bu karar Yargıtay tarafından bozuldu ve Mumcu serbest bırakıldı. Bu olaydan sonra askerliğini yedek subay olarak yapması gerektiği hâlde 1972-1974 yılları arasında Ağrı'nın Patnos ilçesinde, resmî tanımıyla "sakıncalı piyade eri" olarak askerliğini tamamladı. Patnos'ta ağır koşullar altında askerliğini yaparken zaten uzun zamandan beri var olan ülseri yüzünden mide kanaması geçirdi.Yeni Ortam gazetesinde köşe yazarlığı yapan Uğur Mumcu, 1975’ten itibaren Cumhuriyet’te "Gözlem" başlıklı köşesinde düzenli olarak yazmaya başladı. Aynı zamanda Anka Ajansında çalışmaktaydı. 1975 Mart'ında makalelerinden oluşan "Suçlular ve Güçlüler" adlı kitabını yayımladı. Aynı yıl, Altan Öymen'le birlikte hazırladıkları Süleyman Demirel'in yeğeni Yahya Demirel'in hayalî mobilya ihracatını konu edinen "Mobilya Dosyası" adlı kitabı yayımlandı. 1977 yılından sonra sadece Cumhuriyet için yazmaya başladı. "Gözlem" başlıklı köşesinde 1991 yılının kasım ayına kadar aralıksız olarak yazdı. 1977’de "Sakıncalı Piyade" ve "Bir Pulsuz Dilekçe" kitapları yayımlandı. Ertesi yıl, "Sakıncalı Piyade" adlı yapıtını Rutkay Aziz ile birlikte tiyatroya uyarladı. Oyunu Ankara Sanat Tiyatrosu'nda tam 700 kere sahneledi. 1978’de ise ünlülerin yaşam öykülerini, siyasal geçmişlerini bir güldürü zenginliğiyle anlattığı kitabı "Büyüklerimiz" yayımlandı. Uğur Mumcu, Londra'da BBC Türkçe için Nuri Çolakoğlu ve Ayça Abakan'ın konuğu olduğu bir röportajda siyasi görüşünü şu sözlerle açıkladı: "Ben görüş olarak sosyalist eğilimliyim. Yani emekçi sınıfların toplumda yönetimi ele almasını istiyorum. Ben sosyalist bilincimi hergün artırıyorum. Ulusal bağımsız sol! Ben sosyalist eğilimliyim, işçi sınıfının, emekçi sınıf ve tabakaların demokratik yollarla iktidara gelmesini istiyorum. Bu görüşümden hiç ama hiç vazgeçmedim."

    Türkiye'de 12 Eylül 1980 Darbesi'ne giden süreçte yaşananları eleştirdi. Türkiye'de terör olaylarının artması nedeniyle 1979 yılında, 12 Mart dönemi öncesi ve sonrası gençlik liderlerinin yaşadıklarını kendi ağızlarından yansıttığı ve silahlı eylemlerle bir yere varılamayacağına dikkat çektiği kitabı "Çıkmaz Sokak"ı yayımladı. 7 Mart 1980 tarihinde yayımladığı yazısında anarşi ve terör ortamını şu sözlerle eleştirdi: "Bunun adı solculuk mu? Yoksul erlerin üstüne kurşun yağdıran, banka soyan eşkiyalık mıdır solculuk? Böyleyse, yerin dibine batsın böyle solculuk... Bunun adı milliyetçilik mi? Savcıları, yargıçları, üniversite öğretim üyelerini, emniyet müdürlerini öldüren, yurttaş kanı içen canavarlık mıdır milliyetçilik? Böyleyse, yerin dibine batsın böyle milliyetçilik..."

    19 Temmuz 1980'de eski başbakan Nihat Erim'in öldürülmesinden sonra 21 Temmuz 1980'de yazdığı "Savaşın Böylesi..." başlıklı yazısında ise teröre çare bulamayan siyasileri eleştirdi: "İşçisiyle, köylüsüyle, öğrencisi, öğretim üyesiyle, askeri ve sivili ile, okumuşu ve okumamışı ile yurttaşların kanını bu ölçüde sorumsuzca akıtan bir başka 'çok partili hayat' var mı yeryüzünde?"

    1981’de terörün silah kaçaklığıyla ilgisini ortaya koymak ve kamuoyunu bu konuda uyarmak için yazdığı "Silah Kaçakçılığı ve Terör" yayımlandı. Aynı yıl, Mehmet Ali Ağca'nın Papa'yı öldürme girişiminden sonra Ağca üzerine inceleme ve araştırmalarını yoğunlaştırdı. 1982’de "Ağca Dosyası", ardından "Terörsüz Özgürlük" adlı makale derlemesi yayımlandı. 1982 Anayasası'nı eleştirdi. 1983 yılında   Ağca ile cezaevinde röportaj yaptı. 1984 yılında Aziz Nesin öncülüğünde bir grup tarafından T.C. Cumhurbaşkanlığı ve TBMM Başkanlığına sunulan Aydınlar Dilekçesi'nin hazırlanmasına katıldı. 12 Eylül döneminde aydınlara yapılanları anlatan "Sakıncasız" adlı oyunu yazdı, "Papa-Mafya-Ağca" kitabını yayımladı. 1987’de araştırmacı gazetecilik açısından büyük bir başarı kabul edilen "Rabıta" ve "12 Eylül Adaleti" kitaplarını, 1991’de de en önemli araştırmalarından biri olan "Kürt-İslam Ayaklanması 1919-1925" kitabını yayımladı. 1991 yılında İlhan Selçuk ve yaklaşık seksen Cumhuriyet gazetesi çalışanı ile birlikte gazeteden ayrıldı. Bir süre işsiz kaldı. 1 Şubat - 3 Mayıs 1992 tarihleri arasında Milliyet gazetesinde yazdı, Cumhuriyet gazetesindeki yönetim değişikliği üzerine 7 Mayıs 1992'de Cumhuriyet'e döndü. PKK'yı, "şiddet yoluyla sonuç almak isteyen bir Kürt milliyetçisi terör örgütü" olarak tanımladı. PKK'nın yaptığı katliamlara tepki vermeyen derneklere, gazetelere vb. tepki gösterdi. İnsan Hakları Derneği de Mumcu'nun eleştirdiği oluşumlardan biri oldu. 7 Ocak 1993 tarihinde "Mossad ve Barzani" isimli bir yazı yazdı. Bu yazısında Barzani, CIA ve Mossad arasındaki bağlantılara değindi ve yazısını şöyle bitirdi: "Kürtler sömürgeciliğe karşı bağımsızlık savaşı yapıyorlarsa ne işi var CIA ve MOSSAD'ın Kürtler arasında? Yoksa CIA ve MOSSAD, antiemperyalist savaş veriyorlar da dünya bu savaşın farkında değil mi?" 8 Ocak 1993 tarihli Cumhuriyet gazetesindeki "Ültimatom" başlıklı yazısında ise yakında yayımlayacağı kitabında istihbarat örgütleri ile Kürt milliyetçileri arasındaki bağlantıları açıklayacağını yazdı. Ağabeyi ve İşçi Partisi Genel Başkan Yardımcısı Ceyhan Mumcu, suikasttan önce Uğur Mumcu'nun İsrail elçisiyle görüşme yaptığını basına gönderdiği açıklamada yazmıştı. Gazetecilik hayatı başarılarla dolu olan Uğur Mumcu, 24 Ocak 1993 tarihinde uğradığı bombalı saldırı sonucu hayatını kaybetmeden önce polis-mafya-siyaset ağının derin boyutlarını araştırmaktaydı. Öldürülme sebebi olarak Abdullah Öcalan'ın bir müddet Millî İstihbarat Teşkilatı için çalıştığı iddiasını araştırması iddia edilmektedir. Uğur Mumcu, 24 Ocak 1993'te Ankara'da Karlı Sokak'taki evinin önünde, arabasına konan C-4 tipi plastik bombanın patlaması sonucu suikasta kurban giderek yaşamını yitirdi. Suikastın hemen ardından olay yerinde inceleme yapan uzmanların hiçbir delil bulamadığı, patlamayla etrafa dağılan ve cımbızla toplanması gereken delillerin ise süpürgeyle süpürüldüğü iddia edilmiştir.Suikastı; İslamî Hareket Cephesi, İBDA-C, Hizbullah gibi örgütler üstlendi. Suikastın arkasında Mossad'ın ve kontrgerillanın olduğu da iddia edildi. Ergenekon Davası sanıklarından Ümit Oğuztan, iddianamede yer alan ifadesinde, Mumcu'nun, seri numarası silinmiş ve Kürdistan Demokratik Partisi lideri Celal Talabani'ye götürülen silahlarla ilgili araştırması nedeniyle öldürüldüğünü iddia etti. Bununla beraber ağabeyi Ceyhan Mumcu, kendi yaptığı araştırmada ölümüne yakın bir süre içerisinde Mossad ve Barzani ilişkisi ortaya çıkınca İsrail Büyükelçisinin ısrarla kardeşi Mumcu'yla bire bir olarak görüşmek istediğini ancak Uğur Mumcu'nun tek görüşmeyi kabul etmemesine rağmen görüşmenin yapıldığını belirtti. Ayrıca suikast öncesinde Uğur Mumcu, "Kürt Dosyası" başlıklı kitabını yazmaktaydı. Bu kitabında PKK'nın ortaya çıkışını, Kürt ayaklanmalarını, Öcalan'ın aldığı dış desteği ve Barzani-İsrail-Öcalan ilişkisini incelemekteydi. Kitabını bitiremeden öldürülmüştür. Suikasttan sonra Mumcu'nun ailesini ziyaretleri sırasında dönemin Başbakanı Süleyman Demirel, Başbakan Yardımcısı Erdal İnönü ve İçişleri Bakanı İsmet Sezgin, "cinayeti çözmenin devletin namus borcu olduğunu" belirterek âdeta namus sözü verdiler. Suikastın failleri ise yakalanamadı. Mumcu'nun kızı Özge Mumcu, 28 Şubat belgeseline yaptığı açıklamada şöyle dedi:"Her siyasi cinayet sonrası olduğu gibi, 'Mutlaka çözülecektir. Kanı yerde kalmaz. Namus borcudur.' sözleriyle yaklaştılar ve hani Demirel'inden -o dönemin başbakanıydı-, içişleri bakanı İsmet Sezgin'di, Erdal İnönü başbakan yardımcısıydı. Hepsi 'namus borcu sözü' verdiler. Cenazede, olay yerine geldiklerinde, hepsi... Ama namus borçlarını yerine getiremediler."




  • 2001 - Ali Gaffar Okkan, Türk polis ve Diyarbakır Emniyet Müdürü (suikast) (d. 1952)
  • Ali Gaffar Okkan (d. 24 Şubat 1952; Hendek, Sakarya - ö. 24 Ocak 2001, Diyarbakır)
  • Diyarbakır Emniyet Müdürü iken faili hâlen meçhul olan bir suikast sonucu öldürülmüş Diyarbakır emniyet müdürüdür. Ali Gaffar Okkan, Sakarya ilinin Hendek ilçesinde 1952 yılında doğdu. 30 Eylül 1970 tarihinde Polis Koleji'nden, 29 Eylül 1973 tarihinde Polis Akademisi'nden mezun olarak İzmir İl Emniyet Müdürlüğü'ne komiser yardımcısı olarak atandı. Bu ilde komiser rütbesine kadar çeşitli birimlerde görev yaptıktan sonra, 1983 yılında Şanlıurfa İl Emniyet Müdürlüğü'ne atanarak, 1985 yılında şube müdürlüğüne terfî etti. 1986 yılında Eskişehir İl Emniyet Müdürlüğü kadrosunda görev aldı. Bu ilde 1992 yılında emniyet müdür yardımcısı oldu. 6 Aralık 1993 tarihinde 1. sınıf emniyet müdürlüğüne terfî ederek Kars il emniyet müdürü olarak atandı. 18 Kasım 1997 tarihinde Diyarbakır İl Emniyet Müdürü olarak göreve başladı. Bu arada İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi kamu yönetimi bölümündeki lisans eğitimini tamamlayarak mezun oldu. Kars emniyet müdürü iken, PKK ve  Hizbullah örgütlerinden olumsuz etkilenen Diyarbakır halkına emniyet müdürü olarak atandı. Hüseyin Velioğlu'nun İstanbul Beykoz'daki villasına yapılan baskında büyük rolü vardı. Gaffar Okkan, Hizbullah'ın çökertilmesinde çok önemli bir rol oynadı. Kadın polisler Diyarbakır'da ilk kez onun emriyle sokağa çıktılar, trafiği yönettiler. Gaffar Okkan, iki küçük otomobil aldı ve mavi-beyaza boyattı, ikişer kadın polis görevlendirdi. Bir otomobil kaybolan çocukları toplayıp ailelerine teslim ediyor, diğeri de yürümekte zorlanan yaşlılara yardım ediyordu. Havaalanındaki kadın polisler, yaşlı yolcuların bilet işlemlerini yaptı, onlara uçaklarına kadar eşlik etti. Havaalanına tekerlekli sandalye aldırdı. Okkan'ın ilklerinden biri de, şehrin önemli merkezlerine kameralar taktırmasıydı. Gece yarılarına kadar makam odasındaki dev ekranda sokakları gözlerdi.Diyarbakır İl Emniyet Müdürlüğü görevinde iken 24 Ocak 2001 günü saat 17:40 sıralarında makâmından valilik binasına makam aracıyla seyir hâlinde iken, Sezâi Karakoç Bulvarı üzerinde Et Balık Kurumu ile Eflatun Park arasında, kimliği belirsiz kişilerce pusuya düşürülerek açılan ateş sonucu olay yerinde hayatını kaybetti. Bu cinâyet hâlâ çözülememiş olmakla birlikte, Hizbullah tarafından işlenildiği iddia edilmektedir. Hakkında pek çok gazete yazısı ve kitap yazıldı. Ayrıca Gaffar Okkan'ın hayatını ve bu suikastı konu alan "3310 Öldürüldü" isimli kitap Emrah Gürkan tarafından kaleme alındı.

  • 2007 - İsmail Cem, Türk siyasetçi, gazeteci ve Dış İşleri Bakanı (d. 1940)
  • İsmail Cem (d. 15 Şubat 1940, İstanbul - 24 Ocak 2007, İstanbul), 
  • Türk siyasetçi ve gazeteci. 1997 ile 2002 yılları arasında Türkiye Dışişleri Bakanı olarak görev yaptı. 2000 yılında dünyada yılın devlet adamı ödülüne layık görüldü. Suikast sonucu hayatını kaybeden gazeteci-yazar Abdi İpekçi ile kuzenlerdir. 1959 yılında Robert Lisesinden, 1962 yılında Lozan Üniversitesi Hukuk Fakültesinden mezun oldu. Ertesi yıl Milliyet'te gazeteciliğe başladı. 1964'ten 1969'a değin Cumhuriyet gazetesinde çeşitli konularda incelemeleri yayımlandı, 1964-66 yılları arasında bu gazetenin yazı işleri müdürlüğünü yaptı. 1971-1974 arasında Türkiye Gazeteciler Sendikası (TGS) İstanbul Şubesi Başkanlığını yürüttü. CHP-MSP koalisyon hükûmeti döneminde TRT Genel Müdürlüğü görevinde bulundu (1974-1975). Bu görevde TRT toplumsal, siyasi, kültürel ve eğitimsel yayınlara ağırlık verdi, klasik edebiyat eserlerinin dizi uyarlamalarını yayınlamaya başladı ve ilk canlı mevlit yayınını gerçekleştirdi. I. Milliyetçi Cephe hükûmetince genel müdürlükten alınması ve Danıştay'ın yürütmeyi durdurma kararına karşın görevine iade edilmemesi iktidarla muhalefet arasında uzun süren tartışmalara yol açtı. 1975'te Ercan Arıklı ve Kadri Kayabal ile birlikte Politika gazetesini kurdu ve bu gazetenin hem başyazarlığını hem yayın yönetmenliğini yaptı. 1991'de Paris Siyasal Bilgiler Enstitüsünde siyaset sosyolojisi dalında yüksek lisans yaptı.1985'te Halkçı Parti (HP) ile Sosyal Demokrasi Partisi'nin (SODEP) birleşmesiyle kurulan Sosyaldemokrat Halkçı Parti'nin (SHP) Merkez Karar ve Yönetim Kurulunda görev aldı. Partinin Haziran 1987'de yapılan 3. Olağanüstü Kongresi'nde de Parti Meclisine ve Merkez Yürütme Kurulu üyeliğine seçildi. 1987 genel seçimlerinde SHP listesinden İstanbul milletvekili seçildi. Parti içinde Deniz Baykal'la birlikte "Yeni Sol" denen grupta yer aldı, bu dönemde yazdıklarıyla Anadolu Solu'nun teorisyeni olarak öne çıkarıldı. 25-26 Haziran 1988'de yapılan SHP II. Kurultayı'nda genel başkanlık yarışına girdiği Erdal İnönü'ye yenildi. 1991 genel seçimlerinde yine SHP listesinden İstanbul milletvekili seçildi. 1992’de Deniz Baykal ile birlikte SHP'den ayrılarak Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) yeniden oluşumunda önemli rol oynayan Cem, 1993 cumhurbaşkanlığı seçimine CHP adayı olarak katıldı. 7 Temmuz 1995’te 50. Hükûmet'te Ercan Karakaş’tan boşalan Kültür Bakanlığı görevini üstlendi (24 Haziran 1995-5 Ekim 1995). Zamanla Deniz Baykal'ın çekirdek kadrosundan uzaklaşan Cem, yine de beklenmedik bir kararla 1995 genel seçimleri öncesinde CHP'den istifa ederek Demokratik Sol Parti'ye (DSP) geçti; bu partiden Kayseri  milletvekili seçildi. DSP TBMM Grup Yönetim Kurulu üyeliğine seçildi (1996). 30 Haziran 1997 tarihinde kurulan 55. Hükûmette Dışişleri Bakanlığı görevine atandı, bakanlık görevini 56. ve 57. hükûmetlerde de sürdürdü. Bakanlığı döneminde özellikle Avrupa Birliği (AB)-Türkiye ilişkilerine yoğunlaşan Cem, Türkiye'nin Aralık 1999'da AB adayı olmasında ve Yunanistan ile ilişkilerin düzeltilmesinde etkili rol oynadı. Türkiye'nin AB üyelik süreciyle ilgili politikaları genel olarak başarılı kabul edildi ve birçok kişinin dikkatini çekti. 11 Temmuz 2002'de, Başbakan ve DSP Genel Başkanı Bülent Ecevit'in bozulan sağlığı ve buna bağlı olarak hem hükûmetin hem de hükûmetin en büyük ortağı olan DSP'nin kan kaybettiğini düşünerek hükûmet ve Demokratik Sol Parti'nin artık işlevini yitirdiği gerekçesiyle dışişleri bakanlığı görevinden ve DSP'den istifa etti. Kısa süre sonra Zeki Eker, Hüsamettin Özkan ve Kemal Derviş ile birlikte Yeni Türkiye Partisi'nin (YTP) kuruluşuna katıldı ve bu partinin genel başkanlığına getirildi (22 Temmuz 2002). YTP'nin beklenen ilgiyi görememesi üzerine, Deniz Baykal'ın çağrısıyla 2004 yılının Ekim ayında YTP'nin Cumhuriyet Halk Partisi'ne katılma kararı alındı. Bu karar üzerine genel başkanlık görevi de sona eren Cem, CHP’nin 29-30 Ocak 2005 tarihlerinde yapılan 13. Olağanüstü Kurultayı'nda Parti Meclisi üyeliğine seçildi. Bu görevi dışında Bilim ve Kültür Platformu Başkanı ve genel başkan başdanışmanı olarak görev yaptı. İsmail Cem, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en uzun süre görev yapan (1997-2002) dördüncü dışişleri bakanıdır. 18 ve 19. dönem İstanbul, 20 ve 21. dönem Kayseri milletvekilliği yaptı. Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi (AKPM) ve Batı Avrupa Birliği (BAB) Asamblesi üyeliklerine seçildi (1987-1996). AKPM Sosyalist Grubu Başkanvekilliğine seçildi (1989-91), (1993-95). AKPM ve BAB Asamblesi Türk Parlamenter Grubu Başkanlığına seçildi (1996). Avrupa Medya Enstitüsü Danışma Kurulu üyeliği yaptı. Elçin Cem ile evli olan İsmail Cem, İpek ve Kerim adlarında iki çocuk babasıydı. İsmail Cem, 26 Aralık 2006'da akciğer kanseri tedavisi için yatırıldığı İstanbul Cerrahi Hastanesinde 15 Ocak'tan itibaren enfeksiyon nedeniyle yoğun bakıma alınarak  antibiyotik tedavisi görmeye başlamıştı. İsmail Cem, 24 Ocak 2007 saat 09.50'de öldü. Cenazesine aynı dönem çalıştığı meslektaşı Yunanistan eski Dışişleri Bakanı Yorgo Papandreu da katılmış, Zincirlikuyu Mezarlığı'ndaki kabrine çiçek ve toprak atmıştır. Yorgo Papandreu 9 Ekim 2009 tarihli Türkiye ziyareti kapsamında iki ülke (Türkiye-Yunanistan) arasında dostluğu başlattığı için İsmail Cem'in mezarına zeytin dalı getirdi. 2010 yılında Antalya Büyükşehir Belediyesi ve Antalya Kültür Sanat Vakfı (AKSAV) tarafından İsmail Cem Televizyon Ödülleri düzenlenmeye başlandı.

  • 2022 - Fatma Girik, Türk oyuncu, senarist, yapımcı ve siyasetçi (d. 1942)
  • Fatma Girik (12 Aralık 1942, İstanbul - 24 Ocak 2022, İstanbul)
  • Türk oyuncu, senarist, yapımcı ve siyasetçidir. 1956-2012 yılları arasında 200'den fazla sinema filmi ve dizide rol alan Girik; canlandırdığı sert, mağrur ve haksızlıklara karşı boyun eğmeyen Anadolu kadını karakterleri ile tanındı. Türkan Şoray, Hülya Koçyiğit ve Filiz Akın ile birlikte Yeşilçam'ın dört yapraklı yoncasından birisi olarak kabul edildi. Kemal Sunal'ın başrolde yer aldığı aralarında Bekçiler KralıDokunmayın Şabanıma ve Yüz Numaralı Adam gibi filmlerin yapımcılığını üstlendi. 1986 yapımı Garip filminin senaryosunu Memduh Ün ve Bülent Oran ile birlikte yazdı. 1990 tarihli Gün Ortasında Karanlık filminin sanat yönetmenliğini üstlenen Girik, 1984 tarihli Postacı filminin dekor tasarımında görev aldı. 1988 yılında aktif siyasete atılarak 1989-1994 yılları arasında Sosyaldemokrat Halkçı Parti (SHP)'den Şişli Belediye Başkanı olarak görev aldı. İlk kez 1965 yılında Keşanlı Ali Destanı filmi ile Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde "En İyi Kadın Oyuncu Ödülüne" layık görüldü. Daha sonra Sürtüğün Kızı (1967), Ezo Gelin (1969), Boş Beşik (1970) ve Acı (1971) filmleri ile dört kez daha "En İyi Kadın Oyuncu" ödülüne değer görüldü. Hayatının büyük bir kısmında senarist ve yönetmen Memduh Ün ile birliktelik yaşayan Fatma Girik, 24 Ocak 2022'de COVID-19'a bağlı organ yetmezliği nedeniyle İstanbul'da 79 yaşında öldü. Naaşı, vasiyeti üzerine Muğla'nın Bodrum ilçesinde Memduh Ün'ün yanına defnedildi.12 Aralık 1942 tarihinde Hayri ve Münevver Girik'in üç çocuğundan biri olarak İstanbul'da Sultanahmet semtinde doğdu ve burada büyüdü. Babası dalgıç, annesi ev hanımıydı. İstanbul Kız Lisesi'ni (modern Cağaloğlu Anadolu Lisesi) bitirdi. Bu dönemde annesiyle birlikte filmlerde figüranlık yapmaya başladı. 1957 yılında ilk baş rolü olan, yönetmenliğini ve senaristliğini  Seyfi Havaeri'nin yaptığı Leke'ydi. Bu filmin ardından birkaç yapımda daha oynadı.  Memduh Ün'ün yönetmenliğinde 1960 yapımı Ölüm Peşimizde'de oynadı. Girik, 180'den fazla filmde rol aldı. 1964 yılında Türkiye'ye iyi niyet elçisi olarak gelen Kirk Douglas'ı karşılayan isimler arasında olmuştur. 1974 yılında Cüneyt Arkın ile beraber Kıbrıs Harekâtı döneminde Türk askerine moral vermek için Kıbrıs'a gittiler. Girik, 1989 yerel seçimlerinde SHP'den Şişli Belediye Başkanlığına aday oldu ve seçimleri kazandı. Deniz Baykal'a destek veren Girik, CHP'nin tekrar açılmasından sonra SHP'den istifa etti. Ancak Girik'in 1993'te CHP'ye girmeyeceği ve politikadan çekilerek sanata yöneleceği duyuruldu. Girik, 1994 yerel seçimlerine kadar görevini devam ettirdi. 1993 yılında kısa bir dönem televizyon ekranlarında Söz Fato'da adlı bir programın sunuculuğunu da yapmıştır. 1995 yılında bir dizi için intihar canlandırması yaptığı sırada dublör kullanmayan Girik binanın ikinci katından düştü ve omurgasından yaralandı. 1999'da CHP'den Şişli Belediye Başkanlığı için aday oldu, ancak CHP'nin Şişli eski İlçe Başkanı Dursun Çaltı'nın kendi başkanlık girişimlerini sabote ettiğini öne sürerek adaylıktan istifa etti. Bunun üzerine Deniz Baykal eski ANAPlı belediye başkanı Mehmet Emin Sungur'u aday gösterdi ancak seçimi DSP'nin adayı Mustafa Sarıgül  kazandı.  2000'lerin başında Girik Bodrum'un Torba mahallesine yerleşti. 2017 yılında kalça ekleminde saptanan bir dejenerasyon sonucunda yaşadığı ağrılar nedeniyle kalça protezi ameliyatına girdi. 2019'da yaşadığı düşme nedeniyle hastaneye kaldırılarak tedavi altına alındı. 2021 yılında Girik sağlık durumunun iyi olmadığını, yardım olmadan yürüyemediğini tansiyon problemlerinin olduğunu ve beyin ameliyatı geçirmiş olduğunu açıkladı. Fatma Girik, 24 Ocak 2022'de tedavi gördüğü İstanbul'un Beşiktaş ilçesindeki Liv Hospital  hastanesinde  COVID-19'a bağlı çoklu organ yetmezliği nedeniyle 79 yaşında öldü. 27 Ocak 2022'de ilk olarak Şişli Belediye Başkanlığı binasında daha sonra Cemal Reşit Rey Konser Salonu'nda anma etkinliği düzenlendi. Teşvikiye Camii'nde öğle namazına  müteakip kılınan cenaze namazı ve devlet töreninin ardından naaşı  Muğla'nın  Bodrum ilçesine gönderildi. 28 Ocak'ta vasiyeti üzerine Torba Mezarlığına, hayat arkadaşı Memduh Ün'ün yanına defnedildi. ÖDÜLLERİ: 

  • 1965: 2. Altın Portakal Film Festivali - En İyi Kadın Oyuncu - Keşanlı Ali Destanı
  • 1967: 4. Altın Portakal Film Festivali - En İyi Kadın Oyuncu - Sürtüğün Kızı
  • 1969: 1. Altın Koza Film Festivali - En İyi Kadın Oyuncu - Ezo Gelin
  • 1970: 2. Altın Koza Film Festivali - En İyi Kadın Oyuncu - Boş Beşik
  • 1971: 3. Altın Koza Film Festivali - En İyi Kadın Oyuncu - Acı
  • 2007: 18. Ankara Uluslararası Film Festivali - "Aziz Nesin Emek Ödülü"
  • 1998: 35. Altın Portakal Film Festivali – Yaşam Boyu Onur Ödülü
  • 2006: 13. Altın Koza Film Festivali - Yaşam Boyu Onur Ödülü
  • 2007: Sadri Alışık Tiyatro ve Sinema - Sinema Onur Ödülü

       (derleyen: mstfkrc)

'Mihrap' nerede? + Fernand Leger’in resimlerinde geleceğin yapıcıları (FİDE LALE DURAK-SOL/Özel)

 'Mihrap' nerede?

Aslında, Osman Hamdi’ye saldıranların ve onu savunuyor gibi görünenlerin cevap vermesi gereken çok önemli bir soru var: 'Mihrap' tablosu şimdi nerede?

                              Osman Hamdi, 1901, “Mihrap (Tekvin ya da Yaratılış)”, kayıp

Osman Hamdi, müzeci, arkeolog ve yazar olarak çok yönlü bir Osmanlı aydınıydı. Sonrasında Mimar Sinan GSÜ adını alacak olan Sanâyi-i Nefise Mektebinin açılmasını, 30 yıllık Müze-i Hümayun’un İstanbul Arkeoloji Müzesine dönüşmesini ve Türkiye Cumhuriyeti’ne miras kalacak çok sayıda sanatçının sanat eğitimi almasını sağlamıştı. Arkeoloji Müzesinin müdürlüğünü yaptığı dönemde birçok arkeolojik kazı yapıldı, hatta bazılarına bizzat öncülük etti. Bu yüzden ilk Türk arkeolog unvanını aldı. İki tiyatro oyunu yazdı. Ve, en çok tanıdığımız yanı ile, aldığı Batı resim sanatı eğitimini Osmanlı kültürüyle harmanladığı resimler yaptı. 

Osman Hamdi’nin en önemli iki eserinden daha çok bilineni “Kaplumbağa Terbiyecisi”, az bilineni ise “Mihrap”tır. Her iki resim de sansasyoneldir. “Kaplumbağa Terbiyecisi”ndeki figürün, sırtındaki kudüm ve elindeki neyden bir derviş olduğu anlaşılır. Resim tek pencereden ışık alır ve mekân Bursa Yeşil Cami’dir. Birçok yorumcunun ortak görüşüne göre, resimdeki derviş Osman Hamdi, kaplumbağalar ise halktır. Resim, bir aydının derviş sabrı ile halkını eğitmesini anlatır. Mekânın cami olarak seçilmesi ise tesadüf değildir. Toplumun gündelik hayatında ve kültürel değerlerinde başat belirleyen olan din, kaplumbağa hızıyla ilerlediği için geri kalmış bir halkın yaşadığı yere dönüşmüştür. 

“Mihrap” ise gericilerin daha fazla dikkatini çeken, din ve kadın konusunu merkezine alan bir resimdir.  Gericiler bu tabloya iki ana sebeple saldırır. Resimdeki kadın, Müslümanların Kabe’ye yönelirken yüzlerini döndükleri Mihrap’ın önünde, diğer bakış açısıyla Kabe’ye sırtını dönmüş, başı açık, dekolte bir elbiseyle ve normalde Kuran-ı Kerim’in duracağı rahlede oturmaktadır. İkinci önemli unsur ise kadının ayaklarının altında Kur’an, Zerdüşt dininin kitabı Zend-i Avesta ve Budizm’in kitabı Sakiya Muni gibi kutsal kitapların olmasıdır. Mekân bu resimde de bir camidir. Resme adını veren çinili Mihrap, şu an İstanbul Çinili Köşk’te bulunuyor ama resmin yapıldığı tarihte henüz Konya’dan Çinili Köşk’e getirilmemişti. O yüzden Osman Hamdi’nin çinili Mihrap’ı ayrıca görüp resmettiği düşünülüyor. 

Resim yapıldığı yıl Berlin’de, iki yıl sonra Londra’da sergilendi. Londra sergisinde resmin adı “Tekvin” olarak kayıtlara geçmiş. Belli ki Osman Hamdi, kadını merkeze koyduğu resmine “Mihrap” adını değil “yaratılış” anlamına gelen “Tekvin” adını koymuştu ama sonra “Mihrap” daha münasip bulunmuştu. Kadın ve yaratılış arasında kurulan ilişkisellik, hem kadının doğurganlığı açısından değerlendirilebilir (resimdeki kadının hamile olduğu da iddia edilir) hem de kadının yeniden yaratılması yani özgürleşmesi olarak değerlendirilebilir. Kadının başı dik, gözleri ileriye bakmaktadır. İki eliyle kavradığı rahleye oturuşunda hakimiyet ve özgüven hissedilmektedir. Hamile ya da değil kadın kendini sınırlandıran, tutsaklaştıran dogmaların üzerinde yükselmektedir. Bir başka yoruma göre ise kadın tamamen bir imge olarak özgürlüğün kendisin sembolize etmektedir. Her iki durumda da resmi sansasyonel yapan en önemli unsur, kadının özgüvenle toplum içinde öne çıkışı ya da bu özgürlüğün bir kadında cisimleşmesinin cesur bir şekilde resmedilmesidir. Gericiler açısından mesele tam da budur; kadın ve özgürleşme! 

Yakın zamanda, Eda Taşpınar’ın Sultanahmet’te bir otelin içindeki mescitte çektirdiği olaylı fotoğrafların ardından “Mihrap” resmi yeniden gündem oldu. Taşpınar’ın fotoğrafı, dini değerlerin hiçe sayıldığı gerekçesiyle topa tutuldu. Hızlarını alamayanlar “bu işlerin” kökenini Osman Hamdi’de buldu. Liberal kalemşörler, ortada bir saygısızlık olduğunu ama bir fotoğraf yüzünden soruşturma başlatmanın aşırıya kaçmak olduğunu teslim ettiler. Liberalizmin gericiliğe karşıymış gibi göründüğü anlarda bile örtülü bir şekilde, gerici argümanları savunuyor olmasının sinsiliğini Ahmet Hakan temsil etti ve kısaca; “resmin yapıldığı Abdülhamit döneminde bile bu kadarının yapılmadığını” söyledi. Hiçbir liberal açıkça İslam’ın kadının özgürlüğünü kısıtladığını söyleyemedi. Mescitte çekilen fotoğrafın rahatsız edici olduğunu ama benzer rahatsızlığın “Mihrap” resminde de olmasına rağmen zamanında böyle tepki verilmediğini hatırlattılar.  

Aslında, Osman Hamdi’ye saldıranların ve onu savunuyor gibi görünenlerin cevap vermesi gereken çok önemli bir soru var: “Mihrap” tablosu şimdi nerede? Çeşitli defalar el değiştiren tablo, Aret Portakal, Mesut Hakgülen ve Çiğdem Simavi tarafından satın alındı ve sonra tekrar satıldı. En son Demirbank’ın arşivine girdi. Demirbank’a 2000 yılı sonlarında TMSF tarafından el konulmasıyla 2001 yılında HSBC’ye satılması arasında tablo sırra kadem bastı. Bankanın tasfiyesinde ortaya çıkmayan eser, muhtemelen el altından birilerine satılmıştı. Ne gericiler ne liberaller sanat tarihi açısından kıymetli olan bu eserin peşine düşmediler. Tablonun akıbetini sormadılar. Kulaklarının üstüne yatmayı iyi bilen liberaller “Abdülhamit döneminde bile…” diye başlayan cümleler kurmadılar. 

Gericilerin de liberallerin de Osman Hamdi’den rahatsızlık duymaları normal. Çünkü kadında temsilini bulan özgürlük ya da kadının özgüvenle toplumda öne çıkması ayaklarının altındaki halıyı çeker. Halkı eğiten bir aydın metaforu ise kendileri açısından daha az tehlikeli değildir. Osman Hamdi’ye sahip çıkmak için bunlardan rahatsızlık duymamak gerekiyor. O yüzden, sorduklarında dahi kendilerine halel getireceğini bilip zaten soruyu sormuyor. Ama biz soralım:

“Mihrap” nerede?

                                                                       /././

Fernand Leger’in resimlerinde geleceğin yapıcıları

Yapıcılar da, Nâzım’ın dediği gibi, mutlaka bir çare bulacaklar ve sonunda bahtiyar olacaklar.

                                    Fernand Leger, 1950, “İnşaat İşçileri”, Özel Koleksiyon

Trrrrum!
          trrrrum!
                    trrrrum!
trak tiki tak
Makinalaşmak
istiyorum! ( Nâzım Hikmet, “Makinalaşmak İstiyorum!” şiirinden)

Fernand Leger’in işçileri makinalaşmak istiyor. Siyah kontürlerle çevrelediği figürleri kübik bir anlayışla geometrik şekillerin içine sığdırılmış; kolları, bacakları silindire, gövdeleri dikdörtgene benziyor. Yüzler ayrıntılardan yoksun sade bir çizgisellikle ifade edilmiş ve duygusuzlar. Yüzlerine yansıyan duygusuzluk mekanik hareketlerinden kaynaklanıyor. Yine de bir duygu aranmaya çalışılsaydı eğer, o da işine odaklanmanın verdiği huzur olabilirdi. Leger’in işçileri mutsuz değiller, olağan bir günün sıradan sakinliği içerisindeler. Çünkü yükselttikleri yapının içerisinde, o yapının parçasına dönüşürken, geleceği de inşa ettiklerinin bilincindeler. Leger’in işçileri tıpkı Nazım gibi makinalaşmak istiyorlar: Geleceğin yapıcıları oldukları için.  

Leger, 1881’de Normandiye’de doğdu. Paris Dekoratif Sanatlar’da eğitim almaya başlamadan önce bir mimarın yanında iki yıl çıraklık yaptı. Sanat eğitimi sırasında iki profesörün dikkatini çekti ve onlardan özel ders alma imkânı buldu. İzlenimcilerden ve Cézanne’dan etkilendi. Çok geçmeden kendisini kübizm ile ifade etmeye başladı. Dönemin kübist sanatçıları ile ortak sergiler açtı.  1913 yılında Picasso ve Braque’dan farklılaşmasını sağlayacak kendi çizgisini oluşturabildiği “Formların Zıtlığı” serisine başladı. Bu resimlerde Leger soyut resme yaklaşacak kadar figürleri belli belirsiz bıraktı. Fütüristlerden etkilendi ama daha çok müzik ritmini andıran soyut düzenlemeler yaptı. 1916 yılında Birinci Dünya Savaşı’na katıldı. Yoğun bir gaz saldırısından sağ çıkabildi, ardından terhis edildi. Paris’e döndükten sonra mekanik figür kompozisyonlarına daha çok ağırlık verdi. 1924 yılında Amerikalı film yapımcısı Dudly Murphy ile yaptıkları deneysel soyut film “Mekanik Bale”de bu yaklaşımı pekiştirdi. Yapılmış en erken soyut filmlerden biri olan “Mekanik Bale” Leger’in, baleyi ve mekaniği iki zıt estetik biçim olarak bir araya getirdiği ve filmin akışının müzik ile belirlendiği mekanik bir danstır1.

Leger, 1931 yılında Rockefeller’in daveti ile Amerika’ya gitti. İkinci dünya savaşının hemen öncesinde Amerika, sanat piyasasına müdahale etmeye başlamıştı.  Amerikan burjuvazisinin önemli isimlerinden olan Nelson Rockefeller 1933 yılında Diego Rivera’yı da davet edecek ama Rivera yapacağı duvar resmine Lenin portresi de ekleyince sorun olacaktı (duvar resminde Marx, Engels, Troçki ve Darwin de vardı). Leger Rockefeller ile sorunsuz çalıştı, apartmanlarını dekore etti. Hatta Amerika’nın hızı, ışıklı ve renkli kenti ona iyi gelmişti. Bu yüzden bir süre burada kaldı. Bu sırada Avrupa’da İkinci Dünya Savaşı patlak verince Amerika ziyareti iyice uzadı. Paris’e 1945 yılında ancak dönebildi ve döner dönmez Fransız Komünist Partisi’ne üye oldu. İnşaat işçisi resimlerini bundan sonraki süreçte 1950’lerde üretti.



Leger’in sanatında birkaç dönem vardır. Her dönemin taşıdığı ortak yan ise gerçeklikle kurduğu bağdır. Resimleri, kübist ressamlara göre gerçeklikle bağını daha doğrudan kurar, fütüristlere göre ise makine estetiğinde umut veren bir yan vardır. Resimleri, kentsel alanların karmaşasında, makinelerin gürültüsü altında bile iyimserlik ifade eder. Leger, resmin aynı zamanda işlevsel olabilmesini önemsemiş bir sanatçıydı. Resim sanatı ne kadar çok kişiye ulaşırsa o kadar işe yarardı. Bu yüzden son döneminde mimari ve dekoratif sanatlarla birleşik işler yaptı. Kendini de bir hoca olarak işlevlendirmekten geri kalmadı. Almanya’da, Fransa’da ve daha sonra Venezuela’da eğitmenlik yaptı. Türkiye’nin kuruluş yıllarında Avrupa’ya eğitim için gönderilen birçok genç sanatçı Leger’nin atölyesinde eğitim alma fırsatı buldu. Nurullah Berk, Cemal Tollu ve Haşmet Akal bunlar arasındadır.

Nâzım’a “makinalaşmak istiyorum!” dedirten şey ile Leger’nin makinalaşmış yapıcılarındaki iyimserliğin kaynağı aynıydı. İnşaat işçileri bugün de Leger’nin resmindeki gibi bulutların üzerinde çalışmaya, belki daha yüksek gökdelenleri dikmeye devam ediyor ama kimsenin yüzünde işini yapmanın sıradan huzuru yok. Yapıcılar da, Nâzım’ın dediği gibi, mutlaka bir çare bulacaklar ve sonunda bahtiyar olacaklar.

FİDE LALE DURAK-SOL/Özel


Milli Savunma Bakanlığı’nın İngiltere’den Type-23 fırkateynleri alacağı iddia edildi - Çağdaş Bayraktar / Cumhuriyet

 


Bakan Hulusi Akar’ın İngiltere ziyaretinde Kraliyet Donanması’na ait fırkateynler için anlaşma yapıldığı konuşuluyor. Emekli Amiral Gürdeniz, “Türk milli gemi inşa yeteneği üstün bir seviyede iken 35 yaşında Type-23 fırkateyni almak intihardır” dedi.

Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar, 16 Ocak’taki İngiltere ziyaretinde mevkidaşı Ben Wallace ile bir araya gelmişti. Denizcilik ve ekonomi gazetesi Marin Deal’in haberine göre bu ziyaretin ardından Türkiye ile İngiltere’nin, İngiliz Kraliyet Donanması tarafından aktif olarak kullanılan ve envanterde halihazırda 12 adet bulunan Type-23 fırkateynlerine yönelik tedarik anlaşması yaptığı iddia edildi. İddiayı Cumhuriyet’e değerlendiren emekli Tümamiral Cem Gürdeniz, bu anlaşmanın hayata geçmesinin savunma sanayisi için intihar olacağını söyledi. 

"SÜREKLİ SORUN ÇIKARIYOR"

Türk donanmasında İngiliz menşeli sensor ve silahların sicilinin oldukça kötü olduğuna dikkat çeken Gürdeniz, “Amirallik dönemimde en çok uğraştığımız sorunların başında İngiliz menşeli sensor ve silahların idamesi, yedek parça tedariki ve bakım onarım sorunu gelirdi. Fırkateyn radar parçasını bile iki yıl beklediğimiz olurdu” dedi. Türkiye’nin İngiltere’den en son 1959’da Paşa sınıfı muhrip satın aldığını ifade eden Gürdeniz, İngiltere’deki FOST eğitimleri sırasında Type-23’lerle çalıştığını ve bu sınıfın sürekli sorun çıkardığını belirtti.

"YERLİ VE MİLLİLİK EYLEMLE OLUR"

“Savunma sanayini destekleyecek tersane hazırken, savunma sanayisi hazırken Türkiye’nin İngiltere’nin eski gemilerine yönelmesini anlamak mümkün değil” diyen Gürdeniz şöyle devam etti: “Yerli ve milli olmak sözle değil eylemle olur. Kendi gemisini yapan devlet 35 yaşında bir gemiyi ithal etmez. Bu intihardır. Yaşlanan filoyu modernize etmenin yöntemi TF-2000 ve diğer istif sınıf muharip gemi projelerini hızlandırmaktır. Türkiye başkasına muhtaç değildir.”  

“BU GİRİŞİM KURUMSAL ATALET YARATABİLİR”

Öncelikle savunma sanayisinin gelişim sürecine ve bunun temel motivasyonuna değinen Deniz Güvenliği Uzmanı Deniz Güler ise “Başta Türk Deniz Kuvvetleri olmak üzere Ar-Ge alanında önemli başarılarla ulusun göğsünü kabartmış bir kuvvetin yaşadığı bu sıçrayışın ana fikrinde güven bağı zedelenmiş bir müttefiklik ilişkisine karşı ulusal onur, özgüven ve emekle verilen güçlü bir tepki yatmaktadır” dedi. MİLGEM projesinin ulusal savunma sanayisinde kurumsal kültür ve kurumsal hafızanın oluşmasına büyük katkı sağladığının altını çizen Güler, Türkiye’nin 21. yüzyılda kendi savaş gemisini inşa edebilen ülkeler ligine taşımışken böyle bir girişimin “kurumsal atalet” yaratabileceğine dikkat çekti. Güler sözlerini, “hazır ve yaşlı savaş gemilerinin alımından ziyade askeri gemi inşa sanayinin üretim kapasitesinin ne kadar artırılabileceği üzerine kafa yorulmalıdır” uyarısıyla tamamladı.

ROMANYA DAVALIK OLMUŞTU

Romanya ve İngiltere arasında 2003 yılında Type-23’ün bir alt modeli olan HMS Coventry ve HMS London isimli iki adet “Type-22” fırkateyni için toplamda 116 milyon sterlinlik bir anlaşma yapıldı. Anlaşma kapsamında fırkateynler Romanya’ya fabrika çıkışı biçiminde teslim edilirken her ek malzeme için ek bütçe talep edildi. Öte yandan Romanya Dolandırıcılıkla Mücadele (DNA) ve İngiltere Dolandırıcılıkla Mücadele (SFO) yetkilileri 2006’da, fırkateynlerde bazı ekipmanların başka ürünlerle değiştirilmiş olması nedeniyle İngiltere’de, ülkenin en büyük silah şirketi BAE Systems’in temsilcisi Barry George ve Romanya doğumlu eşi Georgiana’yı tutukladı ve belgelere el koydu. Çift daha sonra serbest bırakıldı. 

O dönem konuya ilişkin konuşan Rumen Amiral Victor Blidea, 116 milyon sterline alınan İngiliz gemileri yerine 40 milyon sterlin maliyete Hollanda gemileri alabileceklerini söylemiş ve şu ifadeleri kullanmıştı:

"UCUZA ALINABİLİRDİ"

“O dönemde tanesi 20 milyon sterlinden satışa sunulan Hollanda fırkateynleri hakkında bilgi sahibiydik. Bunlar ‘sıcak’ gemilerdi, görevdeki gemilerdi ve ikinci el gemiler değillerdi. İngiliz firkateynleri fena değil ama bizim bütçemize uymuyorlar. Bakımları çok maliyetli. Ayrıca onları düzgün bir şekilde donatmamız gerekiyor ki bu da yine çok para demek.”

Çağdaş Bayraktar / Cumhuriyet