30 Ocak 2023 Pazartesi

Yadigar... Yurdum, uzakta kalan aşkım + Perdesiz bir sahne, kapısız bir tiyatro

 

Yadigar... Yurdum, uzakta kalan aşkım(OĞUZ GEMALMAZ / SOL)


Ankara Tiyatro Fabrikası bu muhteşem oyunu bizlere sunduğu için teşekkürü çokça hak ediyor.

“Kader denilen şeye aniden çarpmayız”
Yukio Mishima
Altın Köşk Tapınağı

Göçler bir çağın sonudur göçmenler için. Göçün tarihi çok eskidir. Homo Sapiens’in Afrika’dan dünyaya yayılması ile başlar ve göç, kültürel ve sosyal nitelikte çatışmalar, karışımlar ve melezleşmeler üretir. 

Oyun her ne kadar 1923'te Yunanistan ile Türkiye arasındaki nüfus mübadelesi sonucu zorunlu olarak Yunanistan’a gönderilen Rum cemaatinin öyküsünü anlatıyor ise de siz oyunu dünyamızdaki tüm göçmenlerin öyküsü olarak algılıyorsunuz.

Özünde ciddi ama sahnede bir güldürü olan oyun, iktidarların sıradan insanların hayatları ile nasıl oynadıklarını çarpıcı biçimde ortaya koyuyor.

Yılmaz Demiral, Yeşim Dorman’ın bir yandan güldürürken, diğer yandan kahreden göç öyküsünü, duygu yerine yüzleştiren ve izleyiciyi göç ile hesaplaşmaya iten bir reji ile karşımıza çıkarmış. Hakan Dündar’ın göçü ve göç insanlarını, zorunlu göçün gereği bir bavul ve anılarla simgeleştirdiği dekoru, Bora Balcı’nın ışığı ile birlikte sahneye farklı bir hareket katmış. 

Yeşim Dorman, oyunu yerel unsurlarla donatmış ama terk etmek zorunda kalınan ülkede yaşanan olaylara da dönüşler yaparak dinamik bir öykü ortaya çıkarmış.

Bu oyun ‘Bildik Her Şeye Veda’nın ağıtıdır.

Sanatçılar sadece dehşet uyandırmakla kalmıyor. Hem diyaloglardan hem de kukla sahnelerinden öne çıkan koyu kara mizah sahneleri, izleyiciyi bir tür Güldürmeyen Komedi içine itiyor. Yönetmen  güldüren sahnelerle, ciddi konuya rağmen seyirciyi işbirliği yapmaya zorluyor. Böyle olunca izleyiciler gülüp, üzülüp, utanıp mahcup olmak yerine ciddi bir göç sorunuyla özdeşleşiyorlar.

“Şu göçmen hayatı ne kadar zormuş
Nerede yaşarsa da ruhun boşmuş
Rüyalarımda hep köyümün bahçesi
Uyandığımda yollarım yokuşmuş”

Oyun yerleşik mülteci ile kaçak mültecileri karşılaştırarak iki dışlanma biçimini tasvir ediyor. 

Birlikte harika oynayan dört oyuncu aynı yeri saklanma yeri olarak paylaşıp ellerinden geldiğince birbirlerinin sinirlerini bozarlar. Dışarıdan gelen çan sesleri, postal sesleri, düdük sesleri ve birdenbire içeri giren yabancı içeride panik yaratır; çünkü bir mülteci için her yabancı bir tehlikedir.

Velican Demirel kaçak göçmen Costas olarak tutkularını ve duygularını yerinde göndermelerle gestus tekniğini kullanarak çok güzel öne çıkartıyor.

Eleni rolünde Nalan Güreş Demirel’in oyunculuğunda ses, şarkılar ve ritmik jestler gibi bir oyuncuda olması gerekenlerin hepsi var.

Hasan Tanay tam bir yabancılaştırma sergilerken rol ve oynayışı arasındaki diyalektik ilişkiyi çok iyi dile getiriyor ve bedensel anlatım gücüyle sahneye hakim oluyor. Oyunda hareket Manolis ile başlıyor.

Ve başrol Mari’de Yeşim Dorman, oynadığı karakterinin özünü çok iyi kavramış olarak oyunun enerjisini düşürmüyor ve izleyiciyi oyunun içine çekiyor.

Özlem ve yanılsama arasında gidip gelen bu göçmenler özünde birbirlerine bağlıdırlar. Sadece birinin mekanını koruma güdüsü ve diğerlerinin gece boyunca özgürlük arayışının bir biçimi göçtür. Bu dört yalnız insan arasındaki çatışmalar her şeyden önce göçün acı verici olduğunu hatırlatır.

“- Ama asıl öksüzlüğü Yunanistan’a gelince anladık. Hani anamdın Yunanistan? beni bağrına basacaktın? Hani ben de senin öz evladın idim? Buraya gelince anladık ki biz Rumlar eşek arısıydık Yunanlılar bal arısı.”

Göçün gittiği yerde onu bekleyen yoktur. 

Oyundaki kuklalara gelince Heinrich von Kleist “Kukla Tiyatrosu Üzerine” adlı eserinde şöyle der:

“Kuklanın hareketlerinde var olan ve onu hareketlendiren o odak tamamen insanda ruh denen şeye karşılık gelmektedir. Oradaki zarafetin daha parlak ve daha baskın olarak ortaya çıktığı görülür.”

Yeşim’in oyunu, sayısız güzel mesel ve metafor içeriyor. Bu yüzden dikkatlice izlemekte yarar var. Oyun gerçekçi ve heyecan verici. 

Ankara Tiyatro Fabrikası da bu muhteşem oyunu bizlere sunduğu için teşekkürü çokça hak ediyor. 

OĞUZ GEMALMAZ / SOL                                   

                                                              /././

Perdesiz bir sahne, kapısız bir tiyatro (NİHAN BAYRAKTAR / SOL)

Moda Sahnesi’nin elektriğinin kesilmesinden 1 yıl sonra Kemal Aydoğan ve Tunç Tatoğlu, tiyatroda örgütlenme deneyimleri, ödenekler ve tiyatronun toplumdaki karşılıkları üzerine sohbet ettiler.

Geçtiğimiz yıl yapılan zamlarla fahiş meblağlara çıkan faturasını protesto amacıyla ödemeyen ve elektriği kesilen Moda Sahnesi’nin Sanat Yönetmeni Kemal Aydoğan ve NHKM’den Tunç Tatoğlu, Moda Sahnesi deneyiminden hareketle tiyatro, tiyatronun sorunları ve tiyatrocuların sorumlulukları üzerine sohbet ettiler. Kamusal tiyatro anlayışı ve bu çerçevede tiyatroda güncel konuların da konuşulduğu sohbeti okuyucularımızla paylaşıyoruz.

Tunç Tatoğlu: Bugün buraya gelirken “insan çabuk unutuyor” diye düşündüm. Tiyatroyla ilgili de her şey çok çabuk unutuluyor. Daha yeni Moda Sahnesi çok rastlanmayan bir protesto eylemi gerçekleştirdi, elektrik faturasını ödemedi. Bu da çok hatırlanmıyor sanki, 1 yıl oldu değil mi?

Kemal Aydoğan: Aynen öyle.


Patronsuz bir tiyatro

Tunç Tatoğlu: 2013’te herkesin kendi birikiminden koymasıyla, borçlanarak açıldınız. Ekip tiyatrosu gibi örneklere rastlanabiliyor ama bir mekân açma, işletme konularına gelince Moda Sahnesi’nin kuruluşu çok rastladığımız bir örnek değildi. Başlarken bir kamusal alan yaratma duygusuyla mı kurdunuz? Yoksa “tiyatro için iyi bir şey yapacağız” diye mi düşünmüştünüz? Hangi duygu daha güçlüydü, beraber miydi bunlar?

Kemal Aydoğan: Beraber denebilir. Mahalleye müdahale etme, mahallenin sanatına müdahale etme isteğimiz vardı. Öncelikle bu semtte bir tiyatro yaptığımız fikrinden hareket etmiştik. Buralıyız, buradayız. Bu kamusal alan içinde faaliyet gösteriyoruz ve hem toplumsal dertlere temas edecek oyunlar yapalım hem de sanatsal açıdan kendi bildiğimiz şekilde seyirciyle paylaşalım istedik. Ana akım sanatsal ifadelerden kopma isteği de vardı. Mesela perdesiz bir sahne demiştik ilk açarken. Tüm yalınlığıyla, çıplaklığıyla mekânı var etmiştik. Mekânı değişebilir bir mekân şeklinde tasarladık, 2-3 tip seyir yeri olacak şekilde değişebiliyordu. Bunların hepsi aynı zamanda yeni sahneleme ve yeni oyunlaştırma biçimleri de demekti. Bunları araştırmayı, bu tür imkânlardan faydalanmayı düşünüyorduk. Kolektif bir yapı olarak çıktık, patronsuzuz demiştik. Tüm bunlar kafamızda hem toplumsal hem politik hem de sanatsal birtakım fikirlerin olduğuna işaret ediyor.

Biz aslında seyircinin hemen kabul etmeyebileceği bir tiyatro salonu var ederek biraz risk de aldık. Ama seyirci sonra bunu kabul etti. Buradaki oyunları da benimsedi. Bu da bize şunu söyledi: seyirci de aslında kendi sınırlarını aşmak istiyor. O da orada kalmak istemiyor. Yani onu da bizimle yürütmeye gönüllü olursak o da aslında yeni bir seyirci olmak istiyor. Bunun öncüsü de tiyatro olmak zorunda, bunu seyirci tetikleyemez. Tiyatro der ki “bak şöyle bir sahneleme biçimi de var, şöyle bir sahneyi kullanma biçimi de var”, bu şekilde seyircinin zihni de hareketlenmeye başlar.

Seyirci farklı olan oyuna gidiyor mu, yoksa örneğin ünlü isimleri daha mı önemsiyor?

Bir oyunda tanınmış dizi ya da televizyon oyuncusu varsa tabii ki onun seyirci potansiyeli ve seyirci profili biraz daha farklı olabiliyor ama Moda Sahnesi seyircisi diyebileceğimiz bir ortak seyircimiz de var. Sen bizim repertuarımızı biliyorsun, “Suzy Storck”, “Şirreti Evcilleştirmek”, “Eşkâl” gibi farklı oyunlar var. Aslında hemen hemen hepsine geliyor seyirci.

Moda Sahnesi’nin olmasa bile burada oynanan bir oyuna, “Moda Sahnesi filtresinden geçmiştir” diye güvenerek geliyor mu seyirci?

Bence bu oldu. Zaman zaman bu filtrasyonun yarattığı güven duygusuna dayanarak eleştirildiğimiz de oluyor seyirci tarafından. Diyor ki “sen bize böyle oyunlar seçmiyordun, bu oyunun burada işi ne”. Bence bu iyi bir etkileşim alanı.

Kentin, semtin, sokağın doğal bir parçası: Moda Sahne

Moda Sahnesi’nin bir farkının da gelirinin tamamını tiyatrodan sağlaması olduğunu söyleyebilir miyiz? Farklı yerlerin finansman kaynaklarını çeşitlendirme olanağı olduğunu gözlemleyebiliyoruz. Buranınsa kendine ait çay kahve içilen küçük bir fuayesi var sadece. Burası sadece tiyatro seyircisinden alınan destekle kendini idame ettiriyor. Devletten destek olmadığında da geriye sadece seyirci kalıyor. Sanatı topluma dönük yapıyorsunuz ve onun desteğiyle ayakta kalıyorsunuz. Baştaki soruma geri döneyim, “biz kamusal bir iş yapıyoruz, bunun kamusal faydası var” düşüncesi var mıydı, yoksa bu sonradan yavaş yavaş mı oluştu?

Hayır bu baştan beri vardı. Şöyle söyleyeyim, biz buranın mimarisini oluştururken, dekorasyon ve teknik şeyleri incelerken en son kapıya geldik. “Buranın kapısı nasıl olsun” diye sorduk. Gördüğünüz gibi buranın kapısı yok aslında, bir kepengi var, gece indiriliyor, sabah arkadaşlar çalışmaya gelince de kaldırılıyor. Ama onun dışında Moda Sahnesi’nin girişinin kapısı yok. Biz dedik ki kapısız bir yer olsun. Çünkü kimse herhangi bir kapıyı açıp birinin özel alanına giriyormuş gibi girip sonra da üzerine kapı kapanıp kendini özel hissettiği bir yerde olmasın. Orayı herkes sokağın bir parçası gibi görsün istedik. Girdik Halil Ethem Sokak’a, Moda Sahnesi’nin içine döndük, sizi kesen herhangi bir şey yok artık. Direkt merdivenlerden inip salonu da dolaşabilirsiniz. Bunu en başından tasarlamıştık. Buraya seyircinin gelişini engelleyecek, kilitlenecek herhangi bir kapımız yok.

Sinema salonu da var mesela. Sinemayı niye yanına koyma ihtiyacı duydunuz?

Buranın ana kimliği oydu. Burası önce Kafkas Sineması sonra da Moda Sineması olarak işlemiş. Bunu hem hafızayı taze tutmak için hem de bizim de yıllarca buranın sinema seyircisi olduğumuz için, onu bir yanımızda tutalım ve hatırlayalım, mekânın ana kimliği hep bir yanımızda dursun diye yaptık. Bizim işimiz değil sinemacılık ama şehrin burasında, bu mekânı kaybetmeyelim istedik. Gelir olarak çok önemli bir geliri yok.

Bir de küçük sahneniz var, orayı da gelir olarak önemli katkısı olmayan ama bahsettiğin etkileşime faydası dokunan bir yer olarak görebilir miyiz?

Evet deneme salonları onlar. “Eşkâl”, “Ormanlardan Hemen Önceki Gece” gibi oyunlarımızı orada oynuyoruz. Farklı gruplardan da orayı kullananlar oluyor.

Bahariye Caddesi üzerinde Tevfik Gelenbe’nin, Enis Fosforoğlu’nun salonları vardı, onların eski seyircileri bittikten sonra Haluk Bilginer tiyatrosunu kurdu. Tutacak mı tutmayacak mı tam bilinmiyordu ama isimler güçlüydü, tuttu. Sonra tiyatro buraya yerleşmeye başladı. Biz de NHKM'yi 2003’te kurmuştuk. Artık buraya gelinmişti, Kadıköy’e geçilmişti. Sizin de gelmeniz o sıralara rastlıyor. Buradaki tiyatro ortamının zenginleşmesinde ciddi bir katkınız var. Sizden sonra açılan tiyatrolar da oldu.

Biz tam böyle bir eşiğiz. İkinci kırılma noktası diyebiliriz.

Yerel bir tiyatrosunuz aynı zamanda. Sizin bir yerleşik seyirciniz de var. Burada yaşayan insanlar da geliyor. Yerel yönetimlerle geçmiş dönemde etkileşiminiz vardı. Onlardan bu konuda destek ya da iletişim kurma çabası oluyor mu?

Bir önceki dönemde, Aykurt Nuhoğlu’nun olduğu zamanlarda onun kendi yönlendirmeleri de oluyordu, Kadıköy Tiyatrolar Platformu da kurulmuştu. Özel ilişkiler değil ama bu platform üzerinden Kadıköy’deki tiyatrolarla genel bir muhataplık üretmişti. Hatta o kurulan platform aslında bir sürü kamusal tiyatro faaliyetine de ön ayak olmuştu. Birtakım atölyeler yapılmıştı, seyirciyle buluşmalar gerçekleştirilmişti. Fakat daha sonraki dönemde bu bağ cılızlaştı. Şu an Moda Sahnesi, Kadıköy yerel yönetimiyle herhangi bir alışveriş içinde değil. Bunu tabii ki belediye tarafı istemiyor, bizle ilgili bir şey değil. Belediyenin şimdiki politikası yerelde üretim yapanlarla bağı güçlendirmek yönünde görünmüyor. Kendi politik tercihleri, onun sebebini bilmiyorum. Dolayısıyla aslında bizim şu anda belediyeyle geliştirebildiğimiz herhangi bir projemiz yok. Ama belediyenin tiyatro yapma isteği var. Alan Kadıköy’de en son bir yönetmen duyurusu yaptılar, bir yönetmenin projesine destek vereceklerini söylediler. Demek ki tiyatro yapmak istiyorlar ve bütçeleri de var.

Çok ilginç tabii. Kadıköy’ün bir tiyatro semti olma şansı hala var, yerel yönetimin kültür politikalarında pivot ayağını basacağı bir zemin, belki Avignon olma potansiyeli hala var ama kullanılmıyor.

Evet, kullanılmıyor.

Örgütlenmek önemli ancak tuhaf davranışların parçası olmayarak…

Tiyatro alanında şu an yürütülen örgütlenme pratiklerine nasıl bakıyorsunuz? Şu anda Tiyatro Kooperatifi, Tiyatromuz Yaşasın İnisiyatifi ya da Kadıköy Tiyatrolar Platformu içinde değil Moda Sahnesi. Tiyatronun kendisinin bir iç örgütlenmeye çok yatkın bir doğası var. Birçok sanat dalını da bir araya getirebiliyor. Işıkçısından biletçisine kadar uzanan bir üretim habitatı var ve onları bir arada tutup örgütleyebiliyor. Bu kadar örgütlenme deneyimi, alışkanlığı olan bir sanat dalının örgütlenme konusunda bu kadar zorlanması garip değil mi?

Örgütlenmeyi ne için yaptığımızla ilgili bir şey galiba. Benim için tiyatro açısından örgütlenme şu demek, başka politik örgütlenmeleri ayrı tutarak söylüyorum. Tiyatro sanatının toplumsal olarak da insanların tek tek yaşamlarında da çok işe yarayan bir sanat olduğunu düşünüyorum. Ufuklarının açılması, vizyonlarının gelişmesi, yeni birtakım problemleri görmesi, algılaması, eski algılarından kurtulması için oldukça faydalı. Fakat yalnızca bağımsız, özerk insanların yapabileceği bir sanat olursa bu işlevi yerine gelir. Öbür türlü ya eğlence sektörünün bir parçası oluyorsun ya da birtakım angajmanlı politik fikirleri, politikmiş gibi duran fikirleri seyirciyle paylaşmaya başlıyorsun.

Tiyatro bence özerkliği için örgütlenmeli, sözünü kimsenin elinden almaması için örgütlenmeli. Ve ben sözümü kendi istediğim biçimde, kendi istediğim volümde söyleyeceğim diyebilmek için örgütlenmeli. Oysa son zamanlarda bu tarz örgütlenmeler “ekonomik olarak çok zor durumdayız”, “bize yardım edin ey devletlim’e” dönüştü. Bu anlamda bir hamiye, patronaja ihtiyacımız yok, biz işimizi zaten kendimiz yapıyoruz. Sadece kamusal bütçe kullanımı konusunda bir destekleme modeli geliştirebilir ve zaten devlet ya da yerel yönetimler onları eleştireceğimizi, onlarla aynı şeyi düşünmeyeceğimizi bilerek bu desteği verirler. Tiyatro anca bunu savunabilir. Tiyatrocular da bunu savunabilir: “Seninle aynı fikri savunmuyorum, savunmayacağım ama kamusal bütçeden payımızı alacağız”. Şimdi bu gerçekleşmeyip de birtakım müzakerelere, masalara oturup bakanları alkışlamalar, bakanlıklara teşekkür etmeler gibi birtakım tuhaf davranışlarda tabii ki biz olmayacağız. O gurur kırıcı, onur zedeleyici bir davranış. Hiçbir insanın hiçbir insana bunu yapmaması gerekir. Kimseye boyun eğecek halimiz yok yani.

7 bin TL’den 20 bin TL’ye çıkan fatura…

Tabii, sanatın bağımsızlığından bahsediyoruz. Bir kadının toplumdaki yeri ve maruz kaldığı şiddet üzerine düşünüyorsun ve “Suzy Storck” geliyor. İlhan Sami Çomak’ın “Hayat Seni Çok Seviyorum” oyununu seçiyorsun çünkü orada sadece adalet sorunu yok ülkede, kendi dilinin yasaklanmasıyla ilgili birçok mesele var ve onunla ilgili bir oyun seçiyorsun. Yani özerklikle kastettiğin “ben kafama göre oyun seçeyim” gibi bir şey değil. Örneğin “Babamı Kim Öldürdü”yü sendika yararına oynadınız. İşçiler geliyor. “Eşkâl” buna benzer, kendi bünyenizde yazılmış politik bir oyun. Bir patron ve bir devrimcinin hesaplaşması üzerine. Destekler konusu ise ayrı bir konu. Kamunun kaynağını siz kime dağıtıyorsunuz? İki dudağının arasında “ona verdim, buna vermedim”, herhangi bir kıstas, kriter hiçbir şey yok. Tam destekler konusunu açmışken, mesela sinema şu anda kapalı. Nedeni ne?

Tabii kapalı. Çünkü elektrik sarfiyatını ödeyemiyoruz.

Ödüyordunuz, yine kâr etmiyordunuz. Ama ödeyebileceğiniz bir şeydi.

Şimdi onu aştı.

Ama bir sene kadar önce elektrik üç katına çıktı.

Tabii, 7 bin liradan 20 bin liraya.

Böyle bir durumda bunun artık tek bir yolu var. Ya seyirciye yükleyeceksin bunu ya da devam edemeyecek bir noktaya geleceksin. Ve siz bir tercih yaptınız, ödememeye karar verdiniz.

Bu ortak alınmış bir karardı. Şu an 8 kişi Moda Sahnesi’ni oluşturuyor. 2020’nin sonuna doğru Kemal Kılıçdaroğlu da faturasını ödemeyeceğini söyledi. Bu şimdi bence bir meşruiyet alanı. Madem ana muhalefet partisi -komünist falan da değil-, bildiğimiz CHP’nin başkanı bunu demişse demek ki ortada tahammülü artık aşan bir durumla karşı karşıyayız, tepki verilmesi gerekiyor artık. 7 bin liradan 20 bin liraya çıkmak bizim bütçemizde olan bir para değildi. Eğer 13 bin lira fazlamız olsaydı bunu zaten çalışanlarımıza verirdik. Bunu neden devlete veriyoruz ya da sermayeye veriyoruz diye düşündük ve buna tavır takınmamız gerektiğini ve bunu da yüksek sesle söylememiz gerektiği üzerine biz Moda Sahnesi grubu içinde, Moda Sahnesi’ni oluşturan 8 kişi olarak konuştuk. “Ödemiyoruz diyelim mi” dedik. Oy birliğiyle “ödemiyoruz diyelim” diye karar verdik.

İlk faturanın nasıl ödendiği belli değil, orası karışık.

Onu hiç bilmiyoruz. Hiç öğrenemedik. İnanılmaz bir muamma o.

Sabancı muhtemelen onu ödedi ve tepkiden kaçmaya çalıştı, “nasıl olsa bu yumuşar ve iyi niyet gösterisine karşılık Moda Sahnesi de bir adım atar” diye bekledi. Siz devam ettiniz, belki ikinciyi de öderler diye.

İkinciyi ödemediler.

Moda Sahnesi aldığı tavır sonrası sansüre uğradı ve bu sansür devam ediyor

İkinci ödenmedi, saat değiştirildi ve uzaktan kesilebilir hale getirdiler. Seyirciniz bu eyleme destek oldu. Karanlıkta oyun seyrettik. Bu seyircinin de katıldığı kamusal bir eyleme dönüştü. Toplumda da karşılığı oldu. Tabii ki özelleştirmelerin önüne bir tiyatro topluluğu tek başına geçemez ama topluma bir şey söylemiş oldu. Toplumda bunun yeteri kadar karşılığı oldu mu? Ya da tiyatrocular arasında?

Tiyatrocular arasında olmadı. Tiyatrocular durumu kollama ile geçirdiler çünkü taraflardan biri kültür bakanlığı, bir tanesi çok büyük bir sermaye grubu. Onların karşısına çıkmayı büyük çoğunluk istemedi. Bunun bir vatandaşlık hakkı olduğunu da kimse söyleyemedi tiyatrocular arasında. Biz anarşistlik filan yapmadık, gerekirse yaparız ama daha o aşamada değiliz. Bu vatandaşlık hakkının kullanılmasıydı. Neredeyse temel ihtiyaçlardan biri haline gelmiş olan elektrik kimsenin tasarrufunda olamaz, bu şekilde fiyatını arttırmak ya da satmak. Aslında bunu söylemek ve göstermek istedik. Bir tiyatro da olabilirdik, bir evde de yaşıyor olabilirdik, bir yerde bir büro da olabilirdik.

Hem o dönem hem sonrasında Moda Sahnesi’ne bir tür sansür uygulandı, uygulanıyor, bunu da söylemek lazım. Mesela geçmişte bizi oynayalım diye davet eden birtakım sahneler, kurumlar daha sonra bizimle hiç iletişime geçmediler. Merhabalarını kestiler. Bizim onları, onların bizi tanıdığını gösteren herhangi bir belirtiden uzak durdular çünkü karşılarında Kültür Bakanlığı’nı bulmak istemediler. Bir de Kültür Bakanlığı’nı mahkemeye vermiştik destek vermediği için, onu da kazandık ama Kültür Bakanlığı mahkemeyi kazanmamıza rağmen bizi günah keçisi olarak göstermekten vazgeçmedi. Televizyonlarda yaptı Kültür Bakanı bunu, hem de birkaç kere, önünde mahkeme kararı olmasına rağmen bizim aleyhimize konuştu. Aslında suç işliyor tabii ki.

Tiyatro festivalinde sahne vermediler değil mi bu sene? Kadıköy ayağı sizdiniz.

Evet bizi kullanmadılar. Her sene kullanırlar bu yıl hiç “merhaba” bile demediler. İKSV tiyatro yöneticileri telefonlarımıza çıkmadı. Bir oyunumuzun festivalde oynamasını istedik, telefonumuzu açmadılar. Bunlar aslında otosansür değil sansür. Bir otorite var ve onun eli sopalı “mamanızı keserim” şiddeti, bunları galiba “aman dur şimdi onların kültür bakanlığıyla arası bozuk, şimdi bakanlık bizi onlarla görürse bize destek vermez” korkusu etkisi altına aldı.

Belki tüm tiyatroları aynı şekilde etkilemiyor ama kendine dokunan tarafı olmasa bile bir desteğin gelmemesi ilginç.

Biz bu parayı ödeyemeyiz demedik zaten. Biz, ilkesel olarak buna karşıyız. Birinin keyfî olarak elektriği birdenbire üç katına çıkarmasına karşıyız. Yoksa bu parayı bulmak değildi problem. Dostlarımız var, ahbaplarımız var, bir seyirci kampanyası yapsak gelirlerdi zaten. Çok insan teklif etti biz ödeyelim faturanızı diye. Biz dedik ki orada değiliz. Biz bunun görülmesini istiyoruz. Burada bir adaletsizlik var, bir hak gaspı var. Aslında tiyatroların tam da bunu, toplumda duyulması zor olan sesler olmayı işaret etmesi gerekirdi. Biz niye tiyatro yapıyoruz ki? Ben eğlence için yapmıyorum, tam da bu seslerin büyüdüğü yer, görüldüğü yer olsun diye yapıyorum.

Tiyatronun sorumluluğu var

Eğitimde özelleştirme olmaz. Sağlıkta olmaz. Barınma bu hale gelemez. Tiyatro ticari bir şey olarak çok kârlı bir iş değil gibi gözüküyor. En azından sizin gibi tiyatrolar için.

Böyle yapınca değil, tabii.

Sohbet uzayabilir. Özellikle bazı şeylerin tekrar hatırlanması için de seninle sohbet etmek istedim çünkü unutuluyor ne yapıldığı, ne edildiği. Bir sahnenin yaptığı tiyatronun nelerden etkilendiğinin de bilinmesi lazım. Tek başına ben “bir tane oyun okuyayım, bu tutar, bu tutmaz”, “buna seyirci gelir, buna gelmez” değil mesele. Başka dertlerin olması lazım. Görüyorum son seçtiğiniz oyunları. “Bu tutar, bu tutmaz” diye seçmiyorsunuz. Bazı oyunlar belki ayda bir kere oynuyor. Oynayanlar da oradan geçinelim diye bakmıyorlar. Bunun çok iyi anlaşılması lazım. Tiyatro kamusal bir eylemdir, onun sorumluluğu vardır, siz tiyatrocular da bu sorumluluğu taşımaya çalışıyorsunuz burada. Teşekkür ediyorum bize vakit ayırdığın için.

Ne demek büyük keyifti. Her zaman konuştuğumuz şeyleri bir de böyle, bu formatta konuşmuş olduk.

NİHAN BAYRAKTAR / SOL

29 Ocak 2023 Pazar

Düşlerimizdeki ev Amerikan Gotiği mi? - FİDE LALE DURAK / SOL-Özel

 

Wood, Amerikan Gotiği ile düşlerin dahi evin sınırları içinde kaldığını çok güzel özetlemiştir.

                           Grant Wood, 1930, “Amerikan Gotiği”, Şikago Sanat Enstitüsü

Grant Wood adı çok fazla akıllarda kalmamış olsa da onun en önemli resmi olan “Amerikan Gotiği”ni herkes bilir. Resim 1930 yılında, yani Büyük Buhran döneminde yapılmıştır. Amerika’daki sanat eğitiminin ardından 1922-28 yılları arasında Avrupa’ya çeşitli geziler yapan Wood, empresyonizm başta olmak üzere dönemin önemli akımlarından etkilenmiş ama yine de rol modeli 15. yüzyıldan Jan Van Eyck olmuştur. Kendi dönemindeki Avrupalı ressamlardan farklı olarak kırsal yaşam konularına yönelik resimler yapmıştır. Wood, Bölgecilik (regionalism) adı verilen sanat akımının Amerika’daki önemli temsilcilerindendir ve belki de bu akımın en bilinen resmi, defalarca parodileri de yapılmış olan, “Amerikan Gotiği”dir.

Resimdeki çift püriten giyim kuşamları, önünde durdukları evin mimarisi ve resmin merkezindeki yaba ile Ortabatı Amerikan kırsal yaşamını temsil eder.  Iowa eyaletindeki bir yolculuğunda beyaza boyalı ahşap bir ev Wood’un ilgisini çekmiş, evin gotik yapıdaki Avrupa mimarisine benzeyen penceresi nedeniyle evi resmetmek istemiştir. O sırada, boş bir zarfın üzerine evi taslak olarak karalar. Taslak çizim yağlıboya resme dönüşürken Wood şöyle düşünür: “Acaba bu evde nasıl insanlar yaşamaktadır?”. Böylece resimde görünen çift kompozisyona dahil olur. Modeller Wood’un kız kardeşi ve aynı zamanda arkadaşı olan dişçisidir. Çift olarak resmedilen figürlerin karı koca mı yoksa baba kız mı oldukları net değildir. Ancak Wood kendisine sorduğu soruyu cevaplamıştır: “Düşlediğim insanlar bu evde yaşamalı”.

Wood’un düşlediği insanlar muhafazakâr, ciddi, evi ile bütünleşik, çiftçilikle geçinen tipik Ortabatı Amerikan ailesidir. Avrupa’da şahit olduğu bohem sonrası kalıntılar, birinci dünya savaşının yıkıcılığı ve Amerika’daki ekonomik buhran, onu tarihsel olarak ve psikolojik açıdan daha geride olana sarılmaya itmiştir. Resimdeki yaba ile anlatılan kol emeğine dayanan çiftçilik, gotik ev mimarisi ile hissedilen izole ve korunaklı yaşam, kıyafetlerdeki muhafazakarlık, bütün resimden seyirciye akan mutsuz ciddiyet, sanatçının bu yaşam biçimine döşediği methiyelerdir. Wood’un kırsal hayat övgüsü, sadece üretim araçlarının gelişmesiyle kazanılmış şehirleri ve modernizmin ileri yanlarını yadsımak anlamına gelmez, aynı zamanda çocukluğun nostaljisine sığınarak avunma anlamına da gelir. Wood, büyük buhranın boğuculuğunda geçmişin anılarına tutunur. 

Wood, gördüğü evi resmederken pencereleri ve genel olarak evin kendisini olduğundan daha gotik hale getirmiştir. Evin ayrıntıları, geleneksel kadın ve erkek rollerini pekiştirmek üzere resimdeki figürlerle ilişkilenecek şekilde öne çıkarılmıştır. Erkeğin elindeki yaba, yükselen üç sivri dişi ile biraz tehditkâr ya da sağlam duruşuyla resmin ortasında otoriterdir. Bu otorite resimdeki erkek figür ile bütünleşir. Yabanın üçlü yapısı figürün gömleğinde, tulumun çizgilerinde ve hatta çenesinde tekrar edilir. Aynı üçlü yapı evin pencerelerinde de devam eder ve çatıda oluşan üçgen sivrilik ile genel otorite hissiyatı pekişir. Kadın figür, seyircinin gözüne bakan özgüvenli erkek figürün aksine gözlerini seyirciden kaçırmıştır. Ensede toplanmış saçının yanından dökülen bir tutam dalga hemen arkasındaki çiçeğin gövdesindeki dalga ile aynıdır. Elbisesinin motifleri ise penceredeki perdenin motiflerinin tekrar edilmesidir. Böylece kadın evin perdesi, süsü ya da çiçeği; erkek üretim aracının sahibi, otoritesidir.  

Ortabatı Amerika ile özdeşleşmiş bir akım olan Bölgeselcilik akımının diğer önemli iki temsilcisinin de (John Steuart Curry, Thomas Hart Benton) tıpkı Wood gibi dindar olması, Amerika’daki temel sanat eğitiminin ardından Avrupa’da kendilerini geliştirme ihtiyacı duyması ve sonra çıktıkları kırsala dönerek modernizmden nefret etmekte buluşmaları dikkat çekicidir.  Bu akımda konu edinen insanlar geleneksel, ataerkil, değişimi sevmeyen, sınırlarını zorlamayan, aileyi ve evi kutsayan köylülerdir. Kapitalizm, gericiliğini sağlama alırken koruduğu bu yaşam biçiminin ev ile bütünleşiyor olması ise tesadüf değildir. Ev ya da aile sınırlarına hapsedilenlere bir dönemin buhranı bile sığabilmiştir. Kırsalın da şehirden uzak, izole hali boğulmak istenen tüm duygular için biçilmiş kaftandır. Böylece geri olan korunaklı hale gelir.

Wood’un düşlediği insanlar, komşusuna kendi yaşam tarzını dayatan, gericiliği kutsayan insanlardır. Ve onların yaşadıkları evler, dışarıdan süslü perdeleri, çiçekleriyle görünen, evi olmayanların imrendiği evlerdir. Gericilik kendisini mülk sahibi köylüde çok rahat büyütebildiği için ev ile simgeleşen bu anlatım oldukça yerindedir. Aynı sebeple Wood’un ilhamı beyaza boyalı Avrupa mimarili ahşap bir evdir, sonra bu eve uygun insanlar düşlemiştir. Wood, Amerikan Gotiği ile düşlerin dahi evin sınırları içinde kaldığını çok güzel özetlemiştir. 

FİDE LALE DURAK / SOL-Özel


28 Ocak 2023 Cumartesi

"Erdoğan’ın Bilecik'te açtığı altın madeni müjde değil ekolojik yıkımdır" - Eylem Nazlıer / EVRENSEL

                                                                                                                              Fotoğraf: İsa Terli/AA

Erdoğan, Bilecik'te altın madeni açtı. Bergama, İliç’in delik deşik edilen topraklarını örnek gösteren Cemalettin Küçük, “Yaşadıklarımız gösteriyor ki yeni maden müjde değil ekolojik yıkımdır" dedi.

Bilecik Söğüt’teki, Türkiye’nin en büyük altın keşiflerinden biri olduğu iddia edilen 6,5 milyar dolar değerindeki 109 ton altın rezervinin işleneceği maden tesisi bugün Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından açıldı. “109 ton altın için büyük gün” cümleleriyle duyurulan açılışta, ilk külçe Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından döküldü. Kaynağı 2020 yılında tespit edilen Gübretaş şirketinin iştiraki madende, yılda 6-7 ton altın üretimi hedefleniyor.

Cumhurbaşkanı Erdoğan açılışta yaptığı konuşmada Gübretaş altın madeni projesinin ilk kısmının 70 milyon dolar yatırımla tamamlandığını belirtti. Madenin ilk etapta yıllık 2,5 tona kadar altın üretme kapasitesiyle çalışacağını belirten Erdoğan, yaptıkları madenciliği şu sözlerle övdü: “Burası tam kapasite ile faaliyete geçtiğinde ülkemizde en çok altın üretimi yapılan ilk üç madenden birisi olacaktır. Geçen yıl maden ihracatımız bir önceki yıla göre yüzde 9,1 artışla 6,5 milyar dolara ulaştı ve bu alanda Cumhuriyet tarihinin rekoru kırıldı”.

Açılışı büyük müjde şeklinde duyurulan maden tesisini Metalürji Mühendisi Cemalettin Küçük’e sorduk. Bu madenleri ekolojik yıkım olarak değerlendiren Küçük, “Türkiye coğrafyasında Kaz Dağlarından başlayıp güneydoğu, doğuya kadar coğrafyanın her yeri delik deşik edildi, tahrip edildi. Şimdi yetmezmiş gibi Bilecik’in Söğüt ilçesinde bir tane daha açılıyor. Son olmayacak tabii, arkası gelecek. Hemen yanı Balıkesir Gönen” dedi.

"TÜRKİYE MADENCİLİKTE MİNERAL SAHASI OLDU"

Türkiye’nin, sermaye için madencilikte mineral sahası olduğunu aktaran Küçük, “Buradaki esas mesele şöyle, sermaye açısından durumu değerlendirirsek hangi maden, nerede ve ne kadar olduğunun bir önemi yok. Burada önemli olan tek şey kim işletmesine izin veriyor. Bugün madencilik dediğimiz hikaye budur artık. Dünya sermayesinin hedefi Türkiye’dir. Çünkü Türkiye’de her türlü madencilik faaliyetinin önünün açılmasına izin verilecek koşullar yaratılmış durumda” dedi.

Madeni işleten firmaların isimlerinin çok önemli olmadığını ifade eden Küçük, “Şimdi millet çıkıyor diyor Kanadalı firma. Bergama’daki madende ilk Almanya’nın en büyük siyanürcü şirketi Eurogold vardı. Sonra Avustralya’nın Normandiya şirketine devredildi. Sonra onlar oradan 37 ton altını kapıp gittiler. Pisliklerini orada bıraktılar. Koza altın işletmesi ‘FETÖ’cüleri aracı kıldı. Darbe girişimi sonrası  ‘FETÖ’ yurdu terk etti. Şimdi Varlık Fonu işletiyor. Yani bu değil bizim meselemiz. Bu üretim yönteminin modelinin kim olursa olsun hani demiş ya babam olsa bile buna karşı durmamız gerektiğini. Doğru vurgulamamız gerekiyor” dedi.

BERGAMA, EŞME, GÜMÜŞHANE, ERZİNCAN DELİK DEŞİK

İzmir’in Bergama ve Dikili ilçeleri arasında kalan ve tarım ve hayvancılık üssü olan Bakırçay Havzası’nda, Koza Altın İşletmeleri tarafından işletilen altın madenini hatırlatan Küçük, “Neredeyse yok oldu”. Keza Uşak’ın Eşme ilçesindeki Kışladağ bölgesinde faaliyet gösteren altın madeni, 14 yılda Uşak’ın 4’te 1’i büyüklüğündeki alanı tahrip etti, insanlar zehirlendi. Büyük maden çukurları ve büyük felaketler yaşandı. 50 km mesafeden bakınca Ulubey ile Eşme ilçesi arasında Kışladağ’daki yıkımı gözle görebiliyorsunuz. Altın işletmeciliği yapılan Bergama, Gümüşhane, Erzincan, Ordu aynı yıkım buralarda da oldu. Bugün herhangi bir şekilde uydu görüntüsüne baktığımız zaman Türkiye coğrafyasının delik deşik edildiğini görüyoruz. Kaz Dağlarından başlayıp güneydoğuya, doğuya kadar coğrafyamızın delik deşik edildiği ve tahrip edildiği gözüküyor zaten. Şimdi bu koşulları bile bile bir de, Bilecik’in Söğüt ilçesinde açılıyor. Son olmayacak tabii, arkası gelecek. Balıkesir yanı, öteki tarafı Gönen. Yani birbirleriyle bağlantılı yerler bunlar. Yani Bilecik’ten de Balıkesir’e geçecekler.”

"TAHRİBAT ÇOK YÖNLÜ"

Altın madenciliğinin bölgeye büyük zararlar vereceğini belirten Küçük, Erzincan İliç’teki Çöpler Altın Madeni’ndeki siyanür sızıntısını hatırlattı. Madenin çeşitli davalara konu olduğunu belirten Küçük, “Erzincan İliç’te açılan davada topograf istedik. Topograf madencilik faaliyeti yapılırken önce bir alanı sıyırdın, ormanı sıyırdın, toprağı sıyırdın ama ortaya çıkacak olan kayaçları kaldırmaya başladın. Topografya değiştiriyorsun, coğrafi şeklini değiştiriyorsun. Bunu sadece alan olarak değerlendirmek değil, bir yerde 100 m derine iniyorsun. Bir yerde 800 m aşağıya iniyorsun. Eşme’de 800 m çukur var, 500 m çukurlar açılıyor üstüne ve oradan çıkan işletmediğin kayacın birçoğunu da başka bir yere döküp yeni bir dağ yapıyorsun. Yani mikro iklimlendirme kısmıyla ilgili bir değişime sebebiyet veriyorsun. O bölgede aynı zamanda büyük bir kimyasal tehlikeye de neden oluyorsun. Kimyasal sadece maden işletmesinde kullanılan kimyasal değil. Kayacı yerinden kaldırıp herhangi bir alana devirmiş olduğunuz zaman onun kendisi zaten ya kükürtlüdür, kireçlidir ya da asit oluşturabilecek bileşikler vardır içerisinde. Ona dünyanın en keskin 2 tane kimyasalı, su ve hava temas ettiği zaman kimyasal oluşur, işte bitti. Bu durumu geniş kapsamlı değerlendirmek gerekiyor” dedi.

                                                                                                      Fotoğraf: Muhsin Arslan/AA

"MADEN Mİ TARIM MI DAHA EKONOMİK TARTIŞMASI AHMAKLIKTIR"

Manisa’nın Turgutlu ilçesi Çaldağ köyündeki nikel madeni işletmeciliğine dair yapılan “Nikel madenciliği mi daha ekonomik tarımsal faaliyet mi daha ekonomik” tartışmalarını hatırlatan Metalürji Mühendisi Cemalettin Küçük şunları söyledi: “Bu karşılaştırmalar çok yanlış karşılaştırmalar. Çünkü geri dönülmez bir yıkım içerisine giriyoruz. Böyle bir karşılaştırma ahmaklıktır. Bir de bunları sanki yeni bulmuşlar gibi aktarırlar. Bilecik Söğütlü’de de aynı şey var. Sonuç itibarıyla kim izin veriyorsa tek tek gündeme alıp girilecek buralara. Yani tek Söğüt’le de kalmayacak bu, genişletilecek”.

"400 KİŞİ İŞE ALINDI BİNLERCE İNSAN GÖÇ ETMEK ZORUNDA KALDI"

Madenin faaliyete geçmesiyle iş imkanının artacağına dair çıkan haberlere ilişkin ise Metalürji Mühendisi Cemalettin Küçük şunları söyledi: “Madende 300-500 kişi işe giriyorsa bölgeden binlerce insan göç etmek zorunda kalıyor. Yani bir yerde elbetteki bir iş açılacak, birileri çalışacak. Ama bu ekonomik döngüyü değerlendirirken kayıp edilen diğer kısımlar hiç hesaba katılmaz. Yani mesela biz bunu Eşme’de yaşadık, 400 kişi işe alındı ama birkaç bin kişi köyünü terk etmek zorunda kaldı. Dünyanın en güzel altınını bulduk dedikleri Bergama’da tütün, zeytin, zeytinyağı, ayçiçeği ve pamuk yok edildi. Bergama, Türkiye’nin en zengin köyüydü. Bergama köylüleri zengindi. Şimdi öyle bir şey yok. Yok edildi.”

                                                                                                Fotoğraf: Muhsin Arslan/AA

                                                                                                                                                                          Fotoğraf: Muhsin Arslan/AA

     Eylem Nazlıer / EVRENSEL


Onbeşler hakkında merak edilenler veya bir sır perdesi mi var? + 'Sabrettiğin yeter! Kalk, kendini göster...' (SOL)

 Onbeşler hakkında merak edilenler veya bir sır perdesi mi var? (Aydemir Güler-SOL)

'Mustafa Suphi amacını açık açık yazmıştı: Emperyalist saldırı altındaki ülkede ulusal kurtuluş saflarında, işçiler ve yoksul köylüler adına yerini alacaktı TKP. Hedef sosyalist devrimdi.'

TKP kurucu lider kadrosuna indirilen ağır darbenin sorumlusu kimdi? Türkiye’de bundan bir süre öncesine kadar sol tarihçiliğin en mühim sorusu bu zannedildi. Bu konuda çeşitli belgeler zamanla açığa çıktı, yayımlandı. Soru baki kaldı…

Mustafa Suphi ve arkadaşları ne yapmak istiyorlardı? Ankara’ya gelmekten maksat neydi? Mustafa Kemal’in lideri olduğu hareketle nasıl bir ilişki kuracaklardı? Mustafa Kemal’e dost muydular düşman mı? Elbette açığa çıkmayı bekleyen ve zamanla çıkan belgeler yine oldu. Ama -insanlık hali- kimi tarihçiler kendilerini tutamayıp Suphi’nin bakan olma rüyası üstüne spekülasyonlar yaptılar. Maceracı mıydı bunlar ne?

Yanlarında önemli miktarda para olduğu da biliniyordu. Hâlâ tam olarak kaynağı bilinmeyen ve belki ileride ortaya çıkacak belgelerle açıklık kazanacak olan bu para Suphilerin Rusya ile akçalı ilişkilerine mi delalet ediyordu?

Kimi “araştırmacılar” -kendilerini tutamayıp- TKP’nin Sovyetler Birliği ile bir tür ajanlık derecesinde bir ilişki kurduğunu iddia edecek kadar alçaldılar. Zaten Suphilerin de yanlarında sandık sandık…

Elbette belgeler çıktı ve Bakü’den başlayan yolculuğa Bolşevik liderlerin itiraz ettiklerini söyleyemesek de hayli temkinli yaklaştıkları kesinlik kazandı. Ama kendilerini tutamayan meraklılar, yoksa diye sorabildiler, hazine 1915 Ermeni soykırımından mı edinilmişti? Tarih aydınlanma değil cinlik miydi yoksa!

Eğilimlerin tam tersine döndüğüne de tanık olundu, TKP’nin ilk günlerinden söz edilirken. Sovyet yönetimi Suphi ve arkadaşlarının öldürülmelerine göz mü yummuştu, yoksa daha ileri de gitmiş olabilir miydi? 

'BİZİM İÇİN MUAMMA YOK'

Tarihçilik bir bilimdir ve belgelere ulaşarak, belgelerin şifrelerini çözerek bize gerçeklik hakkında daha fazla veri sunar. Tarih her bilim gibi insanlığın aydınlanmasına hizmet eder.

Ancak “bakan mı olmayı kafaya koymuştu”, “Mustafa Kemal komünist miydi”, “Mustafa Suphi ve diğer komünistler ajan mıydı”, “paranın kaynağı şu muydu bu muydu” tipi sorular bilimin insanları aydınlatmasına yolu döşeyen sorular değil, kafaların karışmasını amaçlayan sayıklamalardır. Sömürü düzeni aydınlığı sevmez, sayıklamalara muhtaçtır. Biz ise akıl açıklığına Nâzım’ın gösterdiği yoldan ilerleriz:

Benim kuvvetim :

bu büyük dünyada yalnız olmamaklığımdır.

Dünya ve insanları yüreğimde sır

ilmimde muamma değildirler.

Burjuva tarihçiliği Partimizin kurucu liderlerini bir “katil kim” oyununda oynatmak isteyebilir. Bizim için muamma yok. 

Bir kere; Mustafa Suphi amacını açık açık yazmıştı: Emperyalist saldırı altındaki ülkede ulusal kurtuluş saflarında, işçiler ve yoksul köylüler adına yerini alacaktı TKP. Hedef sosyalist devrimdi. Ulusal kurtuluş ancak sosyalizmle kalıcı bir kazanıma dönüşebilirdi.

Öte yandan, olay bu kadar basit değildi elbette ve ilk sosyalist devlet için Türkiye her şeyden önce Kafkasların, Karadeniz’in, Boğazların, sonuç olarak devrimin güvenliği demekti. Emperyalizmin yok etmek istediği Sovyet hükümeti bir de güneyden kuşatılmamalıydı. Türkiye’de sosyalizm mücadelesi dünya sosyalizminin güvenliğini ve geleceğini riske atmamalıydı.

Ankara hükümeti ise emperyalizmi durdurmak için Sovyet desteğine muhtaçtı. Ama Moskova ile arasına güçlü bir solun girmesini kendi varlığı açısından tehdit sayıyordu. Sağa karşı savaşılacaksa bunu kendileri yapmalıydılar ve herkes onlara tabi olmalıydı.

Bir diğer köşede, ulusal mücadelenin liderliği üstünde iddiasını korumak isteyen İttihatçılar, başta Enver Paşa, Ankara-Moskova ittifakından kendilerine nasıl enerji çıkaracaklarına bakıyor, mazlum Doğu’nun kurtuluşu şiarıyla böyle bir kulvara yerleşmek istiyorlardı. Ama genç TKP onlara alan bırakmıyordu. 

Ve elbette asıl mücadele padişah ve hilafet yanlılarına, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı veriliyordu…

İşte genç TKP, cüretli ve hülyalı bir kadronun rehberliğinde bütün riskleri göre alarak bu zorlu zemine çıkmayı amaçladı. Alçakça bir saldırıyla neredeyse tasfiyeye uğradık. Ölümlerine, öldürülmemize İttihatçılar çok sevinmiş olmalıdır; hayrını göremediler. Ölümlerinden, öldürülmemizden Ankara’nın çok ürkmüş olması beklenir; başka merkez kaç güçleri hızla baskı altına alarak milli mücadelede liderlik tekelini hızla tesis ettiler… 

'YILMADIK YENİDEN KURDUK'

Suphilerden geride kalanlarımız ise; yola devam ettik. İstanbul’da, Eskişehir’de, Adana’da komünist hücreler inşa ettik, emekçiler nerede hak arıyorlarsa orada olmalıydık. Nerede ülkesi için ışıldayan bir beyin varsa, o beyin komünizmle aydınlanmalıydı. Suphilerin yolundan onlarca yıl öncü işçiler yetiştirmeye, aydınları komünist partinin tezgahından geçirmeye uğraştık. Partimizi daha defalarca tasfiye etmeye yeltendiler. Yılmadık yeniden kurduk.

Hikâyenin aslı ve özeti işte budur. 

Belgeye, bilgiye ihtiyaç bitmez. Çünkü bilimin ve aydınlanmanın “fazlası” olmaz. Ancak ortada bir sır perdesinin, ilmimizde bir muammanın olduğu da sanılmamalıdır. Nitekim şiirin devamı açıkça söyler yapılması gerekeni:

Ben kurtarıp kellemi nida ve sual işaretlerinden,

büyük kavgada

açık ve endişesiz

girdim safıma.

Mustafa Suphileri anmak, Partimizin kurucusunun 100 yıl önce kaleme aldığı ve geçerliliğini koruyan çağrısına uymaktan başka nasıl mümkün olabilir?

                                                                    /././

'Sabrettiğin yeter! Kalk, kendini göster...' (SOL-Arşiv)

Mustafa Suphi ve yoldaşları bundan 102 yıl önce Karadeniz'de katledildiler. Aradan geçen 102 yılın ardından mücadeleleri ülkenin dört bir yanına yayılmış durumda.

Türkiye Komünist Partisi'nin kurucu önderi Mustafa Suphi ve yoldaşları, bundan 102 yıl önce Karadeniz'de katledildiler.

Kurtuluş Savaşı'na destek için düşmüşlerdi yola, emekçi halkın kurtuluşuydu hedefleri.

Ne koşulların zorluğu, ne de burjuvazinin planları durdurdu onların yolculuğunu. Karadeniz'de katledildiler belki ama bitmeyen ve her geçen gün büyüyen bir yolculuğun ilk adımı attılar, büyük ve mücadele dolu bir miras bıraktılar geride.

Katledilişlerinin yıldönümünde anılarına saygıyla...

Mustafa Suphi’nin Türk Halkına Çağrısı’ndan

"Türkiye’nin işçi ve yoksul köylüleri! Ancak sermaye ve para tahakkümünün devrilmesi, sosyalist devrimin bütün cihana yayılması sana tam ve sağlam bir hürriyet verecektir. Sen, ancak sermayedarların, zenginlerin, toprak sahiplerinin, paşa ve ağaların etki ve baskısını yıktığın ve bütün kuvvetinle sosyalizm devrimini kendi memleketinde savunduğun ve yaydığın takdirde uluslararası devrimin ilerlemesine yardım etmiş olursun.

Türk, Müslüman, yabancı her kim olursa olsun, sermayedar ve zenginlerle birlik ve ittifak yapma.

Uluslararası harpçilere, emperyalizme elinden geldiği kadar karşı dur! Memleket içinde hiçbir bölük yabancı asker kalmasın!

Fransız, İngiliz, Amerikan emperyalistlerin yapacakları barıştan sakın ve bil ki, onların isteyecekleri tazminat ve eski borçlara dair ortaya koyacakları hesaplar, senin kolunu bükecek ve elinde avucunda ne varsa hepsini kaybettirecek.

Devrim düşmanlarıyla uzlaşmaya razı olan ikiyüzlü hainlere, emperyalist devletlere yanaşmayı kabul eden ve savunan dolandırıcılara el verme. Memleketini yeniden emperyalist savaşa sokmaktan ve ana topraklarını yeniden siperler, hendeklerle donatarak bağrını yırtmaktan sakın!

Sermayedarlar, generaller, papazlar ve tutucu mollalar ile birlikte emekçi halka karşı giden ve Rusya İşçi Halk Cumhuriyeti’ni yıkarak, onun yerine zenginler, sermayedarlar cumhuriyetini veya daha doğrusu çarlar devletini kurmak isteyenlerden kaç! Bunlar, bütün dünyanın emekçi halkını kırıp doğradıktan sonra şimdilik kendilerine meyil gösteren ikiyüzlü sosyalistleri dahi çiğneyip geçecek ve sermayedarların, çiftlik ağalarının toprakları zalim padişahın, kralın, çarın tahtını ensene bindireceklerdir.

Emperyalist hükümetlerin bugün memleketimize ve halkımıza saldıran ordularına karşı savaşa kalk! Emperyalistlerin para ile satın alarak ülkemize yolladıkları bütün alçak kuvvetlere silah çek. Yoksul ve emekçi! İyi bil ki, büyük zenginlerin, zalim paşa ve ağaların keselerinde Fransız ve İngilizlerden, Amerikalılardan aldıkları pek çok çalıntı altınlar vardır. Onlar bu altınlarla sana karşı kuvvet hazırlamaya, seni ezmeye çalışıyorlar.

Yoksul ve mazlum Türk rençperleri, sabrettiğin yeter! Kalk, kendini göster, Türkiye’nin zulüm ve kahır içinde diğer halklarına elini uzat!

Türkiye’nin işçi ve köylüleri! Her zaman aklından bir şeyi çıkarma: Avrupa ve Türkiye’deki bütün sermayedarlar, zenginler, paşalar, ağalar, papazlar, tutucu mollalar Türkiye’de hükmettikçe, sermaye ve para esirliği ortadan kalkmaz ve işçi, köylü, halk kendi devlet ve hükümetine kavuşamaz..." (Bu yazı 1919 yılında yazılmıştır.)





27 Ocak 2023 Cuma

Sinop Üniversitesi'nde protesto: 'Rektörün görevi orman kesip cami yapmak değildir' - SOL

 Sinop Üniversitesi’nin kendisine tahsis edilen Kent Ormanı’nda yapmayı planladığı Kampüs Cami projesi için ormanlık alandaki ağaçları kesmesi protesto edildi.

Sinop Üniversitesi’nin kendilerine tahsis edilen Ayancık yolu üzerindeki Kent Ormanı’ndaki yaklaşık 5 bin metrekarelik bölümde bulunan ağaçları Kampüs Cami projesi için kesmesine çevreciler tepki gösterdi.

Çevreciler, bugün Orman Ormanı’nda toplanarak 'Rektörün görevi orman kesmek ve cami yapmak değildir' pankartı açtı. Sinop Emek, Barış ve Demokrasi Platformu üyeleri, düzenledikleri basın açıklamasında sürecin takipçisi olacaklarını belirtti.

ANKA'dan Mustafa Usta'nın haberine göre Sinop Emek, Barış ve Demokrasi Platformu Dönem Sözcüsü Kadir Demir, basın açıklamasında şunları söyledi:

Fakülteler yapılmadı, ikinci cami yapılıyor

"Rektörün görevi, cami yapmak değil, üniversiteyi laik, bilimsel ve çağdaş bir temele oturtmaktır. Sinop Kent Ormanı’nın da içinde olduğu 140 bin metrekarelik arazi, Kent Ormanı’na zarar vermemek koşulu ile üniversite bünyesinde Sağlık Bilimleri Fakültesi ile çeşitli mühendislik fakültelerinin yapılması ve açılması için üniversiteye tahsis edilmiştir. Ancak arazi tahsis işleminin gerçekleştiği zamandan bu yana, adı geçen fakültelerden herhangi birisi yapılmamış, henüz herhangi birinin yapımına da başlanmamıştır. Üniversite bünyesinde, Sinop Otogarı karşısında, bizzat Rektör Recep Bircan döneminde üniversitenin katkıları ile yapılmış bir cami, İlahiyat Fakültesi bünyesinde kadın ve erkekler için ayrı ayrı olmak üzere 120'şer kişi kapasiteli iki adet yaşam merkezi ve hemen arkasındaki üniversiteye ait stat da ayrı ayrı mescitler ve ayrıca her öğrenci yurdu bünyesinde de mescitler varken Sinop Üniversitesi Rektörlüğü, üniversite bünyesinde ikinci bir cami yapmak üzere Sinop Kent Ormanı’nda yaklaşık 5 bin metrekarelik ormanlık alanı seçmiş ve ormanı bu amaçla kesmiş, kestirmiştir."

'Burası Sinop'un akciğerleri'

Kadir Demir, açıklamasını şu sözlerle sürdürdü:

"Elbette farklı amaçlarla orman kırılmış ama burası, Sinop kentinin hava aldığı akciğerleri ve nefes borusu. Dolayısıyla buranın bir bina için seçilmesi, bu ormanlık alanın kırılmasını bu anlamıyla anlamak mümkün değil. Oysaki bir kentte kurulan üniversite, o kentin gelişimini sağlayacak, o kente ışık olacak, bilimin yol göstericiliğinde çağın gerekliliğine uygun olarak o bölgede değişim, dönüşümü yaratacak projelere ve çalışmalara zamanını ayırması gerekirken üniversite rektörlüğünün bütün bunları bir tarafa bırakıp, hiç üzerine vazife olmayan bir işle iştigal edip cami yapımına kalkışması ve burada bizzat ormanı koruması gerekirken ortadan kaldırılmasını asla kabul etmek mümkün değil. Aynı zamanda üniversiteye tahsis edilen alanlar, esası itibariyle rektörlüğe, bu alanlara eğitim bilimleri fakültesi ve değişik mühendislik fakülteleri yapılmak üzere tahsis edilmiştir. Zaten üniversiteye ait çeşitli yerlerde yeterince ibadethane vardır. Dolayısıyla İlahiyat Fakültesi’nin hemen karşısında, aynı zamanda da bir ilahiyat profesörü olan Sayın Rektör’ün bunu gözeten, bir yerde aslında israfa yol açacak herhangi bir çalışmanın, uygulamanın içerisinde olmaması gerekirken hem israfa yol açan hem de canlı yaşamını bütünüyle burada yok eden, doğal yaşamı ortadan kaldıran bir çalışma, bir çaba içerisinde girmesinin asla kabul etmemiz mümkün değil. Buna asla izin vermeyeceğiz. Burada aynı zamanda bir hukuksuzluk da vardır. Burası, belediye imar alanı içerisinde olan bir yerdir. Belediyenin izni olmadan, ruhsatı olmadan, imarında bir değişiklik olmadan burada herhangi bir yapının yapılması kanunen de mümkün değildir. Biz, bunun, bundan sonra da takipçisi olacağız."

'2 bin 500 kişilik bir cami midir eğitim alanı'

Sinop Emek, Barış ve Demokrasi Platformu Yürütme Kurulu üyesi Şükrü Demirel ise şunları söyledi:

"Gizli kesim yapıldığını düşünüyoruz. Neden? Zaten öndeki ağaçlık sıraları bırakmışlar, arkası kesilmiş. Bu da dışarıdan görünmeyi engelleyecek bir tavırdır. Kesim yapılmış, bitmiş; biz öyle öğrenmiş olduk. Hiç kimse tarafından bu bilinmiyordu. Bize gelen bir bilgi sonucu burayı öğrendik ve geldik. Alan çırılçıplak. Hatta içinde ölçümler yapılmış, yer tespitleri yapılmış, direkler dikilmiş, kazıklar kazılmış. Yani bir inşaat alanına ne yapılması gerekiyorsa yapılmış. ‘Eğitim amacıyla ibadethane yapıyoruz’ dediklerinde biz de diyoruz ki 2 bin 500 kişilik bir cami midir eğitim alanı? Karşıda İlahiyat Fakültesi var. İçinde mescitler var. Pratik eğitiminizi orada verin. Buraları yıkmayın, katletmeyin, talan etmeyin. Yeter artık, yeşil bırakmadılar. Bir de bunu üniversite yapıyorsa, üniversitenin rektörü yapıyorsa çok ayıp ediyor."

(SOL)

Nebati Siyasal İktisat (I) - Serdal Bahçe / SOL

 


'Türkiye’nin emekçileri doğrudan bu ülkedeki sermayeye, dolaylı olarak da küresel sermayeye sürekli art-değer aktarmaktadır. İkili sömürü altındadırlar.'

Bakan Nebati yakınlarda bir toplantıda yerli paranın aşırı değerlenmesi durumunda sanayinin yavaşlayacağını ve hatta duracağını, ithalatın patlayacağını ve işsizliğin sökün edeceğini belirtti. Tersinden aşırı değersizleşmesinin de zararlı olduğunu ve bir optimal değerin olması gerektiğini ekledi. Böylece giderek değersizleşen ulusal paranın gidişatına müdahale edememenin kuramsal kılıfını bulmuş oldu. Ne dedi, neyi kastetti? Bakana biri söylesin, bu belirlemelerin tümü yanlıştır.

Bakan Nureddin Nebati resmi biyografisine göre akademik iktisat eğitimi almamıştır. Bu bir yandan iyi, bir yandan ise kötüdür. İyidir çünkü şu anda iktisat fakültelerinin büyük bir bölümünde iktisat, tek gerçek iktisat, diye öğretilen şey mutlak bir aklı kırılmasına yol açmaktadır. Ancak bu iktisadi aklın yerine bir başkasını, daha bilimsel ve daha toplumsal olanını geçirmezseniz akıl tutulmasından mustarip iktisadın kendisinin değil, daha vülgarize ve daha karikatürize bir halinin esiri olursunuz. Bakan için kötü olan da budur. Yukarıdaki ifadesi tam da bunu yansıtmaktadır.

Peki neden yanlıştır? Bu soru aklı başında, tutarlı bir kuramsal bakış açısıyla yanıtlanabilir. Ancak bu türden bir cevabın yeri burası değildir. Üstelik bu zahmetli olacak ve okuyucuyu sıkacaktır. Bakanın ifadesini yanlışlamayı bakanın bile kullandığı verilere bırakalım.

Aşağıdaki tabloda 2006 sonrasında sanayi üretiminin, reel efektif kurun ve yurtiçine sermaye girişlerinin yıllık değişimlerini göstermektedir.

Tablo: Sanayi üretim, reel efektif döviz kuru endeksleri, yurtiçine sermaye giriş, yıllık % değişim.Kaynak: Sanayi üretim endeksi değerleri TÜİK’den, reel efektif döviz kuru ve sermaye girişi verileri ise TCMB’den derlenmiştir.

Sanayi üretimi küresel kapitalizmin artçı şoklarının Türkiye’yi de vurduğu 2008 ve 2009, ve 2019 yıları haricinde yıllık olarak genelde artış göstermiştir. Reel efektif döviz kuru ise 2006’dan bu yana azalmış gibi görünmektedir. Kısacası Türk lirası adı geçen dönem içinde ekseriyetle değersizleşmiştir. Yabancı sermaye girişleri ise oldukça istikrarsız bir rota takip etmektedir; yabancı sermaye girişlerine iyice bağımlı hale gelen bir ekonominin halini varın siz düşünün.

Ancak bu kadar karışık bir tablo hem bize hem de okuyucuya net bir bilgi vermez. Bu nedenle istatistik ilminin yardımına başvurmak gerekir. Basitçe buradaki değişkenler arasındaki korelasyona bakabiliriz. Korelasyon iki değişkenin ne kadar ilişkili olduğunu ve bu ilişkinin yönünü gösteren basit bir göstergedir. Ancak korelasyon ile ilgili olarak sürekli hatırlatılan bir uyarıyı burada yineleyelim. Korelasyon nedensellik göstermez. Nedenselliğin yönüne, yani hangisinin belirleyen, hangisinin belirlenen olduğuna kuramsal olarak karar verilir.

İki değişken arasındaki korelasyon -1 ile +1 arasında bir değer alır. Eğer iki değişken arasındaki korelasyon -1 ise, iki değişken tamamen zıt yönlerde hareket ediyor demektir. Tersinden eğer katsayı +1 ise iki değişken birlikte hareket eder sonucunu çıkarmamız gerekir. Biz de basitçe bu değişkenlerin ikili korelasyonlarına baktık. Sanayi üretimi ile reel efektif kur arasındaki korelasyon (ki Bakan Nebati anlaşılan bunun çok yüksek olduğunu varsaymaktaydı) 0,03 çıktı. Neredeyse sıfır. Dolayısıyla reel efektif döviz kurunun, yani Türk lirasının reel değerinin sanayi üretimi ile hemen hemen hiçbir ilişkisi yok gibi. Kısacası bakanın yargısını haklı çıkaracak bir kanıta sahip değiliz.

Diğer taraftan sanayi üretimindeki değişim ile sermaye girişleri arsındaki korelasyon 0,4 civarında çıktı. Daha önceden kullanılan bazı ölçütlere göre bu orta düzeyli korelasyon anlamına gelmektedir. Başka bir ifadeyle sermaye girişleri ile sanayi üretimi arasında belirli bir noktaya kadar ilişki vardır. Bunu muhalif ve solcu başka iktisatçıların yaptıkları analizlerle birleştirince şu sonuca varıyoruz. Türkiye sanayiin ekonomik performansı belirli bir noktaya kadar yabancı sermaye girişleri tarafından belirlenmektedir. Bağımlı bir kapitalizmin göstergesidir.

Daha da ilginç olan ise reel kur ile yabancı sermaye girişi arasındaki korelasyondur; değeri 0,51’dir ve bazı sınıflandırmalara göre yüksek korelasyon anlamına gelmektedir. Yapılmış olan bazı başka çalışmaların sonuçlarıyla birleştirerek yine bir yargıda bulunalım; Türk Lirası’nın reel değerinin en temel belirleyenlerinden biri yabancı sermaye girişleridir.

Bu son iki sonuç bize şunu göstermektedir yeniden (daha önce bir yelerde ifade etmiştik); Türkiye kapitalizmi otonomisini yitirmiş gibi görünmektedir. Örneğin reel efektif döviz kurunun önemli artışlar gösterdiği tek tük birkaç yıla bakın, sermaye girişlerinin önceki yıllara göre hacimli bir artış gösterdiğini fark edersiniz. Aslında bu Türkiye kapitalizminin bağımlı bir kapitalizm olduğunun tescili anlamına gelmektedir. Bakan bunun farkında mıdır bilinmez.

Neticede reel döviz kuru ve sanayi üretim endeksi gibi temel yapısal değişkenler belirli bir noktaya kadar yabancı sermaye girişi tarafından belirlenmektedirler. Sermaye girişi arttıkça üretim artış hızı artmaktadır, azaldığında ise azalmaktadır. Bu nedenle Türkiye’de iktisat politikası artık sadece ve sadece bir yerlerden para bulma çabasına dönüşmüştür. Acıklı ve hüzünlüdür. Çöküştür neticede.

Dönelim Bakan Nebati’nin kelamlarına. Hem Erdoğan hem de bakan ihracat mucizesinden bahsetmekteler. Üstelik beyanlarında ihracat güzellemesi yaparken ithalattan dem vurmamayı tercih etmekteler. Türkiye kapitalizminde üretim ağırlıklı olarak ithal girdiye dayalıdır belirlemesini defalarca duymuşsunuzdur, rakamlar da bunu her seferinde teyit etmekteler. Örneğin 2022’nin ilk 11 ayında 331 milyar dolarlık ithalat yapılmış ve bu meblağın 304 milyar dolarlık bölümü ara malı, girdi ve yatırım mallarından oluşmaktadır. 2021’in ilk 11 ayında ise ithalat bedeli ise 246 milyar dolar imiş. Kısacası artış % 36 civarında. Aynı dönemlerde ihracat da 203 milyar dolardan 231 milyar dolara çıkmış, %14 civarında bir artış göstermiş.

Şimdi bakanın savunduğu düşük değerli TL politikasının etkisine gelelim. Belirtildiği gibi ithalat bedeli % 36’lık bir artış göstermişti. TÜİK’in verilerine göre bu iki dönem arasında ithal edilen miktardaki artış ise sadece % 6,5! Kısacası ithal etiğimiz miktardaki artışın çok üstünde bir ithalat faturası ödemiş bu fukara ülke. Neden? Yeni ekonomik modelin köşe taşı olan düşük değerli ulusal para politikası buna yol açtı. İthal edilen birim başına çok yüksek bedel ödedik düşük değerli TL yüzünden. Eğer bakanın beyanı gerçek olsaydı TL değer kaybederken ithalatı da kısabilmemiz gerekirdi değil mi? Görünen o ki olmamış. Olabilirdi; üretimi katlanılamayacak oranda düşürebilseydik eğer.

Şimdi son üç yıldır yaşanan garabetin bir başka göstergesine geçelim. Dış ticaret hadleri ihraç ettiğimiz emtianın birim fiyatıyla ithal ettiğimiz emtianın birim fiyatı arasındaki makası gösteren bir göstergedir. Eğer yükseliyorsa eskisi kadar ithal etmek için daha az ihraç etmemizin yeterli olduğunu gösterecektir. Ancak eğer düşüyor ise aynı miktarda ithalat için daha fazla ihracat yapmamız gerektiğini göstermektedir. Aşağıdaki grafik ay bazında 2019 sonrasında dış ticaret hadlerinin gelişimini gösteriyor.

                                       Şekil: Dış Ticaret Hadleri (2015=100, kaynak: TÜİK)

Şekilden de anlaşılacağı gibi 2020’nin başından bu yana düşmektedir dış ticaret hadleri. Bunun asıl müsebbibi ulusal paranın hızla değer kaybetmesidir. Aslında buradaki bir düşüş dışarıya artan miktarda değer aktarımını göstermektedir.

Daha önce de belirtmiştik; ulusal paradaki değer kaybı basit bir parasal olgu değildir, değerini kaybeden bu ülkenin emekçilerinin emeğidir. Aynı miktarda ithalat yapabilmek adına bu ülkenin emekçileri daha çok, daha da çok çalışmak durumundadırlar. Aslında işin özü de buradadır.

Sermaye ise bir taraftan yüksek ithalat faturasını göğüslemek diğer taraftan da düşmesine rağmen hala yüksek dış borç stokunu eritmek zorundadır. Bu ikili baskı aslında büyük bir çöküntü yaratabilirdi. Ama iki fırsat çöküntüyü erteledi. Birincisi enflasyonist ortamda düşürebileceği tek maliyet olan emek maliyetlerini reel olarak iyice miniskül hale getirdi. İki yazı önce emekçilerin çok büyük bir bölüşüm şokuyla karşı karşıya kaldığı vurgulamıştık. İkincisi ise AKP bilfiil kamunun zaten kıt döviz kaynaklarını özel sermayenin erişimine açtı; hem de düşük maliyetle. Bu iki fırsat sermayenin çözümsüzlüğün tüm yükünü emekçilerin sırtına yıkmasına yol açtı.

Üstelik yüksek enflasyonun daha da yükseleceği beklentisi en azından tasarruf yapanları harcamaya itti; bu ilginç bir gelişmeydi işte. Az buçuk tasarruf sahibi olan görece nitelikli ve yüksek gelirli emekçilerin tasarrufları da şimdilerde bu dolaylı yoldan yağmalanmaktadır. Böylece emekçi kesimler hızla aşağıda eşitlenmekteler. Bir yandan borçlanma bir yandan tasarrufların hızla harcamaya dönüştürülmesi sermaye için gerçekleşme sorununu bir yere kadar çözüyor gibi görünmektedir. Ancak bu geçici çözümün sürekli olmasına imkân yoktur. Kendisi bir krize dönmüş Türkiye kapitalizmi krizi erteliyor. Peki ama nereye kadar?

Türkiye’nin emekçileri doğrudan bu ülkedeki sermayeye, dolaylı olarak da küresel sermayeye sürekli art-değer aktarmaktadır. İkili sömürü altındadırlar. Nebati siyasal iktisat bu ikili sömürünün dışavurumudur. Bu dışavurum hem ülke olarak Türkiye’yi hem de onun emekçilerini yıkıma doğru savurmaktadır.

Haftaya biraz daha devam edeceğiz.

Serdal Bahçe / SOL