4 Nisan 2023 Salı

Chatham House: Deprem seçimlerden daha büyük bir alt üst oluşa sebep olabilir + Politico: Türkiye NATO'nun ihtiyaç duyduğu bir baş ağrısı (SOL)

 


Chatham House: Deprem seçimlerden daha büyük bir alt üst oluşa sebep olabilir

Chatham House'un analizinde, Erdoğan'ın deprem anlatısını kontrol etmeye çalıştığı, ancak Türkiye'nin tarihine bakıldığında depremin yarattığı travmanın 'dönüşümün habercisi' olduğu belirtiliyor.




Emperyalist sistemin ‘ortak akıl’ oluşturma süreçlerindeki ‘prestij’iyle bilinen Londra merkezli 'düşünce kuruluşu' Chatham House'un yayımladığı Maraş merkezli depremler ve 14 Mayıs seçimleri üzerine Türkiye analizinde, depremlerin yarattığı travmanın Türkiye üzerinde seçimlerden daha büyük bir etki yaratabileceği ve "dönüşümün habercisi" olabileceği yorumunda bulunuldu.

Londra Ekonomi ve Siyasal Bilimler Fakültesi'nde Çağdaş Türkiye Araştırmaları Kürsüsü başkanı Yaprak Gürsoy'un kaleme aldığı analizde, Türkiye'de depremden etkilenen bölgenin nüfusunun, ülke nüfusunun yaklaşık yüzde 18'ine tekabül ettiği hatırlatırken 2,7 milyon yurttaşında evsiz kaldığı ifade edildi.
Milyonlarca insanın büyük bir trajediye tanık olduğu belirtilen makalede, "Doğal afet toplu bir travmayı temsil ediyor ve Türkiye 14 Mayıs'ta yapılacak genel seçimlere hazırlanırken seçmenler üzerinde açıkça bir etkisi olacak" değerlendirmesinde bulunuldu.

Kurumlar halkı yüzüstü bıraktı 
Büyük ölçekli travmaların siyasi ve toplumsal düzeni yeniden gözden geçirmeye zorladığını belirten Gürsoy analizinde, Türkiye'deki depremin ardından insanları koruması gereken kurumların halkı yüzüstü bıraktığı ifade edildi.
Depremin kolektif bir travma yarattığı vurgulanan Chatham House analizinde Gürsoy, ABD'nin 11 Eylül saldırılarını öne sürerek başlattığı Irak İşgali'yle bağlantı kuruyor. 11 Eylül saldırılarının ve devamında gelen Irak İşgali'nin dönemin ABD Başkanı George W. Bush'un yeniden seçilmesine ve 2007'ye kadar ABD'nin Cumhuriyetçiler tarafından yönetilmesine olanak tanıdığı hatırlatılırken; tersi şekilde 1999 depreminin Türkiye toplumunda ihanet duygusu uyandırdığı ve bu şekilde de "dönemin iktidar koalisyonunun seçmenler tarafından cezalandırıldığı" yorumunda bulunuldu. Gürsoy bu şekilde Türkiye'de AKP ve Erdoğan iktidarının kapılarının açıldığını ifade ediyor.

Türkiye kime oy verecek?
"14 Mayıs seçimleri planlandığı gibi giderse Türkiye kime oy verecek?" sorusuna makalede şu şekilde yanıt aranıyor:  "Şimdiye kadar, Erdoğan hükümeti anlatıyı kontrol etmeye çalışıyor. Cumhurbaşkanı, depremin kader olduğunu ve AKP'nin önceki ekonomik büyümeyi teşvik etme modelinden ilham alan bir politika olan bir yeniden yapılanma hamlesiyle şehirlerin bir yıl içinde yeniden inşa edileceğini söylüyor. Erdoğan, devletin yıkıma tepkisinin resmi açıklamasına karşı çıkan herkesin 'ahlaksız, namussuz ve aşağılık' olduğunu da sözlerine ekledi. Bu karşılık, muhalefet seçmenleri arasında öfkeyi harekete geçirebilirken, Erdoğan'ın güçlü liderlik duruşunun hayatlarını deprem öncesi normale döndürebileceğine inananların desteğini toplayabilir. Hükümetin teşviki olmasa bile, bazı seçmenler durumu daha da kötüleştirmek için Suriyeli mülteciler veya yabancı güçler gibi tanıdık düşmanlara sırtını dönüyor. Kaos içinde kendilerine çıkar sağlamakla, hatta depremlere neden olmakla suçlanıyorlar."

'Kim kazanırsa kazansın muazzam zorluklarla karşı karşıya kalacak'
Anket sonuçlarına göre Erdoğan ile Kemal Kılıçdaroğlu arasında seçimlerin yakın gittiği belirtilen makalede, "Kim kazanırsa kazansın, yeni hükümet muazzam zorluklarla karşı karşıya kalacak. Dünya Bankası, deprem hasarının yaklaşık 35 milyar dolar olduğunu tahmin ediyor – Türkiye'nin GSYİH'sının yüzde 4'ü. Şehirleri yeniden inşa etmek için en az iki kat daha fazla para gerekeceği belirtiliyor. Ülke içinde yerinden edilme, başka yerlerdeki barınma krizleri, eğitimin kesintiye uğraması ve yerel işletmelerin kapanması ekonomiyi etkileyecektir. Ekonomideki bu durum da Ekim 2022'de yüzde 85,5 ile zirve yapan yüksek enflasyon seviyeleriyle birleşecek" yorumunda bulunuluyor.

Erdoğan kazanırsa...
Chatham House'ta yayımlanan analizde, "Erdoğan cumhurbaşkanlığı seçimlerini parlamentoda çoğunluk ile kazanırsa, hükümet toparlanmanın mali yüküyle karşı karşıya kalacak, ancak tavizlerle de olsa ana iç ve dış politika hedeflerini sürdürmesi muhtemel" ifadeleri kullanıldı.

'Batı ile ilişkilerin restorasyonu Rusya, Orta Doğu ve Doğu Akdeniz politikalarındaki değişime bağlı'
Depremin ardından Yunanistan, Mısır, Avrupa ve ABD'yle ilişkilerin tekrar düzelmesi gibi gelişmelerin, "Türkiye'nin İsveç'in NATO'ya katılımını onaylamak için harekete geçmesi gibi daha fazla değişikliğe yol açıp açmayacağını söylemek için çok erken" olduğu ifade edilen analizde, "Batı ile ilişkilerin uzun vadeli restorasyonu, ancak Türkiye'nin Rusya ile ilişkilerinin, Orta Doğu ve Doğu Akdeniz'deki politikalarının değişmesiyle mümkün olabilir" denildi.

Millet İttifakı dış politikada sessiz: 'İç siyasete odaklanılacağının sinyali'
Millet İttifakı'nın seçimleri kazanması halinde parlamenter sisteme geri dönüş yapılacağını açıklamasına rağmen, dış politika konusunda "oldukça sessiz olduğu" yorumunda bulunulan analizde, bu durumun göstergesinin Millet İttifakı'nın ilk olarak iç siyasete odaklanacağının sinyali olduğu çıkarımında bulunuldu.
Ancak buna rağmen altı muhalefet partisinin "AB üyelik hedeflerini yenileme ve Rusya'yı yabancılaştırmadan batı yönelimini taahhüt etme konusunda anlaşmış göründüğü" belirtildi.

'Orta Doğu'da daha az iddialı bir dış politikaya yol açabilir'
"Hükümet değişikliği ve yabancı başkentlerde Türkiye'ye karşı gelişen tavırlar, bu politika hedeflerinin yerine oturmasını olası kılıyor" denilen yazıda, "İç işlerin yeniden yapılandırılması, örneğin Orta Doğu'da daha az iddialı bir dış politikaya yol açabilir" değerlendirmesi paylaşıldı. Analizde, "Türkiye'nin depremin hatırasını molozlarla mı gömeceğini yoksa şehirleriyle birlikte siyasetini yeniden inşa etmek için mi kullanacağını bilmek yıllar alacak" denildi.                                                                              

                                                                             /././

Politico: Türkiye NATO'nun ihtiyaç duyduğu bir baş ağrısı 

Türkiye'nin 'NATO için bir ihtiyaç' olduğunu belirten Politico, aynı zamanda 'baş ağrısı' benzetmesinde bulundu.

ABD merkezli Politico, Finlandiya'nın NATO'ya katılma sürecinin ardından Türkiye ve NATO ilişkisi hakkında dikkat çeken bir yazı yayımladı. 

Politico, "Anlaşmazlıklara rağmen, Ankara ve Batı karşılıklı çıkar evliliğine kilitlenmiş durumdalar" ifadesinde bulunduğu yazıda, "Türkiye sonunda Finlandiya'nın NATO'ya girmesine izin vermiş olabilir ama İsveç konusunda geri adım atmıyor. NATO da bununla yaşamak zorunda" dedi.

'Türkiye bazen haydutluk yapsa bile...'

"1952'den beri NATO üyesi olan Türkiye'nin, ittifaka nasıl girdiğini açıkça merak ediliyor" diye soran Politico, bunun yanıtının "Türkiye'nin, NATO'nun en büyük ikinci ordusunu masaya getirmesi olduğunu" belirtti. 

Politico, NATO görevlerinde aktif katkıda bulunan Türkiye'nin, jeopolotik konumuna dikkat çekti.

Politico'ya konuşan NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg, "Türkiye birçok nedenden ötürü önemli bir NATO müttefiki. Coğrafi konumu, IŞİD ile mücadelesi, Ukrayna'ya desteği, dünyanın tahıl akışını sağlaması. İstanbul Boğazı'nı donanma gemilerine kapattılar, bu da Rusya'nın Karadeniz'deki ve Kırım çevresindeki varlığını güçlendirme kapasitesini azalttı" dedi.

Stoltenberg'in Türkiye hakkında açıklamalarının ardından Politico, "NATO'nun Türkiye'ye ihtiyacı var. Türkiye'yi ittifak içinde tutmak için taviz vermeye ve anlaşmazlıkları önemsiz göstermeye istekli olması, ittifakın istikrarsızlaşan bir dünyada uyuma verdiği değeri gösteriyor. Türkiye de kendi adına, düzenli olarak haydutluk yapsa bile, ittifak içinde kalmak istiyor. İran ve hatta Rusya gibi ülkelerden gelen tehditler karşısında NATO'nun koruyucu güvencelerine ihtiyaç duyuyor" yorumunda bulundu.

'Türkiye'nin dış politikası NATO'dan ayrışıyor'

"Türkiye'nin dış politikası onu çoğu NATO müttefikinden ayırıyor" denilen yazıda, "Rusya'nın işgalini kınadı ve Ukrayna'ya yardım sağladı, ancak Moskova'nın savaşını körükleyen endüstrilere yaptırım uygulamayı da reddediyor" sözleri yer aldı.

Adının açıklanmasını istemeyen Avrupalı bir diplomat, Türkiye'nin dış politikasının, Erdoğan'ın "kendi çıkarlarını en yüksek faydaya getirebilmek için her şeyi yararcı bir şekilde dengeleme yaklaşımını benimsediğini" söyledi.

'Rusya ile işlevsel bir iletişim kanalımız var'

Türk yetkililer ise, Türkiye'nin NATO'daki konumunu "kolaylaştırıcı" olarak tanımladı. 

Adının açıklanmasını istemeyen bir Türk yetkili ise verdiği demeçte, "Bazı konularda ciddi görüş ayrılıklarımız olmasına rağmen Rusya ile işlevsel bir iletişim kanalımız var" dedi. 

Yetkili, Türkiye'nin, Rusya ve Ukrayna arasında, karaya hapsedilmiş tahıl yığınlarının Karadeniz üzerinden dışarı çıkarılmasına yönelik hassas anlaşmaya aracılık ettiğini belirtti. Anlaşmanın "yeni bir gıda krizini önlediğini" hatırlatan yetkili, Türkiye'nin aynı zamanda Rusya ve Ukrayna arasındaki esir değişiminde de aktif bir rol oynadığını sözlerine ekledi. 

'Türkiye NATO içindeki hain rolünü üstlenmeyi başardı ve hatta nüfuz kazandı'

Politico'ya konuşan başka bir Türk yetkili ise "Hiç kimse ittifak içinde herhangi bir şekilde aykırı olduğumuzu iddia edemez. Hayati ve varoluşsal güvenlik kaygılarımıza duyarsız kalan bazı müttefikler var" yorumunda bulundu.

Politico, Türkiye'nin NATO'da nüfuz sahibi olduğunu belirterek, "İster bozguncu ister kolaylaştırıcı olarak görülsün, Türkiye uzlaşıya dayalı bir örgüt olan NATO içindeki hain rolünü başarıyla yerine getirebilmiş, hatta imtiyazlar ve nüfuz kazanabilmiştir" değerlendirmesini paylaştı.

'Arabuluculuk konusunda paramı Türkiye'ye yatırırım'

Eski bir üst düzey NATO yetkilisi olan Jamie Shea, NATO içerisindeki diğer müttefiklerin çoğunun "dışlanmak istemeyeceklerini, kötü adam olmak istemeyeceklerini" ancak Türkiye'nin bu durumu "umursamadığını" ve bunun Türkiye'ye "muazzam bir koz ve muazzam bir güç verdiğini" söyledi.

Ukrayna'daki barış görüşmelerinin "şu anda gündemde olmadığını" belirten Shea, "Ama biliyorsunuz, gündeme yeniden geldiğinde arabuluculuğu kim yapacak? Çin mi yoksa Türkiye mi? Ben paramı Türkiye'ye yatırıyorum" dedi.

(SOL)

                                                 


İstanbul'da yaşamanın maliyeti 31 bin 240 liralık yoksulluk sınırından fazla! - BİRGÜN/Araştırma

 

Mart ayında İstanbul’da dört kişilik bir ailenin ortalama yaşam maliyeti 31 bin 788 lira olarak ölçüldü. İstanbul’da ortalama yaşam maliyeti, geçtiğimiz aya göre 1225 lira arttı. Türk-iş, mart ayında dört kişilik bir ailenin yoksulluk sınırının 31 bin 240 lira olduğunu açıklamıştı.


İstanbul’da yaşamanın maliyeti geçen senenin aynı ayına göre yüzde 86,14 arttı. Mart ayında İstanbul'da yaşayan dört kişilik bir ailenin 'yaşam maliyeti' 31 bin 788 lira oldu. Türk-İş, mart ayında dört kişilik bir ailenin açlık sınırının 9 bin 590 liraya, yoksulluk sınırının ise 31 bin 240 liraya yükseldiğini bildirmişti. Verilere göre, dört kişilik bir aile için İstanbul'da yaşamanın maliyeti, yoksulluk sınırının üzerinde yer aldı.

İstanbul Planlama Ajansı (İPA), "İstanbul’da Yaşam Maliyeti" araştırmasının sonuçlarını kamuoyu ile paylaştı. Araştırmaya göre, İstanbul’da yaşamanın maliyeti geçen senenin aynı ayına göre yüzde 86,14 arttı. İstanbul’da yaşamanın ortalama maliyeti geçtiğimiz aya göre 1225 lira daha artarak 31 bin 788 lira olarak hesaplandı.

ET FİYATLARI YÜZDE 20 ARTTI

Fiyatları incelenen ürünler arasında en fazla artışın yüzde 20 ile et ve kuşbaşı fiyatlarında yaşandığı görüldü. Mart ayı değişim oranlarına göre İstanbul’da yaşam maliyetinin yıllık (son 12 ay) artış oranı yüzde 86,14 olarak gerçekleşti.

(BİRGÜN)

Erdoğan'ın TOGG'unda dikkat çeken detay: Plaka daha önce Opel Astra'ya tescil edilmiş - Cumhuriyet

 


AKP'li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve eşi Emine Erdoğan, 'Türkiye'nin otomobili TOGG'un ilk teslimatını bugün Beştepe'de gerçekleştirdi. Plakadan Hasar Kaydı Sorgulama Sistemine göre, Erdoğan'ın teslim aldığı aracın plakasının daha önce Opel markasının Astra modeli üzerine kayıt ettirildiği ortaya çıktı.

AKP'li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Cumhurbaşkanlığı Sarayı'nda ilk TOGG T10X Teslimatı Programı’nda konuştu. Törende, Cumhurbaşkanı Erdoğan ve eşi Emine Erdoğan'a verdikleri ilk sipariş olan Anadolu kırmızısı ve Gemlik mavisi TOGG T10X teslim edildi.

Plakası '34 EE 2071' olan otomobilin ruhsatı Emine Erdoğan adına tescillendi. 

DİKKAT ÇEKEN DETAY...

Ancak plaka ile ilgili ortaya çıkan bir detay, şaşırtıcı bir gerçeği gözler önüne serdi. Plakadan Hasar Kaydı Sorgulama Sistemine göre, Erdoğan'ın teslim aldığı aracın plakası daha önce Opel markasının Astra modeli üzerine kayıt ettirildiği ve daha önce kayıtlara geçen 4 kazaya karıştığı ortaya çıktı.

Gazetemiz yazarı Murat Ağırel de konuyla ilgili yaptığı paylaşımda şunları kaydetti:

"Cumhurbaşkanına teslim edilen araç hayırlı olsun .Fotoğrafta Plakası 34 EE 2071 gözüküyor. Plaka daha önce Opel Astra model bir araca aitmiş.Hasar sorgulama yapıldığında eski tarihli çok kazası çıkıyor. Herhalde araç kullanılamaz oldu plaka öyle el değiştirdi diye düşünüyorum."

Şahinkaya'dan 1923 Türkiye İktisat Kongresi - Oğuz Oyan / SOL

 'Serdar Şahinkaya dostumuz artık bu yakın iktisat tarihi alanının önemli araştırmacıları arasında yerini büyük bir gururla ve hak ederek almıştır.'

Serdar Şahinkaya, soL Haber yazarı. Benim yaklaşık 35 yıldır dostum, meslektaşım. İzmir’den tanışmasak da (yaş farkımız nedeniyle aramızda bir çocukluk veya gençlik tanışması zaten olanaksız olurdu), neredeyse semt arkadaşım; o Eşrefpaşalı ben Basmaneli. Ankara’da ise, Mülkiyeliler Birliği, Türk Sosyal Bilimler Derneği ve Bağımsız Sosyal Bilimciler çalışmalarında ve başka etkinliklerde yolumuz hep kesişti ve kesişmekte.

Sevgili Şahinkaya’nın uzunca süredir Türkiye Cumhuriyeti iktisat tarihi üzerine yoğunlaştığını bilmeyen soL Haber okuyucularının sayısı sanırım oldukça azdır. Bununla birlikte altını tekrar çizmekte bir sakınca yok: Serdar Şahinkaya dostumuz artık bu yakın iktisat tarihi alanının önemli araştırmacıları arasında yerini büyük bir gururla ve hakederek almıştır. Bunu, dokuz ay içinde çıkardığı son iki kitabıyla bir kez daha kanıtlamış durumda. Mayıs 2022’de çıkardığı “Devrime Doğru İlk Adım. Mustafa Kemal Paşa’nın Halkçılık Programı (13 Eylül 1920)” ile Şubat 2023’te yayınlanan “Cumhuriyet’ten Önce Son Kurucu Kongre TÜRKİYE İKTİSAT KONGRESİ (İzmir, 17 Şubat - 4 Mart 1923)” kitaplarıyla (her ikisi de Telgrafhane Yayınları’ndan) bu alana yeni katkılar getirmeye ne denli kararlı olduğunu bizlere bir kez daha göstermiş oldu. Şimdiye kadar erken dönem Cumhuriyet tarihi üzerine yazdığı kitap ve makalelerin en önemlisini ve birikimlerinin en süzülmüş halini kuşkusuz “Türkiye İktisat Kongresi” (bu yazıda bundan böyle kısaca “Kongre”) üzerine yazdığı son kitabı oluşturuyor.

“Kongre” kitabı bizce üç ana kısma ayrılıyor: Bizim tanımımızla birinci kısımda (ilk üç bölümde), Kongre öncesindeki Osmanlı-Türkiye ve İzmir iktisadi tarihine ilişkin genel çerçeve çizildikten sonra İzmir Yangını ile Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın “İzmir Yollarında” Batı Anadolu seyahati, tarihi gerçeklere ve olgulara yeni ışıklar tutabilme çabasıyla sürüyor. Özellikle de, “Kongre”den sadece beş ay önce veya İzmir’de 9 Eylül 1922’de sonlanan Kurtuluş Savaşı’ndan sadece 4 gün sonra çıkarılan büyük İzmir Yangını üzerine üretilen tarihi çarpıtmaları çürütme konusundaki çabaları takdire değer. Bu konuda aslında en verimli döneminde yitirdiğimiz değerli tarihçi dostum Oktay Gökdemir’in çalışmaları yeterince aydınlatıcıydı. Şahinkaya da Gökdemir’e gönderme yaparken aynı konuda yeni bir kitabı çıkan yakın dönem tarihçisi Yaşar Aksoy’dan da yararlanıyor. Şahinkaya’nın Gazi’nin “Batı Anadolu Seyahati”ne ayrılmış III. Bölümü de, Mustafa Kemal’in Kongre’nin açılışında yaptığı konuşmanın bazı ipuçlarını vermesi bakımından ilgiye değer. 14 Ocak’ta başlayan ve Şubat ortasına kadar süren bu seyahatin Lozan Konferansı’nın ilk turunun son döneminden başlaması herhalde rastlantı değildi. Gazi’nin bu seyahat vesilesiyle aynı zamanda Lozan’daki gelişmeleri ve Türkiye’nin konumunu halka ve basına açıklamanın da bir fırsatını bulduğunu görüyoruz. 4 Şubat’ta Konferans’ın kesintiye uğramasından sonra 5 Şubat’ta Akhisar’da askeri tatbikata katılarak verdiği mesaj ise tamamen Konferans muhataplarına yöneliktir. (Şahinkaya, s.103)

Kitabın IV.-VI. Bölümlerinde (bize göre ikinci kısımda) ise, “Kongre”nin “Türkiye veya İzmir” olarak adlandırılmasından hangisinin doğru kabul edilmesine dair, önemsiz olmamakla birlikte kitabın genel katkısına kıyasla görece daha tali bir yerden başlayıp Kongre’nin toplanma tarihinin niçin Şubat 2023 olarak seçildiğine dair tartışmaları açıklığa kavuşturduktan sonra Kongre hazırlıklarına ve bu kapsamda düzenlenen “Milli Numune Sergisi”ne yer veren bölümlerle kitabın ilk yarısı tamamlanmış oluyor. Kongre öncesi yılların siyasi iklimine nüfuz etmek bakımından Şahinkaya’nın “Devrime Doğru İlk Adım” kitabını tam da burada değerlendirilmesini önermek isteriz. Kongre’nin özgün adı kuşkusuz “Türkiye İktisat Kongresi”dir. İzmir’de toplandığı için sonradan yanlış olarak “İzmir İktisat Kongresi” olarak ananlar olmuştur. Daha önce bu yanlışı düzeltenler olmuştu; Şahinkaya da bunu düzeltmek için gereğini yapıyor. Esasen, 1923 Şubat’ında bir büyük Türkiye İktisat Kongresi toplamak için İzmir’den uygun mekân bulunamazdı. İstanbul zaten işgal altındaydı; Ankara ise henüz bir Anadolu kasabası kimliğindeydi. Kurtuluş savaşının nihai zaferinin ilan edildiği İzmir’den daha uygunu olamazdı.

Kongre’nin Lozan Konferansı’nın kesintiye uğradığı döneme (4 Şubat-23 Nisan) denk gelmesinin önceden tasarlanmış olamayacağını, çünkü Kongre hazırlıklarının çok önceden (Kasım 1922’den itibaren) başladığını Şahinkaya çok iyi betimliyor ve Kongre konusundaki ezberlerden birini daha çürütüyor (s.123-125). Bununla birlikte Kongre’nin farklı kesimler arasında milli duruş bakımından bir “amaç birliği olduğunu dünyaya göstermek” hedefinin olduğu da apaçıktı (s.160).

Kongre’nin açılış konuşmaları ve kararları

Kitabın ikinci yarısını oluşturan VII.-IX. Bölümlerde (bize göre üçüncü kısımda), Kongre’nin açılışına ve esasına girilmektedir. Açılışı belirleyen üç konuşmadır (s. 236-273). BBM Başkanı Mustafa Kemal Paşa ile İktisat Vekili Mahmut Esat (Bozkurt), birbirini izleyen iki parlak açılış konuşması yaparlar. Onları Kongre Divan Başkanı Kâzım Karabekir Paşa’nın çok sıradan (ve Bilsay hocanın sözleriyle “farklı bir dünyaya ait) konuşması izler. Mustafa Kemal Paşa, konuşmasında sağlam bir tarihi bakıştan hareket eder, Osmanlı’yı eleştirirken “kılıç-saban” ikilemini öne çıkarır ve bunu yaparken fetihçi dönemin en güçlü üç padişahını (Fatih, Yavuz, Kanuni) örnekleyerek hesaplaşmasını yapar: “Osmanlı tarihinde bütün çaba milletin gerçek ihtiyaçlarını karşılamaya değil, kudretli ve azametli padişahların ihtiraslarını tatmine yönelmiştir. (…) Kılıçla fütuhat yapanlar, sonuçta sabanla fütuhat yapanlara mevkilerini terk etmeye mahkûmdur. Kılıç kullanan kol yorulur, fakat saban kullanan kol kuvvetlenir ve her gün daha çok şeye sahip olur” (s.228-229).

Kongre’nin kabul ettiği esaslara gelince, bilindiği gibi bunlar Kongre’ye katılan dört ayrı grubun (tüccar, çiftçi, sanayici ve işçi grupları) Kongre boyunca aldıkları kararlardan oluşmaktadır. Kongre’ye hâkim olan gruplar, o zamanki toplumsal dokuyu ve sınıf hakimiyetini de yansıtır biçimde, tüccar ve çiftçi gruplarıdır ve alınan toplam 302 kararın 220’si bunlara aittir. Alınan kararların çoğu oybirliğiyle olmakla birlikte bir kısmında keskin sınıfsal zıtlıklar nedeniyle ancak çoğunlukla alınabilmiştir. Örneğin aşarın kaldırılmasına ilişkin çiftçi grubunun önerisi çiftçi ve işçi gruplarınca müttefikan kabul edilirken, tüccar ve sanayici grupları (sınıfsal çıkarlarının gayet bilincinde olarak) aşarın kaldırılmasına taraftar olduklarını ama kaldırılan verginin yol açacağı bütçe açığını (ve buradan üzerlerine gelebilecek bir vergi baskısını) telafi edebilmek için onun yerine daha âdil ve ılımlı bir başka vergilemenin ikamesini teklif ediyorlar, yani çiftçi grubunun önerisi ancak oyçokluğuyla geçmiş oluyordu. (s.308 veya G. Ökçün, Türkiye İktisat Kongresi 1923-Izmir, Haberler-Belgeler-Yorumlar, Ankara Ü. SBF Yayınları, 1971, s 394-395).

Kongre’nin sonunda 12 maddeden oluşan ve “Misak-ı Milli Esasları” olarak adlandırılan “sonuç bildirgesi”nin, Şahinkaya’nın haklı olarak saptadığı gibi, “Kâzım Karabekir Paşa’nın elinden çıktığı (…) gün gibi ortaya çıkmaktadır”. Kongre’nin ruhunu yansıtmaktan çok uzak olan ve Kongre düzenleyicisi İktisat Vekili’nden dahi “kaçırılmış” bu sığ metnin basında da epey eleştirildiğini öğreniyoruz (s.332-341). Şahinkaya dostumuz, “Mustafa Kemal, Mahmut Esat ve kadrolarının bir daha bu birinci Türkiye İktisat Kongresi’ne hiç atıf yapmamaları, neredeyse hatırlamak istemeyişlerinin ana nedeni Karabekir’in bu tutumu ve belgenin içeriği olamaz mı?” sorusunu ve kuşkusunu dile getirirken bizce hiç de haksız sayılmaz (s.333).

Bizim konuya ilişkin ilk değerlendirmemiz 1978 tarihinde savunduğumuz doktora tezimizin II. Cildinde yer almıştı. O tarihte ve sonraki değinmelerimizde Gündüz Ökçün’ün ile Korkut Boratav hocaların çalışmaları temel dayanaklarımızı oluşturmuştu. Esasen Gündüz Ökçün hoca bu tarihi tüm ayrıntılarıyla ortaya çıkaran bir öncüydü.

İşte şimdi Dr. Serdar Şahinkaya, yetkin hocaların elinde yoğrulmuş olan bu konuya özgün bakış açıları getirebilecek bir çalışmayla ortaya çıkmaktadır. Gerçi yukarıda belirttiğimiz gibi Şahinkaya’nın konuya ilgisi yeni değildir; ama birikimlerini toparlamakla kalmayıp yaklaşımını daha da ayrıntılandırdığı ve keskinleştirdiği bu çalışmasında bizlere yeni ufuklar açmaktadır. Ben şahsen çok şey öğrendim. Meslektaşım Şahinkaya’nın emeğine sağlık.

Dönemin en yetkin araştırmacıları arasında bulunan Prof. Dr. Bilsay Kuruç üstadın yazdığı “Önsöz”den bazı alıntılar yapmanın tam sırasıdır: “İzmir Kongresi (“İzmir” diyelim) Cumhuriyet devriminin kurgusu içinde yer almış olduğu için önemlidir. Bir iktisat kongresi olduğu için değil. Daha açık söylersek, 9 Eylül 1922’den 29 Ekim 1923’e kadar sürecek olan, ayrı bir tarihi değere sahip “Mustafa Kemal Yılı”, yani “Devrim Yılı” içinde yer aldığı için! Bu “İzmir”e bir “iktisat toplantısı”nın hayli ötesinde değer kazandırıyor. (…) İşin esası devrim sürecidir. Burada öncelik siyasal boyuttadır. “İzmir” bu boyutun içinde taşıdığı önem derecesinde önemlidir. 1923 yılı için önemlidir. Bir başka yılı için (daha sonra) önemli olmamıştır. 100. yılda bunu bilmemiz gerekiyor” (s.12-13).

Bu uzun değerlendirme yazısını sonuçlandırırken, yakında yayınlanacak bir çalışmamızdan bir alıntıyla bitirelim: "Kemalist devlete hâkim sınıflar karşısında gerçekte sahip olduğundan daha fazla otonomi atfetme eğiliminde olan yanıltıcı bir yaklaşım vardır. Askeri bürokrasi, Kurtuluş Savaşı’ndaki ve yeni devletin oluşumundaki öncü rolü nedeniyle gerçekten de yeni devlette hâkim bir konum elde etmişti. Osmanlı devletinin siyasi-idari geleneklerinden köklü bir kopuşu sağlama ve kapitalist anlamda modern bir yeni toplum inşa etme uğrunda esaslı hukuki reformların yaşama geçirilebilmesi, siyasi kertenin göreli bir bağımsızlığı olmadan esasen gerçekleştirilemezdi. Fakat siyasi figürler toplumun hâkim sınıflarının ancak istisnai olarak tam bir yansımasını oluştururlar; devletin sermaye birikim süreçlerine müdahale biçimleri ve derinliği, tarihsel koşullara ve ülkelere göre değişebilir kuşkusuz; ama devlet, intişar ettiği hâkim sınıfa/sınıflara karşı gerçekten tam bağımsız bir konum kazanmaz."

'İkinci Yüzyılın İktisat Kongresi'

Mart 2023’te İzmir’de toplanan “İkinci Yüzyılın İktisat Kongresi”, 100 yıl sonra gene İzmir’den çakılan yeni bir dönemin başlangıç kıvılcımı, bir devamlılık içinde yenilenme işareti olabilir mi? Bilsay hoca olamayacağını ihsas etmiş. Bize göre de olamaz.

Liberal katılımcılara da bolca yer verdiği için eleştirilen bu Kongre’nin sonuçları üzerine belki bir başka yazıda eğiliriz. Fakat sonuç bildirgesinin CHP’nin 2022 Aralık başındaki “İkinci Yüzyıla Çağrı Buluşması”ndan daha ileri bazı unsurlar taşıdığı da şimdiden söylenebilir.

Oğuz Oyan / SOL


3 Nisan 2023 Pazartesi

Protestolar uzun vadede büyük değişime gidebilir - Çevrim ÇEVİREN / BİRGÜN

 

İsrail’deki kitlesel protestolara destek veren akademisyen Louis Fishman, “Eylemler bizi yeni bir İsrail ve uzun vadede toplumda Filistinlilerle çatışma algısının değişmesi gerektiği anlayışına doğru da götürebilir” diyor.
                                         
Polis, eylemcilere sert müdahalede bulundu.

Yeni yargı reformu, İsrail’in bugüne kadar gördüğü en sağcı koalisyon olan Başbakan Binyamin Netanyahu’nun kurduğu hükümetin peşini bırakmıyor. Ülkenin en sağcı yönetimi, tarihinin en kalabalık gösterilerinin fitilini ateşledi, sokaklar durulmuyor. Görünen o ki, yüzbinlerce insanın günlerdir değil, aylardır sürdürdüğü protestolar basit bir “yasayı geri” çektirme mücadelesi değil, İsrailliler için bundan daha ötesi. Peki, protestocular ne istiyor? Neler olabilir? Filistinliler eylemlerin neresinde duruyor? Akademisyen ve yazar Louis Fishman’e sorduk.

İsrailliler, ertelenmesine rağmen tartışmalı yargı düzenlemesine karşı 13'üncü haftada da sokağa çıktı. (Fotoğraf: AA)

Avrupa’daki eylemlerin aksine, politik motivasyonu olan İsrail’deki gösteriler hakkında ne düşünüyorsunuz?

İsrail beş yıldır bir seçim krizinin içinde. Son dört yılda beş seçim oldu. Gerçekten komediye dönüştü. Son hükümet de düştükten sonra Netanyahu yeniden seçildi. Netanyahu iktidara geldiğinde, kendisiyle birlikte, bakan olarak atadığı Aryeh Deri’nin de devam eden bir yolsuzluk davası olduğunu biliyorduk. Yüksek Mahkeme bu nedenle Deri’nin bakanlığını kabul etmedi. Bunun yanı sıra, aşırı sağcılarla birlikte koalisyona yeni partiler de eklendi ve böylece İsrail tarihinin en ultra-ulusalcı hükümeti kurulmuş oldu. Şunu anlamak önemli; aşırı sağcı partiler, hükümetin ultra-ortodoks Yahudi unsuru değil. Fakat, hükümetin birçok unsurunun Yüksek Mahkeme ile sorunları var ve bazı büyük reformları işleme koymadan Mahkeme’yi istedikleri gibi yönetmeleri mümkün değil. İşleri daha da komplike hale getiren, Netanyahu’nun davası devam ederken, yargının işlerine karışmasına izin verilmemesi oldu. O da bunun üzerine güçlü bir adalet bakanı atadı: Yariv Levin. Levin’in darbe niteliğindeki yargı paketi ülkeyi sarstı. Bu paket, Yüksek Mahkeme hâkimlerinin nasıl seçileceğinden, Knesset’te hükümete Mahkeme’nin kararlarını azınlık oylarıyla reddetmeye kadar birçok olanak tanıyor. Kısacası, bu bir yargı darbesi ve eğer reform kabul edilseydi hükümet mutlak bir takım güçlerin sahibi olacaktı. Fakat açık olalım, hükümet eğer sadece reform isteseydi, böyle büyük bir muhalefetin içine düşmeyecekti, çünkü halk zaten reformları destekliyor. Bu yargı paketinin tehlikesini gören yüzbinlerce insan, 13’üncü hafta da sokaktaydı. Ülkeyi felç olma noktasına getirdikleri günler oldu. Fakat kırılma noktası, Savunma Bakanı Galant’ın Başbakan’a yargı paketini askıya alma çağrısı yapmasıyla yaşandı. Netanyahu, 24 saat geçmeden bakanı kovdu ve tüm ülkenin sokaklara akmasıyla başlayan protestoların da öncüsü oldu. Gösteriler o kadar büyüdü ki, Netanyahu, legal reformları bir ay ertelemek zorunda kaldı. Şimdi, muhalefet partileri, hükümetle görüşmeler düzenleyerek, Cumhurbaşkanı Herzog’un yardımıyla bir orta yol bulmaya çalışıyor. Şimdilik her şey beklemede.

Sağ da sol da sokakta. Eylemcilerin profilini anlatabilir misiniz?

Protestocular, politikacılardan bağımsızlar. Bu çok önemli. Bence göstericilerin gücü de bu. Politikacıların onlara gelip, ne yapmaları gerektiğini söylemelerini beklemiyorlar. Onun yerine onlar politikacılara ne yapmaları gerektiğini söylüyor. Gündemi protestocular belirliyor. Göstericilerin büyük çoğunluğu merkezden anlayıştan, ama tabii ki, solcular da var bunun içinde. Fakat birçoğu ana akım. Bazıları bu gösterileri sosyal elitlerin eylemi olarak tanımlıyor. İçlerinde reform kabul edilirse, işlerini yurtdışına taşıyacaklarını söyleyen teknoloji çalışanları da var, haftalık eğitimlerini bırakarak protestolara giden Hava Kuvvetleri’nin savaşçı pilotları da, akademisyenler de, öğrenciler de. Diğer bir ifadeyle, bu İsrail toplumu içindeki eşitsizliğin, protesto edildiği sosyal bir eylem değil. Protestocular bazı Likud üyelerini de aralarına katılmaya ikna etti. Bu nedenle, bu sadece bir “sağ ve sol karşı karşıya” meselesi de değil. Likud’un da elitlerden oluştuğunu unutmayın. Mesela Tel Aviv, tüm dünyada yaşamın en pahalı olduğu şehirlerden biri. Bunun neticesi olarak da, göstericilerin büyük çoğunluğu orta ve üst sınıf. Ayrıca LGBTİ+ topluluklar da göstericilerin büyük bir kısmını oluşturuyor. Knesset’in başı Netanyahu’nun partisinden ve açık olarak gay, bir partneri ve çocukları var. Öte yandan, Netanyahu’nun koalisyonu, aşırı homofobik, aşırı sağ milliyetçilerden oluşuyor. Bu da, reform geçtiği durumda LGBTİ+ haklarının etkileneceği korkusu yarattı. Sonuç olarak protestocuların çoğunluğu seküler, liberal, orta sol eğilimli insanlar. Bunlar aynı zamanda devletin yükünü de çeken insanlar; askere giden, vergisini ödeyen. Netanyahu’nun partisindeki ultra-ortodoks’ların çocukları askere gitmiyor.

Peki, göstericiler ne istiyorlar?

Bu gösteriler, İsraillilerin nasıl bir devlet istedikleri ile ilgili: Açık ve liberal ve toleranslı bir toplum. Fakat, ne yazık ki; hem bu hem de işgal edilmiş devletin vatandaşı olan Filistinliler, bu süreçte dışarıda bırakıldılar.

Halk, sağ partilerin etkisini gündelik hayatta görüyor mu?

Korktukları tam olarak da bu. İnsanlar ilk defa böyle bir baskının olabileceğinden korkuyorlar. Eski sistem sekülerlerin kontrolündeydi. Bugünün muhalefeti müesses nizam. Bugünün muhalefeti ülkenin kendisiydi. Netanyahu başbakan olduğu yıllarda dahi, dini gruplara bu kadar güç verme girişiminde bulunmadı. Ya da devletteki güç dengesini değiştirme çabası olmadı. Mahkemelerin dokunulmaz olduğunu biliyorlardı. Size bir örnek vereceğim. Geçtiğimiz günlerde, Hamursuz Bayramı’nda Kosher olmayan yiyecekleri hastanelere sokamayacağınıza dair bir yasa çıktı. Müslümanları ve Hristiyanları kapsıyor. Ve tabii ki, dinle ilgisi olmayan Yahudileri de. Bu çok tuhaf. Ülkenin yüzde 20’si Filistinlilerden oluşuyor. Bir kısmı doktor, hemşire ve hastanelerde çalışıyorlar. Kosher olmayan yiyecek var mı diye niye çantaları kontrol edilsin? İsteyen istediğini yapabilmeli, geçtiğimiz 75 yılda olduğu gibi. Bu küçük bir örnek, çoğunluğu etkilemiyor olabilir ama hakları çiğnemede nereye kadar gidebileceklerini göstermek açısından bir test mahiyetinde. Öbür yandan, birçok seküler İsrailli, eğer toplum açık bir toplum olarak kalmazsa ve dini baskı oluşursa ülkeyi terk edeceklerini söylüyor. Protestocuların bir diğer talebi de bir anayasanın hazırlanması.

ASIL KURBAN FİLİSTİNLİLER

Filistinliler eylemlere dâhil oluyor mu?

İsraillilerin 56 yıl boyunca Filistinlileri işgal altında yönetmelerindeki çelişkiyi görmemeleri bu protestoların limitini gösteriyor. İşin aslı, bu yargı reformu geçerse en çok sıkıntıyı da Filistinliler yaşayacak. Batı Şeria ve Gazze’de yaşayanları söylemeye bile gerek yok. Gerçeği görelim, eğer bu reform kabul edilirse, hâlihazırda baskı altında olanlar daha çok acı çekecek, düzen dahlindeki diğer insanlar çoğunlukla hayatlarına normal bir şekilde devam edecekler. Evet, toplumsal arenada daha çok din etkisi olacak ve bu durum düzen içindeki insanlara da çarpacak ama asıl kurban Filistinliler olacak. Bazı Filistinliler gösterilerde yer alıyor. Araplar ve Yahudiler’in bir araya geldiği Hadash Parti’yi destekleyenler mesela. Eylemlerde solcular var kesinlikle. Ama Yahudiler arasında önemli bir oran Filistinliler için hak arama talebini bırakmış durumda. Dolayısıyla İsrail bayraklarıyla kaplanmış gösterilerde onları görmek zor.

Hadash parlamentoda mı?

Parlamentoda, Ahmad Tibi’nin Ta’al partisi ile koalisyon halindeler fakat muhalefetin güçlü olduğu dönemki koalisyonda yoktular. Çünkü genel olarak Siyonist partileri desteklemiyorlar. Çünkü onlar için muhalefete katılmak demek barış görüşmelerine de bağlı olmak ve işgali sona erdirmek demek. Eylemlerin ilk haftalarında Filistin bayrakları vardı gösterilerde fakat bazı göstericiler barış yanlısı bu eylemcilerin Filistin bayrakları sallamasına tepki gösterdiler. Bu bize önemli bir noktayı gösteriyor: Eylemler yeni bir İsraili ve uzun vadede toplumda Filistinlilerle çatışma algısının değişmesi gerektiği anlayışına doğru götürebilir.

HAKLARIMI ÇİĞNEME

Haaretz’de, bu protestoların yıllar sonra ilk defa sekülerizm için yapıldığı yorumu vardı.

Çok sık sekülerizmden bahsetmemize rağmen, bu protestolar bence ondan ziyade daha çok nasıl bir İsrail istediğimizle ilgili. Protestolar, “Haklarımı çiğneme, bana baskı uygulama” başlıklı. Unutmamak gerekir ki, ultra-Ortodokslar, koalisyonun sadece bir yanı, aşırı sağcı milliyetçileri desteklemiyorlar ve taviz vermeye daha yatkınlar. Netanyahu’nun derdi ise kendisini yolsuzluk davasından kurtarabilmek, bunu yaparken de ülkeyi de kendisiyle birlikte aşağıya çekiyor.

Gündelik hayatta sekülerlerle ultra-Ortodokslar arasında görünür bir çatışma var mı?

Netanyahu kendisi de seküler. İsrail’in tek dini başbakanı geçen hükümette yer alan Naftali Bennett idi. Şu andaki protestolarda da yer alan birçok insanı temsil ediyor. İsrail’deki problem bir gruba çok fazla güç verilmesi. Sekülerler, ülkenin yükünü taşıdıklarını düşünüyorlar. Askere giden olmaktan, en yüksek vergiyi ödeyemekten yorgunlar. O nedenle, bu son gösterilerin din kaynaklı değil, tamamen politik olduğunun altını çizelim. Her kesimin haklarını korumaya çalışırken, statükoyu da koruma gösterileri. İsrail çok farklı yapılardan oluşuyor; sekülerler, dinciler, ultra-ortodokslar ve yeni yeni büyüyen ultra-milliyetçi faşistler. Bu son grubu Ben-Gvir temsil ediyor. Ve tabii ki bu grupların içinde yüzde 20’lik oranla Araplar da var. İsrail’de koalisyon politikaları bu yapılar içerisinde formüle ediliyor, birliktelikler ya da ayrılıklar yaşanıyor.

***

GEZİ’YE DÖNÜŞEBİLİR KORKUSU

Reform askıya alındı, peki bundan sonra ne olur?

Şimdilik bir tür ateşkes var, mola süreci. Buna rağmen sokaklarda gösterilerin devam ettiğini görüyoruz. Orta bir yol bulabilmek umuduyla yargı paketi askıya alındığı için. Görüşmeler ve müzakereler açısından önemli bir ay olacak. Net olan, protestocular uzun erimli kalkıştılar bu eylemlere, ülkenin Macaristan, Polonya ya da bazılarının söylediği gibi Türkiye’ye dönüşmemesi için de ellerinden geleni yapacaklar.

İsrail, Türkiye’ye dönüşür mü?

Türkiye’nin durumu daha farklı ama dönüşüp dönüşmeyeceği hükümete denetim ve denge olmadan, çok fazla güç vermeye bağlı. Hukukun üstünlüğünün olması ya da olmamasına.

Gezi’yle İsrail arasında benzerlik var mı?

İkisi de yüzbinlerce insanı sokağa taşımasına rağmen bu karşılaştırma konusunda çok dikkatli davranacağım, özünde çok farklı oldukları için. Mesela, İsrail’deki gösteriler daha biçimlendirilmiş, konuşmacılar geliyor vs. Yine de her iki protesto da ülkelerin kendi tarihlerine yazıldı. İkisi de büyük dönüm noktaları yarattı. Ayrıca iki protesto da taviz vermeyen iki lideri gösterdi bize. Eğer Erdoğan, “Söylediklerinizi duyuyorum, Gezi park olarak kalacak” deseydi, kim bilir ne olurdu. Şu anda bu fikirler çerçevesinde bir dönem kitabı üzerinde çalışıyorum Türkiye ile ilgili olarak. Eklemem gerekir ki, iki ülkenin birbirine benzer toplumları olsa da birçok açıdan Türkiye’nin büyük bir protesto ve direniş tarihi var.

***

ANAYASA TARTIŞMALARI

İsrail’de anayasa yok mu?

Hayır, Britanya gibi. İsrail’in bir anayasası yok fakat vatandaş özgürlüklerini çerçeveleyen bazı ‘temel yasalar’ var. Anayasayla ilgili tartışma 1948’de İsrail devleti kuruluşundan bu yana devam ediyor. Birçok insan, Yüksek Mahkeme’nin gücü elinden alınırsa yeni yargı reformunun ülkedeki insan haklarını geriye götüreceğinden endişe ediyor.

Fakat Anayasa’nın böyle bir koalisyon tarafından oluşturulmasını istemezler herhalde?

Hayır hayır. Bu koalisyon zaten Anayasa’dan söz etmiyor, çünkü ultra-Ortodokslar anayasa fikrine karşı. Onların yüksek adaleti Tevrat ve dini yasa.

Çevrim ÇEVİREN / BİRGÜN

2 Nisan 2023 Pazar

‘İlk’lerin muhteşem, efsane sanatçısı Bedia Muvahhit (I+II)- Mesut Kara / Evrensel

 (I)


İlklerin öncü kadınlardan Bedia Muvahhit sinema ve tiyatronun ilk kadın oyuncularından, Müslüman-Türk kadınlarının memuriyet gibi işlerde çalıştırılmadığı dönemde, henüz 14 yaşında Osmanlı İmparatorluğu döneminde bir kamu kuruluşunda çalışma hakkını elde eden ilk kadın grubu içinde yer alan, Atatürk’ün izniyle sahneye yasal olarak çıkan ilk Türk müslüman kadın oyuncu… Öncü, zeki, cesur, açık sözlü, sözünü sakınmayan, nüktedan...

İngiliz-Fransız ortaklığının elindeki Dersaadet Telefon Anonim Şirket-i Osmaniyesi’nde çalışan santral memurelerinin ya yabancı ya da yerli azınlıklardan oluşmasına “Kadınlar Dünyası” dergisi tepki göstermiş ve birkaç sayı bu konuyu işlemiştir. Derginin baskısıyla şirket Müslüman-Türk kadın çalışanlar almaya karar verince Bedia Şekip, bu iş için başvuran çok sayıda Müslüman kadın arasından sınavla seçilen yedi kişiden birisi idi. Bedia Hanım, bu iş vesilesiyle Türk kadınlarının çalışma hayatına girmesine öncülük edenlerden biri olur.

16 Ocak 1897’de İstanbul’da Büyükada’da doğan Bedia Muvahhit’in asıl adı Emine Bedia Şekip’tir. Annesi Refika Hanım, babası istinaf mahkemesi savcılarından Şekip Bey’dir.

“Meşrutiyet sonrasında Türk kadınının çalışma yaşamına girişindeki rolünden, sinemada görev alan ilk Türk kadınlarından biri oluşuna; cumhuriyetin kuruluşu öncesi İzmir’de Mustafa Kemal’in önünde sahneye çıkmasından, cumhuriyetin kuruluşundan hemen sonra İstanbul’da Desdemona’yı oynayışına kadar... Hatta öğretmen olarak çalıştığı dönemde çarşafa karşı çıkışıyla bile bir düşüncenin öncülüğünü yapmıştı.”(1)

Çocukluğu Büyükada’da geçen Bedia Muvahhit, hizmetçilerinden, dadısından Fransızca ve Rumca öğrenir. Daha sonra yine Fransız okullarında okuyan Bedia Muvahhit, Rumca ve Fransızca’ya ana dili kadar hakim olmuştur.

Büyükada’da bir süre St. Antoine okuluna giden Bedia Muvahhit’in ailesi, babasının ölümünden sonra Moda’ya taşınır. Terakki Mektebinde Türkçe okur, yazar. Suat Derviş Moda’da çocukluk arkadaşıdır. Evde birlikte tiyatro oynarlar. Bir süre sonra Dame De Sion’a geçer, dokuz yıl okur. Muhsin Ertuğrul, Yakup Kadri, Yahya Kemal ve birçok yazar aile dostlarıdır. (G. Akçura, a.g.y.) Bu dostlarının “Muallim olması” önerisiyle Erenköy Lisesinde Fransızca öğretmeni olarak çalışır. Çarşaf giymeyi sevmiyordur, okula girince çıkarır. Müdürün tüm uyarılarına rağmen sınıfa başını açarak giren bir öğretmen olarak kendini kabul ettirir.

MUVAHHİT DEFET BEY’LE EVLİLİK VE TİYATRO

Öğretmenlik yaptığı o yıllarda hayranı olduğu Darülbedayinin gözde oyuncularından Muvahhit Refet Bey’in Hale Sinemasında verdikleri temsilleri kaçırmaz. Yine oyununa gittiği bir gün resim istediği, “Genç kızların sultanı’na yazarak en güzel ve yakışıklı fotoğrafını verip tanıştığı Muvahhit Refet Bey’den evlenme teklifi alır, “Bütün tiyatro artistlerinin katıldığı çok kalabalık ve güzel” bir düğünle evlenirler.

Refet Bey’le gece gezmelerini, lüks lokantaları, dans edilen lokalleri, tiyatro kulislerini tanımaya başlar. Darülbedayi 1922-23 sezonunda Şehzadebaşı’da temsiller verirken, Bedia Hanım da kocası Muvahhit’i kulisten seyretmektedir. Bedia Muvahhit’in bu seyircilik dönemi uzun sürmez fakat oyunculuğa tiyatro değil önce sinema oyuncusu olarak başlar.

“Muhsin Ertuğrul Kemal Film yapımcılığında Halide Edip Adıvar’ın “Ateşten Gömlek” romanını filme çekecektir. Halide Edip Hanım da filmde Ayşe rolünü ancak bir Türk kadını oynayabilir demiştir. Aile dostları olan Muhsin Ertuğrul, Muvahhit Refet Bey’e karın oynar mı der. “Ben çok sevindim, filmde oynamak o zaman hiç beklemediğim bir şeydi, birdenbire... Peki, dedim. Filmi çevirdik. O zaman için önemli bir para olan 100 lira verdiler bana, sonra oyunumu çok beğendiler, 50 lira daha verdiler.”(*), (Bedia Muvahhit, a.g.y)

Film, “Kurtuluş Savaşı’nda başından yaralanmış bir yedek subay olan Peyami’nin Ankara’da yazdığı hatıralarından oluşur. Peyami, işgal yıllarında İstanbul’daki evlerinde, İzmir’de kocası ve çocuğu Yunanlılar tarafından öldürüldükten sonra kendilerine sığınan Ayşe ve arkadaşı İhsan’la yurt savunması konusunda görüşmeler yapar, Fatih ve Sultanahmet mitinglerine katılır, sonra da bir yedek subay olarak Anadolu’ya geçer. Gittikleri Adapazarı civarında düşmanla çarpışan müfrezelerden birinin başında bulunan Ahmet Rıfkı, Ayşe’den aldığı ilham ve vatan sevgisiyle çarpışırken vurularak ölür. Ayşe gerek İhsan gerekse Peyami için, vatan sevgisiyle kadın sevgisinin birbirine karıştığı bir ilham kaynağı, bir ‘ateşten gömlek’ olmuştur.” (https://www.sinematurk.com/film/1198-atesten-gomlek/)

İZMİR’DE ATATÜRK’ÜN KARŞISINDA SAHNEDE BEĞENİ VE ALKIŞ ALMAK

Muvahhit Bey Darülbedayiden önemli oyuncu arkadaşlarıyla biraraya gelip “Darülbedayi Sanatçıları” adıyla 1923 yılında İzmir’e turneye çıkarlar. Bedia Hanım da onlarla birlikte gider. Kadroda Vasfi Rıza Zobu, Behzat Butak, Raşit Rıza gibi önemli oyuncular vardır.

Atatürk de İzmir’de Uşakizâde Muammer Bey’in köşkünde kalıyordur. İzmir Birinci Kordon’da adı sonradan Tayyare Sineması olan Palas Sinemasında sahneleyecekleri oyunu Atatürk’ün de izlemesini isterler ve davet için köşke ziyaretine giderler. Sohbet sırasında

“Kadronuzda kimler var” diye soran Atatürk’e kadronun listesini verirler. Atatürk’ün “Türk kadınını tiyatro sahnesinden mahrum bırakmak gibi bir hatanın devam etmesine müsaade edemeyiz, Tür kadını sahneye çıkmalı, bu sahnemiz için elzemdir” demesi üzerine Bedia Muvahhit’in de yanlarında olduğunu söyler Behzat Butak. Bunun üzerine Atatürk, “Onu burada hemen sahneye çıkaracağız, ben de gelip orada bulunacağım” der. Bunu bir emir kabul ederler.

Yararlandığım kaynak:
(1) (*) Gökhan Akçura, Bedia Muvahhit Bir Cumhuriyet Sanatçısı, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Yayınları, İstanbul 1993.

(II)

Önemli ve Değerli Araştırmacı, Arşivci Koleksiyoner Yazar Gökhan Akçura’nın her çalışması, her kitabı birçoğumuz gibi benim için de yararlandığım, başucu kitaplarımdan olmuştur. Bedia Muvahhit’in 70. sanat yılı için 1993 yılında hazırladığı “Bedia Muvahhit Bir Cumhuriyet Sanatçısı,” kitabı da öyle.(1)

İstanbul Belediyesi sanatçının 70. sanat yılını bir dizi etkinlikle kutlamayı kararlaştırmıştır. Bu etkinliklerden biri de Bedia Muvahhit’in yaşamını aktaran bir kitaptır. Kitabı hazırlama işini Gökhan Akçura üstlenir. Sanatçı hayattadır ve 97 yaşındadır. Gökhan Akçura Bedia Hanım’ın evine girme, daha yakından tanıma ve bu önemli kaynak kitabı hazırlama şansını, olanağını yakalar.

Bu kitaptan ve hakkında yazılmış makalelerden, doktora ya da uzmanlık tezlerinden ve diğer yazılı-basılı kaynaklardan da yararlanarak sinemamızın ve tiyatromuzun ilk kadın oyuncularından Bedia Muvahhit’le ilgili geçen hafta başladığımız yazımızı kaldığımız yerden sürdürelim…

11 Ağustos 1923 tarihinde İzmir’de ‘Palas Sineması’nda Atatürk’ün isteği ve katılımıyla onun karşısında İbnürrefik Ahmet Nuri’nin “Ceza Kanunu” oyununda sahneye çıkar; büyük beğeni ve alkış alır.

Vasfi Rıza Zobu o günü anlatırken şöyle der: “Temsil büyük bir başarı ile sona erdi. Gazi başta olmak üzere, büyük kumandanların alkışlarını selamlamak, sanatkarlar için emsali görülmemiş heyecanlı bir zevkti. Davayı kazanmış, Müslüman Türk kadını, imtihanını muvaffakiyetle vermiş ve böylece Türk sahnesine “İrade-i Milliye” ile yerleşip sahip olmuştu.” (Akçura, s. 35))

TİYARODA KADIN DEVRİMİ

Bedia Muvahhit’in İzmir’de sahneye çıkışının ardından, Muhsin Ertuğrul da İstanbul’da Türk kadınının tiyatro sahnesine çıkması için girişimde bulunmaya karar verir. 6 Aralık 1923’de, Beyoğlu’da Fransız Tiyatrosu (şimdiki Ses Tiyatrosu) sahnesinde Shakespeare’in “Othello”sunu sahneler. “Muhsin Ertuğrul bir yazısında bu olayı şöyle değerlendiriyor: “Oyun başladı: Cumhuriyetin ilanından tam 38 gün sonra, İstanbul’da bir devrimi perçinleyecek ve Türk tiyatrosunda ‘Kadınlı Çağ’ı gerçekleştirecek olan perde açıldı. Bedia Muvahhit ‘Desdemona’yı, Neyyire Neyir ‘Emilia’yı canlandırdılar. Piyes hiç aksamadan oynandı. Oyun süresince hiçbir taşkınlık olmadı, alkıştan başka! Böylelikle İstanbul’da Cumhuriyet Hükümeti’nin yetkili mümessilleri önünde, Türk kadınına bağnazlık eliyle vurulan pranganın halkaları kırılmış oldu. Tiyatro sanatı da Cumhuriyet’in erdemlerinden ilkini böyle tanıdı ve tattı.” (Akçura, s. 38)

Bir gazetede “Türk sanat hayatında bir hadise” başlıklı yazıda şunlar yazılır:

“Hanımların sahneye çıkması gibi daha bir iki sene evvel herkese aykırı görünen bir hadisenin hoş görülmesi ve memnuniyetle telakki edilmesi memleketin gayrı meri bir fikir inkılabı geçirdiğine alamettir.” (Akçura, s. 40)

Oyunu izleyen Halide Edip de Akşam gazetesindeki yazısında (9 Aralık 1923) şunları yazar: “Otello çok kusurlu oynandı; fakat daima basit ve sanatla münasebeti olmayan Avrupai ortaoyunlarını en mükemmel bir surette oynamaktansa, güzel ve büyük eserleri kusurlu başlayarak yavaş yavaş tekemmül ettirmek, halkın zevkini yükseltmek, halka güzel eserleri Türkçemizde tanıtmak için çalışmak her halde müreccahtır. (…) Bedia hanımın Desdemona’yı oynamak cesaretini samimiyetle tebrik ederim. Bu cesaretinin ve tiyatro evzaının bir kısmının verdiği yüksek ümitler, beni onu açık ve kuvvetle tenkide sevk ediyor. (Akçura, s. 42)

1930 yılında İstanbul’a gelen bir Yunan tiyatro heyetinin Odeon Tiyatrosunda (Lüks Sineması) sahnelediği Otello oyununda konuk sanatçı olarak rol alır ve Desdemona’yı Yunanca oynar. Öylesine başarılı olmuştur ki ertesi yıl İsmet İnönü başkanlığında Yunanistan’a giden heyete katılması için çağrı alır.

1927 yılında eşi Muvahhit Bey’i, veremden çok genç yaşta kaybetmiştir, 1933 yılında konservatuar öğretmenlerinden Şehir Tiyatrolarında besteci ve piyanist olarak çalışan Avusturyalı Frederich von Statzer’in evlenme teklifini kabul eder. Frederich evlendikten sonra adını Ferdi olarak değiştirir. Bedia Muvahhit Statzer olarak 18 yıl süren evliliği boyunca Avrupa’yı görme fırsatı bulan Bedia Hanım eşinden ayrıldıktan sonra tekrar evlenmez.

CUMHURİYETİN 50. YILI BEDİA MUVAHHİT’İN DE SAHNEDE 50. YILIDIR

1973 hem cumhuriyetin hem de sahne hayatı cumhuriyetle yaşıt olan Bedia Muvahhit’in sahnede 50. yılıdır. 4 Ağustos 1973’de Belediye Başkanı Fahri Atabey öncülüğünde Açık Hava Tiyatrosunda, Bedia Hanım için geliri Emekli Sahne Sanatçıları Derneğine bırakılan “50. Sanat Yılı” düzenlenir, sanatçı bu jübileden iki yıl sonra (1975) Şehir Tiyatrolarından emekli olur. Yalnızca oyunculukla yetinmez Bedia Hanım, çok iyi bildiği Fransızcasıyla çok sayıda oyun çevirir, uyarlamalar yapar.

Sahnede izleme olanağı bulamadığım Bedia Muvahhit’i oynadığı filmlerde hayranlıkla izledim. Sözünü esirgemeyen, nüktedanlığını yaşım yettiğince görebilme, tanık olma olanağını yakaladım. Kulaktan kulağa yayılan, anlatılan, yazılan her biri bir hayat dersi olan ve fıkra gibi esprili anılarını, anekdotları, duydum okudum; olgunluk dönemini filmlerinde gördüm izledim. Özellikle sahne arkadaşı Vasfi Rıza ile komik diyalogları, anıları şehir efsanesi değil, tanıklıklarla desteklenen yaşanmışlıklardı.

Ömrünü tiyatroya adayan Bedia Muvahhit “Ateşten Gömlek” (1923) filmiyle başlayan sinema oyunculuğu serüvenini 1969 yılına kadar 49 filmde yer alarak sürdürür.

Gökhan Akçura’nın derlediği anekdotlardan birini aktararak tamamlayalım yazımızı:
“Tepebaşı’nda yanan Komedi Tiyatrosu’nda bir oyundan sonra, sahne elbiselerimi çıkardım, makyajımı sildim, üzerime pardösüyü aldım.
Tam dışarı çıkarken, Ercümend Behzat (Lâv) bey;
‘Bedia nereye gidiyorsun?’ dedi.
Ve elimden çekip sahneye götürdü, perdeyi aralayarak:
‘Bak koltukta bir seyirci kalmış.  Daha çıkmamış. Senin ne hakkın var, onun seyrettiği oyundaki Bedia’nın hayalini yıkıp, ondan önce tiyatroyu terk etmeye?’ O günden sonra, her zaman tiyatroyu bütün seyircilerden sonra terk ettim.”


(1) Gökhan Akçura, Bedia Muvahhit Bir Cumhuriyet Sanatçısı, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Yayınları, İstanbul 1993

Mesut Kara / Evrensel