3 Mayıs 2023 Çarşamba

FATİH TERİM FONU DOLANDIRICILIĞI - DOSYA (Yeniçağ)

                                  

                                                                              

                                 (02/05/2023)

(https://www.yenicaggazetesi.com.tr/dolandirilan-emre-belozoglu-ve-arda-turan-erdogandan-yardim-istedi-661169h.htm)

                            (02/05/2023)

https://www.yenicaggazetesi.com.tr/fatih-terim-fonu-dolandiriciliginda-flas-gelisme-cumhurbaskani-erdogani-da-aramislar-660952h.htm

                           (02/05/2023)

https://www.yenicaggazetesi.com.tr/galatasarayi-sampiyonluktan-edecek-detayi-serafettin-tilki-acikladi-iste-fatih-660866h.htm

                           (01/05/2023)

https://www.yenicaggazetesi.com.tr/terim-ile-secil-erzanin-bozcaada-bulusmasi-ortaya-cikti-660490h.htm

                           (28/04/2023)

https://www.yenicaggazetesi.com.tr/fatih-terim-arda-turan-fernando-muslera-selcuk-inan-ve-emre-belozoglunun-659621h.htm

                              (28/04/2023)

https://www.yenicaggazetesi.com.tr/fatih-terim-fonuyla-80-milyon-dolandiran-banka-mudiresi-secil-erzandan-sok-ifadeler-659483h.htm

                                 (28/04/2023)

https://www.yenicaggazetesi.com.tr/fatih-terim-fonunda-dolandirilan-selcuk-inandan-olay-aciklamalar-659378h.htm

                                27/04/2023


https://www.diken.com.tr/skandal-dolandiricilik-fatih-terim-adliyedeydi/

                                                   

2 Mayıs 2023 Salı

Türkiye Arjantin gibi olur mu? - Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN

 

Arjantin-Türkiye karşılaştırılması yapılmasının başlıca nedeni, “paralel kur olgusunun” bizde de görülmeye başlaması... Henüz Arjantin kadar vahim bir durum yok. Ancak seçime kadar kuru tutma çabası riskleri artırıyor.

Merkez Bankası’nın Kapalıçarşı’dan demir sandıklarla döviz aldığı iddiası İletişim Başkanlığı tarafından yalanlanmıştı. (Fotoğraf: Ekonomi Gazetesi)

Son haftalarda bu soru sıklıkla sorulmaya başlandı. Arjantin; dış borç krizi, IMF kapısına sık sık düşüş, ekonomi bakanlarının değiştirilme frekansı denilince ilk akla gelen ülkedir. Türkiye ise; Arjantin ölçüsünde olmasa dahi ekonomik krizler, enflasyon, devalüasyon söz konusu olduğunda dünyanın sabıkalı ekonomileri arasında sıraya girer. Ancak bugünlerde Arjantin-Türkiye karşılaştırılması yapılmasının başlıca nedeni, Arjantin’in kronik sorunu “paralel kur olgusunun” bizde de görülmeye başlaması....

ENFLASYON PARALEL KURU DAVET EDER

2022 başında Dünya Bankası’nın blogunda “Paralel Döviz Piyasalarının Tuzakları” başlıklı bir makale yayımlanıyor. Burada enflasyonu en yüksek ülkeler Venezüella, Sudan, Lübnan almak üzere sıralanıyor. İlk 12 ülke arasında paralel döviz kuru piyasası bulunmayan tek ekonomi ise Türkiye. O sırada 2021 sonu yıllık enflasyonu henüz yüzde 36 düzeyinde. Buradan ampirik olarak, enflasyonu kontrolden çıkmış bir ülkede paralel döviz piyasasının ortaya çıkma olasılığının çok artacağını rahatlıkla söyleyebiliriz. Çünkü enflasyonunuz aşırı yüksekse, sabit kur-dalgalı kur, hangi kur politikasını uygularsanız uygulayın kur üzerindeki basınç aşırı düzeye çıkar. Kuru yönetebilmek için rezervlerinizi harcamak zorunda kalırsınız; belirsizlik ihracatçıları işleri ağırdan almaya, ithalatçıları ise alımları hızlandırmaya davet eder, cari denge bozulur; tasarruf sahiplerini dövizlerine el konulacağı korkusu sarar. Tüm bunlar paralel piyasada işlem hacminin artmasının nesnel koşullarını oluşturur.

Bizde ise sürece asıl ivme kazandıran bizzat ekonomi yönetimi oldu. 14 Mayıs seçimi öncesi kuru 20 TL’nin altında tutma saplantısı, bankaları döviz alım-satım makasını açmaya zorladı. Bunun sonunda döviz talebi Tahtakale tabir edilen nakit piyasasına kaydı. Şimdilik bankalar arası piyasadaki 19.45 TL civarındaki döviz kuruyla paralel piyasa farkı yüzde 5’i aşmadı. Bu Arjantin’deki yüzde 100’lük makasın yanına bile yaklaşamıyor. Yine de seçime kadar son düzlükte karşımıza nasıl bir tablo çıkar tam bilemiyoruz. İsterseniz önce Arjantin’in paralel kur politikasından yola çıkarak ekonomisine bir göz atalım. Sonra da Türkiye ile kıyaslayalım.

Türkiye 2018’de Rahip Brunson ile hatırlanan döviz krizini yaşadığı sırada Arjantin de sağcı başkan Mauricio Macri döneminde pesonun dolara karşı yarı yarıya değer yitirmesiyle sarsılıyordu. IMF piyasa dostu ekonomi yönetimine arka çıkarak, 57 milyar dolarlık bir borç veriyordu. Macri döneminde yoksulluğun alıp başını gitmesi, şehirli orta sınıfların da Peronistlere desteğinin artması sonucu 2019’da Merkez Sol Fernandez seçildi. Bu arada ülkenin dış borçları GSYH’nin yüzde 35’inden yüzde 69’una fırlamıştı IMF fonları bu dönemde büyük bir sermaye çıkışı için cephane sağladı. IMF her zamanki misyonunu yerine getirdi, finans kapitalin burnu kanamadan tahliyesini fonlamış oldu.

Yeni yönetim ekonominin başına Nobel ödüllü iktisatçı Joseph Stiglitz ekolünden, onun Columbia Üniversitesi’nden çalışma arkadaşı genç bir ismi, Martin Guzman’ı getirdi. Bu dönemde döviz alım satımı vergilendirildi. 2.5 milyon dolardan fazla serveti bulunan 12 bin kişiye yüzde 1 ila 3 arasında servet vergisi kondu. Bu oran yurt dışına para kaçırıp, söz gelimi Uruguay’dan mal mülk alanlara yüzde 50 fazlasıyla uygulandı. Araba alım-satımları yine vergiye bağlandı.

Gelir dağılımını düzeltme amaçlı politika demeti ise, elektrik-su-doğal gaz fiyatlarının 6 ay dondurulmasını, emeklilere ikramiye ödenmesini, 2 milyon kişiye gıda kartı dağıtılmasını, çocuk yardımlarını içeriyordu. Bu arada IMF ile 44 milyar dolarlık bir anlaşma imzalandı. Kemer sıkma önlemlerini içeren anlaşma uyarınca, bütçe açığını sınırlama, harcamaları kısma çabaları partiden, özellikle önceki başkan, bugünün başkan yardımcısı Cristina Kirchner’den tepki görünce Temmuz 2022’de Guzman istifa etmek zorunda kaldı. IMF’yle uzlaşma arayışı ile kitlelerin acil taleplerini bağdaştırmaya çalışan sol Keynesyen anlayış bir kez daha hüsranla sonuçlandı. Aslında son Arjantin deneyimi, Kılıçdaroğlu ve ekibi açısından yakından izlenmesi gereken bir örnek oluşturuyor.

Bugün Arjantin’de enflasyon tekrar yüzde 100’ün üzerine fırlamış durumda. Kuraklık ülkenin önemli bir döviz kaynağı soya, mısır ve buğday ihracatını çok olumsuz etkiledi. Uluslararası piyasalardan yeni borçlanma olanağı da bulunmuyor. Kullanılabilir döviz rezervleri de 1.3 milyar dolara kadar iniverdi. İnsanlar ellerindeki nakitleri bir an önce harcama gayretinde. Buna İspanyolca “quema la plata” (parayı yakmak) deniyor. Böylelikle lokantalar, kafeler tıklım tıklım dolu…

Şu an da resmi kurla 1 dolar 222 peso ediyor. Ancak kimse bu oranlarla işlem yapmak istemiyor. Turistlere ayrı bir kur uygulanıyor. Ancak işlem komisyonları, alım-satım farkları nedeniyle, yine de kredi kartıyla işlem yapmak önerilmiyor. Cebinde nakit ile gelenler, “mağara” (cueva)  denilen döviz büfelerinde iki misline para bozdurabiliyor. Yanında tomar tomar para taşımak istemeyen Western Union’a döviz transferi yaparsa, karşılığını karaborsa kurundan nakit peso olarak tahsil edebiliyor. Bazen bu büroların önünde saatlerce kuyruk beklemek gerekiyor. Soya ihracatçılarına ayrı bir kur uygulanıyor. Sade yurttaşlar da para ikamesi, yani paralarını karaborsada dövize çevirmekten başka çare bulamıyor. Kısaca tam bir keşmekeş söz konusu.

Halk gerek merkez sağdan, gerekse merkez soldan yaka silktiği için, aşırı sağcı, Trump hayranı Javier Milei’in önü açılıyor. Bu şahıs enflasyonu gemlemek için Arjantin ulusal parası pesonun ABD dolarıyla değiştirilmesini öneriyor.

TAHTAKALE’YE MÜDAHALE KUŞKUSU

Bizde ise döviz işlemlerinde henüz Arjantin kadar vahim bir durum yok. Ancak seçime kadar dövizin resmi kurunu yatay tutma çabasının giderek riskleri artırdığı görülüyor. Swap hariç net rezervler  -49.5 milyar dolara kadar geriledi. Net rezervler ise sadece 8.3 milyar dolar. 20 Nisan haftasında TCMB brüt rezervleri 5.4 milyar dolar düşerken, bunun 2.9 milyar dolarını altın rezervlerindeki eksilme oluşturdu. Buna karşın bankalardaki kıymetli maden depo hesaplarında artış bir yana, 324 milyon dolar azalma gözlendi. Bu bulgular TCMB’nin Tahtakale’ye altın sattığı, fiziksel altın talebini ithalat yerine rezervlerden karşılamaya çalıştığı izlenimi veriyor. Bir bakıma kamu göz göre göre döviz ve altın ticaretini paralel piyasaya kaydırıyor. Zaten ihracatçılara dövizlerinin yüzde 40’ını TCMB’ye devretmeleri halinde yüzde 2 prim, ayrıca TL’leri ile KKM hesabı açtırmaları halinde bir yüzde 2 daha toplam yüzde 4 ekstra teşvik söz konusu. Bu da bir çeşit paralel piyasa anlamına geliyor.

Seçimden önce son 9 işgününe girerken KKM hesaplarında 1.980 milyar TL, 19.45 TL dolar kuru üzerinden 101.8 milyar dolar var. Bankalarda döviz mevduatı olarak ise 223.8 milyar dolar bulunuyor. Liralaşma derken 14 Mayıs’a kişilerin ve şirketlerin 325.6 milyar dolar döviz pozisyonuyla ile giriliyor. Bu da yeni ekonomi yönetiminin manevra alanını daraltacak çok önemli bir yük olarak, AKP’nin bırakacağı enkazın ciddi riskler içeren bir parçası.

Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN


İmamoğlu, engellenen projelerini 18 maddede anlattı: Köstek olanlar gidiyor, az kaldı - BİRGÜN

 

İktidar tarafından engellenen projelerini madde madde anlatan İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu, 14 Mayıs seçimlerine işaret etti: "Köstek olan gidiyor, destekleyenler geliyor. Az kaldı."

İstanbul Büyükşehir Belediye (İBB) Başkanı Ekrem İmamoğlu, iktidar tarafından engellenen projelerini madde madde anlattı.

Projelere yönelik engellemeleri anlattığı Twitter paylaşımında Ekrem İmamoğlu, 14 Mayıs seçimlerine göndermede bulundu.

İmamoğlu, "Köstek olan gidiyor, destekleyenler geliyor. Az kaldı" dedi.

Ekrem İmamoğlu'nun açıklamalar şöyle:

"1- Hiçbir kamu bankası İBB’ye kredi vermedi, icraatları öz kaynaklarımızla ve dış kredilerle yaptık. Yerel yönetimleri güçlendirecek, daha çok metro, kreş, yurt yapılmasını sağlayacağız. AZKALDI

2- İncirli Sefaköy Beylikdüzü Metrosu, finansmanı ve yatırımcısı hazır olmasına rağmen, hükûmet tarafından yıllardır onaylanmadı. Bu metroyu hızlıca yapacağız. Projeleri hazır diğer metroları da acilen hayata geçireceğiz. AZ KALDI

3- Finans Merkezi'ne ulaşımı sağlayacak ve trafik yoğunluğunu azaltacak Göztepe Ataşehir Metrosu’nun kredi onayı 1 yıl bekletildi. Ulaşım projeleri hızlanacak, engellenen bütün projeler hayata geçecek. AZ KALDI

4- Biz göreve gelince İstanbul’un ulaşım kararlarının alındığı UKOME’nin yapısını değiştirdiler ve yeni taksiler gibi birçok konuda engel çıkardılar. Hızlıca yeni taksiler ve ulaşım çözümleri hayata geçecek. AZ KALDI

5- Melen Barajı yıllardır bitirilemedi, gövdesinde çatlak oluştu, onarılamadı. İstanbul’un yazın su ihtiyacını sağlayacak baraj kaderine terk edildi, İBB hiçbir sürece dahil edilmedi. Melen Barajı'nı hızla tamamlayacağız. AZ KALDI

6- İSKİ’nin arıtma tesisi ve altyapı için ihtiyaç duyduğu krediler mecliste engellendi. Millet İttifakı iktidarında temel altyapı ve çevre projelerindeki engelleri aşacağız. Yeni tesisler için yatırım yapacağız. AZ KALDI

7- Taksim, Kadıköy ve Beşiktaş gibi meydanların şehre yakışır şekilde tasarlanması ilgili kurullarca engellendi, süreçler uzatıldı. Şehirlere, nefes aldıran sembol meydanlar kazandıracağız. AZ KALDI

8- İstanbul’da ulaşım entegrasyonu bakanlık eliyle engellendi, indirimli geçişler engellendi. Yeni metro şirketi kurularak kamuda ikilik yaratıldı. Gece metrosu, aktarmalar uyumlu olacak, ulaşıma tam entegrasyon gelecek. AZ KALDI

9- İBB’nin çok sayıda restorasyon ve meydan düzenleme projesi ilgili kurullarda ya hiç gündeme alınmadı ya da geciktirildi. Tarihî mirasa sahip çıkacak, şehirleri geçmişiyle canlandıracağız. AZ KALDI

10- Kamuya ait alanlar bazı kişi ve vakıflara peşkeş çekiliyordu. İBB'nin bu mülkleri kamuya tekrar kazandırma çabası özellikle engellendi. Kamusal alanlardaki işgalleri ve peşkeşi tamamen bitireceğiz. AZ KALDI

11- Geçmiş döneme ait 40’tan fazla yolsuzluk ve usulsüzlük soruşturma dosyasına İçişleri Bakanlığı el koydu ancak hiçbir işlem yapmadı. Şeffaf bir denetim ve adil bir yargıyla kamuda oluşan zararlara son vereceğiz. AZ KALDI

12- Pandemide ihtiyaç sahipleri için İBB’ye yapılan bağışlar İçişleri Bakanlığı tarafından engellendi ve bağışların biriktiği banka hesapları bloke edildi. İhtiyaç sahiplerine hızlıca sosyal yardım yapılması teklifi engellendi. AZ KALDI

13- Halk Ekmek büfelerinin sayısının artırılmasıyla ilgili teklif, İBB Meclisi’nde uzun süre reddedildi, kamuoyu baskısı ile kabul edildi. Büfe konulan noktalarda AK Partili ilçe belediyeleri engel olmak istedi. AZ KALDI

14- Cumhurbaşkanlığı, deprem dahil acil ve önemli konulardaki randevu taleplerine hiçbir yanıt vermedi. İBB süreçlere dahil edilmedi. Herkes çözümün parçası olacak. Kibirli ve partizan yaklaşıma son vereceğiz. AZ KALDI

15- Taksim Gezi Parkı, Galata Kulesi gibi tarihî alanlar bir gecede uydurma vakıflara devredilerek İBB’nin tasarrufundan çıkarıldı. Bu tepeden inmeci, katakulli işlere son vereceğiz. AZ KALDI

16- İstanbul'un sağlıklı bir şehir planı yapması bakanlıkların rantsal imar düzenlemeleriyle engellendi. Planlama ortak akılla, şehircilik ilkeleriyle yapılacak. Ayrıcalıklı imar ve rant son bulacak. AZ KALDI

17- 2020 Kasım’da krediyle 300 metrobüs almak için İBB Meclisi’nden onay almıştık. Bu yatırımın dış borçlanma onayı Cumhurbaşkanlığınca yatırım programına hâlâ alınmadı. İstanbul'a yepyeni otobüs ve metrobüsler kazandıracağız. AZ KALDI

18- Haydarpaşa ve Sirkeci Tren Garlarının çevresi ile ilgili ihaleyi yeni kurulmuş bir şirkete vermek için İBB'ye absürt engeller çıkarıldı. Tarihî, kültürel alanları kamunun elinde tutacağız. AZ KALDI"

Dudak uçuklatan metro işi - Murat Ağırel / Cumhuriyet

 

Son kitabım Yağma- Sayıştay Belgeleri Kırmızı Kedi Yayınevi’nden çıktı.

Gösterdiğiniz ilgiye çok teşekkürler. Normal zamanda kamuoyunda bu kadar ayrıntılı hesap kitap işlerine çok merak olmaz.

Fakat kitabın gördüğü ilgiye bakarak kıymaya 300-400 lira, soğana 30 lira verdiğimiz dönemde bunun sorumlusunun hangi olaylar olduğunu insanların merak etmesini yadırgamıyorum.

Mesela kitapta yer alan bir örnekle bu olayı anlatayım…

Sabiha Gökçen Havalimanı, Atatürk Havalimanı'nın kapatılmasından sonra daha da önemli bir hale geldi.

Bu havalimanını sık kullanan biri olarak gözle görülür bir yoğunluktan bahsetmemiz mümkün. Yoğunluğa çare olarak bitirilmesi gereken ilave pistler halen bitirilemedi. Aynı derecede çok ciddi ihtiyaç olan Sabiha Gökçen Havalimanı metro bağlantısını bitirmek için harcanan paralar ise dudak uçuklatan cinsten.

Araştırdım, meğer ihalede skandal işler olmuş.

25 Eylül 2014 tarihinde Altyapı Yatırımları Genel Müdürlüğü tarafından 7.4 kilometre uzunluğundaki hattın yapımı için "Sabiha Gökçen Uluslararası Havaalanı Raylı Sistem Bağlantısı İnşaat ve Elektromekanik Sistemler Temin, Montaj ve İşletmeye Alma İşleri Yapım İşi" için bir ihale açılıyor.

14 firma katılırken Gülermak-YSE Ortaklığı 169 milyon Avroluk teklifle ihaleye en düşük fiyat veren firma oluyor.

Kent içi raylı sistem hattı yapımı işi devam ederken proje değişikliği oluyor. Proje değişiklikleri nedeniyle yaptırılmasına ihtiyaç duyulan ilave işler normalinde kanuna göre hizmet alımlarıyla yapım işleri sözleşmelerinde yüzde 20'sine kadar ödeniyor.

Yani yüzde 20'ye kadar maliyet ve iş artışlarında aynı yükleniciyle devam edilebiliyor. Bu bilgiyi aklımızda tutalım.

Ancak iş artışı yapılmayarak söz konusu ilave işler "Sabiha Gökçen Metrosu Yaya Bağlantı Tünelleri ve Kuyruk Tüneli İnşaatı İşi" (ilave iş) ihalesi sonucunda aynı yüklenici üzerine bırakılıyor.

Bu yüklenici ile söz konusu ilave işlerin yaptırılmasını kapsayan 379 milyon 910 bin TL bedelli ayrı bir sözleşme imzalanıyor.

Soru şu: Neden iş artışı yapılmayıp yeni ihale yapılıyor?

Tablo ile anlatalım…

Tabloda ikinci kalemde yer alan "nervürlü demir" ilk ihalede ton başı birim fiyatı 3941.55 TL iken ilave iş ihalesinde ton başı birim fiyatı "yüzde 334.8 artarak" 17 bin 138 TL ye çıkmış.

Tablonun 12. sırasında yer alan "Çelik iksa" için 360.25 ton isteniyor. Ton başı 57.04 TL iken ilave iş ihalesinde ton başı birim fiyatı "yüzde 51 bin 615" artarak 29 bin 500 TL'ye çıkmış. Bu kalem için ödenen bedel 10.6 milyon TL…

Şayet ihale yapılmadan sadece artışı yapılıp ilk birim fiyattan yapılmış olsaydı ne kadar ödenecekti? Sadece 20 bin 548 TL. Aradaki fark tam 10 milyon 606 bin TL fazladan ödeme demek.

Tablonun son sırasında yer alan "UmbrellaArch yapılması işi" 33.750 metre isteniyor. Metresi 3.04 TL iken ilave iş ihalesinde metre başı birim fiyatı "110.999 artarak" 3 bin 380 TL'ye çıkmış. Bu kalem için 114 milyon TL ödenmiş.

Şayet ihale yapılmadan sadece artışı yapılıp ilk birim fiyattan yapılmış olsaydı ne kadar ödenecekti? Sadece 102 bin 600 TL. Aradaki fark tam 113 milyon 897 bin TL fazladan ödeme anlamına geliyor.

Bitmedi…

Böylelikle iş artışı yapılma yolu seçilmeden, pazarlık usulü ile yapılan ihale neticesinde toplamda tam 250 milyon 505 bin TL fazla para ödenmiş.

Yani aynı iş kalemlerini aynı firma yapıyor. İki farklı fiyat uygulaması gerçekleştiriliyor.

Devam edelim…

Sayıştay haliyle bunu idareye sormuş. İdare cevabında, metroyu hızlıca bitirmek için böyle yaptıklarını söylemiş.

Sayıştay da yememiş tabii hemen cevap vermiş. “İki ihale arasındaki tutarlar örtüşmüyor” diyerek kabul edilir bir durum olmadığını söylemiş.

Peki… Sayıştay'ın bile "Kabul edilemez" bulduğu bu skandal karşılığında ne yapılmış? Hiçbir şey!

Yoksulluğumuzun binlerce nedeninden sadece birini yazdım sevgili okur...

Sadece birini…

Murat Ağırel / Cumhuriyet

Silikonlu dudaklar ve estetikli burunlar çağında ilgi manyaklığına bağımlı olmak - Çağdaş Gökbel / soL

 

Aynadaki aksını bir türlü beğenmeyen kendine düşman tüketici yurttaşı tüm içtenliğiyle kucaklıyor kapitalizm. Renklerin ve kimliklerin bir önemi yok, yeter ki para akmaya devam etsin...

Kültürün ne olduğunu anlamak için kelimenin kökenine inmeyeceğim. Dilbiliminin puslu yollarından çıkıp, zaman makinesine atlayarak Roma’nın tozlu yollarında inşa ettiğimiz kültürün toplumlarımıza yaptıklarını anlamaya çalışacağım. Roma, neden modern orduların rüyası oldu? Mucizeyi yaratan şey neydi? Ve çöküşü getiren ve tekrar Avrupa’da kök salmasını sağlayan kültürün tohumlarını toprağa nasıl bıraktı? Cumhuriyet ve sonrasında gelen imparatorluk Avrupa’nın kültür dünyasını şekillendirdi. Bir toplumsal sistem yüzyıllar boyu yaşamını sürdürmek istiyorsa bunu sadece kılıçla, kanla ve zorbalıkla başaramaz...

Savaş tarihçilerine göre, ilkel kabilelerde ve sonrasında kurulan devletsi yapıların oluşturduğu silahlı organizasyonlarda görülmeyen bir şey vardı Roma’da. Zaman makinesinin marifetiyle seçtiğimiz bir 2023 model tüketici yurttaşı Pön savaşlarının tozu dumanına yuvarlayalım. Zavallı zaman yolcumuz, Romalılar tarafından estirilen terörü ve dizginsiz şiddeti gördüğünde dehşete kapılacak, gözleri yuvalarından fırlayacak ve zaman makinesine koşarak geldiği yüzyıla geri dönmek için gözyaşları içinde yalvaracak. Elbette bu kişi Scipio Africanus gibi bir psikopatsa bu manzarayı büyük bir keyifle izlemeyi tercih edecektir.

Kartacalılar, Roma ile olan mücadeleyi neden kaybetti? Savaş tarihçilerinin bu soruya çeşitli yanıtlar ürettiğini biliyoruz. Pek çoğu hatalı bir yaklaşımla kültürü bir kenara itmiş gibi görünüyor. Büyük Roma, Yunan ve Makedon kültüründen aldığı askeri gelenekleri geliştirmiş, bununla da yetinmemiş tarihte o güne dek kimsenin cesaret etmediği ölçüde savaşı bir varoluş meselesine dönüştürmüştür. Bu kültürel bir sıçrayıştır ve bu kültür insanlığa acı bir miras bırakmıştır. Scipio Africanus’un Kartaca’yı medenileştirme projesi, sokaktaki köpeği bile ikiye bölecek bir vahşet dalgası yaratmıştır. Barbarlar, kan banyosu yaptırılarak Romalılaştırılmaktadır.

Bir sarkaç gibi salınan zaman makinemiz, bizi Irak savaşının büyük medeniyet dalgasının ortasına bırakıveriyor. İnsanlık, Roma’dan bu yana muazzam bir şekilde gelişti ve daha karmaşık bir sistem inşa etmeyi başardı. Hatta kutlu imparator ve komutanlarının hayal dahi edemeyeceği silahlar icat etti. Romanın geniş bir coğrafyaya yayılımı ve yüzyıllar süren varlığını, yarattığı askeri kültüre borçlu olduğunu biliyoruz. İlkel atalarından vicdanı, törensel çekişmeleri miras almadıklarını ve tüm bu öldürmekten kaçınma edimlerini sonsuza dek gömdüklerini biliyoruz. Sınıfsal bir ihtiyacın karşılığıdır bu. Bir ödül olarak vaadedilen topraklara ulaşmak için sonsuz bir savaşma açlığı çekmişlerdir.

Tüm bu acı gerçekleri itiraf eden Avrupalı tarihçilerimiz yine de Roma’ya toz kondurmak istemiyor. Moğollar ve Timur’un hanedanlığı onları gölgede bırakacak bir kan banyosuyla yıkadı insanlığı deniyor. Batı söz konusu olduğunda barbarlık asla ona özgü olamaz. Barbarlık, Bozkır’ın atlı kabilelerine özgüdür. Savaşçı görünümü bakımından haksız, kültür bakımından haklı bir yorum gibi kabul edilebilir. Kültür yaratamamış, yazıyla bağ oluşturamamış ve toplumsal yaşamı hukuk kurallarıyla düzenleyemeyi başaramamış Türk kabileler konfederasyonlarının geleceğe fantastik yıkım ve savaş hikâyelerinden başka bir şey bırakmadıklarını düşmanlarının kaynaklarından okuyoruz. Kendi tarihlerini bile yazma ihtiyacı hissetmemişler. Benzer bir yaşam biçimi yağma ekonomisiyle ayakta kalan ve şiddetin kendisini bir ekonomik doğal gerekliliğe indirgeyen Vikinglerde görüyoruz. Peki, yasalar hazırlayan ve geleceğin kültürüne geri dönüşü olmayacak bir biçimde etki eden Roma yıkılmadı mı? Yıkıldı ama ardında bıraktığı kültür, Osmanlı hanedanlığının dahi sahiplenmek istediği unvanlar bıraktı.

Savaş tarihçilerinin bakış açısıyla son bir adım daha atalım. Roma, önce kültürel olarak çökmüş gibi görünüyor. Germenlerin Roma ordusu içinde kendi dilinde attıkları savaş naraları, koca imparatorluğun çöktüğünü muştuluyordu. Romalılaştırma projesi çöktüğünde aslında ortada çoktan bir Roma kalmamıştı. Şimdi, zaman makinesini bugüne ayarlayabiliriz...

Demek ki kültürü üretmekte ve toplumlara kabul ettirmekte zorlanan bir sistem artık çökmek üzeredir. Bugün, böyle bir şeyle karşı karşıya mıyız? Büyük güçlerin karşı karşıya geldiği çatışma ve hegemonya kavgasında kültürel bir kırılmanın eşiğinde miyiz? Maalesef buna dönük hiçbir işaret görünmüyor. İngilizce, mevcut evrensellik konumunu sürdürmeye devam ediyor ve savaşıyor gibi görünen tarafların aslında en kritik konu olan kültürle ilişkilenmediği, bu kültüre kafa tutmadığı görülüyor. Aksine kapitalist yarışmacı kültür, tüm toplumlara bir hastalık gibi yayılmaya devam ediyor. Benzer ekonomik sisteme sahip ama çeşitli paylaşım kavgaları nedeniyle karşı karşıya gelen ülkelerin kapitalist Amerikan kültürüyle (kültür endüstrisiyle) kavga etmek gibi bir niyetleri yok. Kimse kendi varlığının sigortası olan hasta insanla ve onun hastalık yayan kültürüyle uğraşmak istemiyor. Para kasalarının dolmaya devam etmesi için bireyin hastalıklı halinin devam etmesi gerekiyor. Kimse tüketici yurttaşı yıkma cüretini aklının ucundan bile geçirmiyor. Hamburger yemeye, tweetler göndermeye, tiktok videosu çekmeye ve binlerce beğenin peşinde şizofrenik bir toplumsal iklimde kıvranmaya devam etmemiz isteniyor. Tarihin kanlı sayfalarından, psikolojinin karanlık dehlizlerine sürükleniyoruz... 

Herbert Marcuse, toplumları iletişim bilimleri ve psikoloji çerçevesinde çok iyi bir biçimde analiz ediyor. Frankfurt Okulu ile ilgili tartışmaları ve Marcuse hakkındaki karanlık yönleri şimdilik bir kenara bırakalım. Buradaki tartışmalar özellikle bu alanda çalışan insanların zihninde büyük bir yük bırakıyor ve bu ideolojik cepheleşme öğrenme sürecini yaralıyor. Herbert Marcuse, ileri endüstri toplumlarını incelediği ‘The One-dimensional Man’ (Tek Boyutlu İnsan) adlı eserinde günümüz toplumlarının nasıl bir kültürel zorbalık altında yaşadığını tüm çıplaklığıyla gözler önüne serer. Bu toplumlarda ‘özgür irade/tercihten’ söz etmek kapitalist toplumun kültürel meşruiyetine destek sağlamaktan başka bir şey değildir. Dev iletişim araçlarıyla artık anlık olarak manipülasyona açık hale gelen zihinlerin, iğfal edilmediği tek bir an yok gibidir. Bu iletişim bombardımanı kendisini tüm bu kültürel iklimden çıkarmayı başarmış ve bir biçimde ‘muhalif’ kültüre geçebilmiş insanlar için de delirticidir. Hatta onlar için daha büyük bir tehlike söz konusudur. Toplumsal kültürle uyumsuzluk peşinden pek çok psikolojik yük getirir.

Gelelim meselenin sığlık boyutuna. İletişim fakültesinde yer aldığım dönemde sık bir biçimde duyduğum en saçma argümanlardan birisi şuydu: “Özgür irade diye bir şey yok diyorsun ama sen nasıl böyle düşünmeyi başarabildin?” Özetle, sen nasıl tüm bu kitle iletişim araçlarının ve kültür fırtınasının dışında kalabildin deniyor. Ne kadar kalabildiğimi ben de sık sık soruyorum kendime. Bazen kaçabildiğimi söyleyemem. Hiç ihtiyacım olmayan bir şeyi satın alırken yakalıyorum kendimi. İnsan, toplumdan kaçamaz. Ayrıca koca bir kültür endüstrisi tartışması, sen nasıl oldun da kendini sıyırdın sığlığına indirgenemez. Ana akım Amerikancı iletişim modeline iman etmişlerin uydurduğu bir sığlık bu.

Damardan şırıngayla mı bu bilgileri alıyoruz, yoksa sihirli mermiyle mi vuruluyoruz? Sürekli bilimi kutsayan ve herkese korkunç bir tarafsızlık (aslında bu kapitalizmden yana bir taraflılık çağrısıdır) dayatan akademinin sömürü ilişkilerinin devamı için ‘özgür irade’ sorgulamasından kaçınması gerekir. ‘Bireyler özgür iradeleriyle tercihte bulunurlar ve başlarına bir şey gelirse bunun sorumluluğunu sistemde değil kendilerinde aramalıdırlar’. Bu yüzden iradeye ilişkin sarsıcı söylemler bilimsel olmayan hurafelerdir. Sonuçta herkes televizyondan eşit derecede etkilenmez, öyle değil mi? Sanki günümüzde tek kitle iletişim aracı televizyonmuş gibi. 

Sick of Myself, Norveç ve İsveç yapımı bir film. Filmin adı Türkçe’ye İlgi Manyağı olarak çevrilmiş. Filmin başkarakteri Signe adeta yüzümüze tutulmuş bir ayna gibi. Yaşadığımız ve kişisel çıkarlarımız uğruna yalnızlaştığımız bu toplumda yaratılan kültür eliyle nasıl hasta edildiğimizin açık bir örneği. Zaten bireyin önünde iki yol var gibi görünüyor. Ya çıkışı devrimci bir yolda aramak ya da kültürün getirdiği huzursuzluklarla baş etmeye çalışmak. Filmi merak edebilecek okurları düşünerek filmin içeriğine dair uzun boylu bir şeyler yazmayacağım. Sadece Signe’nin bir sahnede ‘özgür iradeye sahip olmadığı’ itirafını seyirciye karşı açık açık yapabilmesine odaklanacağım. Filmi izlemeye başladığım andan itibaren Marcuse’un teorik bakış açısının bıraktığı izleri takip etmenin önemini bir kez daha anladım. Özgür irade/seçim tartışmasında anlaşılmayan nokta şu: Toplumun elinden örgüt denen silah alındığında birey kendisine boca edilen kültür karşısında tamamen savunmasız kalıyor. Burada anlatılan Amerika ve Avrupa toplumlarıdır. Evet, örgütlerin tamamen silikleştiği ya da kapitalist liberal kültürle uzlaştığı bir toplumsal iklimde birey özgür iradeyi nerede bulacak? Maalesef bu konular bu şekilde tartışılmıyor. Tartışmaları saçma sapan bir kelime üzerine indirgemek ya da odaklamak günümüz toplumlarının bir hastalığı. Toplumsal iletişime dönük olarak geliştirilen her araç, bu hastalıklı kültürün yayılımına hizmet ediyor. Facebook, Twitter vb. Demek ki çeviri eserleri değerlendirirken yazarın bulunduğu toplumun yerel mücadele başlıkları gözardı ediliyor. Toplumların Amerikan kültürü potasında eritilmesi çabaları, coğrafya algısının tamamen ortadan kalkmasına neden oluyor. Afganistan, Pakistan, Irak ve Libya gibi savaşla darmadağın edilen ülkelere baktığımızda dünya adım adım kültürel bir felakete doğru sürükleniyor gibi görünüyor.

Filmin perspektifinden devam edecek olursak, koca koca markalar bir eşitlik furyası başlattı. Irk, cinsiyet ve kıyafet üzerinden tanımlanan bir din özgürlüğü. Liberalizm, estirdiği özgürlük ve eşitlik fırtınasında yine paranın peşindeydi. Siyah, kilolu ve Asyalı mankenler kalıpları yıkmaya hazırdı. Koca koca markalar medyadaki güzellik ve cinsiyet algısına karşı savaş açmıştı. LGBTİ bireyler temsil edilecek, zayıflık bir altın oran ölçüsü olarak kadınlara dayatılmaktan vazgeçilecekti. Kapitalizmin anlamsız özgürlük vaatleri furyası bu fırtınayla başlamış oluyordu. Oysa sistem temelde kurduğu eşitsizlikler sayesinde, bağımlı bir ilişki yaratarak çeşitli sektörlerdeki sınırsız tüketim akışına ihtiyaç duyuyordu. Bağımlı ilişki, kapitalizmde en çok tercih edilen ilişki biçimidir ve bireyin köleleştirilme sürecidir. Bir kez plastik cerrahın eline güzelleşmek umuduyla yatan biri, bir daha o masadan kalkamıyordu. Önce burun, sonra göğüsler, kalçalar ve elmacık kemiklerine doğru uzanan mucizevi bir yol. Kutsal sağlık hizmetlerimiz artık o kadar da kutsal değil. Çünkü piyasa tanrısının avuçlarının arasında buharlaşmaya devam ediyor. United Colors Of Benetton şirketinin tüm halkla ilişkiler ürünü sanat eseri posterlerine rağmen kapitalizm eşitsizlikler üretmeye devam ediyor.

Tüm bu eşitlik çağrıları üretim biçimimizle ve onun ürettiği kültürle doğrudan uyum sağlamıyor. Bu yüzden tamamı tüketim ilişkileriyle ve bu kültürün yaygınlaştırılmasıyla ilişkilendiriliyor. Kültüre uyum sağlamakta zorlanıyor musun? Kendini toplumun dışında bir insan olarak mı hissediyorsun? Üzülme! Senin için tasarladığımız ürünlerle radikal mesajlarını üzerinde taşıyabilirsin. İnsan bedeninin bir göstergeye hatta bir gösteriye dönüştüğü bir ortamda akıl sağlığından söz etmek safdillik gibi görünüyor. Türkiye’deki televizyonları açtığımda medyanın alışkanlıklarını bırakmadığını görüyorum. Kanallar değişiyor ama sanki estetikli yüzler hiç değişmiyor. Diziler, haber bültenleri hep o manyak altın oranı yansıtıyor. Sözde muhaliflere kaçarken, doluya tutuluyor zavallı insan! Hedefte sadece kadınların olduğunu düşünmek aptallık. Erkeklerde bu kozmetik-estetik çağrının muhatabı ve artık pek çoğu bu çağrıya celp ediyor. Cinsiyetçi düşünen bir adam mısın? Hayır, değilim. Neden öyleyse makyaj yapmıyorsun? Politik doğruculuk ve kimlik siyasetinin cinsiyetçi eşitlik terörizminin ardından bağımlı tüketim kültürünün renklerle bezeli havuzuna bırakıyorum bedenimi.

Şirketler tek bir cinsiyet grubuna hitap etmekten nefret eder. Toplumun tamamına ürün satmak varken neden yarısıyla ilgileneyim ki? Bu çabaların en meşhuru SİGARADIR. Feministler ve kadınların özgürlüğü için savaştığını iddia edenler, bu meşhur pazarlama hikâyesinden gerekli dersi gerçekten çıkarabildiler mi? Gelinen noktaya ve yaratılan yeni toplumsal iletişim rüzgarına baktığımda kimsenin hiçbir şeyden ders almadığı açıkça görülüyor. Sigara firmaları ürünün eril kimliğinden çok rahatsızdı ve kâr oranlarını yükseltmek istiyorlardı. Bunun tek bir yolu vardı, kadınların sigarayla özgürleştirilmesi. Hemen mucize çocuk Edward Bernays göreve çağırıldı ve vakit kaybetmeden işe koyuldu. Erkeklere özgü bir sembole dönüşen sigarayı, manipüle ettiği bir kadın eyleminde özgürlük meşalesine dönüştürüverdi. Penisle ilişkilendirilen ve psikolojik yönleriyle de incelenen sigara, milyonlarca kadına göz göre göre ölme özgürlüğü verdi. Kadın hakları için savaşan üstün zekalı pek çok insan bu özgürlük meşalesine sıkı sıkıya sarıldı. Demek ki manipüle edilmenin kadını ya da erkeği yok. Milyonlarca kadının yaşamı özgürlük meşalesiyle ve tatlı bir özgürlük şarkısıyla yok edildi. Şimdi, sigara firmaları yeni meşalelerini elektronik sigaralarda bulmuş gibi görünüyor.

Demek ki karşı kültürü yaratmak istiyorsak, bize karşı kullanılan bir kavramı ‘terörü’ harekete geçirmek zorundayız. Kafamızda olumsuz anlamlar çağrıştıran ve Fransız devriminin jakoben zorbalığıyla ilişkilendirilen bu kavramın bize öğretilenin aksine tamamen olumsuz bir anlamı yok. Her gün kapitalizmin geleceği uğruna üzerimizde uygulanan bir şeyi karşı amaçlar uğruna kullanmaktan bahsediyorum. Hukuk felsefesi ne güzel öyle değil mi? İktidar yapınca meşru, karşıtları yapınca büyük günah. Sigara içen dostlarımıza karşı amansız bir terör uygulamalıyız. Tıpkı tüketimci ve sözde çok eşitlikçi reklam kampanyaları gibi. Böylece özgürlük meşalelerini her yaktıklarında neyle karşı karşıya olduklarını iyice bir düşünürler. 
Kuramsal ardalana dair son bir not daha bırakmamız gerekiyor. Hayattaki tüm işi, iletişim bilimleri olan birisi sadece Marksist alanı gözlemlemekle yetinemez. Ayrıca sadece buraya bakmak büyük bir körlük yaratır. Çünkü, devletin ve kurumların sahipleri kapitalist toplumları yıkmak üzerine teori inşa edenler değildir. Bu yüzden İlgi Manyağı filmini yorumlamak için teknolojik determinizmin izlerini, Toronto okulunu ve Marshall McLuhan’ı takip etmemiz gerekmekte. Onların teorileri çürüdü; McLuhan’ın teknolojisi bizlere sonsuz bir mutluluk getirmedi, bu yüzden incelemenin hiçbir anlamı yok gibi garip duygulara kapılanların derhal alanı terk etmesi isabetli olacaktır. Bir vesileyle üzerinde son zamanlarda çalıştığım iletişim tarihinin geçmişle bağlarını Toronto okulu sayesinde daha net bir biçimde görebiliyorum. Roma, kültürünü sadece kılıçla ve mızrakla yaymadı. Binlerce kilometreyi bulan düzenli yolları, Roma’nın iletişim ağlarıydı. Amerika, kurduğu internet ağlarıyla tıpkı Roma’nın yolları gibi zihinlerimize uzanan yollar açtı. Kültür bu yollar sayesinde bize ulaşıyor... Böylece güzelleşme ve tüketim çağının masum, özgür iradeli gönüllüleriymiş gibi görünen kurbanlarına dönüşüyoruz.

Güzelleşme çağının kurbanı yine toplumun en zayıf diye nitelendirilebilen gruplarında filiz veriyor. Gençler ve kadınlar. Burnunu, kaşını ve aynadaki aksını bir türlü beğenmeyen kendine düşman tüketici yurttaşı tüm içtenliğiyle kucaklıyor kapitalizm. Renklerin ve kimliklerin bir önemi yok, yeter ki para akmaya devam etsin! İşte İlgi Manyağı filmindeki Signe ve Thomas'ın hastalıklı ilişkilerinin temelinde yarışmacı/rekabetçi toplumun açtığı yaralar olduğunu rahatlıkla görüyoruz. O yaralar, Roma’nın Kartaca’da yarattığı kan havuzuna çok benziyor. Ve biz beğensekte beğenmesekte Herbert Marcuse, ‘Eros and Civilization: A Philosophical Inquiry Into Freud’ (Eros Ve Uygarlık/ Freud Üzerine Felsefi Bir İnceleme) gibi temel eserlerinde delirmiş bir toplumsal düzenin iç yüzünü anlatmaya devam ediyor...

Çağdaş Gökbel / soL

Cambridge Analytica skandalı nedir? Kılıçdaroğlu, Fahrettin Altun ve ekibine yaptığı uyarıda bahsetmişti + Fahrettin Altun'dan Kılıçdaroğlu'na yanıt geldi: İsim vererek ‘Cambridge Analytica’ uyarısı yapmıştı (YENİÇAĞ)

 Cambridge Analytica skandalı nedir? Kılıçdaroğlu, Fahrettin Altun ve ekibine yaptığı uyarıda bahsetmişti 

Millet İttifakı Cumhurbaşkanı Adayı Kemal Kılıçdaroğlu, Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı Fahrettin Altun ve ekibini, “Cambridge Analytica'cılık oynamak” ile suçladı. Kılıçdaroğlu'nun, bahsettiği Cambridge Analytica’nın, Facebook'tan aldığı bilgileri siyasi tercihleri etkilemek için kullandığı ortaya çıkmıştı.

CAMBRİDGE ANALYTİCA SUÇLAMASI NE ANLAMA GELİYOR?

BBC Türkçe’nin haberine göre; Cambridge Analytica skandalı 2018 yılında, 50 milyon Facebook kullanıcısına ait verilerin usulsüz kullanıldığının ifşa olması ile patlak verdi. Şirket, 'tüketici, takipçi, seçmen davranışlarını değiştirmek isteyen' iş dünyası ve siyasi partilere hizmet sunan bir veri analiz şirketi olarak çalışıyordu.

Zaman içinde kullanıcı verileri usulsüz şekilde elde edildiği belirlenen kişi sayısı 90 milyona yaklaştı. Şirketin, ABD'de Donald Trump'ın başkan seçilmesinde ve İngiltere'nin Avrupa Birliği'nden çıkma (Brexit) süreçlerinde, seçmen davranışları üzerinde etkili olduğu düşünülüyordu.

Skandal İngiliz The Observer gazetesinin haberi ile gün yüzüne çıktı. Gazete 2014 yılında 50 milyon Facebook kullanıcı profilinin İngiltere merkezli Global Science Research şirketi tarafından toplandığını yazdı.

'TAM TEŞEKKÜLLÜ PROPAGANDA MAKİNESİ'

Kullanıcı bilgileri bir kişilik testi ile elde edildi. Testi yapmaları için ücret ödenen Amerikalılar ile bu kişilerin Facebook arkadaşlarının sosyal medya verileri ele geçirilmişti. Süreçte, Cambridge Analytica'nın seçim sandıklarındaki tercihleri etkileyebilecek ve öngörebilecek güçlü bir yazılım kullandığı iddia edilmiş ve bu sistem 'tam teşekküllü propaganda makinesi' olarak tanımlanmıştı.

Şirketin yöneticisi olan Alexander Nix, "Demokratlar teknoloji devriminde öncülük ediyordu, veri analizleri ve dijital dünya ve Cumhuriyetçilerin rekabet etmekte başarısız olduğu alanlardı. Biz de bunu bir fırsat olarak gördük" demişti.

ZUCKERBERG ABD KONGRESİ'NDE İFADE VERMİŞTİ

Şirket ise usulsüzlük yaptıkları iddialarını reddetmiş ve verilerin hiçbirinin ABD'de 2016'daki başkanlık seçimlerinde kullanılmadığını savunmuştu.

Facebook'un kurucusu ve yönetim kurulu başkanı Mark Zuckerberg, kullanıcı bilgilerinin izinsiz paylaşılmasıyla ilgili süreç içinde ABD Kongresi'nde ifade verdi ve özür diledi.

Şirkete tarihi bir miktar olan 5 milyar dolar ceza kesildi. Cambridge Analytica şirketi de kapatıldı.

                                                     /././

Fahrettin Altun'dan Kılıçdaroğlu'na yanıt geldi: İsim vererek ‘Cambridge Analytica’ uyarısı yapmıştı.


 

(YENİÇAĞ)

1 Mayıs 2023 Pazartesi

Bakanlık’ta halk plajı vurgunu! - Yusuf Yavuz / soL

 

                                        TURAŞ A.Ş’nin önceki genel müdürü Tayhan Şimşek.

Bakan Ersoy’un talebiyle hazırladığı rapor nedeniyle istifaya zorlanan TURAŞ A.Ş’nin eski genel müdürü Tayhan Şimşek, kurumdaki halk plajı görünümlü yolsuzluk ağını deşifre etti!

Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından Antalya’daki Phaselis antik kentinde yapımı devam eden iki ayrı halk plajı projesiyle ilgili tartışmalar sürerken plajı işletecek olan Bakanlık bünyesindeki TURAŞ A.Ş’nin önceki genel müdürü Tayhan Şimşek, kurumdaki usulsüzlük ve yolsuzluklara ilişkin açıklamalar yaptı. Şimşek, kurumdaki bazı yolsuzluk ve rüşvet belgelerini de açıkladı. Antalya’da basın mensuplarının sorularını yanıtlayan Şimşek, Bakan Ersoy’un talimatıyla Ağustos 2022’de TURAŞ’a genel müdür olarak atandığını ancak kurumdaki yolsuzluklarla ilgili hazırladığı rapor nedeniyle istifaya zorlandığını belirterek, “Raporların içerikleri ağırlaşmaya başlayınca ‘yukarı’ taraftan çok beğenilmedi ve istifa etmem karşılığında Lara Düğün Salonunun tarafıma verilmesi teklif edildi. Ben hayır dedim, bundan sonra da yalnızlaştırma ve istifaya zorlanma süreci oldu” diye konuştu.
 
TURAŞ A.Ş, Kültür ve Kültür ve Turizm Bakanlığı bünyesinde faaliyet gösteren bir şirket. Bakanlık bünyesindeki TUDAV VE DÖSİM gibi kuruluşlar TURAŞ’ın ortakları arasında. Turizm bölgelerinde atık su arıtma hizmeti veren TURAŞ, son yıllarda halk plajı işine de yöneldi. Antalya, Çeşme, Bodrum gibi sahillerde TURAŞ’a bağlı 13 halk plajı bulunuyor. Ancak daha önce kayyum atanan kurumu iki aydır ülke gündeminde tartışma konusu haline getiren süreç Antalya’daki Phaselis antik kentinin koruma sınırları içerisinde inşa edilen iki yeni halk plajı projesi ile başladı.

Phaselis'te silahlı asker eşliğinde halk plajı ısrarı

Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın 47 milyon artı KDV bedelle 30 Ocak’ta ihale ettiği halk plajı projesi, Phaselis antik kentinin koruma sınırları içerisinde yer alan ve 1. derece arkeolojik sit alanı statüsündeki Alacasu ve Bostanlık koylarını kapsıyor. Yörede yaşayan vatandaşlar ile meslek odalarının yargıya taşıdığı proje hakkında Antalya 3. İdare Mahkemesi 13 Nisan’da yürütmeyi durdurma kararı verdi. Mahkemenin yürütmeyi durdurma kararı, projeye dayanak oluşturan 13 Ekim 2022 tarihli Koruma Kurulu kararını kapsıyor. Ancak yargı sürecine rağmen jandarma ve komandolar eşliğinde inşaatın devam etmesi ve seçime kadar bitirileceği belirtilmesi tepki çekiyor.

'Kimi kimden koruyorsunuz?'

TURAŞ A.Ş tarafından işletilecek olan Phaselis’teki halk plajlarında bu şekilde inşaata devam edilmesini eleştiren kurumun önceki genel müdürü Tayhan Şimşek, “Ben oradaki inşaatın jandarma tarafından korumaya alınmasını doğru bulmuyorum. Kimi kimden koruyorsunuz? Oraya bu şekilde güvenlik şeridi çekilmesi doğru değil” dedi.


‘Raporun ardından istifa etmem için düğün salonu teklif edildi'

Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy’un talebiyle Ağustos 2022’de TURAŞ A.Ş’ye genel müdür olarak atandığını ve kurumdaki sorunların çözümüne ilişkin çalışma başlattığını anlatan Şimşek, “Bizzat Bakan Bey’in talimatıyla işleyiş ve denetim raporları hazırladım. Bu raporları hazırlarken bazı noktalarda sorunlarla karşılaştım. Bu problemler yukarı doğru gitti. Raporları hazırlarken süreç iyi ilerliyordu. Hazırladığım raporları da Teftiş Kurulu ile günlük olarak paylaşıyordum. Raporların içerikleri ağırlaşmaya başlayınca ‘yukarı’ taraftan çok beğenilmedi sanırım. Ondan sonra istifa ettirilmem ve istifa süreci başlatıldı. İstifa etmem karşılığında Lara düğün salonunun tarafıma verilmesi teklif edildi. Ben ‘hayır’ dedim. Bundan sonra da yalnızlaştırma ve istifaya zorlanma süreci oldu” iddialarını dile getirdi.

‘Altyapılara girince rapora son vermem istendi'

Antalya’da basın mensuplarının sorularını yanıtlayan Şimşek, kurumdaki sorunlu işleyiş hakkında hazırladığı raporların ardından yaşadıklarını ise şöyle anlattı: “Hazırladığım raporlarda yukarıdaki insanlar da işin içine giriyordu. Plajlardaki inceleme ve denetimleri bitirip altyapılara girdim. Burada büyük sorunlarla karşılaşınca bu konuda geri adım atmam istendi. Rapora son vermem istendi. Burada bir baskı oluştu” ifadelerini kullandı.

47 milyona ihale edilen Phaselis projesine 22 milyonluk maliyet

Son günlerde gündemden düşmeyen Phaselis antik kentindeki halk plajı inşaatı ve ihale süreciyle ilgili de açıklamalarda bulunan TURAŞ’ın eski genel müdürü Şimşek, görev yaptığı dönemde hazırladığı yaklaşık maliyet çalışmasında projenin 22 ila 25 milyon civarında bütçesi olduğunu belirterek, “TURAŞ’ın geçmişte kendi yaptığı plajlar da var. Bu plajı biz yaparsak maliyeti ne olur gibi bir çalışma yaptık. O çalışmada da ben daha önceki yaptığımız plajlarla ilgili elimizde doneler vardı, bunlardan yola çıkarak şirketlerden teklifler aldık. Bir maliyet çalışmasıydı. Bu çalışmada Phaselis’te yapılması 22 ila 25 milyon TL tutarında bir maliyet hesapladık. Benim şirketlerden aldığım teklifler EKAP’a girilmiş resmi teklifler değil.”

Phaselis ihalesi de Bodrum'da yaşananlarla aynı

Phaselis’teki projenin 47 milyon +KDV bedelle ihale edilmesiyle ilgili soruya da yanıt veren Şimşek, “Daha sonra Bakanlık Yatırım İşletmeler üzerinden ihaleye çıkmış. Arada oluşan bu kadar fiyat farkını şöyle değerlendirebiliriz: Bodrum 3. Sulh Hukuk Mahkemesi’nin 2020/24 sayılı dosyasına konu olan plajda bilirkişi raporuna göre ihale bedeliyle ödenen miktar arasında 3 milyonluk fark var. Burada yaşanan bazı konuların Phaselis örneğinde de aynı olduğunu düşünüyorum” dedi.

‘Jandarmanın gelmesinden Bakan Bey'in bile haberi olduğunu düşünmüyorum'

İhalelerdeki yüksek fiyat farklarını nasıl değerlendirdiği sorusunu da yanıtlayan Şimşek, TURAŞ’ın bakanlık bünyesinde bir şirket olduğunun altını çizerek, Bakanlık içerisinde iktidara bağlı siyasi bir yapılanma bulunduğuna işaret ederek bunun araştırılması gerektiğini dile getirdi: “Benim görev yaptığım dönemde TURAŞ’ta bir şahıs vardı. Bu şahsı Google’dan aratınca 15 Temmuz öncesinde vukuatları olduğu görünüyor. Basın bunu araştırmalı. Ben bu işlerde biraz bu şahsın parmağı olduğuna inanıyorum. Şunu da açıkça söyleyeyim; oraya (Phaselis’e) jandarma gelmesinden Bakan Bey’in bile haberi olduğunu düşünmüyorum.”

Belek ve Kadriye plajlarında döviz vurgunu

Görev yaptığı dönemde TURAŞ’ın işlettiği Antalya’daki Belek ve Kadriye plajlarında hesaplarda döviz girdisi bulunmadığına dikkati çeken eski genel müdür Şimşek, yaptıkları incelemede plaj işletmelerinde düşük fiyattan döviz alındığını ancak bozdurarak haksız kazanç elde edildiğini tespit ettiklerini belirterek şöyle konuştu: “Başlangıçta bu kadar büyük sorunlarla karşılaşacağımı ben de bilmiyordum. Ben başladığım noktadan itibaren hiçbir zaman siyasi bir amaç gütmedim. Mesleğimi yapmaya çalıştım. Mesleğim muhasebecilik ve otel yöneticiliğiydi. Bu alanda bir sorun olduğunda sorunları çözmeye, iyileştirmeye çalışırsınız.”

'Binalar bakanlığın ancak işletmeler kiraya veriliyor'

Kültür ve Turizm Bakanı Ersoy’un Phaselis’de yapılan plajları bakanlığın işleteceğini, üçüncü şahıslara ya da firmalara kiraya verilmeyeceğine ilişkin açıklamasına da değinen Şimşek, “Binalar bakanlığın olabilir ancak içindeki işletmeler kiraya veriliyor” dedi.

İşletmecinin kurum personeline verdiği 50 bin TL tutanağa girdi

TURAŞ’ın eski genel müdürü Şimşek’in açıkladığı belgeler arasında kurumdaki rüşvet çarkını gözler önüne seren banka dekontları ve tutanaklar da yer alıyor. TURAŞ’a bağlı Antalya Serik’teki Kadriye Halk Plajı’nda yapılan incelemede ortaya çıkan yolsuzluk ve rüşvet tutanakla kayıt altına alındı. 24 Ağustos 2022 tarihli tutanakta, plajda işletmecilik yapan üçüncü şahıslardan kurum yöneticilerinden birine 50 bin lira elden para verildiği belirtiliyor. Aynı tutanakta Bakan Yardımcısı Nadir Alparslan’ın talimatıyla işletmeler açılıp kapatıldığı iddiasına yer veriliyor.


‘Kişisel verilere ulaşan, hakime talimat veren şahıs kim?'

TURAŞ’ın eski Genel müdürü Tayhan Şimşek’in hazırlayıp Kültür ve Turizm Bakanlığı Teftiş Kurulu’na sunduğu raporda, şirkette görevli kişilerin banka hesapları ve mal beyanlarının kontrol edilmek istendiği ancak bunun tehdit yoluyla engellendiği öne sürülüyor. F.K. adlı kişinin bakanlıktaki görevinin de sorgulandığı raporda, “Bu şahıs, ‘Bakan müşaviriyim’ diyerek ortada gezmektedir. Şahsın geçmişi belliyken kişilerin kişisel verilerine bir telefon ile ulaşan ve hâkime talimat veren bu şahıs kimdir?” ifadelerine yer veriliyor.

Yusuf Yavuz / soL