23 Mayıs 2023 Salı

Suriye bölge ile normalleşirken, Türkiye'de tehlikeli 'mülteci gönderme oyunu' + Göçmen politikasını belirleyen ama sesi çok duyulmayan bazı kesimler + Türkiye’de göçmen işgücünü kim istiyor? (soL)+


Suriye bölge ile normalleşirken, Türkiye'de tehlikeli 'mülteci gönderme oyunu' (İREM YILDIRIM -sol/SÖYLEŞİ)

Seçimin ana gündemi mülteciler haline geldi. soL'a konuyu ve Suriye'nin Arap Birliği'ne yeniden katılmasını değerlendiren gazeteci Musa Özuğurlu 'mülteci gönderme oyununun' tehlikelerine işaret etti.

Suudi Arabistan'ın Cidde kentinde düzenlenen 32. Arap Birliği Liderler Zirvesi'ne 12 yılın ardından Arap Birliği'ne yeniden davet edilen Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad da katıldı. Arap Birliği zirvesinde konuşan Suriye Devlet Başkanı Esad "Önümüzde ilişkilerimizi en az dış müdahaleyle yeniden düzenlemek için tarihsel bir fırsat var" dedi. 

12 yıl sonra yeniden başlayan temas ve Ortadoğu'ya etkilerini gazeteci Musa Özuğurlu ile konuştuk. Zirveyi değerlendiren Özuğurlu Türkiye'de seçimler yaklaşırken ana gündem maddesine evrilen Suriye-mülteciler-Türkiye seçimleri üçgenini soL'a değerlendirdi, tehlikelere işaret etti.

Arap Birliği zirvesine 12 yıl sonra Suriye’nin dönüşü ve Ortadoğu bağlantılı yeni dinamikler nasıl okunmalı? Zirveyi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Suriye’nin Arap Birliği’nden ve dolayısıyla Arap dünyasından dışlanması büyük bir boşluk doğurdu. Zira Ortadoğu siyaseti ve özellikle Filistin meselesi göz önüne alındığı zaman Suriye’nin merkez konumdaki ülkelerden biri olduğu aşikar. Suriye gerek Filistin-İsrail probleminde gerekse Lübnan politikasında her zaman Müslüman-Arap dünyasının sahada ihtiyaç duyduğu ülkelerden biriydi.

Hafız Esad döneminden bu yana Arap dünyasında etkin bir politika sürdüren Suriye’nin boşluğu diğer ülkeler tarafından doldurulamadı. Ancak son dönemde Ortadoğu’da Arap-İslam ülkeleri arasında yaşanan görece yumuşama yeni dengeler doğurdu. Hem bu yumuşamanın daha etkili olması hem de sürecin pratikte tamamlanabilmesi için tablonun Suriye ile tamamlanması gerekiyordu. Bir başka açıdan bakılacak olursa küresel siyasette yaşanan gelişmeler artık Ortadoğu’da sorunlu bölge olmasını kaldıramıyor. Yani klasik Amerikan müttefiki olan Arap ülkeleri de yeni dengelere göre hareket ediyor, bu da Suudi Arabistan gibi bölgesel aktörlerin Arap coğrafyasına daha etkili olmasını gerektiriyor. Sonuç itibari ile Suriye olmadan bu etki sağlanamaz. Diğer yandan Suriye sorunlu bir ülke olmaya devam ettiği sürece yumuşamaya zararı olacaktır. Bütün bunlar toparlandığında artık Suriye’de normale dönüş zaruri hale geldi ve Arap ülkeleri gereken yeniden üyelik adımını attı.

'Ortadoğu'da yeni bir 'Arap ruhu' canlanıyor'

Başta ABD olmak üzere Batı’nın Suriye ile normalleşme adımlarına karşı olduğunu açıkça ifade etmesine rağmen bu gelişmelerin yaşanması ABD’nin Ortadoğu’da artık istediği gibi politika yapıcı-uygulayıcı olmadığını da gösteriyor. Bu da Ortadoğu’da yeni bir “Arap ruhunun” canlandığı anlamına geliyor. Elbette Ortadoğu’da her an her şeyin değişebileceğini göz ardı edemeyiz. Ancak şu andaki durum devam ederse önümüzdeki yıllar barış ve görece huzurun geleceği yıllar olabilir. Filistin meselesine Arap ülkeleri bundan sonra daha konsantre yaklaşabilir. Lübnan’da da muhtemelen bir orta yol bulunacak ve siyasi kriz en aza indirgenecektir. Yani Suriye’nin normalleşmesi olumlu birçok süreci beraberinde getirecek gibi görünüyor. Sonuç itibari ile Suriye’nin diğerleri ile ve diğerlerinin de uzun yıllardır çözemedikleri problemler ile uğraştığı bir süreçten daha uyumlu hareket edilecek bir döneme girilmiş oluyor.

'Esad yıllar sonra meşruiyetini Arap ülkelerine tekrar kabul ettirdi'

Suriye açısından bakılacak olursa: Esad yıllar sonra meşruiyetini Arap ülkelerine tekrar kabul ettirdi. Bu kabulleniş Esad’ın zaferi olarak görülebilir. Deyim yerindeyse yedi düvele karşı savaşında -büyük yara aldı ancak- yenilmedi. Bundan sonra başta Suudi Arabistan ile olmak üzere Arap ülkeleri ile ilişkileri geliştirmesi Esad’ın işini daha da kolaylaştıracaktır. Suriye’de siyasi süreç de bundan sonra daha rahat ilerleyebilir. Ekonomik açıdan rahatlama yaşanabilir ki Suriye’nin en önemli sorunlarından biri de ekonominin çökmüş olması. Esad Arap ülkeleri ile bu adımları attıktan sonra muhtemelen Batı’ya da yönelecek ve normalleşme adımları atacak. Bu elbette kolay olmayacak ancak Ortadoğu’nun önde gelen ülkelerinin Suriye’nin yanında yer alması Şam yönetiminin işini kolaylaştırıcı bir etki yaratacaktır. Türkiye ile ilişkilerin düzeltilmesi sürecinde de Suriye’nin elini güçlendirecektir.

'Geri gönderilmeleri birçok açıdan neredeyse imkansız'

Suriyeli göçmenlerin Suriye'ye gönderilmesi konusu Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin 2. turunun ana gündemi oldu. Suriye'yi izleyen bir gazeteci olarak bu süreci nasıl değerlendiriyorsunuz? Türkiye hangi koşullarda göçmenleri Suriye'ye gönderebilir?

Mülteciler meselesi sanıldığından çok daha karmaşık. BM ve uluslararası hukuk, temel insan hakları çerçevelerine bakıldığı zaman mülteci konusunun “keyfi” yorumlanamayacağı görülür.

Türkiye’deki Suriyeliler ve Türkiye’nin doğusundan gelen diğerleri “sığınmacı” statüsünde değil “misafir” statüsünde ancak pratikte buradalar ve kendileri istemediği sürece geri gönderilmeleri birçok açıdan neredeyse imkansız.

'Politik malzeme olarak kullanılmak için getirilmişlerdi yine politik malzeme olarak kullanılmak isteniyor'

Zaten AKP tarafından politik malzeme olarak kullanılmak üzere getirilmişti ezici çoğunluğu. Şimdilerde yine politik malzeme olarak kullanılmak isteniyor. Öyle ki gönderilmeleri üzerinden oy isteniyor. İktidar “göndermek istemiyormuş gibi” yapsa da aslında onlar da durumun farkında ve bir çare bulmaya çalışıyorlar. CHP, Zafer Partisi ve iktidar arasındaki tek fark ilk ikisinin göndereceğini açıkça ilan etmesi.

Mültecilerin gönderilmesi ya da ülkelerine dönmeleri kendi ülkelerindeki şartlara da bağlı. Suriye’de ekonomi çökmüş durumda, mülteciler kendi evlerini, iş yerlerini, tarlalarını, mahallelerini terk edip geldiler. Geriye döndüklerinde ne ile karşılaşacaklarını onlar da bilmiyor. Diğer yandan siyasi baskıya maruz kalacaklarını düşünüyorlar. Suriye yönetimi bu konuda garanti verdi, af çıkardı ancak bu da yeterli görünmüyor.

'Toplu konut yapılması çözüm olamaz'

Ekonomik açıdan Arap ülkeleri yeni istihdam yaratacak bir yardımda bulunur ve bazı garantiler alınırsa elbette bir kısmı dönmek ister ama bu insanları zorla göndermeye çalışmak büyük problemlerin yaşanmasına neden olabilir. Kriminal bazı kişilerin de mülteciler arasına karıştığını ve bu gibi durumlarda reaksiyon göstereceklerini göz ardı edemeyiz. Bunlar azınlığı oluştursa da Suriyeli-Türkiyeli huzursuzluğu mutlaka yaşanacaktır.

Her ne olursa olsun insanların politik malzeme olarak kullanılması ise asla kabul edilecek bir durum olamaz ve bu Türkiye’de hangi hükümet olursa olsun uluslararası hukuk açısından sorun yaratacaktır.

Mülteciler için Türkiye’nin sınır bölgelerine yakın Suriye topraklarında toplu konut yapması da çözüm olamaz. Çünkü bu insanlar konutların yapıldığı yerlerden değil, çeşitli illerden geldiler ve kendi ilerinin dışında bir yere dönmek istemezler. Bu arada belli yerlerde demografik yapı ile oynanması kanlı süreçleri tetikleyebilir.

Bütün bu olası sorunlar nedeniyle “mülteci gönderme oyunu” birçok tehlikeyi barındırıyor.                                      

                                                          /././

Göçmen politikasını belirleyen ama sesi çok duyulmayan bazı kesimler (EREN KORKMAZ-soL/görüş)

Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu'nun göçmenlerle ilgili açıklaması, göçmen tartışmasını sessizce izleyen ama politikaları belirleyen sermayenin çeşitli kesimlerinin varlığını bir kez daha hatırlattı.

Cumartesi günü “Göçmen işgücünü kim istiyor” başlıklı yazıda ülkemizde farklı sektörlerde kitlesel olarak çalışan ve onlarca ülkeden gelen göçmenlerden bahsetmiştim. Bu konuya dair tartışma genelde göçmen karşıtlığı veya göçmen haklarının tanınması arasında yaşansa da bu yazıda göçmenlerle ilgili tartışmalarda sesi pek çıkmayan kesimlere değineceğim. Bu kesimlerin sesinin çok duyulmaması mazlumluklarından değil. Tam tersine göç politikasının belirlenmesinde belirleyici bir konuma sahipler. Bu kesimler göçmenin gelmesini istiyorlar ama onların haklarını tanımıyorlar. Göçmenlerin ucuz işgücünü talep ediyorlar ama bunun yasal bir düzlemde, kapsayıcı bir politikayla olmasını istemiyorlar. Sektöre göre ülkeye izinli veya izinsiz gelmelerini ama çalışma izni olmadan çalışmalarını istiyorlar. 

Bu kesimlerin sesini duymak her zaman mümkün olmuyor. Ancak Kılıçdaroğlu’nun ikinci tura hazırlık döneminde mültecileri gündeme alması ve önlem alınmazsa 20 milyon, 30 milyon göçmenin daha geleceğini öne sürmesi karşısında AKP’nin pek de panik olmamasında ve mülteci politikasını savunmasında bu kesimlerin çıkarlarına uygun hareket ettiğini görüyoruz. 

'Göçmen olmazsa hayvanlara bakacak kimse yok'

Pazar günü Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun göçmen olmazsa hayvanlara bakacak kimse yok demesi buna bir örnek. Bu nedenle her ne kadar Kılıçdaroğlu ihtiyaç duyduğu 4 puan oy için mülteci konusunu gündeme getirse de acaba beklediği etkiyi yaratacak mı, yoksa farklı kesimlerde kaygı ve tepki yaratacak mı, bu vaatler nedeniyle Kılıçdaroğlu’ndan uzaklaşan bir kesim olur mu veya bu kesimler bunu sadece bir seçim vaadi olarak görüp somut bir sonucu olmayacağını mı düşünür, bu soruları seçim sonrasında incelemekte fayda var.

Çeşitli örneklerle açıklamak gerekirse;

Ülkemizde tarımsal üretim ve hayvancılıkta göçmen emeği oldukça yaygın kullanılıyor. Göçmen emeği olmasa neredeyse ürünlerin tarlada kalacağını, hayvanların bakılamayacağını öne sürmek mümkün. Tarımsal üretim ve hayvancılıkla geçinen köylüler ve buradan elde ettiği tedarikle faaliyetlerini yürüten gıda sektöründeki şirketler bu vaatlerden memnun olmayabilir.

Tekstil, deri, metal, gıda, kimya, otomotiv, turizm gibi ülke ekonomisinde önemli yeri olan sanayi ve hizmet sektörlerinde, özellikle tedarik sürecinin alt zincirlerinde yer alan, çoğunluğu küçük işletmelerde yüz binlerce göçmen işçi kayıtdışı çalışıyor. Bu ucuz işgücü sömürüsü ve TL’nin değer kaybı bu kesimlerin ihracat yapmasını kolaylaştırıyor. Göçmen ve yerli işçiler arasında sektörlerde bir işbölümünün yapıldığı görülüyor. Bu nedenle ekonominin zaten zor bir dönemden geçtiği bir ortamda yurtdışından siparişlerin sürmesini sağlayan, üretimi sürdüren ve ani kitlesel işsizliğin açığa çıkmasına engel olan bu üretim sürecinin sekteye uğramasını bu işletmelerin sahipleri ve buralarda çalışan yerli işçiler tercih etmeyebilir.

Bu aynı zamanda artan hayat pahalılığı ve hızlı şekilde düşen alım gücüne karşın ekonomi faaliyetlerini sürdürmek için uğraşan, bu nedenle yanında çırak ve yardımcı olarak göçmen çocuk çalıştıran esnafı, evinde çocuk ve yaşlı bakımı için göçmen kadınları düşük fiyata aralıksız çalıştıran küçük burjuvaziyi rahatsız edebilir.

Göçmen emeğinden yararlanan geniş kesim

Göçmen karşıtı söylemlerde sıkça dile getirilen ve sıkça dile getirilince doğru olduğu sanılan sayılar abartılı olsa da, örneğin 10 milyon, 13 milyon gibi sayıların karşılığı olmasa da, yine de 5 milyon göçmenden rahatlıkla bahsedebiliriz. Suriyeliler haricindeki göçmenlerin hemen hepsinin çalışma çağında olduğunu da tahmin etmek mümkün. Göçmenlerin hızlıca iş buldukları ve yoğun şekilde çalışma hayatına katıldıkları da biliniyor. Dolayısıyla milyonlarla ölçülen sayıda göçmenin emeğinden doğrudan ve dolaylı yararlananların sayısını da küçümsememek gerekiyor. 

Göçmen açısından da Avrupa’ya geçişin oldukça zorlaştırılması ve tehlikeli hale gelmesi, sadece geri gönderme tehdidi de değil, Yunanistan’da mülteci kampına girmeyi başaranların oradan çıkmasının neredeyse imkansız hale gelmesi, Yunan veya Bulgar sınırını geçerken yakalananların işkence görmesi, botlarının motorlarının alınıp denizde sürüklenmesi, kara sınırından geçenlerin eşyalarının çalınıp çıplak şekilde geriye gönderilmesi gibi riskler göz önüne alındığında göçmenlerin Türkiye’de kalmaya mecbur kalması ve sunulan işleri ve çalışma şartlarını kabul etmesi şaşırtıcı değil.

Göçmen işgücüne yönelik politikadan farklı olsa da benzeri bir mantıkla, başta Araplar ve Ruslar olmak üzere yabancı zenginlere yönelik ayrıcalıklı teşvik politikaları ve ev karşılığı vatandaşlık verme de sadece bu kesimlere ev satan veya farklı hizmetler sunan şirketler için kâr getirmiyor. Genel olarak ev sahipleri açısından evlerinin satış ve kira değerinin kısa sürede astronomik düzeyde artmasına da neden oluyor. Kısa sürede evinin değeri 300-500 bin TL’den 10-15 milyon TL’ye çıkmasından memnun olan kesimler zaten bu politikaların hedef kitlesi.

Dolayısıyla mevcut göçmen politikası büyük ve küçük şehirlerde ve kırsal kesimlerde farklı toplumsal sınıf ve katmanların çıkarına uygun şekilleniyor. Turist olarak gelenlerin çalışmasına göz yumulması, sınırlardan binlerce gencin izinsiz şekilde geçmesine müdahale edilmemesi veya AB ile işbirliği yapılarak göçmenlerin Türkiye’den çıkışının engellenmesi beceriksizlik, kapasite eksikliği veya teslimiyetle ilgili değil. Türkiye’de büyük ve orta sermaye kesimleri başta olmak üzere, kent ve kır burjuvazinin bir kesiminin çıkarına işleyen bir politika. Bu kesimin göçmenleri çalıştırması, geri gönderilmelerini istememeleri onlara sempati duydukları için değil. Tam tersine onları sessizce, uzun saatler, çok ucuza çalıştırmak, sömürmek istemelerinden kaynaklanıyor. 

Herhangi bir tartışmada veya şikayette göçmenlerin hızlıca deport edilmesi, sınırlardan geçişlerde müdahale edilmeyen binlerce göçmenin bir kısmının bir süre sonra yakalanıp geri gönderilmesi de göçmenlerin nezdinde ciddi bir tehdit anlamına geliyor. Bu sayede örneğin Zeytinburnu’nda deri fabrikalarında uzun saatler çalışan ve ilçe merkezinde bekar evlerinde kalan binlerce Afgan yılda 2 gün bayram izninde fabrikalarının biraz ilerisinde sahile veya turistik yerlere akın edince toplumun dikkatini ve tepkisini çekiyor. Ama bir sonraki bayrama kadar bu insanlar yeniden belirli bir hiyerarşi, disiplin ve korku altında çalışmaya devam ediyorlar. 

Sermayenin açgözlülüğünün teşhir edilmesinin önemi

Burada sermayenin açgözlülüğünü teşhir etmek önem kazanıyor. Kötü şartlarda çalışmaya zorlanan göçmenlerin hak mücadelesi vermesi kolay değil, genellikle kendi aralarında iletişim kurarak maaşlarında artış sağlıyorlar, ancak toplumumuzu tanımaları, dil öğrenmeleri, birçoğunun benimsediği feodal, gerici yargıları yıkmaları, türlü zorluklarla ve bedellerle kazanılan ilerici kazanımları ve özgürlükleri benimsemeleri, çeşitli manipülasyonları ve yönlendirmeleri fark edip reddetmeleri, göçmen kadın işçilerin tacize ve baskıya karşı sesini yükseltmesi ve göçmen çocuk işçilerin okula gitmek istemesi de zor. 

Seçim sonrasında da ülkemize göçmen işçiler gelmeye devam edecekler. Bu meselenin doğru bir zeminde tartışılmasını ise ancak sosyalistler başarabilir.

                                                                /././

Türkiye’de göçmen işgücünü kim istiyor?(EREN KORKMAZ-SOL/ÖZEL)

'Hem göçmen işçiler hem de göçmen burjuvalarla ilgili olarak Türkiye’de sermayenin çıkarları doğrultusunda politikalar izleniyor.'

Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ikinci tura kalmasıyla birlikte siyasetin gündeminde göç ve mülteci meselesi ön plana çıktı. AB ile imzalanan ve hiçbir meşruiyeti olmayan geri kabul anlaşması ve  son 10 yılda göçmen sayısındaki hızlı artış birçok kaygıyı ve tartışmayı beraberinde getiriyor. Bu seçim dönemindeki tartışmalar ise bu sorunun çözülmesinden öte daha da derinleşmesine neden olacak.

Ancak seçim sonrasında kısmen zorlama kısmen de teşvik ile bazı geri dönüş programlarına hayat verilse dahi Türkiye’de artık göçmenlerin (geçici ve uluslararası koruma altında olanlar, kayıtdışı göçmenler ve kayıtlı-izinli gelenler de dahil) tamamen gitmesi mümkün değil. Türkiye hem göç veren hem de göç alan bir ülke olmaya devam edecek. Bunun sorumlusuna ise en basit şekilde sermaye düzeni diyebiliriz.

Türkiye’de göçmen emeğini istihdam etme konusunda talepkar bir sermaye sınıfı var

Türkiye’de savaştan kaçanlar da dahil olmak üzere göçmen emeğini istihdam etme konusunda deneyimli, istekli ve talepkar bir sermaye sınıfı var. Bu talep ve istek sürdüğü müddetçe ülkeye bir nedenle (mülteci veya ekonomik amaçlarla) ve bir şekilde (izinli ve izinsiz) gelen göçmenin ucuz işgücü olarak, genellikle de kayıtdışı şartlarda sömürülmesi devam edecektir. Göçmen istihdamı ülkemizden ürün ve hizmet alan yabancı tekellerden ve şirketlerden başlayarak Türkiye’deki büyük sermayeden tedarik zincirinde yer alan orta ve küçük işletmelere kadar birçok sektörde karşılığı olan bir uygulamadır. Ayrıca sadece bunlarla da sınırlı kalmamaktadır. Yanına çırak, çalışan arayan esnaf, evinde çocuk ve yaşlı bakımı ile inşaat-tamirat-hamallık gibi birçok iş için küçük burjuvazi ve küçük ve orta büyüklükte köylü üreticiler de göçmen emeğinden yaygın şekilde yararlanıyor, bu yönde talepleri artarak sürüyor.

Ülkemizde yasal, çalışma izni ile gelenler azınlıkta olsa da var. Örneğin tavukçuluk sektöründe Nepalli işçiler istihdam ediliyor. Ev içi çocuk ve yaşlı bakımında Filipinliler öne çıkıyor. Sağlıkta doktor ve hemşire olarak, eğitimde öğretmen, dil eğitmeni ve akademisyen olarak çok çeşitli Afrika ve Güney Asya ülkelerinden çalışanlar geliyor. Turizmde Rus turistlerin ağırlığının arttığı ve birçok sahil şehrine ciddi bir Rus nüfus yerleştiği için Orta Asyalı işçiler turizm sektöründe öne çıkıyor.

Göçmen çalışanların büyük çoğunluğunun çalışma izni yok

Göçmen çalışanların büyük çoğunluğunun kayıtdışı, çalışma izni olmadan çalıştığı biliniyor. Örneğin Türkiye’de başta tekstil olmak üzere birçok sektörde milyonlarca Suriyeli çalışıyor. Ülkenin dört bir yanında tekstil fabrikalarında Suriyeli, İranlı, Iraklı ve Afgan işçiler bir arada çalışıyor.

Deri sanayisinde, inşaat ve hamallık-nakliye gibi sektörlerde Afgan işçilerin öne çıktığı biliniyor. Tarım işçilerinin büyük kısmı artık göçmenlerden oluşuyor. Suriyeliler, farklı Afrika ülkelerinden gelenler ve Gürcüler Türkiye’nin dört bir yanında tarımsal ürünlerin hasadını yapıyorlar. Çobanların büyük kısmının Afgan olduğu medyaya yansıyor.

Ev içi çocuk ve yaşlı bakımında bir kısmı çalışma izni ile, bir kısmı da kayıtdışı çalışan, hemen hepsinin kadın olduğu göçmenler başta Türkmenistan ve Kırgızistan gibi Orta Asya ülkeleriyle Kafkasya ve Karadeniz’e kıyı devletlerden geliyorlar. Çoğunluğu ülkeye turist olarak yasal şekilde giriyor ama çalışma izni olmadan evlerde çalışıyor. Kaldıkları evlerde pasaportlarına el konulduğu için de istedikleri zaman işten ayrılmaları güç oluyor.

Onlarca ülkenin vatandaşı çalışmaya artık ülkemize geliyor

Özetle Türkiye ekonomisinin kilit, vazgeçilmez sektörleri olan ve küresel tedarik zincirine bağlı olan tekstil ve deri sektörlerinde, tarımda, turizmde, inşaatta ve çeşitli hizmet sektörlerinde ciddi bir göçmen nüfusu çalışıyor ve bu göçmen nüfus sadece ülkeye sığınanlardan oluşmuyor, ülkenin coğrafi konumunun ve THY’nin uçak seferlerinin sayesinde onlarca ülkenin vatandaşı çalışmaya artık ülkemize geliyor.

Ekonomik krize ve öncesinde pandemiye rağmen Türkiye’de sanayinin dur durak bilmeden çalışmasında göçmen emeğinin önemli bir yeri var. Gelenler izinli ve izinsiz şekilde sınırları geçse dahi çeşitli aracı kurumlar ve ağlar sayesinde hızlıca ülkenin farklı şehirlerinde iş bulup çalışmaya başlıyorlar. Sadece İstanbul’daki sanayi merkezlerinde değil, hiç akla gelmeyecek şehirlerde, köylerde tarım işçisi ve çoban olarak çalışıyorlar. Büyük şehirlerin zengin semtlerinde çocuk parklarında çocuklara bakan, köpekleri gezdiren göçmen işçilere rast gelmek hiç zor değil.

Bunun toplumun birçok kesiminde tepkiye ve kaygıya neden olması anlaşılır. Bunda sosyal, kültürel farklılıkların yanı sıra ücretlerin düşürülmesi, kayıtdışı çalışmanın yaygınlaşması, sosyal hak mücadelelerinin sekteye uğraması, kiraların artması gibi çok çeşitli etkileri oluyor. Kaydı olmayan çok sayıda göçmenin olması, bilinçli şekilde devletin kapsamlı bir göç politikasının  olmaması ve aktif şekilde müdahale etmemesi de bu kaygıları arttırıyor. Ancak bu bir beceriksizlik veya cahillik değil, bilinçli bir politika ve esas sebebi de sermayenin çıkarları. Büyük fabrikalardan küçük tarlalara ve ev içi hizmet alan hanelere kadar göçmenin kayıtdışı koşullarda, savunmasız, herhangi bir hakkı olmadan, sürekli yakalanma ve sınırdışı edilme korkusu ile ve ailesine para gönderme mecburiyeti ile çalışması onların işgücünden yararlananların işine geliyor.

AB ile imzalanan geri kabul anlaşması: Sermayenin çıkarlarına gayet uygun

Bu nedenle AB ile imzalanan geri kabul anlaşması meşru olmayan bir anlaşma olmasına rağmen sadece AB’nin para vererek mültecileri Türkiye’de tutmasına neden olan, tek taraflı bir anlaşma değil. Bu anlaşma Türkiye’de sermayenin de çıkarlarına gayet uygun. Doğu sınırlarından kısmen rahatça geçebilen ama Batı sınırlarından geçmesinin neredeyse mümkün olmadığı şartlarda göçmenlerin hızlıca istihdam edilip para kazanması da sağlanınca Türkiye’nin transit ülke olmaktan çıkıp hedef ülke haline gelmesi, birçok milletten göçmenin Türkiye’ye belirli sektörlerde çalışmaya gelmesi mümkün oluyor.

Elbette Türkiye’de kapsayıcı bir göç politikasının olmasını talep etmek, sermayenin ve burjuvazinin açgözlülüğünün, sömürü iştihanın teşhirini öne çıkarmak, toplumun yaşadığı haklı kaygıları anlayıp önerilerde bulunmak, ırkçılığa ve şovenizme karşı çıkmak önem kazanıyor. Ayrıca sınıf ve sendikal çalışmalarda bahsi geçen sektörler artık ciddi bir göçmen işgücü çalıştığı için onları kapsamadan bir faaliyet yürütmek de mümkün olmayacaktır. Bu salt ideolojik ve enternasyonel bir yaklaşım değil, oldukça gündelik ve pratik bir görev halini alıyor, çünkü bu sektörlerde sendikalaşma, ücret artışı vb talepleri yükseltirken göçmen işçiler yokmuş gibi davranmak mümkün değil. Sınırdışı edilme ve diğer legal ve sosyal-kültürel kaygılardan dolayı göçmen işçilerin bu tür çalışmalara dahil edilmesi de ayrı bir zorluk oluyor.

Ancak bu mesele sadece Türkiye ile sınırlı değil. Kapitalizmin uluslararası işbölümüne uygun olarak işçileri bir ülkeden diğerine mobilize etme gücü bugün çok daha yüksek. Nepal’den Körfez ülkelerine inşaat işçisi; Türkiye’den Batı Avrupa’ya yazılımcı ve doktor, Rusya’ya mühendis ve inşaat işçisi; Filipinler’den Kuzey Amerika’ya ev içi çalışan; Orta Asya’dan Rusya’ya inşaat işçisi ve Türkiye’ye turizm işçisi olarak gelmek çok daha kolay. Yasal düzenlemeler, aracı şirketler, iletişim ve ulaşım teknolojileri, çeşitli vize türleri ile birçok ülkede işçi sınıfının bileşiminde hızlı değişimler yaşanıyor.

Ücretler düşürülüp sömürü artırılıyor

Ülkemiz açısından bir diğer mesele ise son yıllarda Rusya’dan Antalya’ya, İngiltere’den Muğla’ya ev alıp yerleşmek için gelenler ile ülke genelinde ev ve vatandaşlık almak için Arap ve Güney Asya ülkelerinden artan taleptir. Bu da ev fiyatları ve kiraları başta olmak üzere turizm ve hizmet sektörlerinde fiyatların hızlı ve anormal şekilde artışına neden oluyor.

Özetle hem göçmen işçiler hem de göçmen burjuvalarla ilgili olarak Türkiye’de sermayenin çıkarları doğrultusunda politikalar izleniyor. Bu sayede bir yandan ücretler düşürülüp sömürü oranları arttırılırken diğer yandan yabancıya yönelik hizmetlerle astronomik kârlar elde edilebiliyor. Ve bu gelişmelerden gündelik yaşamında kentli küçük burjuvazi ile kırsaldaki köylü üreticiler de yararlandığı için talep artmaya devam ediyor. Ancak mevcut seçim tartışmaları bu temel konulara değinmiyor.




Netflix’teki Küba - JULİO MARTİNEZ MOLİNA - soL / Çeviri

 Küba Komünist Partisi'nin resmi yayın organı Granma'da 21 Mayıs tarihinde yayımlanan yazıyı soL okurlarıyla paylaşıyoruz.

İspanyolcadan çeviren: Ogün Eratalay

Geçtiğimiz 12 Mayıs günü ABD’li medya devi Netflix “The Mother” (Anne) adlı filmin ilk gösterimini yaptı. Yönetmenliğini Niki Caro’nun yaptığı ve başrolde Jennifer Lopez’in yer aldığı macera ve gerilim filmi, gerçekte var olmayan bir Küba’da geçiyor.

Lopez filmde ABD’li eski bir askeri canlandırıyor. Silah kaçakçıları tarafından kızının kaçırılması üzerine bir FBI ajanıyla beraber Havana’ya geliyor.  

Filmde Küba’nın başkenti uyuşturucu kartellerinin ve silah kaçakçılarının sığınabildiği, her önüne gelenin dilediğince adam öldürebildiği, Latin Amerikalı katillerin cirit attığı bir yer olarak tarif ediliyor.

İlginç bir şekilde filme dair yapılan eleştirilerin hiçbirisi bu konuya değinmiyor. Geleneksel medyada yer bulamayan eleştirmenler ise sadece Jennifer Lopez’in çekimler için Havana’ya gitmediğini, çekimlerin Kanarya Adaları’nda gerçekleştirildiğini söylemekle yetiniyor. 

Başka bir deyişle, burada sorunun esas kısmı göz ardı ediliyor. Filmde izleyiciye çarpık bir şekilde tanıtılan ülkenin aslında Latin Amerika’daki en güvenli ülke olduğu unutuluyor. Ayrıca, korsanlık döneminden bu yana hiçbir silah veya uyuşturucu kaçakçısının bu topraklarda kendisini güvende hissedecek bir sığınağa sahip olmadığı da göz ardı ediliyor.

Hollywood’un bu yanlış ve iğrenç bakış açısı ABD hükümetlerinin Küba’ya bakışıyla uyumludur. Yıllardan bu yana ABD hükümetleri dünya kamuoyuna Küba’yı teröre destek veren bir devlet olarak tanıtmaya çalışıyor. Onlara göre Küba, karanlık sokaklarında her daim kaos ve barbarlık yaşanan bir şer ekseni ülkesi. 

Benzer bir bakış açısı daha önceki yapımlarda da gözlemlenebilir. Yönetmenliğini Michael Bay’in yaptığı 2003 yapımı Bad Boys II adlı filmde Küba, uyuşturucu kaçakçılarının cirit attığı, kanun kaçaklarının ve suçluların sahil kenarında villalarda yaşadığı bir ülke olarak tarifleniyor.

Daha az karalama içerse de Cary Joji Fukunaga tarafından yönetilen 2021 yapımı No Time to Die filmi de Küba ve Karayipleri uluslararası ajan diyarı ve sokakta çete savaşlarının yaşandığı yerler olarak betimlemekten geri durmuyor.

Ne yazık ki sinema endüstrisinde 1959 öncesine giden bu eğilime dair başka örnekler vermek için yerimiz sınırlı. Ancak gerçek olan şu ki, ABD sinema endüstrisi bilerek ve isteyerek ülkemizin tarihini çarpıtarak kirletmeye çalışıyor.

                                                      JULİO MARTİNEZ MOLİNA

Sözün özü, The Mother filmindeki Küba, Hollywood’un hayalindeki bir ülke. Devrim’den önceki Küba’ya benzemekte ve ABD’deki patronların hayallerini süsleyen bir yer. Neyse ki Küba’da yaşayan bizler için filmdeki bu ülkeyle, yaşadığımız gerçek arasında dağlar kadar fark var. Ancak maalesef ülkemizle ilgili olarak tüm dünya kamuoyuna pompalanan imge bu şekilde.

JULİO MARTİNEZ MOLİNA - soL / Çeviri

Sıra dışı Sinan Oğan portresi: SOCAR’ın Türkçü mutemedi - Orhan Gökdemir / soL-Özel

 Oğan’ı bilenler onun Erdoğan’ın izinden gideceğini biliyordu. Bu Türkçülük kardeşliği değil petrol kardeşliğiydi. Seçimlerin sonucu ne olursa olsun, Tanrı SOCAR’ı korusun!

Sinan Oğan 1969’da Azerbaycanlı bir ailenin çocuğu olarak Iğdır'da dünyaya geldi. Marmara Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi İşletme bölümü mezunu olduktan sonra aynı üniversitede “Azerbaycan'da Ekonomik ve Mali Sektörün Yapısal Analizi” başlıklı tezi ile yüksek lisans çalışmasını tamamladı. Yani Azerbaycan’a bağlılığı sanılanın ötesindeydi. Bu tutkusu onu MHP’ye taşıdı. 2011 Türkiye genel seçimlerinde MHP'den Iğdır milletvekili seçildi. Birkaç yıl sonra partisinden ihraç edildi. Dava açtı, kazandı, geri döndü. İki yıl sonra tekrar ihraç edildi, MHP kapısı artık tamamen kapanmıştı. 

Eğitimi kadar uluslararası faaliyetleri de Azerbaycan etrafında dolaşıyor. Moskova Devlet Uluslararası İlişkiler Üniversitesi’nde doktora çalışmasını tamamladı. Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü’nde araştırma görevlisi, Azerbaycan Devlet Ekonomi Üniversitesi’nde öğretim görevlisi ve dekan yardımcısı olarak görev yaptı. 1991 yılında Sovyetler Birliği'nin dağılmasından bir süre önce Ebulfez Elçibey ile görüştü. Kim adına ve neden, bilinmiyor. Azerbaycan'ın Sovyetler Birliği’nden kopması sonrasında bir süre Elçibey'in cumhurbaşkanlığı ofisinde çalıştı. 1992-2000 yılları arasında MİT’e bağlı olarak çalışan TİKA’nın (Türk İşbirliği ve Kalkınma Ajansı) Azerbaycan temsilcisi oldu. Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi (ASAM) Rusya-Ukrayna Araştırmaları Masası başkanlığı yaptı. Uluslararası İlişkiler ve Stratejik Analizler Merkezini (TÜRKSAM) kurdu. TRT Türkiye'nin Sesi Radyosu'nda Avrasya'ya Bakış isimli dış politika içerikli bir haftalık programın yapımcılığını ve sunuculuğunu üstlendi. Metzamor Nükleer Santrali'nin kapatılmasına yönelik faaliyetleri koordine eden bir “sivil girişim” kurdu ve koordinatörlüğünü yaptı. Santral, Ermenistan’ın Türkiye sınırı yakınlarında. 

Payız is coming, Erdoğan’a gülücük

Bu kıyıda köşede kalmış adam son seçimde Cumhurbaşkanı adayı olunca birdenbire ünlendi. Ata İttifakı’nın cumhurbaşkanı adayıydı. İlk muhalefeti muhalefete oldu. Muhalefetin “Baharlar gelecek” kampanyasına göndermeyle “Payız is coming” dedi. ‘Payız’, Azerbaycan Türkçesinde ‘sonbahar’ anlamına geliyordu. Oğan, muhalefet kazanırsa bahar değil sonbahar geleceği kanısındaydı. 

Bu yarı Azerice yarı İngilizce gönderme rastlantı değildi. Oğan’ın kimi desteklemesi gerektiğini kulağına Azerbaycan’dan fısıldamışlardı. İBB Meclisi İYİ Parti Grup Başkan Vekili İbrahim Özkan, durumu şöyle ifade etti; “Sinan Oğan’dan fazla beklentiniz olmasın. Aliyev ne derse onu yapar.” Sadece bir ima değil bu, Oğan Aliyev’in Türkiye temsilcisi rolündeydi.  
Bu çalışmalarından dolayı Aliyev tarafından zaman zaman ödüllendirildi. Mesela 2011 yılında bir törenle kendisine Azerbaycan’da daha çok sanatçılara verilen “Terakki (İlerleme) Madalyası” verildi. Bu madalya 2006 yılında Azerbaycan Devlet Şirketi SOCAR Yönetim Kurulu Üyelerinden Süleyman Gasimov’a da verilmişti. Gasimov, 2011 yılında “Şöhret” (Şeref) Madalyası da aldı. Ülküdaşlarının deyişiyle Sinan Oğan Rusya üzerinden Azerbaycan’a ya da Azerbaycan üzerinden Rusya’ya bağlı.

Tanrı SOCAR’ı korusun (!)

Azerbaycan-Türkiye ilişkisi söz konusu olur da SOCAR olmaz mı? SOCAR, Azerbaycan Cumhuriyeti Devlet Petrol Şirketi’nin İngilizce yazılışının baş harflerinden oluşuyor. Şirketin kökenleri esas olarak, Sovyet Azerbaycan’ında kurulan devlet şirketi Azerneft’e dayanıyor. Sovyetler Birliği’nin çözülüşü ile beraber, şirket sadece ismini değil, misyonunu ve organizasyonunu da baştan aşağı değiştiriyor.

SOCAR’ın operasyonlarının merkezi Azerbaycan olmakla birlikte, şirket başta Türkiye olmak üzere, Ukrayna, Romanya, Gürcistan, Birleşik Arap Emirlikleri, ABD, İngiltere, Singapur, Rusya ve İsviçre’de de faaliyet yürütüyor. Bu operasyonların başlıcaları petrol ve doğalgaz arama, petrol ve doğalgaz çıkarma, ham petrol işleme, petrokimya ve enerji taşımacılığı olarak özetlenebilir.

Şirketin özellikle de Azerbaycan sınırları içerisindeki petrol ve doğalgaz kaynakları üzerinden, Total, BP, Chevron ve Lukoil gibi uluslararası petrol tekelleri ile ortaklıkları bulunuyor. SOCAR’ın dünya çapında 100 bine yakın işçisi bulunuyor. 
SOCAR’ın ülkemizdeki faaliyetleri, SOCAR Türkiye şirketi üzerinden yürütülüyor. Bu şirketin hali hazırda birçok alanda yatırımları bulunuyor. Bu yatırımlar arasında Türkiye’nin tek petrokimya tesisi, ülkemizin ham petrol işleme kapasitesinin yaklaşık yüzde 25’ini elinde bulunduran bir rafineri ve Ege Bölgesi’nin en büyük entegre liman işletmesi bulunuyor. Azerbaycan’dan Türkiye ve Avrupa’ya doğalgaz akışını sağlayan TANAP’ın da önemli ortaklarından birisi olan şirket, aynı zamanda Bursa ve Kayseri’deki gaz dağıtım şirketlerinin de çoğunluk hisselerine sahip. Bu illerdeki şirketler aracılığıyla 1,5 milyonu aşkın aboneyi elinde bulunduruyor. Şirket bunların dışında, sigortadan fibere, depolamadan akaryakıt dağıtıma ve rüzgâr enerji santrallerine kadar bir dizi alanda faaliyet yürütüyor. SOCAR’ın tüm bu yatırımları 20 milyar doları aşıyor. Türkiye’de şirket bünyesinde 5 binin üzerinde emekçi çalışıyor.

SOCAR’ın Türkiye’deki faaliyetleri, 2008 yılında Petkim’in çoğunluk hisselerine sahip olmasıyla başlıyor. Türkiye’nin tek petrokimya tesisi olan Petkim, bu tarihten önce devlete aitti. Özelleştirme AKP iktidarının genel bir politikası olmakla birlikte, bu petrokimya devinin Azerbaycanlı şirkete devri siyasi bir karar olarak hayata geçmişti. 

SOCAR’ın AKP ile ilişkileri, Türkiye ve Azerbaycan’daki zengin sınıfların ortaklığının bir parçası ve uzantısı olarak okunmalı. Bu bağlamda, ilişkilere başlangıçtan itibaren stratejik bir değer atfedilmiştir. Bunun en iyi örneklerinden bir tanesi, 2018’de SOCAR’ın Aliağa’daki yatırımlarının özel endüstri bölgesi kapsamına alınması. 2018’de alınan kararla, bu olanak ilk kez SOCAR’a tanındı. Peki özel endüstri bölgesi sıfatını taşımak, SOCAR’a ne gibi faydalar sağlıyor? Bu sayede bazı altyapı işleri Sanayi Bakanlığı sorumluluğuna devrediliyor, projesine göre kamulaştırma masrafları bakanlığa devredilebiliyor. Çeşitli başlıklardaki harçlardan muaf tutulurken en önemlisi ÇED onay süresi normalden daha hızlı işletiliyor. Bu sayılanlar özel endüstri bölgesi tanımının başlıca getirileri olmakla birlikte, bu bölgelerin başka faydaları da bulunuyor. 

SOCAR-AKP ilişkisinde, siyasi ve stratejik ilişkiler dışında Erdoğan’ın merkezinde durduğu akçeli ilişkilerin de olduğu öne sürülüyor. Geçmişte birden fazla örnekte, bu ilişkinin de basına yansıdığını görmüştük. Bunlardan birisi, Erdoğan’ın eniştesi Ziya İlgen (meşhur, darbe girişimini haber veren) üzerinden kurulan ilişki. Ziya Ülgen, çeşitli şirketler aracılığıyla 2013 yılına kadar SOCAR Gaz Ticaret’te pay sahibiydi. Bu durum sıkça Erdoğan’ın vekili olarak bu ilişkiyi yürüttüğü şeklinde yorumlandı. Diğeri ise, 2017 yılında, yine Ziya Ülgen ve Erdoğan’ın kardeşi Mustafa Erdoğan üzerinden gündeme gelen olaydı. Bu olayda, ikilinin MAN adası üstünden kurdukları BMZ Group adlı denizcilik firmasına ait tankerler SOCAR’a satılmıştı.

Tepeden kurulan bu ilişkilerin yanında, AKP-SOCAR ilişkisi yerel siyasetçilere ve şirket yöneticilerine uzanacak kadar doğallaşmış durumda. 2021 yılında, Cumhur İttifakı’nın İzmirli yöneticilerinin rutin ziyaretlerinin başında yerel SOCAR yönetiminin gelmesi buna verilecek örneklerden birisi olarak görülebilir. 

Oğan SOCAR’ın korumasında

Yeşil Iğdır Gazetesi’nin bir haberine bakalım: 16.06.2012 tarihinde Iğdır Milletvekili Dr. Sinan Oğan, Türkiye-Azerbaycan-Gürcistan İş Forumu dolayısıyla Kars’a gelen üç ülkenin Ekonomi Bakanları ile Kars Havaalanı’nda mini bir zirve toplantısı gerçekleştirdi. Nahçivan’a geçişlerde Türk nakliyecilerinin ve işadamlarının yaşadığı sorunları dile getiren Oğan, Ekonomi Bakanı M. Zafer Çağlayan, Azerbaycan Ekonomik Kalkınma Bakanı Şahin Mustafayev, Nahcivan Ekonomi Bakanı Famil Seyidov ve Azerbaycan Devlet Petrol Şirketi (SOCAR) Rövnag Abdullayev ile bir araya geldi. Azerbaycan ve Nahçivan Ekonomi Bakanları görüşmede kapıdaki sorunların çözülmesi için çalışacaklarını ifade ettiler. Abdullayev’i de Iğdır’a yatırıma davet eden MHP Iğdır Milletvekili Oğan, Iğdır’a yatırım konusunu Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev ile de görüştüğünü ve kendisinin de desteklerini talep ettiklerini ifade etti.”

Soru şu; Oğan’ın üç ekonomi bakanı ve SOCAR başkanını hangi sıfatla Kars Havaalanı’nda karşıladı. Bunlarla hangi sıfatla “mini bir zirve” yaptı? Oğan, Türkiye Cumhuriyeti’nin mi, Azerbaycan Cumhuriyeti’nin mi milletvekili? 

Kadir Yıldız, 10.06.2015 tarihinde Ortadoğu Gazetesi’nde “Sinan Oğan'ın Iğdır Güzellemesi” başlıklı yazısında şu soruları sordu: Milletvekili olduğun süreçte Azerbaycan’ın SOCAR şirketiyle gizliden gizliye nasıl bir bağlantı içerisine girdin? Azerbaycan’ın petrol şirketi ile bir milletvekilinin arasında nasıl bir manevi bağ var? Petrol üzerinden kardeşlik türküleri mi söyleyecektin? SOCAR’ın finanse ettiği AZADER’in toplantısına hangi kimlikle ve ne adına yer aldın? Azerbaycan Diaspora Bakanı Nazım İbrahimov’dan ne talebinde bulundun? Ne karşılığında para aldın? Karşılığında ne vaat ettin?

Moskova’da Valdai Forum toplantıları

Oğan’ın Moskova yılları da ilginç. Moskova’da, 2009’da “Türk İç Politika Faktörlerinin Türkiye’nin Rusya Politikasının Oluşumuna Etkileri” başlıklı teziyle, Moskova Uluslararası İlişkiler Üniversitesi’nin (MGIMO) Uluslararası İlişkiler ve Siyaset Bilimi Bölümü’nden doktora derecesini aldı. Ardından Rusya'nın düşünce kuruluşu "Valdai Forumu"nda (The Valdai International Discussion Club) görev aldı. Valdai Forumu resmi olarak Kremlin himayesinde ve Putin başkanlığında, 2004’ten beri her yıl toplanıyor. KGB ile de ilişkili olduğu iddia ediliyor. Oğan, bu toplantılara 2 defa katıldı ve resmi toplantı sonrasında da Rus Dışişleri Bakanı, Başbakan Yardımcısı ve Devlet Başkanı Putin ile de özel görüşmeler yaptı. Valdai International Discussion Club’ın 31 Ağustos-7 Eylül 2010 tarihleri arasında St. Petersburg-Moskova-Soçi’de gerçekleştirilen ve dünyanın alanında en tanınmış 40 ve Rusya'dan 60 uzmanının katıldığı toplantıda Türkiye’yi TÜRKSAM Başkanı Oğan temsil etti. Forum sonrası Oğan sırasıyla; St. Petersburg Valisi Valentina Matviyenko, Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov ve Vladimir Putin ile görüştü. Rusya Başbakan Yardımcısı Igor Shuvalov ile de görüştü ve 6 Eylül 2010’da Soçi’de Putin’in de bulunduğu akşam yemeğine katıldı. Burada Putin'e Türkiye-Rusya-Azerbaycan enerji politikaları hakkında çanak sorular sordu, “Putin Avrasyacılığı” çizgisinde bir "politik" duruş sergiledi.

Bütün bunların ima ettiği şu; Ümit Özdağ CIA ajanı, Devlet Bahçeli MİT ajanı, onun payına da FSB düştü!
Oğan, Erdoğan’a desteğini açıklayınca Meral Akşener'in danışmanı Murat İde, Oğan için "iş takipçisi" dedi, bir petrol şirketini işaret etti. Adını vermediği o şirket SOCAR’dı…

Bu şaibeli kişilik ilk turda yüzde beş küsur oy alınca birdenbire CHP’lilerin de sevgilisi ve umudu oldu. Oysa bilenler onun Tayyip Erdoğan’ın izinden gideceğini biliyordu. Bu Türkçülük kardeşliği değil petrol kardeşliğiydi. SOCAR kardeşliği iki devletten de bir milletten de büyüktür. Seçimlerin sonucu ne olursa olsun, Tanrı SOCAR’ı korusun!

Orhan Gökdemir / soL-Özel

22 Mayıs 2023 Pazartesi

Mine Mutlu’nun mutsuz yaşamı - Mesut Kara / Evrensel

 


Genel olarak sinema sektöründe de “bizim Yeşilçam’da” da ilişkiler acımasız, yaşam öyküleri acı ve hüzünlüdür.

Küçük Hanımefendi Belgin Doruk’un öyküsü, oynadığı filmlerdeki gibi mutlu sona doğru yol almaz, filmlerde, ağdalı melodramlarda özenilesi aşklar, mutlu birlikteler yaşayan yıldız, eve döndüğünde mutsuz, yapayalnız bir kadındır. Herkes onun bir eli yağda bir eli balda kraliçe gibi bir hayat sürdüğünü düşünürken o, hastanelerde, doktorlarda geçirir günlerini, ölüm soğukluğundaki hastane odalarında şok tedavileri uygulanır.

Sinemamızın ilk efsane yıldızlarından Cahide Sonku’nun da iç acıtıcı yaşam öyküsü bilinir. Yıldırım Önal ve beyaz kefenleri içinde protestosunu haykıran Ferda Ferdağ’ın acılı öykülerinden de söz etmiştim bu sayfada. Yaşadığımız dünyada çığlıklarınız boşlukta yankılanır, kimseye duyuramazsınız. İyi gününüzde yanınızda olanları, zor anlarınızda yanınızda bulamazsınız. Cahide Sonku için de böyle olmuştu. Yaşadığı zengin hayattan, oyunculukta tırmandığı zirveden, yoksulluğa ve meyhane köşelerine “düştüğünde” çevresinde “eski dostlarından” kimse kalmamıştı. Oysa bir zamanlar zengin bir hayat sürüyor, lüks içinde yaşıyor, evinde ünlüler, başbakanlar ağırlanıyor, kurduğu Sonku Film’in yazıhanesinin önünde oyuncular kuyruğa giriyordur.

Hayatının son günlerini Beyoğlu’nun ara sokaklarında, salaş meyhanelerde, ucuz otel odalarında alkol şişelerinde dostluk arayarak geçirir Cahide Sonku; bir zamanlar kraliçe olarak yürüdüğü sokaklarda... 1981 yılında yaşamını yitirdiğinde bu trajik öyküyü anlamayanlar da eski ve yeni fotoğraflarını yan yana basarak “Neydi, ne oldu” demekle yetinirler. Örnekleri çoğaltmak mümkün…

MİNE MUTLU’NUN YAŞAM ÖYKÜSÜ, SİNEMA SERÜVENİ

Mine Mutlu’nun inişli çıkışlı, hüzünlü öyküsü 28 Kasım 1948’de Emine Özatmaca olarak başlar. Ailesine katkıda bulunmak için küçük yaşlarda kuru temizleme atölyesi dahil birçok işte çalışır.

Ortaokuldan mezun olduğu günlerde annesiyle babası da boşanır. Annesi ve kardeşleriyle birlikte hayatlarına yeni bir yön vermek zorunda kalırlar. Anne kız Tarlabaşı’da bir ev tutarak ellerindeki parayla eve eşya aldılar. Bir anne iki erkek kardeş ve bir anneanneden oluşan aileye bakabilmek için Mine de iş arıyor, bulduğu işlerde çalışıyordur. Bir süre tapu kadastroda çalışır. Daha sonra girdiği devlet su işlerinde çalışırken 1966 yılında henüz 18 yaşındayken Perde dergisinin düzenlediği yarışmada Türkiye güzeli seçilir.

Sinemada Türkan Şoray rüzgarının estiği yıllardır, “sultan” zirvededir.

Emine Özatmaca da güzelliği ve Türkan Şoray’a benzerliğiyle dikkat çeker; Yeşilçam yapımcıları da bu güzellikten ve benzerlikten yararlanmak isteyince rüyalarını süsleyen sinemanın kapıları da açılır. Dünya sinemasında da Brigitte Bardot (B.B.), Marilyn Monroe (M.M.), Claudia Cardinale (C.C.) gibi popüler oyuncuların rüzgarı vardır ve sinemaya başladığında Emine Özatmaca da Yeşilçam’ın M.M’si, Mine Mutlu’su olur.

Magazin sayfalarında “Yeni Türkan Şoray doğuyor” manşetleri atılır.

1966 yılında Tunç Okan, Pervin Par, Mahir Özerdem gibi oyuncularla birlikte oynadığı ilk filmi “Ben Bir Kanun Kaçağıyım”dan itibaren bir süre yan rollerde oynayan Mine Mutlu, sonrasında başrol oyuncusu olarak dikkat çekmeyi başarır.

1969 yılında sanki güzelliklerini, oyunculuklarını yarıştırır gibi Türkan Şoray’ı Metin Erksan filmi “Ateşli Çingene”de Ediz Hun’la, Mine Mutlu’yu da Engin Çağlar’la Mehmet Dinler’in yönettiği “Çingene Aşkı Paprika”da oynatırlar.

Ayhan Işık’lı, Sadri Alışık’lı, Zeki Müren’li, Murat Soydan’lı, Tanju Korel’li, İzzet Günay’lı, Ahmet Mekin’li filmlerde baş rolü paylaşan Mine Mutlu asıl çıkışını sinemamızın önemli yönetmenlerinden Süreyya Duru’nun Yaşar Kemal’in eserinden uyarladığı, senaryosunu Erdoğan Tünaş’ın yazdığı ve Mine Mutlu’nun baş rolü Cüneyt Arkın’la paylaştığı 1969 yapımı “Ala Geyik”le yapar. Filmde Aliye Rona, Bilal İnci, Atıf Kaptan, Behçet Nacar da yer alır. Filmin kötü, adamı zalim bey Karaca Ali’yi Bilal İnci canlandırır. Mine Mutlu sadece 1969 yılında 19 filmde yer alır. ’70’ler başladığında ülkede çalkantılı günler, Yeşilçam’da kriz yaşanıyordur. Seyircisini kaybeden sinema erotik filmlere yönelir.

MİNE MUTLU DA EROTİK FİLMLERE SAVRULUR

1971 yılında Nazmi Özer’in yönettiği “Seks Fırtınası” adlı filmin afişinde yarı çıplak görürüz. Oysa film erotik film değil avantür-macera filmidir. Oyunculuğunu “normal filmlerle” sürdüren Mine Mutlu 1974 yılında Ertem Eğilmez’in yönettiği Arzu Film yapımı “Köyden İndim Şehire” filminde Kemal Sunal, Zeki Alasya, Metin Akpınar, Halit Akçatepe, Perran Kutman, Meral Zeren gibi güçlü bir kadroyla oynar.

Zeki Müren’le, Engin Çağlar’la aşk yaşadığı, flört ettiği, sevgili olduğu haberlerinin magazin dünyasına malzeme olmasından zarar gören Mine Mutlu, 1975 yılında oynamaya başladığı erotik komedi filmleriyle değişim ve çöküş başlar. Filmler seks filmi değildir fakat film adları ve afişleri seks filmi çağışımı yapar. Mine Mutlu’nun bu filmlerde mayolu, iç çamaşırlı görüntüler veriyor olması adının “seks yıldızı”na çıkmasına neden olur. Bu süreçte Mine Mutlu hayranlarının çok sevdiği, etkilenerek izlediği “Tatlı Tatlı”, “Islak Dudaklar”, “Kadınım” gibi duygusal ve macera filmleri de vardır.

Mine Mutlu, 1976’da sinemayı bırakıp sahneye çıkar şarkıcılık yapar fakat 75 yılında oynadığı erotik filmler nedeniyle “seks yıldızı” olarak damgalanmasına, öyle anılıyor olmasına çok üzülüyordur. Sinemada ona Mine ‘Mutlu’ deseler de gerçekte çok mutsuzdur. 70 filmde oynamasına karşın 1-2 yıl gibi kısa süreli yer aldığı seks filmi olmayan 10 erotik komedi nedeniyle seks yıldızı olarak damgalanması onu küskünleştirmiş, yalnızlaştırmış. İçine kapanmasına yol açmıştır.

Mine Mutlu, 1978 yılında İş İnsanı Ünal Çulha ile evlenir. Bir yıl sonra boşanıp birlikte yaşamayı sürdürürler. Bu birliktelikten Çağkan ve Büşra adını verdikleri iki çocukları olur.

Yakalandığı kanserle uzun süre mücadele eden Mine Mutlu, henüz 42 yaşındayken 18 Eylül 1990 tarihinde aramızdan ayrılır.

Mesut Kara / Evrensel

Seçimden sonra(1) - Bilsay Kuruç / Cumhuriyet

 

Seçimin birinci perdesi kapandı. Siyaset bilimciler ve anketlerle tahmin yapanların günü başladı. Uzmanlık alanlarına girmeyelim. Ekonomide kalalım.

HALK EKONOMİDEN ANLIYOR MU?

Bu her seçimden sonra gündemde yer tutan sorudur. Bu seçimde daha da vurgulandı. Ekonomiden anlamak! Nedir? Hangi ekonomi? Önce, unutmamak için bunun zeminini ve zamanını yazalım. Türkiye 2000’lerde dünya sermayesine sıkıca eklemlendi ve böylece onun terimleriyle bir “emerging market” (dünya sermayesi için “yeni yetme bir piyasa”) oldu. Ticaret zincirlerinin ve finans piyasalarının bir yeni stajyer üyesi oldu. Başta bu geliyor. Topraklarını ve doğasını dörtnala koşan inşaata açtı. Sanayi de “market”te bir rol aldı ama yeri Amerikan filmlerinin başında yazıldığı gibi, “also starring” (o da oynuyor!) idi. “Emerging”ler “dolar” ile çalışır. “Dolarlaşma”lıdırlar. Öyle oldu. Dolar bolluğu yılları ile başlandı, şimdi dolar kıtlığı vaktine gelindi. Bu “market” yeterince dolar üretemiyor ama hep daha çok dolara ihtiyacı var. Dolar kıtlığı gitgide daha çok artarak seçim yılına geldik. Ve ekonomiden anlamak ne ise merak ediyoruz. Konuşanlara bakarak anlamaya çalışalım.

                                        Patatesi inceleyip alamayan yurttaş

Bir insan “patates”i göstererek konuşuyor. Ekonomiyi anlamakta hareket noktası bu. “Patates 20 lira. Para yetmiyor” diyor. Nedenini açıklayamıyor, kalıyor. İkinci bir insan “Iphone”u göstererek konuşuyor. Hareket noktası bu. “Her şey var, her şey iyi” diyor. Söylemeyi bilmese de ülkenin “emerging market” olmasıyla ekonomiyi anlamış oluyor. Meslektaşımız iktisatçıların çoğunluğu ekonomiyi döviz (dolar)-faiz ikilisiyle konuşuyorlar. Hareket ve varış noktaları bu. Onlarla da sınırlı değil. Ekonomiyi döviz/faiz ikilisiyle konuşma inanışı yaygınlaşıyor ve bir bilgiçlik muhabbeti de yaratıyor.

                               
           Iphone’nun yeni modeli için uzayan kuyruk


“Patates”le konuşan insan “Iphone”la konuşanla da bir dil birliği kuramıyor, dolar/faiz konuşan iktisatçıyla da. “Iphone”la konuşanın, aynı “emerging” bakışını paylaştıkları için dolar/faizle konuşan iktisatçıyla ortak bir dil birliği zemini var. (Siyasal tercihleri farklı olabilir. İlgilenmiyoruz. Ekonomiyi anlamakta ortaklıklarıyla ilgiliyiz.) “Patates”le konuşanın ekonomi (nasıl olmalı?) üzerine önerisi yok. Patatesle başı dertte, ötesini düşünemiyor. “Iphone”la konuşan öneriye gerek görmüyor. Çünkü “her şey iyi”. Dolar/faizle konuşan iktisatçının (“iş dünyası” sözcülerini de katalım) önerileri özünde Merkez Bankası’na (TCMB) çıkıyor: “Faiz politikası (TCMB politika faizi) değişmeli ki tıkanmış olan ‘döviz damarı’ açılabilsin! Gerisini piyasalar halleder!” Basitleştirilmiş bir özet oldu. Ama böyle.

FAİZ SEBEP, ENFLASYON NETİCEDİR!

Siyaset mi ekonomiye göre belirleniyor, yoksa ekonomi mi siyasete göre belirleniyor? Ne zaman hangisi? Son 20 yıla bakarak buna dilerseniz “iki bolluğun öyküsü” de diyebiliriz. Ünlü eser “İki Şehrin Hikâyesi”, biliyoruz, Fransız Devrimi’nin bir öyküsüdür. Bizim son 20 yılın “iki bolluğu” ise buradaki karşıdevrimin bir öyküsü.

2002’den başlayarak Türkiye’ye dolar yağdı. Dolar girişleri enflasyonu düşürdü. İthalatı patlattı. Doları 2005’te 1.32 TL yaptı. İthal mallar yerli ürünlerden daha ucuz oldu. Ekonomi hızlandı. Bir “yapay bolluk” dönemi yaşandı. “Ucuz dolar” dönemi. Yeni kurulmuş AKP, 3 Kasım 2002’deki yüzde 34’lük oyunu, 22 Temmuz 2007’de 46.7’ye yükseltti. (CHP yüzde 19.8’den 20.8’e gelmişti.) 2010’a gelince, dolar 1.48 idi. “Market”leşen ekonomi “dolarlaşma”da mesafe almıştı. Dolarsız olamıyordu. Bu ekonomi 2010’da artık kendi seçmenini de her kademede siyasal militanlarını da yaratmıştı, yaratabileceğini vaat ediyordu. (2011 seçiminden sonra, altyapıdan sorumlu bakan “Önümüzdeki dönem 500 milyar dolarlık inşaat yapacağız!” diyordu. Dolarlı ve inşaatlı ufuklar.)

Yukarıda vurguladım, dolarlaşıyor, fakat kendisi yeterli dolar üretemiyor. (Nedenlerine bugün girmeyelim.) 2015-2016’ya gelince ufukta kara bulutlar belirdi. Birinci bolluk dönemi kapanıyordu. 2007’de dolar bolluğu iktidara şekil vermişti. O bolluk bir daha olamazsa ne olacak? İktidar sona mı erecek? (Not: Sermaye sınıfı, öncelikle ticaret-siyaset zincirlerini ören ticaret ve kısmen de finans sermayesi buna hazır ve razı mı?) Çare ikinci “bolluk” dönemini açabilmektedir: TL’yi “bollaştırarak” iktidarın tazelenmesi. Kaynak elbette önce Hazine’dedir: İcadın adı kredi garanti fonu (KGF). Tarih 2017. Çünkü 2018 yazında seçim var. Kullandırılan kaynak 10 milyar TL’den birden 214 milyara çıkacak! Siyasete oy olarak dönmek üzere sermaye “zincirleri”ne kredilenmiştir. 2021 sonbaharında başlatılan “bol ve ucuz TL” senaryosu o pilot proje ile oradan başlıyor. Elbette, ilgililerin işin özünü doğru anlaması için “yeni bolluk” senaryosunun en yetkili ağızdan açıklanması, yani “doktrinleşmesi” lazım. O da 15 Mayıs 2018’de seçimden bir hafta önce CNN Türk’te duyulacaktır: “Faiz sebep, enflasyon neticedir!”


Meslektaşlarımız dayanamadılar, hemen bunun tüm iktisat kavramlarını tersine çevirdiğini yüksek sesle, uzun uzun söylediler. Şimdi, aradan beş yıl geçtikten sonra sıra TCMB’ye geldi. 2021 Eylül’ünden sonra, bu kez TCMB’nin doğrudan “politika faizi ile havai fişek” atıp TL ile “ucuz para” politikasının (ve böylece tırmanan enflasyon ile sermaye sınıfına büyük kaynak aktarma senaryosunun) başladığını duyurmasından ve bir buçuk yıl bunun içinde yaşadıktan sonra ne konuşalım? Teori mi, pratik mi? Pratikse, öncelikle siyasetinkini mi, ekonomininkini mi?  

Öncelikle siyasetinkini. Çünkü unutmayalım, artık dolar kıtlığı dönemindeyiz. Ve ekonomi (“dengeleri” tutsun ya da tutmasın) siyasetin şablonu ne olacaksa, buna göre işleyecektir! İktidar kendini bir “bolluk”la sürdürmek zorundadır. Böyle bakıyor. Kurduğu “sermaye zincirleri” bunu şart kılıyor. Şimdiki bolluğun “para”sı sadece TL olmuştur. “Ucuz TL” (TCMB’nin bilançosu, rezervleri ve bütçenin açığı ne olursa olsun) resmi sözcülerin “yeni ekonomi modeli”nin eksenidir. Seçime kadar değişmeyecektir. Ve değişmedi. TCMB’nin politika faizi enflasyon tırmandıkça, siyasetin senaryosuyla bütünlük içinde, indirildikçe indirildi. Meslektaşlarımızın “İktisat bilmiyor!” muamelesi yaptıkları “en yetkili ağız” 2021’in aralık ayında üzerinde dura dura “doktrini” tekrarladı: “Faiz sebep, enflasyon neticedir!” Siyasal ironi yapıyordu: (Düşük) faizin sebep, enflasyonun sonuç olduğu zaten yaşanıyordu. Adeta meslektaşlarımıza “Siz siyasetten anlamıyorsunuz ki iktisattan anlayasınız!” diyordu. 2007’nin “ucuz dolarla seçim kazanma” tablosundan 2023’ün “ucuz TL ile seçim kazanma” tablosuna geçilince “ekonomiden anlamak” konusu biraz daha çetrefil hal alıyor.

‘MARKET’, SWAP, CDS

Son bir buçuk yılın “Faiz sebep, enflasyon netice” senaryosu süresince meslektaşlarımız “swap”ın ve “CDS primi”nin allamesi oldular. (Bunlara girmeyelim.)  O arada ekonomide “bölüşüm”ü hallaç pamuğu gibi atan çarpıcı seyirler oldu. Maliye’nin yetkilisi Nebati Bey, 2021 Eylül’ünde başlatılan “ucuz TL-enflasyon” senaryosunu açıklarken açık sözlülükle “Bu modelimiz emekçiler için değil” demişti! Son iki yılda “toplam hasıla”da (GSYİH) emeğin payında keskin düşüş bunu gösterdi. Emek, sermaye sınıfına (mutaden) kaynak aktarıyor. 

Ama iş bundan ibaret değil. İşin özü, enflasyonun tüm dişlileri en keskin biçimde çalışınca neler oluyor? Galiba ana soru burada. Meslektaşlarımız henüz (bildiğim kadarıyla) üzerinde çalışmadılar ama Türkiye kapitalizminde son bir buçuk, iki yılda “varlık enflasyonu” öteki “fiyatların koşuları”nı geride bıraktı. Bırakırken mal ve hizmet fiyatlarının artış hızlarını etkiledi, sürükledi. Seçmen davranışını da etkiledi mi? Elimizde bir ölçü yok. Son bir buçuk, iki yılda en hızla koşanlar çeşitli “varlıklar”, gayrimenkul, konut fiyatları oldu. Koşuya önce başladılar ve en hızlı onlar koştular. (Otoları saymıyorum) Sonra BİST (borsa) geliyor. Dünyanın tüm borsalarının sürekli düştüğü o dönemde (Arjantin’le birlikte) yüzde ortalama 150’lik hızla koştu. Bu “ucuz para”yı alarak “servete doğru büyük hızla koşu” idi. Üretime doğru koşu değildi. Üretimi artırıcı bir etkisi varsa da çok zayıf ve dolaylı idi. Havadan “rantiye” olmanın kapitalizme özgü koşusuydu. Bu zenginleşmenin ticaret-finans-siyaset zincirleri içinde iktidara destek getirici katkısı ise azımsanamaz. “Doktrin”i “Düşük faiz=ucuz para sebep, zenginleşme sonuç” diye okursak son iki yıldaki ekonomiyi anlama meselesine iyice yaklaşabiliriz. (Banka kârlarının 2022’de yüzde 400 artışının şirket kârlarındaki yine yüksek artışı geride bıraktığını da sermayenin mutluluk tablosunu eksik bırakmamak için kaydetmek gerekir.)

TÜFE’yi de küçümsemeyelim. O da hızlı koştu. Ama “durduğu yerde zenginleşme”yi yaratan “varlıklar”ın ve kârların gerisinden geliyor. Ücretler ayarlanırken TÜFE’ye bakılıyor ama onlar TÜFE’ye zaten yetişemezler. Emek kemer sıkarak tanımlanır. Çünkü kaynak aktarmak ona düşer. Emek “Para kimin için yaratılır” sorusunu bilmez, sormaz. Yine öyle oldu. Bakıyorum, 2018’de Cumhuriyet’te Mustafa Çakır bir röportaj yapıp bir de manşet koymuş: “Halk kemerleri sıkacak.” Bugün “patates”le konuşan insanı görmüş sanki. Faiz düşük de olsa (ucuz para), yüksek de olsa (pahalı para) bu manşet değişmez. Kardeşim Mustafa, aynı manşeti kullanabilirsin, eskimez.

Bilsay Kuruç / Cumhuriyet






21 Mayıs 2023 Pazar

KISA KISA GÜNDEM - 21 MAYIS 2023 -

 


Cinsel istismara maruz bırakılan 2 yaşındaki bebek yaşam mücadelesi veriyor (Birgün)
Zonguldak'ın Çaycuma ilçesinde annesinin emanet ettiği 2 yaşındaki bebeğe nitelikli cinsel istismarda bulunduğu iddia edilen 25 yaşındaki F.S. tutuklanarak cezaevine gönderildi. Bebeğin ise yoğun bakımda yaşam mücadelesi verdiği öğrenildi.(https://www.birgun.net/haber/cinsel-istismara-maruz-birakilan-2-yasindaki-bebek-yasam-mucadelesi-veriyor-438904)


İktidarın politikası şiddeti körüklüyor (İlayda Kaya-Birgün)


Son 20 günde 10 kadın ev içinde beraber yaşadığı erkek tarafından katledildi. Ev içi şiddetin artış gösterdiğine dikkat çeken kadın kuruluşları “Cezasızlık uygulanıyor. İktidarın gerici politikaları şiddeti körüklüyor” dedi.(
https://www.birgun.net/haber/iktidarin-politikasi-siddeti-korukluyor-438944)

Depremzedelerin çadırını söken AKP’li belediye çıktı (Birgün)


Bir süredir sosyal medyada muhalefetin depremzedelere hakaret ettiği hatta depremzedelerin çadırlarını söktüğü iddiası, özellikle “Aktroller” denen hesaplardan yayılıyor. Bu propagandayı AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da sürdürüyor. Söz konusu köyde CHP’ye 109, AKP’ye sadece 5 oy çıktığı anlaşıldı. Üstelik, depremzedelerin çadırlarını sökenin de AKP’li Dulkadiroğlu Belediyesi olduğu ortaya çıktı. (https://www.birgun.net/haber/depremzedelerin-cadirini-soken-akpli-belediye-cikti-438925)

Bahçeli'den 'ikinci tur' mesajı: Yeni bir cumhurbaşkanıyla yola devam diyeceksiniz (Birgün)


MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, 28 Mayıs'taki 'ikinci tur' seçimine ilişkin, "Mührü vuracaksın, 29 Mayıs İstanbul'un fethinde Türkiye Cumhuriyeti'ne yeni bir cumhurbaşkanıyla yola devam diyeceksiniz" dedi.(https://www.birgun.net/haber/bahceli-den-ikinci-tur-mesaji-yeni-bir-cumhurbaskaniyla-yola-devam-diyeceksiniz-438835)

Bilge Yılmaz'dan 'KKM' uyarısı: Bu düpedüz servet transferidir! (Birgün)


İYİ Partili Bilge Yılmaz, devletin kur korumalı mevduat adı altında dolara %36 faiz ödediğini belirterek, "Bu düpedüz servet transferidir! Erdoğan'a oy vermek hem bunu onaylamak hem ekonominin batmasına izin vermektir" ifadesini kullandı.(
https://www.birgun.net/haber/bilge-yilmaz-dan-kkm-uyarisi-bu-dupeduz-servet-transferidir-438819)

Nusaybin Kaymakamı Ercan Kayabaşı, Atatürk portresini soran gazeteciyi tehdit etti (Birgün)


Nusaybin Kaymakamı ve aynı zamanda Nusaybin Belediyesi'ne atanan kayyum olan Ercan Kayabaşı, kendisine Mustafa Kemal Atatürk’ün portresini soran gazeteci Ahmet Kanbal’ı sosyal medya hesabından tehdit etti. Kaymakam Kayabaşı, Kaykamlığın resmi hesabından paylaşılan fotoğrafta Atatürk portresinin görünmeme nedenini ise “flaş parlaması” olarak açıkladı. (https://www.birgun.net/haber/nusaybin-kaymakami-ercan-kayabasi-ataturk-portresini-soran-gazeteciyi-tehdit-etti-438182)

Kılıçdaroğlu: Bu artık bir seçim değil, referandumdur (soL)


Cumhurbaşkanı adayı Kemal Kılıçdaroğlu, "Bu artık bir seçim değil, referandumdur. Bir önceki referandumun sonucu ortada" ifadeleriyle paylaştığı videoda, "Vatanını seven sandığa gelsin" ifadesini kullandı. Millet İttifakı'nın cumhurbaşkanı adayı Kemal Kılıçdaroğlu, sosyal medya üzerinden bir video paylaştı. Seçmenlere  sandığa gitme çağrısı yapan Kılıçdaroğlu, videoyu "Bu artık bir seçim değil,  referandumdur. Bir önceki referandumun sonucu ortada... Sevgili gençler; montaj ve iftiralar her yerde, mesajımı yaymam için, bu namertliğe karşı birlikte mücadele etmeliyiz. Videomu her yerde paylaşın! Her yerde anlatın! Vatanını seven sandığa gelsin" notuyla paylaştı. Kılıçdaroğlu, seçmene şu sözlerle sesledi: "Sen beni sen de sevmesen de kabulüm ama Vatanını seviyorsan karar ver. 10 milyon Suriyeli yetmedi, 10-20 milyon dahası mı gelsin? Unutma, o oyu benim için değil kendin için vereceksin. Vatanını seven sandığa gelsin."

Nevşehir Belediyesi muhalefet adına sahte reklam afişleri astı (soL)


İlk turda başlayan muhalefet aleyhine sahte broşür geleneğinin adresi bu defa Nevşehir oldu. Gazeteci Murat Ağırel, Nevşehir Belediyesi’nin kentteki panolara muhalefet aleyhine afişler astığını bildirdi. Ağırel, sosyal medya hesabından Nevşehir’de panolara asılan görüntüleri paylaştı. Ağırel’in paylaştığı görsellerde, “Selahattin Demirtaş serbest kalacak” ifadelerinin yer aldığı görüldü. Ağırel, “Nevşehir Belediyesi Turizm ve AŞ tarafından Nevşehir’deki panolara muhalefet aleyhinde yalan reklamlar asılıyor” ifadesini kullandı.

Kira artışları rekor kırdı: İstanbul'da işçi göçü yaşanıyor (Cumhuriyet)

İstanbul’da sığınmacıların yoğun olarak yaşadığı 15 ilçede son 4 yılda kira artış oranı yüzde 654 oldu. En yüksek artış yüzde 807 ile Kâğıthane’de yaşandı. Vasıflı işgücü, fahiş kiralar nedeniyle İstanbul’dan kaçmaya başladı. Firmalar eleman bulamıyor.(https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/kira-artislari-rekor-kirdi-istanbulda-isci-gocu-yasaniyor-2083257)

Mansur Yavaş: 'AKP üç defa Öcalan’ı çıkarma teşebbüsünde bulundu' (Cumhuriyet)

Millet İttifakı Cumhurbaşkanı Yardımcısı adayı ve ABB Başkanı Mansur Yavaş, belgeleriyle AKP iktidarının 2003, 2006 ve 2013’te PKK elebaşı Öcalan’ı çıkarma teşebbüsünde bulunduğunu açıkladı.(https://www.cumhuriyet.com.tr/siyaset/mansur-yavas-akp-uc-defa-ocalani-cikarma-tesebbusunde-bulundu-2083273)

(derleyen: mstfkrc)