18 Haziran 2023 Pazar

AYVALIK - Dosya

Sarımsaklı Sahili tel örgü ile çevrelendi (Özgür Duygu Durgun-duvaR)

Balıkesir Büyükşehir Belediyesi tarafından yapılan ‘Sarımsaklı Sahili Peyzaj Düzenleme’ projesi kapsamında sahile tel örgü çekildi. Yapılan işlem, çevre örgütleri ve halk tarafından protesto edildi.

 Sarımsaklı Sahili’nde Balıkesir Büyükşehir Belediyesi tarafından sürdürülen sahil düzenleme projesi itirazlara rağmen ilerliyor. 

Proje kapsamında plaja çekilen tel örgüler, çevre örgütleri ve halkın tepkisine yol açtı. Ayvalık Tabiat Platformu, T.C Anayasası’nın 43. Maddesi’nde belirtilen ‘Kıyılar, herkesin eşit ve serbest olarak yararlanmasına açıktır’ hükmünü hatırlatarak tepki gösterdi.

Ayvalık Tabiat Platformu sözcüsü Nebahat Dinler, Ayvalık genelinde büyükşehir veya yerel yönetim eliyle yürütülmekte olan düzenlemelerin kamu yararını gözetmesi gerektiğine dikkat çekti. Dinler, Sarımsaklı'daki proje örneğinde olduğu gibi, kapalı kapılar ardında, kamuoyu görüşüne başvurulmadan alınan kararlarla uygulamaya konulan her çalışmanın burada yaşayan halkı mağdur etmekte olduğunu söyledi. Dinler, Sarımsaklı Sahili'nde devam eden projenin, bölgedeki endemik tür olan Ayvalık Çemeni'ni de yok ettiğini sözlerine ekledi. Dinler, "Hayal projelerle, doğanın hakkını gözetmeden Ayvalık Çemeni'nin yaşam alanı olan nadide bir kumsalın betonla kaplanmasını kabul etmiyoruz" dedi.

BAYRAM ÖNCESİ BİTİRİLMESİ PLANLANIYOR

Balıkesir Büyükşehir Belediyesi tarafından sürdürülen projeye yaklaşık bir yıl önce onay veren Ayvalık Belediye Meclisi ve Belediye Başkanı Mesut Ergin, bayram öncesi projenin tamamlanmasını arzu ettiklerini belirtti.

Ergin, bu arzusunu Büyükşehir Meclisi’nin 13 Haziran’da gerçekleştirdiği olağan toplantısında yaptığı konuşmada dile getirdi. Ergin, toplantıda “Sarımsaklı sahil projesi hep hayalimizdi ve olması gereken bir şeydi. Bu konuda hiçbir sıkıntımız yok. Bizden beklenen sezon başlarken ve bayram yaklaşırken bir an önce bu alanın toparlanması ve sezonun hayırlı bir şekilde geçmesi” ifadelerini kullandı.

Ayrıca Ergin, projeye dair sivil toplum örgütleri tarafından öne sürülen ‘çekinceler’ olduğunu belirtti ve Büyükşehir Belediyesi’nden bu tepkilerin dikkat alınmasını talep etti.

Büyükşehir Meclis toplantısında Ayvalık Belediyesi Çevre Komisyonu’nun çevre örgütlerinden görüşlerle hazırladığı rapor sunuldu. Raporda, Sarımsaklı sahil kumullarında görülen nadir türlerin yaşam alanının projeden olumsuz etkilenmemesi yönünde ne tür tedbirlerin alındığı, düzenleme yapılan alan içinde yer alacak kamu ve/veya özel yatırımların inşaat ruhsatına sahip olup olmadığı yönünde büyükşehire yöneltilen çeşitli sorular yer alıyor.

Çevre Komisyonu raporunda belirtilen itirazlara dair ne yönde hazırlık yapıldığını Balıkesir Büyükşehir Belediyesi’ne sorduk ancak sorularımıza henüz yanıt alamadık.

                                                         /././

Ayvalıklılar Sarımsaklı Plajı'nın ranta açılmasına tepkili (Özer AKDEMİR-EVRENSEL)

Balıkesir Ayvalık'taki dünyaca ünlü Sarımsaklı Plajı'nın halkın elinden alınarak ranta açılmak istendiğini belirten Ayvalık Tabiat Platformu, yapılaşmaya karşı imza kampanyası başlattı.

Balıkesir Ayvalık’ın en önemli turistik yerlerinden Sarımsaklı Plajı’nın halkın elinden alınarak ranta açılmak istendiğini belirten yurttaşlar buna karşı mücadele başlattılar. Ayvalık Tabiat Platformu Sarımsaklı sahilindeki yapılaşmaya karşı imza kampanyası başlattı.

DÜNYACA ÜNLÜ SAHİL BETONLA KAPLANDI!

2014 yılı yerel seçimlerinden sonra Sarımsaklı plajında 230 dönümlük alanın Balıkesir Büyükşehir Belediyesine kiralanması sonrası başlayan süreç, Ayvalıklıları tedirgin ediyor. Ayvalık Tabiat Platformu ve yurttaşlar tarafından 17 Mayıs 2023 tarihinde Sarımsaklı plajında yapılan basın açıklamasında Belediyenin “Ayvalık’ı dünya markası yapmak, turizmi geliştirmek” söylemlerinin arkasında sahili ranta açarak pazarlama hayallerinin olduğu ifade edildi. Sarımsaklı Plajının Türkiye'nin en uzun kumul ekosistemleri arasında yer aldığını belirten Platformun başlattığı imza kampanyasında, kumsalın Madra Çayı’nın Kozak’tan taşıdığı granit kumuyla milyonlarca yılda oluşan eşsiz bir kumsal olduğunu dile getirildi. Ayvalık Tabiat Platformu Sözcüsü Nebahat Dinler, sahilin plaj kumu taş ve betonla kaplanarak şantiye alanına çevrildiğini söyledi.

HALKA DEĞİL SERMAYEYE RANT YARATMAK İSTENİYOR

Balıkesir Büyükşehir Belediyesinin 2015 yılında Ayvalık halkının tepki vermesi ve alanın “Kamuya Açık Plaj Kumsal” olarak kayıtlı olması nedeniyle projeyi iptal etmek zorunda kaldığına dikkat çeken Dinler; “2021 yılına geldiğimizde bölge “Doğal Sit-Sürdürülebilir Koruma ve Kontrollü Kullanım Alanı” olarak tescil edildi. Böylece “Niteliğini Kaybetmiş Kumsal Alan” aldatmacasıyla mevcut plan hükümsüz kılınarak, "Rekreasyon Alanı" kullanımı kapsamında yapılaşmanın önü açıldı. ÇED muafiyetinin arkasına sığınarak, meslek kuruluşlarının, sivil toplum kuruluşlarının, üniversitelerin ve halkın görüşüne başvurulmadan kapalı kapılar ardında alınan bu kararın kıyı yasasına, planlama ve şehircilik ilkeleri ve kamu yararına aykırı olduğu gayet açıktır” dedi.

PARASI OLMAYAN DENİZE GİREMEYECEK!

Projenin halk için değil, halka rağmen yürütüldüğünü ve sermayeye rant yaratmak amaçlı olduğunu belirten Dinler, projenin hayata geçmesiyle oluşacak sorunları şöyle sıraladı:

* Halka ait olması gereken Sarımsaklı Plajı’nda sahil şezlongculara, işletmelere kiraya verilerek halkın olması gereken plaj yok edilecek;

* Nicedir işgal altında olan, kavgaların, hak ihlallerinin yaşandığı Sarımsaklı Plajı’nda artık para ödenmeden havlu bile serilemeyecek, bir sonraki aşamada denize bile girilemeyecek;

*Temel ihtiyaç olan duş, tuvalet, soyunma kabini gibi yapılar da parayla kullanılacak;

*Güya halkın yararı için yapılan bisiklet yolu, yürüyüş yolu, konser alanı gibi alanlar rantiyenin elinde ticaret malzemesi haline gelecektir.

“KIRMIZI LİSTEDEKİ BİTKİYİ KAMYONLARLA EZDİLER”

Sarımsaklı kumsalının kendine has florasıyla, endemik türlerin de yaşam alanı olduğunu aktaran Dinler, 2017 Sarımsaklı Plajı’nda yeni bir endemik tür keşfedildiğini, mart, nisan aylarında çiçek açan, kumsalda yetişen bu bitkiye Ayvalık’a özgü olması nedeniyle “Ayvalıkensis” adı verildiğini belirtti. Dinler ayrıca Prof. Dr. Gülendam Tümen, Prof. Dr. Fatih Satıl ve Doç. Dr. Selami Selvi tarafından hazırlanan proje raporunda, tehlike altındaki türler kırmızı listesine (IUCN) göre, “zarar görebilir” olduğu belirtilen endemik bitkinin taşeron firmanın kamyonları ve kepçeleri altında ezilip, kırıma uğratıldığını dile getirdi.

YANIT BEKLEYEN SORULAR

Konuya dair hazırladıkları raporu, Kaymakamlıka, Büyükşehir Belediye Başkanlığına, Çevre ve Tarım İl Müdürlüklerine gönderdiklerini ifade eden Dinler, “Şimdi buradan yetkililere şu soruları yönelttiklerini belirtti;

* Doğal bir ortam olarak varlığını sürdüren Sarımsaklı kumulları, insanlar, hayvanlar ve bitkiler tarafından yıllardır mevcut haliyle kullanabilirken, her yıl lodos fırtınasıyla sular altında kalacak olan bu çaplı büyük bir projenin gerekliliğine dair bir ön çalışma yapılmış mıdır? Sarımsaklı sahil kumullarında görülebilen nadir türlerin yaşam alanının belirlenmesi ve korunması üzerine bir çalışma gerçekleştirilmiş midir?

* Bölgemize has endemik ve yöresel bitki türlerimiz varken neden projedeki bitkisel lejanta bu türlere ait öneriler yapılmamıştır?

* Türkiye ve Ayvalık için bu kadar değerli bir alanda yapılan proje niçin kamuoyu ile paylaşılmadan, görüş alınmadan uygulamaya konmuştur?

* Plaj düzenlemesi adı altında kumsal ekosisteminin, biyoçeşitliliğinin ve kentimize özel isimle tescillenen Ayvalikensis’in eko-kırıma uğratılması kabul edilemez.

           
Fotoğraflar : Günerkenayvalık

                                                                  /././

Ayvalık çemeni nerede yaşasın?(Özer Akdemir)

Balıkesir Ayvalık’ın dünyaca ünlü Sarımsaklı Plajı ciddi bir yıkımla karşı karşıya. Ayvalık’ı dünya markası yapmak ve turizmi geliştirmek adı altında ne yazık ki güzelim Sarımsaklı Plajı’nın kumsallarına beton dökülüyor. Üstelik 2017 yılında Sarımsaklı Plajı’nda keşfedilen ve dünya üzerinde sadece bu plajda yetiştiği için “Ayvalıkensis” adıyla literatüre kazandırılan Ayvalık çemeninin çiçekleri üzerine dökülüyor betonlar! Bu kadarı da olmaz mı diyorsun? Oluyor, maalesef!..

BİTKİLERİN İSİM ANASI

2017 yılında Balıkesir Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Biyoloji Bölüm Başkanı Prof. Dr. Gülendam Tümen, Öğretim Üyesi Prof. Dr. Fatih Satıl ve Altınoluk Meslek Yüksekokulu Müdürü Doç. Dr. Selami Selvi tarafından başlatılan ‘Balıkesir’in biyolojik çeşitliliği, biyolojik zenginliği’ projesinde keşfedilen bir bitkinin o güne kadar bilinen hiçbir türe ait olmadığı ortaya çıktı. Bitkiye “Ayvalıkensis” (Ayvalık çemeni) adı verilirken bitkinin Latince adı ise litratüre ‘Trigonella coerulescens ayvalikensis’ olarak kaydedildi.

Prof. Dr. Gülendam Tümen neredeyse yarım asrı bulan (46 yıl) akademik yaşamı boyunca yaptığı araştırmalar ve buluşlarla “bitkiler isim anası” olarak anılan bir bilim insanı. Yaptığı çalışmalar ve keşfettiği türler nedeniyle Tümen’in adı birçok bitkiye verildi. Nepeta argolica subsp. tumeniana (Gülnanesi), Sideritis gulendamiae (Hanımçayı), Stachys gulendamii ve Taurocletodes tumenae sp. Nov bunlardan sadece birkaçı. Tümen ve ekibinin son buluşu ise dünya literatürüne  “Ayvalıkensis” (Ayvalık çemeni) adı ile geçti.

2020 yılında emekli olan Tümen’in de içinde bulunduğu öğretim üyeleri tarafından keşfedilen bu bitki dünyada sadece Ayvalık’ın Sarımsaklı Plajı’nda, çok dar bir alanda yetişiyor. Yaşam alanı son derece kısıtlı olduğu için nesli tehlike altında olan bu nadir bitkinin fotoğrafı 2018 yılında basılan “Ayvalık Adaları Tabiat Parkı Çiçekli Bitkileri” kitabının da kapak resmi olarak kullanıldı. Türünü devam ettirebilmesi için gözümüz gibi korumamız gereken bu bitkinin tam da yayılım gösterdiği alanlara ne acıdır ki “Turizmi geliştirme” adı altında bir süredir beton yollar, parke taşları döşeniyor!..

SAHİL YAPILAŞMAYA NASIL AÇILDI?

Endemik bitkinin yaşam alanını tehdit eden bu süreç 2014 yılında, yerel seçimlerinden hemen sonra başladı. Sarımsaklı Plajı’nda 230 dönümlük alanın Balıkesir Büyükşehir Belediyesine kiralanması sonrası belediyenin plajda yapılacağını duyurduğu proje Ayvalıklıların yoğun tepkisi ile karşılaşınca geri çekilmişti. Yine de sermaye açısından rantı son derece iştah kabartıcı olan bu projeden vazgeçilmedi.

Bölgenin statüsünün “Doğal Sit-Sürdürülebilir Koruma ve Kontrollü Kullanım Alanı” olarak tescil edilmesinin ardından da düğmeye basıldı. Bu statü değişikliği bölgeyi “Niteliğini Kaybetmiş Kumsal Alan” olarak yapılaşmaya açık hale getirdi ve “rekreasyon alanı” adı altında, ÇED muafiyetinin de arkasına sığınılarak sahilde betonlaşma ve yapılaşmayı başlatan proje uygulanmaya başlandı.

Bu proje öncesi Ayvalık halkı, meslek kuruluşları, sivil toplum örgütleri ve üniversitelerin hiçbirinden görüş alınmış değil. Hal böyle olunca proje kapalı kapılar arkasında, halkın çıkarı değil bir grup sermayedarın çıkarı için pişirildi. Dolayısıyla Ayvalıklıların kıyı yasası, planlama, şehircilik ilkeleri ve kamu yararına aykırı olduğu yönünde ciddi eleştirileriyle birlikte tepkilerin de odağı oldu.

MİLYON YILDA OLUŞAN KUMSALA TAŞ VE BETON DÖKÜLÜYOR

17 Mayıs’ta Sarımsaklı Plajı’nda bir araya gelen Ayvalıklılar Türkiye’nin en uzun kumul ekosistemleri arasında yer alan kumsalın Madra Çayı’nın Kozak’tan taşıdığı granit kumuyla milyonlarca yılda oluştuğuna dikkat çektiler. Yurttaşlar Sarımsaklı kumsallarının taş ve betonla kaplanarak şantiye alanına çevrilmesinden duydukları rahatsızlığı dile getirdiler.

Bu rahatsızlıklardan bazıları şöyleydi;

* Halka ait olması gereken Sarımsaklı Plajı’nda sahil şezlongculara, işletmelere kiraya verilerek halkın olması gereken plaj yok edilecek

* Nicedir işgal altında olan, kavgaların, hak ihlallerinin yaşandığı Sarımsaklı Plajı’nda artık para ödenmeden havlu bile serilemeyecek, bir sonraki aşamada denize bile girilemeyecek

* Temel ihtiyaç olan duş, tuvalet, soyunma kabini gibi yapılar da parayla kullanılacak

* Güya halkın yararı için yapılan bisiklet yolu, yürüyüş yolu, konser alanı gibi alanlar rantiyenin elinde ticaret malzemesi haline gelecektir.

ULUSLARARASI SKANDAL!

Gelelim işin belki de tüm dünyada tepki uyandıracak boyutuna. Kendine has florasıyla, endemik türlerin yaşam alanı olan plajda 2017 yılında keşfedilen endemik “Ayvalıkensis” bitkisinin dünyada tehlike altındaki türlerin kırmızı listesine (IUCN) göre, “Zarar görebilir” türler içerisinde yer alması sahildeki yıkımı uluslararası bir tartışmanın konusu da yapabilir. Dünya üzerinde türü tehdit altında olan ya da zarar görebilir notuyla koruma listesine eklenen türler, bu özellikleriyle sadece bizleri değil tüm dünyayı ilgilendiren bir niteliğe bürünürler. Türkiye de, bu koruma altına alınan türlerle ilgili Basel ve Bern Sözleşmeleri gibi uluslararası sözleşmelere taraf olduğu için söz verdiği şekilde bu türleri korumakla mükellef. Bununla birlikte, sadece Sarımsaklı Plajı’nda yaşayabilen “Ayvalıkensis” bitkisinin sahile turistik tesis, duş, spor alanı, gezi yolu yapılacağı gibi gerekçelerle kamyonlar altında ezilmesi, yaşam alanlarına beton dökülmesi Türkiye’nin imza attığı bu uluslararası anlaşmalara tamamen aykırı davrandığı anlamına gelir.

DÜNYA İNSANLARIN BABASININ ÇİFTLİĞİ DEĞİL!

Dünya insanların babasının çiftliği değil! Tüm canlı türlerinin en az insanlar kadar yaşama, soylarını devam ettirme hakları var. İnsanlar, kendi yaşam koşullarını iyileştirmek ya da Sarımsaklı Plajı’nda yapılan projede olduğu gibi küçük bir grubun kasasına para akıtmak için endemik bir türün yaşam alanını yok edemez, türe zarar veremez.

Bu, deprem ve seçimler nedeniyle ikinci planda kalan ancak şu sıralarda yeniden gündeme gelen “ekokırım yasası” kapsamında tartışılması gereken bir konu aslında. Bir türün yaşam hakkını yok etmenin insanlığa karşı işlenen suçlar kapsamına alınması ve ekokırım olarak nitelenerek en ağır şekilde cezalandırılmasını öngören yasa teklifi önümüzdeki günlerde kamuoyunda daha çok tartışılacaktır. Bu açıdan da gerek Balıkesir Büyükşehir Belediyesini, gerekse bu yıkım projesinin altında imzası olan ya da yetkisi olduğu halde bu yıkıma karşı koymayan tüm kurum-kuruluş ve hatta bizleri, yani yurttaşları ilgilendiren bir durum söz konusu.

Adımızın gelecekte “ekokırımcı” olarak anılmasını istemiyorsak “Ayvalıkensis”i mutlaka korumak zorundayız. Bu, bizim gelecek kuşaklara karşı sorumluluğumuz ve dünya üzerindeki tüm türlerin yaşam hakkı için bugünden yapmamız gereken bir ödevdir…

                                                            /././

Belediye başkanı kendi projesini protesto etti (Özgür Duygu Durgun-duvaR)

Balıkesir Büyükşehir Belediyesi’nin Sarımsaklı Plajı’nda yürüttüğü düzenleme tepkilere rağmen devam ediyor. Projeyi Büyükşehir'e öneren Ayvalık Belediye Başkanı Mesut Ergin de eyleme katıldı.

Ayvalık Belediye Başkanı Mesut Ergin, iki yıl önce Balıkesir Büyükşehir Belediyesi'ne sunduğunu açıkladığı projeyi dört gün önce protesto etti. Ergin, 5 Haziran Dünya Çevre Günü nedeniyle Ayvalık Tabiat Platformu’nun Sarımsaklı’da düzenlediği eyleme katıldı.

Ayvalık Belediyesi Basın Danışmanı Işık Teoman ise yaptığı açıklamada, söz konusu projenin büyükşehir belediyesine Ergin tarafından sunulmadığını savundu.

Teoman, Ayvalık Belediyesi Meclisi’nin projeye dair 1/5000 ölçekli planları onayladığını belirterek, ‘’Proje, Başkan Ergin tarafından sunulmadı, böyle bir şey yok. Bizim meclisimize 1/5000’lik plan onayı için getirildi. Bize detaylı bir sunum yapılmadı. Projeyi hazırlayan, hayata geçiren Balıkesir Büyükşehir Belediyesidir. Büyükşehir yasası uygulanmaya başladığından beri yetki onlardadır. Dolayısıyla konu tamamen Büyükşehir’i ilgilendiriyor’’ dedi.

BAŞKAN PROJEYİ SAHİPLENMİŞTİ

"Sarımsaklı Sahili Peyzaj Düzenleme" adıyla Balıkesir Büyükşehir Belediyesi tarafından sürdürülmekte olan kıyı alanında betonlaşmaya yol açan proje, yaklaşık bir yıl önce Ayvalık Belediye Başkanı Mesut Ergin ve meclis üyelerinin onayından geçmişti. Ayvalık İlçe Belediye Meclisi’nin 5 Ocak 2022 tarihli oturumundan çıkan karara göre Başkan Mesut Ergin ve belediye meclisini oluşturan 25 üye projeye oybirliğiyle onay vermişti.

Ergin, 5 Mart 2021 günü yaptığı açıklamada Sarımsaklı sahiline yönelik projeyi 2009-2014 yılları arasında Küçükköy Belediye Başkanlığı yaptığı dönemde Balıkesir Büyükşehir Belediyesi’ne bizzat sunduğunu belirtmişti. Ergin bu röportajda, proje tamamlandığında Sarımsaklı’nın “Türkiye’nin yıldızı” olacağını söyleyerek proje kapsamında tematik parklar, rekreasyon alanları, kafeteryaların yanı sıra sahilde 750 araçlık bir otopark yapılacağını ifade ederek, ”Küçükköy Belediye Başkanlığı yaptığım dönemde hazırlıklarını tamamladığım, Balıkesir Büyükşehir Belediyesi’ne sunduğum proje, belde belediyelerinin kapatılmasıyla birlikte askıya alındı. Bu dönemde sağ olsun Balıkesir Büyükşehir Belediye Başkanı Yücel Yılmaz’a projeyi anlattım, en az benim kadar heyecanlandı, destek verdi, birlikte yapılacağının sözünü aldım. Projeye biz de teknik ekibimiz ile birlikte katkılar koyduk, uyarılar ve düzeltmeler yaptık, tekrar bir araya gelip son noktayı koyup start vereceğiz” ifadelerini kullanmıştı.

Basın danışmanı Teoman, Mesut Ergin’in 2021’de anlattığı proje ile şimdi uygulanmakta olan sahil düzenlemesi arasında fark olup olmadığına dair sorumuzu ise "Konuyla ilgili detaylar bize verilmedi" diye yanıtladı.

                                                           Projeden bir görsel

'HALKIN ÇIKARLARI DEĞİL RANT GÖZETİLİYOR'

Türkiye’nin en uzun kumsallarından biri olan Sarımsaklı’nın betonla kaplandığına dikkat çeken Ayvalık Tabiat Platformu ise Sarımsaklı Plajı'nın "Kamuya Açık Plaj Kumsal’’ olarak kayıtlı iken 2021 yılında "Doğal Sit-Sürdürülebilir Koruma ve Kontrollü Kullanım Alanı’’ olarak tescil edildiğine ve mevcut planın hükümsüz kılındığına dikkat çekti.

Yapılan açıklamada, "Kıyı alanlarının kuralsızca tahrip eden asfalt-beton belediyeciliğinin, halkın çıkarlarını değil rantı hesapladığı aşikardır’’ denildi. Proje tamamlandığında Sarımsaklı Plajı’nın halkın elinden alınıp ranta teslim edileceğini savunan çevre örgütleri Balıkesir Büyükşehir Belediyesi’nin, "Ayvalık’ı dünya markası yapmak, turizmi geliştirmek" söylemlerinin arkasındaki motivasyonun bölgeyi ranta açmak olduğunu ifade etti. Çevre örgütleri; meslek kuruluşları, ekoloji örgütleri ve STK’lardan görüş alınmadan sürdürülmekte olan projeye derhal son verilmesini, kumsaldaki beton kaplamaların kaldırılarak Ayvalık Çemeni adıyla literatüre giren endemik bitki türünün korunmaya alınmasını talep ediyor.

ŞİMDİ TOP 12 HAZİRAN’DAKİ BÜYÜKŞEHİR MECLİSİ’NDE

Projeyle ilgili süreç, 12 Haziran tarihinde Balıkesir Büyükşehir Belediyesi Meclisi’nde, konunun taraflarının yer alacağı toplantıyla devam edecek. Bu toplantıda, Ayvalık Belediyesi Çevre Komisyonu’nun çevre örgütlerinden görüşlerle hazırladığı rapor sunulacak. Toplantıda Balıkesir Büyükşehir Belediyesi’nden mevcut projenin gerekliliği ve sürdürülebilirliği bakımından yapılan ön etüt çalışmaları hakkında bilgi istenecek.

Belediyeden talep edilecek diğer bilgiler ise şöyle:

🔸 Sarımsaklı sahil kumullarında görülebilen nadir türlerin yaşam alanının belirlenmesi yolunda bir ön çalışma olup olmadığı; varsa bu türlerin korunması ve projenin olumsuz etkilenmemesi adına tedbir alınıp alınmadığı; alındıysa bu tedbirlerin neler olduğu.
🔸 Projedeki bitkisel lejantta bölgeye has endemik ve yöresel bitki türlerine yer verilip verilmediği.
🔸Balıkesir Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu’nun projeye dair görüşünün alınıp alınmadığı.
🔸 Düzenleme yapılan alan içinde yer alacak kamu ve/veya özel yatırımlardan kamu ve/veya özel yatırımların vaziyet planları, mimari projeleri, uygulama projeleri ve/veya peyzaj projelerine inşaat ruhsatı alınıp alınmadığı, alındıysa kimden alındığı.
🔸Bölgenin Ayvalık ve Türkiye’nin en önemli turistik alanlarından birinde yapılması ve yaz turizm sezonunun bölgede mevcut inşaat yasağının da başladığı gözetilerek uygulama çalışmalarının bu dönemde yapılmasının yarattığı olumsuzlukların sonlanması için ne gibi çalışmalarının yapılacağı.
🔸Turizm sezonunun başladığı dönemde inşai çalışmalar nedeniyle çok sayıda rezervasyon iptalleri yaşanması karşısında, turizm esnafının uğradığı veya uğrayacağı zararın karşılanması yönünde bir çalışma olup olmadığı.
🔸 Sarımsaklı sahili için hazırlanan projede, niçin doğal malzeme kullanılmadığı, estetik olmayan yapay ürünler ile bütünlük sağlamayan malzemelerin neden tercih edildiği. 

(derleyen: mstfkrc)






 

17 Haziran 2023 Cumartesi

Bir şamandan el aldım - Işıl Özgentürk / Cumhuriyet

 

Başlığımı okuduğunuzda şaşıracağınızdan eminim. Biraz açıklama yapmalıyım. Şaman “şifacı” demektir. Ve sadece insanları değil, doğayı, hayvanları, akarsuları, dağlardaki karları kendisi kılan, iyileştiren, yaşamı güzelleştiren insanlara “şaman” denir ve bizim coğrafyamızda hemen her yerde şamanlar iş başındadır. İşte ben iki gündür o şamanlardan birinin oluşturduğu sihirli bir bölgedeyim. Bayburt’ta Hüsamettin Koçan ve eşi sevgili Oya’nın tüm zorluklara rağmen yirmi yılda oluşturdukları resmi açılışı 2010 yılı temmuzunda yapılan Baksı (Kırgız dilinde “şifacı” demek) Müzesi’nde. 

Biraz şaşkın, biraz tutkunun neler başaracağını bir kez daha öğrenerek, inanılmaz bir coğrafyada dolaşıyorum, arada kendime gelmek için kollarımı çimdikleyerek. Ve bir itiraf: ben buralara gelmekte biraz geç kalmışım.

BİR TAVŞAN EL SALLIYOR!

Neyse ki bu şifalı topraklar çok misafirperver. Ayrıca bölgenin şamanı Hüsamettin Koçan da bana el verdi.

Bu sihirli mekâna ulaşmak kolay değil. Uçaktan Erzincan ya da Trabzon Havaalanın’da indikten sonra en az üç saatlik bir araba yolculuğuyla, sonsuz gök altında karlı dağların çevrelediği, yumuşak hatlarıyla, dünyanın yuvarlaklığını bize bir kez daha hatırlatan şamanın ülkesi Baksı Müzesi’ne ulaşıyorsunuz. Ve bir süre donup kalıyorsunuz. Baksı Müzesi’nin terasındasınız ve aşağıda usul usul akan Çoruh Nehri’nin müziği sizi başka bir evrene götürüyor. Acıların bal eylendiği bir evrene. Ve birden artık denizlerinden bıkmış bir denizaltı tam da karşınızda “Ben artık denizlerin değil, gökyüzünün denizaltısı olmak istiyorum!” dercesine sizi selamlıyor. Ardından bir tavşan el sallayıp geçiyor, bir leylek bir taşın tepesinde yorgunluk gideriyor. Şaşırdınız değil mi evet bu heykelleri şaman büyüsüne kapılan ülkemizin heykeltıraşları yapmış. Henüz terastayız. Görüntüsüyle bile beni büyüleyen müze binasına girmedik.

SOFRADA TUZUMUZ OLSUN

Ben en çok Depo Müze’de vakit geçirdim. Çünkü sevdiğim pek çok şey bu müze binasında. Öncelikle Hüsamettin Koçan’ın akademide öğrenciyken dağ bayır dolaşıp topladığı (ne de olsa o 68’li bir şamandır) halk resimleri, şahmeranlar, taş baskılar beni benden aldı ve evimdeki şahmeran koleksiyonunu Depo’ya armağan etmeye karar verdim. Sofrada tuzumuz bulunsun, zaten Baksı Müzesi bir dayanışmanın, bir kardeşliğin, bir dostluğun müzesi, depoda o kadar çok resim, mask, heykel var ki “Yaşasın şamanların dayanışması!” diye haykırmak istiyorum.

Ve hiç bilmeğim yepyeni şeyler öğreniyorum... Meğer Kurtuluş Savaşı sırasında adları bilinmeyen ressamlar Atatürk resimleri yapmışlar, bu koleksiyon Depo’nun bence en değerli parçası, resimler Atatürk’e hiç benzemiyor ama niyet insanı baştan çıkarıyor.

Depo Anadolu’da artık pek bulunmayan halk resmiyle akademik resmin harmanlandığı bir bilgi ocağı. İşte tam bu sırada artık bana el vermiş ya, şaman Hüsamettin  Koçan’a soruyorum: “Bu iş bir tutku işi, nereden geliyor bu inanılmaz tutku?” O gülüyor, “Işıl ben ilerideki şimdilerde adı Bayraktar yapılan Baksı köyünde doğdum, buralarda büyüdüm. Babam bir ağaydı ama ben şu gördüğüm meralarda az hayvan otlatmadım. Buradaki otların kokusunu tıpkı bir şarap tadıcısı gibi gözü kapalı bilirim. Kışın kar yağdığında çok güzel masal anlatan halama, Gümüşhane’ye giderdim. Kardeşimle birlikte yürüyerek şu gördüğün dağları aşardık. Her şey bir masal ülkesi gibi beyazdı ve arada bir kuş başımızdan uçup giderdi. Babam bize uzun bir demir çubuk verirdi, bu çubuğun bir tarafını ben bir tarafını kardeşim tutardık ve tembih edilirdi. ‘Ne olursa olsun birbirinizden ayrılmayın. Ayı görürseniz kımıldamadan durun ve onun geçip gitmesini bekleyin.” 

Burada dayanamayıp söze giriyorum: “Yolda çok arı kovanı gördüm, belli ki ayısı bol bir coğrafyadayız. Arada buraya geliyorlar mı?” 

ANADOLU ÇOK CÖMERT BİR ÖĞRETMENDİR 

Hüsamettin Koçan basıyor kahkahayı, “Burada öyle çok çiçek çeşidi, öyle çok ballı bitki var ki ayısız olmaz. Şimdilerde öldürülmesi yasaklandı, iyi oldu.” Duyduğuma göre yakınlarda bir anne ayı bebesiyle dolaşıyormuş. Ben heyecanlanıyorum: “Ah uzaktan da olsa onları bir görebilsem. Uzaktan ama. Çünkü bebeğiyle dolaşan anne ayıyı yakından görmek tehlikeli olabilir. Ayı uysal bir hayvandır ama annelik içgüdüsü çok kuvvetlidir, yavrusunu korumak için saldırabilir. Kendimi gene çimdikliyorum çünkü ayılardan söz etmeye başlarsam beni kimse susturamaz.”

Hüsamettin Koçan devam ediyor: “Ressamlığımın başından beri ben Anadolu coğrafyasının inanılmaz bir öğretmen olduğunu düşündüm. Her şey bu topraklarda ve bunların bana bize emanet edildiği duygusu tüm yaşamım boyunca beni izledi. Canım sıkıldığında rüyamda hep köyümü görürdüm, bir gün birden artık rüyamda köyümü görmediğimi farkettim. Öyleyse dedim, ben de köyüme giderim. Baksı macerası böyle başladı. Ve gün geldi burayı bulup ilk kazmayı vurduk. Her şey kendiliğinden gelişti. Benimle birlikte bu müzeyi seven, Baksı için çalışan, emek veren tüm meslektaşlarıma, dostlarıma teşekkür ederim.”

PEK AZIMIZ BU SİHİRLİ MÜZEDEN HABERDAR

Depo’dan sonra büyük sergi salonundayım. Müze, Cumhuriyet’in Yüzüncü Yılı nedeniyle bir kadın sanatçıyı ağırlamak istemiş. Ve şimdi kasıma kadar Vuslat Doğan Sabancı’nın “Emanet” başlıklı sergisi, salonun yumuşak  ışığında  bizleri selamlıyor. Vuslat Gümüşhaneli bu bölgeyi, hikâyelerini çok iyi bilen bir sanatçı ve özellikle de ayağına diken batmış serçenin hikayesini ninesinden dinlemiş ve “Bu masal bana emanet” demiş. Sonra bu topraklardaki hepimize emanet edilen kültürel zenginliği herkese göstermek istemiş. Sergideki heykellerinde gümüş kullanmış. Çünkü bölgenin hâkim metali gümüş ve gümüşün en önemli özelliği kir tutmaması ve akışkanlığı. Muskalara bayıldım. Şimdi ne yazarsam yazayım Baksı Müzesi’ni tam anlatamam. Canımı sıkan pek azımız bu sihirli müzeden haberdar. Oysa bu müzenin öyle çok ödülü var ki. Ne yazık ki tıpkı  İslahiye’deki “Yesemek: Hitit  “Açık Hava Müzesi” gibi meraklı yabancılar burayı bizlerden önce keşfetmiş. 

Neyse ki artık doğu turlarını yapan turizm şirketleri, çevre okulları Baksı Müzesi’ni keşfetmiş. Buna gerçekten çok sevindim.

          (Kadın ‘şaman’ olmaz demeyin, olur. Çünkü ben Hüsamettin Koçan Hoca’dan el aldım.)

‘TERK EDİLMİŞ BİR KÖY İÇİN AĞLADIM’

Huyum kurusun, müzenin büyüsünden biraz uzaklaşıp hemen yanı başındaki Bayraktar (Baksı) köyünü de görmek istedim. Gittim ve ağladım çünkü köy terk edilmişti. Kahvesi bile yoktu. Yıkık evler canımı yaktı, sokaklarda kimseler yoktu. Caminin önünde iki yaşlı adam oturuyordu. Ben “Evler yıkık, hiç kimse yok, neredeler bu köyün insanları?” diye sorduğumda “İnsan mı kaldı. Herkes şehirlere gitti, işte biz iki ihtiyar burada ölümü bekliyoruz” dediler. Dünyanın en temiz toprağına sahip bu bölgede tarım bitmiş, hayvancılık bitmiş, muhtarın dediğine göre de köy kadınları köyde yaşamak istemedikleri için kentlere gitmişler. Ben ağlamayayım da kimler ağlasın?  

Çünkü burada sadece Baksı Müzesi yok, binlerce dönümlük kirlenmemiş toprak var. Biliyoruz ki doğunun bu kirlenmemiş topraklarını İsrail satın alıyor, Iğdır gitti, Suruç Ovası, Harran Ovası gitti, sıra buralara da gelebilir. Acil köy okullarının yeniden açılması, kooperatifler aracılığıyla yeniden tarıma ve havyarcılığa dönülmesi gerekiyor, acilen!

Bu topraklar bize emanet. Emanete hıyanet olmaz.

Işıl Özgentürk / Cumhuriyet

Not: Baksı Müzesi’nin ulusal ve uluslararası o kadar çok ödülü var ki üşenmeyin internetten araştırın ve yolculuk hazırlıklarına başlayın. En çok da yönetmenliğini Kadir Saraç’ın yaptığı, Hüsamettin Koçan’ın “Ayağımdaki Diken“ sergisini ve Baksı’yı anlatan 26 ülkeden 55 videonun katıldığı “Museums in Short” yarışmasından birincilikle dönen kısa filmi YouTube’dan izlemenizi öneririm.

BRICS yuvarlanan kartopu gibi büyüyor - Erhan Nalçacı / soL

 

Son dönemde aniden süreç hızlandı, adeta ulusların sermaye sınıfları BRICS’e ve onun altındaki yapılara doğru koşmaya başladılar.

Bir şey oluyor dünyada, tarihin motoru çok hızlı dönmeye başladı. Başka bir deyişle emperyalist hegemonya krizinde yeni bir dönemece doğru gidiliyor.

Ne BRICS yeni, ne Doların rezerv para oluşuna karşı alternatif arayışı. 2008’de ABD’de başlayan ve tüm dünyayı etkisine alan iktisadi çöküş sonrası ABD hegemonyasına karşı alternatif arayışları ete kemiğe bürünmüştü. BRICS de esas olarak 2008 sonrası kendini gösterdi.

Şimdi farklı olan ne?

Son dönemde aniden süreç hızlandı, adeta ulusların sermaye sınıfları BRICS’e ve onun altındaki yapılara doğru koşmaya başladılar. BRICS’e ve BRICS’in Yeni Kalkınma Bankası’na üyelik için sıraya girildi.

Gözler yeni üyeliklerin ve yeni ortak para biriminin konuşulacağı Güney Afrika’da yapılacak 22-24 Ağustos zirvesine çevrildi.
Bu baş döndürücü süreci olduğu kadar eksiksiz aktarmaya çalışalım.

Bir yerde BRICS’in IMF’si olarak adlandırılan ve yeni bir mali hegemonya aracı olarak işlev görmesi beklenen Yeni Kalkınma Bankası 2015’te BRICS üyeleri Brezilya, Hindistan, Çin, Rusya ve Güney Afrika’nın katılımı ile oluştu. 2021’de Bangladeş ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), 2023’te Mısır dâhil oldu. Uruguay’ın katılımı dışında Suudi Arabistan’ın Bankaya dâhil olmasına kesin gözüyle bakılıyor.

Bir parantez açıp Şangay İşbirliği Örgütü’nden de bahsedersek yönelim daha iyi anlaşılacak.

1996’da Çin, Rusya, Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan tarafından kurulan örgüte 2001’de Özbekistan, 2017’de Hindistan ve Pakistan, 2021’de İran katıldı. Ayrıca üç gözlemci ve altı diyalog ortağı bulunuyor ve diyalog ortakları içinde Türkiye de var. 

BRICS’in Ağustos zirvesine hazırlık olarak yapılan ve Güney Afrika’da gerçekleşen Dışişleri Bakanlarının geçen haftadaki toplantısına ilk gün üye beş devletin, ikinci gün ise Ağustos zirvesindeki genişlemeye konu olacak 10 devletin Dışişleri Bakanları katıldı: Arjantin, BAE, Endonezya, İran, Kazakistan, Mısır, Nijerya, Senegal, Suudi Arabistan, Tayland Dışişleri Bakanları.

En önde soldan sağa BRICS üyesi Çin, Brezilya, Güney Afrika, Hindistan ve Rusya Dışişleri Bakanları, arkada ise yeni katılması beklenen İran’dan Suudi Arabistan’a, Arjantin’den Endonezya’ya 10 ülkenin Dışişleri Bakanları görülüyor.

Ayrıca üyeliğe ilgi duyanlar içinde Türkiye’nin de olduğu çok sayıda ülke bulunuyor.

Zaten Brezilya-Çin, Çin-Suudi Arabistan, Çin-Rusya gibi yüklüce bir ticari hacmi yerel paralarla gerçekleştirmeye başlamış olan bu ülkeler BRICS’in Ağustos zirvesinde sadece ortak bir para birimi değil, ABD’nin dünya para transferinde kullandığı SWIFT sistemine de bir alternatif yaratmayı gündeme alacaklar.

Bu karara destek verenlerin içinde İran, Suriye, Venezuela, Küba ve Rusya başta olmak üzere ABD’nin dolar hegemonyasını suistimal ederek ve bir siyasi araç olarak uyguladığı ekonomik ablukaya maruz kalan ülkeler bulunuyor.

Bu girişimin barışçıl gibi gözüken yöntemlerine rağmen ABD hegemonyasına karşı genişleyen bir savaş ilanı olduğu çok açık.

Bu arada Ağustos zirvesine Putin’in katılımını Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) aracılığıyla engellemeye (Putin’in tutuklanması kararı alınmıştı) ve Güney Afrika Cumhuriyeti’ni sıkıştırmaya çalışıyorlar. Muhtemelen Güney Afrika daha önce imza koyduğu UCM’den toplantı öncesi ayrılacak. Görüldüğü gibi sadece IMF ve SWIFT gibi mali mekanizmalar değil, Batı emperyalizminin UCM gibi diğer hegemonya araçları da çöküyor.

ABD bu kartopu yuvarlanışı ile başlayıp çığa dönüşen süreç karşısında çaresiz.

Emperyalist düzenin patronu olmak sadece savaşı örgütlemekle olmaz, emperyalist barışın da örgütlemesi gerekir. ABD geçmişte bunu defalarca yaptı; 1978’de Mısır ile İsrail arasındaki Camp David Anlaşması, ya da çatıştırmaksızın Türkiye ve Yunanistan’ın NATO içinde tutulması gibi.

Şimdi bunu Çin yapıyor, Pakistan ve Hindistan aynı anda Şangay İşbirliği Örgütü’ne katılıyor, İran ve Suudi Arabistan birlikte BRICS’e koşar adım atlıyorlar.

ABD’nin üretici güçleri geliştirmedeki liderliği de çok önemliydi, 1970’lerdeki Silikon Vadisi atılımı kapitalizme bir hava deliği oldu. ABD benzer bir atılımı beceremiyor şimdi.

Çin’i durdurmak için koyduğu çip ambargosunun Çin’i yavaşlattığı ama durduramadığını yazmıştık.

Üretimi tekrar ülkesine çekemiyor ABD, ülkesinde sermaye için emek gücü pahalı, işçiler ise örgütlü ve yükselen bir mücadele eğilimine sahip.

Alternatif ekonomik birlikler kurmaya çalışıyor, Hint-Pasifik Ekonomik Çerçevesi gibi, olmuyor. Çünkü değer zincirinde ve Asya ticaretinde Çin öyle bir yer tutuyor ki onsuz işe yaramıyor ekonomik anlaşmalar.

En becerebildikleri şeye dönüyorlar zorunlu olarak. Askeri güç kullanmaya.

Şu anda Almanya’nın bütün askeri hava üslerini (kısmen Hollanda ve Çekya’nınkileri) kullanan 25 devletten 250 uçağın ve 10 bin askerin katıldığı dev bir NATO tatbikatı yapılıyor. Türkiye üç savaş uçağı ve 56 askeri personelle katılmış.

Ve kural yok tatbikatta. Henüz NATO üyesi olmayan İsveç ve Japonya da bulunuyor örneğin. Sadece Avrupa’nın değil, Tatbikatın Kuzey Buz Denizi’nin ve Pasifik bölgesinin paylaşımı ile ilgili olduğu anlaşılıyor.

Türkiye’de işçi sınıfının tarihsel görevleriyle ilişkilendirerek süreci yakından ve dikkatlice izleyeceğiz. 

NATO’nun bir felaket, BRICS’in ise yeni bir bağımlılık süreci yaratabileceğinin farkında olacağız.

Erhan Nalçacı / soL

Ümmet, kul, acemi, mevali, şuubi - Orhan Gökdemir / soL

 

İslam’da doğuşundan bu yana ayrımcılık, eşitsizlik ve sömürü hep var. Zaten, kulluğa dayanan bir ideolojinin insanın insana kulluğunu ortadan kaldıracağını düşünemeyiz.

“Acem”, Arapların kendileri dışındaki yabancılar için kullandığı bir sözcük. “Acemi” oradan türedi, “iş bilmez” anlamında halen kullanıyoruz. Arapçada “gayrı-arap” kavim ve tayfalardan birine mensup olan, Arap soyundan olmayan, Arapçayı iyi konuşamayan, dil bilmeyen anlamlarına geliyor. Haliyle dar anlamında İranlı veya Fars demek. “Yabancı”, “tecrübesiz” olarak özetleyebiliriz, “barbar”ın Arap karşılığıdır. İslamiyet’teki kesintisiz ayrımcılığın bir bakiyesidir.

“Mevali”de bu kavganın izleri daha bir belirgindir. Mevali, Mevla’nın çoğuludur, kök hali “azat edilen köle” anlamındadır. İlk İslami fetihlerin ardından kendi istekleriyle müslüman olan, çoğunluğunu İranlılar, Türkler, Berberiler ve Kıptilerin oluşturduğu Arap olmayan müslümanları ifade etmek üzere kullanılmaya başlanmış sonra. Anlaşılacağı gibi mevali iki gruba ayrılıyordu. Birinci grubu, köleleştirilen savaş esirlerinden daha sonra efendileri tarafından serbest bırakılan azatlılar, ikinci grubu ise fethedilen ülkelerin halkından, esir veya köle olmadıkları halde, bir Arap ya da Arap kabilesi vasıtasıyla İslâm’ı kabul ederek onların himayesine giren mevaliyi tarif ediyordu. Bunlar özgür olmakla birlikte miras hakkı dahil pek çok sınırlamaya tabiydi.

Emeviler devrinde köle kökenli olmayan mevalilerin sayıları giderek çoğalınca Arap kabilelerinin himayesine ihtiyaç duymamaya başladılar. Irak’a ve özellikle Küfe’ye yerleştiler, giderek buralarda çoğunluk oldular. Kayıtlara göre Muaviye zamanında sadece Küfe’de 20 bin mevali yaşıyordu. Fethedilen bölgeler genişledikçe yeni inanç Berberiler ve Türkler arasında da hızla yayılmaya başladı. Bir kısmı “tebliğ”e uyuyordu, tabii iknayı kolaylaştırmak üzere bir miktar kılıç zoru da her zaman boyunlarına yakın tutuluyordu.

Her din başlangıçta eşitlikçidir, çünkü ilk müritleri genellikle yoksullardandır. Zamanla sınıflar belirginleşir, dayandığı düzen oturur, eşitlik talebinin yerine sadaka türü hayırseverlik girişimleri alır. Araplar da kurdukları şeriat oturdukça, kendilerini diğer müslüman milletlerden üstün saymaya başladı. Azatlı mevaliyi kölelikten gelmeleri sebebiyle zaten kendilerine denk saymıyorlardı, zamanla acemi müslümanları da azatlı mevali statüsünde kabul etmeye başladılar. Ülkelerini fethettikleri halde onları köleleştirmeyip serbest bırakmak ve doğru yola girmelerine vesile olmakla büyük lütufta bulunduklarını düşünüyorlar, kendilerini efendi, onları köle olarak görüyorlardı. Arapların yolda mevali ile aynı hizada yürümediklerini, alaylarda önlerine geçmelerine izin vermediklerini, onlarla aynı sofraya oturmadıklarını, camilerini ayırdıklarını, kızlarını mevalinin erkeklerine vermekten kaçındıkları ve arkalarında namaza durmaktan çekindiklerini biliyoruz. Sert bir sınıfsal ayrımın işaretleridir.

Bu erken Arap ayrımcılığı, bir süre sonra özellikle devletlerini yıktıkları İran asıllı mevalinin isyanıyla sonuçlandı. Şii kırılmasının esası budur, kökeninde ayrımcılık ve tabii sınıf savaşı var.

                                                               ***

Din tarihi yazmıyoruz, bölgemizdeki sınıf savaşının tarihteki izlerini takip ediyoruz. Kaynaklara bakıyoruz; orada iktidardaki Emevi yöneticilerinin çoğunun müslümanların eşitliği ilkesini bir yana bırakarak mevali ile Araplar arasında ayırım yaptığı, mevaliye dinde yeri olmayan bazı vergiler yüklediği ve fetihlere katıldıkları halde bazı bölgelerde onları askeri maaş divanına kaydetmediği not ediliyor. Demek, müminler arasındaki ayrım çok acımasızdır. Hatta dininden dönüp müslüman olma hareketleri, ihtida, hızlanınca cizye ve haraç gelirinin azaldığını gören Emevi Valisi Haccac, İslam’a girenlerden kaldırılması gereken cizye vergisini mevaliden almaya devam etmiş. Haccac tarımı güçlendirmek için mevalinin şehirlere göçünü yasaklamış, önceden şehirlere gelmiş olanları da zor kullanarak köylerine geri göndermiş. Zalimdir. Mevali, o nedenle “Haccac-ı Zalim” olarak kaydetmiştir adını tarihe. Emevi valilerinin adaletsiz uygulamaları Kuzey Afrika’da da Berberi isyanları ile karşılandı, II. Yezid’in valilerinden biri isyancılar tarafından öldürüldü. Bu isyanın etkisiyle eşitlikçi Haricilik bölgede hızla yaygınlaştı. Hal bu olunca, mevali İslamiyet’in ilk döneminden bu yana pek çok isyanın başını çekti, yönetimi ele geçirmek isteyen grupları destekledi. Abbasilerin desteğinde Emeviler’in yıkılışında önemli roller üstlendi. Bazı tarihçilere göre, Abbasi iktidarı, Acem mevalinin Araplara karşı ilk zaferiydi. 

                                                                ***

Zulüm varsa direniş olur, ayrımcılık varsa eşitlik fikri filizlenir. Arap ayrımcılığı eninde sonunda kendi karşıtını, Arap düşmanlığını doğurur. Mevali başlangıçta Arap ayrımcılığına karşı “müslümanların eşit olduğunu” fikriyle direnmeye çalıştı. Olmayınca, bu çaba Arap olmayanların Araplara üstünlüğünü iddia eden “Şuubiyye” hareketine dönüştü. Acemi mevali arasında görülen bu Arap karşıtlığı, Abbasiler devrinde güçlendi, giderek keskin bir Arap düşmanlığına dönüştü.

“Topluluk, cemaat, millet” anlamına gelen “şa‘b”ın çoğulu “şuub”dan türeyen “şuubiyye”, İslam’ı zorla veya gönüllüce kabul eden Fars, Türk ve Berberi gibi milletlerin Araplardan üstün olduğunu savunan milliyetçilik akımının adı. Bu düşünceyi benimseyenlere “şuubi” deniyor. İslam tarihindeki bir alt sınıf hareketidir.

Bir tepki hareketi şeklinde ortaya çıkan Şuubiyye başlangıçta Araplar dışındaki milletlerin Araplarla eşitliği fikrini savunuyor, bu nedenle görüşlerini desteklemek için, bugünkü “anti-kapitalist müslümanlar” gibi, Allah katında üstünlüğün ancak takvada olduğunu bildiren ayete ve hadislere atıfta bulunuyorlardı. Ama sınıflar ortada durduğundan gerçek ile niyet hiç örtüşmüyordu. Haliyle onlar da adalet ve eşitlik demekten vaz geçip Arap olmayan müslümanların Araplardan daha üstün olduğunu ileri sürdüler. Bu hareket giderek “Arapları dünya kavimlerinin en adisi sayan bir fırka”ya dönüştü. Ayrımcılık ayrımcılığı doğurmuştu. Tabii İslamiyet de bu saflaşmadan payını aldı, “Arap’ın dini Arap’ın olsun” diyenler çoğaldı. 

İslam coğrafyası Şuubiye hareketinin isyanıyla çalkalanıyordu, Irak, Horasan ve Endülüs onların kontrolüne geçmişti. Acemi şairler, Rum-Türk-Süryani, Nebati, Kıpti, Berberi, İspanyol, Slav kökenli edip ve alimler Arapları aşağılamak için kol kola girmişti. Farslar ve Rumlar gibi milletlerin köklü medeniyetlere sahip oldukları zamanlarda Araplar aç ve sefil durumdaydı, derin bir vahşet içinde yaşayan kabilelerden ibaretti. Onların övünecek tek şeyleri şiirdi. Felsefe, astronomi, ipek işçiliği gibi bilim ve sanatlar, çeşitli oyunlar ve birçok icat insanlığa Arap olmayanlar tarafından kazandırılmıştı. Bunlar da İslam’da bir alt sınıf kültürünün ilk halleridir.

                                                                ***

“İslam medeniyeti”nde, kullar-köleler dışındaki sınıfların hali böyledir. Kulları da hesaba katınca geniş bir “proletarya” çıkar ortaya. Bütün tarihin olduğu gibi “islam tarihi”nin de gerçek anahtarıdır bu.

Ümmetçilik ise bu anahtarı görmezden gelip İslam topluluğunun birleşmesinin sadece İslam hukukunu uygulayan bir İslam hilafetinin geri getirilmesiyle mümkün olacağına olan inançtır. Müslümanları “sınıfsız imtiyazsız kaynaşmış bir kitle” varsayar. Tabii, kitapta ümmet vardır ancak ümmetçilik yoktur. Ümmetçilik adının çağrıştırdığının tersine modern bir siyasal harekettir. Onun varsayımının tersine İslam ümmeti tarihinde hiçbir zaman tek bir parçadan ibaret olmamıştır. Ortaya çıkan sınıfsal-ekonomik-siyasi ihtilaflar, sadece ümmet birliğinin siyasal coğrafyasını parçalamakla kalmamış, ümmeti de bir daha birleşmemek üzere bölmüştür. Mezhep ya da siyasal görüş ayrılığına dayalı ihtilaflar, çatışmalar, savaşlar, ayaklanmalar bugün de dünden farklı değildir. İslam’da doğuşundan bu yana ayrımcılık, eşitsizlik ve sömürü hep var. Zaten, kulluğa dayanan bir ideolojinin insanın insana kulluğunu ortadan kaldıracağını düşünemeyiz.  

Bizde de örneği var; İslamcılar gelip cumhuriyetin çözemediği Kürt sorununu ümmetçilikle çözeceklerdi. Sonuçta hepimiz din kardeşi değil miydik? Halihazırda bir de tarikat kardeşliği vardı, Türkü-Kürdü, Nakşibendi müridiydi hepsi. Bugünkü boğucu havanın bir parçası bu iddianın çökmesinin yol açtığı hayal kırıklığıdır. 

Az zamanda çöktü ümmetçilik. İslam coğrafyası doğuşundan bu yana derin boğazlaşmaların kanlı izlerini taşıyor. İnanç birleştirmiyor, tam tersine bölerek ilerliyor çünkü. Sınıf kardeşliğinden başka bizi birleştirecek ortak hiçbir noktamız yok artık. O netlikte söylüyoruz marşımızı; Anamız amele sınıfıdır, yurdumuz bütün cihandır bizim!

Orhan Gökdemir / soL

15 Haziran 2023 Perşembe

Hollandalı baronu kimler korudu? - Timur Soykan / BİRGÜN

 Nihayet Türkiye’yi kokain rotasına dönüştüren baronlara operasyon yapıldı. Ancak Türkiye’de yaşadığı öne sürülen Hollandalı baron Jos Leijdekkers yakalanamadı. Peki nasıl kurtuldu? Derin bağlantılar çözülürse Türkiye’yi mafya üssüne dönüştürenlerle de yüzleşeceğiz.

Türkiye'nin kokain güzergahına dönüştürüldüğünü bu köşede defalarca anlattık. Nisan 2020'de Kolombiya'da Türkiye'ye gönderilmek üzereyken yakalanan 4,9 ton kokainin arkasındaki güçleri yıllardır öğrenemedik. 2021'de Panama'da 616 paket kokain de Türkiye yolunda yakalandı ama arkasındaki bağlantılar karanlıkta kaldı.

Kocaeli Dilovası'nda Ağustos 2021'de yakalanan yarım ton kokainin sahiplerine de operasyon yapıldığını duymadık. Haziran 2022'de Mersin Limanı'nda açık ara Türkiye rekoru olan 1,7 ton kokain yakalaması baronlara ulaşılması için bir fırsattı. Birkaç sanıkla dosya kapandı. Onlarca örnek daha sıralayabiliriz.

Nihayet Türkiye'nin kokain rotasına dönüştürülmesine karşı önemli operasyona imza atıldı. Kokain kaçakçısı suç örgütüne yönelik 13 Haziran'da yapılan operasyonda İstanbul, Muğla, Antalya, Ankara ve Aydın'da 23 şüpheli gözaltına alındı. 1 milyar lira değerindeki malvarlığına el konuldu. Operasyon sırasında 100 milyon liranın üzerinde nakit ve mücevherat ele geçirildi. Baskın yapılan adreslerde altın kaplama silahlar, pahalı saatler de bulundu. 

‘Suçtan kaynaklanan malvarlığı değerlerini aklama’ suçundan yürütülen soruşturma, Latin Amerika, Hollanda, Belçika, Türkiye ve Avusturalya’yı saran devasa bir kokain ağını ortaya koyuyor. Ama baronlar yine yakalanamadı.

BARON VE TÜRK ORTAKLARI

İddiaya göre; kokain organizasyonunun tepesinde Jos Leijdekkers var. Hollanda medyasının Türkiye’de yaşadığını iddia ettiği Avrupa’nın en büyük uyuşturucu baronlarından Jos Leijdekkers yakalanamadı. Bir iddiaya göre Rusya’ya kaçmıştı. Ancak halen Türkiye’de gizlendiği de öne sürülüyor. İddiaya göre; onun ortakları ise Türkiye ve Avrupa’da uyuşturucu kaçakçılığının büyük isimleri: Abdullah Alp Ü. ve Naci Y. Onlar da yakalanamadı ve iki uyuşturucu baronunun Avrupa ülkelerinde gizlendiği tahmin ediliyor.

Şimdi bu baronlara ve ilişkilerine yakından bakalım:

Suç örgütünün tepesindeki Jos Leijdekkers’in lakabı ‘Bolle Jos’yani ‘Tombul Jos.’ Henüz 31 yaşında. Avrupa güvenlik güçleri, 2018’de suç örgütlerinin şifreli haberleşme sistemlerine sızdı ve ele geçirilen mesajlardan Leijdekkers’in Avrupa’nın en büyük uyuşturucu baronlarından biri olduğu anlaşıldı. Bir ahtapot gibi kolları Latin Amerika’dan Avrupa’ya oradan Türkiye ve Ortadoğu’ya uzanıyordu. Hollanda ve Belçika’daki limanlarda rüşvetle derin bağlantılar kurmuştu. Kolombiya’dan Avrupa’ya onlarca ton kokaini ulaştırdığı iddia ediliyordu.

TELEFONDAN ÇIKAN CİNAYET

Şifresi kırılan mesajlarda işkence yapılarak öldürülmüş bir kadının görüntüleri de bulundu. Bu kadın, 2019’da Amsterdam'da kaçırılan ve Fas kökenli Naima Jillal’dı ve suç örgütleriyle bağlantısı vardı. ‘Bolle Jos’un daha önce de kokain sevkiyatlarının yakalanmasından sorumlu tuttuğu kişileri öldürttüğü öne sürülmüştü. Ancak genç baronu Hollanda polisi yakalayamadı. Hakkında kırmızı bülten çıkarıldığında İspanya’da kaldığı belirlendi, ardından Dubai’ye geçti. Palmiye şeklindeki yapay adada lüks villasında yaşıyordu ve iddiaya göre; kokain kaçakçılığını buradan organize etti. Hatta kokaini konteynerden almaya hazırlanan adamlarına gönderdiği fotoğrafta şezlongda çıplak ayakları ile deniz görünüyordu ve bir adada olduğunu yazmıştı.

Hollanda polisi ise onu ele geçirmek için ödül koyuyordu. 

200 BİN AVRO ÖDÜL 

Jos Leijdekkers’i ihbar edenlere 75 bin avro ödül verileceği açıklandı. Daha sonra bu ödül 200 bin avro’ya çıkarıldı ve bu ülke tarihinde bir suçlunun ihbar edilmesi için konulan en büyük ödül oldu.

Hollanda’nın en çok aranan suçlularından Fas kökenli Hollanda vatandaşı Ridouan Taghi, Birleşik Arap Emirlikleri tarafından Hollanda’ya iade edilince ‘Bolle Jos’ için tehlike çanları çalıyordu. Yeni bir ülke arayışına girmişti.  

VATANDAŞLIK İDDİASI

Hollanda medyası uzun süredir manşetlerinden düşürmediği ‘Bolle Jos’un Dubai’den Türkiye’ye geçtiğini iddia ediyor. Hatta İstanbul ve Bodrum’da yaşadığı yazıldı. Türkiye’de çekildiği iddia edilen fotoğrafları da yayınlandı. Hollanda polisi, kırmızı bülten çıkardığı uyuşturucu kaçakçısını yakalamak için Türkiye ile temas kurarken medya baskıyı artırıyordu. Haberlerde Jos Leijdekkers’in Türk pasaportu ve Türkiye’de çok sayıda mülk aldığı öne sürüldü. Milyonlarca avro koruma parası veren uyuşturucu kaçakçısının, devlet içindeki bazı kirli unsurlar tarafından himaye edildiği de iddia edildi. 

Bu iddiaları daha önce gündeme getirmiş ve Bolle Jos’un Türk vatandaşı olup olmadığını sormuştuk. Ancak bir yanıt verilmedi. Şimdi Jos Leijdekkers’in kara parasına yönelik operasyonun iki yıldır süren bir soruşturmanın sonucu olduğu açıklandı. Bu operasyonla Hollandalı uyuşturucu baronunun bağlantıları da deşifre oldu.

TÜRK BACANAĞI İLE ORTAK

İddiaya göre; Türkiye’de halen uyuşturucu kaçakçılığı suçlamasıyla aranan ve yurt dışında olduğu belirlenen uyuşturucu kaçakçısı Abdullah Alp Ü., Jos Leijdekkers’in ortağıydı. Uzun yıllar Hollanda’da yaşayan Abdullah Alp Ü., aynı zamanda Jos Leijdekkers’in eşinin kardeşiyle evli, yani bacanağı. Suç organizasyonunda Türkiye’deki önemli uyuşturucu baronlarından ve yıllardır aranan Naci Y.’nin de yer aldığı öne sürülüyor. Naci Y.’nin yurt dışında olduğu biliniyor, kardeşi ise gözaltına alınan 23 kişinin arasında.

Abdullah Alp Ü. ve Naci Y., 4 yıl önce çok önemli bir uyuşturucu operasyonunda gündeme gelmişti. 17 Aralık 2018’de Narkotik Suçlarla Mücadele Şube Müdürlüğü’ne gelen ihbarda şöyle deniliyordu:

“Yurt dışında yaşayan Naci Y. ve Abdullah Alp Ü., uluslararası uyuşturucu ticareti yapıyor. İstanbul’a Avrupa ülkelerinden uyuşturucu madde gönderiyorlar…”

EROİN İLE KOKAİN TAKASI  

İhbarın devamında uyuşturucuyu teslim alan kişilerin isimleri sıralanmıştı. Soruşturmada Türkiye ile Avrupa arasında eroin ile kokainin takas edildiği organizasyon çözüldü.

Afganistan’dan Türkiye’ye getirilen eroin Hollanda’ya gönderiliyor ve karşılığında Latin Amerika’dan Avrupa’ya sevk edilen kokain alınıyordu. Zanlıların kullandığı Sarıyer’deki villaya yapılan operasyonda güvenlik kamera kayıtları incelendi ve uyuşturucunun bir ülkenin İstanbul Başkonsolosluğu’na ait diplomatik plakalı araca yüklendiği görüldü. Diplomatik plakalı araçlar incelendiğinde uyuşturucunun bu otomobillerle sınırlardan geçirildiği belirlendi. O dönem de Naci Y. ve Abdullah Alp Ü. yurt dışında olduğu için yakalanamadı.

GİZEMLİ BALİNA

Baskınlarda yaklaşık bir ton eroin, 100 kilo kokain ve 140 kilo uyuşturucu hap ile çok sayıda kripto telefonda ele geçirilmişti. Zanlı tarafından açılan bir telefonda diğer kullanıcıların kod isimleri yazıyordu: ‘Balina’, ‘Loyalswan’, ‘Abi’, ‘Hipsteel’, ‘Narin’ ve ‘Limidedbow.’

Sadece ‘Balina’ kodunu kullanan ve suç örgütünün lideri olduğu mesajlardan anlaşılan kişinin kimliği belirlenemedi. Aralarında gümrük müşavirlerinin de bulunduğu 25 kişi hakkında açılan davanın iddianamesinde şöyle deniliyordu: “Uluslararası uyuşturucu madde ticareti yapan suç örgütü, açık kimliği tespit edilemeyen ‘Balina’ lakaplı şahsın elebaşılığında kuruldu.”

Son operasyonla ‘Balina’nın gerçek kimliği belirlendi mi? Bilmiyoruz.

Ancak çok daha önemli sorular var;

Jos Leijdekkers, Türk pasaportu kullandı mı? Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı oldu mu? 

Türkiye’de kimlerin koruması altındaydı?

Son operasyondan nasıl kurtuldu?

Onu yakalamak için özel bir ekibin kurulduğu ve yakalanması için yoğun bir çalışma yürütüldüğünü öğrendim. Ancak Hollanda medyasında yer alan iddialar doğruysa onu himaye eden güçlü isimler de vardı. Zaten bu koruma kalkanı olmasa uzun süre Türkiye’de barınamazdı.

Bir gün  Jos Leijdekkers’in Türkiye’deki derin bağlantıları ortaya çıkarılırsa ülkeyi dünya mafyasının üssüne çevirenlerle yüzleşeceğiz. Kara paranın merkezi ve baronların güvenli sığınağı olmaktan belki o zaman kurtulacağız. Aksi halde beyaz zehir devleti ve toplumu çürütmeye devam edecek.

Timur Soykan / BİRGÜN

15-16 Haziran'ın 53. yılı: 'Esas meselemiz işçi sınıfının yeniden bir toplumsal aktör haline getirilmesi' + 15-16 Haziran direnişinin öğrettikleri: Tek çıkış yolu sınıf olarak mücadele etmek

 15-16 Haziran'ın 53. yılı: 'Esas meselemiz işçi sınıfının yeniden bir toplumsal aktör haline getirilmesi' (ASLI İNANMIŞIK-sol/ÖZEL)

'15-16 Haziran Türkiye işçi sınıfının Cumhuriyet tarihindeki en önemli eylemi. O tarihten itibaren işçi sınıfını hesaba katmadan adım atılamayacağı görüldü.'

Bugün Türkiye'deki sınıf mücadelesi tarihinin en önemli dönemeçlerinden 15-16 Haziran'ın yıldönümü. 53 yıl geçmesine rağmen işçi sınıfının büyük direnişi hâlâ hatırlanmaya devam ediyor.

15-16 Haziran 1970'te işçi sınıfı patronlara gücünü gösterdi. Fabrikaların içinde başlayan işçi eylemleri, sokağa taştı. İşçiler kent merkezlerine doğru yürüyüşe geçti. Böylece söz konusu 2 gün sınıf mücadelesi tarihinin en önemli olaylarından biri olarak tarihte yerini aldı.

Peki bugün bize 15-16 Haziran'dan kalan miras ne? Nasıl dersler çıkarmalı, bugünkü işçi eylemlerine 15-16 Haziran'dan çıkan neleri eklemeliyiz? Bu sorulara yanıt aramak için TKP Merkez Komite üyesi ve soL yazarı Alpaslan Savaş'a "İşçi sınıfının bugünkü durumu çerçevesinde 15-16 Haziran'ın 53. yılında Büyük İşçi Yürüyüşü'nün mirası ve dersleri nedir? Nasıl yorumluyorsunuz?" diye sorduk.

'15-16 Haziran Direnişi sarsıcıdır'

Savaş, eylemlerin işyeri temelli ve yaygın olmasına dikkat çekti. "15-16 Haziran direnişinin esas sarsıcılığı işçi sınıfının toplumsal olarak kendisini var etmede oldukça kuvvetli bir iddiaya ulaştığını kanıtlamasındadır" diyen Savaş, Türkiye işçi sınıfının yeniden bir toplumsal aktör haline getirilmesine de işaret etti.

Alpaslan Savaş şunları söyledi:

"15-16 Haziran Direnişi'ni tek bir kelimeyle tanımlamak gerekseydi ben 'sarsıcı' sıfatını kullanmayı tercih ederdim. Sarsıcıdır çünkü yaygındır. Sadece iki kentte olduğuna bakmayın, direnişin yayıldığı Kocaeli ve İstanbul hâlâ Türkiye sanayisinin merkezidir. Sarsıcıdır çünkü işyeri temellidir. İşyerinde örgütlenmiş eylemin katılımı da kararlığı da yüksek olur. Bu kararlılık sokağa taşınca bir kat daha sarsıcı olur. Sarsıcıdır çünkü sendikal düzlemi aşmıştır. Eylemde 'çanına ot tıkılmak istenen' DİSK üyesi işçilerde vardır, yasayı destekleyen Türk-İş’in üyesi hatta sendikasız işçiler de. İşçi sınıfının birliği gerçekten sarsıcıdır.

Böyle pek çok öğe sıralanabilir. Ama 15-16 Haziran direnişinin esas sarsıcılığı işçi sınıfının toplumsal olarak kendisini var etmede oldukça kuvvetli bir iddiaya ulaştığını kanıtlamasındadır. Bu iddia 70’lerde güçlenmeyi sürdürmüş, üstelik siyasi temsiliyeti belirmeye başlamıştır.

'Burjuvazi işçi sınıfının kurulu düzeni sarsmasından çok korkuyor'

Türkiye burjuvazisinin, işçi sınıfının kurulu düzeni sarsmasından ne kadar çok korktuğunu biliyoruz. Bu korku önce tedbir arayışına sonra bir karşı devrimci saldırıya dönüştü. 12 Mart ve 12 Eylül bu saldırının sonraki on yıllık durakları oldu. Bulunan çözüm işçi sınıfının örgütsüzleştirilmesiydi. Özelleştirmeler, sendikasızlaştırmalar, taşeronlaşma, solu sınıftan kazıma çabasıyla paralel yürüdü.

İşçi sınıfının örgütlülüğünü dağıtmak dar anlamıyla işçinin patron karşısında korumasız kalması anlamına gelmiyor, ülkenin ilerici değerlerinin tasfiyesini de beraberinde getiriyor. Demirel’den Özal’a, ondan Erdoğan’a uzanan iktidar yolculuğunun böyle bir iç bütünlüğü var. Üçünde de temsil olan işbirlikçilik, gericilik ve piyasacılıktır.

'Güçlü bir ideolojik mücadele verilmek zorunda'

Geride bıraktığımız 40 yıl, bu saldırının altında gerçekleşti. Yarısı AKP iktidarıdır. Son seçimlerde kurtulamadıysak, en çok da saldırının işçi sınıfını örgütsüz kılmasıyla ilgilidir. Örgütlenme araçları gasp edilmiş, grev hakkı elinden alınmış, mücadele azmi seçim sandığına hapsedilmiş bir işçi sınıfından söz ediyoruz.

15-16 Haziran direnişinin patladığı günlerde memleketin kurtuluşu için yol arayanlar arasında 'Ülkede düzeni sarsabilecek bir işçi sınıfı fiilen var mıdır?' tartışması da sürüp gidiyordu. Vardı elbette, ama henüz masaya yumruğunu vurmuş değildi. Önceki on yıl pek çok işyeri direnişi, işgal ve lokal işçi eylemine tanıklık etti fakat işçi sınıfının “'buradayım' dediği çıkış bu iki güne sığan büyük direnişle oldu. Bugün işçi sınıfının varlığı tartışılmıyor belki ama siyaset işçi sınıfı yokmuş gibi sürüyor. Sola bulaşmış kimlikçilik, sınıfsallıktan kopartılmış özgürlükçülük ve bağımsızlıkçılık bu yok saymaya dayanıyor. İşçi sınıfının toplumsal bir aktör hale gelmesinin önündeki engellerden biri sermaye sınıfının düzenli saldırısıysa diğeri bu bulaşıklıktır. Sermayenin saldırısına karşı mücadele işyerlerinde örgütlenme kavgasıyla, grev ve direnişlerle kora kor sürerken diğeriyle de güçlü bir ideolojik mücadele verilmek zorunda. 

Direnişin dersleri için değerli pek çok şey sıralayabiliriz ama bizim esas meselemiz, Türkiye işçi sınıfının yeniden bir toplumsal aktör haline getirilmesidir. Bu mümkün. Tarihte o kadar çok örneği var ki. Ne bu düzenin gücü mutlak, ne de patronlar yenilmez değil. Onu sarsacak tek gücün yalnızca işçi sınıfında olduğuna güvenin."

'İşçi sınıfını hesaba katmadan adım atılamayacağı görüldü'

15-16 Haziran eylemleriyle ilgili yapılmış en kapsamlı çalışma niteliğindeki "İşçilerin Haziranı" kitabının yazarı ve aynı zamanda "İşçilerin Haziranı 15-16 Haziran 1970" adlı belgeselin yapımcılarından biri olan Araştırmacı-Yazar Zafer Aydın'a da aynı soruyu yönelttik. 15-16 Haziran'ın Türkiye işçi sınıfının Cumhuriyet tarihindeki en önemli eylemi olduğunu söyleyen Aydın, sınıfı birleştirecek en temel ögenin sınıf kimliği olduğunu vurguladı.

Zafer Aydın şöyle konuştu:

"15-16 Haziran Türkiye işçi sınıfının Cumhuriyet tarihindeki en önemli eylemi. Bir meydan okuması. İşçi sınıfı bütün esamesiyle 'Biz buradayız' dedi ve sonuçta devlet, siyasi partiler, sendikalar her şey bu eylemden etkilendi. O tarihten itibaren tüm bu unsurlar işçi sınıfını hesaba katmadan adım atamayacağını büyük ölçüde gördü. 

15-16 Haziran savunma karakteri önde olan bir eylemdi. Bu eylemle birlikte işçi sınıfı önemli bir özgüven, cesaret kazandı. Yeni eylem süreçlerinin, örgütlenme ve mücadele pratiklerinin önü açıldı. '76 DGM direnişinde de, kitlesel 1 Mayıs kutlamalarında da, 70'li yıllar boyunca özellikle metal sektöründe gelişen yığınsal grevlerde de 15-16 Haziran'ın yarattığı ruhun etkisi olduğunu görürüz. Hatta 12 Eylül sonrası '89 Bahar Eylemleri'nde de bu ruh büyük ölçüde vardı. Dolayısıyla 15-16 Haziran'ın işçi sınıfı hareketi içerisinde bir esinlendirici, ilham verici yönü var. 

'15-16 Haziran sınıfın militan bir eylemidir'

15-16 Haziran'ın bugünlere taşınan en önemli mirası da, işçi haklarının ancak mücadeleyle kazanılabileceğini göstermiş olmasıdır. 15-16 Haziran bir anlamda '63 Kavel'le başlayan sürecin bir devamıdır. '61 Saraçhane, '63 Kavel; işçilerin sendikal özgürlüklerini kazanmak uğruna verdikleri mücadele ve onun sonucunda elde edilen başarıdır. 15-16 Haziran da elde edilen kazanımların geri alınma çabalarına karşı gösterilmiş bir direniştir. Bu 15-16 Haziran'ın dünden bugüne önemli bir öğretisidir. Yani aslında 15-16 Haziran üzerine konuşurken biz, 'İşçi hakları yukarıdan verildi ve alındı' gibi kaba bir genellemenin de hiçbir anlamı olmadığını görüyoruz, bu mücadelelerin tarihine baktığımızda.

Eylemlerin bıraktığı miras diye kabaca birkaç nokta üzerinde durmamız gerekirse, 15-16 Haziran sınıfın militan bir eylemidir. 60'lı yıllar boyunca sınıfın çevresinde iliştirdiği eylem repertuvarlarının ürünüdür. İşyeri işgal eylemlerinin bir üst aşamasıdır. Ve 15-16 Haziran, işçileri sokağa çıktığında etrafında gençlerle, kadınlarla, toplumsal örgütlerle buluşmuştur. Eylem böylece toplumsal hareket özelliği kazanmıştır. Dolayısıyla miras ve dersler dediğimizde eylemin birleştirici, militan karakteri önemlidir. 

'En önemli ders mücadelenin bir sınıf perspektifi içerisinde sürdürülmesi gerektiğidir'

Farklı partilere oy veren, farklı dinsel inanışlara, etnik kimliklere sahip işçiler, ortak çıkarları etrafında kolektif bir mücadeleye girişmişlerdir. Çıkartılacak en önemli ders de, bugün sınıf kimliğinden uzaklaştıkça etnik ve dinsel kimliklerin öne çıkmasıdır. Böyle olduğunda sınıf bölünmektedir. Oysa sınıfı birleştirecek en temel öge sınıf kimliğidir. 15-16 Haziran'dan bugüne taşınması gereken en önemli ders mücadelenin bir sınıf perspektifi içerisinde sürdürülmesi gerektiğidir."

                                                                    /././

 15-16 Haziran direnişinin öğrettikleri: Tek çıkış yolu sınıf olarak mücadele etmek (Erkan Aydoğanoğlu-Evrensel)

Türkiye işçi sınıfı tarihinin en büyük ve en kitlesel işçi eylemi olan 15-16 Haziran 1970 büyük işçi direnişinin üzerinden 53 yıl geçti. Ülkenin en büyük işçi direnişini yaratan mücadele deneyiminin yarattığı zengin birikim, aradan geçen süreye rağmen güncelliğini ve öğreticiliğini sürdürüyor.

1960’lı yılların ikinci yarısından itibaren büyük ölçüde işçilerin iradesiyle gerçekleşen örgütlenme pratikleri ve hak mücadeleleri, işçi-sendika hareketine daha önce görülmemiş düzeyde canlılık kazandırmıştı. Devletten ve sermayeden bağımsız bir sendikal çizgiyi benimseyerek 13 Şubat 1967’de kurulan DİSK, ağırlıklı olarak özel sektörde çalışan işçileri üye yaparak kısa süre içinde işçiler arasında önemli bir çekim merkezi haline geldi.

İşçi hareketi ve sendikal mücadele, o dönem büyük fabrika ve işletmelerde çalışan örgütlü ve sınıf bilinçli işçilerin öncülüğünde yürütüldü. ’60’lı yılların sonunda gerçekleşen kitlesel işçi eylemlerinde, farklı sektörlerde yaşanan fabrika işgallerinin başarısında tamamen işçilerin iradesine dayanan mücadeleci sendikal çizgi belirleyiciydi.

İŞ YERİ ÖRGÜTLENMESİ VE FİİLİ KOMİTELER

1967-1970 yılları arasında gerçekleşen işçi eylemlerinin büyük bölümünde DİSK’in kurumsal ya da örgütsel etkisinden çok, tek tek fabrikalarda kurulan işçi komitelerinin ve iş yeri örgütlenmesinin belirleyici etkisi vardı. İşçi komiteleri, işçilerin temsilcilerini doğrudan seçmeleri, aşağıdan yukarıya fiili iş yeri örgütlenmeleri olarak ortaya çıkmış olmaları nedeniyle önemli bir deneyimdi. O dönem gerçekleştirilen eylemler başından sonuna bu komiteler aracılığıyla ve onların denetiminde hayata geçirilmişti. DİSK’te örgütlenen iş yerlerinde iş yeri temsilciliklerinin aktif olarak çalıştırılması, işçi eylemlerinin daha örgütlü ve daha sonuç alıcı bir içerikte hayata geçirilmesini sağladı.

Genel olarak iş yerinde yaşanan sorunlara yönelik ortak hareket biçimleri geliştirebilmek ve toplu bir şekilde çözümler bulabilmek amacıyla kurulan komiteler, çoğunlukla sendikaların bürokratik yapılar haline gelmesi ve tabandan uzaklaşmasının yarattığı sorunlara karşı önleyici bir çözüm olarak gündeme geldi.

Bu dönemde yapılan eylemlerin büyük bölümü DİSK’in o dönem iş yerlerini merkez alan sendikal politikalarından çok, DİSK üyesi olsun ya da olmasın, aynı iş yerinde çalışan işçilerin doğrudan yaşadığı sorunlara çözüm üretmek amacıyla oluşturdukları iş yeri komiteleri etrafında örgütlenme ve işçilerin birliğini sağlam temeller üzerinde kurmalarına dayanıyordu. Bu durum, doğal olarak DİSK’e bağlı sendikaların iş yeri örgütlülüğünü ve etkisini güçlendiren bir rol oynadı.

İşçi komiteleri, sendikanın tersine iş kolunda değil, iş yeri ölçeğinde yani üretim noktasında örgütlendikleri için, işçilerin mücadelelerine daha elverişli, daha sonuç alıcı örgütler haline geldiler. Öncelikle komitelerin karar alıcı ve yöneticileri bizzat işçilerin kendileriydi. İkinci olarak herhangi bir yasal sürece bağlı olarak hareket etmiyorlardı ve pratikte hızlı karar alma ve uygulama olanakları vardı.

Doğrudan üretim birimleri olan iş yerleri veya fabrikalarda oluşturulan fabrika ya da işçi komiteleri, o dönem işçi hareketinin en temel dayanak noktasını oluşturan fiili örgütlenme biçimleriydi. Bu komitelerin işçilerin taleplerini ve bilinç durumlarını diğer örgütlere göre daha iyi ve doğrudan yansıtması, özellikle sınıf mücadelesinin keskinleştiği dönemlerde, önce işçileri sonra sendikalarını harekete geçiren en önemli etkenlerden birisi oldu.

DİSK’İ KAPATMA PLANI VE KİTLESEL EYLEMLER

Türk-İş’in kurulduğu tarihten itibaren hükümet yanlısı tavrını sürdürmesi, mücadeleci işçilerin DİSK’e yönelmesine neden olmuştu. Sendikalı işçilerin büyük bölümü Türk-İş’e bağlı sendikalarda örgütlü olmasına rağmen DİSK’in varlığı ve gelişimi, Türk-İş’in temsil ettiği ‘uzlaşmacı sendikacılık’ çizgisi açısından ciddi bir tehdit olarak görülüyordu.

Türk-İş yönetimi, DİSK’i tamamen etkisiz hale getirmek, Sendikalar Kanunu’nu değiştirmek amacıyla iktidarda olan Adalet Partisi (AP) ile açık iş birliği içine girdi. Asıl amacın DİSK’i kapatmak olduğu iktidar sözcüleri tarafından açıkça dile getiriliyordu. Dönemin Çalışma Bakanı Seyfi Öztürk o dönem yaptığı bir konuşmada “İdeolojik akımların aleti haline gelmiş sendikalar ile tabela sendikaları bu kanun çıkar çıkmaz kendiliğinden infisah edecektir” diyerek iktidarın asıl amacını belli etmişti.

15-16 Haziran eylemlerinin temel nedeni, 1963 yılında yürürlüğe giren 274 ve 275 sayılı sendika ve toplu sözleşmelere ilişkin yasaları değiştirip DİSK’i fiilen kapatmak, işçilerin mücadeleci bir sendikal merkezde örgütlenmesinin önüne geçmekti. DİSK’in toplu sözleşme yetkisi almasını ve sendikal örgütlülüğün yayılmasını engellemek amacıyla sendikalara iş kolundaki toplam işçi sayısının üçte birini üye yapma zorunluluğu (1/3 iş kolu barajı) getiren tasarının Meclise gelmesi üzerine işçiler 15-16 Haziran 1970’de sendika seçme özgürlüklerine sahip çıkmak için sokağa çıktılar.

İstanbul ve Kocaeli’de iki gün boyunca üretim büyük ölçüde dururken, 16 Haziran’da bu iki ilde sıkıyönetim ilan edildi. Gerek 15-16 Haziran’da yapılan kitlesel eylemler, gerekse yaşanan toplumsal baskının da etkisiyle, ilgili kanun düzenlemesi daha sonra Anayasa Mahkemesi tarafından Anayasa’ya aykırı bulunarak iptal edildi.

Sendikaların iş yeri temelinde örgütlenmesi, iş yeri merkezli çalışmanın benimsenmesi, iş yeri temsilciliklerinin ve o dönem çok sayıda fabrikada fiilen kurulan iş yeri komitelerinin mücadelenin her aşamasında aktif olarak yer alması, o dönemdeki eylem ve direnişlerin etkili ve sonuç alıcı olmasını sağladı. 15-16 Haziran direnişi, işçi sınıfının kendi iradesi ve inisiyatifiyle harekete geçtiğinde ne kadar etkili bir güç olduğunu dosta düşmana gösterdi.

SINIF SENDİKACILIĞI ÇİZGİSİNİ GÜÇLENDİRMEK

15-16 Haziran, farklı konfederasyonlara bağlı sendikalarda örgütlü, çeşitli iş kollarında çalışan ve farklı illerdeki işçilerin ücret dışı haklar için ortaklaşa gerçekleştirdiği ilk kitlesel eylem olması nedeniyle Türkiye işçi sınıfı ve sendikal hareketi içinde özel bir yere sahiptir. Bir diğer önemli özellik ise işçilerin kişisel çıkarları için değil, örgütlendikleri sendika ve konfederasyona sahip çıkmak için eylem yapmış olmalarıdır. Daha önce yaşanan işçi eylemleri, işçi sınıfının ekonomik ve sosyal hak talepleriyle sınırlı olarak gerçekleşirken, 15-16 Haziran direnişi bu durumu büyük ölçüde değiştirmiştir.

15-16 Haziran öncesi yapılan tüm işçi eylemleri, dönemin koşullarının doğal sonucu olarak, sadece tek tek iş yerleriyle sınırlı olarak gelişmişti. 15-16 Haziran işçi direnişi ile birlikte farklı illerden ve farklı iş kollarından geniş bir işçi kitlesinin iş yeri sorunlarını aşan, işçi sınıfının kendisi için sınıf olma yolunda ilerlediği ortak bir eylem olarak gerçekleşmesi günümüz işçi hareketi açısından da öğretici dersler içeriyor.

15-16 Haziran direnişinin işçi sınıfı mücadelesi ve sendikalar açısından günümüze kadar taşıdığı en önemli ders, sendikaların sermayeden ve onun siyasal temsilcilerinden ayrı ve bağımsız olarak örgütlenmesinin hakları ve sınıf çıkarları için birleşerek ve birlikte mücadele ederek ilerlemesinin tek çıkış yolu olduğunu göstermesidir.

15-16 Haziran direnişi ve sonrasında işçi-sendika hareketinde yaşanan gelişmeler, işçi sınıfı mücadelesinin, hedefleri ve örgütleri ile ekonomik düzeyi aşarak siyasal mücadeleye yaklaşmadıkça, ne kadar güçlü ve etkili olursa olsun, yapılan başarılı sendikal eylemlerle kazanılan hakların geçici olma riskinin her zaman var olduğunu göstermiştir.

O dönem fabrikalarda işçilerin önce birbirini, sonra sendikalarını nasıl örgütlediğine, sendikal bürokrasiye rağmen kendi öz örgütleri olan sendikalarına nasıl sahip çıktıklarına bakıldığında, bugün yapılması gerekenler geçmişte yaşananlardan çok da farklı değil. Bu noktada sendikalardaki her türlü bürokratik, sınıf dışı politika ve eğilimlere karşı sınıf sendikacılığı çizgisini güçlendirmek, sendikaları yeniden işçilerin birleşme ve mücadele merkezleri haline getirme ısrarını sürdürmek gerekiyor.

(Erkan Aydoğanoğlu-Evrensel)

Fotoğraflar: DİSK Arşivi