18 Eylül 2023 Pazartesi

Yılmaz Güney tartışmasının asıl hedefi (Mehmet Ali Güller-Cumhuriyet) + Lumpen, maço, âdi katil bir tanrımsı (Göksel Aymaz-duvaR)


Yılmaz Güney tartışmasının asıl hedefi (Mehmet Ali Güller-Cumhuriyet) 

Elbette Yılmaz Güney de tartışılır, hiç kimse eleştirilmekten muaf değildir. Ancak Yılmaz Güney tartışmasının asıl hedefini ve tartışmayı kullanan siyasi odağın amacını saptamak tartışmanın içeriğinden daha önemlidir.

Yine de önce içeriğe değinelim. Sanatçıları tartışırken ölçü hatası yapıldığını düşünüyorum. Bunda birinci neden iktidarın sanatçıları kendi siyasi hedeflerinde kullanmasıyken ikinci neden de kavramlarla ilgili sorunumuzdur.

Çoğu zaman sanatçı, aydın hatta entelektüel aynı anlamda kullanılıyor. Oysa bu üç kavram birbirinden farklıdır. Çok kabaca tanımlarsak: Sanatçı sanat üreten, uygulayan; entelektüel bilgili, düşünen, yorumlayan; aydın ise çağının çelişkilerini çözümleyerek tutum alan kişidir. Dolayısıyla her sanatçı entelektüel ya da aydın değildir, her entelektüel de aydın değildir.

SEZEN AKSU ÖRNEĞİ

Çoğu zaman sanatçıyı sanat ölçütüyle değil, siyasette aldığı pozisyonla hatta kişisel özellikleriyle değerlendiriyoruz. Örneğin Sezen Aksu’nun AKP-FETÖ anayasa değişikliğine destek vermeyenleri “iki cihanda lekeli” ilan etmesini, dahası bu tutumu nedeniyle kendisine “sensin kirli” haklı eleştirisi yapan Merdan Yanardağ’a dava açıp haciz işlemi başlatmasını, onun sanatından ayrı olarak değerlendirmeli ve eleştirmeliyiz.

Sezen Aksu’yu “sanatın ölçüleriyle” değerlendirdiğimizde başarılı bir sanatçıdır. Mesele de budur, Sezen Aksu sanatçıdır, aydın değildir. Aydın olsa, siyasal destek verdiği merkezin kendisini en sonunda bir şarkı sözünde Âdem ve Havva’ya cahil dediği için linç edeceğini zamanında görerek tutum alırdı. Çünkü aydın, çağının, toplumunun çelişkilerini çözümleyerek tutum alabilendir.

SANATIN ÖLÇÜSÜ

Yılmaz Güney’i de öncelikle sanatın ölçüleriyle değerlendirmeliyiz. Ve o ölçüler içinde Yılmaz Güney Türk sinemasının en tepesindedir. Dünyaya etkisi bakımdan kıyaslarsak Türk şiirinde Nâzım neyse, Türk sinemasında da Yılmaz Güney odur.

Kadına şiddet ya da karıştığı cinayet üzerinden Güney’in sanatını küçümsemeye kalkan, kendisini küçültür. Güney çok başarılı bir sanatçıdır. Diğer yandan Güney, çağının ve toplumun çelişkilerini çözümleyerek tutum takınan bir kişi olarak aynı zamanda aydındır.

Özetle sanatçıyı sanatıyla ve sanatın ölçüleriyle değerlendirmeliyiz; kişisel zaafları, hataları ve suçlarıyla değil. Elbette kişisel olanları da eleştirebilirsiniz ama o bir sanat/sanatçı değerlendirmesi değildir. Sanatçıyı sanatının ölçüleriyle değerlendirmediğiniz taktirde, sanatın tarihini de yazamazsınız; çünkü kişisel olan ölçü olursa, dünyadaki pek çok büyük edebiyatçıyı, oyuncuyu, ressamı yok saymak durumunda kalırsınız.

İKTİDARIN KÜLTÜREL HEGEMONYA AMACI

Gerçi Erdoğan’ın sanatçıyı siyasal ihtiyacına göre kullandığını biliyoruz ama yine de anımsatalım, 20 Mart 2010’da Dolmabahçe’de 77 sanatçıya kahvaltı verdiğinde şöyle demişti: “Eğer bu ülkenin otoriteleri, Yılmaz Güney’in filmlerine kulak vermiş olsalardı, inanın Türkiye bugün çok farklı bir yerde olabilirdi.”

Evet, Erdoğan için 2010’un ihtiyacı öyleydi; devletin kurumlarıyla çatışırken yaslanabileceği sanatçıları da kullanıyordu. O gün kahvaltıya katılan 77 sanatçının çoğunun akıbeti ortada. Dikkat edin, son yıllarda Ahmet Kaya’ya da pek atıf yapmaz oldu; çünkü Ahmet Kaya’nın kimi sözlerinin yanında çok hafif kalan sözleri söyleyenlerin bile “PKK propagandasından” hapse atıldığı bir siyasal iklim yarattı.

Gelelim Yılmaz Güney tartışmasının asıl hedefine. İktidarın ideolojik yayın organı Yeni Şafak’ın yazarı net ortaya koyuyor o hedefi: “Yılmaz Güney isimli tanrılarının fanusunda hafif bir çatlak oluştu. Darısı Mahir’inden Deniz’ine diğer tanrıların başına.”

Evet, siyasal İslamcıların derdi sanat tartışması değil, kültürel hegemonya kurabilmek için solu, devrimciliği hedef alıyorlar. Asıl mesele budur.

                                                      /././

Lumpen, maço, âdi katil bir tanrımsı (Göksel Aymaz-duvaR)

Filmlerindeki attığını vuran, vurduğunu deviren serdengeçti tip, Yılmaz Güney’in kendi gerçekliğidir, filmlerine kendi yaşamından taşıp gelmiştir. Canlandırdığı herhangi bir karakter gerçek kişiliğinin de izahıdır: Romantik, dik başlı, silahşor, devrimci, âşık… Hepsi ona uyar. Bunlardan herhangi biri diğeriyle çelişiyor filan da değildir.

Yine Yılmaz Güney’e laf ettiler.

Önce Farah Zeynep Abdullah bir şey söyledi, okumuşsunuzdur; Güney’in ölüm yıldönümünde, 9 Eylül’de Murathan Mungan sosyal medya hesabından “Yılmaz Güney, iyi bir yönetmen, iyi bir oyuncu, iyi bir senarist olmasının yanı sıra sinemamızın en iyi yürüyen erkeğiydi” paylaşımına, "Ve sinemamızın en iyi kadın döven erkeği ve şiddet türleri açısından zengin ve etkili silah kullanan" ifadesiyle cevap verdi.

Sonra Fatih Altaylı, "Benim için Yılmaz Güney, kadın döven, entelektüel yönü zayıf, maço bir adamdır. Türkiye’nin Avrupa’daki imajını yerle bir eden, bunu da kendi menfaatleri için yapan bir katildir” hükmünü verdiği yirmi üç yıl önceki ünlü yazısını hatırlatarak lafa karıştı.

Önceki gün Ahmet Hakan, "Gelin, Yılmaz Güney’i dokunulmaz kılmak için nafile bir çaba içine girmek yerine 'O iyi filmlere imza atan ama lümpen tarafları da olan bir isimdi' falan diyerek konuyu kapatın" dedi.

Yeni Şafak yazarı İsmail Kılıçarslan da fırsatı kaçırmadı; "Görünen o ki solcumsuların Yılmaz Güney isimli tanrılarının fanusunda hafif bir çatlak oluştu. Darısı Mahir’inden Deniz’ine, Ertuğrul’undan bilmem kimine kadar diğer tanrı ve tanrımsıların başına" dedi. 

Dün de Nagehan Alçı, sosyal medyadaki paylaşımında, “Şu konjonktürde Güney’e Farah Zeynep’le başlayan saldırı kampanyasının sebebi Güney’in Kürt olması. Olayın özü bu" ifadelerini kullanarak olaya müdahil oldu.

Bu memlekette zaten bir Deniz Gezmiş’e bir de Yılmaz Güney’e, durur durur laf ederler.

Birine “eşkıya, terörist” derler, birine “kadın döven, katil”!

Ama bu kez iş “Mahir’inden Deniz’ine, Ertuğrul’undan bilmem kimine kadar...” aşağılamasına kadar geldi.

O yüzden...

Özgür Özel CHP başkanlığına adaymış, sokakta şiddet artıyormuş, pahalılık almış da başını gitmiş, Türk’üyle gavuruyla âlemin mafyası İstanbul’da Bodrum’da cirit atıyormuş...

Olsun.

Bunca konu arasında ben Yılmaz Güney’i önemseyeceğim.

Yılmaz Güney’in “kadın döven, katil” olup olmadığı solcu olduğu için görmezden gelinmiyor. Değeri de solculuğundan ya da Kürtlüğünden ileri gelmiyor. Sebepleriyle açıklamaya çalışayım.*

Sinemada Yılmaz Güney filmi izlemeye götürüldüğümü hatırlıyorum. Kapkara, kupkuru, incecik bir adam, üzerine çullanan kötü gülüşlü zalim güruhla canhıraş baş ediyordu. Ne yumruk yıkıyordu onu ne de kurşun. Hani suçlayıcı bir vurguyla “bol şiddet içeren filmler yaptı” deniliyor ya onun için, işte aslında o “suç”tur bizi ona sevdalandıran. Evet, sadece avantür döneminde değil, “Seyit Han”, “Aç Kurtlar”, “Ağıt” döneminde de, attığını vurdu, vurduğunu devirdi; üzerine çullanan kalabalığı çıplak yumruklarıyla savurdu. Kalabalıklar onu bu yüzden hala çok seviyor. Has sinemacıdır. Ama kalabalıkların sevgisindeki öncelikli sebep kesinlikle bu değil. Sebep, Yılmaz perdedeki görüntüsündedir, adı bazen Serçe Memet, bazen Çoban Ali olan o serdengeçtilerdir buna sebep.

Hepsi ayrı bir karizma unsuru olan şehirli kabadayıdan, feodal halk kahramanından suskun devrimciye kadar uzayan tiplemeleriyle geniş bir kitlenin beğenisini kazandı, ama o beğeninin arkasında yatan asıl etken hayatla hesabımızı -hiç değilse beyaz perdede- görmüş olmasıdır, her tiplemesinin farklı biçimde yaptığı şey budur. Her günkü hayatın kahrını çeken insanımız, üzerine çullanan kötü gülüşlü zalim güruhla her defasında baş edebilen bu kara, kuru, incecik adamda, kendisine adil olmayan hayata diklenişi gördü ve ona bağlandı. Bu yenilmez yiğit tipine, bu serdengeçtiye gösterilen bağlılık, sıradan insanın içinde her şeye rağmen halen onurlu bir yaşam özleminin diri kalmış olmasındandır. Televizyonlarımızın yeni “Hatırla Sevgili”si (ya da “Çemberimde Gül Oya”sı) “Dilek Taşı”ndaki Yılmaz Güney detayı bunun güncel bir örneği olarak kayda geçti.

Biz, meşhurlar âlemi içinde kendimizden olduğunu hissettiklerimize özel bir yakınlık duyarız, popüler kültür ikonları böyle yaratılır. Yılmaz Güney de, evet, bir popüler ikondur, ama birçoğunun aksine bu ikon, erdemin yardımcısıdır, yanılgının yardakçısı değil. Ortaçağ Hıristiyan ikonlarının Tanrı’nın varlığı sorusunun -Tanrıya inancı pekiştirerek- artık sorulmamasını sağlamaları gibi, günümüzün popüler ikonları da, kitleleri bir kez de modern kapitalizmin yaşama üslubuna imanlı kılmaya çalışan “laik kurmacalar” olarak, “Bu hayat güzel mi çirkin mi, yaşamaya değer mi değmez mi?” sorusunun sorulmasına herhangi bir lüzum bırakmıyor. Ama bu “maço”nun, bu “katil”in, görülecek pek fazla bir şeyin olmadığı görüntü bolluğunda, izleyicilerini hayat hakkında anlamlı sorular soramama mahcubiyetinden kurtarmak gibi bir nezaketi var en azından.

Her alanı bir otoritenin hükmüne terk edilmiş olan hayat, bireyleri ya asgari bir insanlık onurunu koruma sınırında parlayıveren sonu tekinsiz bir başkaldırıya, ya da bilinen bütün değerlerin sarsıldığı yerde tek değer olarak ortada kalmış olan “çıkar”ın egemenliğinde bir boyun eğişe mecbur kılmaktadır. Her iki insanlık durumunda da, ilkinde onay almak, ikincisinde de onarılmak için, Yılmaz Güney’in dinmeyen yumruklarına, bitmeyen kurşunlarına ihtiyaç duyulmuştur.

Filmlerindeki attığını vuran, vurduğunu deviren serdengeçti tip, Yılmaz Güney’in kendi gerçekliğidir, filmlerine kendi yaşamından taşıp gelmiştir. Filmlerinde kendisini her seferinde kolayca tanıyabileceğimiz çeşitli karakterler halinde ortaya koymuştur Yılmaz Güney. Canlandırdığı herhangi bir karakter gerçek kişiliğinin de izahıdır: Romantik, dik başlı, silahşor, devrimci, âşık… Hepsi ona uyar. Bunlardan herhangi biri diğeriyle çelişiyor filan da değildir. Onu halkın sevgilisi yapmış olan, kavgacı silahşor rolünden mesela bir anda Kızılırmak Karakoyun’da ne kavga eden, ne silah çekip vuran, sadece kaval üfleyip koyun güden basit bir çoban rolüne geçişi, derindeki bu birliğin yüzeye vurduğu andır.

1937’de Adana’da başlayıp 1984’te Paris’te sonlanan hayatı, o yüzden, tipik bir Yılmaz Güney filmidir aslında. Onun kişiliği herhangi bir filminde canlandırdığı herhangi bir karakterden farklı değildir; hayatı ve filmleri, bütün olarak, tek bir imgedir. Usta yönetmen Lütfi Akad anlatıyor: “(Hudutların Kanunu filminin Urfa’daki çekimlerinde) İki büyük sahnem kalmışken bir olay daha oluyor” diye başlıyor Akad, ve devam ediyor: “Yılmaz Güney, bir gece barda silah çekip ateş etmiş. Karakola almışlar, ardından tutuklanmış. Ne zaman bırakılacağı belli değil. Bunun üzerine takımı toplayıp İstanbul’a dönüyoruz. Yılmaz Güney’in ne kadar zaman sonra döndüğünü anımsamıyorum ama öyle pek uzun sürmüyor yokluğu. Gelir gelmez işe koyuluyoruz. …” İşte bu! Bu kadar yani. Herkes alışmıştır, Yılmaz Güney’dir o! Gündüz sette kestiği rol akşam gerçek olur. Sete ara verilir. Yılmaz Güney döner ve set kaldığı yerden devam eder.

Benzer şekilde bir yığın olay, anı, anekdot anlatılır hakkında. Sanırsınız ki Serçe Memet yahut Çoban Ali ya da Âzem hakkında konuşuluyor. Çünkü aynı tutkuya sahipler; aynı tutkunun perdedeki ve hakikatteki temsilcileridir onlar. Wordsworth’ün dizginlenemeyen coşkunluğunu hiçbir zaman paylaşmayan William Blake bile, “Tutkularını bastırabilenlerin tutkuları, bastırılabilecek kadar zayıftır” demiştir. Güney’in, tutkuları, bastırılamayacak kadar güçlüdür; bu tutku, önüne geçilmez bir patlamayla, “Seyyit Han”, “Umut”, “Ağıt”, “Acı”, “Yol”, “Sürü” olup açığa vurmuştur kendini, hem de insanı büyüleyen yumuşacık şiirsel estetikle. Çünkü işi bazen kabadayılığa kadar vardırmış bir “serseri”ydi, ama aynı zamanda has bir sanatçıydı; Adana varoşlarında “racon kesmeye” başladığında, İstanbul’daki sanat dergilerine de öykü gönderiyordu.

Zaten Güney’in romantikçe yüceltip mitleştirdiği kavgaşar kahramanlardan daha önemli olanı, onun yaşadığı günden ve dünyanın sonundan endişe duymuş bir sanatçı olmasıdır. O da, her büyük romantik gibi, kendini bir meseleye adamıştır, dünyanın yalanlarına prim vermemiştir. Bu etik tutum, estetik bir değere dönüşmüştür onda. (Bu yönüyle Güney, “Sanat, ancak ahlâksal bir ideali ifade etmek için çaba gösterirse gerçekçidir. Gerçekçilik, doğruluğa ulaşma çabasıdır ve doğruluk her zaman güzeldir” diyen Tarkovski ile aynı noktada buluşur.) Sinemacılarımız içinde, yaşadığı zamana onun kadar kendini vermiş biri daha yoktur.

Hayranlarının çoğu, belki de onun sadece solculuğuyla, Kürtlüğüyle ilgilenmekteler. Solcu Kürt kimliği, şüphesiz hep bir karizma unsuru oldu onun için. Sinemasının, insanın evrensel yazgısını ifade eden evrensel çapta bir sinema oluşu galiba hep bunun gölgesinde kaldı. Oysa Stendhal ve Balzac romanlarında hayranlıkla tanıklık ettiğimiz üstün beceri, Yılmaz Güney filmlerinde de eksik değildir. Neredeyse militanlık derecesine varan devrimciliği, onun bu sanatsal yeteneğini göz ardı etmeyi gerektirmez. Toplumsal gerçekliğin çatışma ve sorunlarını görme ve anlatmadaki güç ve yetenek, ideolojik olarak buna yakın durmayan sanatçıların (liberal Stendahl’in, kralcı Balzac’ın) mucizeleri değildir sadece.

Bunları söylemekle bu büyük sanatçıya ileri geri laf edilmesinin önüne geçmiş olmayacağız. Daha en başından, Altın Palmiye’yi Costa Gavras’la paylaştığında Türk basınında çıkan “Cannes’da çifte Yunan zaferi” başlığı atıldığından beri böyleydi bu, böyle olmaya devam edecek gibi de görünüyor.

Seyredilen dünyadan sıkılıp Yılmaz Güney’in görüntüsüyle düşlere dalanlar, onu kendi zihinlerinde onurlu bir kimlik olarak yaşatmaya devam ederken, başkaları da bu kimliğini unutturma telkiniyle onu hatırlamaya şüphesiz devam edecek.

Göksel Aymaz-duvaR

*Burada, daha önce farklı mecralarda yazdığım Yılmaz Güney yazılarından faydalandım.



Büyük iddia ve uyum (1) - Bilsay Kuruç / Cumhuriyet

 

GİRİŞ

Yüzüncü yıldayız. Yıla damga vuran nedir? Doğru öğrenebilmeliyiz. Sadece Cumhuriyettir, başarılarıdır, dersek kendimizi aldatırız. Farklı “emeller” geçmiş yıllarda buluşup Cumhuriyeti gitgide keskinleşen karşıtlıklarla yüz yüze bırakmıştır. Cumhuriyetin dramıdır. Karşıtlıkları, üzerlerini kaplayan güncel söylem kabuklarından sıyırarak konuşabilmek, yerli yerine oturtmak bir analitik bütünlüğe doğru yol alabilmek için şart oluyor. Hamasete sığınmak “yerinde saymak”tan ibaret kalır. Birbirini izleyen birkaç yazıda, sadeleştirerek meramımı anlatmaya çalışacağım.

‘BANA MECBURSUN!’

Lozan’a emperyalizmin komutanı Lord Curzon bagajında sömürgeleri taşıdı. Oraya yeni bir coğrafyanın, Ortadoğu’nun kaynaklarına el koyup düzenleme yapmak için, alışkanlıklarından aldığı güçle gelmişti. Karşısındaki, ilk kez gördüğü Garp Cephesi Komutanı İsmet Paşa’ya allanıp pullanmış bir “Yumuşak Sevr” teklifi verdi. “Kabul et. Başına talih kuşu kondu” dedi. Bu bir “çakma devlet” projesiydi. “Sizi himayemize alıyoruz. Himayemizde size bir ‘yapısal uyum’ yaptıracağız. Elbette kapitülasyonludur. Zaten başka seçeneğiniz yok!” 

Curzon, “Uyum isterim. İtiraz istemem” derken o andan başlayarak daha sonra Cumhuriyetin yüz yüze kalacağı tüm karşıtlıkların “ana”sını ortaya koyuyordu. “Nasıl bir ‘zaman’ içinde yaşayacağınızı biz belirler ve sizi orada ağırlarız. Yaşayacağınız ‘zaman’ı bir gerçek devletten ve toplumdan yoksun sizler belirleyemezsiniz. Bu kadar” diyordu. İlginçtir, dünya kapitalizminin doruğundaki İngiltere’nin Lord Curzon’undan elli küsur yıl sonra, artık inişteki İngiliz kapitalizminin başbakanı olmuş Madam Thatcher, dünya kapitalizmine sözcülük yaparak “Toplum diye bir şey yoktur. Sadece ‘piyasalar’, yani dört dörtlük kapitalizm vardır!” diyecekti: “Başka seçenek yok!” (İngilizcesi, There is no alternative! Kısaltılmışı, TINA). Madam, Curzon’un ruhunu da yad eder gibi, “zaman” kapitalizme kilitlidir, değişmez, demiyor mu? 

‘İYİ YOLCULUKLAR!’

Garp Cephesi komutanı, Curzon’un “Yumuşak Sevr” teklifini reddetti. Boğuştular. Sonunda Curzon, “Gidiyorum. Kapitülasyon yok, bağımsızlık, diye tutturdun. Harap, yoksul bir ülken var. Ne lazımsa sadece bende var. Vermediklerini cebime koyuyorum. Göreceksin, gelip, diz çöküp isteyeceksin. O zaman bunları teker teker cebimden çıkaracağım. Başka seçeneğin yok!” dedi ve tren istasyonuna gitti. “Peki, kabul” haberi gelir diye bekleyerek treni de bekletti. Şöyle bir haber geldi: “İyi yolculuklar diyor!”

Tecrübeli Curzon, Paşa’nın “inadı”nın arkasında bir “iddia” olduğunu sezmişti. Ama bunun bir “büyük iddia” olduğunu öngöremezdi: Garp Cephesi komutanı, Mustafa Kemal’in sırdaşı olarak, biliyor ve paylaşıyordu ki dava, Milli Mücadele’deki moral haklılıkla elde edilecek bir “barış”tan ibaret değildir; Cumhuriyete erişmek ve 20. yüzyılın devletini ve toplumunu kurmaktır. O büyük iradeye sahip olmaktır. Bizim için, bu “büyük iddia”dan başka seçenek yoktur! Kısaca, Lozan’da iki bambaşka “Başka seçenek yok” karşıtlığı apaçıktır. İlk kez. Bunu 100. yılda iyi bilelim.

19. yüzyıl 1914’te tamamlandı. Kapitalizm “son aşaması”nda “bir büyük uygarlık krizi”ni, Birinci Dünya Savaşı’nı yaratmıştı. Ancak tarihin seyri artık bu hesaplaşmalarla çizilmiyordu. Ötesine geçmişti. Yeni ve yüksek bir entelektüel kapasite doğmuştu ve 1917’nin “ekim”inde, tarihin artık kapitalizmin hükmüyle değil, kişilik sahibi toplumların iradeleriyle yapılan mücadelesi demek olduğu en somut örneğini vermişti. Mustafa Kemal’in, “ekim”de gün yüzüne çıkmış, dünya çapındaki karşıtlığı okuyarak bütün bunları nasıl müstesna bir entelektüel kapasiteyle değerlendirdiğini görmemek mümkün mü? Cumhuriyet de bizim, toplumların kendilerini aşan bir irade gücüyle ayağa kalktığı “zaman”a ortak olan devrimimizdir. Doğuş zamanı, bu, o iradenin Milli Mücadele’de pişerek “Başka seçenek yok!” dediği zamandır. 

İLERİ HAREKET

Cumhuriyet Devrimi bağrında kendine özgü bir diyalektikle, bir “ileri hareket” taşıyarak doğdu. İlk adımı ve doğum haberi 9 Eylül, 1922’dedir. “İlk hedef” olarak, kendi jeopolitik hakkını gösterişidir. Kısaca, Abdülhamit’in Kıbrıs’ı İngiltere’ye verişinden beri Anglosakson bölgesi olan Doğu Akdeniz’e, “Zorla uzaklaştırıldığımız Akdeniz medeniyetinde yerimizi almak üzere” girişimizdir. Bağımsızlığın ilk adımı. 1932’de bu böyle vurgulanmıştı. Biliyoruz, Cumhuriyet bir köylüler ülkesinde kuruldu. Köylülük “yurttaşlar”dan oluşan bir toplum olacak ki kurulan devleti etkilesin ve 20. yüzyılın devleti şekillenebilsin, o toplum da kazandığı niteliklerle ileri gidebilsin. “Büyük iddia”, bu sürekli, ileri hareketle oluşur. Bir “modernizasyon projesi”nden ibaret sayılamaz. Böyle bakmak “iddia”nın özünü, sürekli hareketle tazelenerek ileri gitmeyi gözden kaçırmak olur. Elbette modernizasyonu içerir. Ama özü yüzyılın toplumu ve devletiyle var olma iradesidir. Niteliği kazanmak, tazelemektir. “Büyük iddia” burada.

KİM BUNLAR?

“Ey yükselen yeni nesil. İstikbal sizindir. Cumhuriyeti biz kurduk. Yükseltecek ve sürdürecek sizlersiniz” (1924) ve “Ey Türk Gençliği...” (1927) “Büyük iddia”yı taşıyacak olanları resmediyor. Kim bunlar? Onlara “Cumhuriyetçi orta sınıf” diyelim. Kestirme bir tanım oluyor. Ama, günümüze gelince yerine oturacaktır. Sosyologlar alanlarına paldır küldür girdiğimiz için bizi bağışlasınlar! “Kim bunlar?”, önce 1900-1920 arasında doğmuş olanlardır. “Büyük iddia”yı ilk onlar taşıyacaktır. Ekonomik gelişmeye kafa yoracaklar, devleti kuracaklar ve insanlık tarihinin biriktirdiği Aydınlanma değerlerini toplumla paylaşacaklar. Değerlerin merkezinde laiklik vardır. Kolay değildi ama taşıdılar.

Unutmayalım, bir köylüler ülkesindeyiz. Orada, kırsalda, ilk “yekpare” demokratik devrim atılımı 1940’ların ilk yarısında kurgulandı. Yekpare, çünkü köylülüğün ilk kez aydınlanması, dönüşümü (1940, 1942) ve ilk kez toprak mülkiyetine kavuşup çiftçileşebilmesi (“efendimiz” olmasını) (1945) bir bütünlükle tasarlanmıştır. (Tarihi önemi yeterince anlaşılmış mıdır, emin değilim!) Bu atılım, Bizans/Osmanlı toprak mülkiyetini sürdüren bir bloklaşma duvarına çarptı. “Cumhuriyet bir ‘giysi’dir. Kırsala sokmayız. Güç fiilen bizdedir” dediler. Kim onlar? Büyük toprak sahibi-tüccar ittifakı. Ve Cumhuriyetin diyalektiği kesildi. Köylülüğün dönüşümü için hamle, ilk hesaplaşma dramla bitti. İlk ciddi karşıdevrim gösterisi oldu.

ÇAĞIN İLERİSİNE GEÇEBİLMEK

“Büyük iddia” Cumhuriyetin ikinci kuşağına devroldu. Kim bunlar? 1920’lerde ve “30”ların başlarında doğmuş olanlar. Prof. Dr. Fazıl Sağlam’ın “Çağın ilerisinde bir anlayışı yansıtıyor” dediği 1961 Anayasası ile Cumhuriyeti yükseltmeye çalışanlar. Cumhuriyetin “içeride” ikinci hesaplaşması kentlerin ağırlık merkezi olmaya başladığı, fabrika çağına giren, artık sınıfsallığın sahneye çıktığı 1960’larda başladı, 1970’lerin sonuna kadar sürdü. “1961”i Cumhuriyetçi orta sınıfın bilim insanları, hukukçuları, entelektüel birikim sahipleri hazırladı. 1933’te kuvvetle vurgulanmış olan, “muasır medeniyet seviyesinin üzerine çıkmayı” hedefe koymuşlardı. Geleceğe açılan kapıları bilerek insanın toplumu ve devleti bir arada zenginleştirebilen niteliklerini anayasaya işlediler. “Büyük iddia” için doğal gelişmenin önünü açtılar. Unutmayalım, doğal gelişmenin kaçınılmaz boyutu bağımsızlıktır. Cumhuriyetin bu değeri 1960’larda bir daha canlanıyor. “Yeni bir dünya kurulur, Türkiye de o dünyada yerini alır!” sözünden on yıl sonra, 1974’te, kendi jeopolitik alanını bir daha göstermek üzere Doğu Akdeniz’e yeni bir adım atıyor.

‘EMEK EN YÜCE DEĞERDİR’

Cumhuriyetin ileri hareketi, toplumun kendini aşma potansiyelini yakalamakla, kavramakla olacaktı. “1961” bunu berraklaştırıyor. İnsan öncelikle toplumsal haklara, kısaca, onurlu yaşam hakkı, sağlık hakkı, çalışma hakkı, eğitim hakkı, söz ve örgütlenme hakkına sahip olmalıdır ki geleceğini görüp düzenleyebilsin, çağın içindeki ve önündeki yerini alabilsin. 1960’larda ve “70”lerde toplumun özlemleri büyüdü, yeni şeyler öğrenildi. Cumhuriyetçi orta sınıf toplumun özlemlerini doğru okurken siyaset sahnesine ilk kez adım atan işçi sınıfı ile tanıştı, yakınlaştı. Onun dilini öğrendi. “Büyük iddia” için, emeğin söz sahibi olmaya başladığı politika çizgileriyle buluştu. 

Şuraya gelindi: 27 Kasım 1976’da günün en büyük partisinin kurultayında, salonda, duvarlara siyasetin zeminini açıklayan tek slogan (özdeyiş) yerleştirilmişti: “Emek en yüce değerdir!” Cumhuriyetçi orta sınıfla emeğin bütünleşmesi toplum için yeni yaratıcı güçlerin önünü açacak, diyordu. Düşünürsek, 1974 (jeopolitik) adımını bir toplumsal adımla birleştirme sözü veriyordu. Ve sermaye sınıfının, kendine özgü tedirginlikle, bambaşka bir rejim için “seferberliği” filizlenirken uzak diyarlarda da “değerlendirmeler” olacaktı. Cumhuriyetin yeni, ağır dramı yaklaşıyordu. 1979 Mayıs’ında bunun ilk işareti geldi.

DARBE VE VESAYET SINIFSALDIR

Ağır dramı getiren 1980 darbesi Cumhuriyetçi orta sınıfa ve işçi sınıfına şunu dedi: “‘Büyük iddia’ bitti. Tepenize ineceğim. Göreceksiniz. Bildiklerinizi unutun. Silin kafanızdan. Ülkenin günü ve geleceği üzerinde düşünme ve söz sahibi olma hakkınız bitmiştir. Bu hak artık sadece sermaye sınıfınındır.” Ve dediklerini yaptı. Diyalektiği kesti. Vesayetin gerçek boyutunun ne olduğunu çıplak biçimde gösteriyordu. O tarihten bugüne, toplum o vesayete ait “zaman” boyutuna yerleşmiş, yaşıyor. Lord Curzon’un “Başka seçenek yok”u, bu sınıfsal vesayetin güvencesinde artık bu “zaman” boyutuna oturtulacaktır. Cumhuriyet karşıtlığı, 1923 Lozan’ındaki masanın öbür tarafından 1980 sonrasının Türkiye’sine, sermaye ve siyaset dünyasına taşınacaktır. Aktörleri, aktrisleri ve sonuçlarıyla.

Bilsay Kuruç / Cumhuriyet


GELECEK YAZI: “BÜYÜK İDDİA” VE UYUM (2): ORTAKYAŞAM (SİMBİYOZ)

Sivas Katliamı davasının anatomisi - MERT DOĞAN / soL-Özel

 Hukuk önemli bir mücadele alanı ama toplumsal tarih sadece hukuk kararlarıyla veya mahkeme koridorlarında şekillenmiyor. Sivas Katliamı bize bir ders ve yarım kalmış bir hesap bıraktı.

Mahkemelerin adalet dağıtması sık karşılaşılan bir durum değil. Hatta mahkemeler genellikle adaletle ilgilenmezler. Salonlarında somut kanun maddeleri geçerlidir, koridorlarda ise genellikle haksızlığa duyulan öfke haykırılır. Bu yazı haykırılan bir öfkenin 30 yıllık yargılama mücadelesini anlatmak amacıyla kaleme alındı.

14 Eylül 2023 tarihinde Ankara 1. Ağır Ceza Mahkemesi'nde görülen Sivas Katliamı davasında düşme kararı verildi. Karar öncesinde ve sonrasında birçok hukukçu: “İnsanlığa karşı suçlarda düşme kararı verilemeyeceğini, davanın konusu olan eylemlerin insanlığa karşı suç kategorisinde değerlendirilmesi gerektiğini ve dolayısıyla bu kategorinin yapısı gereği zamanaşımına tabi tutulamayacağını” ifade etti. Ancak uyarılar veya görüşler mahkeme heyetini ilgilendirmedi ve 14 Eylül duruşmasında çıkan karar düşme kararı oldu.

Bu kararın verileceği herkesin bildiği ama karşı karşıya kalmak istemediği bir gerçekti. Hukuken öyle olması zorunda olduğu için değil, siyasi olarak düşmesine karar verildiği için. Dosya kapsamında yargılanan sanıkların avukatları bile verilecek siyasi kararı ortaya koymaya yetmekteydi. Sanık avukatları arasında eski bakanından tutun il başkanına kadar her kademeden AKP yöneticisi vardı. Zaten AKP, davanın uzun zamandır sonuca bağlanmayacağının sinyallerini hükümlüler üzerinden veriyordu. Hüküm giymiş failler için yıllar süren mazlumluk propagandaları yapıldı. Oteli ateşe veren şahıslar, laik cumhuriyete meydan okuyan, insanları yakarken “allahın ateşi” naraları atan “mücahitler” ise AKP medyası tarafından iftiraya uğrayan zavallılar oluverdi. Faillerden ikisi önce medyada aklandı sonra cumhurbaşkanı tarafından affedildi.

Cumhuriyet tarihinin en büyük katliamlarından biri

1-4 Temmuz 1993’te, Pir Sultan Abdal Kültür Derneğinin çağrısıyla Pir Sultan Abdal etkinliklerinin dördüncüsü düzenlenecekti. Etkinlikler genellikle Pir Sultan Abdal’ın köyü olan Banaz Köyün'de düzenlenirken Sivas il merkezinde, Kültür Bakanlığıyla birlikte düzenlenmesi kararı alındı. Birçok aydın ve sanatçının katılacağı etkinlikler öncesi gericiler, şehirde katılımcılardan olan Aziz Nesin’i hedef alan bildiriler dağıttı. Devlet yetkililerinin izlediği katliam çağrıları 2 Temmuz'da cuma çıkışında büyük bir saldırıya dönüştü. Kent merkezindeki Pir Sultan Abdal ve Mustafa Kemal heykellerini parçalayan güruh, “Şeriat isteriz” ve “Müslüman Türkiye” diyerek etkinliklerin yapıldığı salonlara saldırdı. Kolluk görevlilerinin müdahale etmediği olaylarda ilk saldırılar katılımcılar tarafından püskürtüldü. Sayıları ve saldırganlıkları her geçen dakika artan gericiler, Madımak Oteli'nin önüne geldi. Burada da yurttaşların katledilmesi, otelin yakılmasını beklendi. Saatler süren saldırının sonunda 33 aydın ve 2 otel görevlisi hayatını kaybetti.

Katliam sonrasında hükümet üyeleri skandal açıklamalarda bulundu

Katliamın hemen sonrasında çeşitli düzeydeki devlet yetkililerinden ardı ardına açıklamalar geldi. Açıklamaların tamamı bugün cezasız bırakılan sanıkların neden yakalanamadıklarını o günden anlatır nitelikteydi. Dönemin Başbakanı Tansu Çiller, "Çok şükür, otel dışındaki halkımız bir zarar görmemiştir" derken, dönemin İçişleri Bakanı Mehmet Gazioğlu ise “Aziz Nesin'in halkın inançlarına karşı bilinen tahrikleriyle halk galeyana gelerek tepki göstermiştir” şeklinde açıklama yaptı. Ayrıca birçok siyasetçi ve yazar da yakanlardan çok yananların “suçları” üzerinden açıklamalarda bulundu.

Yargılamalar 20 gün sonra hazırlanan üç iddianameyle başadı

Hükümet yetkililerinin skandal açıklamalarının yarattığı etki sürerken, 2 Temmuz tarihinden yaklaşık 20 gün sonra 3 ayrı iddianame oluşturuldu. Bunlar Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu'na muhalefet, yakarak adam öldürme ve örgüt üyeliği suçlamaları üzerine bina edilmekteydi. Olay günü polis tutanakları eylemlere katılım sayısını yaklaşık 15 bin kişi olduğunu belirtmekteydi ancak olay sonrasında sadece 170 kişi gözaltına alındı ve onların da ancak 126’sı açılan davalarda yargılandı.

1993 yılında başlayan yargılamalarda 26 kişiye TCK madde 146/3 uyarınca 6 yıl 7 ay hapis cezası, 60 kişiye Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu'na muhalefet etme suçundan 3’er yıl hapis cezası, 38 sanığa ise o dönem hala yürürlükte olan idam cezasına hükmedildi. Ancak sanıklardan 4’ü hakkında yaş küçüklüğü ve akıl hastalığı nedeniyle karar düşürüldü. Sonuç olarak 35 sanık hakkında idam kararı verilmiş oldu. Bu karar yasa değişikliği sonrasında ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çevrildi.

Ancak dava bu tabloyla sona ermedi. Haklarında idam kararına hükmedilen sanıklar yargılama sırasında bir bir salıverildiler. Cezaevinden salınmış olan sanıkların da neredeyse tamamı organize bir şekilde ülke dışına çıkarıldılar.

Dava devam ederken davaya katılan avukatlar süreklileşmiş şekilde yurtdışına kaçan sanıkların geri getirilmesi için başvurularda bulundu ancak sanıklardan hiçbirinin iadesi sağlanmadı.

İnsan yakan sanıkları Alman makamları korudu

Davanın avukatlarından Şenal Sarıhan, 8 Ekim 2021 tarihinde Yol TV’ye vermiş olduğu röportajda Alman makamlarının olumsuz tutumuna değinirken, usulüne uygun yapılan başvuruların Alman makamları tarafından dikkate alınmadığını, insanlık suçu faillerinin Almanya devleti tarafından korunduğunu ifade etti. Kırmızı bültenle aranan sanık Murat Sakur’un adresi dahi mahkemeye sunulduğu halde mahkeme tarafından yazılan yazılara hiçbir cevap alınamadı. Ayrıca Sarıhan röportajında “Mahkemeye ne zaman adres sunsak sanıklar adreslerini değiştiriyorlar” ifadelerine yer verdi.

Sanıklar devlet tarafından korundu

Yargılamanın 30 yıl boyunca uzamasının önemli bir nedeni firari sanıkların getirilememesi. Organize bir şeklide yurtdışına kaçan ve Almanya’da korunan sanıkların bugün hala getirilememesi Türkiye’deki kurumların davayı sürüncemede bırakma stratejisinin bir sonucu. Gerekli yazışmaların yapılmaması, geç yapılması veya usulüne uygun yapılmaması birçok sanığın yargılanmadan kaçmasına neden oldu. Bu durumun en önemli örneği, katliam sanığı Vahit Kaynar’ın Polonya’da yakalanmasına rağmen süresi içerisinde Polonya makamlarına yazılmaması nedeniyle Almanya’ya kaçması olarak gösterilebilir. Ayrıca bir başka örnek ise sanıklardan İhsan Çakmak’ın hakkında yakalama kararı olduğu halde İBB’de çalışması, ehliyet alması hatta evlenmesi olarak gösterilebilir. Bütün bunlar davanın zamanaşımına kadar birçok hukuksuzluğa sahne olduğunu göstermektedir.

30 yıl boyunca tanıklar dinlenmedi

Sivas Katliamı sırasında Başbakan olan ve katliam sonrasında skandal açıklamalarda bulunan Tansu Çiller’in dava sırasında birçok kez katılan avukatları tarafından ifadesine başvurulması talep edildi. Ancak diğer başvurular gibi bu başvurular da sürekli olarak reddedildi. Aynı şekilde Temel Karamollaoğlu ve dönemin Sivas ilinde görev alan Emniyet Müdürü başta olmak üzere devlet memurlarının da ifadesine başvurulması istenildi ancak mahkeme tarafından bu talepler de istikrarlı bir şekilde reddedildi.

Cumhurbaşkanının af yetkisi iki sanık için kullanıldı

Sivas Katliamı davasında hüküm giyen ve cezaevine bulunan failler, Hayrettin Gül ve Ahmet Turan Kılıç’ın cezası Recep Tayyip Erdoğan tarafından affedildi. Fail Hayrettin Gül, 5 Eylül 2023 tarihli ve 7567 sayılı Cumhurbaşkanı Kararıyla affedildi. Affedilen ilk fail Ahmet Turan Kılıç’tı. Kılıç, affı öncesinde gerici medya organları tarafından "Ahmet Dede" ve "Mazlum Müslüman" olarak pazarlandı, peşi sıra da Cumhurbaşkanı tarafından affedildi. Gericileri sürekli otele saldırmaya teşvik eden, "Laik düzen yıkılacak", "Yaşasın şeriat" sloganları atarak otele saldıran Kılıç'ın oynadığı rol polis ifadelerinde de net şekilde gözler önüne seriliydi. 33 aydın ve 2 otel görevlisini yakarak öldüren, laik cumhuriyeti şeriat talebiyle yıkmak isteyen Ahmet Turan Kılıç, 31 Ocak 2020 tarihinde yayımlanan Resmi Gazetedeki 2083 sayılı Cumhurbaşkanı Kararıyla tahliye edildi. Ahmet Turan Kılıç’ın tahliyesinden yaklaşık 3 yıl sonra, yine Sivas Katliamı faillerinden, önce idam cezasına çarptırılan sonrasında cezası ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çevrilen Hayrettin Gül affedildi. Yargılama sırasında yurtdışına kaçan Hayrettin Gül’ün cezası ancak Almanya tarafından 2003 yılında sınır dışı edilmesi sonrasında infaz edilebildi. Hayrettin Gül, 20 yıl hapis yattıktan sonra Cumhurbaşkanı affıyla tahliye edildi.

Laik cumhuriyeti yıkmak!

2 Temmuz Sivas Katliamı sadece Pir Sultan Abdal Kültür Derneği'nin etkinliğine gösterilen bir tepki olarak okunamaz. Saldırganların Madımak Oteli önüne gelirken ve otel önündeki söylevleri laik cumhuriyete karşı bir miting izlenimi vermekteydi. Elde edilen görüntülerde “Kahrolsun laiklik”, “Müslüman Türkiye” sloganlarının ana sloganlar halini aldığı, saldırganların şeriat talepleri bir otelde mahsur kalmış 33 aydının yakılmasıyla arşa çıktı.

Bu tablo, karşı karşıya kalınan durumun Aziz Nesin’ne dönük bir tepkiden daha öte bir saldırı planı ve laik cumhuriyetle 33 aydın üzerinden hesaplaşma niyeti olduğunu gözler önüne serdi. Hatta ilk davada sanıkların amacının anayasal düzeni değiştirmek olduğuna karar verildi. Ancak karar eksikti, anayasal düzeni yıkmaya teşebbüs eden sanıklar yargılanıyordu ama sanıkları bir araya getiren örgütlenmeler hiç gündem edilmedi. Ve 30 yıllık yargılama boyunca hiçbir örgütsel yapılanma dosyaya dahil edilmedi. Ancak ortada örgütlü bir suç ve örgütsel yapılar olduğu son derece açıktı. Günler öncesinde şehre geldiği iddia edilen arabalar, müdahaleye gelen askerlerle konuştuğu iddia edilen kişiler, yargılama sırasında salıverilen sanıkları organize bir şekilde siyasal İslamcıların en örgütlü olduğu ülkelerden Almanya’ya kaçırılması… Neredeyse bütün bunlar sanıkların münferit değil organize bir yapılanmayla açıkça bağlantılı olduklarını gösteriyor. Dava sırasında katılan avukatları tarafından 'FETÖ’den İBDA-C’ye kadar bütün örgütlerin katliamda parmağı olduğu vurgulandı. Ancak mahkeme heyeti aynı dinlenilmesi istenilen devlet görevlilerine dair talebi reddettiği gibi bu talepleri de dikkate almadı.

Düşme kararı

Katliamdan yaklaşık 30 yıl sonra 15 Eylül 2023 tarihinde Sivas Katliamı'nın üç sanık için devam eden davasında düşme kararına hükmedildi. Birçok hukukçu tartıştı. Bazı hukukçular "Maddi hukuk yasalarının emredici hükümleri ortada, düşme kararı vicdanlara değil ancak hukuka uygun" dedi. Kimi hukukçular ise Sivas Katliamı sanıklarının işledikleri suçun insanlığa karşı suç kategorisinde olduğunu bu nedenle doğası gereği zamanaşımına tabi olmadığını vurguladı. Hukukçular tartışadursun asıl meselenin tartışmanın arasında kaybolmaması gerekir. Organize bir şekilde işlenen ve Türkiye Cumhuriyeti tarihindeki en kanlı katliamlardan biri olan Sivas Katliamı; devletin, Alman makamlarının ve hükümet yetkililerinin çabası, azmi ve kararlılığıyla düşürüldü. Laik cumhuriyete saldıran gericiler, 33 aydın ve 2 otel emekçisini tüm ülkenin gözü önünde yakarak katlettiler. Ancak yetersiz hazırlanmış olan iddianamelerle, dava sürerken sanıkların tahliye edilmeleriyle, organize bir şekilde yurtdışında çıkmalarına göz yumulmasıyla, gerekli yazışmaların yapılmamasıyla yahut yapılan yazışmanın sonrasında Almanya devletinin sanıkları korumasıyla bugün milyonlarca insanın içerisindeki adalet duygusunu yitirten düşme kararına imza atıldı. Karar 15 Eylül tarihinde verildi ancak bilmemiz lazım ki verilen karar 30 yıl boyunca devam eden mahkemede her duruşmada ilmek ilmek işlendi.

Peki şimdi ne olacak?

Gerçekten de tanık beyanlarıyla, kolluk ifadeleriyle ve başkaca delillerle 35 insanımızı yakan sanıklar cezasız mı kalacak? Davanın 30 yıl sürmesine katkı sunan kamu görevlileri hiçbir sorumluluk üstlenmeyecekler mi? Yıllarca mahkeme koridorlarında adalet mücadelesi veren anneler, babalar, kardeşler bağırlarına taş mı basacaklar?

Bu hesap mahşere kalmayacak!

Sivas Katliamı, örgütlü gericiliğin insanlığa karşı işlediği en büyük suçlardan biri olarak yazıldı tarihe. Ancak bu tozlu raflarda eskiyeceği anlamına gelmiyor. Hukuk önemli bir mücadele alanı ama toplumsal tarih sadece hukuk kararlarıyla veya mahkeme koridorlarında şekillenmiyor. Sivas Katliamı bize bir ders ve yarım kalmış bir hesap bıraktı.

Düşme kararı, dersin önemli ve can yakan bir parçasıydı. Örgütlü mücadele olmadan, laiklik ve emek mücadelesini yükseltmeden ne tarihe yazılan hesap kapatabilecek ne de hukuksuzlukla mücadele edebilecek. Tekrar ve çok acı şekilde öğrendik. Bu açıdan düşme kararı bizlere eşitleştirilmiş bir toplum için örgütlü mücadele olmadan adalet mücadelesinin sonuçlanamayacağını gösterdi.

Halkımız, tarihte yazılan bütün hesapları bir şekilde kapatmıştır ve yine kapacaktır. Yaşamını yitiren 33 aydın ve 2 emekçi yurttaşımıza verdiğimiz sözü elbet tutacağız. Yıkılmaz bir Cumhuriyeti, yaşamını yitirenlerin fikir ve düşleriyle yeniden kuracağız. Gericileri ülkemizden süpüreceğiz. Sivas’ta o ateşi yakanlara hak ettikleri cezaları vereceğiz.

Bu hesap mahşere bırakılmayacak.

MERT DOĞAN / soL-Özel

17 Eylül 2023 Pazar

Ertuğrul Fırkateyni şehitleri kazanın 133. yılında Japonya’da anıldı - Cumhuriyet + Ertuğrul (fırkateyn)-Wikipedi

 

Japonya’da 133 yıl önce fırtınaya yakalanarak batan Ertuğrul Fırkateyni’nde hayatını kaybeden Osmanlı denizcileri, kazanın meydana geldiği Kushimoto’da düzenlenen törenle anıldı.



                                               Ertuğrul (fırkateyn)-Wikipedi

Ertuğrul, Sultan Abdülaziz döneminde yaptırılmış ve 19 Ekim 1863 Pazartesi günü Padişah huzurunda denize indirilmiş Osmanlı fırkateyni. Makine ve kazanları 1864’te Büyük Britanya'da monte edilmiştir. 

1865’te Kosova ve Hüdavendigâr gemileriyle birlikte Britanya'dan ülkeye dönerken Cherburg, Toulon ve bazı İspanyol limanlarına uğramış, İstanbul’a gelişinde de Beşiktaş Sahil Saray-ı Hümayunu (Dolmabahçe Sarayı) önünde demirli kalmış, bir süre sonra da Haliç’e kapatılmıştır.

Gemi 8 adet 150 milimetrelik Krupp topu, 5 adet 150 librelik Armstrong topu, 2 adet 4, 2 adet 3 fontluk Krupp, 2 adet 5 namlulu Hockins, 2 adet 5, 4 adet namlulu Nordenfeld, 1 adet 12 ve 1 adet 6 librelik roket kovanı, 1 torpido atış kovanı, 2 torpido, 100 Martin Henry tüfeği, 100 Winchester tüfeği ve 40 adet tabanca taşımaktadır.

Ertuğrul 79 metre boyunda, 15,5 metre genişliğinde idi ve 8 metreye yakın su çekiyordu. 60 ton su alıyor, aldığı kömürle de 10 mil süratle 9 saat seyredebiliyordu. Gemi zamanına göre modern araçlarla donatılmış, elektrikle aydınlatılmıştı. Bunlar göz önüne alınarak fırkateynin çürüklüğünden başka kusuru yoktu.

Ertuğrul Fırkateyni’nin Mürettebat Sayısı

Ertuğrul’un mürettebat sayısı kaynaklarda farklı olarak karşımıza çıkmaktadır.  Süleyman Nutku, subayların ismini ve sayısını ayrıntılı olarak verirken erlerin sadece sayısını vermekle yetinmiştir. 54 subay ve 553 er olmak üzere toplam 607 kişiden bahseder. Bazı çalışmalarda da Ertuğrul’un mevcudu toplam 609, 61 subay ve memur, 548 er ve erbaş olmak üzere toplam 609 kişi; 56 subay 537 er toplam 593; 62 subay 547 er ve erbaş, toplam 609; 61 subay ve memur 548 er toplam 609; 56 subay 537 er ve erbaş, 6 sivil personel olmak üzere toplam 599; toplam 607; 56 subay, 591 er ve bazı sivil teknisyenler olmak üzere toplam 655; 44 subay, 14 mühendis (yüzbaşı), 591 er, 5 sivil ve 1 şair olmak üzere toplam 655 olarak verilmektedir.

Fırkateynin mürettebatının 35'i Samsunlu 47'si ise Giresunlu'dur


Yolculuk


II. Abdülhamid, 1887 yılında Japonya İmparatoru Meiji'nin akrabası Prens Komatsu Akihito'nun bir savaş gemisiyle İstanbul'u ziyaret etmesinin ardından Japonya'ya bir heyet gönderilerek iade-i ziyaret yapılmasını emretmişti. Gemi, II. Abdülhamid’den Japon İmparatoruna mücevherli imtiyaz nişanı ve diğer hediyeleri götürecekti.

Padişahın isteği üzerine donanmanın en güzel gemisi olan Ertuğrul bu iş için tahsis edildi. 

Bazı uzmanların bu geminin çürük olduğu ve böyle bir seferi tamamlayamayacağı yönündeki raporlarına rağmen Ertuğrul Fırkateyni, Temmuz 1889’da İstanbul’dan yola çıktı. İlk arızasını süveyş kanalında yaptı ve güzergahı boyunca çeşitli limanlara uğrayarak seyahat etti.

 Fırkateyn, Singapur’a vardığında kafile başkanı  Miralay Osman Bey Mirliva rütbesine terfi ettirildi ve paşa oldu. Kafile, uğradığı ülkelerin halkları ve  Müslümanlar tarafından görkemli sevgi gösterileriyle karşılandı, gemiyi kimi zaman binlerce kişiden oluşan gruplar ziyaret etti. Gemi, 11 ay sonra 7 Haziran 1890 tarihinde Japonya’nın Yokohama Limanı'na vardı.

İmparator Meiji, Türk amiralini ve heyetini görkemli bir şekilde karşıladı. Şehir halkı Türk amiralinin saray arabası ile İmparatorun yanına gidişini sevgi gösterileriyle takip etti.

Ertuğrul Fırkateyni, Japon sularında kaldığı üç ay boyunca etrafındaki binlerce Japon kayığına 50 kişilik bandosuyla konserler verdi. Nihayet geri dönüş yolculuğu için hazırlıklar tamamlandı. Yola çıkılacağı gün Japon Deniz Kuvvetlerinin  tayfun  uyarısına rağmen, Ertuğrul Fırkateyni planlandığı gibi 15 Eylül 1890 tarihinde Yokohama Limanı’ndan ayrıldı. Kalkışta hava koşulları iyi geçti, ancak ertesi gün, akşam saatlerinde güçlenen rüzgâr ile birlikte şiddetli dalgalar altında gemi zorlukla ilerliyordu. 40 m (130 ft) yüksekliğindeki mizena babafingo kırıldı ve sallanarak diğer yelkenlere vurarak ciddi hasara neden oldu. Fırtına güçlenmeye devam ederken, gelen dalgalar güverte panellerini önden ayırdı. Su kazan dairesinde bulunan kömür depolarına sızdı. Dört gün boyunca mürettebat, yelkenleri yamayarak hasarı onarmaya çalıştı. Ayrıca pompalar yetersiz olduğu için gemiyi en fazla tehlikeye sokan kömür depolarına dolan suyu sürekli olarak kovalarla boşaltmaya çalıştılar. Bütün çabalarına rağmen, geminin parçalanması yakındı ve tek seçenek yakınlardaki bir limana sığınmaktı. Deniz suyunun dolması, makine dairesinde bulunan fırınlardan birini söndürdü. Yeterli itiş gücü olmamasından

dolayı hareketsiz kalan gemi, rüzgâr ve dalgalarla Kuşimoto'nun doğu sahilindeki tehlikeli kayalara doğru sürüklenmeye başladı. Mürettebat, gemiyi kayaların önünde durdurmaya çalıştıysa da, başarılı olamadı. Ertuğrul Fırkateyni 18 Eylül 1890’da kayalara çarparak battı. Kazadan sadece 69 denizci kurtulabildi, Gemi Komutanı Mirliva Osman Paşa da dahil olmak üzere diğer mürettebat öldü.

Ertuğrul Fırkateyni’nin trajik sonu Türk-Japon halklarını yakınlaştırdı. Yöre halkı, kazadan kurtulanlara büyük yardım ve yakınlık gösterdi. Torajiro Yamada isimli bir Japon, şehit yakınları ve kazazedeler için yardım kampanyası düzenledi. Toplanan para aynı kişi tarafından dönemin  padişahına teslim edildi. Hayatta kalan 69 denizci, Japonya İmparatorunun talimatıyla Hiei ve Kongō isimli iki askeri gemi ile İstanbul’a gönderildi.

Kazada ölenlerin anısına Kuşimoto’da bir anıt yapılmıştır. İlk anıt Japonlar tarafından 1891’de inşa edilmiştir, 1929 yılında yine Japonlar tarafından genişletilmiştir. Şehitlik Anıtı, 3 Haziran 1929 tarihinde Japon İmparatoru tarafından da ziyaret edilmiştir. 1937’de  Türkiye tarafından restore edilen anıt önünde her yıl düzenli olarak anma törenleri yapılmaktadır. Kuşimoto kasabası Mersin ve Yakakent ile kardeş şehirdir. Kuşimoto’da bir de müze bulunmaktadır. 

1974 yılında inşa edilen Türk Müzesiʼnde Ertuğrul Fırkateyni’nin maketi, gemideki asker ve komutanların fotoğrafları, kişisel eşyaları ve heykelleri bulunmaktadır. 


Ölenler arasında
 Hasan Âli Yücel'in annesi Neyyire Hanım tarafından dedesi ve Can Yücel'in büyükdedesi Kaptan Âli Bey de bulunmaktaydı.

Mürettebat

587 kişi ölmüş ve 69 kişi kurtulmuştur.

Ölen yüzbaşı ve üstü subaylar

  • Mirliva Osman Paşa, Kumandan
  • Miralay İbrahim Bey, Serçarkçı
  • Miralay Hüsnü Bey, Sertabib
  • Kaymakam Ali Bey, Süvari
  • Kaymakam Cemil Bey, Süvari Muavini
  • Binbaşı Yeniçeşmeli Nuri Bey, Süvari-yi Sani
  • Binbaşı Asitaneli Mehmet Bey, Üçüncü Kaptan
  • Binbaşı Tekfurdağlı Ömer Bey, Dördüncü Kaptan
  • Binbaşı Kasımpaşalı Hacı Ahmet Bey, Çarkçı-yı Sani
  • Sağkolağası Yasef Efendi, Tabib-i Sani
  • Solkolağası Beşiktaşlı Hasan Tahsin Kaptan, Seyr ü Sefain Memuru
  • Solkolağası Kadıköylü Reşad Kaptan, Torpido Muallimi
  • Solkolağası Asitaneli Tevfik Kaptan, Beşinci Kaptan
  • Solkolağası Eyüplü Şevki Efendi, Dördüncü Çarkçı
  • Kalyon Katibi Kasımpaşalı Cemal Efendi, Serkatip
  • Yüzbaşı Yanyalı Celal Efendi, Topçu Zabiti
  • Yüzbaşı Kasımpaşalı Hamdi Efendi, Bölük Zabiti
  • Yüzbaşı Davud Paşalı Hulusi Efendi, Bölük Zabiti
  • Yüzbaşı Yeniçeşmeli Nuri Efendi, Bölük Zabiti
  • Yüzbaşı Asitaneli Ömer Lütfi Efendi, Bölük Zabiti
  • Yüzbaşı Kasımpaşalı Mehmet Ömer Efendi, Bölük Zabiti
  • Yüzbaşı Asitaneli Mehmet Cemal Efendi, Çarkçı
  • Yüzbaşı Tophaneli Said Efendi, Çarkçı
  • Yüzbaşı Eyüplü Arif Efendi, Çarkçı

Kurtulan mürettebat

  • Yüzbaşı Bölük Zabiti Mustafa
  • Sağkolağası Kasımpaşalı Mehmet Arif Efendi, Çarkçı-yı salis
  • Fırkateyn Katibi Oflu Mustafa Efendi, Katib-i sani
  • İmam-ı sınıf-ı salis Şileli Hafız Ali Efendi, İmam

                                                                            

                                   Ertuğrul 1890

Ertuğrul 1890, Japon-Türk ortak yapımı tarihî ve dramatik film. Mitsutoshi Tanaka'nın yönettiği filmin dağıtımını Türkiye'de Mars Dağıtım üstlenmiştir. Filmin oyuncu kadrosunda Seiyo Uchino, Kenan Ece, Shioli Kutsuna, Alican Yücesoy, Yui Natsukawa, Uğur Polat, Yukiyoshi Ozawa, Mehmet Özgür, Deniz Oral ve Tamer Levent gibi isimler bulunmaktadır. 25 Aralık 2015 tarihinde vizyona giren filmin galasına Başbakan Ahmet Davutoğlu, eşi Sare Davutoğlu ve Kültür ve Turizm Bakanı Mahir Ünal gibi siyasetçiler de katıldı. 4 Mart 2016'da Tokyo'da düzenlenen 39. Japon Akademi Film Ödülleri'nde, En İyi Film ve En İyi Yönetmen dahil on dalda üstünlük ödülü kazandı, En İyi Sanat Yönetimi ve En İyi Ses Kaydı dallarında birincilik ödülünü elde etti.
Konusu

Film, 1890 yılında Japon sularında batan Ertuğrul Fırkateyni’nin hikâyesini ve Japonların gemi mürettebatını kurtarma çabaları ile 1985’te İran-Irak Savaşı'nda Irak Cumhurbaşkanı Saddam Hüseyin’in tehdidiyle İran’da mahsur kalan 300’den fazla Japon vatandaşının dönemin Başbakanı Turgut Özal’ın talimatıyla THY tarafından kurtarılmasını anlatıyor.

Oyuncular


Wikipedi


  

Diyarbakır Surları ve Hevsel Bahçeleri 'Tehlike Altındaki Dünya Mirası Listesi'ne alınmadı - Evrensel

 

UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’nde yer alan Diyarbakır Surları ve Hevsel Bahçeleri, "Tehlike Altındaki Dünya Mirası Listesi"ne alınmadı. Alınan karar sonucu Türkiye bir yıl boyunca izlenecek.

UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’nde yer alan Diyarbakır Surları ve Hevsel Bahçeleri, “Tehlike Altındaki Dünya Mirası Listesi”ne alınması için hazırlanan taslak kabul edilmedi.  Sokağa çıkma yasakları döneminde tahrip edilen ve daha sonra “imar” adı altında birçok tescilli yapının yıkılarak, yerine betonarmenin inşa edildiği Diyarbakır’ın Sur ilçesindeki tarihi sur ve yapılarında inceleme yapan UNESCO, surlara ve Hevsel Bahçeleri’ne dair taslak karar raporu hazırladı. Yaşanan tahribata atıfta bulunulan raporda, surların ve Hevsel Bahçeleri’nin “Tehlike Altındaki Dünya Mirası Listesi”ne alınması sonucuna varıldı.

UNESCO Türkiye Millî Komisyonu, yaptığı açıklamada UNESCO’nun Suudi Arabistan’ın başkenti Riyad’ta yaptığı toplantıda Diyarbakır Surları ve Hevsel Bahçeleri’nin “Tehlike Altındaki Dünya Mirası Listesi”ne alınma önerisinin kabul edilmediğini duyurdu.

Açıklamada şu ifadeler yer aldı:  “UNESCO Dünya Mirası Komitesi Genişletilmiş 45. Oturumu’nda görüşülen ‘Diyarbakır Kalesi ve Hevsel Bahçeleri Kültürel Peyzajı’ miras alanımızın ‘Tehlike Altındaki Dünya Mirası Listesi’ne kaydedilmesi yönündeki öneri, Umman, Mısır, Katar, Nijerya, Rusya Federasyonu, Güney Afrika, Japonya, Hindistan, Meksika, Saint Vincent ve Grenadinler, Arjantin, Mali, Zambiya, Tayland, Suudi Arabistan ve Etiyopya’nın karşı oyları doğrultusunda kabul edilmemiştir.”

TÜRKİYE İZLENMEYE ALINDI

Komisyon tarafından yapılan açıklama yanı sıra edindiğimiz bilgilere göre, Türkiye bir yıl boyunca izlemeye alındı. Söz konusu izleme sonucunda Amed Surları ve Hevsel Bahçeleri’ne dair hazırlanan taslak raporun tekrardan önümüzdeki yıl değerlendirilecek. 

 TASLAK RAPORDA NE VARDI?

UNESCO tarafından hazırlanan taslak raporda tampon bölgesinin ve ortamının önemli bir değişikliğe uğradığını belirtmiş ve Bakanlığın uyguladığı projelerden kaynaklandığına dikkat çekilmişti. Raporda Amida Höyüğü’nde yapılan arkeolojik araştırmalara yer verilmiş ve aşağıdaki tespitler yapılmıştı: “Roma amfi tiyatrosunun yeri araştırma yapılmadan yıkılmış.  Kaledeki ‘yasadışı’ bir mahalle ve diğer yasal altyapı, daha önce bu civarda olduğu bildirilen Roma amfi tiyatrosunun yerinin değiştirilmesi gibi herhangi bir etki değerlendirme çalışması veya araştırması yapılmadan, halka açık bir park oluşturmak için yıkıldı. Hz. Süleyman Camisi’nin (İçkale) peyzaj alanı geliştirilmesi için arkeolojik araştırma yapılmadan girişimde bulunuldu. Kayıttan bu yana, On Gözlü Köprü çevresinde bazılarının yasadışı olduğu bildirilen çok sayıda inşaat, çevre düzenlemesi ve altyapı projesi de dahil olmak üzere diğer projeler mülkün üstün evrensel değerini önemli ölçüde aşındırdı ve bu da mülkün ‘üstün evrensel değerinin’ kaybına neden oldu. Anzele kaynağında yapılması planlanan değişiklikler, mülkün üstün evrensel değerini olumsuz etkileyebilir. Hevsel Bahçeleri ve şehir arasındaki bağ kopmuş.”

Raporda, Hevsel Bahçeleri’ndeki arazi parsellerinin birleştirilmesi ve surlar içindeki tarihi kentin yeniden yapılandırılmasının, bunun sonucunda ortaya çıkan sosyal etkiyle, Bahçeler ile bir zamanlar besledikleri şehir arasındaki bağın ciddi şekilde kopmasına yol açtığı, yetiştirilen mahsul türlerinde değişikliği kolaylaştıracak şekilde tarla desenlerinin devam eden yeniden yapılandırılması gibi diğer planlı değişikliklerin bu temel saldırıyı daha da tehdit edeceği konusunda uyarılar yapılmıştı.

(Evrensel)