21 Eylül 2023 Perşembe

KIDEM TAZMİNATI (DOSYA)

Kıdem tazminatı hedefte: İşçi mevcut hakkının 11'de 1'ine razı edilmek isteniyor (soL-Özel) 

Orta Vadeli Program'ın "yazılı olmayan hedefi" kıdem tazminatına yönelik tehdidin bu kez hiç olmadığı kadar yakın olabileceğini belirten Oğuz Oyan, Cevdet Yılmaz'ın açıklamalarına dikkat çekti.

soL yazarı, iktisatçı Oğuz Oyan, Orta Vadeli Program'ı emekçiler açısından değerlendirdi.

Oyan programın, metinde yazılı olmayan hedefinin kıdem tazminatını fona dönüştürerek tedricen sistemden çıkarmak olduğunu vurguladı.

Kıdem tazminatına yönelik tehdidin bu kez hiç olmadığı kadar yakın olabileceğine dikkat çeken Oyan, Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz'ın "tamamlayıcı emeklilik sistemi"ne ilişkin yaptığı açıklamaları hatırlattı.

Oyan "Bu koşullarda işçi mevcut hakkının üçte birine değil -emeklilik maaşına eklenecek sembolik tutarı saymazsak- on birde birine razı edilmek isteniyor" diye yazdı ve ekledi: "Pazarlığa açık olabilirler, işçi sınıfının/sendikaların tepkisini ölçmek istiyor olabilirler ama bu kadarına cüret edilebilmesi bile sınıf tahakkümünün şiddetini gösterir."

Oyan'ın bugün soL'da yayımlanan "OVP ve emekçiler" başlıklı yazısında kıdem tazminatıyla ilgili bölüm şöyle:

"OVP'nin bir de metinde yazılı olmayan kocaman bir hedefi var: Kıdem tazminatını fona dönüştürerek tedricen sistemden çıkarmak. Bu yeni bir hedef değil malum; yarım yüzyıla yakındır hep gündeme gelir; 12 Eylül rejimi bile göze alamadı. Peki şimdi alınabilir mi? Aslında OVP'de 'Kıdem Tazminatı' kavramı bile geçirilmemiş yani açıkça yazılması göze alınamamış. Bir 'tamamlayıcı emeklilik sistemi' kavramı geçiyor, üstelik büyük harflerle bile yazılmadan, TES kısaltması da kullanılmadan! (s.26, tedbir 21). Buna yer verilen bölüm, dikkatinizi çekerim, 'finansal istikrar' bölümü; üstelik sosyal güvenlik sistemine ilişkin düzenlemeler olması gerektiği gibi 'kamu maliyesi' bölümünde yer alırken, TES orada yer almıyor. 

"Çünkü niyet belli: Kamu maliyesinde finansal sıkışıklık gene çok büyüdü; 2023-2026 dönemi Merkezi Yönetim Bütçesi açıkları toplamı 8 trilyon TL'yi buluyor. Faiz giderleri de aynı dönemde 6 trilyon TL'ye çıkıyor. Merkezi Yönetim Bütçesi açıklarının GSYH'ya oranı 2023 ve 2024 için yüzde 6,4 olarak öngörülüyor. Bunlar Maastricht ölçütünün iki katından fazlasına denk geliyor. Türkiye'nin uzun zamandır karşılaşmadığı devasa iç açıkların boyutunu gösteriyor. Bu nedenle, Kıdem Tazminatı meselesi bu defa hiç olmadığı kadar yakın tehdit olabilir.

"Cevdet Yılmaz bir TV konuşmasında bazı ayrıntılardan da bahsetti. 2024'ün son çeyreğinde başlatılması düşünülen TES fonuna işverenin işçinin yıllık ücretinin 11 günlüğü tutarında para yatırmasından (şimdiki durumda 30 günlük ücret karşılığıdır), fondaki birikimin devlet iç borçlanma senetlerinde değerlendirilmesinden, işçinin 60 yaşına gelince biriken paranın yüzde 25'ini alabilip kalanının emekli maaşına eklenmesinden bahsedebildi. (Bu koşullarda işçi mevcut hakkının üçte birine değil -emeklilik maaşına eklenecek sembolik tutarı saymazsak- onbirde birine razı edilmek isteniyor!) Pazarlığa açık olabilirler, işçi sınıfının/sendikaların tepkisini ölçmek istiyor olabilirler ama bu kadarına cüret edilebilmesi bile sınıf tahakkümünün şiddetini gösterir."

                                                                     /././

Sosyal güvenliğin metalaştırılması ve kıdem tazminatı fonu (Ali Rıza Aydın-soL)

İş sermaye örgütlerine, iktidara, yandaş sendikalara, parlamentoya bırakılmamalı, bırakılmayacak. İşçi sınıfı metalaştırılamayacak.

Liberal ekonomi politikalarının ölçüsü, sınırı yok. Neler yapmadılar ki…

Piyasayı çok severler, başına “serbest”i ekleyerek; özgürlüğü çok severler, başına “sınırsız”ı ekleyerek. Her şeyi metalaştırmaya girişirler, bayramları, özel günleri, sağlığı, eğitimi, emeği…

Anayasadaki “sosyal devlet”in etkisizleştirmesi, halkın olanın özelleştirilmesi yetmedi onlara. Kamusal kaynakların hepsini istediler. Vergiler toplansın bize aktarılsın dediler, sosyal güvenlik kaynakları biriksin bize aktarılsın dediler. 

Tasarruf Bonoları (TB), Memur Yardımlaşma Kurumu (MEYAK), Tasarruf Teşvik Fonu (TTF), Konut Edindirme Yardımı (KEY), Kamu Ortaklığı Fonu (KOF) örneklerinde olduğu gibi halktan toplanan kaynakları halka aktaracakmış gibi gösterip sermayeye aktardılar. Sağlıkta prim sistemi özel sağlık kuruluşlarına kaynak aktardı, aktarmaya devam ediyor.

İşsizlik Fonunu işsiz bırakanlar kullandı, kullanmaya devam ediyor. 

Kıdem tazminatından ellerini hiç çekmediler. Büyük hayalleri kıdem tazminatı fonunu (KTF) kurup oradaki birikimi özel (bireysel) emeklilik şirketlerine aktarmak, emekçilerin sosyal güvenliğini budamak. Yıllardır yasa taslağı hazırladılar ama yasalaştırmayı başaramadılar. 

2008’deki “istihdam paketi” büyük hamlelerinden biriydi. Sözde işsizliği azaltacaklardı. Kocaman bir yalan olduğu yıl yıl kanıtlandı. 

Aynı pakette 2003 yılında İş Kanunu çıkarırken kaldıramadıkları kıdem tazminatı ve kuramadıkları KTF da vardı. İşçilerin, sendikaların, sosyalistlerin, komünistlerin, öncü siyasi partilerin tepkisiyle, direnişiyle başaramadılar. 

TÜSİAD’nin de yıllardır istediği yeni emeklilik sistemi girişiminin bir parçası, özel kuruluşların elindeki bireysel emekliliğe fon aktarmak amacıyla emekliliğin piyasalaştırılmasının bir parçası olacak KTF. 

Kıdem tazminatı yalnızca gelecekteki sosyal güvenliğin değil, çalışanların keyfi olarak işten çıkarılmamasının, sendikal hareketi güçlendirmenin, toplu sözleşme düzeninin de güvencesi. Emeklilik özelleştirilerek hem finans kapitale, yatırım fonlarına kaynak aktarılacak hem de patronların yükü hafifletilecek.       

AKP yirmi bir yıllık iktidarına karşın hâlâ tutunma ve meşruiyet peşinde. Siyasal İslama, Türk/Kürt İslam Sentezine, şovenizme sarılmakla birlikte asıl tutunduğu dal sermaye sınıfı. Sermaye sınıfının istek ve gereksinmelerini karşılamanın sınırı yok. Bir yandan yeni kaynaklar, teşvikler istenirken diğer yandan emeği daha fazla denetim altında tutmak, daha fazla ve rahat sömürmek isteniyor. 

Ucuz, esnek, güvencesiz işgücünden, işsizler yedek ordusundan, göç insanları emekçilerden ve emekçilerin haklarının budanmasından oluşan yaygın saldırı ve denetim alanının bir parçası kıdem tazminatına el atılması. Kanun çıkaracaklar, hukukla çalacaklar ve kullanacaklar. Uluslararası sigorta şirketlerinin Türkiye işgalini karşılıksız bırakmayıp onları besleyecek, büyütecekler. 

Devlet de, “Herkes, sosyal güvenlik hakkına sahiptir. Devlet, bu güvenliği sağlayacak gerekli tedbirleri alır ve teşkilatını kurar” denilen anayasal görevini yerine getirmek için sömürülenlerin haklarını budayarak, gasp ederek egemen sınıfın yanında yerini alacak. 

Devlet “sosyal güvenlik hakkı” (AY/60) ile “yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkı” (AY/17) arasındaki ayrılmaz bağı görmezden geliyor. Birçok Anayasa hükmünde olduğu gibi burada da boşa düşürüyor Anayasayı. Kaynak yok diyerek Anayasanın, devletin “sosyal ve ekonomik alanlarda Anayasa ile belirlenen görevlerini,” “mali kaynaklarının yeterliliği ölçüsünde yerine getirir” hükmüne (AY/65) sığınıyor. 

Oysa Anayasa Mahkemesinin de karar altına aldığı gibi, sosyal güvenlik hakkı ile yaşama hakkı çok sıkı bağlantı içinde. Mali kaynaklara yapılacak sınırlamada yaşama hakkını, dolayısıyla sosyal güvenlik hakkını ortadan kaldıran düzenleme yapılamaz (E.1990/27). 

Sermayenin sınırsız tahakkümü esasken kimin umurunda? Emekçilerin hak ve özgürlükleri kısıtlanacak ki sömürenlere hak ve özgürlük alanı açılsın. Kamusal kaynaklar özele aktarılsın ki sermaye sınıfı palazlansın.

12 Eylül darbesinden öncedir kıdem tazminatına göz koymaları. 24 Ocak kararlarıyla adım atma istekleri kursaklarında kaldı. 2008, 2012, daha birçok girişim sonuçsuz kaldı. İş sermaye örgütlerine, iktidara, yandaş sendikalara, parlamentoya bırakılmamalı, bırakılmayacak. İşçi sınıfı metalaştırılamayacak.

                                                           /././

CHP'li Hasan Efe Uyar: İşçilerin kıdem tazminatı ve iş güvencesi tehlikede (Cumhuriyet)

CHP Genel Başkan Yardımcısı Hasan Efe Uyar, iktidarın açıkladığı Orta Vadeli Program (OVP) ile 16 milyon işçinin hem kıdem tazminat hakkı hem de iş güvencesinin tehlike altında olduğunu belirtti. Uyar, iktidarın kıdem tazminatını tamamlayıcı emeklilik sistemiyle ortadan kaldırmayı amaçladığını kaydetti.

CHP İşçi Sendikaları, STK ve Meslek Kuruluşlarından Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Hasan Efe Uyar, iktidarın açıkladığı OVP ile işçilerin 87 yıllık kıdem hakkını ortadan kaldırmaya hazırlandığını belirtti.

Konuya ilişkin yazılı açıklama yapan Uyar, "Tamamlayıcı emeklilik sistemi adı altında ikinci emeklilik diye müjdelenen şeyin kendisi kıdem hakkının ortadan kaldırılmasıdır" dedi.

Uyar, ayrıca iktidarın iş güvencesini ortadan kaldırarak çalışma yaşamını tamamen kuralsız ve güvencesiz bir yapıya büründürmek istediğine de dikkat çekti.

"İŞÇİLERİN 87 YILLIK KAZANIMI YOK EDİLMEK İSTENMEKTE"

Uyar, AKP'nin iktidara geldiği 2003 yılında bu yana kıdem tazminatını ortadan kaldırmayı amaçladığını belirterek, "AKP iktidarının 2003 yılından itibaren ısrarla ve inatla kıdem tazminatını ortadan kaldırma hayalinden bir türlü vazgeçmiş değil. İktidar şimdide orta vadeli programda kıdem tazminatının ismini geçirmeden kıdem tazminatını fiilen ortadan kaldıracak hamleler yapma peşinde. 2020 yılında da tartışılan tamamlayıcı emeklilik sisteminin özü kıdem tazminatını ortadan kaldırmaktır. İktidar, kıdem tazminatını tamamlayıcı emeklilik sistemine entegre ederek işçilerin mevcut durumdaki kıdem tazminatı hakkını elinden almayı amaçlamaktadır. Bu durumda 16 milyon işçinin 87 yıllık kazanımı olan kıdem tazminatı iktidar eliyle ortadan kaldırılacaktır" değerlendirmesini yaptı.

"TAMAMLAYICI EMEKLİLİK SİSTEMİ KAMUSAL BİR EMEKLİLİK SİSTEMİ DEĞİLDİR"

2020 yılında tamamlayıcı emeklilik sistemine kıdem tazminatının entegre edilmesinin öngörüldüğünü anımsatan Uyar, şöyle devam etti: "Bu durumda mevcut kıdem hakkı ortadan kaldırılarak, işçilere emekli olduklarında aylık ödeme şeklinde yapılacaktır.  Bir başka deyişle tamamlayıcı emeklilik sistemi ile kıdem tazminatı; işçinin işten ayrıldığında her bir yıl çalışma karşılığına denk gelen toplu ödeme şeklinde olmayacak, işçilere emekli olduklarında toplu ödeme olarak sistemde biriken paranın sadece yüzde 25'i ödenecek, geri kalan kısmı ise aylık olarak ödenecektir. Yani kıdem hakkı ortadan kaldırılacaktır. Ayrıca tamamlayıcı emeklilik sistemi ile kamusal emeklilik hakkı ortadan kalkacak, emeklilik hakkı özel şirketlere devredilecektir. Tamamlayıcı emeklilik sistemi kamusal bir emeklilik sistemi değildir.  Türkiye'de 16 milyon 182 bin işçiden 7 milyon 872 bini zaten iş güvencesi olmadan çalışmaktadır. Bir başka deyişle Türkiye'de istihdamda olan her 10 işçinin 5'i iş güvencesi kapsamı dışındadır. İktidar bu gerçekliği görmezden gelerek şimdi çalışma yaşamını tamamen esnek ve güvencesiz bir yapıya büründürerek, işçiler adına iş güvencesini tamamen ortadan kaldırmayı amaçlamaktadır. Esnek çalışma; iş güvencesinin olmadığı, belirli süre ve aralıklarla istihdam olanağı sağlanan, örgütlenme ve toplu pazarlık hakkını ortadan kaldıran güvencesiz bir istihdam biçimidir. Ayrıca esnek çalışma biçimlerinin yaygınlaşması, ucuz iş gücünün daha fazla ucuzlaştırılması ve ücretlerin daha fazla baskılanmasını da beraberinde getirecektir. İktidarın orta vadeli program ile hedeflediği tam da budur." 

                                                                 /././

Tazminat değil tüm hakları tehlikede (Hüseyin İrfan Fırat-Birgün)

Hükümetçe fonun gerekçesinde kıdem tazminatından işçilerin yararlanamadığı yönünde açıklamalar yapılsa da asıl amacın “bir yük” olarak gördükleri kıdem tazminatından işverenleri kurtarmak olduğunu biliyoruz.

Hükümetin Orta Vadeli Programının (OVP) detayları ortaya çıktıkça araya sıkışanlar arasında karşımıza yine işçilerin kıdem tazminatı konusu çıktı. Ülkemizde neredeyse Cumhuriyet tarihi kadar eski ve kökleşmiş bir müessese olan kıdem tazminatının yaklaşık 50 yıldır da bir fona dönüştürülme çabası ile karşı karşıya olduğunu biliyoruz. 1936 tarihli ilk iş yasamızdan bu yana çalışma hayatımızda var olan kıdem tazminatı işçiler bakımından bir güvence olmasının yanında, yıpranmalarının da karşılığı olarak görülmekte ve vazgeçilmeyecek bir kazanım olarak ifade edilmektedir. Diğer taraftan kıdem tazminatı ilk iş yasamızdan bu yana aradan geçen 87 yıllık süreçte önemli değişimlere uğrasa da varlığını sürekli olarak muhafaza etmiştir. Bu değişimlerin en önemlileri de şüphesiz ki 1950 yılında getirilen kıdem tazminatından yararlanılmasının şarta bağlanılması ve 1980 darbesinin sonrasında cunta hükümetince kıdem tazminatına tavan sınırlaması getirilmesidir.

BİR ÖNCEKİ YASADAN GERİYE KALAN

2003 yılında çıkartılan ve halen yürürlükte olan 4857 sayılı İş Kanunu’muzda ise kıdem tazminatına yer verilmeyip geçici 6. madde ile kıdem tazminatı için bir fon kurulacağı ve fon kuruluncaya kadar eski İş Yasa’sının 14. Maddesi’nin geçerli olacağı belirtildi. Bu nedenle kıdem tazminatı düzenlemesi bir önceki yasa olan 1475 sayılı yasadan miras kalan tek madde olarak halen yürürlüktedir.

Bilindiği üzere 4857 sayılı yasanın geçici 6. maddesinde sözü edilen fon aradan geçen 23 yılda kurulamadı. Aslında mevcut hükümet döneminde defalarca çeşitli senaryolarla kamu önüne çeşitli fon tasarıları sunuldu ancak bu tasarılar özellikle de işçi sendikalarından gelen tepkiler nedeniyle ve sıkça yaşanılan seçim süreçleri öncesinde rafa kaldırıldı.

Şimdi ise ekonomik krizin derinleştiği ülkemizde çıkış yolu arayan hükümetin Orta Vadeli Planı’nda kıdem tazminatı fonu konusunun yeniden ortaya çıktığını görüyoruz. Esas itibarı ile yazımın başında da belirttiğim gibi fon konusunun ülkemizde 1975 yılına kadar eskiye dayandığı ve ilk tasarının 1976 yılında ortaya atıldığını biliyoruz. Daha sonraki yıllarda çeşitli hükümetler tarafından sürekli farklı tasarıların gündeme getirildiği ve emek kesimlerinden de hep aynı tepkiyi aldığını da biliyoruz. Emek tarafı kıdem tazminatının son kaleleri olduğunu ve kaldırılmasını ve/veya fona dönüşmesini kabul etmeyeceklerini açıkça belirtiyor. Hükümetçe fonun gerekçesinde mevcut haliyle kıdem tazminatından işçilerin yararlanamadığı ve getirilmek istenilenin işçi lehinde olacağı yönünde açıklamalar yapılsa da asıl amacın işverenlerin “sırtında bir yük” olarak gördükleri kıdem tazminatından işverenleri kurtarmak olduğunu net bir biçimde biliyoruz.

Bunu son olarak da Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz şu sözleri ile açıkça ifade etti: “Kıdem tazminatında maalesef çok ciddi problemler de var. Ödenmeme meseleleri var. Başka sıkıntılar var. Oluşturduğu bir belirsizlik var. Özellikle iş dünyası firmaları üzerinde. Dolayısıyla bir dönem bir fon oluşturup bununla bu problemi çözme gibi bir yaklaşım vardı. Dolayısıyla bunlar önümüzdeki dönemde yine Türkiye'nin gündemde olan konuları olacak"

Yapılmak istenileni kıdem tazminatını bireysel emeklilik fonları ile konsolide ederek işveren sorumluluğundan çıkartmak ve minimize etmek uzun vadede ortadan kaldırmak olarak özetleyebiliriz. Bu konuda daha detaylı bilgi almak isteyenlere Gazetemiz BirGün’de Prof. Dr. Aziz Çelik hocanın yazısı ve Evrensel ’de Av. Dr. Murat Özveri’nin video mülakatını öneririm. (*) Sevgili hocalarımız konuyu detaylı bir biçimde irdelediler.

Kıdem tazminatı fonu örneği güncel olmakla birlikte esas itibarı ile ülkemizde yaşanılan ekonomik kriz gerekçe gibi sunularak işçi haklarına yönelik ciddi bir saldırıdan geçen haftalarda yine bu köşede söz etmiştim. Bu vesile ile konuya yine dikkat çekmek istiyorum. Çünkü konu sadece kıdem tazminatı fonu değil.

İŞVERENLER ESNEKLİK İSTİYOR

İşverenlerin çalışma hayatında işçiler aleyhinde sonuçlara neden olacak TİSK (Türkiye İşverenler Sendikaları Konfederasyonu) aracılığı ile dile getirdiği pek çok esneklik talepleri var. Bunları yeniden hatırlatalım:

- İşgücü piyasasını düzenleyici nitelikteki kuralların katılığı giderilmelidir.

- Türkiye’deki enflasyon üzerinde gerçekleşen yüksek asgari ücret artışları, işveren maliyetlerini artırarak ihracatçıları rekabetçilik alanında zorlamaktadır.

- Ücretler üzerindeki sosyal güvenlik ve vergi yüklerinin, işsizlik oranlarını negatif etkilemesinin önüne geçilmelidir.

- İşgücü piyasası daha esnek çalışma modelleri ile uyumlu hale getirilmelidir.

- İşe alma ve işten çıkarma prosedür ve maliyetleri hafifletilmelidir.

- Asgari ücret artışları enflasyon hedefleri ile uyumlu olmalıdır.

- Ücret artışlarında çalışanın, işletmenin ve işkolunun verimliliği dikkate alınmalı; ücret artışları, verimlilik artışını aşmamalıdır.

- İşgücü maliyeti düzey ve artışları, iç ve dış piyasalardaki rakiplerimize göre düşük tutulmalıdır.

- Toplu iş sözleşmeleri, işletmelerin değişen koşullara hızla uyumunu sağlayabilecek şekilde esnek hükümler içermelidir.

- İlk kez işe girecek genç işçilerin belirli süreli iş sözleşmeleri ile yahut uzatılmış deneme süreli sözleşmeler ile çalışabilmesine imkân sağlanmalıdır.

- İş Kanunu’ndaki esneklik düzenlemeleri, madde içeriklerinin sınırlı olması nedeniyle güvenceli esneklik amacının önüne geçmektedir. Bu hususta İş Kanunu’ndaki esneklik hükümlerine işlerlik kazandırılmalı ve yeni bir perspektifle ele alınmalıdır.

- Belirli süreli iş sözleşmesinin ilk defa ve/veya kümülatif süresi 24 ayı geçmemek üzere yapılması ve bu süre içerisinde yinelenmesi halinde objektif kriterlerin aranmamasına imkân tanınmalıdır.

İşverenlerin en etkili örgütleri aracılığı ile dile getirdikleri ve burada bir kısmına değinebildiğimiz bu esneklik talepleri ile kıdem tazminatının fona dönüşmesi konusu birbirinden bağımsız konular değildir. Çalışma hayatımızda 2003 yılında çıkarılan 4857 sayılı İş Kanunu ile ilk kez yer alan esneklik uygulamaları artık işveren tarafını tatmin etmemektedir ve işveren tarafı yeni kazanımlar peşindedir.

Dolayısı ile önümüzdeki süreç emek sınıfı bakımından eldeki hakları koruyabilmek için etkin mücadele gerektiriyor. Son seçim yenilgisi sonrasında belirgin bir dağınıklık yaşayan ve kendi iç hesaplaşmalarına yoğunlaşan muhalefetin işçi haklarının budanmasına karşı başlatılacak bu mücadeleye ne ölçüde destek verebileceği konusunda kaygılarım olduğunu belirtmeliyim. Burada şüphesiz ki Meclis’te olan ve olmayan tüm sol partilere, demokratik kitle örgütlerine ve en çok da halkımıza emekçilerin yanında olmaları bakımından görev düşüyor. Bir kez daha örgütlü mücadelenin ve halkın etkili muhalefetinin yenilmeyeceğini hatırlatarak sözlerimi tamamlıyorum.

                                                                  /././

"Kıdem tazminatı son kale, direniriz" (Birgün)

Bütçe açığını vergilerle halkın sırtına yükleyen iktidar yine çalışanların kıdem tazminatına göz dikti. DİSK Genel Başkanı Çerkezoğlu, "Kıdem tazminatı son kalemiz, kırmızı çizgimizdir, sonuna kadar savunuruz" dedi.

AKP iktidarı sermayeye ucuz ve uzun vadeli kaynak yaratmak için kıdem tazminatını bir kez daha hedefe koyduğunu ilan etti. Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz, "Maalesef çok ciddi problemler de var" diyerek kıdem tazminatın fona devredilmesinin gündemdeki konulardan biri olduğunu söyledi.

DİSK Genel Başkanı Arzu Çerkezoğlu, "Kıdem tazminatı en temel hakkımız, çocuklarımıza bizim emanetimiz, en temel iş güvencesi dayanağımızdır. Hakkımıza sonuna kadar sahip çıkacağız" dedi. 

AKP iktidarının ekonomide 3 yıllık yol haritasını belirleyen Orta Vadeli Program’da (OVP), her ne kadar 'kıdem tazminatı' ibaresi geçmese de, kıdem tazminatının fona dönüştürülerek "Tamamlayıcı Emeklilik Sistemi (TES)" ile birleştirme hedefi görülüyor. 2024 yılının son çeyreğinde hayata geçirilmesi planlanan programa göre kıdem tazminatı fonu oluşturulacak. İşveren, TES adı verilen fona, her işçi için yıllık ücretinin 11 günlüğü tutarında parayı yatıracak. Bu fonda biriken para hazine bonosuna yatırılacak, işçi 60 yaşına geldiğinde biriken paranın yüzde 25'ini alacak. Geri kalanı aylara bölünüp, emekli maaşına eklenecek. 

FON GÜNDEMDE OLACAK 

Önceki akşam katıldığı bir televizyon programında konuya açıklık getiren Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz, asıl niyetlerinin kıdem tazminatını fona devretmek olduğunu dile getirdi. Kıdem tazminatı konusuna değinen Yılmaz, şöyle konuştu: "Burada hükümetlerimizin yaklaşımı şu. İstişarelerle, işçi ve işveren dengesi içinde ve özellikle işçi kesiminin temsilcileri, sendikalarla istişare içinde bu konuya yaklaşmak. Kıdem tazminatında maalesef çok ciddi problemler de var. Ödenmeme meseleleri var. Başka sıkıntılar var. Oluşturduğu bir belirsizlik var. Özellikle iş dünyası firmaları üzerinde. Dolayısıyla bir dönem bir fon oluşturup bununla bu problemi çözme gibi bir yaklaşım vardı. Dolayısıyla bunlar önümüzdeki dönemde yine Türkiye'nin gündemde olan konuları olacak." 

KIRMIZI ÇİZGİMİZDİR 

Yılmaz'ın açıklamalarına "kıdem tazminatı kırmızı çizgimizdir" diyen işçi sendikalarından sert tepki geldi. DİSK Genel Başkanı Arzu Çerkezoğlu konuyla ilgli BirGün'e yaptığı değerlendirmede "Kıdem tazminatı Türkiye işçi sınıfının 90 yıllık en temel haklarından birisi, kazanılmış bir hak. Fakat yıllardır bu hakkı ortadan kaldırmaya, budamaya, sınırlamaya dönük hem sermayenin hem hükümetlerin saldırıları gündeme geliyor. OVP ve Cumhurbaşkanı yardımcısının söylemleriyle, kıdem tazminatındaki sorunlar üzerinden bu hak yeniden tartışılmaya açılmak isteniyor. Türkiye işçi sınıfı açısından kıdem tazminatı en temel hakkımız, çocuklarımıza bizim emanetimiz, işverende bekleyen 13. ay ücretimiz, en temel iş güvencesi dayanağımızdır" dedi. 

DİRENEREK SAVUNACAĞIZ 

"Kıdem tazminatını fona devretmek demek; bir işveren sorumluluğu olan kıdem tazminatını, işverenin sorumluluğundan çıkartmak demektir. Zaten bu değişiklikte esas olarak işverenin talebidir" diyen Çerkezoğlu, şu ifadeleri kullandı: "İşçi sınıfı geçmişte bu hakka sahip çıkma iradesini gösterdi, yine gösterecektir. Daha önceki girişimlerde olduğu gibi DİSK olarak biz bu konuda hükümetin önümüzdeki süreçte herhangi bir girişimi karşısında çok net bir biçimde ‘son kalemizdir, kırmızı çizgimizdir ‘ diyerek savunacağız. Hiçbir biçimde fona devretmek adı altında da bu hakkımızın ortadan kaldırılmasına izin vermeyeceğiz. Hükümet aklından bile geçirmesin! Daha önce bu tür girişimlerde çok net bir tutum aldık ve her seferinde geri adım atmak durumunda kaldılar. Bilsinler ki Türkiye işçi sınıfı ve DİSK kıdem tazminatı hakkına sonuna kadar sahip çıkacaktır. Bu hakka, geçmişteki bütün saldırılarda DİSK olarak çok net bir tutum aldık. Tüm Türkiye’de eylemler düzenledik. İşyerlerinden alanlara ve meydanlara, meclis kapılarına kadar işçinin ortak iradesini gösterdik. En son 2020 yılında yine kıdem tazminatını, tamamlayıcı emeklilik sistemi adı altında yasal düzenleme meclise geldiğinde de biz DİSK olarak meclis kapısındaydık. Süreç sonunda yasa teklifi meclisten geri çekilmek durumunda kaldı. Yine böyle bir girişimde DİSK’in kararlı duruşuyla karşılaşacaklardır." 

MÜCADELE ÇAĞRISI 

Cevdet Yılmaz'ın "taraflarla istişare edeceğiz" açıklamasını da değerlendiren Çerkezoğlu, "Bizim kıdem tazminatı hakkını ortadan kaldırmaya dönük hiçbir girişimi istişare etmeyeceğimizi çok net bir şekilde söylemek isterim. Hakkımıza sonuna kadar sahip çıkacağız. Devletin yapması gereken kanun hâkimiyeti saylayarak işçilerin hakkını güvence altına almasıdır" diye konuştu.    

Birleşik Kamu-İş Konfederasyonu Mehmet Yeşildağ ise yaptığı yazılı açıklamada iktidarın ekonomik krizi bahane ederek kıdem tazminatını gasp etmenin yollarını aradığını belirterek şu ifadeleri kullandı: "OVP’de doğrudan kıdem tazminatı ibaresi geçmese de TES ile iktidar bir kez daha kıdem tazminatını hedefe koymuştur. Cevdet Yılmaz 'maalesef çok ciddi problemler var' ifadeleri artık açık açık niyetlerini ortaya koymaktırlar. AKP hükümeti milyonlarca emekçinin çalışma yaşamını kuralsızlaştırmanın koşullarını aramakta, iş güvencelerini ortadan kaldırmak istemekte ve kıdem tazminatı hakkını hedefe koymaktadır. Tüm emekçilerin tarihsel süreçte kazandığı haklarının zedelenmesi kabul edilemez. Birleşik Kamu-İş Konfederasyonu olarak; OVP aldatmacalarını kabul etmiyor, kıdem tazminatına dokunulması halinde en temel haklarımız için emek örgütlerini alanlarda omuz omuza mücadele etmeye çağırıyoruz." 

OVP GERİ ÇEKİLSİN 

Öte yandan DİSK'e bağlı Gıda-İş Sendikası, işçi ve emekçilerin kazanımlarına dönük ciddi saldırılar barındıran OVP'nin geri çekilmesi talebiyle bugün eylem düzenleyeceğini açıkladı. Sendika üyeleri saat 17.00'de Avcılar Marmara Caddesi üzerinde bulunan Atatürk Anıtı önünde toplanacağını bildirdi. 

                                                                  /././

“İkinci emekli maaşı” aldatmacası: Kıdem tazminatına yine göz diktiler! (Aziz Çelik-Birgün)

İktidar OVP ile kıdem tazminatına yeniden göz dikti. “İkinci emekli maaşı” aldatmacası adı altında kıdem tazminatının fona dönüştürülmesi hedefleniyor. Bu bir yandan kıdem tazminatının ortadan kalkması, öte yandan emeklilik sis-teminin zayıflaması ve özelleştirilmesi demek.

Kıdem tazminatının kaldırılması bir kez daha gündemde, kıdem tazminatı hükümetin hedefinde. Orta Vadeli Programda (OVP, 2024-2026) mahcup biçimde ifade edilen kıdem tazminatını ortadan kaldırma niyeti Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz tarafından açıkça telaffuz edildi.

2024-2026 dönemi OVP’de kıdem tazminatı ile ilgili açık bir ifade yer almıyor ancak “Otomatik Katılım Sisteminin (OKS) işverenlerin de katkısı ile ikinci basamak emeklilik sistemine dönüşeceği tamamlayıcı emeklilik sistemi kurulacaktır” ifadesine yer veriliyor. İkinci Basamak Emeklilik Sisteminin 2024 4. çeyrekte kanunla düzenleneceği belirtiliyor. OVP’de yer alan ikinci basamak emeklilik sistemine dönüşecek tamamlayıcı emeklilik sisteminin kaynağının kıdem tazminatı olduğu net olarak belli oldu.

Cumhurbaşkanı Yardımcısı Yılmaz konuya ilişkin bir soruya verdiği yanıtta kıdem tazminatını fona devretme niyetini açıkça telaffuz etti. Yılmaz, "Kıdem tazminatlarının emeklilik sistemine dahil edileceğine dair bir şey konuşuldu. Çok da soruluyor. Öyle bir şey var mı?" sorusuna “Kıdem tazminatında maalesef çok ciddi problemler de var. Ödenmeme meseleleri var. Başka sıkıntılar var. Oluşturduğu bir belirsizlik var. Özellikle iş dünyası firmaları üzerinde. Dolayısıyla bir dönem bir fon oluşturup bununla bu problemi çözme gibi bir yaklaşım vardı. Dolayısıyla bunlar önümüzdeki dönemde yine Türkiye'nin gündemde olan konuları olacak" karşılığını verdi (16.9.2023 AA).

Tamamlayıcı Emeklilik Sistemi (TES) hedefinden ayrı olarak OVP’de yer alan esnek çalışma biçimlerinin yaygınlaştırılması (uzaktan, kısmi ve geçici süreli çalışma ile platform çalışması) hedefi de kıdem tazminatı için ciddi tehlikedir. Hükümet tarafından daha önce defalarca gündeme alınan belirli süreli sözleşmelerin yaygınlaştırılması yoluyla da kıdem tazminatı ortadan kalkmış olacak. Çünkü belirli süreli (geçici) çalışan işçilerin kıdem tazminatı hakkı yok. Dahası iş sözleşmesi belirli süreli olduğu için ihbar öneli (veya ihbar tazminatı) da söz konusu olmayacak. Bunlara ek olarak belirli süreli çalışanlar için iş güvencesi hükümleri de geçerli olmayacak. Dolayısıyla OVP’de satır aralarında kıdem tazminatına yönelik çok yönlü tehditler var.

47 YILDIR DEVAM EDEN SALDIRI

Anlaşılan çok tepki çekeceği için OVP’de açıkça yer verilmeyen kıdem tazminatının fona devri meselesi tamamlayıcı emeklilik sistemi (TES) adı altında kamuoyuna sunuluyor. Kıdem tazminatının fona devri konusu 1976 yılından bu yana 47 yıldır gündemde. Sayısız formül üretildi, sayısız başbakan ve çalışma bakanı geldi geçti. Hiçbiri kıdem tazminatını fona devredemedi. Sayın Yılmaz’ın bunu aklında tutmasında yarar var. Sayın Yılmaz ve hükümeti yeni bir şey söylemiyor. Kıdem tazminatının fona devredilerek kaldırılması girişimi AKP hükümetleri tarafından birçok kez hedeflendi, her defasında işçilerin ve sendikaların duvarına tosladı ve başarısız oldu.

Bizzat sayın Cevdet Yılmaz Kalkınma Bakanı olduğu 2011 yılında 61. Hükümet programında kıdem tazminatı fonuna ilişkin şu ifadeler yer almıştı.  “İşçilerimizin büyük çoğunluğunun alamadığı, işletmelerimizin üzerinde ödeme baskısı oluşturan, çalışma hayatının en önemli sorun alanlarının başında gelen kıdem tazminatı sorununu kazanılmış hakları koruyan ve bütün işçilerin kıdem tazminatlarını garanti altına alan bir fon teşkil etmek suretiyle, sosyal taraflarla istişare içinde çözeceğiz.” O gün bugün kıdem tazminatı fonu sık sık gündeme geldi ancak sendikalardan gelen sert tepkiler nedeniyle gerçekleşmedi.

Yılmaz o dönemde de kıdem tazminatının kaldırılarak bireysel fon sistemine geçileceğini iddia etmişti. O kadar ki “Avusturya modelini” seçtiklerini bile söylemişti. Dahası Yılmaz “İşsizlik Fonu’nu getirdiğimizde Kıdem Tazminatını kaldırmadık. Oysa kaldırmamız gerekiyordu. Hem o hem bu, ikisi birden hiçbir ülkede yok” iddiasında bulunmuştu (16.9.2011 tarihli gazeteler).

Eylül 2016 tarihinde göreve başlayan Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Mehmet Müezzinoğlu da kendinden önceki pek çok çalışma bakanı gibi göreve başlar başlamaz kıdem tazminatını fona devretmek için kolları sıvamıştı. Ancak kıdem tazminatı değil bakan gitmişti. 10 Nisan 2019’te Hazine ve Maliye Bakanı tarafından açıklanan Yeni Ekonomi Program Yapısal Dönüşüm Adımları 2019 başlıklı programda tarafların katılımı ile kıdem tazminatı reformunun gerçekleştirileceği ve kıdem tazminatı ile Bireysel Emeklilik Sistemi’nin entegre edileceği iddia edilmişti. AKP hükümetleri döneminde kıdem tazminatını ortadan kaldırmaya dönük sayısız girişim olsa da bunların hiç biri başarılı olamadı.

Mevcut ekonomi yönetimin başta Bakan Mehmet Şimşek olmak üzere kıdem tazminatından pek hazzetmediği biliniyor. Şimşek Maliye Bakanı olduğu 2010’a işsizliğin sebebi olarak kıdem tazminatını göstermişti: “Türkiye’de istihdam artışının önündeki en büyük engellerden birisi kıdem tazminatının bu kadar yüksek ve ağır olmasıdır.” (Milliyet, 20.4.2010). Anlaşılan bu neoliberal akıl kıdem tazminatını yeniden hedefe koydu.

Sayın Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz’a ve Bakan Şimşek’e kendilerinin de çok iyi bildiği kıdem tazminatını fona devretme girişimlerinin tarihçesine tekrar bakmalarını ve bu defteri kapatmalarını öneririz. Çünkü 47 yıldır kimse kıdem tazminatını yok etmeyi başaramadı.

TES TRUVA ATIDIR

OVP'de yer alan ikinci basamak emeklilik sistemine dönüşecek tamamlayıcı emeklilik sistemi (TES) hedefi sosyal güvenlik sistemi ve kıdem tazminatı için ciddi bir tehlikedir. Böylece giderek düşen kıdem tazminatına tümüyle ortadan kalkabilir. Bu sistem kıdem tazminatının ortadan kaldırılması ve bireysel sigorta primine dönüşmesine yol açar.

Çünkü tamamlayıcı emeklilik sistemi için öngörülen sigorta primlerinin kıdem tazminatı ile takas edilmesi planlanıyor. Şöyle ki kıdem tazminatı yerine işverenlerin her ay TES için belirli bir prim ödemesi söz konusu olacak. Böyle olunca emeklilikte ve işten çıkarmada kıdem tazminatı ödemesi yapılmayacak. Bunun yerine emeklilikte cüzi bir aylık ödeme söz konusu olacak. Halen toplam yüzde 20 olan yaşlılık aylığı (uzun vadeli sigorta kolları) sigorta prim oranıyla emeklilere ödenen aylıklar Hazine katkısıyla 7 bin 500 TL. Bu katkı düşüldüğünde 4 bin 500 TL civarındadır. Yüzde 20 prim ödeyenlere bu düzeyde aylık bağlandığı düşünüldüğünde kıdem tazminatı yerine geçecek yüzde 3-5 gibi tamamlayıcı emeklilik sistemi primi ile alınacak “ikinci emekli aylığı” cep harçlığı bile olmayacaktır. Günün sonunda kıdem tazminatı yok alacak. “İkinci emekli aylığı” da cep harçlığı olacaktır.

Dahası "İkinci emeklilik maaşı" gibi sunulan bu model gerçekleşirse mevcut kamusal emeklilik sistemi daha da kötüleşebilir. Emekli aylıklarının iyileştirilmesi yerine "ikinci emekli maaşı" aldatmacası öne çıkarılabilir. Sosyal güvenlik sisteminin bireyselleşmesinin, özelleştirilmesinin önü açılabilir.  Oysa yapılması gereken kamusal emeklilik sistemini iyileştirmektir.

NE YAPMALI?

Fona devir tartışmalarının temelinde kıdem tazminatının sınırlanması ve azaltılması hedefinin yattığı sır değil. İşçileri ikna etmek için sık sık bir Truva Atı öne sürülüyor. Deniyor ki: “işçilerin kıdem tazminatına erişiminde sorun yaşanıyor, fon olursa bütün işçiler kıdem tazminatı alabilir.” Evet, işçilerin kıdem tazminatına erişiminde sorun yaşandığı doğrudur ve bütün işçilerin hakkının güvence altına alınması gerekir. Ancak bunun yolu kıdem tazminatının fona devri veya TES değildir. Hem kıdem tazminatı hakkını korumak hem de bütün çalışanların erişimini sağlamak mümkündür. Tane tane anlatalım!

1) Kıdem tazminatı doğrudan bir işveren yükümlülüğü olarak kalmalı. Fona devir gündemdenden çıkarılmalıdır.

2) Kıdem tazminatı 30 gün olarak korunmalı ve kıdem tazminatı hak etme koşulları kolaylaştırılmalıdır. Örneğin istifa halinde de kıdem tazminatı ödenmelidir.

3) İşverenin ödeme aczine düşmesi durumunda kıdem tazminatı alacağı, devlet alacakları ve bankaların ipotekli alacakları da dahil olmak üzere birinci sıraya yükseltilmelidir. Tazminat dahil tüm işçi alacaklarına güvence getirilmelidir.

4) İşçi alacaklarının, güvence altına alınmasını öngören 173 sayılı ILO sözleşmesi onaylanmalıdır.

5) Kıdem tazminatı alacağı ve diğer işçilik alacakları 4447 sayılı İşsizlik Sigortası Kanununun Ek 1. maddesinde yer alan ve yıllardır uygulanan” ücret garanti fonu” kapsamına alınmalıdır.

6) Ücret garanti fonu uygulaması kıdem tazminatı dahil tüm işçi alacaklarını kapsayacak şekilde genişletilmeli ve yasada öngörülen üç aylık süre artırılmalıdır (Burada söz edilen fonun kıdem tazminatı fonuyla bir ilgisi yoktur).

7) Halka açık şirketler için getirilen kıdem tazminatı karşılığı ayırma uygulaması diğer şirketlere de yaygınlaştırılmalıdır.

8) Tamamlayıcı emeklilik, bireysel emeklilik gibi sözde çözümler yerine kamusal emeklilik sistemi güçlendirilmeli ve emekli aylıkları insanca bir yaşam için yetecek düzeye yükseltilmelidir. Emeklilikte gerek yaş konusundaki gerekse aylıklardaki yetersizlik ve adaletsizlikleri gidermek üzere kapsamlı düzenlemeler yapılmalıdır.

Kıdem tazminatı fonu, kıdem tazminatı yoluyla tamamlayıcı emeklilik sistemi bir Truva atıdır ve sonu Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmakla, hüsranla sonuçlanacak bir maceradır.  İşçi konfederasyonları, kıdem tazminatını ortadan kaldırmayı hedefleyen TES gibi, esnek çalışmanın yaygınlaşması gibi hedeflere karşı şimdiden açık ve net tutum almalıdır. Kıdem tazminatını koruma mücadelesinin tarihi erken tepkinin daima işe yaradığını gösteriyor. AKP 20 yıldır kıdem tazminatını ortadan kaldırmayı hedefliyor ancak başaramadı. İşçiler, sendikalar sıkı durursa bu kez de başaramaz.

                                                                       /././

Dr. Murat Özveri:  Kıdem tazminatına etkili bir güvence getirilmeli (Gözde Meydan-EVRENSEL)

Dr. Murat Özveri: Orta vadeli programla yoksulluğun sosyal politikalarla giderilmesi gereken bir olay olduğunun üzeri örtülecek, patronlar üzerindeki kıdem tazminatı yükü kaldırılacak.

Hükümetin açıkladığı orta vadeli programla gündeme gelen tamamlayıcı emeklilik sisteminin hedefinde kamusal emeklilik sistemi ve kıdem tazminatı var. Planla, yoksulluğun sosyal politikalarla giderilmesi gereken bir olay olduğunun üzerinin örtüleceğini, patronlar üzerindeki kıdem tazminatı yükünün kaldırılacağını söyleyen Çalışma Ekonomisi Doktoru Avukat Murat Özveri, “Kıdem tazminatına etkili bir güvence getirilmeli. Türkiye’nin artık yüksek sesle sosyal politikaları ve talepleri tartışmasının zamanı geldi ve geçiyor” diyor.

Mevcut kıdem tazminatı uygulamasının işleyişi ve eksiklikleri neler?

Ne zaman Türkiye’de özellikle bağımlı çalışanların cebinden alıp, sermayeye kaynak aktarmak gerekse ya da bir ekonomik kriz olsa hemen akla gelen şey kıdem tazminatı oluyor. Kıdem tazminatının getirdiği yüklerden bahsediliyor. Şu anki mevcut sistem içerisinde kıdem tazminatının güvencesinin bulunmadığını, çalışanların kıdem tazminatına ulaşamadıklarını, kıdem tazminatını hak edecek şekilde iş sözleşmesi sona erenlerin yüzde 80- yüzde 85’inin kıdem tazminatı hakkına ulaşamadığını dolayısıyla kıdem tazminatını daha güvenli ve ekonomi ile entegre içerisinde yeniden düzenlemek gerektiğini söylüyorlar.

Kıdem tazminatının bir güvence sorunu var evet, bakanlık verileri de doğru. Yani kıdem tazminatını hak edecek şekilde iş sözleşmesi sona erdirenlerin çok büyük bir kesimi; işverenin dayatmaları, arabuluculukta verilen ödünler, iş sözleşmesinin gerçek sebebin dışında kıdem tazminatını hak etmeyecek şekilde sona erdirildiğine ilişkin yapılan bildirimlerle tazminatı hakkından yoksun bırakılıyor. Bu yoksun bırakılmanın altında yatan asıl nedense 1950 yılında kıdem tazminatının hak ediş koşullarına ilişkin yapılan yasal düzenlemeler. Birkaç cümle ile hatırlayalım, 1936 yılında kıdem tazminatı ‘5 yıl işçilik kıdemi olan her işçinin iş sözleşmesi hangi nedenle sona ermiş olursa olsun; yani kendisi istifa etmiş olsun, işveren çıkarmış olsun, işverenle kavga etmiş olsun hatta işverene yumruk atmış ve işten çıkarılmış olsun; her durumda her bir yıl için 15 günlük ücreti tutarında ödenen bir tazminat.’

1950 yılında yapılan değişiklik ile kıdem tazminatında işçilik kıdem süresini 3 yıla düşürüp, hak edebilmek için iş sözleşmesinin işverence haklı bir neden olmaksızın ya da işçi tarafından haklı bir nedene dayanarak sona erdirilmesi koşulu getirdiler. Kısacası kıdem tazminatının hak ediş koşullarını iş sözleşmesinin sona ermesine ilişkin belli hallere indirgediler. Kıdem tazminatı işçilerin kafasının üzerinde Demokles’in kılıcı gibi kullanıldı. İşçilerin olumsuz iş koşullarına kıdem tazminatı için mahkum olmak zorunda bırakıldığı bir sistem haline getirildi. ‘Üç tane tutanak tutarım, seni kapının önüne koyarım. Beş kuruş tazminat ödemem gider mahkemelerde sürünürsün’ diye özetleyebileceğimiz bir anlayış hakim oldu. Zaten Türkiye’de işçilik alacaklarının güvencesi olmadığı için, kıdem tazminatının hem hak ediş aşamasında hem de diyelim ki mahkeme kararına bağlansa dahi iflas haciz hali gibi durumlarda ulaşılamayan işçilerin bir türlü elde edemediği bir hak haline dönüştü. Şu an uygulanan sistem içerisinde 1 yıllık kıdem yetiyor, iş sözleşmesi yine haklı bir neden olmaksızın işveren ya da haklı bir nedene dayanarak işçi tarafından sona erdirilmesi, askerlik, emeklilik, kadın işçinin evlendikten sonraki bir yıl içerisinde iş sözleşmesini sona erdirmesi, işçinin sağlık işinden kaynaklanan sağlık sebepleri halinde, geçici iş göremezlik süresinin ihbar önellerine eklenen 6 haftalık süreyi aşması hallerinde hak edilebilen bir tazminat haline dönüştü.

Aslında kıdem tazminatı işçinin rehin tutulan ücretidir. İş hukukunda temel kural, işçi önceden çalışmadan işçiye hiçbir hak verilmemesidir. Dolayısıyla kıdem tazminatının karşılığını işçi önceden çalışmıştır. İşçinin işyerine olan aidiyetini, hatta onların terminolojisine göre sadakatini sağlayabilmek için, kıdem tazminatının tutarı her yıl için yasaya göre işveren tarafından alıkonulmaktadır. Yani bu para işçinin parasıdır, bu nedenle de kıdem tazminatının fesih şekline tabi tutulması niteliğine, işçinin parası olma özelliğine aykırıdır. Bu aykırılık 1950 yılından bu yana da sürüyor.

DAHA ÖNCE "GÜNEY KORE MODELİ" DİYE ÖNÜMÜZE GELMİŞTİ

Peki mevcut kıdem tazminatı uygulaması yerine nasıl bir düzenleme yapmayı hedefliyorlar?

2019 yılında dönemin Maliye Bakanı Berat Albayrak tarafından da satır arasında Güney Kore modeli olarak adlandırılmıştı. Bir anda medya, kıdem tazminatında Güney Kore modelini önümüze koydu. Güney Kore’de daha önceki uygulamaya göre bizdekine benzer şekilde beşten fazla işçi çalıştırılan bir işyerinde çalışan her işçi bir yılı doldurması halinde 15 günlük ücreti tutarında kıdem tazminatı alıyordu. Ancak bir süre sonra kıdem tazminatı sistemini, takviye ikame bir emeklilik sistemi haline dönüştürdüler. Güney Kore, OECD ülkeleri içerisinde yaşlı yoksulluğu en yüksek olan ülke, 65 yaş üstü nüfusun yoksulluk oranı sıralamasında ilk sırada. İkincisi OECD ülkeleri içinde kamu emeklilik harcamalarının gayri safi yurt içi hasılaya oranı açısından baktığımızda yüzde 3 ile en düşük ülke. Yani kamu emeklilik sisteminden bilerek çıkmış, minimal düzeyde emeklilik sisteminde var ve bu sistem yoksulluktan başka bir şey getirmiyor. Bu sistemi iki şekilde düzeltebilirsiniz; emeklilik sistemini değiştirirsiniz, emekli aylıklarını yükseltirsiniz, aylık bağlama oranını yükseltirsiniz. Doğrudan emeklilere kaynak aktaran, emekli olmadan önceki yaşam standartlarını sürdürebilecekleri koşullar yaratırsın ya da dersiniz ki “Benden bu kadar bundan sonra başının çaresine bak, başının çaresine bakman için de sana yollar öneriyorum” Bu yollardan biri ikame emeklilik sistemi, yani yaşlılığın getirdiği riski kamu emeklilik sistemi içerisinde prim ödeyerek satın alacaksın; bu yetmeyecek yine para ödeyerek o yetersizliği ikame etmek üzere birtakım şirketlere, emeklilik sistemlerine kaynak aktaracaksın. Buna da tasarrufa zorlama diyorlar. Ben zaten çalışırken hayatımı idame ettiremiyorum, geleceğe yönelik olarak da bireysel emeklilik sistemleri üzerinden sermayeye para aktarmam bekleniyor. Sermayeye diyorum çünkü bireysel emeklilik sistemlerinin topladıkları paraları nasıl değerlendirdiğine baktığımızda gerçekten de sermayeye doğrudan kaynak aktarıldığı görülüyor. Aslında bu paraları nasıl değerlendiriyorlar diye sorduğumuzda bize söylenen üretime yönelmesi için sanayinin finansmanında kredi olarak kullanılacağı ama böyle kullanılmıyor. Bireysel emeklilik sistemleri de hazine garantili fonlara yöneliyorlar. Hazine garantili fonları satın aldığı zaman faiz alıyorlar, peki bu faiz ne oluyor? İç borçlar hanesine yazılıyor. Bu borcu kim ödüyor, yine ben ödüyorum. Doğal olarak benden alınan paralar doğrudan sermayeye kaynak oluyor. Bireysel emeklilik istemlerinde Almanya’da, Amerika’da sosyal güvenlik fonlarında biriken paralar bizim gibi ülkelere geliyor ve yüksek faizle garantili bir şekilde değerlendiriliyor yani onların kamu emeklilik sistemi paralarını değerlendirip dışardan eklemeler yaparken bizde ne oluyor? Tıpkı Amerikan ya da Alman emeklilik sisteminin faizlerin yüksek olmasını kendileri açısından bir gelir kapısına dönüştürdükleri gibi; bireysel emeklilik sistemleri de hazine garantili fonlar üzerinden yine benim ödeyeceğim parayı benim cebimden alıyor.

"BİREYSEL EMEKLİLİK SİSTEMİNİ HEDEF OLARAK KOYUYORLAR"

Kıdem tazminatı ile bu durumun ne alakası var diyorlar. Bu alakayı ben kurmuyorum, bakalım 11. kalkınma planı çerçevesinde Türkiye’nin makro ekonomik politikalarını şu şekilde yönlendireceğim diye hükümet ilan ediyor. Şimdi yine bu planda Kişilerin emeklilik gelirlerinin artırılmasını teminen kamu emeklilik sistemi dışındaki diğer emeklilik sistemlerine katılım teşvik edilecektir deniliyor. Bunun anlamı, kamu emeklilik sistemi yine minimal düzeyde ödemeler yapmaya devam edecek ancak bunun getirdiği yoksulluğu giderebilmek için bireysel emeklilik sistemlerine yönelmek zorunda kalacağım. Bugün emeklilere zam veriliyor ancak bu zammı hazineden doğrudan emeklilerin kök ücretlerini artırmak yerine 5 bin 500 lira olan emekli maaşını, 7 bin 500 yaptılar. Aradaki farkı da hazineden karşıladılar. Asla kök ücreti 7 bin 500 liraya getirmiyorlar. Emeklilik aylıklarını kamu desteğiyle ayakta tutmaya çalışıyorlar ve bunu geçici bir politika olarak sürdürüyorlar. Seçimlere endeksli, seçimlerden sonra ‘ben bu kadarını verebiliyorum, bu parayla yetinmek istemiyorsan güvenceli benim denetlediğim yasasını çıkardığım bireysel emeklilik sistemlerine cebinden para yatır. Oradan elde edeceğin gelirle de yaşlılıktaki yoksulluğunu ikame ettir’ bunu da bir hedef olarak koyuyorlar.

Yine 11. kalkınma planında yer alıyor: tamamlayıcı emeklilik kurumlarının kapsamı genişletilerek; sektör, işkolu veya meslek esaslı tamamlayıcı emeklilik kurumlarının güçlenmesi sağlanacak. Örneğin ben avukatım kamu emeklilik sistemi içinde bana verilen aylık hayat standardımı sağlamaya yetmiyor, o zaman biz avukatlar olarak bu mesleğe yönelik bireysel emeklilik sistemi yapalım. Siz buraya para kazanırken fona prim yatırın, buradan da sizin yoksulluğunuzu ikame edelim. Riskli işkollarında çalışanlar için ise ‘Siz uzun süre çalışamayacaksanız uzun süre primde ödeyemeyecekseniz. Fiili hizmet süresi zammı dediğimiz şey de kısmi bir iyileştirme sağlıyor. Kendinizi garantiye alın, işkoluna özgü olarak tehlikeli işkollarına özgü olarak kurulan sistemlere prim ödeyin’ bunu devlet hedef olarak ilan ediyor.

"YOKSULLUĞUN ESAS NEDENLERİ ÖRTBAS EDİLECEK"

Yine aynı planda ‘Bireysel emeklilikteki otomatik katılım sistemi, sistemde kalış süresi ve fon tutarını artıracak şekilde yeniden düzenlenecek ve bireysel hesaplara dair kurulacak kıdem tazminatı fonu ile entegre edilecektir’ yani kısacası bize kıdem tazminatını siz ancak ölürseniz, çok büyük bir hastalık yaşarsanız ya da emekli olmak isterseniz alabileceksiniz. Bu hallerde kıdem tazminatını alabilmek için de sistemde kalış süreniz uzatılacak, bu 10 yıl da olabilir 15 yıl da. Dolayısıyla bir yandan benim emeklilik maaşımı aşağı çekerek beni yoksullaştıracak, bu yoksullaştırmayı kendi cebinden çıkmadan yine benim kıdem tazminatıma el koyarak onu tamamlayıcı bir emeklilik sistemiymiş gibi ikame edecekler. Bu şekilde de Sosyal Güvenlik Kurumunun yoksullar yararına gelir dağılımının düzeltilmesi işlevini en aza indirmiş olacaklar; yoksulluğu inkar etmeyecek ve çözüm yolu olarak bu sistemi gösterecek. Yoksulluğun sosyal bir sorun olarak görülmesini yoksulların kişisel yetersizlikleri nedeniyle değil; sistemin sağlıklı işlememesi nedeniyle yoksul olduğu gerçeğini örtbas edecekler. Yoksulluğun sosyal politikalarla giderilmesi gereken çağın vebası niteliğinde bir olay olduğunun üzerini örtecekler, yine bizim cebimizden çıkan parayla yoksulluğu ikame etmiş olacaklar, işverenlerin üzerindeki kıdem tazminatı yükünü kaldırmış olacaklar.

Bu acı ilacı tatlandırmaya yönelik ufak bir ek olarak kıdem tazminatı reformunun sosyal tarafların mutabakatıyla gerçekleştirileceği belirtiliyor. Sosyal tarafların önüne konulan alternatifler neler? 5510 sayılı yasa ile emeklilik aylıklarını düşürecek bir düzenleme yaptılar. Emeklilik aylıkları aylık bağlama oranı ve güncelleme katsayısı ile hesaplanıyor. Prime esas kazançla, aylık bağlama oranı çarpılarak bulunuyor. Bir çarpım işleminde iki çarpanın ikisini de düşürürseniz sonuç da düşer. Daha önce yürürlükte olan yasaya kıyasla emekli aylıklarında yüzde 35 oranında bir düşüş var. Yani bu sistemle emekliler yüzde 35 daha yoksullaştırıldı. Enflasyon, olumsuz ekonomik koşullar nedeniyle daha da yoksullaştırılıyorlar. Giderek yaşlı yoksul nüfusu artan bir ülke olmaya doğru gidiyoruz. Bunun bir sorun olduğunun farkındalar ve çözüm olarak önümüze kıdem tazminatını koyuyorlar.

Her sınıf aleyhine yapılan düzenlemede olduğu gibi sınıfın birlikte davranmasını engellemek üzere de bugüne kadar sistemin içerisinde olanların kıdem tazminatlarına dokunmayacağız diyorlar. Sisteme yeni giren birinin ise sesini çıkarması ya mümkün değil ya da onun için güncel bir mesele değil, günlük gereksinimlerini karşılamaya odaklıdır. Bu bağlam içinde kalan bir insanın 20 sene sonra başına geleceklere yönelik tavır olması çok zor. Örneğin EYT’lilere bakalım, yasa çıktığında kimsenin sesi çıkmamıştı; ne zamanki onları etkiledi bir tepki vermeye başladılar.

"İŞÇİ TEMSİLCİLERİNİN DE YER ALDIĞI ETKİN BİR DENETİM MEKANİZMASI KURULMALI"

Şu anda tartışılan tamamlayıcı emeklilik sistemini geçmişte gündeme getirdiklerinden bir farkı var mı?

Yok. Israrlı bir şekilde politikayı hayata geçiriyorlar. Bunun karşısında bizimde bize ait olan parayı korumak için bir alternatif sunmamız gerekiyor.

Nasıl bir alternatiften bahsediyorsunuz?

Kıdem tazminatının ortaya çıktığı döneme yeniden bakmak. İlk olarak kıdem tazminatının her durumda ödenmesi sağlanmalıdır. Yani kıdem tazminatını düzenleyen 1475 sayılı İş yasasının 14.maddesi kıdem tazminatını feshin şekil şartlarına bağlı olmaksızın her durumda işçiye iş sözleşmesi sona erdiğinde ödenecek şekilde düzenlenmelidir. Yani kıdem tazminatı işçinin ücreti denmeli. İşçinin ücreti dediğimiz için de gelir vergisine tabii olacaktır. Gelir vergisi kanununa istisna getirilmeli ve kıdem tazminatından gelir vergisi kesilmez diye bir düzenleme yapılmalı. Kıdem tazminatı ve işçilik alacaklarını güvence altına alabilmek için icra iflas yasası ve iş yasasında değişiklikler yapılmalı. İşçilik alacaklarının tüm alacaklardan önce ödenmesi güvence altına alınmalıdır. Eğer aciz iflas hali söz konusuysa işçilik alçaklarının devlet tarafından ödenmesi, devletin işçiye halef olarak alacağını işverenden almasına yönelik bütünsellik taşıyan haklı ve mantıklı bir politikayı tekrar tekrar gündeme getirmemiz lazım. Türkiye’de işçi alacaklarının güvencesi yok. Şu anda Ticaret Kanunu’nda gemi alacağı için getirilmiş bir güvence kadar olsun, işçilik alacaklarına güvence istiyoruz demeliyiz. Kıdem tazminatı bir tazminat değildir. İşçinin karşılığını önceden çalıştığı işverenin el koyduğu ücretidir. İşçi karşılığını önceden çalıştığı 30 yıllık parasını işverende bırakıyor ve işveren bunu kullanıyor. Bunun karşılığında bir vergi ödenecekse de işveren ödemelidir. Dolayısıyla amaç gerçekten kıdem tazminatını güvence altına almak ise işçilik alacakları bütünü içerisinde kıdem tazminatı da güvenceye kavuşturulmalıdır. Bu büyük bir eksikliktir. 173 Sayılı ILO sözleşmesi de bize böyle bir yükümlülük vermektedir. Kıdem tazminatına etkili bir güvence getirilmesi devletin işçiye 80 senelik borcudur.

Diğer yandan tek başına dağ başında yaşıyor olsanız sosyal risklerle karşılaşmazsınız. Sosyal güvenlik dediğimiz şey insanların toplumsallaşmasının beraberinde getirdiği sosyal risklere dönük önlem almaya yönelik politikaları olan ve bunları hayata geçirecek kurumsal yapısı ve bu yapıyı harekete geçirecek kendine özgü hukuku olan bütünsel bir sistemdir. Prime dayalı bu sistemin içinde yaşlılığın getirdiği sosyal risk yaşlılık nedeniyle gelirsiz kalmaktır. O zaman yaşlılık aylığım da çalışırken sürdürdüğüm yaşam standardımı sürdürebileceğim şekilde düzenlenmelidir. Bunun finansmanını da kayıt dışı çalışmanın yani vergi ve prim kaçağının ortadan kaldırılması ile sağlayabilirler.   İşçilerin örgütlenmesinin önündeki engelleri ortadan kaldıracaksınız, işçiler örgütlenecek ve kayıt dışılık ortadan kalkacak. Sadece prim kaçağı üzerinden kurumun aktüeryal dengesini güncellemek mümkün olacak. Bir başka çözüm sosyal güvenlik kurumu benim primlerimi ve benim adıma işverenin yatırdığı primleri değerlendiren bir kamu kuruluşu ise özerk olmalıdır. Siyasi iktidarların seçime endeksli rüşvet niteliğindeki uygulamalarının hayata geçirilmesinin aracısı olmaktan çıkmalıdır. İşçi temsilcilerinin de yer aldığı etkin bir denetim mekanizması kurulmalı ve cezalar da artırılmalıdır. Prim aflarından vazgeçilmeli. Bir diğer finansman da servet vergisi, Türkiye OECD ülkeleri içinde en düşük servet vergisi alan ülke durumunda. Bizde toplanan vergilerin büyük bölümü dolaylı vergilerden oluşuyor, servet vergilendirilmiyor. Servet vergisi demek fonlarda, borsada parasını biriktirip paradan para kazanan, kent rantı üzerinden trilyonlara el koyanların vergilendirilmesi anlamına gelir. Servetin vergilendirilmesi yokuyla sosyal politikaların finansmanını sağlayacak kaynak transferi büyür. Bu çok kapsamlı bir sorun ve Türkiye’nin artık yüksek sesle sosyal politikaları ve talepleri tartışmasının zamanı geldi ve geçiyor.

(derleyen: mstfkrc)

20 Eylül 2023 Çarşamba

YILMAZ GÜNEY - DOSYA -

Fatih Altaylı'dan Yılmaz Güney yazısıyla ilgili açıklama (Birgün)

Gazeteci Fatih Altaylı, Yılmaz Güney'le ilgili 2000 yılında Hürriyet'te yayınlanan yazısını paylaşmasının ardından tepki çekti. Gelen tepkilere yanıt veren Altaylı, "Yılmaz Güney hakkında 23 yıl önce yazdığım yazıyı yeni zannedip yorum yapanlardan ricam bu yazının 2000 yılında yazıldığını bugün sadece o gün yapılan tartışmaları yeni tartışmalara ışık tutması açısından açısından hatırlattığımı anlamaları" dedi.


Gazeteci Fatih Altaylı, sanatçı Yılmaz Güney'le ilgili 2000 yılında Hürriyet'te kaleme aldığı yazıyı dün yeniden hatırlatması üzerine gelen tepkilere yanıt verdi.

Altaylı, bu yazının bugünkü tartışmalara ışık tutması amacıyla hatırlatma yazısı olduğunu ifade etti.

Altaylı X'ten (Twitter) yaptığı açıklamada şu ifadeleri kullandı: 

"Yılmaz Güney hakkında 23 yıl önce yazdığım yazıyı yeni zannedip yorum yapanlardan ricam bu yazının 2000 yılında yazıldığını bugün sadece o gün yapılan tartışmaları yeni tartışmalara ışık tutması açısından açısından hatırlattığımı anlamaları."

                                                                    ***

NE OLMUŞTU?

Sanatçı Yılmaz Güney’in ölüm yıldönümü vesilesiyle yazar Murathan Mungan sosyal medya hesabından bir paylaşımda bulunmuştu.

Mungan, “Yılmaz Güney’in ölümünün 39. yılı. İyi bir yönetmen, iyi bir oyuncu, iyi bir senarist olmasının yanı sıra sinemamızın en iyi yürüyen erkeğiydi. Bir daha kimse onun gibi boynunu hafifçe yana kırarak hüzünle bakarken içimizin en ücra yerine dokunamadı” ifadelerini kullanmıştı.

Mungan’ın paylaşımına yanıt veren Farah Zeynep Abdullah, "Sinemamızın en iyi yürüyen erkeği shjs ve kadın döven ve şiddet türleri açısından zengin ve etkili silah kullanan diyelim" demişti.

Güney'in ailesi Abdullah'a dava açacaklarını söylemişti. Gazeteci Fatih Altaylı da bu tartışmaya dahil olarak, 23 yıl önceki Hürriyet'teki köşesindeki, "Benim için Yılmaz Güney, Türkiye’nin Avrupa’daki imajını yerle bir eden, bunu da kendi menfaatleri için yapan bir katildir" ifadesini köşesinde hatırlatmıştı. 

                                                                     /././

Bizimdir demeye korkmadan: Yılmaz Güney (CEMALİ COŞKUNIRMAK-sol/kültür)

Ölümünün 39'uncu yıldönümü olan Yılmaz Güney’in sinemasında ve mücadelesinde dert edindiği problemler katlanarak artıyorsa, mirasını hatırlamaya ihtiyaç var demektir.

Yılmaz Güney 39 yıl önce 9 Eylül günü aramızdan ayrıldı...

En son ne zaman bir parçası olduğunuzu hissettiğiniz, heyecanla gösterime girmesini beklediğiniz, bir “Arkadaş”ınızınmış gibi sahiplenerek izlediğiniz bir filme gittiniz?

Bugün kendimize bu soruyu sormak hem Yılmaz Güney’i anlayabilmek hem de bir eksikliğin tespitini yapabilmek için önemli.

“Yılmaz Güney’in filmlerinde değişik bir şey var. Yalnız sanatsal etki değil, sanatın da ötesine giden toplumsal bir etki oluyor diye düşünüyorum. Çünkü onun filmlerini izleyen insanlar kendilerini onun yerine koymuyor, Yılmaz Güney’i kendi yerlerine koyuyor.” [Mahmut Tali Öngören]

Çukurovalı bir ırgat çocuğunun halka mal olmuş bir işçi sınıfı aydınına dönüşmesinde önemli rol oynamış birçok faktör var, bu konu üzerine sayfalarca yazılabilir ancak bunlardan iki tanesi belirleyici rol üstlenmiştir: sınıfın öyküsünü kendine dert edinme ve sanat - toplum ilişkisinin doğru kurulması.

Yılmaz Güney ergenliğinden ölümüne kadar kendisinin de bir taraf olduğu sınıflı toplumu kendisine dert edinmiş, edinidği bu dert tarafından eğitilmiş ve bütün hayatını baştan sona önüne koyduğu bu problemin aşılmasında önemli bir rol oynayabilmek için planlamıştır. Edindiği bu dert ve çabasındaki sürekliliği ölçüsünde emekçiler tarafından sahiplenilmiş, üretimleri büyük bir ilgiyle takip edilmiştir. Nasıl filmlerinde seyirci onunla birlikte aşağılanıyor, eziliyor ve başkaldırmaya karar verdiğinde ise alkışlar koparıyorsa, Yılmaz Güney de yoksulluğa ve ölüme terk edilmiş emekçilerle acı çekiyor, greve çıkan, mücadele eden işçilerle heyecan ve umut doluyordu.

“Benim için film üç günlük sarsıntı taşısın yeter. Fazla taşıyamaz çünkü. Seyirci filmden çıksın, üç gün onun etkisini taşısın, belli birikimler, belli temellenmeler kazansın. Dördüncü gün ben yokum, film yok çünkü. Bilinçaltına bir şeyler yerleşsin yeter. Biz de kendimizi fazla abartmayalım. Biz de nihayet sanatçıyız. Yani sanatçı dünyayı değiştiren adam değildir. Sadece dünyayı değiştirme mücadelesinin bir unsurudur, o kadar.” [Yılmaz Güney]

Güney, bugün iyice bireyselleşen ve kişisel dışavurumculuğa indirgenen sanatı, edebiyatla başlayıp sinema ile biten serüveninde, edindiği dert ile ilişkilendirmiş, sınıfa ulaşmak için önemli bir araç olarak kullanmıştır. Ne kendini kahraman olarak görmüştür ne de sanatını sınıf mücadelesinin merkezine koymuştur. Üretimlerinin tek amacı gerçek kurtarıcı olan işçi sınıfına toplumsal kurtuluş yolunda bir ışık tutabilmek olmuştur.

“Şu yapıldı: Halk yığınlarının beğenisi ve özlemleri, herhangi bir erek gözetilmeksizin, olduğu gibi dile getirildi. Diğer bir deyişle halkın beğenisi ve özlemleri, filmlerin izlenmesini sağlamak amacıyla kullanıldı. Bunun sonunda yığınların beğenisi arındırılarak değil de olduğu gibi yansıtılmış: özlemleri ise, gerçekleşmelerini önleyen koşullar sergilenerek veya gerçekleşmesinin yolları gösterilerek ya da sezdirilerek değil de olduğu gibi sunulmuştur. Ancak ortada şöyle bir sorun vardı: Halkın beğenisi ve özlemleri ne ölçüde kendi öz çıkarlarını yansıtıyordu” diyerek çürümüş Yeşilçam kültürüne meydan okuyan Güney, sanat anlayışı ve filmlerine konu edindiği meselelerin ayırt ediciliği sayesinde mevcut bataklıktan çok hızlı sıyrılmış ve izleyici tarafından hemen fark edilmiştir.

Bununla birlikte “Umut” filmiyle bir süredir Yeni Sinema dergisi çevresinde teorik düzeyde başlayan “devrimci sinema” tartışmasına, yerli ve somut bir tartışma zemini sağlamış, birçok sanatçıyı etkilemiş ve Türkiye’de sınıf için sinemanın yolunu açmıştır.

Peki bütün bunların bugün için ne önemi var?

Yılmaz Güney’in ortaya çıkışı, gelişimi ve ölümü, Türkiye’de sınıf siyaseti açısından hareketli bir dönemin başına ve sonuna denk gelir. 50’lilerin sonunda birikmeye başlayan toplumsal öfkenin bir taşıyıcısı olan Güney, 60’ların sonunda hız kazanan ve 70’lerin sonunda tepe noktasına ulaşan sınıf mücalesinin organik bir parçası olmuş ve burayla diyalektik bir ilişki kurmuştur. Hem bu mücadeleden etkilenerek düşüncelerini ve üretimlerini olgunlaştırmış hem de filmleriyle etkilendiği toplumsal hareketi etkilemiştir. Sonrası malum: zaferle taçlandırılamayan bir mücadele, darbe, karşı devrim ve ‘84’te kaybediyoruz “Arkadaş”ımızı…

Güney’in ne kişisel yaşamı, ne de sineması tartışılmaz değildir. Ancak, tarihsel değeri ve bugün sınıf mücadelesi için ifade ettiği anlam tartışılmazdır, ölümünden yaklaşık kırk yıl sonra onun dert edindiği problemlerle hâlâ boğuşuyorsak bugün için önemli olan da kendisinin bu tartışılmaz tarafıdır.

Bugün, Yılmaz Güney’in ortaya çıktığı koşullara çok benzer bir dönemin içerisindeyiz. Sanat tamamen piyasalaşmış ve emekçi sınıflara yabancılaşmış durumda; dönemin Yeşilçam’ı aynı ideolojik işlevini yerine getiren bugünün popüler dijital platformlarıdır, bizden holding sahiplerinin dertlerine üzülmemizi bekleyen televizyon dizileridir. Diğer yandan, ülkemizde radikal bir şekilde artan eşitsizlik ve biriken bir toplumsal öfke var. Bu öfke Yılmazlarını, Nâzımlarını arıyor. Tarih, yaklaşık kırk sene önce kapanan “Yol”u tekrardan açacakları dert edinmeye çağırıyor.

                                                      /././

Yaşanan tartışmalar ve bir kez daha Yılmaz Güney üzerine (Mesut Kara-Evrensel)

"Bazı seyircilerin ya da küçük aydınların küçümsediği filmleri yapmasa sinemanın ‘çirkin kral’ı olamayabilir, bu denli iz bırakamayabilir, sinemanın akışını değiştirecek filmleri yapamayabilirdi."

Son günlerde geçmişte de zaman zaman yinelenen; (belleksiz bir toplum olduğumuzdan verilen yanıtların, yapılan açıklamaların unutulduğu, kayda alınmadığı) Yılmaz Güney’in sanatı, filmleri, sanatçı kimliği, duruşu yerine kişiliği üzerinden bir tartışma yürütülüyor.

Belleği güçlü olanlar anımsar geçmiş yıllarda Sinan Çetin’in başlattığı “saldırıya” Halil Ergün dahil birçok sanatçı, yazar, aydın gerekli yanıtları vermişti. O yılların haftalık haber dergilerinin kapaklarına Nokta vb.) yansıyan “Tabuları yıkalım” türünden dosyalarla Nâzım Hikmet, Yılmaz Güney gibi değerlerimize saldırılar yoğunlaştırılıyordu.

Yılmaz Güney’i belli dönemleriyle, belli filmleriyle değerlendirmek, anlamaya çalışmak zordur; eksik kalır, yanlış olur. Örneğin, bazı seyircilerin ya da küçük aydınların küçümsediği filmleri yapmasa sinemanın ‘çirkin kral’ı olamayabilir, bu denli iz bırakamayabilir, sinemanın akışını değiştirecek filmleri yapamayabilirdi; ya da yalnızca kafasındaki sinemayı yapmaya koyulsaydı yine hem böylesine sevilen bir halk sanatçısı olamayabilir ve bu kadar uzun soluklu bir etki bırakamayabilirdi. Yılmaz Güney’i ancak bir bütün olarak değerlendirebilir, anlamaya çalışırsak, sinemasını da hayat tarzını da daha az hatayla kavrayabiliriz.

Kendisi de bazı söyleşilerinde ve özel sohbetlerinde ‘bir bütün olarak Yılmaz Güney Sineması’nın serüvenini, neden o küçümsenen filmleri de yaptığını, kendi sinemasını oluşturmak için hangi yollardan geçtiğini anlatır. Gelenekten beslenen Yılmaz Güney sineması geleceğe uzanırken düz bir yol izlemez; sıçramalarla gelişir, dönüşür. Yaşadığı yıllarda da sonrasında da birçok sinemacıyı etkiler, yol gösterici olur, ışığıyla yollarını aydınlatır.

Çocuktum. Dev-Genç’lileri dev gibi gençler sandığım yıllarda tanıştım Yılmaz Güney filmleriyle. Yanılmıyorsam ilk izlediğim filmleri Seyyit Han ve Aç Kurtlar’dı. Yılmaz Güney çocukluğumun ve ilk gençliğimin efsane adıydı. Ortaokul yıllarımda her okul çıkışı uğradığım kitabevinde onun kitaplarını okur, rutubet kokulu sinemalarda filmlerini izlerdim. Onun günleriyse hapishanelerde geçiyordu. Riskleri, hapishaneleri hatta ölümü göze alan bir duruşu vardı ve bu duruş onu Yılmaz Güney yapmıştı.

Bu ülke aydınına, sanatçısına düşünmeyi, düşündüğünü açıklamayı, mutlu olmayı, güzellikler içinde yaşamayı çok görüyor dahası yasaklıyor. Yılmaz Güney de “daha yapacak çok şeyi, filmleri” varken, hayatının en verimli günlerini hapishanelerde geçirdi. Hapisteyken yeni filmlerinin düşünü kurdu, projelerini geliştirdi.

Senaryosunu da kendi yazdığı “Yarın Son Gündür” filminde, “biz ustranın her zaman keskin tarafında yürüyoruz. Önümüzde mezarlıklar ve hapishaneler var” diyordu. Gerçek yaşamında da hep hapishaneler oldu. Son filmi Duvar’ı olanaksızlıklar ve hastalıklar içinde, yurdundan uzakta yapabildi. “Benimle ancak mutsuz olunur, korku içinde yaşanır. (…) Mutlu da olmayacağız, güzel günlerimiz de olmayacak” diye yazmıştı Selimiye Mektupları’ndan birinde.

SİNEMANIN AKIŞINI DEĞİŞTİRDİ

Yeşilçam dışı sinema arayışları sürerken Yeşilçam içinde kendini yetiştiren bir adam izleri bu günlere dek süren bir sinemanın temellerini atıyordu. Bu sinemacı, Yılmaz Güney’di. Yılmaz Güney çok yönlü sinemacılarımızdandı. Sinema dışında edebiyatçıydı aynı zamanda. Çok genç yaşta öyküler kaleme alarak başlamıştı edebiyatla ilişkisi. Sonraki yıllarında da şiirler, romanlar yazdı.

Sinema alanında da çok yönlü bir Yılmaz Güney vardır karşımızda: senarist, oyuncu, yönetmen, yapımcı olarak. Senaryo alanında ilk önemli çıkışını Ö. Lütfi Akad’ın yönettiği “Hudutların Kanunu” filmiyle yapar.

Yılmaz Güney’in Yılmaz Pütün olarak öyküsü 1930’ların hemen başında, Adana’nın Yenice köyünde başlar. İlk, orta ve liseyi Adana’da okurken pamuk işçiliğinden simitçiliğe kadar birçok işte çalışır. O yıllarda iyi bir sinema izleyicisi olan Yılmaz Pütün, lisedeyken And Film ve Kemal Film’de çalışmaya başlar. Bir yandan da öyküler yazıyordur. İktisat Fakültesi’nde okumak için İstanbul’a geldiğinde Yeşilçam’la da tanışır.

İstanbul’a geldikten sonra Atıf Yılmaz’la tanışan Yılmaz Güney sinemayla, sinema çevreleriyle daha sıkı ilişkiler kurar. İlk kez Atıf Yılmaz’ın yönettiği (Yılmaz Güney’in de asistanlık yaptığı ve senaryo çalışmalarına katıldığı) “Bu Vatanın Çocukları” ve “Alageyik” filmlerinde oyuncu olarak kamera karşısına çıkan Yılmaz Güney, kamera arkasında ilk yönetmenlik denemesini de “At Avrat Silah” filmiyle yapar.

Atıf Yılmaz’ın birçok filminde oyuncu, senaryo yazarı ve yönetmen yardımcılığını sürdürürken, yazdığı bir yazıdan dolayı ilk kez hapishaneyle tanışır. 1963 yılında tekrar sinemaya döndüğünde bol starlı salon filmlerinin, melodramların dünyasında, ‘sıradan filmlerin iyi oyuncusu’ olarak seyirciyi fethederek, ‘çirkin kral’lığa doğru yol alır.

Artık o, toplum dışına itilmiş, horlanmış insanların kendini bulduğu bir kahramandı. Sinemamızda bir dönüm noktası olan “Umut” filmine kadar, onlarca vurdulu-kırdılı filmin yanı sıra “Kızılırmak/Karakoyun”, “Hudutların Kanunu” ve “Seyit Han” gibi iyi filmlerde de oynamıştır. Gönlünü fethettiği seyirci artık onu istiyordur. Güzel adamların dünyasını tuzla bu etmiştir. Artık Yeşilçam Yılmaz Güney sinemasıyla şekillenmeye başlamıştır.

Nijat Özön, “Türk sinemasında Akad’ın çizgisini sürdüren, geliştiren, onun tek meşru ‘varisi’ sayılabilecek olan, aynı zamanda Sinemacılar Dönemi ile Genç/Yeni Sinema Dönemi arasında hem bir halka işlevi gören hem de bu son dönemi başlatan” sanatçı olarak söz eder Yılmaz Güney’den.

Ö. Lütfi Akad’ın yönettiği “Hudutların Kanunu” Yılmaz Güney’in hem oyuncu olarak hem senaryo alanında önemli bir çıkış yaptığı film olur. Yönetmen olarak kamera arkasındaki önemli çıkışını da “Seyit Han” filmiyle yapar.

1970 yılında yönettiği, gerçeği yalın ve çarpıcı/sarsıcı biçimde anlattığı “Umut” ise hem kendi sinemasında hem Türkiye sinemasında dönüm noktasını oluşturan bir başyapıt film olarak geçer tarihe. Filmde Adana’da faytonculuk yapan Cabbar rolüyle oyuncu olarak da önceki filmlerindekinin aksine kahraman ya da kabadayı değil, bir anti-kahramandır.

Umut’u her biri birer başyapıt olan Ağıt, Baba, Umutsuzlar, Yarın Son Gündür, Acı, Zavallılar ve Arkadaş izler 1970-1974 yılları arasında.

Yılmaz Güney’in her adımı, zekâsının yol göstericiliğinde düşünülmüş, planlanmış, bilinçli adımlardır. Her an, hayatının sonrasını kurgular, adımlarını öyle atar. Önemli bir sinemacı olmayı, kendi sinemasını yaratmayı, dahası sinemanın akışını değiştirmeyi de çok önceleri düşünmüş, planlamış ve kurgulamıştır kafasında. Geniş halk kitlelerinin sevdiği iyi oyuncu olmayı erken dönemde kafasına koymuş, iyi filmler yöneterek hem kendi sinemasını oluşturmayı hem de içinde bulunduğu sinemayı değiştirmeyi, film yapım koşullarına müdahale edebilmeyi düşünmüştür. Hapishanelerde geçirdiği günleri de bu yolculuğu planlamak için değerlendirir. Bu yüzden, attığı her adım önceden tasarlanmış, düşünülüp planlanmıştır.

Yeni bir sinemanın, Yeşilçam dışı film yapım, dağıtım gösterim imkânlarına sahip olacak, ‘bağımsız bir sinema’nın oluşumu için de düşünceler geliştirir, bunu hayata geçirmek için adımlar atar, yakın çevresinden sinemacı arkadaşlarıyla toplantılarda konuşur bu konuyu. Bu projeyi hayata geçirebileceğini düşündüğü sinemacılar arasında Şerif Gören, Zeki Ökten, Ahmet Soner gibi sinemacılar vardır. Ne yazık ki bu önemli projesini gerçekleştiremez. Yeni hapislikler, cezalar yakasını bırakmaz.

Yılmaz Güney Endişe filmini çekecektir, filmin çekimlerinin başladığı günlerde Adana’nın Yumurtalık ilçesinde çıkan bir tartışmada hâkim Sefa Mutlu’yu öldürdüğü gerekçesiyle (13 Eylül 1973) tutuklanır.

KİŞİLİĞİ VE TARTIŞMALAR ÜZERİNE

Sineması kadar özel hayatı da fırtınalı ve tartışmalıdır. Birgün’de yayınlanan “Yılmaz Güney'e neden saldırıyorlar?” başlıklı yazıda Can Serhat Halis’in bu yazının başlarında yer verdiğim cümlelere benzer cümleler kurması doğru ve bilimsel bakışın göstergesi; şöyle diyordu Can Serhat Halis yazısında: “Yılmaz Güney’in lümpenlikten gelip devrimciliğe evirilen bir gerçeği var. Bu gerçeği yok sayarak onu değerlendiremezsiniz. Bir bütünün sadece bir parçasını referans alarak, bütünün kendisini tanımlayamazsınız. Şayet bunu bilinçli olarak yapıyorsanız, hangi bütünü referans aldığınıza bakılarak, amacınızın ne olduğu anlaşılır. (…) Soru basittir: Madem bütünü tanımlarken onun sadece bir parçasını mercek altına alarak bu işi yapıyorsunuz; o halde neden Yılmaz Güney’in devrimci yıllarını değil de lümpenlik evresini bu tanıma temel teşkil ediyorsunuz?”

Yine Birgün’de Uğur Kutay “Yanlış bir tartışma” başlıklı yazısında “Güney’in cinayetten suçlu bulunup hapiste yatması, hayatındaki kadınlara uyguladığı şiddet haberleri, çoğu filminde yansıyan erkek-egemen sistemin hem ürünü hem de yeniden-üreticisi olması, silahlarla fetiş düzeyinde kurduğu ilişki gibi unsurlar arada bir gündeme getirilir ve buradan yola çıkarak Güney’in yapıtı değersizleştirilmeye çalışılır” yazıyordu.

Murathan Mungan’ın Yılmaz Güney’i övdüğü bir sosyal medya mesajına Farah Zeynep Abdullah’ın verdiği yanıtla başlayan tartışmanın aslında en masumu Farah Zeynep Abdullah diyebiliriz. “Mungan’ın ‘iyi bir yönetmen, iyi bir oyuncu, iyi bir senarist’ tanımlamalarını es geçip, Güney’in erkekliğine yaptığı övgüye takılmıştı. Böylece o da Güney’in kadın dövdüğünü, şiddet türleri açısından zengin olduğunu ve etkili silah kullandığını yazdı. Sonra yaşananları biliyorsunuz: Güney ailesinin tepkisi ve dava açması, FZA’nın “Hâkimi vurmak yok ama” diyerek bu sefer açıkça aileye laf attığı bir mesaj yazması, sağcı-İslamcı kesimin ‘mal bulmuş mağribi gibi’ FZA’nın mesajlarını sahiplenmesi, vs.” (Uğur Kutay a.g.y.)

Tartışmaya Fatih Altaylı da eski bir yazısını anımsatarak katıldı.

Tartışmalar sürerken Farah Zeynep’e dava açan Güney ailesinin avukatı “kadınlara, Kürtlere, işçilere, devrimci güçlere, LGBTİ+’lara yönelen sistematik saldırılara karşı ses çıkaramayan yeni dönem sanatçıları” diyerek oyuncuya haksızlık yapıyordu. Oysa Farah Zeynep Siirt’te tecavüze uğrayıp 18 yaşında intihar eden İpek Er’in katili uzman çavuşa “şerefsiz katil” dediği için iktidarın erkek yargısınca “tecavüzcü katile hakaret’ suçuyla cezalandırılmıştı.

Yılmaz Güney hakkında yeterli bilgiye sahip olmaması, saldırılarda kullanılan dilin, bilgilerin etkisinde kalması ve kadına şiddet konusundaki hassasiyeti, Yılmaz Güney ve sineması hakkındaki bilgi eksikliği genç oyuncunun tartışmaya eksikli ve yanlış bir yerden dahil olmasına yol açmıştı.

Murat Belge bir yazısında Yılmaz Güney’i şöyle tanımlıyordu: “Parlak bir sinemacı ve sanatçı, hiç bir zaman amatörlüğün ötesine geçememiş bir ‘siyasetçi’; her şeyini kitlelerle paylaşmaya can atan bir ‘biz’ ve çıkardığı siyasi dergiye Güney adını verecek kadar bireyci bir ‘ben’; dünyanın sosyalizm-öncesi popülist başkaldırmacı kahramanına, örneğin bir Robin Hood’a denk düşen bir mizaç ve tarihi maddeciliğin teorik inceliklerini kavramaya hayati önem veren bir akıl; silah, eylem ve mertlik dünyasının korkusuz bir savaşçısı ve insanları barışa, sükunete, okumaya, sevgiye çağıran bir derviş. Bütün bunların sonucunda mutlak bir yalnız adam.” (Yeni Gündem, sayı 41, Aralık 1986)

Bu tanımlamanın bugüne dek yapılmış en doğru, O’na en yakışan Yılmaz Güney değerlendirmesi olduğunu düşünüyorum. Yılmaz Güney bir sinema dehası, bir misyon insanı, tanıyanlar için iyi bir dost ve iyi bir devrimciydi.

Evet bu ülke sanatçısına düşünmeyi, düşündüğünü yaşamayı çok görüyor, dahası yasaklıyor. Türk sinemasını dünyaya tanıtan, kendi kuşağını olduğu kadar, kendinden sonraki kuşakları da etkileyen Yılmaz Güney, “daha yapacak çok şeyi, filmleri” varken, 9 Eylül 1984’de ülkesinden uzakta, Paris’te aramızdan ayrılır.

                                                               /././

Yılmaz Güney'e neden saldırıyorlar? (CAN SERHAT HALİS-Birgün)

Çukurova'nın bir köyünden çıkıp gelmiş bir ırgat çocuğunun, besili balkon bebelerinin taştan kalelerini yıkmasına, beyazların ayrıcalıklı alanlarında muazzam başarılar elde etmesine tahammül edemiyorlar.

Tüm Ortaçağ toplum nazarında öcüleştirilen kişilerin, diri diri yakılmasıyla çalkalandı. Bu elbette engizisyona boyun eğmiş halkın gönüllü iştirakiyle mümkündü. Toplumsal bir çıldırmışlık hali tüm Avrupa’yı sarmıştı. Evleri basıp insanları öldürmek, “cadıları” kasaba meydanlarında yakmak; küçük bir kışkırtmaya ya da birkaç ay süren bir dedikodu furyasına bakıyordu. Çünkü dönemin egemen düşüncesi, insanları buna yönlendiren bir atmosfer doğurmuştu.

Bu atmosferde soluyan toplum, her nefesle birlikte biraz daha hipnotize oluyor, gerçeklikle bağı kopuyordu. Hipnotize kişinin genel eğilime uyması, kendisini bu akıntıya bırakması ise kaçınılmazdı.

Benzer bir hipnozlanma ve davranış örüntüsü günümüz için de geçerli. Zira her çağın egemen düşüncesi, o çağın insanına kendi doğrularını dayatan bir mengene görevi görüyor. Günümüz insanı da bu mengenenin kıskaçları arasında şekilleniyor. Bugünün insanı, hipnoz haliyle, gözbebeklerinin içinde spiral girdaplarla yularını çekenin istediği yöne saldırttığı bir çizgi film karakteri adeta.

Günümüzde insanı özgür iradesinden bile soyutlayan bir kültürel dayatma, daha doğru bir ifadeyle kültürel akıntı var. Bu akıntının debisine kapılmış herhangi bir birey -yönünü kendi tayin ettiğini düşünse de- akıntının onu sürüklediği yere gidiyor. Bireyin bunun aksini iddia etmesi, ne yazık ki akıntı boyunca sürüklendiği gerçeğini değiştirmiyor.

AKINTIDA SÜRÜKLENEN BİREY

Burada Adorno’nun kavramsallaştırmasıyla söyleyecek olursak, “kültür endüstrisi”; kültürel, sosyal ve hatta politik hemen her fenomeni birer meta haline getiriyor. Bu dünyada, alınır satılır bir değere sahip olmayan hemen her duygu, düşünce, kişi; değersiz ve tu kaka ilan ediliyor. Sıradan birey de bu referansa göre kendi yargılarını oluşturuyor.

Ancak burada kültür endüstrisinin esaslı işlevi, politik olarak egemen düşüncenin karşısına konumlanmış hemen her olguyu, kendisi olmaktan çıkarması olarak beliriyor. Bunu yaptığı oranda da, egemen düşünce karşısına konumlanmış her bir eser, kişi, olay ve düşünce; bir anda etkisiz ve zararsız bir kültürel şekerlemeye dönüyor.

Bu kuşkusuz “popüler kültür” ayağıyla hayata geçiyor. Burada artık devrimci herhangi bir fikir ya da kişi bile (örneğin Che) karizmatik bir popüler kültür ürününe çevrilir. Metalaştırılan bu mefhum, gerçek içeriğinden soyutlanır, anlamsız bir popüler figür haline gelir. Sistem, dışındakini içine alıp şirinleştirir ve yumuşatıcıdan geçirerek kullanılır meta haline getirir.

Kültür endüstrisinin “şirinleştirme” dışındaki bir diğer mahareti ise, çeşitli kişi ve düşünceleri “öcüleştirme” olarak karşımıza çıkıyor. Karalama, itibarsızlaştırma ve öcüleştirme, hemen her iktidarın başvurduğu bir yöntem. Egemen düşünce, sıradan bireye çeşitli “şirinleştirilmiş” ve “öcüleştirilmiş” yemekler sunuyor ve bu yemeklerden tadan her birey, bu şirinleştirme ve öcüleştirme bandosunun bir üyesine dönüşüyor.

Marx’a atıfla söyleyecek olursak; her çağın hâkim düşüncesi, o çağın egemenlerince belirlenir. Bugün de, egemen doğruluk ölçütlerine göre kültür endüstrisi kişi, olay ve fikirleri ötekileştirip, öcüleştirebiliyor. Kapitalist propagandanın en sık başvurduğu yollardan biri bu. Kendi yarattığı yeni doğrulara göre, kişileri ve fikirleri yargılıyor ve hüküm veriyor. Sıradan insan ise bu kara propagandanın tesirinde kalıyor.

Cebimizdeki telefonlar, bilgisayarlar, sosyal medya platformları, filmler, gazeteler, kitaplar, youtube yayınları, tiktok videoları, podcastler, hükümet yalanları ve aklınıza gelebilecek daha pek çok namludan üzerimize ateşlenen çağın hâkim düşünceleri, sıradan bireyi bir anda çeşitli “öcü” karakterlere karşı öfke dolu bir tiplemeye çeviriyor.

ŞİRİNLEŞTİRME VE ÖCÜLEŞTİRME

Che, yaşamını yitirinceye kadar baş düşman ve bir öcüydü, şimdi ise popüler kültür figürüne dönüştürülmeye çalışılıyor. Benzer bir durum 90’lara kadar Mandela için de geçerliydi. Frida Kahlo, çoktan “şirin” bir popüler kültür metasına dönüştürüldü. Taliban ve Usame bin Ladin, Sovyetler’e karşı savaşta kahramanlardı, Sovyetler’in çözülmesinden sonra öcü ilan edildiler. Bugün Julian Assange’ın ya da Esad’ın öcüleştirilmesi, Esad’a karşı savaşan cihatçı örgütlerin şirinleştirilmesi olguları gün gibi ortada. Yakın zamanda öcüleştirilen Ruslar, tüm Avrupa’da akıl almaz saldırılara maruz kaldı, küçücük çocuklar Rus oldukları için okullara alınmadı.

Tarihte bu yazının sınırlı hacmi içerisinde hepsini belirtmenin mümkün olmayacağı kadar çok isim, egemen düşünce atmosferinde öcüleştirildi, bir o kadarı da şirinleştirildi. Bugün benzer bir öcüleştirilme propagandasının, sistemli ve yoğun biçimde Yılmaz Güney’e karşı yürütüldüğünü görüyoruz.

Sosyal medyadan duydukları abartılı hikâyeler ve birkaç şehir efsanesiyle bir anda aydınlanan, gerçeği keşfettiğini sanan yeni cahil birey, en keskin hükümlerle ortalıkta arzı endam ediyor. Dehşet bir küstahlıkla Yılmaz Güney’e saldırıyor.

YILMAZ GÜNEY GERÇEĞİ

Yılmaz Güney’in lümpenlikten gelip devrimciliğe evirilen bir gerçeği var. Bu gerçeği yok sayarak onu değerlendiremezsiniz. Bir bütünün sadece bir parçasını referans alarak, bütünün kendisini tanımlayamazsınız. Şayet bunu bilinçli olarak yapıyorsanız, hangi bütünü referans aldığınıza bakılarak, amacınızın ne olduğu anlaşılır.

Soru basittir: Madem bütünü tanımlarken onun sadece bir parçasını mercek altına alarak bu işi yapıyorsunuz; o halde neden Yılmaz Güney’in devrimci yıllarını değil de, lümpenlik evresini bu tanıma temel teşkil ediyorsunuz?

Biz burada bir kişiyi değerlendirirken, onun tüm tarihini ve etkisini dikkate alarak, anlamaya çalışacağız. Üstelik bireyi yaşadığı dönemin koşullarına ve dünyasına göre değerlendirmenin temel bir dayanak olduğunu da dillendirmeliyiz.

Güney, yoksulluğun ve içine doğduğu feodal geri dünya ilişkilerinin bir ürünü olarak hayata atıldı. O, geri kültürel kodların büyük tortularını sırtında taşıyarak taşradan kente geldi. Ancak onu kıymetli kılan şey tam da bu noktada açığa çıkan, geri düşünce ve davranışlardan sıyrılma çabasıdır. Marksizmle tanıştıkça sırtındaki geri ve lümpen tortulardan kurtulmuş, büyük bir aydınlanma yaşamıştır.

Kendisi geçmişinin ve hatalarla dolu gençliğinin güçlü bir özeleştirisini vermiş, özellikle Türkiye sinemasına kazandırdığı “Arkadaş”la başlayan ve “Sürü”, “Yol” ve “Duvar”la zirveye oturan son filmleri ile hem gündelik ilişkilerinde hem de sanat anlayışında Marksist ileri düşüncelerin esaslı yer edindiğini kanıtlamıştır.

Kimse anasının karnından demokrat, ilerici, Marksist, feminist ya da vegan olarak doğmuyor. Her birey kişisel gelişimine ve içine doğduğu dünyanın yönlendirici etkilerine bağlı olarak zamanın bir anında dönüşüm yaşıyor. Bu dönüşümü yaşamış bireyleri değerlendirirken, onları değişim öncesi dönemlerinin icraatları ve düşünceleriyle sınırlamak, bu sınırın içine hapsederek tanımlamak ve yargılamak, oldukça ahmakça bir iş.

Hayatı statik, monoblok, değişmez olarak anlamlandırdığınızda; bireyi de bu kıstas üzerinden değerlendirirsiniz. Oysa evrende hiçbir şey değişmez değildir. İnsan ve fikirler dünyası da öyle. Değişim yaşamış insanları ısrarla değişim yaşamamış gibi göstermeye çalışmak, bilinçli bir kötü niyet değilse, kaçınılmaz bir alıklıktır.

Tüm yaptıkları iki ile çarpılsa, yine de Güney’in yaptıklarının yarısına bile erişemeyecek tiplerin, Güney’in hatırası üzerinde tepinme cesareti göstermesi, solun zayıflığından ve bu baskın liberal bulamaçtan gücünü alıyor. İşte bu bulamacın amacı, onu öcüleştirmek ve Yılmaz Güney’in temsil ettiği fikirler bütününü toplum nazarında itibarsızlaştırmaktır. Yılmaz Güney burada bir kişi değil, bir temsildir. Onun itibarsızlaşması, bir sonraki adımda Mahir’lerin, Deniz’lerin hedefe oturtulmasıyla sonlanacaktır. Saldırının esas nedeni budur.

Sanat ve insanlık tarihinde anlamlı hiçbir yere oturmayan Farah Zeynep Abdullah’ların, Fatih Altaylı’ların, faşist holiganların ve bilumum liberal çığırtkanın Yılmaz Güney’e saldırmasının bir nedeni daha var elbet: Çukurova'nın bir köyünden çıkıp gelmiş bir ırgat çocuğunun, besili balkon bebelerinin taştan kalelerini yıkmasına, beyazların ayrıcalıklı alanlarında muazzam başarılar elde etmesine tahammül edemiyorlar.

                                                          /././

Adı Farah kendi Farah! (Yasin Durak-Birgün)

Yaklaşık yirmi küsur yıl evvel lise öğrencisiyken bir ödev hazırlıyorum; konu Yılmaz Güney sineması… Umut filmindeki o malum karakol sahnesine ait sekansları sunuya aktarmak için döndürüp tekrar tekrar izliyorum, sonra birden arkamdan hıçkırık sesleri geliyor. Bakıyorum, annem ile dayım sesleri duyup odama girmiş, ağlıyorlar, “Biz bu sahneyi hiç unutmayız, çocukken sinemada izledik” diye… 

Yılmaz Güney çağının çelişkilerinden azade bir sanat işçisi değildi; tıpkı Chaplin gibi, Neruda gibi, Brecht ve daha niceleri gibi…

Halen belirli kavşakları aşamamış bir toplumsal konjonktürde bulunan sanatçılar tüm devrimci müdahalelerine ve yarattıkları sıçramalara karşın yaşadıkları tarihin kimi “aşamalarından/aşamadıklarından” illaki izler taşırlar. Kültür tarihine ilişkin en ufak bir ilgi geliştirmiş, en ufak bir soruşturmaya girişmiş herkes bunu bilir. Bu nedenle sanatçılar ve yapıtları değerlendirilirken anakronizmden kaçınmak, yaratıcıları ve yaratımları içinde yetiştikleri ve yeşerdikleri koşullara bakarak değerlendirmek gerekir. Velev ki bizimki gibi modernliğe koşar adım yetişmiş toplumlarda bu çelişkiler daha da kallavi bir hal aldığından devrimci sanatın yükü de ağırlaşır hallice. Bu yüzden Perry Anderson, “Üçüncü dünya modernliğe hiçbir ölümsüzlük çeşmesi sağlamaz” diye yazarken G. García Márquez, Salman Ruşdi ve Yılmaz Güney’i bu geç kalmışlığın başyapıtlarını ortaya koydukları için özel olarak örnek gösterir. Hülasa Güney sineması sırtındaki tüm tarihsel/toplumsal kenelerle birlikte oynamıştır çağının “Brechtgil” rolünü! Yedi düvel bunu kabul edip de “adamı” (!) literatürüne koyup incelerken; ondan ne öğreniriz, daha iyisini nasıl üretiriz diye çalışırken bizim memlekette şu günlerde onu tefe koymak isteyenlerin saçma sapan çıkışları gerçekten utandırıcı! 

Yılmaz Güney’in kişiliği, hayatı boyunca ayaklarına dolanan taşralı köklerini özümseyerek (asla inkâr etmeden) aşmak uğruna giriştiği mücadele bile başlı başına diyalektik bir bağlama oturur. Feodal köklerini, şiddete meylini, aşamadığı erkekliğini kendisi de eleştirmiştir. Evet, bilhassa Nebahat Çehre’ye uyguladığı şiddetle eleştiri konusu da olmuştur, aynı dönemde yaşadığı pek çok burjuva müsavisi gibi… Evet, hâkimi vurmuştur, verilen ceza boyunca da mahpusta yatar, fakat sudan bahanelerle ceza katmerlendirilip de Nazım benzeri Kafkaesk bir dava silsilesine düştüğünde olayın siyasi yönü ağır basar, o da hapisten kaçar. Fakat Yılmaz Güney’i bunlarla mı konuşmak gerekir, ürettikleri dururken? 

Öyleyse ürettiklerine gelelim. Evet, Güney sinemasında da çok fazla sorun bulunur. Erkeklik, şiddet, argo… Hem de en az çağındaki burjuva müsavileri kadar! Gelgelelim Güney’in yapıtlarının çoğunda bir taraftan toplumcu eleştiriler geliştirirken aynı zamanda kendine de eleştiri getirdiği, hatta kendi aşmaya çalıştıklarını yansıttığı da söylenebilir. Bu nedenle “at, avrat, silah” imgelemine bürünmüş tüm o yapıtlara içrek bir özdüşünüm de mevcuttur. O aşkınsal erkeklik yoksulluğun karşısında batağa saplanır her seferinde. Kimileyin en yiğit külhanbeyi en sıradan kör kurşunla biçare düşer. O çok gündem olan Arkadaş filminde dahi oynadığı Şapkalı Âzem karakterinin aslında bir eleştiri nesnesi olduğunu söyler Yılmaz Güney. Pek çok örneği vardır bunun. Çünkü o kendinin de farkındadır, çoğu mahpusta geçen üretim ve mücadele süreci boyunca kendisini eleştirmeyi asla ihmal etmez. 

Şimdi bugün soy ağacıyla övünen, aristokrasi özentisi küçük burjuva bir artist çıkmış Yılmaz Güney’in kadın düşmanlığından dem vuruyor. Malum iptal kültürü [cancel culture] tavan yaptı, küçük burjuva dünyasının ayırıcı sığasından bir sosyal medya iletisiyle kolayca “eleştirel” olacağını sanıyor. Ülkedeki feminist çevrelerin bunları çoktan aştığından habersiz. Zira ne bilsin? Hayatında bir kadın cinayeti takip etmiş mi acaba? Sosyal medyadaki birkaç iletisi dışında örgütlü bir mücadeleye girişmiş mi? Ülkede medeni kanun tartışılırken bir kadın sanatçı olarak herhangi bir direnişe iştirak etmiş ya da ön ayak olmuş mu? Ya da Yılmaz Güney konusunda sosyal medyada “duyar kasarken” birlikte çalıştığı yönetmenleri, oynadığı senaryoların eril niteliğini ve dahi rol arkadaşlarını hiç dert etmiş mi; Ozan Güven hakkındaki iddiaları soruşturmuş mu mesela? 

Nihayet Güney ailesi, ihtar niteliğinde hukuki bir savunmaya geçeceğini açıklayınca da iyice gemi azıya alıyor: “Hâkimi vurmak yok ama!” Erkeklik sökmezse milliyetçilik değil mi? Oportünizminin dibine vuralım öyle mi? Geçtiğimiz aylarda Cengiz Bozkurt bir konuşmasında tam da bu küçük burjuva sanatçıların bu çeşit podyum politikasından yakınmıştı. “Yıllarca piyasada her türlü pis ilişkiye girenleri, hatta yeri geldiğinde saraya koşup el öpenleri, yok bir konseri yasaklandı yahut eleştirel iki ileti attı diye tepenize çıkarmayın hemen, bir araştırın” diye seslenmişti bize. Ne haklıydı! Varsın, bizim yaşadığımız kokuşmuş sokakları bilmeyenler böyle üst sınıf ferah alanlarından politikleşsin ne edelim? 

Adı da Farah zaten; adı Farah kendi Farah! 

                                                              /././

Bizim Yılmaz Güney (Fatih Yaşlı-soL)

Bugün faşistler Güney’i eleştirmiyorlar, ona kudurmuş bir ruh hali içerisinde saldırıyorlar ve bu saldırı toplumu ilerletmek adına değil, bilakis geriletmek, aklını fikrini iğdiş etmek için yapılıyor.

Yılmaz Güney 9 Eylül 1984’de, memleketinden uzakta bir yerde, Paris’te öldü, yani tam 39 yıldır hayatta değil. 

Kamusal figürlerin öldükten sonra da tartışılmaya devam edilmesinde şaşırtıcı bir yan yok elbette ama uzun yıllar önce yaşamını yitirmiş bir insanın sanki halen hayattaymış gibi böylesine yoğun bir linç ve itibarsızlaştırma kampanyasına maruz bırakılması üzerine düşünmek gerekiyor. 

Öyle bir kampanya ki bu, sanki Güney yeni bir film çekmiş, uluslararası bir sinema ödülü kazanmış ya da vatandaşlığı iade edilmiş de ülkeye dönüyormuş, yani yeni ve güncel bir gelişme yaşanmış gibi kendini sürekli tazeleyen bir teyakkuz hali, salyalı bir iştah var ortada. 

Ya da sanki birileri çıkıp “Yılmaz Güney ne yaptıysa iyi yapmıştır, eleştirilemez, sorgulanamaz” demiş, “Güney’e dokunma” kampanyası başlatmış gibi “ama bakın kadına şiddet, ama bakın cinayet…” diye feveran eden, Güney’in ismi üzerinde tepinen bir histeri gösterisiyle karşı karşıyayız. 

Bu histerik teyakkuzun bir boyutunda batıdan ithal “cancel kültürü” akımı var elbette. 

Türkçeye “iptal kültürü” diye çevirdiğimiz bu akım şimdi Yılmaz Güney’in “suç ve günahları” üzerinden onu “iptal etmeye”, yani siyasi kimliğini, sanatını, filmlerini, yönetmenliğini itibarsızlaştırmaya çalışıyor. 

Güney’e baktığında kadınlara şiddet uygulayan bir maçodan, feodal arızalarla yüklü bir taşralıdan başka bir şey görmeyen, onun kabadayılık ve erkeklik ikliminin en sert koşulları içerisinden çıkıp kendisini nasıl dönüştürdüğünü, sosyalizmi benimseyip içselleştirdikçe kadın meselesine bakışını nasıl değiştirdiğini duymak ve anlamak istemeyen, en naif ifadeyle “ahmaklık” diyebileceğimiz bir tutum var burada. 

Mesele sadece liberalizmle iltisaklı bu ahmaklıkla sınırlı olsaydı olan biteni çok da umursayabilir, gülüp geçebilirdik yaşananlara aslında ama böyle değil. Ortada bu ahmaklığı aşan son derece bilinçli, planlı, programlı bir saldırı var. Bu saldırının tertiplendiği mecra ise Türkiye siyasetinin yeni fenomenlerinden biri olan seküler milliyetçilik.

Türkiye’de milliyetçiliğin seküler versiyonları daha önce de görüldü ama artık karşımızda yepyeni bir olgu bulunuyor. AKP’yle ortaklık yapan MHP’ye muhalif, İYİP’in merkez sağ bir parti olmakla milliyetçi bir parti olmak arasındaki mütereddit halinden hoşnutsuz, bu nedenle de yüzü kısmen Memleket Partisi’ne dönük ama esas olarak kendini Zafer Partisi’nde ifade eden yeni bir milliyetçilik biçimi bu.

Var oluş nedenini AKP karşıtlığından alan ama onunla cepheden karşı karşıya gelmeyen, onun yerine mülteci meselesini siyasi motivasyonunun merkezine yerleştiren, yaşanan çoklu kriz konjonktürünün yarattığı çaresizlik, umutsuzluk ve öfke yüklü hissiyatı mültecilere yükleyip onları günah keçisi haline getiren ve bunun üzerinden kitleselleşen, seküler nitelikli ama aynı zamanda Avrupa’daki neo-faşist/sağ popülist akımlara benzeyen bir akımla karşı karşıyayız.

Bu akım hem tarihi hem de tarihsel figürleri kendi gündemine eklemlemekte hayli mahir: Mustafa Kemal’den Enver Paşa’ya, Atsız’dan Çatlı’ya, hatta Kenan Evren’e uzanan bir bulamaç var ortada. Tarihsel olarak aslında öyle kolay kolay aynı yerde konumlandırılamayacak bu figürler, seçmeci bir yöntemle ve “Türkçülük” üst başlığında bir araya getiriliyor, hepsi aynı kanona yerleştiriliyor seküler milliyetçiliğin söyleminde. 

Örneğin bir bakıyorsunuz Milli Mücadele boyunca birbiriyle liderlik kavgası vermiş, birbirlerinden hiç hazzetmeyen, iki farklı siyasi eğilimi ve stratejiyi temsil eden Enver ve Mustafa Kemal aynı potada kolaylıkla eritilebiliyor. Mustafa Kemal’i hiç sevmediğini bildiğimiz Atsız’a duyulan hayranlıkla “Atsızcı” olunuyor ama aynı zamanda Mustafa Kemal’e de “Başbuğ” denilebiliyor. Bir yandan Çatlı gibi isimler kahramanlaştırılıyor ama öte yandan Kenan Evren de “anarşiyi bitiren devlet adamı” olarak övgülere mazhar olabiliyor.  

Bu lümpen ve apolitik politize olma biçimi en çok genç kuşakta karşılığını buluyor elbette. Özellikle giderek yoksullaşan alt-orta sınıftan ailelerin çocukları, çoklu kriz konjonktüründe yaşadıkları geleceksizlik hissini, kolektif depresyonu ve hıncı, güçlü bir solun ve emek hareketinin yokluğunun yarattığı bir atmosferde bu akıma sığınarak ifade ediyorlar 

Geleceği olmayan genç kitleler hayali bir geçmişe sığınıyor, kendilerine birtakım kahramanlar yaratıyor, bununla avunuyorlar. Bugüne bakarken ise içerisinde bulundukları durumun esas sorumlusunu, yani Türkiye kapitalizmini görmekten aciz oldukları için öfkelerini günah keçisi olarak seçilen mültecilere yöneltiyorlar. Bunun üzerinden ortaya bir Türklük fetişizmi çıkıyor ve bütün fetişler gibi bu da hakikatin üzerini örtmekten başka bir şeye yaramıyor.

İşte Yılmaz Güney’e yönelik sistematik linç kampanyasının gerisinde tam olarak bu var. Sözünü ettiğimiz yeni seküler milliyetçilik, bütün milliyetçilikler gibi antikomünist karakteriyle temayüz ediyor ve birkaç sosyal medya trolünün öncülüğünde aslında sadece Güney’e değil Türkiye solunun bütün bir tarihine, bütün değerlerine saldırılıyor, Güney üzerinden faşist bir “put kırıcılık” operasyonu yürütülüyor. 

Bu da elbette en çok “kültürel hegemonyayı kuramadık” şikâyetinin sahiplerini, yani İslamcıları mutlu ediyor. Yeni Şafak yazarlarından birinin sol için "tanrılarının fanusunda hafif bir çatlak oluştu. Darısı Mahir’inden Deniz’ine, Ertuğrul’undan bilmem kimine kadar diğer tanrı ve tanrımsıların başına" demesi nedensiz değil yani. 

Bu operasyonu yürütenler ve destekçileri, Yılmaz Güney’in Nazım Hikmet’le, Sabahattin Ali’yle, Aziz Nesin’le, Ahmed Arif’le, Ahmet Kaya’yla, Denizlerle, Mahirlerle birlikte Türkiye halkının zihninde ve kalbinde tuttuğu yeri çok iyi biliyorlar. Sol bugün zayıf da olsa güçsüz de olsa, sol denildiğinde toplumun aklına ilk gelen bu isimlerin kuşaktan kuşağa, nesilden nesle aktarılan bir sevgi ve saygıyla kuşatıldıklarının farkındalar.

Eleştiri, Marksizm’in özüdür, Marx’ın bütün bir düşünsel yaşamı eleştiri kavramı üzerinden açıklanabilir. Marksizm eleştiriyle ilerlemiş, en sert eleştirileri Marksistler birbirlerine yöneltmişlerdir. Bu, dünyada da Türkiye’de de böyledir. Marksistler, sosyalistler, devrimciler için kimse eleştirilemez, kimse kutsal değildir ve buna hem Yılmaz Güney hem de saydığım diğer isimler dâhildir. Ancak eleştiri ilerletiyorsa, dönüştürüyorsa kıymetlidir. 

Bugün faşistler Güney’i eleştirmiyorlar, ona kudurmuş bir ruh hali içerisinde saldırıyorlar ve bu saldırı toplumu ilerletmek adına değil, bilakis geriletmek, aklını fikrini iğdiş etmek için yapılıyor. Faşizm budur, toplumsal aklı kötürümleştirir, toplumu aptallaştırır, kitleleri robotlaştırarak teslim alır.

Güney’e yönelik saldırı, bu kötürümleştirme, aptallaştırma, robotlaştırma siyasetinin bir parçasıdır ve buna teslim olmamak gerekir.

Yılmaz Güney ve şairiyle, yazarıyla, sinemacısıyla, militanıyla solun yarattığı bütün figürler, bütün değerler bizimdir; bazen eleştiririz, kızarız, kavga ederiz, öfkeleniriz, üzülürüz belki ama hiçbirini 6. Filo’ya secde edenlerin ve NATO mermisiyle halk düşmanlığı yapanların soyundan gelme yeni yetme çakallara, zombileştirilmiş veletlere yedirmeyiz. 

Güney bizimdir, emekçi halkımızındır, devrimcilerindir, sahipsiz değildir. Kırk yıldır nasıl unutulmadıysa bundan kırk yıl sonra da unutulmayacak, filmleri izlenecek, kitapları okunacak, adı ve sanatı halkla, devrimle ve başka bir dünya için verilen kavgayla birlikte anılmaya devam edecektir.   

                                                           /././

Yılmaz Güney’e vurmanın dayanılmaz hafifliği! (Yusuf Karadaş-Evrensel)

Modern edebiyatımızın önemli isimlerinden Murathan Mungan’ın, Yılmaz Güney’i ölüm yıl dönümünde anarken yazdıkları Güney’e karşı yeni bir linç kampanyasının dayanağı yapılmaya çalışılıyor. Oyuncu, senarist ve yönetmen olarak sadece Türkiye değil, dünya sinemasında da önemli bir yere sahip olan Yılmaz Güney’i hedefe koyanların yazıp söylediklerine bakınca gerçek niyetlerinin onun temsil ettiği sanatsal-kültürel-ideolojik değerlerle hesaplaşmak olduğu görülüyor. Bu hesaplaşma için çalkantılar içinde geçen hayatındaki değişim-dönüşüm göz ardı edilerek ona saldırmak için malzeme olabilecek öğeler öne çıkartılıyor.

Oyuncu Farah Zeynep Abdullah’ın Mungan’ın paylaşımına Yılmaz Güney’in “kadın döven” biri olduğu yanıtını vermesi sonrasında Fatih Altaylı da 23 yıl önce yazdığı ve Güney’i “Türkiye’nin Avrupa’daki imajını yerle bir eden bir katil” olmakla suçladığı yazısını yeniden hatırlattı. Ahmet Hakan da Yılmaz Güney’in “dokunulmazlığının” kaldırılması gerektiğini söyleyerek tartışmaya katıldı. Hakan’ı yine iktidarın çöplüğünden beslenen Yeni Şafak, Akit gibi diğer medya organlarındaki yazarların Güney üzerinden “sol-sosyalist değerler”i hedefe koyan yazıları takip etti.

Özetle Güney’i hedefe koyanlar, onun hayatının bir dönemine damga vuran ve kişisel dönüşümünde de etkili olan yanlışlarını (Kadın dövmesi ve işlediği cinayeti) toplumcu gerçekçi sineması ve sosyalist kimliğiyle hesaplaşmak için öne çıkarıyorlar.

Yıllar önce tek yeteneği cehaletinden aldığı cesaretle sol-sosyalist değerlere saldırmak olan Rasim Ozan Kütahyalı da Deniz Gezmiş’e karşı benzer bir saldırının öncülüğünü yapmış, ‘68 devrimci hareketinin Kemalizm’in antiemperyalizmini sahiplenmesi üzerinden Denizlerin yaşasalardı bugün “darbeci”, “Ergenekoncu” olacaklarını savunmuştu. Üstelik Deniz ve arkadaşlarının kurdukları Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO) daha 1971’de “faşist bir darbe” olarak niteledikleri 12 Mart muhtırasına karşı ilk ve en net tutum alan grup oldukları halde! Çünkü Kütahyalı ve bugün Yılmaz Güney’e saldıranlar, gerçekleri kendi tarihsel-toplumsal koşulları içinde anlamaya-açıklamaya değil, bu gerçekleri hizmetinde oldukları rejimin/iktidarın çıkarlarına uygun bir biçimde yeniden yorumlamaya, bu ihtiyaçlara uygun biçimde yeniden yazmaya çalışıyorlar.

Yeni Şafak Yazarı İsmail Kılıçaslan’ın “Görünen o ki Yılmaz Güney isimli tanrılarının fanusunda hafif bir çatlak oluştu. Darısı Mahir’inden Deniz’ine, diğer tanrı ve tanrımsıların başına” sözleri iktidar yandaşlarının asıl karın ağrısının ne olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Daha önce Akit Yazarı Ali Karahasanoğlu da Tele1 Genel Yayın Yönetmeni Merdan Yanardağ’ın Öcalan’a yönelik ‘tecrit’ uygulamasına karşı çıktığı için tutuklanmasından sonra yazdığı yazıda Deniz, Hüseyin ve Yusuf’un (üç fidan) ve Yılmaz Güney’in halk arasında ‘kahraman’ olarak görülmesinden duyduğu rahatsızlığı ortaya koyup onların temsil ettikleri devrimci değerlere kinini kusmuştu.

Bu öfke ve kin sebepsiz değil. Düşünün ki karşımızda 20 yılı aşkın bir süredir ülkeyi yöneten; vakıf, cemiyet, dernek vb. adı altında örgütlenen dini tarikat ve cemaatler üzerinden eğitim, kültür, aile/kadın başta olmak üzere toplumu çok yönlü bir kuşatma altına alan bir iktidar var. Ancak bu iktidar bunca kuşatmaya rağmen “kindar ve dindar nesiller” yetiştirme konusunda hedefine ulaşamıyor, Erdoğan’ın deyimiyle “Fikri iktidarını tesis edemiyor.” Bu nedenle karşı karşıya olduğumuz bu kin ve öfke, aslında devrimci değerlerin sembolü haline gelen isimlerin halkın gönlünden sökülememesinin yarattığı çaresizliğin dışa vurumundan başka bir şey değil.

Üstelik burjuva muhalefetin bu kadar dağınık ve etkisiz olduğu bir dönemde devrimci-sosyalist değerleri temsil eden isimlerin halk arasında ‘kahraman’ olarak görülmeye devam etmesinin iktidar ve medyadaki sözcülerini fazlasıyla rahatsız edip korkuttuğuna da şüphe yok.

O yüzden tartışmanın nasıl başladığından bağımsız olarak iktidarın medyadaki memurlarının “zayıf halka” olarak gördükleri Yılmaz Güney’e karşı sürdürdükleri bu saldırı, toplumu kendi sanatsal-kültürel-ideolojik kodlarına uygun bir biçimde dönüştürme hedefinden bağımsız düşünülemez.

Bu kodlar; işçi ve emekçilerin her türlü hak eylemini “bizim tarih ve geleneklerimize yabancı” ilan edip işçinin hakkını “mümin patronun iki dudağı arası”na teslim ediyor. Yeni Osmanlıcı yayılmacılığı hak ama Kürtlerin ulusal eşitlik isteğini kökü dışarıda ve bu nedenle zorla ezilmesi gereken bir arayış olarak görüyor. Cumhuriyet rejiminin kadın ve laisizm alanındaki kazanımlarını da “batı taklidi”, “millete yabancı” olarak görüp ortadan kaldırmaya çalışıyor. İktidar, böylesi ideolojik kodlar üzerinden fikri iktidar olabilmek için Erdoğan’ın ideolojik rehber olarak gördüğü Necip Fazıl’ın deyimiyle “Dininin ve kininin davacısı bir gençlik” yetiştirmeyi ve toplumu bu temelde dönüştürmeyi hedefliyor. Ancak bunu başaramayınca halk arasında kök salmış devrimci değer ve kahramanlara saldırıyorlar.

Bırakalım, her fırsatta yeniden vurmaya çalıştıkları o tokadın hesabının bir gün mutlaka sorulacağının korkusuyla yaşasınlar!

Sınıfın öfkesi/hıncı ve Yılmaz Güney sineması (Mustafa Kemal COŞKUN-Evrensel)

Mustafa Kemal Coşkun , Yılmaz Güney sinemasındaki "öfke"nin anlamını ve yerini yazdı.

Claude Chabrol’un yönetmenliğini yaptığı 1995 yapımı La Cérémonie isimli filmin kahramanı Sophie, orta-üst sınıfa mensup Lelièvre ailesinin evinde hizmetçi olarak çalışmaya başlar. Sadece yaptığı işe odaklanarak bir nevi otomatik davranışlarıyla ve soğuk duruşuyla Sophie, hem kendi emeğine hem de diğer insanlara yabancılaşmış sıradan bir işçi tipi çizer. Okuma yazma bilmemesi nedeniyle ev sahibinin yazılı olarak kendisine verdiği alışveriş siparişini okuyamaz, bu nedenle bir yolunu bulup sipariş listesini başkalarına yaptırmaya çalışır. Daha da önemlisi Sophie, bundan kimsenin haberdar olmasını istememektedir çünkü bu durum kendisi için ‘utanç’ vericidir. Bu nedenle Sophie filmin sonunda Lelièvre ailesinin dört ferdini de bir tüfekle öldürürken bir el de evdeki kitaplığa ateş edecektir. Çünkü okuma yazma bilmemekten kaynaklanan utanç, sadece ezilmişlik ya da aşağılanmışlık duygusunu değil, aynı zamanda bir sınıf kinini/öfkesini ortaya çıkarmıştır.

Dolayısıyla ister rutin bir duygu olarak isterse koşullara bağlı olarak ortaya çıksın, utanç duygusu bir öfke/hınç ortaya çıkarabilir. Bazı toplum bilimciler bu durumu “utanç/öfke sarmalı” olarak değerlendirir. Daha doğrusu utancın itiraf edilmesi zordur, insanlar utançlarını gizlerler çünkü utancın itiraf edilmesi sıkıntıya neden olur. Gizlenen utanç ise öfkeye yol açar. Öfkeli tepkiler ise toplumsal bağları zayıflatır ve daha fazla utanca sebep olur ve bu döngü böylece devam eder. Diğer taraftan yukarıdaki filmde Sophie’nin öfkesi ve kini bu türden bir döngüye değil, aslında devrimci bir kırılma anına işaret etmektedir.

Yukarıdaki örnekte olduğu biçimiyle doğrudan olmasa da Yılmaz Güney’in gerek Yeşilçam kalıpları çerçevesinde yapılmış filmlerinde gerekse politik filmlerinde bazen açık bazen gizli biçimlerde benzer bir kin ya da öfke ve hıncın yattığını düşünüyorum. Arkadaş filminin Azem’i sınıf atlamanın sarhoşluğu içindeki Cemil’e, Zavallılar filmindeki Abuzer kendisini hırsızlık yapmaya zorlayan sisteme, Acı filminde Çiçek Ali zorba ve köylüyü sömüren Haceli’ye, Umut filminde faytoncu Cabbar yoksulluğa ve adaletsizliğe, senaryosunu yazdığı Sürü’de Şivan (Tarık Akan) kendisini karısını öldürmeye zorlayan aşiret sistemine kin, öfke ve hınç doludur. Bence bunun önemli bir nedeni, toplumcu gerçekçi anlayışıyla gerçekten de işçilerin, çiftçilerin, yoksulların, mahkumların, çocukların, en genel olarak ezilen ve sömürülenlerin yaşamına ayna tutmaya çalışmasıdır. Ezilen ve sömürülenlerin sesi olmak bahsedilen kesimlerin Yılmaz Güney’i bağırlarına basmasının da yolunu açmıştır. Mehmet Ergün bu durumu şöyle anlatır: “Kırık bakışlarında, ezik gülüşlerinde kendilerini bulur gibi oldular. Bu, seyirciyle Yılmaz Güney arasında sempatik bir yakınlaşmanın sonucuydu. Asıl gerçek halk içinden gelmiş basit görünüşlü bir kişinin halkın sözcülüğünü yapmasıydı. İşte bu “sözcü”, toplumun alt katında yaşayan seyirciyi “aşağılık duygusu”ndan biraz olsun sıyırabildi.”1

Yılmaz Güney sadece senaryosunu yazdığı ya da oynadığı filmlerde değil, aynı zamanda roman ve öykülerinde de sınıf kinini ve öfkesini dile getirmiştir. Sanık isimli öyküsünde işkence altındaki Yaşar Yılmaz şunları söyleyecektir: “’Evet’ diyor Yaşar… Eli ayağı zincirli ve gözleri bağlı bir avuç suçsuz insanı yendiniz… tankınız, topunuz, uçaklarınız zafer kazandı… işkencecileriniz zafer kazandı… Ama onların yüreklerine ektiğiniz kini, sınıf kinini yenebilecek misiniz? Milyonlarca işçinin, köylünün kinini yenebilecek misiniz?”2

Bu noktanın önemi, öfke ve hıncın dönüştürücü gücünde yatmaktadır. Léonard Harris bu durumu şöyle açıklar: “…Öfke de faydacı olabilir ve hatta içsel bir değere sahip olabilir… Örneğin, köleler, kendini suçlayanlar ve ırk, kast ya da cinsiyet temelli baskılar nedeniyle aşağılık duygusundan mustarip olan insanlar, kendilerine zulmedenleri her gün affetmek zorunda kalırlar. Belki de efendilerine ve işkencecilerine karşı öfke duymak, sürekli olarak kendi kendine acı çektirmeye, kendinden nefret etmeye ve güçsüzlük hissine tercih edilebilir.”3

Ancak meseleyi sadece burada bitirmek Yılmaz Güney’e haksızlık olacaktır. Zira o, sadece ezilenlerin öfke ve hıncını temsil etmek ve göstermekle kalmaz. Anlattığı tipler ve oynadığı roller genellikle sömürülen, içe dönük, hırçın ve inatçı tipler olması dolayısıyla her zaman “umutlu” insanlardır. Bu umut, aslında Yılmaz Güney’in hayata karşı devrimci tutumunun yansıması gibi geliyor bana, zira o gelecek karşısında hep umutluydu. Öfke ve hıncın doğurduğu umut, devrimci bir kırılma anıdır aslında.

Bunun önemi, Güney’in öfke ve hıncın umuda dönüşebilme olasılığının farkında olmasında yatar. Zira öfke ve hınç, bir insanın özgürlüğünün zengin yatağı değildir sadece, aynı zamanda düş, düşünce ve duyguların eyleme dönüşebilme olanağıdır. Bu nedenle hınç ve öfke yeniyi ortaya koyma, yeniyi yaratma duygusudur asıl olarak. Bu noktada Soren Kierkegaard’ın daha iyisini özleme anlamında kullandığı hıncın, Ernst Bloch’ta daha iyisini, daha iyi bir yaşamı düşleme anlamında umut ilkesine benzemesine şaşmamak gerekir. Dolayısıyla hınç ve öfkenin aslında aynı zamanda umut olduğunu söylemek yanlış olmaz sanırım. Zira hınç, Kierkegaard’ın vurguladığı umutsuzluk hastalığını iyileştirecek yegane serzeniştir.4 Ve Yılmaz Güney’in bunun farkında olduğunu, yani bunu bilinçli bir biçimde yaptığını söylemek yanlış olmaz ve bence onu devrimci bir sanatçı yapan temel neden de budur.

(derleyen: mstfkrc)