Prof. Dr. Korkut Boratav, Gülümhan Gülten’in sorularını yanıtladı.
Erdoğan’ın Haziran 2015’te kaybettiği seçimi kazanmasının siyasal yöntemi “şiddet”, ekonomik yöntemi de “büyüme” olmuştu. Şimşek, finans kapital ile Erdoğan’ın önceliklerini uzlaştırma çabasında.
Türkiye’nin efsanevi hocası, nam-ı diğer “Hocaların Hocası” Prof. Dr. Korkut Boratav’la mayıs seçimlerinin ardından ilk kez sohbet etme imkanı bulduk. Korkut Hoca bizi evinde, çalışma odasında ağırladı. Değindiğimiz hemen her konuda bir kaynak ve bir veri paylaştı. Burada hepsine yer verme imkanımız olmadı. Ama yaptığı değerlendirme ve analizler, özellikle son birkaç yılda çokça ağırlaşan toplumsal bunalımı anlamayı kolaylaştırdı. İçinden çıkılmaz olanı bizler için anlaşılır kılarken, neden sonuç ilişkilerini her zamanki gibi telaşsız, sakin ve yavaş yavaş tartıştı bizimle. Bir zamanlar benim de öğrencisi olduğum Boratav’dan, yıllar sonra bu kez çok kritik bir dersi daha dinlemiş olduk. Bizzat içinde yaşadığımız dönemde, Türkiye’nin bir durgunluk ve çürümeye sürüklenişinin dersi…
Konuştuğumuz konular can sıkıcı olsa da Hoca, her zamanki gibi güler yüzlü kibarlığı, aydınlık zihni ve ince esprileriyle sohbeti kolaylaştırdı. Zaman zaman hüzünlendi, bazen öfkelendi, eleştirdi. Ama çokça üzgündü.
Seçim öncesi ve sonrasında iktidarın uyguladığı ve enflasyonda çok hızlı bir artışa neden olan politika kararlarını değerlendiren Boratav, bu politikaların Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından 2015 seçim yenilgisinden sonra belirlendiğini ve asla bir seçim kaybetmemek için bedeli ne olursa olsun bu “büyüme” odaklı politikayı uygulamaya soktuğunu söylüyor. Bu konuda “Erdoğan’ın Haziran 2015’te kaybettiği seçimi kazanmanın siyasal yöntemi 'şiddet' olmuştu. Ekonomik yöntemi de 'büyüme' oldu” tespitini yaparken, ekonomideki bozulma ve yoksullaşmaya rağmen, iktidarın seçim kazanmasındaki nedenleri analiz ediyor. Ekonomide bir çöküşü değil ama durgunluk ve çürümeyi yaşadığımızı vurgulayan Boratav’ın, Orta Vadeli Program (OVP), TCMB’nin faiz kararı ve yeniden ekonominin başına getirilen Mehmet Şimşek’le ilgili tespit ve tahlillerinin oldukça çarpıcı bulunacağını tahmin ediyorum. Yakın geçmişe ve yakın geleceğe ilişkin değerlendirme ve öngörüleri ise epeyce tartışılacaktır.
Hocam seçimden sonra ilk kez konuşuyoruz. İlk sorum şu olsun, bu mayıs seçimlerinden sonra muhalif seçmen çok büyük bir hayal kırıklığı yaşadı. Dahası ölüm kalım seçimi denilen bir seçimin ardından sanki hiçbir şey olmamış gibi her şey eskiye döndü. Sizin seçimden önce bir yazınızı hatırlıyorum, iktidarın değişeceğine dair siz de bir kanaat belirtmiştiniz. Siz de hayal kırıklığı yaşadınız mı ya da umutsuzluk ya da öfke? Nasıl karşıladınız seçim sonucunu?
Açıkça söyleyeyim, Türkiye toplumunun Türkiye'nin sağlığı selameti ve özellikle Türkiye halklarının refahı ve gönenci için bu iktidarın son bulması gerektiğini düşündüğüm için ben de büyük hayal kırıklığına uğradım. Hemen şunu ekleyeyim, birçok meslektaşım “Kriz var ve Erdoğan iktidardan gidecek” öngörüsü içindeydi. Ben bu görüşü hep biraz rezerv karşıladım. Çünkü bir kere dar iktisat mantığıyla Türkiye seçim dönemine bir ekonomik kriz içinde girmedi.
CUMHURBAŞKANI 'BÜYÜME' ÖNCELİĞİNİ 2015 SEÇİM YENİLGİSİNDE ALGILADI
Siz yaşanan ekonomik sorunların bütününü ekonomik kriz olarak adlandırmıyorsunuz. Bunu teknik tanımı nedeniyle mi tercih etmiyorsunuz?
Hayır, iki anlamda da yok. Teknik olarak 2 çeyrek dönem Milli Gelir gerilerse resesyon, yani daralma denir; kriz değil. Eğer bu gerileme daha uzun sürerse ekonomik kriz denir. Ekonomik krizin finansal boyutu da olabilir; dış borç krizi olabilir. Ama temel gösterge Milli Gelir hareketlerinde aranır. Diyelim daralma 12 aya çıktığı zaman genellikle ekonomik kriz denir. Bu anlamda Türkiye 2009’dan bu yana ekonomik bir kriz yaşamadı. Sonraki yıllarda Türkiye'nin büyüyen bir ekonomide emek karşıtı ağır bir bölüşüm şokundan geçtiğini gözlüyoruz. Bu durumu, bence toplumsal bunalım diye adlandırmak doğru olur. Cumhurbaşkanı, büyüme önceliğini Haziran 2015 seçim yenilgisi sonrasında algıladı. Ve o tarih aşağı yukarı neoliberal istikrar programından kopma tarihidir. 2015’te o zamanki Merkez Bankası Başkanı Erdem Başçı’ya, “faizleri neden indirmiyorsun?” diye fırça attı. Erdem Başçı o tarihte Erdoğan’a uzun bir brifing verdi. Anlattı ki, enflasyonla mücadelede faizleri düşürmek sermaye çıkışına yol açar ve döviz yukarı çıkar. Türkiye'de enflasyonu belirleyen en temel etken de döviz kurudur. Bu tespiti yaptı. Bu tespit sermaye hareketlerine açık bir ekonomide tek etken değildir; ama esas olarak doğrudur. Yani döviz kurunun enflasyonu pompalayan etkisi ise kesinlikle başattır. 2017’den sonra Merkez Bankası’nın politika faizlerinde Erdoğan belirleyici oldu.
ERDOĞAN’IN HAZİRAN 2015’TE KAYBETTİĞİ SEÇİMİ KAZANMASININ SİYASAL YÖNTEMİ 'ŞİDDET' OLMUŞTU. EKONOMİK YÖNTEMİ DE 'BÜYÜME' OLDU
Peki burada şu soru oluyor o zaman, hükümetin giriştiği bu kaotik politikalar bütünü bir hatayla mı, yoksa enflasyonun patlayacağını bile bile mi yapıldı? Neden?
Cumhurbaşkanı bu yönelişinin ekonomik amacını TÜSIAD'a çıkışırken söyledi. “Biz size düşük faizle kredi veriyoruz. Sizin tek göreviniz ucuz kredileri üretime, yatırıma, ihracata tahsis etmektir.” Erdoğan’ın kafasındaki ekonomik model, şirketlere pompalanan düşük faizli kredilerin büyümeyi, dolayısıyla istihdamı da sürüklemesidir. AKP’nin Haziran 2015’te kaybettiği seçimi Kasım’da kazanmanın siyasal yöntemi “şiddet” olmuştu. Ekonomik yöntemi de bu büyüme oldu. Erdoğan, iş çevrelerinin özellikle inşaat sektörünün nelere karşı duyarlı olduğunu biliyor. Devlet teşviklerine, düşük faizle bol teşvikli kredilere güveniyorlar.
Adı ekonomik kriz olmayabilir ama burada yaşanan bir buhran var. Yoksulluk, fakirlik, pahalılık, geçim sıkıntısı enflasyon… Halk bir kriz, buhran hissediyor. Bu ekonomik buhran neden seçim sonuçlarına yansımadı?
Şöyle düşün, büyüme devam ediyor. İstihdam, üretimin, büyümenin türevidir. İstihdamın oy getirecek bir unsur olduğunu biliyor. Ekonominin büyümesi neoliberal modelin izlendiği 2011-2015’te yüzde 4,1’e indi; Haziran’da AKP seçimi kaybetti. Neoliberal istikrar reçetelerini çiğnedi; 2016-2022’de ekonomi yüzde 4,3 büyüdü. Bir kere neoliberal modelden kaçarak büyümenin sürdürülebileceğini (yani neoliberal yobazlığın bir noktada yetersizliğini) de ortaya koydu Erdoğan. İkincisi bu sürecin bölüşüm sonuçları ile ilgili: Bankalar şirketlere düşük faizle kredi pompalıyor; büyümeyi sağlıyorlar. Fakat emek örgütsüz. Kaynak tahsisi ve bölüşüm tamamen bankaların ve şirketlerin denetiminde. Ortaya çıkan emek karşıtı ağır bölüşüm şokunu Saray fiilen hedefliyor. Ana muhalefet farkında değil.
GERÇEK MAĞDURLAR BEYAZ YAKALI EMEKÇİLER
Ama bu sorunun bölüşüm sonuçları en geniş olarak dar gelir grupları için yıkıcı oluyor ve iktidar sadece kendisi için bir risk olmasın diye bile bu olumsuz sonuçları telafi edecek bir şey yapmaya gerek duymadı. Neden?
Gerek görmüyor çünkü. Büyümenin, genişlemenin bölüşüm sonuçlarının algılanması, Saray’ın halk sınıfları üzerindeki ideolojik hegemonyasının derecesine bağlıdır. Seçim sonuçları bu etkeni yansıtıyor. Gözleyen, ilgilenenler için bölüşüm sonuçları ortadadır: 2016 ve 2022 arasında ilk 500 büyük şirketin kârlarının katma değerdeki payları 12,4 puan arttı. Net millî gelirde sermayenin payı 10,8 puan arttı. Her iki durumda da ücretlerin payındaki zıt yönlü kayıpların pahasına… Nasıl sağlandı? Örgütsüz bir iş gücü piyasasında emek rezervleri de var. Bu emek rezervleri milyonlarca göçmen tarafından da kuşatılmış. İş çevrelerinden, “göçmenler olmasa bizim sanayimiz çöker” açıklamalarını hatırlayın. Bölüşümü bozan ikinci konjonktürel ivme enflasyon… Şimdi bak, Batı’da enflasyon tartışmalarında “kârların sürüklediği enflasyon” olgusu vurgulanıyor. İster Ukrayna krizi sonrasında enerji, ham madde, temel girdi maliyetlerinde meydana gelen; ister enflasyona karşı yapılan asgari ücret artışları olsun her maliyet artışı, şirketler tarafından kârlardan fedakarlık bir yana, kâr marjlarını yükseltmekte de fırsat olarak kullanılıyor. Türkiye’de de bu doğrultuda tespitler var.
Üretimle beraber istihdam artıyorsa, fiyatların anlık bölüşüm etkisi bir geçim sıkıntısı olarak algılanır. Günlük hayatın olağan halidir. Muhatabı belirsizdir. Enflasyon 2021’in sonundan itibaren hızlandı. Gerçek mağdurlar daha çok beyaz yakalı, enflasyona karşı güvence mekanizmaları genellikle geçmişte devlet tarafından da gözetilen, hızlanan enflasyona karşı çaresiz kalan büyük kentlerin beyaz yakalıları. Yani şöyle söyleyelim. Muhalif oyların dağılımına baktığımızda, bütün büyükşehirler, kıyı şeridi, genellikle işçi sınıfının nitelikli ve kalabalık katmanları. Siyasal özgürlüklere, hayat tarzlarına müdahalelere dönük duyarlılıkları yüksek. Konut, eğitim giderleri üzerindeki baskılar, bu katmanların yaşam düzeylerini doğrudan ve hızlı etkiliyor.
Ama burada şunu netleştirmemiz gerek, bu sorun beyaz yakalılar için bir sorun ama mavi yakalılar için sorun değil demiş olmayalım. Ya da öyle mi diyorsunuz?
Hayır, bu kadar ağır bir sorun değil.
BÜYÜK KENT YOKSULLARININ SAFLARINDA 'NİÇİN YOKSULSUNUZ?' SORUSU YANITSIZ KALIYOR
Neden çok yoksullar ama?
Hayır, bir kere AKP’nin sosyal devlet kurumlarının, düzenlemelerinin dışında yerleştirdiği yaygın bir sosyal yardım ağı var; telafi edici rolü önemli. Kurumsallaşmadığı için iktidar değişikliği ile bu destek öğesini kaybetme tehlikesi endişe yaratıyor.
Burada ikinci ve ideolojik bir etken de var. AKP'nin 20 yıllık hakimiyeti, özellikle sağa kayan ve Cumhuriyetçi söylemini kaybetmiş olan ana muhalefetin etki alanını iyice daralttı. Günümüz ortamıyla ilgili bir örnek vereyim. Necmi Erdoğan, Kayıp Halk başlıklı araştırmasını bu yakınlarda yayımladı. Kitap, bugünkü toplumsal bunalım ortamında yoksularla yapılan çok sayıda yüz yüze röportajı da değerlendiriyor. Ve ortaya çıkıyor ki büyük kent yoksullarının saflarında “niçin yoksulsunuz?” sorusu yanıtsız kalıyor. Zira, yetişkin hayatları boyunca bu soruyu sınıf karşıtlığı, sınıf mücadelesi perspektifi ile gündeme getiren akımlarla karşılaşmamışlar. Düzeni suçlamak bir yana, günlük hayatlarında ve çalışma koşullarında karşılaştıkları işverenleri, zenginleri veya hükümeti sorumlu görmelerine yol açacak sınıfsal refleks ve algılama melekesi dumura uğramış. Bu durumda örneğin Erdoğan’ın iç ve dış siyaset ve ekonomi söyleminde sürekli ortaya çıkan tutarsızlıkları sergilemek veya insan hakları ihlallerine dayalı muhalefet söylemleri tümüyle etkisiz kalıyor.
İSLAMCI FAŞİZMİN DÜNYA GÖRÜŞÜNE TESLİM OLAN CHP YÖNETİMİ, KENDİ TABANINDA VE GEÇMİŞ BİRİKİMİNDE VAR OLANI LAİK DUYARLILIKLARI FELCE UĞRATTI
Bu, sosyalist partiler dışındaki tüm partilerin sağcı ya da sağa yaslanmış olduğunu mu gösteriyor?
Kritik dönemeçlerde dahi parlamenter muhalefetin duyarsızlığı hazindir. 2017 Referandumu bir rejim değiştirme operasyonunun kritik aşamasıydı. İktidarın ana hedefinin İslamcı bir rejim olduğu da ortadaydı. CHP’nin “muhafazakâr, İslâmî duyarlılığı yüksek çevrelerden oyları almalıyız” saplantısı yüzünden bu mesele anayasa oylamasında öne çıkmadı; sağ ve sol kanatları olan Cumhuriyetçi bir cephe altı yıl önce oluşturulabilirdi. Gündeme dahi gelmedi. Tuhaf bir durumdayız: Türkiye'de siyasal mücadelenin en acil sorunlarından laikliği korumak, niçin sadece ve sadece sosyalist partilerin öncülüğündedir?
İslamcı faşizmin dünya görüşüne teslim olan CHP yönetimi, kendi tabanında ve geçmiş birikiminde var olanı laik duyarlılıkları da felce uğrattı.
Şimdi bak, aslında Cumhuriyetçi duyarlılıklar, CHP’nin seçmen tabanından çok daha geniş kalabalıklarca sahiplenilmiştir. Gezi hareketinin kitlesi bu kalabalıklardan oluşuyordu. Hatta Mayıs’ta Erdoğan’a karşı oy kullanan 25 milyon da Gezi kitlesinin türevidir. Bu muhalefeti sandıklarda birleştiren temel etkenin, sola açık Cumhuriyet değerleri olduğunu düşünüyorum.
Muhalefet bu aydınlanmacı yaklaşımı terk etmemiş olsaydı, iktidarın devamı için oy veren o 27 milyon seçmene ulaşabilir miydi?
CHP yönetimi, temsili demokrasinin bir sonraki seçime odaklanan en “oportünist” biçimini benimsemiştir. Laik, Cumhuriyetçi duyarlılıkları yüksek, Alevi bir çekirdeği seçimlerde “CHP listelerine mahkum” görüyor; “karşı mahalleden de oy almam lazım iktidar olabilmem için”, diyor. Ama yüzde 25 çekirdeğini hiç aşamıyor. Çünkü gerçekte savunduğu, benimsediği bir dünya görüşü yok. Türkiye toplumunun birikimleri ile de bağlarını koparmış.
1960 sonrasında Türkiye işçi sınıfı hareketi ve parlamenter muhalefetin dışına taşan sınıf mücadeleleri sosyalist ve devrimci akımlarla iç içe girmiştir. “İslâmî değerler”, 1960 sonrasında filizlenen sınıf mücadelelerini, militan sendikalaşmayı temsil eden DİSK’i, yüzbinlerce işçiyi Taksim’de toplayan 1 Mayısları, 12 Mart muhtırasını da tetikleyen 15-16 Haziran yürüyüşünü, yakın geçmişte Ankara’daki Tekel işçilerinin direnişini engelledi mi? Halk sınıflarının kültürel kimliğinin önemli bir öğesi olan Müslümanlık, onların, sola, sosyalizme açılmalarına, devrimci hareketlere katılmalarına engel olmamıştır. Zaten bu durum, Cumhuriyet devrimleri söz konusu olduğunda Türkiye toplumunun tümü için de geçerlidir.
FİNANS KAPİTALİN TALEPLERİNİN KARŞILANMASI GEREKİNCE ŞİMŞEK'İ ÇAĞIRMAK ZORUNDA KALDILAR
Seçim sonrası ekonominin başına Mehmet Şimşek getirildi, TCMB başkanı ve yönetimi değişti. Bunu nasıl görmek gerekir? Gerçekten Erdoğan'ın bütün o faiz ısrarına rağmen ekonomi yönetimi ortodoks politikalara mı dönüyor gerçekten yoksa bu sadece yerel seçime kadar bir yöntem mi olacak? Yerel seçimden sonra nasıl devam eder, nasıl görüyorsunuz?
Şöyle düşünün, Mayıs 2023’te ekonomi tıkanmıştı. Saray iktidarının neoliberal istikrar ilkelerini çiğneyen politikaları iki alanda dengesizlik yaratıyor. Enflasyonu pompalıyor ve cari işlem açığını artırıyor. Şu anda bu türden kırılganlıklar içine sürüklenmiş ve olası dış borç krizlerine aday olan ülkelerden biri Türkiye. Yani bu açığı dış borçlarla sürdürmenin imkanı sınırlandı. Derecelendirme kuruluşlarından Türkiye’ye de bol miktarda uyarı geldi. Mayıs 2023 dönemecinde, dış borcun 206 milyar dolarının bir yıl içinde ödenmesi gerekiyor. Bir yıl içinde bu dış finansman gereksinimine 50 milyar doları aşması beklenen cari işlem açığını da ekleyin. Bu toplamın döndürülme derecesi uluslararası finans kapitale bağlı. Enflasyonu frenleyen finansal istikrar reçetelerine dönüş talebi onlardan geldi. Bu talepleri karşılamak için mecburen eski ekipten Mehmet Şimşek çağırıldı.
MEHMET ŞİMŞEK, FİNANS KAPİTAL İLE ERDOĞAN’IN ÇELİŞKİLİ ÖNCELİKLERİNİ UZLAŞTIRMA ÇABASINDA
Ancak Mehmet Şimşek’in, kritik durumlarda Cumhurbaşkanından bağımsız kararlar alabileceğine dair pek de güçlü bir inanç yok?
Şimşek, finans kapitalin istikrar programını Türkiye'ye getirme göreviyle geldi ama Erdoğan hâlâ sabit fikirlerinden tam vazgeçmiş değil. Küçülmeye karşı direniyor. Çünkü yakın gelecekte bir de yerel seçim var. İktidarını mutlaklaştırmak için yerel seçim önemli. Bu yüzden yeni program iki ayrı muhatabın önceliklerini karşılamaya çalışarak hazırlandı. Birincisi finans kapitalin enflasyonu düşüren istikrar, diğeri RTE’nin aradığı (en azından Mart 2024 seçimlerine kadar) büyüme öncelikleri... Örneğin finans çevreleri TCMB’nin politika faizinin yeni programın (OVP’nin) 2024 hedefi olan yüzde 35’e yerleşmesini talep edecekler. Bu, 10 puanlık faiz artışı anlamına gelir. Erdoğan Mart 2024 seçimlerinden önce bu boyutta bir ayarlamaya, ekonomiyi daraltıcı etkisi yüzünden direnecektir. Mart 2024 sonrasına kaydırılırsa sineye çekebilir.
Bu tür uzlaşılar, en azından önümüzdeki aylarda gündemde olacaktır. Her sene Türkiye'nin dış borcunun belli bir artış temposuyla sürdürülmesini uluslararası dev yatırım bankaları sağlıyor. Ama Türkiye devlet tahvillerinden birinin vadesi gelen faiz yükümlülüğü, o andaki döviz kısıtı nedeniyle ödenemezse, Türkiye Hazinesi temerrüde düşer ve dış borç krizine sürüklenir. Benzerleri, bu yakınlarda Arjantin’in, Sri Lanka'nın başına geldi. Dünya ekonomisinin bugünkü ortamında bu riskle karşı karşıya kalan çok sayıda ülke var.
Mehmet Şimşek bunu önleyebilir mi sizce?
Mehmet Şimşek herhalde Orta Vadeli Programın hazırlanışında belirleyici rol oynadı. Özellikle makroekonomik hedeflerin, finans kapitalin de aradığı istikrar perspektifini içermesi lazım. Aynı zamanda Erdoğan’ın aradığı büyüme devam etmeli. Yani Erdoğan faiz politikalarına filan karışmasa bile büyümenin sürmesi lazım. Onun için Şimşek’in demeçleri iki önceliği bir arada içeriyor: “İhracata ve üretime dönük büyümeyi teşvik edeceğiz ama faizleri de yükselteceğiz. Tüketimi caydırarak üretimi beslemeyi düşünüyoruz.” Bu tutarlılığı güç bir ikilemdir. Finans kapitalin ve Erdoğan’ın çelişkili önceliklerini uzlaştırma çabası söz konusu…
SEÇİMDEN SONRA ERDOĞAN, IMF PROGRAMININ VE OVP’NİN ÖNGÖRDÜĞÜ BÜTÜN KEMER SIKMA YÖNTEMLERİNİ UYGULAYACAK
OVP’de söyledikleri şu mu? En geniş halk kesimlerinde kemer sıkılacak ama büyümeyi sağlayacak sermayeye teşvikler ve destek sürecek?
Bunu hedeflerden görüyoruz, hedefler şöyle: 2 ayrı büyüme rakamı var burada birisi Türk lirasıyla hesaplanan sabit fiyatlı reel büyüme diyelim. Yüzde 4,4’ten 4’e düşecek 2024’te. Yani ekonomi biraz yavaşlayacak. 2026’da büyüme yüzde 5’e çıkacak. Erdoğan buna razı olabilir. Ama herhalde o da gözetilerek, dolarlı büyüme temposu çok yüksek öngörülmüş. Çünkü milli geliri ölçen fiyat endekslerinde dolar, deflatörün altında kalıyor. 2023’te deflatör, yüzde 62.6, doların artış tahmini yüzde 44. 2024’te deflatör yüzde 55 dövizin artışı oranı yüzde 54.
ŞİMŞEK, NEW YORK’A FİNANS KAPİTALİN ENDİŞELERİNİ DAĞITMAK İÇİN GİDİYOR
Yani kuru tutacağım diyor, bunu nasıl sağlar?
Yani dolar iç fiyatlardan daha düşük bir tempoyla seyredecek. Bunu sağlayacak varsayım da örtülü olarak yer alıyor: Bu program finans kapitale hitap ettiği için yüksek tempolu sermaye girişi olur. Peki finans kapitale hitap etmesi nerede? Bir, enflasyon hedefine yükseltilecek faizlerde; iki Faiz Dışı Kamu Dengesi’nin Milli Gelir’e oranında. Bakıyoruz 2023'de yüzde 3,7 oranındaki açık; 2026’da yüzde 1,1 oranında fazlaya çıkıyor. Yani kamu dengesi 4,8 puanlık daralma gerçekleştirecek. Yani büyük kemer sıkma kamu maliyesinde. Yani finans kapitale “hem kamu maliyesinde kemer sıkıyoruz; hem de politika faizlerimizi de yükseltmeye başladık” diyoruz. Erdoğan’a da, muhtemelen “on puanlık faiz artışlarını ikinci yarıda, seçimden sonra yoğunlaştırırız” diyorlar. Erdoğan’ı tatmin etmek için 2026’ya yüzde 5 büyüme hedefi koymuşlar. Ama IMF’nin Türkiye ile ilgili öngörülerinde bu hedef yüzde 3’tür. Türkiye ekonomisi için yüzde 3’lük bir büyümeyi istikrarlı ve finans kapital tarafından desteklenir bir model olarak görüyor IMF. Bu büyüme, belli bir istikrara yetiyor. Dış kaynak aktarımını da sağlıyor. İstikrar öngörülerini IMF çok abartılı tutmuyor. Mesela yüzde 20 civarında enflasyonla devam edilir, Türkiye için idare eder. Türkiye yüzde 2 oranında dış açığı sürdürebilir.
Yüzde 3’lük büyüme temposu öngören IMF senaryosu, Türkiye'yi, şu anda içinde yaşadığımız toplumsal bunalıma mahkum etme, hatta ağırlaştırarak mahkum etme anlamına geliyor... Çünkü ekonominin durgunlaşması, atıl iş gücünde (yani geniş anlamlı işsizlik oranında) artışları devam ettirecektir. Türkiye'nin şu anda dörtte biri, yüzde 24’ü atıl işgücü. Yani işgücü piyasasından kopmuş olan faal nüfus…
(Hoca burada TÜİK’in, yayınladığı işgücü istatistiklerinde “işsiz” saymadığı ve adına “ümidini kaybeden, iş aramayan ama çalışmaya hazır olanlar” denilen grubu kastediyor. Bu ve çeşitli eksik istihdam gruplarındakilerin de dahil olduğu işsizlik oranına geniş tanımlı işsizlik ya da atıl işgücü deniliyor.)
Zaten Türkiye’nin yüzde 5'lik büyüme hedefi Erdoğan’ı memnun etmek üzere konulmuş bir rakam. Mevcut işsizlik oranını artırmayacak bir büyüme temposu olarak öngörüldüğü için önceki OVP’lerde de yer alıyordu. Bu büyüme hedefi, finans kapital için enflasyonu daha yükseğe çıkaracağı için onun sineye çekeceği eşiği aşacak. Mehmet Şimşek bu ayın 19’unda New York'a uluslararası bankalarla görüşmek ve bu endişeleri dağıtmak için gidiyor. Ay sonunda da IMF 4. Madde müzakereleri için Ankara’ya geliyor. Türkiye için öngördüğü programla OVP’yi karşılaştıracak. 2026 büyüme hedefinin yüzde 5 olması sorgulanabilir.
(Hoca’nın söz ettiği IMF'yle 4. Madde görüşmeleri, herhangi bir kredi içerikli standby anlaşması olmasa da, her yıl üye ülkelerle ikili görüşmeler yapılmasını, bir IMF ekibinin üye ülkeyi ziyaret ederek, ekonomik ve mali bilgileri toplamasını ve ekonomi yönetimiyle ülkenin ekonomik gelişmelerini ve politikalarını görüşmesini kapsıyor. IMF, bu ziyaretinde Türkiye’nin makroekonomik politikalarını gözden geçiriyor ve finansal sistemin sağlamlığına bakıyor. IMF’nin bu görüşmeler sonucunda yayınlayacağı rapor dünyaya, uluslararası piyasalar ve yatırımcılar için önemli bir referans oluyor.)
OVP DİYOR Kİ, 2024’TE ENFLASYON FARKI ÖDEMELERİNİ UNUTUN
Bu çerçeveyle önümüzdeki yıl, 2024 yılında Türkiye ekonomisini bekleyen en önemli sorun anlaşılan yine geçim sıkıntısı ve yoksulluk olacak?
Özellikle seçimlerden sonra, emekçi sınıfların durumu daha da vahimleşecek. Bunu açıkça OVP’de söylüyor. “Yönetilen, yönlendirilen fiyatlar, yani bu fiyatlardan kastettiği emekli maaşları ve kamu sektörü ücret ayarlamaları, geçmiş enflasyona endeksleme davranışının azaltılmasına yardımcı olacak şekilde belirlenecektir” diyor. Yani milyonlarca emekçinin bir nebze cankurtaranı olan enflasyon farkı ödemelerini unutun. Büyüme temposunun durgunlaşması da atıl işgücünü yüzde 24’ü de aşan oranlara taşıyacak.
ACEMOĞLU’NUN DÜŞÜK VERİMLİLİK DEDİĞİ ŞEY BİR SEBEP DEĞİL, SONUÇTUR
Geçtiğimiz günlerde Prof. Daron Acemoğlu bir röportaj verdi. Biliyorsunuz Kemal Kılıçdaroğlu’nun da seçim öncesi danışmanlığını üstlenmişti. Dedi ki, “Türkiye'nin esas problemi düşük verimliliktir” Buna katılır mısınız?
Verimlilik düzeyi bir sebep değil, bir sonuçtur bir kere. Esas olan şudur: Türkiye’de ortalama verimlilik düzeyinin temel sürükleyici unsuru yatırım temposu ve bileşimidir. Büyük dönüşüm, üretim profilinin değişmesini gerektirir. Bir kere üretim kapasitesinin artışı sermaye birikimi ile gerçekleşir. İkincisi sermaye birikiminin bileşiminin değişmesi ise, ortalama verimliliği artıracak sektörlere yönelme ile gerçekleşir. Bunun tarihsel örnekleri var. İkinci dünya savaşı sonrasında Almanya, Japonya. Daha sonraki dönemde Kore ve Çin… Acemoğlu, tespitinde sonuca değiniyor.
TCMB FAİZİ YÜZDE 30’A ÇIKARMAK İSTER AMA SARAY’I NÖTRALİZE ETMEK İÇİN 2 BUÇUK PUAN ARTIŞA GİDEBİLİR
TCMB Para Politikası Kurulu 21 Eylül’de toplanacak ve bir faiz artışı bekleniyor. Sizce nasıl bir karar çıkacaktır?
Yeni başkan yüzde 25'ten yüzde 30’a çıkarmayı istemektedir büyük ihtimalle. Ama Saray’ı nötralize etmek için 2 buçuk puan artışa da gidebilir. RTE’nin gözetimi altında, finans kapitali ve IMF’yi tatmin edecek bir uzlaşma arıyor ekip. Uzlaşmayı bozacak unsurlar da var. Mesela Kavcıoğlu, BDDK başkanı. Mesela KKM problemini nasıl çözecekler belli değil.
Seçim öncesi olası bir iktidar değişikliğinde muhalefete, "hemen kaldırmayın" uyarısında bulunmuştunuz, tam olarak neye karşıydı uyarınız?
İktidar değişseydi, döviz kurunun istikrarlı kalması, hedeflenmesi büyük önem taşıyordu. 125 milyar dolarlık bir potansiyel döviz talebi KKM mevduatında Türk lirası tasarruflarında yatıyor. Bu düzenlemeyi birdenbire kaldır, tutamazsın; döviz kuru sıçrar gider. Şimdi iktidar KKM’yi yavaş yavaş bozmaya çalışıyor. Bozulan para döviz mevduatına gittiği anda kurları yukarı çekecek tabii.
EKONOMİNİN ÇÖKMESİNİ DEĞİL, DURGUNLAŞARAK ÇÜRÜMESİNİ YAŞIYORUZ
Hocam şu soruyla da çok karşılaşıyoruz: Seçim öncesi özellikle muhalefet ve ekonomistler diyordu ki, iktidar böyle yaparsa çöküşe gidiyoruz, şöyle devam ederse ekonomi çöküyor. Ama baktık ki ekonomi çökmedi, çökmüyor. Elbette çökmesin de o halde niye çöküyor deniliyordu işte çökmedi. Neden?
Efendim ekonominin çökmesi değil, durgunlaşarak çürümesini yaşıyoruz. Çürüme ve dağılma diye de bir süreç var. Uzun sürerse doğal hal budur diye; en kötüsü afyon gibi alışırsınız, hayat budur diye. Örneğin ortalıkta serseri mayın gibi dolaşan diplomalı işsizleri veya geleceği olmayan üniversite öğrencisi gençleri bünyesinde barındıran, zaman içinde bu durumu artıran toplumsal bir ortam…
Çöküşten daha kötü bir şey bu. Çok uzun sürerse, çürümeye alışırsan bir türlü yaşar gidersin. Diğer bir uçta da o vahşi kapitalizmden nemalananlar, büyük rantları gelire dönüştürerek parazitleşen yaşam tarzlarını sürdürenler var.
SON YILLARDAKİ GELİŞMELER, SERMAYENİN İSTİKRARLI TAHAKKÜMÜNÜ SAĞLAYAN BİR MODELDEN, GİDEREK VAHŞİLEŞEN BİR KAPİTALİZME GEÇİŞTİR
Cumhuriyetin 100. yılını bitirmemize günler kala şu soruyu size bilhassa sormayı çok önemsiyorum. Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. yılında, vadettiklerini de düşünerek geldiğimiz noktada sermaye ve emek açısından tahlili nasıl yaparsınız?
(Korkut hocanın burada yüzü gölgeleniyor. Susuyor ve önüne bakıyor. Sonra, bunu koymayalım söyleşimize, diyor. Neden hocam, diyorum. “Kötümserim de onun için” diyor. Artık üzgün ve sessiz. Sessizliği ben bozuyorum)
Bunu niye soruyorum biliyor musunuz hocam? Bir yandan Türkiye’de siyasal İslam’ın 20 yıllık etkisini her şekilde hissediyoruz elbette ama ben esas sorunun şu olduğunu düşünüyorum: Türkiye’nin, Cumhuriyet tarihi boyunca öyle ya da böyle korunduğu vahşi kapitalizme topyekûn teslimi yaşanıyor artık. Tüm kural ve hukuku yok ederek, özelleştirmeler yoluyla, emeğin örgütlülüğünün kırılmasıyla, sermayenin kuralsız hırçınlığıyla, küçük ayrıcalıklı grupların reel iktidarıyla bir vahşi kapitalizme sürükleniyor Türkiye. Oysa Cumhuriyet fikri öyle değildi. Siz ne düşünürsünüz diye merak ediyorum.
Son yıllardaki gelişmeleri, sermayenin istikrarlı tahakkümünü sağlayan bir modelden, giderek vahşileşen bir kapitalizme geçiş olarak da nitelendirebiliriz. Saray’ın neoliberal programı, bu dönemde sermayenin ölçüsüz ve hızla ihya edilmesini hızlandıran bir kargaşaya dönüştü. Bu ortamda kredi pompalamaları ölçüsüz servet eşitsizliklerini besleyerek gelir dağılımındaki abartılı kutuplaşmanın kaynağı oldu. Enflasyon, kârları şişirerek beslendi. Bugünlerde yeni ekonomi ekibi sermayenin neoliberal (ama yürüyen) biçimine, gelir ve servet dağılımındaki kutuplaşmaları koruyarak dönüş çabasında. Erdoğan, dört yıllık iktidar garantisini güvenceye alırsa, IMF'nin hedeflediği türde sermaye tahakkümüne razı olabilir. O modeli on iki yıl uyguladı.
Öte yandan toplumsal çürümenin, kapitalizmin vahşileşme konjonktürünün ötesine giden İslamcı faşizm boyutu da var. Emekçi sınıfların saflarında İslamcı faşizmin kök salmasını önleyecek tek direnme gücünün, Cumhuriyetçi ve sosyalist bir muhalefet cephesinde olduğunu düşünüyorum. Bu seçenek, bugün sadece Türkiye'nin birkaç parçaya ayrılmış olan sosyalist, komünist, devrimci partilerinde, örgütlerinde var. Ve bu partilerin bugün hareketsiz olan geleneksel Cumhuriyetçi kalabalıklarla, örneğin CHP’nin kitle tabanıyla bütünleşmesi gerekiyor.
Bu geniş cephe yakın geçmişte kendiliğinden oluştu. İlk örneği 2007’deki Cumhuriyet mitinglerinde ortaya çıktı. Sosyalistler bu aşamada liberal akımın darbecilik suçlamasından etkilendi; çoğunlukla uzak durdu. Altı yıl sonra Gezi’deki kalkışmanın ortak simgesi Mustafa Kemal’in kalpaklı resimleri oldu. Ortaya çıktı ki, hareketin özlemleri, sınıfsal ve ideolojik eğilimleri ile sosyalizme, hatta komünizme dönüktür. Sosyalistlerin, devrimcilerin yanılgısı son buldu; ancak hareketin örgütlenmesini üstlenemedi. Mayıs seçimlerinde Saray iktidarına karşı çıkan 25 milyon, Gezi hareketinin fiilen ve ana eğilimleri itibariyle türevidir. CHP liderliğinin böyle bir göreve layık olmadığı ortadadır. Şu andaki siyasal algılamaları, platformları itibariyle sosyalist, komünist, devrimci örgütler bu geniş cepheyi sahiplenecek nitelikleri taşıyor. Örgütleri, mümkün mertebe iş birliği, eşgüdüm içinde CHP’nin Cumhuriyetçi tabanı ve birikimi ile birleşerek, Siyasal İslam’ın karanlığına karşı güçlü bir direnme odağı oluşturabilir. Türkiye toplumunun, halkının gönenci, gelecekteki devrimci dinamizmi için kritik bir ilk adım böylece atılabilir.
Gülümhan Gülten / duvaR