1 Ekim 2023 Pazar

Sevgi Soysal - DOSYA


Bir yaşam emekçisi: Sevgi Soysal (T
arık ÖZYILDIRIM-Evrensel)

1 EKİM 2023

Fransız Yazar Marguerite Duras “Kadın, ezilmişliğin bilincine ulaştığı an, politik bir insana dönüşür” der. Sevgi Soysal, bu politik bilince daha çocuk yaşlarda ulaşır. Çocukluğunda yaşadığı bir anıyı şöyle anlatır Sevgi Soysal: “Rumelili olan babaannem erkeklere, erkek çocuklara çok önem verirdi, hep kayırırdı. Altı çocuktuk evde 4 kız, 2 oğlan. Ama babaannem için ‘uğlanlar’dı asıl olan. ‘Açayım uğlancağızlara bir börek’… Akşamüstü okuldan döndüğümüzde ağabeyimi mutfağa çeker, sakladığı tatlıları elceğiziyle yedirirdi. ’Yiyesin aman, bırakmaz sura uğursuzlar.’ O uğursuzlar biz kızlardık.”

Ezilen, dışlanan kadını; hayatının her aşamasında görür Sevgi Soysal. Görmekle kalmaz bu kadın figürünün yalnızlığını, dışlanmışlığını “Tutkulu Perçem”den “Tante Rosa”ya; “Yürümek”ten “Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu”na tüm çıplaklığıyla ele alır. Çünkü onun gözünde kadın bir yaşam emekçisidir. Sevgi Soysal “Erkeklere, erkeklere, en çok onlara, bu kendini sevenlere kızgınlığım” der. 

BÜTÜN KADINCA BİLMEYİŞLERİN ADI

Sevgi Soysal, 1968’de yirmi yıllık çocukluk anılarını öyküleştirir “Tante Rosa”yla. Bu hikayelerin kahramanları anneannesi Rosa, teyzesi Rosel ve kendisi olur. Anne tarafı Alman olan Sevgi Soysal, yazdığı bu eserle çok sert bir şekilde eleştirileceğini biliyordu. Çünkü herkesin gözünde, bu bir Alman hikayesiydi.  “Bu yargıyı bekliyordum… Suçum belki de onu Ayşe Teyze’ye çevirmemiş olmak” diyerek yapılan eleştirileri önemsemez. Tante Rosa gibi ailesini terk eden, orospuluğa bile özenen bir kadının anlatılması eleştirilerin temelini oluşturur.  Zorunlu bir evlilikle karşımıza çıkan Rosa; özgürlüğe giden yolda ailesini bırakır. Bu bırakma Sevgi Soysal’dan başlayarak bütün umutsuz kadınlar için bir simgedir.

Kadın özgürlüğüne, hayatı sorgulayarak ve hayatı alaya alarak ulaşmak ister Tante Rosa. Ursula K. “Özgürlük, ağır bir yüktür” der. Sevgi Soysal bu koca yükü çoktan Rosa’nın omuzlarına yüklemiştir. Tante Rosa, bu yükle kilise tarafından aforoz edilir: “Hiçbir şey midir, yoksa hiçbir şey midir? Gemi düdükleri, fabrika düdükleri… Bir pazar günü barışsever bir Katolik köyünde, Tante Rosa aforoz edilmişse bu nedir, beklenen son nedir?” Aslında aforoz edilen Tante Rosa değil, onun düşüncelerini paylaşan, ezilen dışlanan bütün kadınlardı.

Tante Rosa bir yabancılaşma, bir yalnızlaşma ve nihayetinde bir başkaldırıdır. Sevgi Soysal’ın var oluş sancısı Tutkulu Perçem’den Tante Rosa’ya geçer. Yıllar sonra kızı Funda Soysal şunları söyler: “Tante Rosa Alman olduğu için değil, özgürlüğünü sahiplenen bir kadın olduğu için yabancıdır… Türkiye için erken öten bir horoz gibidir, bu erken ötüşün bedeli ağır olur” Ölmeden iki ay önce eski eşi Özdemir Nutku’ya “Sana bir vasiyetim var Özdemir. Şimdi bu hırdavatlar, Yenişehir’de öğleyi şunu bunu öne çıkartıp Tante Rosa’nın boynunu vuracaklar. Sen, benim ne halt ettiğimi ilk hikayelerimden bu yana biliyorsun. Tante Rosa’ya sahip çıkın” der. İletişim yayınları ve ailesi, onun mirasına sahip çıkma adına, Tante Rosa’yı bütün eserleri serisinde ilk sıraya koyar.

BİR KAVGANIN ROMANI

Tante Rosa’dan sonraki eseri Yürümek’le TRT başarı ödülünü alan Sevgi Soysal, çocukluğundan, gençliğinden, evliliğinden epizotlarla romanını oluşturur. Kadın karakter olan Ela ile yeni bir Tante Rosa yaratır. Ela, özgürlüğüne yürümek konusunda dirençli bir kadın olarak karşımıza çıkar. Ela, kadın özgürlüğüne yürüyen bir militandır daha doğrusu Sevgi Soysal’ın gözünde.

Yürümek romanıyla beraber bir garip sansür devreye girer. Çünkü Sevgi’nin susturulma vakti gelmişti. Murat Belge “… Resmi Türkiye onun ve onun gibi insanları, onların düşüncelerini ve yaşama üsluplarını yok etmek ister” der. Bu yok etme düşüncesiyle beraber “Yürümek” TCK’nin 426-427 maddeleri gereğince müstehcen bulunur. Eşinden duyduğu Sökeli bir ağa çocuğunun eşeğe tecavüz etmesini bütün ayrıntılarıyla romanına aktarınca kıyamet kopar bir anda. Bu tartışmalar Meclise kadar uzanır. Bu eleştirilerin temelini Ahmet Oktay “Ataerkil ahlak, sorunun bir kadın tarafından ortaya konmasını hazmedememiştir aslında” diyerek özetler.

1971 haziranında uygulanan yasak 1974’e kadar 3 yıl devam eder. Bilirkişi raporuyla roman aklanır. Vedat Günyol bu roman için şunları söyler: “Yürümek, bitmemiş bir kavganın romanıdır. Yüzyıllarca sürmüş, belki yüzyıllarca sürecek olan bir kavganın, kadın-erkek ilişkisinde insanca, eşitçe yaşamanın özlemini yansıtan bir kavganın.”

KANSERLE SAVAŞIRKEN BİLE ÖRGÜTLÜ

12 Mart süreciyle iki defa tutuklanıp Yıldırım Bölge Kadın Koğuşu’nda diğer aydınlar gibi kendine yer bulan Sevgi Soysal, kadın sorununa siyasi açıdan da bakmaya başlar. Özellikle Türkiye solunun önemli iki ismiyle Behice Boran ve Oya Baydar’la aynı koğuşu paylaşması, burada kadınlara yapılan cinsiyetçi işkenceler onun kadın sorununa bakışını politik bir hale getirir. A. Oktay’ın deyişiyle “Duygusal, romantik ve Kafkaesk bir söylemden siyasal ve sorgulayıcı bir söyleme geçer” Şafak, Yenişehir’de Bir Öğle Vakti, Barış Adlı Çocuk eserleriyle kadın yürüyüşünü ideolojisiyle birleştirir Sevgi, ta ki kansere genç yaşta yenik düşene dek.

Kanserle savaşırken bile örgütlü olmayı elden bırakmaz. Attila İlhan’la ölene kadar yapacaklarını programlar ve “Hoş Geldin Ölüm”ü yazmaya başlar. Sevgi bu romanını bitirmek için ölümden müsaade istese de 1976’nın 22 Kasım’ında aramızdan ayrılır.  Attila İlhan, Sevgi Soysal için şunları söyler: “Defnedildiği günün akşamı, karla karışık yağmurun ıslak soğuğu! Zihnimde ‘Sevgi üşüyecek. Demek ki ölmemiş Sevgi.’

Sevgi Soysal, ölene kadar herkesleydi; kadın mahkumların sesi olmak için dilekçeler yazarken, işçileri bilinçlendirmek için edebiyat faaliyetleri yürütürken, idam edilen üç fidanın babalarıyla beraber zulme karşı yumruk oluverirken görürüz onu. Peter Maiwald’in “İşçi B’nin Hikâyeleri”nden bir alıntıyla Sevgi Soysal’a veda edelim “Güzel günler gelmez bize/ Diyor işçi b,/ biz güzel günlere yürümedikçe.”

Tutkuları Perçemlerinde Gezen Bir Asi: Sevgi Soysal (Hazırlayan: Mert Bekçi-GAZETE SANAT) 

16 OCAK 2020

Birçok niteleme ve tanım gibi, birine asi yakıştırması yapmak da kolay iş değil. Bunun için ne gereklidir bir bakmak lazım önce. Korkmamak mı, korkuların üzerine gitmek mi? Onay ihtiyacını içinden söküp atarak ruhun dizginlenemez yanına kulak vermek mi? Arzulamanın, hele bir kadın olarak arzu duymanın ayıplandığı bir ortamda arzularını söze dökmek mi? Yoksa ilgilendiğin sanat dalında yenilikler getirmek mi? Türk edebiyatında, bu sorulara cevap mahiyetinde vereceğimiz isimlerden biri Sevgi Soysal olsa gerek. 40 yıllık yaşam öyküsünün çoğu satırını oldukça yoğun bir şekilde yaşamış olan yazar Türk edebiyatının yenilikçi soluklarından biridir, politiktir, feministtir. Eril dilin eleştirildiği birçok ortamda, konuşmacı olarak gördüklerimizin erkekler olması gibi bir hataya elbette düşmeyeceğim. Ancak Sevgi Soysal’ın edebiyatta olduğu kadar, feminizmde sahip olduğu payı da söylemek gerek.

Cumhuriyet kurulduktan on üç sene sonra, 1936’da İstanbul’da dünyaya gelen yazar genç Türkiye’nin, değişim ve modernite kavramları karşısındaki zorlu sınavının içine doğar. O değişimin sancıları ki Tanzimat dönemiyle, hatta belki daha önce başlar ve Yakup Kadri’nin Kiralık Konak’ı, Adalet Ağaoğlu’nun Ölmeye Yatmak’ı gibi eserlerle sürüp gider. Türkiye, Atatürk’ün dediği üzere ‘’… yeni vatan, yeni sosyete, yeni devlet’’ olma yolunda adımlarını atmaktadır. Değişimin her daim sancılı olduğu gerçeğinden hareketle, Sevgi Soysal’ın da böyle sancılı ve ağrılı bir döneme doğduğuna şüphe yok.

Selanikli bir bürokrat ve mimar babanın, Alman bir annenin altı çocuğundan üçüncüsü olan yazar 1952’de Ankara Kız Lisesi’ni bitirir. Cumhuriyet ile yaşıt olan lisenin bulunduğu şehir, yani Ankara, aynı zamanda Soysal’ın ileriki dönemlerinde başının çokça derde gireceği şehirdir. Ankara’da Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nde bir süre arkeoloji okuyan öykücü, ailesinin muhalefetine karşı gelerek 1956’da tiyatrocu ve yazar Özdemir Nutku ile evlenir ve eşiyle beraber Almanya’nın yolunu tutar. 1956 – 57 aralığında Göttingen Üniversitesi’nde arkeoloji ve tiyatro derslerini takip ederek Batılı eğitim kurumlarına olan aşinalığını da arttırır.

Almanya’da geçirdiği vakitlerini, 1958’de Ankara’ya döndüğünde Alman Kültür Merkezi ve İrtibat Bürosu’nda çalışarak işe çeviren yazar, Ankara Radyosu’nda çalışma fırsatı da yakalar. Bu dönemler, onun nasıl bir iç dünyaya sahip olacağını, ne tür bir edebî yolculuğa çıkacağını da emareleriyle beraber vermeye başlar, çünkü ‘’gerçekçilik’’ veya ‘’yeni gerçekçilik’’ olarak adlandırılan akımın etkisiyle öykü ve yazılar neşretmeye başlar. Avrupa’da 1850’lerden sonra filizlenmeye başlayan gerçekçilik akımı, bize gelmek için 100 yıla yakın bir zaman beklemiştir. Eşzamanlı olarak Türk yazınının da değişimlere gebe olduğu bu dönem, Soysal’ın Dost, Yeditepe, Ataç gibi dergilerde öykü ve yazılarının yayımlandığı yıllardır.

Sevgi Soysal’ın hayatı kalıpları kırmak, zincirlerinden azade olmak gibi kavramları içi dolu bir şekilde yaşayan bir kadının izlerini taşır. Bu minvalde görebileceğimiz önemli girişimlerinden birine, 1961’de Haldun Dormen’in yönettiği ‘’Zafer Madalyası’’ adlı oyunda tek kadın rolünü oynaması misal verilebilir. Bundan sonra artık zaman öyküleri aracılığıyla içinde dolup taşan duyguların kitap halinde de yayımlanacağı zamandır.

1962’de ilk baskısını gören, yazarın da kitaplaşan ilk eseri olan Tutkulu Perçem toplumda solunan hakim havaya toslamış ama isteklerinden taviz vermeyen bir kadını ortaya koyar. 13 öyküden oluşan eser, çoğu hikayede bir kadın karakterin merkezde olduğu bir seslenişi temsil eder. Bu sesleniş; eril düzenin etkisiyle kadına ve kadınlığa dayatılanlardan sıkılmış bir nitelik taşır. Öykülerin çoğunda, hizaya sokulmak istenen kadının erkeksi dünyaya olan öfkeleri ve tepkileri Soysal’a özgü bir dille aktarılır. Kitaba adını veren Tutkulu Perçem öyküsündeki şu alıntı Soysal’ın konuşturduğu kadını anlamak açısından oldukça verimlidir:

Rahatlamadım hiç. Kızgınlığım tabanlarımda. Öğle güneşinde, kumsalda dolaşıyormuşum gibi – çıplak ayaklarla, kızmış kumlarda – yanıyor tabanlarım. Erkeklere, erkeklere, en çok onlara, bu kendilerini, sonra yine kendilerini sevenlere kızgınlığım. İki düğmeli, tek düğmeli, üç düğmeli ceketleriyle duyarsızlar ordusu yığın yığın geçiyorlar. Ceketsiz, kravatsızlarda biraz olsun umudum vardı, oysa tek dolaşmıyor onlar – güçsüzler. Rastlamadım işte, birilerine rastlamadım – Rast-la-san-da, rast-la-ma-san-da av-va gi-di-yo-ruz.

Eser hakkında yazılan metinlerde, erkekçe çizilen sınırlardan sıkılan bir kadının erkeklere olan öfkesinden söz edilse de, bugünkü bilgilerimiz ışığında tepki verilenin daha çok ‘’erkeksi’’ olduğunu söylemek de gerekebilir. Bu parantezi kapadıktan sonra devam edelim. Eserde görebileceğiniz farklı unsurlar arasında gerçeküstü imgeler, bu imgenin gerçeküstücülüğüne yaraşır bir dil, toplumun yaşayış alışkanlığından kendini sıyıran ve bireyliğini arayan bir kadın bulunur.

İkinci öykü kitabını yazmak için aradan altı sene geçmesi gerekecektir. Bu süre zarfında arkeoloji diplomasını alır, çeşitli dergilerde öykülerini yayımlamayı sürdürür. Eril dilin hakimiyetine karşı yükselen sesi tekrar görebileceğimiz kitap, 1968’de ilk kez basılır: Tante Rosa. Soysal’ın Alman asıllı anneannesi ve teyzesinden hareketle yazmaya başladığı eser dönüp dolaşıp son noktayı yazarın kendisinde bulur. 14 öykü görebileceğiniz eserde Sevgi Soysal, yarattığı Tante Rosa ile bazen acımasızca dalga geçerken bazen de ona şefkatli bir el uzatırcasına anlayış gösterir. Dönem Türkiye’sinde yadırganan bir eser olan Tante Rosa, o vakitler yeterince anlaşılamamıştır da. Eserin kahramanı Rosa ile ilgili en çok vurgulanan şeyler onun yabancı (Alman) ve aykırı biri olduğudur. Bu yaklaşım; eserin, Rosa’nın, hatta belki de Soysal’ın yadırganmasına da sebep olur. İstediği yaşantıyı bulamadığında her şeyi bırakıp gidebilecek bir karaktere sahip olan Rosa, kimseye sormadan canının istediğini yapabilme yeteneğini haizdir. Bu da, edebiyat çevrelerince dahi kabul edilmesi güç özellikler olmuştur. Yazarın, annesini hiç tanımamış kızı Funda Soysal eser hakkında şunları söyler:

Tante Rosa’nın yaşamı bir başarısızlık öyküsü gibi gözükse de, içindeki prensesin ölmesine izin vermeyen Rosa’ya acımak ve gülmek kadar, hayran olmamak da zordur. Tante Rosa’nın iç sesi ve Sevgi Soysal’ın alaycı dili, kitap boyunca bu ikilemleri bir sonuca bağlanmadan dile getirir ve okuyucuyu, özellikle de kadın okuyucuyu, kendi varoluşuyla baş başa bırakarak aradan çekilir.

Bir çelişkiler hikayesine sahip olan Yürümek romanıysa 1970’de yayımlanır. Basıldığı yıl TRT Roman Başarı Ödülü’nü alan eser, daha sonra müstehcenlik gerekçesiyle yazarının yargılanmasına neden olur. Yazarın ilk romanı olan Yürümek, edebiyat çevrelerince bir eşik olarak da değerlendirilir. Tutkulu Perçem’le başlayan kadınlık – erkeklik ve toplum eleştirileri, çıkışları Tante Rosa ile boyut atlarken; Yürümek, yazarın bir dağın tepesine daha da yaklaştığı eserdir. Elâ ve Mehmet’in birbirlerine tesadüf etmelerinin, ayrılmalarının ele alındığı roman toplumca çizilen standart kadınlık ve erkeklik portrelerini derinlemesine ele alır. Bu temaları, sınıf çatışmaları takip eder. 12 Mart’ın ayak seslerinin duyulmaya başlandığı dönemde çıkan Yürümek, toplumun cinsel tabularını ele alması ve bireyin yaşadığı psikolojik sorunları da cinselliğin üstünün örtülmesine bağlaması açısından da son derece önemlidir. Soysal’ın dayatılanı reddeden güçlü sesini Yürümek’te de oldukça yüksek volümde duymak mümkündür:

Kaynanaların öpülen elleri, kabul günleri, uysal gelin bakışları, gülücükler, titiz bir ev kadını görünme çabaları, yuvayı yapan dişi kuştur numaraları, ovulan lavabolar, tencere karaları…

Yazarına önce ödül kazandırıp ardından kısa bir tutukluluk yaşatan Yürümek Türk edebiyatında feminist okumalar yapma noktasında da önemli bir nitelik hacmine sahiptir. Özdemir Nutku’nun ardından Mümtaz Soysal’la evlenen yazar, Mümtaz Bey’in ideolojik propaganda yaptığı gerekçesiyle mahkum edildiği Mamak Cezaevi’nde evlenir. Kendisi de siyasî gerekçeler gösterilerek tutuklanan Sevgi Soysal, sekiz ay boyunca Yıldırım Bölge’de, yaklaşık üç ay da sürgün yediği Adana’da kalır. Cezaevi onun yazarlık hünerini elinden alamaz ve bu süreçte yazdığı Yenişehir’de Bir Öğle Vakti adlı romanıyla 1974 Orhan Kemal Roman Armağanı’nı kazanır. Bu ödülü kazanan ilk kadın yazar olarak da tarihe geçen Sevgi Hanım bu ikinci romanında cinsiyet faktörünün ilişkilere olan etkisini irdelemeyi sürdürür, beri yandan 12 Mart’ı ülkeyi bu sürece getiren geçmişle beraber aktarır.

Yürümek’te olduğu gibi burada da cinsel temaları görmeye ayrıca devam ederiz. Roman karakterlerinden Olcay cinsellik söz konusu olduğunda bağımsız bir tutum sergiler. Sergiler ama sürüp giden eril zihniyetin çatısı altında cinselliğin aslında utanılan bir konu olduğunu düşünmeyi sürdürür. Cinsel çağrışımlar söz konusu olduğunda yüzünün kızarmasına mani olamaz. Toplumun büyük bir kesiminin mutluluk için çıkış yolu olarak gördüğü geleneksel birlikteliklere dair romandan alıntıladığımız şu bölüm de iyi bir özet verebilir:

Eve alınması mutlaka “gerekli” eşya için karılarına surat asmaktan usanmış kocaları, ev ihtiyaçlarını hayatın merkezi sanan dar görüşlü ev kadınlarını, ev eşyalarında hiç bıkmadan yenilik ve değişiklik yaparak hayatlarını renklendirdiklerini sanan ve belki de hayatlarında sadece bu alanda ilerleyen aileleri, yeni kuracakları yuvayı döşemekten anlaşılmaz bir tat çıkaran nişanlıları, kafeslerine delice meraklı, kafesleri için durmadan para ve emek tüketen tutsak kuşları, hem alışveriş edip hem de bundan şikayetçi olanları ayırt etmiyordu mağaza müdürü.

Otobiyografik unsurlarla bezeli ve 1975’te yayımlanan Şafak ise Adana’da sürgünde olan bir kadının yaşadıklarını 12 Mart eleştirisi ekseninde ele alır. Yazarın feminist seyrini, sürgün ve muhtıra gibi farklı politik evreler de takip etmeye başlar. Cezaevi anılarını anlattığı ve bir gazetede tefrika edilerek yayımlanan yazılar Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu adıyla kitaplaştırılır. Yazar artık yalnızca kadın özgürlüğüne eğilmesiyle değil, farklı toplumsal çarpıklıklara değindiği yazılarıyla da politiktir.

Baktığınız zaman, Sevgi Soysal’ın edebî ve siyasî yaşantımızdan bir fırtına gibi geçtiğini anlamak zor olmasa gerek. Bir tiyatro oyununda tek kadın rolünü canlandırması, ailesinin karşı gelmesine aldanmayarak evlenmesi, sonraki evliliğini eşinin mahkumiyeti nedeniyle ‘’içeride’’ yapması, ardından gelen hapis ve sürgün dönemi… Ve tüm bunları, modernleşme noktasında hala büyük sancılar yaşanan 20. asrın ikinci yarısında yaşamış olması. Yarattığı kadın karakterlerin muhtemel ki hepsinde kendisinden izler görebileceğimiz Sevgi Soysal tüm bunlara rağmen ‘’öğretilmiş’’ bir insana, arzularından korkması gerektiğine inandırılmış bir kadına dönüşmemiştir. O, büyük gövdenin çizdiği sınırları dinlememeye, kendini gerçekleştirmeye inat ederek savaşını kazanmıştır.

1975 sonbaharı, Soysal için de yaprakların döküldüğü bir tarih olur: Yakalandığı kanser ondan bir göğsünü alır. Ama yaşamın içinden gelen bir yazar olma hünerini kaybetmez: Hastalık evresindeki dönemlerini içeren ve 12 Mart’tan sonraki değişimleri anlattığı Barış Adlı Çocuk 1976’da doğar. Aynı yıl bir ameliyat daha geçirmek zorunda kalan yazar, tedavi için eşiyle beraber Londra’ya gider. Tasarladığı son romanı Hoş Geldin Ölüm’ü bitiremeden Kasım 1976’da hayata gözlerini yumar.

TRT’de çalıştığı dönem neşrettiği radyo oyunları ve yazıları 2017’de Venüslü Kadınların Serüvenleri adıyla yayımlanır. Eserlerine girmeyen öykü, çeviri, eleştiri gibi yazıları ve kendisiyle yapılan söyleşiler de 2018 senesinde Tekliğin Türküsü adıyla kitaplaştırılır. Buradan bakınca Sevgi Soysal; politik, inatçı, karşı gelen yaşam anlayışını adeta tereddütten uzakta yaşamış gibi görünüyor. Öyle ki kanser olduğu dönemde Hoş Geldin Ölüm adını verdiği, tamamlanamayan bir roman hazırlama girişimleri dahi belki vaktinin geldiğini nasıl da endişelerden uzakta kabul ettiğini gösterir. Öyle ya da böyle o bizim siyasi hayatımızın, feminist mücadelenin ve Türk edebiyatının en dalgalı, en içinden geleni esirgemeyen portrelerinden biri olarak yaptıklarıyla ismini korumaya devam etmektedir. Yakın tarih Türk yazınının eril dili sorgulayan bir başka yazarı, Tezer Özlü‘yü okuyarak da yelpazeyi genişletmenizi salık veririm. Yenişehir’de Bir Öğle Vakti eserinden bir alıntıyla yazarın tahtları sallayan anlatımına bir kez daha tanık olarak bu bahsi kapayalım:

Dostluğumuzun sağlıklı olabilmesi için, yanlış yere edindiğin komplekslerin ışığında görmemelisin beni. Bunların dışında, yalın ve çıplak, beni, benim sorumlu olduğum yönlerimle değerlendirmelisin.

Sevgi Soysal’ın hayatı kalıpları kırmak, zincirlerinden azade olmak gibi kavramları içi dolu bir şekilde yaşayan bir kadının izlerini taşır. Bu minvalde görebileceğimiz önemli girişimlerinden birine, 1961’de Haldun Dormen’in yönettiği ‘’Zafer Madalyası’’ adlı oyunda tek kadın rolünü oynaması misal verilebilir. Bundan sonra artık zaman öyküleri aracılığıyla içinde dolup taşan duyguların kitap halinde de yayımlanacağı zamandır.

“Korkma, aydınlığı bir ucundan da olsa görenlerin işi değil korkmak. Karanlıktan çocuklar korkar. Biz ne çocuğuz, ne de her yer karanlık. Düzenle bütün bağlarını koparabildiğin zaman, ki bu cesaret ister, bu cesareti gösterebildikten sonra zaten karanlıktan korkmayan biri olursun.”

Sevgi Soysal okumuş herkesin zihnine kazınmış birkaç cümle vardır. Kiminin aklında Tante Rosa’dan bir kadınca bilemeyiş kalır, kiminin aklında Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu’ndan umut dolu bir anı. Ama en çok başka bir dünyanın mümkün olduğunu görebilmektir Sevgi Soysal.

Sevgi Soysal yaşasaydı bugün 86 yaşında olacaktı. 40 yıllık yaşamına gazete yazıları, cezaevi anıları ve öykülerinin yanı sıra üç roman ve bir tamamlanmamış roman sığdırdı.

Soysal’ın kitaplarını yayımladığı 60’lı ve 70’li yıllar, Türkiye’de edebiyatın büyük oranda politize olduğu bir dönem. Sevgi Soysal da böyle bir iklimde tüm yazdıklarında insanın kendi özneliğinin siyasi bir alan olduğuna, öznel olanın politik olduğuna dikkat çeker. Özellikle romanları Yürümek, Yenişehir’de Bir Öğle Vakti ve Şafak’ta, siyasi mücadelenin yalnızca dışarıda, iktidara karşı çıkmayı değil; öznelerin kendi içinde, kendilerine dayatılan sınırlara karşı çıkmayı da içerdiğini, gündelik hayatla kavgaya girişmemiz gerektiğini hatırlatır bize. Bunu yaparken de hep bir değişimi, dönüşümü işaret eder.

Sevgi Soysal’ın yaşadığı toplumla her zaman bir derdi vardır fakat politik tavrının, topluma dair dertlerinin öne çıktığı 1970 sonrası eserlerine açılan kapıyı Tante Rosa ile aralar ilk kez. 14 kısa bölümden oluşan bu kitap kendi zamanında “bizim örf ve adetlerimize yabancı olmasıyla” eleştirilir. Fakat buradaki asıl yabancılık Tante Rosa’nın Alman olması veya Katolik olması değil, özgürlüğünü sahiplenen bir kadın olmasıdır. Çünkü Tante Rosa anne olmayı reddeder, iyi bir eş olmayı reddeder, hiçbir işte tutunamaz, hiçbir ilişkisi yürümez, yalnız başına ölür ve kimsesizler mezarlığına gömülür.

1970 yılında çıkan, TRT sanat ödülleri yarışmasında başarı ödülünü alan Yürümek ise çok geçmeden 1971 yılında müstehcen bulunarak toplatılır. Gerekçe olarak romandaki bir karakterin köyde eşeğe uyguladığı cinsel istismarın ayrıntılarıyla betimlenmesi gösterilir. Yürümek gerçekten “müstehcendir” fakat bu sebepten değil. Cinselliğin tabu olarak kurulmasını, aileden başlayarak örgütlenen ahlakı, kadının bedenine yabancılaşmasını, tüm bunların arkasındaki toplumsal ilişki ağını görmemizi sağladığı için müstehcendir Yürümek. Öte yandan romandaki karakter Ela’nın hayatında, denetim mekanizması işlevi gören, otoriter bir anne figürü vardır. Burada neden bir otoriter figür olarak kadın karakterin seçildiği ise aslında Sevgi Soysal’ın kadın sorununu algılayışına örnek gösterilebilir.

Sevgi Soysal’ın her zaman bir kadın sorunu vardır ve kitaplarında bunu tartışır. Romanlarında idealize edilmiş, her şartta güçlü, cefakâr, kahraman kadınlar yer almaz, toplumun içindeki gerçek karakterler yeniden yaratılır. Kadın sorununun çözümünü ise yarattığı karakter üzerinden toplumun geldiği mevcut durum ile açıklamaya çalışır. Kadın karakterlerin roman içindeki konumlarını toplum ile etkileşimi üzerinden ele alır. Roman ve öykülerindeki ana eksen ise açıkça kapitalist düzene, onun insanları, özellikle kadınları kuşattığı değerlere karşı duruştur. Ve bu kadın karakterlerin en önemli özelliği kendilerini kuşatan yaşam biçiminden kurtulma isteğidir.

Sevgi Soysal düzeni, yalnızca kendisinin de içinden çıktığı küçük burjuva kadınları yansıtarak sorgulamaz elbet. Balzac’ın “gözün gastronomisi” dediği kavramla; modern kamusal hayatın görsel haliyle, giyim kuşamdan, kamusal davranışlara kadar kentli orta sınıf tiplemeleri çıkarır karşımıza. Toplumsal olana bakarken özneyi de unutmamayı öğretir. Hepsinin ortak noktası, düzenle kurdukları bağ açısından farklı konumlarda yer almaları, farklı iktidar ilişkilerine dair ipuçları vermeleridir.

“Bir şeyi kavramak, istemek, hemen onun olması demek değildir, anlıyor musun? Böylesi güçlü bağlar bir Çarşamba günü kopmaz; bunu isteyip de, daha gerçekleştiremiyorsan, henüz günü gelmediğindendir. ... Günü gelecek be Olcay, yeter ki iste, yeter ki istemesini bil. Asıl yalan koparmadan, koparma günü gelmeden, kopardım sanmak…”

Yenişehir’de Bir Öğle Vakti’nin leitmotifi olan kavak ağacı hem mevcut düzenin çürümüşlüğünü hem de yeni gelecek düzenin taşıdığı umudu barındıran bir simge olarak yer alır. Burada kavağın devrilmesi, düzenle bağları koparmak için doğru zamanın geldiğinin habercisidir. Kavak, Olcay ve Doğan’ın birer özne olarak değişimi üzerinde belirleyici bir rol oynar, düzenin çemberinde sıkışmış bireyler için özgürleşme umudunu barındırır. Anneleri Mevhibe Hanım’ın ev içi düzeninin bir uzantısı olan kavağın devrilmesiyle birlikte, bahsedilen güçlü bağların kopma günü gelir. Biz bu kırılmanın tümüyle gerçekleştiğine roman içinde tanık olamasak da Doğan ve Olcay’ın çemberlerini kırmaları için gereken şartların hazır olduğunu anlarız. Son olarak da asıl tüm çelişkiyi bağladığı yerde, kavak kapıcının üzerine devrildiğinde, devletin en tepesinden, bir apartman içindeki gündelik hayatın örgütlenme biçimine kadar ülkede iktidarın tezahür ettiği her yerde, emekçilerin ezilip kalmasına işaret ettiğini anlarız Sevgi Soysal’ın.

Yürümek’te yürüme eyleminin kendisi, Yenişehir’de Bir Öğle Vakti’nde devrilen kavak ağacı, Şafak’ta ise yeni doğan günün ilk ışıkları değişim umudunun simgesidir. Sevgi Soysal, okurları tam da bu simgelerin belirdiği yerde yalnız bırakır: Yürümek’te ana karakter Elâ alıştığı hayattan yürüyüp çıkarken, Yenişehir’de Bir Öğle Vakti’nde kavak ağacı devrildiği anda, Şafak’ta emniyetten salınanların günün ilk ışıklarında yeni hayatlarına doğru yola çıkarken sonlanır romanlar. Böylece bu simgeler aracılığıyla kurduğu değişim umudu ayakta kalır. Bize, yani okura bu noktaya kadar eşlik eder, karakterler umuda açılan eşiğe geldiklerinde ise, onları da bizi de özgür bırakır.

Sevgi Soysal’ın kişileri canlı ve gerçek, karakterleri ise hayatın kendisi gibi değişkendir. Onlar da bizim gibi ilişkileriyle var olur, gerçeklikleri kurdukları ilişkilerin niteliğine bağlıdır, duyguları, düşünceleri içinde bulundukları kendi gerçeklerinden bağımsız değildir. Ama bir yandan da yaşadıkları olayların içinde biçimlenir ve değişimleri davranışlarına yansır. Sevgi Soysal da umudu kaleminden hiç eksik etmediği için, bu ilişkiler bütünü sonucunda karakterler muhakkak dönüşüm yoluna girer. Bir kırılma noktası yaşayan karakter o kırılmanın üzerine gider, geriye düşmez, mücadele eder. Nazım gibi, “umut insanda” der Sevgi Soysal da. Ve onun karakterlerinin takıldığı engelle bugün de karşımızda duran aynı şeydir: Bu düzen yıkılmadıkça bizi kuşatan, köleleştiren yaşam biçiminden kurtulmamız mümkün değildir.

Ölümünün 40. yıl dönümünde Sevgi Soysal'dan mektuplar (Funda Soysal-T24)     

22 KASIM 2016

Sevgi Soysal'ın kendi dili dururken, onu bir başkasının anlatmaya çalışması hep biraz eksik kalıyor. K24, Sevgi Soysal'ın Mümtaz Soysal'a yazdığı mektuplardan bir seçkiyi ilk kez yayınlıyor...

Önsöz

Sevgi Soysal, kırk yaşında, 1976 yılı kasım ayının 22'sinde bu dünyayı bırakıp, gitti. Onun yokluğunu, bir defa daha, varlığını hatırlayarak doldurmak gerekiyor. Türk edebiyatına Tante Rosa ve Yürümek ile "yepyeni bir kadın tipi" armağan eden Sevgi Soysal, yazdığı her satırdaki şairane dil kıvraklığı ve kadınsı duyarlılık ile Türkiye'nin modern çağa bir armağanı olabilecekken, ne yazık ki, 12 Mart döneminde kitabı toplattırılıp, hapse atılan bir yazar ve üç çocuk annesi bir kadın olarak, kırk yaşında, kanserden öldü. Şimdi, bugünkü 40. ölüm yıl dönümü, öyle bir zamana rast geldi ki, mezarından kalkıp geliverse, kimse dönüp "A, sen de nereden çıktın" demeyecek. Biz de, bu yılki ölüm yıl dönümünde, sanki o ölmemişçesine onun kaleminden mektuplar yayımlamak istedik. Bu mektupları, Sevgi Soysal, 1971- 73 yılları arasında iki yıl boyunca beraber yürüttükleri büyük bir direnişin diğer ortağı olan eşi Mümtaz Soysal'a yazmış. Bu iki insan, onları da önüne katıp yıkmaya çalışan büyük bir zulüm dalgasına karşı, hapishanede evlenerek kendilerince bir sınır çizmişler ve o sınırın içerisinde sevgiye, dayanışmaya ve inanca dayalı bambaşka bir dünya kurmuşlar. Bu tür dünyaların daha pek çok hapishanede, hatta pek çok yürekte çok defa kurulduğundan ve elbet daha çok defa kurulacağından şüphem yok. Ama ikisi de iyi birer yazar olan bu iki insanın mektupları, yazılması çok zor ama okunması insanlık eğitiminin parçası metinler olarak kuşkusuz ayrı bir yerde duruyor.

Elbette ki iki insan arasındaki mektupları onlardan izinsiz yayınlamak sorunlu bir hareket olarak görülebilir. Ama yazdığı mektupların birinde, aynen şöyle yazdığını okuyunca, bu durumda kararı Sevgi Soysal'ın zaten vermiş olduğunu düşünüyorum: "Bana daha sık mektup yaz, ben ölüp edebiyat tarihine geçince bu mektuplar basılacağından fırsatı kaçırma—" Bu ufacık alıntının da gösterdiği gibi, Sevgi Soysal'ın kendi dili dururken, onu bir başkasının kelimelerle anlatmaya çalışması hep biraz eksik kalıyor. Şimdi bana düşen, yaklaşık 200 sayfayı bulan bu mektuplar arasından bu seçkiyi nasıl yaptığımı anlatmak ve belki biraz da ek bilgi vermek.

Mektupları seçerken, bu iki yıl içerisindeki her dönemi biraz olsun yansıtmak istedim. İlk mektup, Mümtaz Soysal'ın henüz iddianamesi olmadığı halde iki aydır tutuklu bulunduğu Mamak Cezaevi'ne, evlenmelerinin üzerinden henüz bir ay bile geçmemiş ve Sevgi Soysal daha hiç tutuklanmamışken yazılmış. Bu mektubu, bu seçkiyi sadece hapishaneye dair olmaktan çıkarıp, aslında bir hayat sevgisi ve neşesinin yazarı olan Sevgi Soysal'ın kendi ailesinin canlı bir portesini onun dilinden çizdiği için koydum. Bu mektuptan kısa bir süre sonra, Sevgi Soysal, son derece sudan bir sebeple, yaklaşık üç hafta süren bir Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu tutukluluğu yaşamış ve TRT'deki Program Uzmanlığı işini kaybetmiş. İkinci mektup, o sırada Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dekanı olan Mümtaz Soysal'ın "bütün bir üniversitenin hesabını vermek üzere" yargılandığı sırada yazılmış. Yargılama, Aralık ayı başında bitmiş ve Mümtaz Soysal, altı yıl sekiz aylık bir mahkumiyet cezası almış. Üçüncü mektup, bu kararın üzerinden kısa bir süre geçtikten sonra, 10 dakikalık bir Çarşamba görüşünün ardından yazılmış. 1972 yılının mart ayı geldiğinde, Mümtaz Soysal Askerî Yargıtay'ın bozma kararı ile tahliye edilirken, aradan iki hafta geçmeden, bu kez de Sevgi Soysal, muhbir bir vatandaş ifadesiyle tutuklanarak, yeniden, hem de koşulların çok daha ağırlaştığı bir dönemde Yıldırım Bölge'ye yollanmış ve yargılanmış. Dördüncü ve beşinci mektuplar bu dönemden. Son mektup ise, sürgün cezasını çekmek üzere gittiği Adana'dan, alt mahkemenin kararında ısrar etmesi sonucunda tekrar tutuklu bulunan Mümtaz Soysal'a, Mamak'a, yollanmış. Sevgi Soysal'ın biten sürgün cezası ve Mümtaz Soysal'ın yeniden tahliyesiyle, 1973 yılının şubat ayında, en nihayet özgürlüklerine kavuşabilmişler.

Mektupların bir bütün teşkil etmedikleri durumlarda, sadece alıntılamak istediğim satırlarını bu seçkiye dahil ettim. Herkesin bu mektupların güzelliğini benim kadar görebilmesi ve bu soğuk kasım gününde içinin ısınması umuduyla.(İstanbul, 20 Kasım 2016)

1.

 Gölbaşı, 2 Ağustos 71 Pazartesi

Sevgili Mümtaz,

İşten çıkıp akşam eve geldiğimde kapının dibine düşmüş mektubunu sevinçle kaptım ve hızla okudum; hızla okudum çünkü “canavar Mithat”ın arabasının klâkson sesleri çalıyordu durmadan. Beş gündür, babacığımla balayı yaşıyoruz burda. Arka bahçede salatalıklar, biberler, domatesler, soğanlar büyümüş. Toprağın bu güzelim cevapları oldum olası büyüler beni. Doğal olan her şey gibi. Hava boğucu, Ankara kenti dayanılmazlaştı iyice.

Babam1 başlı başına bir roman. Hiç durmuyor. Akşam buraya gelir gelmez ülkesini! teftiş ediyor. Sanırsın Mümtaz kampına geri dönmüş. Akıl almaz bir dikkatle herkesin hatalarını, yanlışını gözlüyor ve yorulmadan düzeltiyor. “Kızım bak benim tertibim böyle”; lamba buraya asılacak, peynir buzdolabının şurasına konacak, v.b. Büyük, küçük bütün eşyalarına tutkun ve bu küçük eve durmadan yeni eşyalar taşıyor; yeni gâz lambaları, ocaklar, mutfak rendeleri. Her yeni eşyacığı onu mutlaka ve mutlaka bütün “Anayasayı ihlâl” davalarından daha çok ilgilendiriyor. Muammer Hoca’nın içerde olması konusunu beş dakkadan fazla konuşmaz, ama yeni aldığı gaz lambasının nasıl da kullanışlı ve dahiyane! olduğu konusunda yarım saat ayrıntılı bilgi verebilir. Burada uzun bir süre kalırsa eşyadan kımıldanmaz duruma getirecek, taa ki anam gelip ayıklayana dek! Muammer Hoca’yla iyi boy ölçüşebilir bu alanda. Düşünüyorum da, babamı “Gölbaşı Dağı Kır Gerillaları” olarak ihbar etsem orada ne şenlik olur; bir yanda “Hoca”nın takım taklavatı, öbür yanda babamın fenerleri, ocakları, copu, tornavidaları, çekiçleri, şunları, bunları; 1. No.lu Ceza Evi’ne asla sığamaz olursunuz.

Günboyu eğleniyorum onla; o da bana kızıyor, bütün kurallarının mantıki nedenlerini anlatıyor bana. Oysa, ayrıntıda ne mantıki şeyler vardır da bir bütün yaptıklarında büyük aptallıklara dönüşürler; tabii babamla böyle “ince!” konular konuşmuyoruz. Göl suyunun ısı dereceleri, kuyu pompasının ne zamanlar çekileceği ve banyodaki tuvalet kağıdının küvete değil de yandaki kovaya atılacağı üstüne “diyalektik” tartışmalar yapıyoruz.

Pazar günü burası tam bir yeryüzü cenneti oldu. Kaya, Karin, üç çocukları, Kaya’nın iki arkadaşı, karıları, çocukları, Oğuz’un bir arkadaşı, Doğan-Gönül, Aylin, Kaya’ların köpeği, sonra gelen konuklardan birinin bir Paşa dostu, karısı, oğlu, ve biz Gölbaşı sakinleri (ben, babam, İzzet) çok sakin bir hafta sonu geçirdik; tam senlik, burada olsaydın Mamağı mumla arardın—Bir de biz mayolu güzelleri görmek için, Gölbaşı’nın tüm kıyıları doluymuş gibi, beyaz donlu ve bellerine şişme kamyon lastiği geçirmiş vatandaşlar tarafından kuşatıldık! Babam bütün gün “beyaz donlu vatandaş kovma harekâtı”nı başarısızlık, ama ısrarla yönetti. Benim “adamcağızlar bakar elbet, biz mayolu gezersek!” mantığım onu hiç yumuşatmadı.

Ayrıca 141/ 1 örgütüne dahil (nam-ı diğer bir berber bir berbere) şahıslar arasında, babamın yeni köpeklerini unuttum. Bu köpekleri Kaya mahallesinde bulup, acıyıp, babama “Cins Çoban Köpeği” diye yutturmuş. Büyüdükçe ne olduğu belirsiz, şekilsiz hayvancıklar oluyorlar. Babam “bir de boynuzları çıkarsa şaşırmayacağım, belki soylarına keçi de karışmıştır” diyor ve Kaya’ya köpürüyor. Sonra buranın en önemli özelliğinden söz etmedim sana, sokan sivrisinekler ve ısıran karasinekler. Onlara iyice alıştım. Ne var ki, sevgili vücudum sinek ısırığıyla kabardı. Geceleri yatmadan önce, babamla, “Sinekle Mücadele Cemiyeti” tavrıyla işbaşı yapıyoruz. Ne var ki bu çabamız karşılığı bize para veren yok. Babam evin duvarlarına “Sinekler her görüldükleri yerde ezilmelidir” diye levhalar asacak, asmasına ya, ben yılıyorum bunca sinekten—

İş bildiğin gibi. Seri yazıyı okumaya ben de başladım. Daha doğrusu, benden fotoğraf! istemeye geldiklerinde duruma muttali oldum. Şöhrete alışık değilim ki yanımda fotoğraf gezdireyim!

Her rastladığım sana selam söylüyor. Bütün selamları yazsam, mektuplarım asker mektuplarına benzeyecek; babam, İzzet, Ela, Ahmet selam eder, Doğan da selam eder, Kaya da selam eder…

Canım,

Herkeslerin kocaları Müsteşar, genel müdür falan olurken sen tutuklu kalmakta devam et! Komşuların yüzüne bakamıyorum! Biz ne zaman “birlik ve beraberlik içinde” balayımızı yaşayacağız?

Böyle giderse ben de greve gideceğim ve “Sıkıyönetim dışında seni boykot” edeceğim.

Sevgili,

Şimdi romana devam edeceğim. Üç sayfa yazabilirsem ne mutlu bana! Çok sevgi sana, benim değerli yakınlığım, koparılamazlığım.

Sevgi

2.

 29 Ekim 71, Ankara

Canım Mümtaz,

Bugün Cumhuriyet bayramı. Çocuklar ellerinde kağıt bayraklarla tafra atıyor sokaklarda. Aynen benim çocukluğumdaki gibi. Gazetelerde demeçler. Donan-çözülen-donan buhran. Eğitim Vakfı’nın son buluşu; cenazeye çelenk göndermeyin! Biraz yukarıda bir ilân: “Serpil Aktan ile Olgun Portakal nişanlandılar.” İş ilanlarına bakıyorum; Musazedelerdenim biliyorsun. Bir sihirbaz, ortaokul mezunu bayan yardımcı arıyormuş, ne dersin? Belki ondan biraz büyü öğrenirim de sana kavuşurum. İlânın birinde de “Almanca’dan anlayan genç bayan aranıyor” diyordu. Telefon ettim, “Ne demek bu Almanca’dan anlayan” diye, “İşe talip olanın kalitesine bakar” dediler; “İş ne?” dedim; “Birlikte Almancamızı ilerleteceğiz” dediler. Ben de en az buhran kadar dondum. Önümüzdeki hafta, belki, Günter Grass’ın “Davul” romanını çevirmek için Bilgi Yayınevi’yle anlaşacağım.

İsyan etmemek ve gülümsemek. Ankara’nın bu en hüzünlü sonbaharında güzelim, sarı, kuru yapraklara basıp yürümek. Derin bir soluk almak, yenilemek içimi, her şeyi yenilemek, yepyeni güçleri sensiz bir günü geçirebilmek için harcamak. Oysa benim boşa harcanacak gücüm yok. Sen, ben niçin katlanıyoruz, niçin sadece sabır düşüyor bizim payımıza?

Sen; ben; gücümüz; aksinin ispatı biraz zor olan değerimiz niçin bir “sabır taşı”na dönüştürülüp anlamsız kilerlerde bekletiliyor? Bunları, daha nice cevapsız soruyu soruyorum gün boyu kendime. Sonra bütün bu sorulara, düşüncelere boş verip diyorum ki, bilen bilir, anlayan anlar, ötesi vız gelir; güzel, doğru ve hak; gerçek, biraz da bunu bilenin, anlayanındır; önemli ve değerli şeyler; bunlar için çaba gösterenlerin, fiyat ödeyenlerindir.

3.

23 Aralık 71

Seni görmemle, bir haftalık özlemin yüküyle yanına oturmamla “görüş”ün bitimi bir oluyor. Oysa nice şeyler söylemek istiyorum sana; anlatmak, anlatmak; sormak ve sormak istiyorum. Cümlelerini dinlerken bakışlarındaki bütün değişmeleri, yüzünün inceldikçe çoğalabilen ayrıntılarını izlemek istiyorum. Ama, karşı karşıya gelip nasıl anlamsız bir ayrılığa katlandığımızın şaşkınlığını bile geçiştiremeden ayrılmamız bir oluyor. Ağır, çok ağır bir yük bu. Haksızlık halkaları birbirlerine eklenmeğe başlamaya görsün, bu hain, bu zalim, bu çılgın oyuna o kadar çok insan katılır ki. Nedense seyircisi en az olan oyun, zulümdür. Bu oyuna kolaylıkla, nedenini, niçinini düşünmeden; ince eleyip sık dokumadan katılı-katılınıverilir. Ve bütün bunları düşününce acı çekmenin rasgele acı çektirenlerden olmaktan yeğ olduğunu anlıyorum bir kez daha.

Yarın Noel. Dünyanın bir kısmı insanları “sevgi” ve “kardeş”lik üstüne şarkılar söyleyecekler. Ve benim, sevgi, kardeşlik gibi sözcüklerin anlamını aptal yığınlardan çok daha iyi bilen Mümtaz’ım dikenli tellerle çevrili bir toprak parçasından kent ruhlarına bakıp susacak. Ama öyle sessizlikler vardır ki; gırtlakları patlatırcasına söylenen şarkılardan, boyun damarlarını şişiren nutuklardan sıyrılmış, yalnız susmalar; onların alçakgönüllü, acılı sessizliği yavaş ama emin bir hızla öyle derinleşir, öyle derinleşir bütün bir evreni, evrende insanca denebilecek her şeyi kapsayıverir.

4.

 25 Haziran 72, Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu, Ankara

Canım Mümtaz,

Dün gece, sayımdan önceydi galiba, bir ara koğuşta ışıklar söndü, başımı kaldırıp baktım yukarıya—parmaklıklı pencerenin oraya, uzakta da olsa aydınlık, umut verici bir şeylerin mutlaka var olduğu inancıyla. Gerçekten de yusyuvarlak ışıl ışıldı ay, aynı çocukluğumdaki ay-dede gibi güler yüzlüydü; başımı ranza demirine dayayıp ona uzun uzun baktım. Çocukken ayın gülen bir insan yüzüne benzemesinin nedeni üstüne çok düşünürdüm, hatta ayın niçin güldüğünü de sormuştum birkaç kez. Bana, ayın gülmediğini, gülecek bir şey olmadığını, sadece öyle göründüğünü anlatmışlardı. Oysa geçen gece, koğuşta ışıklar söndüğünde, ayın niçin güldüğünü, bu sadece bir görünüş de olsa, niçin gülen bir görünüş olduğunu hissettim. Gülüyordu ay, dünyanın, insanların tümünü, topluca, bir arada görebildiği için, dünyadaki, insanlardaki güzel gelişimleri, o biraz uzaktan, biraz genişleyen boyutlar içinde mutlaka kavranan oluşumu seyredebildiği için gülüyordu. Ben de, kısa bir süre için de olsa, ayın güzel yüzünde bu gelişimin, oluşumun şen yansımasına bakarak yeni güçler kazandım. Sonra koğuşun ışıkları yandı, ayın görüntüsü uzaklaştı, sıraya dizilerek sayılmayı bekledik.

5.

 3 Ağustos 1972, Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu, Ankara

Canım Mümtaz,

Ayağa kalktım, hakkımda verilen kararı dinledim; bana iki ay armağan ettiler, Allaha şükür, deyip jandarmaları bekletmeden yürüdüm. Orada, solda, güneşten yanmış yüzün, gözlüklerinin ardından gülen gözlerinle duruyordun, yanından geçip gitmek zorundaydım, gülerek geçip gittim. Oysa sana dokunmayı, seninle yakından konuşmayı nasıl da özlemiştim. Ama bana, bize yasaklanan şeyleri önemsememeye, bütün bu “hayır”ları katlanılabilir, göze alınabilir ve taşınabilir şeyler olarak karşılamaya öylesine şartlamışım ki kendimi. Sonradan pişman oldum, keşke, ne olursa olsun deyip bir an duraydım yanında, elini tutup uzaklardan aktarmaktan yorulduğum sevgimi kanımın hızlanan akışıyla duyurabilseydim sana.

Ama o artık birike birike dayanılmazlaşan acıyı, önemsiz bir sıvı gibi akıtan bir süzgeçe dönüşen benliğim sürdürdü tavrını. Merdivenlerden aşağı, bu merdivenler beni senden uzun bir süredir koparan merdivenler değilmiş gibi indim. Bunları önemsemeyeceksek neyi önemseyeceğiz peki? Ama "önemli olan güldür!” Yeter ki gül’ün seçiminde yanılınmasın—

Sonra nezarethanede bir süre bekledim, araba gelene dek. Kısa bir süre sonra, kelepçeme, parmaklıklarıma, demir kapıma, bir süredir tanışım olan bütün bu şeylere döndüm. Ranzama uzandım ve, uzun uzun New York yerine Adana’ya gitmeme güldüm. Neyse, Diyarbakır ve Kars’ta da radyo olduğuna göre, avukatımın azizliğinden ucuz kurtulmuş sayılırım.

Bu sabah beni adliyeye getirdiler. TRT ile ilgili bir davaya tanık olarak. Kendi kitabımın davasına gidemeyip tanıklığa gitmem çok matrak değil mi? Artık hiçbir şeye şaşmıyorum neyse ki—

Adliyeden çıkınca, bir süre yanımda nöbetçilerimle, arabayı bekledim. Önümden gelip geçen, sadece kollarındaki paketlerle ilgili insanların çirkin yüzlerini sevmedim.

Sevgi

 7 Aralık 72, Adana

Canım Mümtaz;

Sonbaharı sürdüren ve hiç tüketmeyeceğe benzeyen Adana’da bir anlamda dostumuz olan zaman, çok yavaş geçiyor. Düşman bellediğim günleri saymaktan yoruluyorum, bir türlü tükenmeyen düşmanlar saymaktan—Bazı günler, “Anahtarı verir misiniz?” ya da “İmza defterini çıkarır mısınız?” cümlelerinden başka hiçbir cümle çıkmıyor ağzımdan. Kendime koyduğum günlük çalışma kurallarına uymaya çalışıyorum. Birlikte getirdiğim kitaplar bitti. Burada aldığım iki kitap da. Günlük gazete ve dergileri son satırına kadar okuyor, haberleri kaçırmıyorum. Ama şu yalnız yaşama sanatının üstesinden geldiğim söylenemez. Hayat öylesine paylaşmak ki benim için, bu tür yalnızlıklar ölü bir noktayı uzatmaktan başka bir şey olamıyor. Hayatı erken ve insanca bulaşmalarla yüklü, üretici, yaratıcı bir güzel kavga olarak düşünüyorum. Bunun dışındaki kuru seyircilik dayanılmaz bir hüzün veriyor bana. Ama bu durum bir seçim sonucu olmadığına göre, sevmediğim, “sürdürme” kavramına sığınıyorum. Hayat, bu çok sevgili ve güzel olan şeye hak ettiği değeri vermek elimizde değilse, sürdürmek de bir şeydir, diyorum. “Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı, yetmişinde bile, mesela zeytin dikeceksin, hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil, ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için, yaşamak, yani ağır bastığından—“

Sevmek yaşamakla eşdeğer oluyor gitgide. Yalnızlığa inanmıyorum; sevmek, yani ağır bastığından—

Sevgi

1 İmar ve İskan Bakanlığı bürokratı, Yüksek-Mimar, Mithat Yenen (1907-1986).

Fotoğraf: Sevgi Soysal ve Mümtaz Soysal. Funda Soysal'ın arşivinden.

K24 olarak, bizimle Sevgi Soysal'ın mektuplarını paylaşan Funda Soysal'a teşekkür ederiz...

Her Şeyin Mümkünü: Sevgi Soysal (Işıl Kurnaz-bianet) 

22 KASIM 2014

Eline aldığı her kâğıda, “bir kalemde” yaşadıklarının payını ve mirasını akıtan bir emekçi Sevgi Soysal.

Kasım’ın 22’sinde öldüğünde, henüz 40’ında bir genç kadın yazar… Hayatın birbirinden tekinsiz ama güçlü, içinde yılgınlık olmayan, neşeli ve kuralsız veçhelerini hem mecaz hem gerçek anlamıyla “bir kalemde” yaşamış bir dil Sevgi Soysal…

Bazen doğru sözün özü, bir çırpıda ediliverendir. Bir yaşama biçimi olarak Sevgi Soysal’ın nereye ve en çok hangi kelimenin üzerine düştüğünü bir çırpıda kendimize sormak gerek bu yüzden.

Ama bu kolay bir soru değil. Hesaplaşmanın, kimliğin, kendi olabilmenin ve aynı anda kendinden sıyrılabilmenin bu denli ciddi olduğu ama bu denli tüketilerek yaşandığı bir ülkede, bu sorunun izini sürebilmek zor… Edebiyatın sinir uçlarında dolaşmanın hayli zor olduğu gibi, kadın olmanın güç olduğu gibi, kadın ve yazar olmanın aynı anda tekinsiz ve uçucu bir şey olması gibi…

Kalıcılığını bu uçuculuğundan alan soruların peşinden gitmeye bu yüzden de belli bir ağırlık, ağırlığınca da kıymet vermek gerek. Mesela onun 20’li yaşlarındaki okuyucusu olarak, Sevgi Soysal’ın adının her geçişindeki heyecanımın gölgesinin en çok nereye düştüğünü merak ediyorum. Hepimizin, ama az ama çok, bir şekilde resmileştirdiği kişisel tarihlerimizin sayfalarını, resmiyetle değil samimiyetle açarak soracağımız bir soru olarak kurguluyorum bunu.

Onu düşünürken aklımda uçuşuveren bir sürü naif, güçlü, umursamaz, bir kısım alaycı, incelikli ve paldır küldür bırakışlar; müdanasız, eyvallahsız ve hesapsızca geri gelişler arasından, en çok nerede kayboluyor, en çok nerede el yordamıyla dolaştığım yere geri dönebiliyorum?

İşte bütün soruların ardından, “en çok bir sözcük” seçmek gerekiyor diye düşünüyorum. Daha fazlasını yapamadan, soruların kendimce cevapları arasından oradan oraya uçuşurken, en çok bir sözcüğün, sanki bütün derdimi özetleyeceğine inanıyorum.

İşte Sevgi Soysal’ın da bu hepimizin “en çok bir sözcüğünde” inatla yaşadığına umut bağlıyorum. Sevgi Soysal’ın herkesin ve her şeyin yanında ama hep ileride olan dili için en çok bir kelimenin hakkını vermek gerekir diye düşünüyorum. Karin Karakaşlı anlatıyor:

“Bu kadın diyorum, kırk yıla bu kadar çok hayat sığdıracak… Nasıl yaşamış olabilir bunca şeyi bir arada? Can havliyle diye cevap veriyorum kendi soruma. Can havli yaşamış olmalı, başka yolu yok. Ve inat diye yaşamış onları.”

Sınır ve mesafe diye bir şey var hayatta. Sınırsızlık ve mesafesizlik denilen iki ayrı oluş. Bütün sınırları aşmış bir Sevgi var, bütün mesafeleri adımlamış, yürüdükçe düşünmüş, düşündükçe yürümüş ama bütün kargaşanın ve hengâmenin içinde kıymetini arttırarak yaşamış, çok şey yaşamış, çok insan olmuş, biriktirmiş bir kadın. Eline aldığı her kâğıda, “bir kalemde” yaşadıklarının payını ve mirasını akıtan bir emekçi Sevgi Soysal.

O, resmiyetin görünmez kıldığı her yeri cesaretle görünürleştiren, girilemeyecek denli tekinsiz yerlere giren, hayat için ve hayata karşı bütün sözünü hiç gocunmadan söyleyen bir umut.

Sol içindeki ataerkiden, yargılandığı mahkemelerin yargıçlarına kadar hepsinin iktidarlarını som bir cesaret, incelikli bir zekâ ile yerle bir edecek kuvvetin ihtimalini gösteren bir yol arkadaşı.

Bu yüzden, can havliyle, bir kalem gibi ve hiç gocunmadan her şeyin mümkününü hatırlatan, el yordamıyla yürümeye çalışanların eli olan bol gönüllü ve hiç tanışılamayan ama ulaşılabilir bir dost…

Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu ve Tante Rosa

Sema Kaygusuz, “Sevgi Soysal, Tante’nin dizginlenemez aldırışsızlığını anlatırken, dünyanın altını oymuş olamaz mı?” diye sorar. Sahiden de Sevgi Soysal, Tante Rosa’da bütün erkek egemenliği –bilinçli ya da değil – tersyüz eden, tekinsiz ve sahici bir kadın yaratır.

Yıldırım Bölge’den bildirdiklerinde de militarizmin bütün “hiza”, “nizam” ve “hazır ollarını”, edebiyatın sınır tanımazlığıyla asıl o hizaya sokar. Devletin bütün tehditlerine karşı, “Bize yapabileceklerinin sınırlı oluşu hoşuma gidiyor.” deyiverir mesela Yıldırım Bölge’de.

Böylesine bir sözü, üstelik cezaevinde, üstelik geleceğinize dair onulmaz bir tekinsizlik içindeyken, devletin bir bir üstünüze yürüdüğü bir alan içinde söyleyebilmek…

Bu, her şeyin bir başka mümkünü olduğunu hatırlatıyor bize. Bu söz, bize yani geride ve onun gerisinde kalanlara, kıyısından köşesinden mücadele etmeyi sevenlere, hiçbir şey yapamazsa bile en azından her gün kendini sınayanlara her şeyin mümkün ve mücadele edilebilir olduğunu hatırlatıyor.

Hatice Meryem’in, insanı içte ve sahi olana döndüren o şahane sorusuyla söylersek:

“Ancak yaşamı sevmenin ne olduğunu, batmanın da çıkmak kadar doğal bir hal olduğunu da ondan başkasından öğrenemeyiz, değil mi?”

Başkaldırı

“Kurallara, biçimciliklere başkaldırışı, öyle bir inat, bir özgürlük savaşçısı filan olma hevesi yüzünden değil. Kurallardan ve biçimlerden öte onun için önemli olan, yoluna baş koyduğu hep kendi öznelliği. Çünkü ancak onun peşinden giderse, buna cesaret ederse, bunu dile getirebilirse varacağı yerin, kurallara uyarak varabileceklerinden daha önemli, daha gerçek bir yer olacağına inanmış bir kere. O yüzden işte alaycılığı, bu hayatı kurallara uymak gereken bir oyunmuş, sanki insan kullanım kılavuzuyla dünyaya gelen bir makineymiş gibi yaşayanlara karşı…”

diyerek anlatıyor kızı Funda Soysal, Sevgi Soysal’ın başkaldırışını. Kahramanlık heveslerine yer olmayan, heves gibi gelip geçiciliğiyle meşhur bir his olarak değil; bizatihi başkaldırıya kendi özgül ağırlığını vererek isyan ediyor Soysal. Sahiden de laf olsun diye, inat olsun diye değil; inanç olsun diye bir isyanı büyütüyor. İsyanın kıymetinin, dönüştürücü gücünün, üretkenliğinin açtığı yolların farkında olan inançla, bir kullanım kılavuzu ya da nihai amaca ulaşmak için gidilen bir yöntem olarak değil; bizatihi kendisi olabilen, içe işleyebilen bir isyan bu.

Sevgi’nin neşesinden, başına burukluğundan, bir soyadından ötekine, bir yaşamdan diğerine geçerken ki umursamazlığı, uçarılığından dem vurulur hep.” demiş yeğeni Sezin Öney. Yıldırım Türker’in şahane anlatımıyla tamamlarsak, “Belki de bir isim sahibi olmayı pek boğucu buluyordu; kendi isminden kolay vazgeçebilecek kadar tenezzülsüzdü.”

Sıfatların yıkıcılığının ve tek bir hayattaki tekilliğin içinde, uçarılığın çoğulluğu misali hem hepimizin hayatına hem de edebiyatın üzerine konan bir hale Sevgi Soysal. Aynı dil ve zihin içinde çok fazla tadın, rengin, sesin, sözün, insanın ve düşüncenin kelimesini bulabilmiş kıymetli bir dil; tekil kalanın sıkıcılığı içinde her daim çok ve çoğul olmayı ama bunu her şeyin birbirine geçtiği bir dağınıklık ve dalgınlıkla değil; aynı anda var olan umursamazlık ve ciddiyet; uçarılık ve kalıcılık; öznellik ve çokluk; ağırlık ve bulut misali bir hafiflik; kendilik ve kendi dışılık olarak kuran bir edebiyatçı.

Her şeyin, çöküntülerin içinden doğan umutla, yıkıntıların içindeki mümkünü bulmaya talimli bir inançla bir arada olması; bunun bir kadın yazarın dilinde kendini gösterebilmesi, her şeyin imkânsızlığını ve her şeyin mümkününü aynı anda düşündürebilmesi… Bütün bunların mümkünü ancak Sevgi Soysal!

O, olduğu yerden, hepimizin bu taş yağmuru altındaki telaşımıza, koşuşturmalarımıza, oradan oraya savruluşlarımızdaki iniş ve çıkışlara alaycılıkla bakıyor olsun; biz inmenin de çıkmanın da aynı anda mümkün olduğunu, nihayetinde onun bıraktıklarından öğrendik! (IK/HK)

Kaynaklar

* “Ne Güzel Suçluyuz Biz Hepimiz” – Sevgi Soysal İçin Yazılar, Der: Seval Şahin, İletişim Yayınları, 2013

* Sevgi Soysal, Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu, İletişim Yayınları

* Sevgi Soysal, Tante Rosa, İletişim Yayınları                                                   

Sevgi Soysal Öyle Çok Şey Düşünüyorum ki

Yalnız Sevgi 

* Radikal 

 (derleyen: mstfkrc)

 

 

 

 

Laikliğe karşı sadık müttefikler - Mimunt HAMİDO /BİRGÜN

 İspanyol Gazeteci Topper, "AKP’nin savunduğu başörtülü ve alkolsüz din, işçi sınıfının yaşam tarzıyla benzerlik taşımayan köktendinci bir hareketin parçası" diyor ve ekliyor: "Türkiye’nin ilk İslamcı partisini de işçiler kurmadı…"

Ilya U. Topper, Almeria (İspanya) doğumlu bir gazeteci. İspanyol Haber Ajansı EFE’nin İstanbul muhabiri. Hayat hikayesinde biraz Almanya, biraz İspanya, biraz Fas var… Bir ayağı Avrupa diğer ayağı Kuzey Afrika ve Ortadoğu olmuş. Buraların dilleriyle buraların kültürlerinden beslenmiş. İslam dünyasını da Hristiyan dünyasını da yakından tanıyor. Son kitabı “Tanrı: Tescil-i Marka” bu yılbaşında İspanya’da yayınlandı. Topper’a göre laiklik Avrupa için de çok önemli bir konu ve ne yazık ki laiklerin Avrupa siyasetinde de gidebilecekleri pek bir yer kalmadı! 

Topper, Avrupa ve Akdeniz bağlamıyla sınırladığı son kitabını ve din-siyaset-laiklik konusundaki düşüncelerini BirGün’e anlattı. 

Samuel Huntington, Hristiyan bir geçmişe sahip ülkeler anlamına gelen “batı” ile İslam dünyası arasında, pek çok savaş ve çatışmada kolayca görülebileceği gibi, kaçınılmaz bir çatışma, bir “medeniyetler çatışması” var diyor ya… Topper’a göre bu hiç de doğru değil! İslam ve Hristiyanlık hiç de çatışmıyor, ortak düşmanları laiklik fikrine karşı sadık müttefikler. 

Siyaset ve yasaların herhangi bir dini kuraldan ayrılması anlamına gelen laikliğin “Genellikle ateizmle karıştırıldığının” altını çizen Topper, laikliğin insanların inançlarını yaşamalarına değil, ilahi kurallarını bir ulusun tamamına dayatmaya çalışan bir hiyerarşiye karşı olduğunu belirtiyor. 

Anne ve babası Alman olan ve İspanya’da doğup Fas’ta büyüyen Topper, İspanya’yı Almanya ile karşılaştırırken “Almanya İspanya'dan çok daha dindar ve Hıristiyan inancıyla bağları çok daha derin. İspanyolların çoğu mensup oldukları din hakkında hiçbir şey bilmiyor. Kutsal Hafta'daki büyük törenleri gördüğünüzde, son derece dindar bir topluluk izlenimi edinebilirsiniz, ancak aslında yılın geri kalanında dinle pek ilgilenmezler. Sevilla'daki bir antropolog İspanya'nın pagan bir ülke olduğu sonucuna varabilir. Ancak insanlar bunu bilmiyor: kendilerini Hıristiyan olarak görüyorlar." 

Topper aynı şeyin Fas'ta da yaşandığını ya da eskiden yaşandığını hatırlatıyor: “İnsanların İslam adını verdikleri dini yaşama biçimlerinin, kutsal bir türbenin yakınındaki bir ağacın dallarına bez parçaları bağlamalarının-Türkiye dahil pek çok ülkede gözlemlenebilen bir alışkanlık-Suudi Arabistan ya da Katar tarafından finanse edilen TV programlarındaki vaizlerin günümüzde İslam olarak adlandırdıkları şeyle çok az ilişkisi var. Aslında, benim Vahabizm ya da Selefilik olarak adlandırdığım, İslam'ı taklit eden ve popüler alışkanlıkların aksine gerçek inançmış gibi davranan yepyeni bir din var.  Onlara göre İslam 1400 yıl boyunca doğru bir şekilde uygulanmadı ve biz bunu şimdi öğreniyoruz.” 

                                                            Ilya U. Topper

TÜRBAN YENİ DİNİN SEMBOLÜ 

Türkçe'de türban olarak adlandırılan 'başörtüsü' kullanımının bu yeni dinin en önemli sembollerinden biri olduğunu belirten Topper; “Çünkü ilk bakışta kimin bu yeni dine ait olduğunu, kimin olmadığını açıkça ortaya koyuyor” diyor ve ekliyor: “Elbette sadece kadınlar arasında, ama erkeklere kadınlarını, eşlerini, kızlarını, kız kardeşlerini, annelerini bunu takmaya zorlamaları gerektiği söyleniyor. Bu bir gelenek değil. Fas'tan Endonezya'ya kadar kadınlar için binlerce farklı kıyafet kodu vardı ve bunlar ya bölgesel ya da kabilesel bağlılıkları ya da sosyal sınıf ve statüyü ifade ediyordu. Kesinlikle dindarlık düzeyini değil. Şimdi ise dünya çapında standart bir Müslüman kadın üniforması var: ya bunu giyersiniz ya da iyi bir Müslüman değilsinizdir. Bu emir gelenekleri korumuyor, onları yok ediyor.” 

Topper'a göre başörtüsü, "Tanrı” bir marka tescilli aracı olarak kullanılmasının en açık işareti. “Dünya nüfusunun önemli bir bölümünü, sadece belirli kurallara uymaya değil, aynı zamanda para harcama alışkanlıklarını da uyarlamaya zorlanan belirli bir insan bloğunda birleştirmeyi sağlıyor: Helal gıda, helal oteller, helal bankalar gibi devasa bir iş alanı var... Bir milyar tutsak tüketici, her kapitalist için bir rüyadır.” Topper, bunun sadece işle/ticaretle ilgili değil, aynı zamanda siyasetle de ilgili olduğunu vurguluyor: “Toplumu çeşitli 'kimlik' bloklarına ayırmak, Amerika Birleşik Devletleri'nden başlayarak modern/liberal sol hareketlerin gözde eğlencesi haline geldi. Artık bir siyah kimliği, bir Müslüman kimliği, hatta bir LGBTİ kimliği var ve hepsi de özel bir muamele, farklı kurallar ve siyasi güç paylaşımı talep ediyor. Bu durum tüm yurttaşlar için eşit haklar kavramına ters düşmekte ve tek eşitliğin, tıpkı Osmanlı İmparatorluğu'ndaki millet sistemi gibi, kendi bloklarındaki insanları ezme hakkı bakımından eşit olan, kendi kendini yöneten liderlerin eşitliği olduğu bir sisteme yol açmakta.” 

Topper’a göre Türkiye'de durum burada İslamcılar kimliği korunması gereken bir azınlık olmadıkları için farklı. Onlar Türkiye’de toplumu ebedi kurallar olarak gördükleri şeylere göre dönüştürmek isteyen güçlü bir sağcı hareket. Ancak bir benzerlik de var. “Erdoğan iktidara geldiğinde kendini yoksulların ve ezilenlerin sesi olarak tanımladı ve 'Batılılaşmış baskıcı yöneticilere karşı gerçekten dindar bir halk' anlatısı yarattı. Türkiye'deki laik solcuların bir kısmı da dinin aslında alt sınıfların vazgeçilmez bir parçası olduğuna inanmaya başladı. Bu doğru değil. Öncelikle, AKP'nin savunduğu standart başörtülü ve alkolsüz din, İzmirli, Antalyalı ya da Hataylı işçi sınıfının yaşam tarzıyla hiçbir benzerlik taşımayan modern köktendinci bir hareketin parçası. İkincisi, Türkiye'nin ilk İslamcı partisini kuranlar da hakları için grev yapan işçiler değil mühendisler, doktorlar, avukatlar ve ilahiyatçılardı.” Topper, bunun Türkiye'de laikliğin tarihsel olarak yanlış anlaşılmasının bir parçası olduğunu düşünüyor. "Her ne kadar Türkiye'de medeni kanun ve ceza kanunu gerçekten laik olsa da, ki bu çok önemli bir gerçektir, hiçbir zaman tam bir laiklik olmadı. Camiler devlet tarafından yönetiliyor ve imamlar devletten maaş alıyor. 1923'te Diyanet'in kurulması elbette yeni kurulan devletin güçlü din adamlarını kontrol etmesinin bir yoluydu, ancak dinin bu devletin bir parçası olduğunu, özel bir mesele değil, kamusal bir araç olduğunu da gösteriyordu. Bu nedenle iktidara gelen herhangi bir İslamcı yönetici Diyanet'i kolayca tersine çevirebilir ve din adamlarının halkı kontrol etmesi için bir araç olarak kullanabilirdi.” 

ULUSUN TEMELLERİNDEN SAYMAYA BAŞLADILAR 

Topper, “ne yazık ki” diyor “dinin ulusun temeli olduğu fikrinin günümüzde Avrupa'daki sol partiler tarafından da benimsendi. İspanyol sosyalistlerinin bir asır boyunca Katolik din adamlarıyla savaştıktan sonra şimdi hizaya gelip dinin vatandaşlığın temel bir parçası olduğunu iddia etmeleri garip. Avrupa solu şimdi ‘azınlıklara saygı’ sloganı altında Müslüman köktendincilerin gücünü destekliyor. Elbette göçmenler Avrupa'da ezilen bir azınlık olarak görülebilir, ancak Avrupa'nın dört bir yanında camiler inşa etmek için Körfez ülkelerinden gönderilen milyonlarca avroyu yöneten vaizler ezilmiyor: Göçmenlere nasıl davranacaklarını, 'kendi' kadınlarını nasıl örteceklerini, 'kafirlerle' kaynaşmamalarını ve entegrasyona direnmelerini söyleyen bir güç uyguluyorlar. Laik yasalar bu göçmenleri kendi din adamlarına karşı korumalıdır, ancak ne yazık ki pek çok Avrupalı düşünür laikliğin ve dini kurallardan özgürlüğün sadece 'Batılıların' hak ettiği bir şey olduğuna, Müslümanların ise bir şekilde genetik olarak Tanrı'nın iradesine ya da Tanrı'nın hizmetçisi din adamlarının iradesine boyun eğmeye programlandığına inanıyor gibi görünmektedir. Bu da bir tür modern ırkçılıktır.”  Topper’a göre Avrupa siyaset sahnesinde absürd bir durum ortaya çıkmış bulunuyor: “Müslüman tarikatların dini istismarına karşı çıkan tek grup, genellikle laikliği hiç desteklemeyen ve Kilise'nin gücünü yeniden tesis etmek isteyen sağcı partiler. Sağ kanadın Hıristiyan din adamlarını, sol kanadın da Müslüman din adamlarını desteklemesiyle, laiklerin siyasette gidebilecekleri hiçbir yer kalmadı.” 

Mimunt HAMİDO /BİRGÜN

Bir Ankara belgeseli: Asfaltın altında dereler var! - Özkan Öztaş / soL-Kültür

 

Ankara'nın bugün üzerinde fark etmeden yürüdüğümüz asfaltın altında kalan dereleri yönetmen Yasin Semiz ile soL için konuştuk: "Asfaltın altında dereler var"

soL yazarlarından geçtiğimiz sene kaybettiğimiz Mehmet Bozkurt, "Muhtemelen 1947 yılıdır" diyerek tarihini veriyor. Ahmet Arif Ankara'sı biraz da dereler kentidir ve şiirinde “Gün açar, karın verir yağmurlu toprak/İncesu Deresi merhaba…” der.

Yine Mehmet ağabeyin aktardığı yerden devam edecek olursak Seyyah Kandemir "İncesu gümüşi akar ve içerisindeki balıkların oynaşması müstesna keyif verir" der.

Asfaltın Altında Dereler Var belgeseli yönetmen Yasin Semiz'in emeğiyle seyirciyle buluşan bir belgesel. Bir çoğumuz Ankara'nın caddelerinde ve sokaklarında yürürken aslında vaktiyle derelerin olduğu yerlerden geçtiğimizi az çok biliriz. Bülbülderesi, Cevizlidere, Kavaklıdere, Hoşdere, İncesu, Hatıp Çayı ya da Ankaralıların daha sık tekrar ettiği haliyle Bentderesi akla gelen ilk örnekler.

Bir çoğumuz eskiden akan ama şimdi kuruyan dereler olarak biliriz bunları. Ancak Yasin Semiz'in çalışması bu derelerin bir çoğunun hâlâ aktığını ve asfaltın altından ilerlediğini gösteriyor bizlere. Hatta öyle usul usul akan dereler de değil bunlar. 1957 yılının 11 Eylül gününde Hatıp Çayı taşınca 192 kişi hayatını kaybetmiş.

Kayıtlara göre Ankara'da toplamda 67 dere var.

Evliya Çelebi örneğin, Seyahatname'sinde Ankara için "Bağı azdır ama bahçeleri çoktur. Lakin sahralarında köyleri bakımlı, bütün halkı zengin ve mutlu, ekinlikleri güzel, halkı garipleri sever, sevimli verimli köylerinde ekinlikleri bol, hayrat ve bereketleri çok, nimetleri çok çok bol, kaynak suları akar ve çağlar, bakımlı ve şenlikli bir beldedir ki kalesi ve şehri benzersizdir" der. Yani çok öncelerde de dereleriyle tarif edilen bir kent. Ama oradan geriye kâr ve rant hırsıyla asfalta dönüşen bir kent kalıyor. 

Ankara'daki metro duraklarından birinin adı olan"Akköprü" aslında Osmanlı döneminde yine bu derelere çare olsun yapılan yapılardan biri.

Cumhuriyetin başkenti ve dereler

Ankara'nın başkent olmasıyla birlikte şehrin yeniden kuruluşu ve tasarımı da gündeme geliyor. Alman mimar Hermann Jansen 1927 yılında Mustafa Kemal'e Ankara'yı bir dereler kenti olarak tasarlamayı öneriyor. Öneri gayet anlaşılır. Dünyanın her başkenti bir derenin nehrin kenarında inşa edilmiştir. Vaşington, Paris, Roma ya da Tuna nehrinin üzerinde yer alan diğer Avrupa başkentleri buna örnektir. 

Hermann Jansen'in hazırladığı tasarım. 1933 yılındaki görselde "Kaleye bakış" ibaresi yer alırken Hatıp Çayı gözümüze çarpıyor

Jansen de Ankara için bir tür dereler kenti olarak dizayn etmeyi öneriyor. Ama kenti paraya ve ranta açan sermaye elbette bu öneriyi önemsemiyor ve dereleri kapatarak üzerine asfalt döküyor. Bir çoğumuz ya bu derelerin üzerinde yaşıyor ya da bu derelerin üzerinden geçiyoruz her gün fark etmeden. 

İşte Yasin Semiz bu dereleri merkeze alarak hazırladığı belgeselde Ankara'nın asfalt altında kalan derelerini inceliyor. "Asfaltın altında dereler var" belgeseli aynı zamanda bir de uyarıda bulunuyor: "Dereler intikamını alır!" diye. Geçtiğimiz gün Ankara'da Sokullu Semt Evi'nde yönetmenin de katılımıyla düzenlenen gösterimde tekrar gündeme gelen belgeseli yönetmeni Yasin Temiz'le soL okurları için konuştuk. 

Bu belgeseli çekme fikri nerden doğdu? İlk kıvılcım ne oldu?

Belgeselin çalışmasına başlamadan önce benim de kayıp derelerden haberim yoktu. Dereleri dert edinen, çoğunluğu İnşaat Mühendisleri Odası'nın üyelerinden oluşan bir grup aktivist ile bir önceki belgeselim "Eymir Neden Paylaşılamadı?" bir gösterimi sonrasında tanışmam ilk adımı atmış olduk. Sonrasında bu konuda da bir belgesel yapılabilirse ilgi çekeceğini ve değişimin bir adımı olabileceğini düşündük ve çalışmaya başladık. Belgeselde de izleyici bu aktivistlerin bir kısmı ile tanışıyor.

Belgeselde daha önce çok bilinmeyen örneklere yer veriyorsunuz. Mesela 1957 yılında Hatıp Çayı'nın taşması ve selden 192 kişinin yaşamını kaybetmesi gibi. Bu bilgilere nasıl ulaştınız? Nasıl derlediniz?

Belgeseli çekmeye başlamadan önce detaylı bir araştırma yapmak gerekiyor. Bunun için konuyla ilgili eski haber ve kitapları taramak, coğrafyayı keşfetmek, konunun uzmanları ile görüşmek ve yerel halkı dinlemek gerekiyor. Bunlar temel olarak yapılması gerekenler. Ayrıca bu belgesel özelinde bir ipucu yakalarım diye hikayesi Ankara'da geçen bazı romanları okudum ve eski filmleri izledim. Mesela Sevgi Soysal'ın Yeni Şehirde Bir Öğle Vakti ve Funda Şenol Cantek'in Sanki Viran Ankara kitaplarını tavsiye edebilirim.

Araştırma için de daha detaylı örnek vermek gerekirse Ankara'daki dereleri keşfedip kayda alan ve paylaşan Ahmet Soyak'la birçok noktaya birlikte keşif gezisi yaptım. Hasan Akyar ve Erman Tamur'un Ankara'yla ilgili çalışmalarını ve arşivlerini inceledim. Hatta belgeselin öncülü onların çalışmaları sayılabilir. Onur Bektaş'ın arşivinden çeşitli eski haritalar, belgeler, belediyenin yayınladığı dergileri edindim. VEKAM'ın arşivinden de çeşitli fotoğrafları belgeselde kullandım. Araştırmaya bunun gibi çok sayıda kişi ve kurumun katkısı oldu.

1957 yılındaki selle ilgili de elimde daha önceden edindiğim bir arşiv video kaydı vardı. O görüntünün bu sele ait olduğunu belgesel çalışmasına devam ederken fark ettim. Ayrıca gazete arşivlerinden de detaylı bilgilere ulaştım.

                             1927 yıllarında kullanılan 5 Türk Lirası'nın arka yüzünde bulunan Akköprü

Dereler bir gün bize varlığını hissettirecek diyor belgesel. Burayı biraz açar mısınız? Nasıl olacak? Neyi kastediyorsunuz?

Kent merkezindeki dereleri şu anda göremesek de aslında onlar bu coğrafyanın asli unsurlarıdır. Biz kentlerimizi tasarlarken bunu göz önünde bulundurmalıyız çünkü biz doğanın hâkimi değil doğanın bir parçasıyız, bunu unutmamalıyız. Dolayısıyla biz dereleri görmediğimiz için yok gibi davranırsak başta sel felaketleri olmak üzere kuraklık, aşırı hava kirliliği gibi çeşitli istemediğimiz durumlar ortaya çıkacaktır. Belgeselde de söylendiği gibi "Dere yatağına, bedava araziye bir ev yaptım zannedersiniz, yıllar sonra bir gün dere gelir, bütün kirayı toplar."

Bu derelerin önemli bir kısmı kuruyan dereler değil anlaşıldığı üzere çoğu yer altına alınarak bölgeler trafik ve imara açılmış. Buradan geri dönüş mümkün mü?

Elbette mümkün. Maddi ve sosyal zorlukları olmakla birlikte dereleri tekrar açmak, kente kazandırmak ve kenti değiştirmek mümkün fakat bunun için önce halkın talebi sonrasında da karar vericilerin iradesi gerekiyor. İklim değişiminin artan etkileriyle birlikte artık bu değişime mecbur olduğumuzu da görüyoruz. Bu değişimi gerçekleştiren çeşitli kentler de mevcut, Güney Kore'de Seul şehrindeki örnek belgeselde de görülebilir. Ayrıca İngiltere, Hollanda, Kanada gibi ülkelerde belli bölgelerde bu değişim gerçekleşmiş. Umarım Ankara bu konuda diğer kentlerimize örnek olacaktır. Çünkü yer altında kalmış dereler başta İstanbul, İzmir olmak üzere diğer kentlerimizde de mevcut.

         Ankara'nın sokaklarında karşılaştığımız ve artık sadece tabelalarda yer alan dere isimlerinden

Kentte rant için yapılan dönüşümlerin yarattığı sorunlardan biraz bahseder misiniz ?

Aslında önüne geçilemez büyük afet olarak gördüğümüz birçok doğa olayı, insanın hırsı, açgözlülüğü ve rant arzusundan kaynaklı aşırı şehirleşme sebebiyle bu hale geliyor. Bu sorunları sadece Ankara'da değil aslında birçok kentimizde yaşıyoruz. Yakın zamanda Şanlıurfa'da yeni yapılan bir alt geçitte can kayıpları oldu, neden; çünkü dere yatağına alt geçit yapılmış ve ilk büyük yağmurda bu olay yaşandı. Geçtiğimiz yıllarda Kastamonu'da dere yatağına inşa edilen birçok evde can kayıpları yaşandı. İstanbul'da da benzer sorunlar yaşanıyor, böyle giderse yaşanmaya da devam edecek.

Kentler, inşaat ve otomotiv sanayisine teslim edildiği sürece sonuçlar benzer oluyor diyebilir miyiz?

Kentleri şirketlere göre değil, kentte yaşayan canlılara ve insanlara göre tasarlamalıyız. Günümüzde maalesef kentlerin birçoğu bu şekilde değil. Bu sebeple insanlar mutsuz, toplumlar sağlıksız ve felaketlere açık bir hale geliyor. İklim değişiminin artan etkileriyle birlikte bu sonuçları farklı şekillerde daha da sert bir şekilde yaşayacağız. Bunu değiştirmemiz için bence ilk yapmamız gereken şey, bu seçimlerin sınıfsal ve ekonomik sebepleri olduğunu bilmek. Sonra kendi hayatımızdan başlayarak değişimin bir parçası olacak adımları atmaya başlayabiliriz.

Yönetmen Yasin Semiz
Son olarak yeni çalışmalarınızdan bahseder misiniz?

İlgimi çeken, toplum için de önemli olduğunu düşündüğüm ve yeterince bilinmeyen veya yanlış bilinen konularda çalışmayı sürdürmek istiyorum. Son dönemde Anadolu arkeolojisi ve tarihine ilgi duymaya başladım ve bir süredir Anadolu hiyeroglifleri hakkında bir belgesel üzerinde çalışıyorum.

Özkan Öztaş / soL-Kültür

30 Eylül 2023 Cumartesi

Alibaba ve haramilerine karşı - Orhan Gökdemir / soL

 

Kimsesizliğimiz azlığımızdan değil ama, örgütsüzlüğümüzden. İşçinin kimsesi yanındaki öteki işçidir çünkü. İşçiler birbirine yaslanarak, birbirine tutunarak güçlenir.

İstanbul’un Esenyurt ilçesinde 600 işçinin çalıştığı Trendyol deposunda küçülme ya da performans gerekçe gösterilerek en az 54 sendika üyesi işçi, geçen ağustos ayı sonunda işten çıkarıldı. Bu işçilerden 14’ü Esenyurt’taki depo önünde yaptıkları eylemi Trendyol’un Maslak’taki genel merkez binasına önüne taşıdı. Yapacakları ne var, gidip şirket binasının önüne oturdular. Belki de dünyanın en “barışçı” eylemiydi bu.

Ama Trendyol patronlarının işçilerin oturmasına bile tahammülü yoktu. Polis çağırdılar, oturan işçileri işaret ettiler. Polis etraftaki üç beş gazeteciyi uzaklaştırdıktan sonra, oturan işçileri ablukaya aldı. Kalkanların perdelediği alanda oturan işçileri teker teker yaka paça kaldırdılar, vura vura gözaltı otobüsüne tıktılar. Dayak gözaltı otobüsünde devam etti. Dövülen işçiler ters kelepçe ile zapturapt altına alınmıştı üstelik. Yani her birini bir tür kum torbası olarak kullandı polis. İşçiler kum torbası değildi, kan revan içinde kaldı haliyle. İşçilerle birlikte gözaltına alınan bir sendikacı üstünü başını işaret etti, “bunlar boya değil, kan” dedi, “kamuoyundaki sessizlikten güç alıyorlar" diye ekledi. 

Durum tam olarak böyleydi. Zaten suç mahallinde birkaç gazeteci vardı. Onları da uzaklaştırdıktan sonra polis ablukasının ortasında bir avuç işçi kaldı. Polis, ablukadaki işçileri hınçla döverken sadece işçilerin “işçiler kimsesiz” çığlığı duyuluyordu… 

Eli kolu bağlı işçilere atılan dayak mı, yoksa bu çığlıkları mı daha acıtıcı bilemedim. İşçiler kimsesizdir; tüyler ürpertici bir sınıf çığlığıdır bu. İşçiler kimsesizdir. İşçiler kimsesizse hepimiz kimsesiz. Büyük zenginler, onların kurduğu kahrolası sermaye düzeni dişimizle tırnağımızla yarattığımız bütün örgütlülükleri dağıttı çünkü. Üçer beşer yakalayıp dövüyorlar bir daha ayağa kalkmayalım diye şimdi. İşçiler kimsesiz, hepimiz kimsesiz. 

***

Polisin oturan bir avuç emekçiye bu kadar ölçüsüz bir şiddetle saldırmasının arkasında “Trendyol” adında yeni nesil bir şirket var. Trendyol'un 2021 yılındaki piyasa değerinin 15 milyar dolar olduğu tahmin ediliyor ki krizdeki bir ülke için akıl almaz bir miktardır. Şirket dediğimiz merkezi İstanbul’da bulunan bir e-ticaret pazar yeri. Büyüyünce içine yabancı sermaye kaçtı. Çinli şirket Alibaba, şirketin yüzde 86,5 ile en büyük hissedarı. Şirketin kalan yüzde 6,96'sının Demet Mutlu'ya, yüzde 5,55'inin Evren Üçok'a, yüzde 0,78'inin Begüm Tekin'e, yüzde 0,21'inin Zeki Güçlü Kaya'ya ait olduğu biliniyor. Tam bir Alibaba ve üç beş harami öyküsü bu anlayacağınız. 

İşçilere üç kuruş vermemek için ayak sürüyen Trendyol, 700 milyon TL ödeyerek Süper Lig ve TFF 1. Lig sponsorluğunu üstlendi. Ardından Türkiye’nin önde gelen sanat etkinliklerinden olan Contemporary İstanbul’un partneri oldu. Partnerliğin ederi ne bilemiyoruz. İşçilere vermeye kıyamadığını, reklam aşkına oraya buraya bol keseden dağıtıyor özetle. 

Trendyol, Türkiye'de e-ticareti tekeline geçirmiş, arkasına ünlüleri ve medyayı almış, bu devasa gücü nedeniyle sendikaların ve muhalefet partilerinin eleştirmeye cesaret edemediği şişirilmiş bir canavar. Muhalif bir gazeteyi ve ana muhalefet partisini rüşvetle hizaya sokacak kadar güçlü. İşçiler bu canavara karşı tek başlarına. Sahipleri ta Çin’den akraba buldu kendilerine, 15 işçi 20 milyonluk şehirde kendilerine destek olacak 1000 kişi bulamadı. 

***


Kimsesizlik bizim sınıfımızın dramıdır biliyoruz, ama insanlığın da dramıdır artık. Zira insanlık uzun bir süredir sınıfımızdan ibarettir. Burjuvazinin insanlık ailesi ile bir bağı kalmamıştır, demek istiyorum. Bu teşhisin erken ortaya çıkmış örnekleri var: Geçen hafta köpeklerin önüne atılmaya teşebbüs edilen Yılmaz Güney’in “Zavallılar”ı bunlardan biri. Zavallılar kimsesizlerdir. Brueghel’in “Körler”i de zavallılardır. Her ikisinde de zavallı insanlar vardır, her ikisindeki insanlar da kimsesizdir. Haliyle hikayeleri tüyler ürperticidir. 

“Zavallılar” bir şekilde yolları kesişen, hayatın sillesini yemiş, rüzgâra kapılmış halde oradan oraya sürüklenen üç yoksul adamı ve onlara bu zavallı hallerine aldırmadan çelme takmaya çalışan zalim bir dünyayı anlatır. Abuzer, küçük yaşta babasını kaybetmiş, üvey baba zulmüne maruz kalmış, annesi bu zulme son vermek için elini kana bulayınca sokaklarda büyümüştür. Arap, aylarca bedava çalıştırılmış, hakkı olanı kendi usulünce tahsil etmiş bir suçludur. Hacı, bağlandığı hayat kadınını öldürüp hapse düşen başka bir zavallıdır. Çile çeken bu karakterlerin her birinin karşısına pembe popolu bir küçük burjuva çıkacak, hayatlarına dokunmadan çekip gideceklerdir. Küçük burjuvalar, zavallıların hayatında bir seher yeli bile değildir. Açlığı, yoksulluğu, çaresizliği, zavallılığı, kimsesizliği bilmeyenlere, moda deyimle “deneyimlemeyenlere” öneririm. Ürpermek için birebirdir. 1974’ten bu yana ülkede zenginlik arttı ama çaresizlik de arttı. Arada her zaman tuzu kuru cahil pembe popolular var, Yılmaz Güney’i bu nedenle tartışıyoruz. 

Brueghel’in Körler’i ise ta 1568’de girmiş hayatımıza. Gördüğümüz şu; Birbirlerinin sopalarına ve omuzlarına tutunan kör keşişler yürüyor. Körlerden ilki bir çukura düşmüş ve düştüğünün farkında. Ardındaki ikinci kör, önde giden kör düştüğü için dengesini yitirmiş, çukurdaki körün üzerine kapaklanmak üzere. Üçüncü kör, bir şeylerin ters gittiğinin farkında ama ters gidenin ne olduğunu henüz algılayamamış. Gerideki üç kör ise birkaç adım sonra başlarına geleceklerden habersiz, çaresiz öndekileri izlemekte... Fonda görünen köyde bu altı körün dışında kimse yok. Ortalıkta bir kilise. Belli ki körler düşerken köy halkı pazar ayininde. Belki de hepsi, körlerin çukura yuvarlanmakta olduğu tam o anda İsa’nın Farisiler hakkında söylediklerini dinlemekte. Kiliseden çıktıklarında onlar da birbirlerine tutunarak çukura doğru ilerleyecekler... Zavallılığın arkasında hep büyük bir çaresizlik var. 

Brueghel, Avrupa’da süren acımasız din savaşlarının ortasında yapmış bütün resimlerini. Orta Çağın cilalayıp kutsadığı insanı azizlik mertebesinden indirmiş ve birer köylü suretinde yeniden yaratmış. Onun için “Köylü”ye çıkmış adı. Köylü mü, bilinmez ama tarihin dehlizlerinden süzülüp gelen bir devrimci olduğunda kuşku yok.


"Para Çantalarıyla Kasaların Savaşı" adlı resminin altına şunları yazmış; "Sakın bırakmayın altın dolu küplerinizi sandıklarınızı, kumbaralarınızı... Altınlarınız ve servetiniz için sıklaştırın safları…" İşte din savaşlarının aslında birer “para” savaşı olduğunun en eski kanıtlarından biri daha. Din, soyulmuş zavallılar içindir!

Böyledir; dinin en yaygın olduğu zamanlar, ahlaki düşkünlüğün doruğa çıktığı zamanlardır. Ölçüsüz dindarlık ve ahlaki düşkünlük körleştirir. Her şey koca bir çukura dönüşür. İnsanlığın çukurudur bu. Körler’in ressamı Brueghel, işte o insanlık çukurunu resmetmekteydi. Çukur kapitalizmdir, çukura düşürdükleri ise tartışmasız zavallılardır. 

***

Sakın bırakmayın altın dolu küplerinizi sandıklarınızı, kumbaralarınızı... Altınlarınız ve servetiniz için sıklaştırın safları… 500 yıllık bir hikâye bu. Altınları ve servetleri için safları sıklaştıranlar kazandı, çünkü yoksullar onlara karşı saflarını gevşek bıraktı. Safı sıkı olmayan yoksullar zavallılaşır, rüzgâra kapılmış bir yaprak gibi oradan oraya sürüklenir, itilir kakılır. Kimsesizlik, hele saldırı altındaysan, ürkütücüdür.

İşçiler kimsesiz… Tüyler ürpertici bir sınıf çığlığıdır bu. İşçiler kimsesiz. İşçiler kimsesizse hepimiz kimsesiz. Büyük zenginler, onların kurduğu kahrolası sermaye düzeni dişimizle tırnağımızla yarattığımız bütün örgütlülükleri dağıttı çünkü. Üçer beşer yakalayıp dövüyorlar bir daha ayağa kalkmayalım diye şimdi. İşçiler kimsesiz, işçiler kimsesiz, hepimiz kimsesiz. 

Kimsesizliğimiz azlığımızdan değil ama, örgütsüzlüğümüzden. İşçinin kimsesi yanındaki öteki işçidir çünkü. İşçiler birbirine yaslanarak, birbirine tutunarak güçlenir. Birbirine tutunamamışsa işçi, kimsesizdir. İtilip kakılırken bakarsınız, çaresizlik bulaşıcıdır, durumuna en çok oturup ağlarsınız.

“…bir şafak vakti karanlığın kenarından
                onlar ağır ellerini toprağa basıp
                                          doğruldukları zaman…”

İşte o zaman, zavallılar, yeni bir dünya kuran şanlı devrimcilere dönüşür. 

Onlar ağır ellerini toprağa basıp doğruldukları zaman… Doğrulacağız öyleyse. Tarihe yön veren bir güç olduğumuzu yeniden hatırlayacağız. Bir daha hiçbir işçi kimsesiz kalmayacak.

Orhan Gökdemir / soL 


29 Eylül 2023 Cuma

AKP iktisadiyatı II: İlkel birikim -Serdal Bahçe / soL

 

"Şimdilerde bazı Marksistlerin de iddia ettikleri gibi ilkel birikim sürekli sistemik bir süreçtir. İlkel birikim güdüsü zamane kapitalizminde ayyuka çıkmıştır."

Sordum çiftlik sahibine

Dedi ki: "Babamdan kaldı."

O da sordu babasına

Dedi ki: "Babamdan kaldı."

Kaldı kaldı dünya kaldı

Kaldı da kime kaldı

Aşık Mahzuni Şerif

İlk nerede, nasıl başladı? İlk sermayedar ve ilk emekçi nasıl ortaya çıktı. Burjuva tarihçiler ve iktisatçılar buna fabl, masal tadında bir cevap verirler. Marx da onları, özelikle de burjuvazinin ilk sistematik gurusu Adam Smith’i burada yakalar. Deyim yerindeyse onların kökene ilişkin Ezop masalı tadındaki cevaplarını yerin dibine geçirir:

“İlk günahın teolojide oynadığı rolün aşağı yukarı aynısını, ekonomi politikte ilk(el) birikim oynar. Adem Baba elmayı ısırdı ve insan ırkı günahı yüklendi. Günahın kaynağı, onu geçmişe ait bir öykü olarak anlatarak açıklanır. Evvel zaman içinde, bir tarafta çalışkan, akıllı ve her şeyden önce de tutumlu bir seçkinler grubu, diğer tarafta tembel, ellerine geçen her şeyi ve daha fazlasını har vurup harman savuran bir serseriler grubu vardı. Teolojinin ilk günah efsanesi bize, kuşkusuz, insanoğlunun ekmeğini alnının teriyle kazanmaya nasıl mahkum edildiğini anlatır; ekonomik ilk günah tarihi ise, buna ihtiyaç duymayan insanların nasıl olup da var olabildiklerini açıklar. Aynı şekilde. Böylece, birinciler zenginlik biriktirdi ve ikincilerin elinde sonunda kendi derilerinden başka satacakları bir şey kalmadı. Ve olanca çalışmalarına rağmen, hala kendilerinden başka satacakları hiçbir şeyleri olmayan büyük kitlenin yoksulluğu ve çalışmayı çoktan bırakmış azınlığın buna rağmen sürekli büyüyen zenginliği işte bu ilk günahla başlar. Böylesine çocukça safsatalar…resmi devlet ciddiyetiyle hala tekrarlanır. Ne var ki, mülkiyet sorunu gündeme gelir gelmez, çocuk kitaplarına özgü bir açıklamaya, her yaştan ve tüm gelişkinlik düzeylerindeki insanlar için tek uygun açıklama olarak sarılmak kutsal bir görev olur. Gerçek tarihte, en önemli rolü fethin, boyunduruk altına almanın, soygun için insan öldürmenin, kısacası zorun oynadığı bilinir… Gerçekte, ilk(el) birikim yöntemleri her şey olabilir, ama saf ve temiz olmadıkları kesindir.”1

Marx pek açık bir şekilde liberal burjuva iktisatçıların ve tarihçilerin ilkel birikimi açıklarken kullandıkları açıklamayla dalga geçmektedir. Onlara göre başta herkes aynıydı, eşit şartlar altında yaşıyordu (tam bir liberal safsata). Ancak toplum içinde bir grup, toplumun geri kalanın aksine, kazandığının tamamını harcamak yerine bir bölümünü biriktirdi. Böylece bir süre sonra bu birikimler sermayeye ve kapitalist üretime dönüştü. Kazandığından birikim yapmadan, eline ne geçerse harcayan toplumun geri kalan büyük kısmı ise işçi sınıfını oluşturdu ve birincilerin yanına işçi olarak girdi. Bu kadar basit ve bu kadar açık işte. Size neyi hatırlattı bu masal? Ağustos böceğiyle karıncayı değil mi? “Evvel zaman içinde” şeklinde başlayan bu çocuksu masal aslında burjuva sosyal düşüncesinin alıklaştırıcı doğasını da gözler önüne sermektedir.

Marx haklı bir şekilde işin aslının pek de öyle olmadığını pek çarpıcı bir şekilde ifade eder: “Gerçek tarihte, en önemli rolü fethin, boyunduruk altına almanın, soygun için insan öldürmenin, kısacası zorun oynadığı bilinir… Gerçekte, ilk birikim yöntemleri her şey olabilir, ama saf ve temiz olmadıkları kesindir”. Böylece sermayenin ve işçi sınıfının ortaya çıkışlarının, liberal burjuva tarihçilerin iddia etiğinin aksine pek de barışçıl bir süreç olmadığını ortaya koyar; acılı ve şiddet dolu bir süreçtir. İlkel birikim hem şiddettir hem de yozlaşma. Siyasi zorun faili olduğu süreç zorla el koymayı, spekülasyonu, borçlandırarak ele geçirmeyi, hakların ve doğanın gaspını içerir. Ortada ne ağustos böceği vardır ne de karınca. Sadece mutlak ve ceberut bir devletin siyasi ve askeri desteğini arkasına alarak doğan sermaye vardır. Bu kadar açık işte.

Buraya kadar güzel. Ancak bir sorun var yine de. İlkellik iki şeye birden işaret eder. Birincisi gelişkinliğin karşıtı olarak tarih öncesi bir ilkelliğe, normal olanın başına ve öncesine işaret eder.  İkincisi de gelişkinliğe has kural ve kurumların öncesine, her şeyin şiddetle ve zorla çözüldüğü bir döneme işaret eder. Yasallık yerine şiddet, kurumsallık yerine keyfiliğe açılır. Baskın görüşe göre kapitalizmin erken şafağında yaşanmış ve sermaye birikimi gelişkin bir düzeye ulaşınca yerini “normal”, “işlerin gönüllü bir şekilde işlediği” “kurallara ve kurumlara bağlı” bir kapitalizme bırakmıştır.

Peki öyle midir? Ne yazık ki çoğu Marksist bile ilkel birikimin geride kaldığını, kapitalizmin başlangıcında yaşanıp bittiğini kabul eder gibi görünmektedir. Sermaye birikimi siyasetin, toplumun ve gündelik hayatın her hücresini ele geçirince şiddete ve siyasi zora, el koymaya ve zorlamaya ihtiyaç duymayan bir kapitalist dünya doğmuştur. Doğmuş mudur?

Hatta bazı Marksistler kapitalizmin bu normal dönemini feodalizme kıyasla tanımlarken feodalizmde siyasi zorun, kapitalizmde ise ekonomik zorun geçerli olduğunu kabul eder hale gelmiştir. Ekonomik zor ise şu anlama gelmektedir; işçi çalışmazsa açlıktan ölür, sermaye çalışmazsa değersizleşir. Böylece sermaye ile işçi birleşerek birikimi ve üretimi başlatmak zorunda kalırlar, burada siyasi zora, askeri zorlamaya gerek kalmaz. Böylece centilmence bir kapitalizm başlar. Yeniden soralım: öyle midir?

Kapitalizmin tarihi pek de öyle olmadığını göstermektedir. Öyle olduğunu ifade eden teze pek çok kanaldan itiraz edilebilir. Bu kanalardan birincisi pek tabi ki kapitalizmin emperyalist niteliğiyle ilgilidir. Emperyalizm barışçıl bir süreç değildir; barışçıl yöntemleri kullanır bazı durumlarda ancak doğası gereği militaristtir. Havucu az, sopayı çok kullanır. Üstelik sürekli bir eğilimdir. Sermaye birikimi belirli bir büyüklüğe ve derinliğe ulaşınca sınır ötesileşmek zorundadır. Bu durumda arkasına devleti ve tüm mekanizmasını alarak denizlerin ötesine açılır. Sadece bu kanal bile kapitalizmde zorun sadece ekonomik zor olduğu iddiasına karşı çıkmak için yeterlidir.

İkincisi ise yasallık meselesidir. Burjuvazi kendi kanunlarını bile çiğneyerek aşma konusunda pek mahir ve pek ikiyüzlü bir sınıftır. Kendi toplumsal sözleşmesine ilk o ihanet eder.  İlkel birikimin geçerli olduğuna inanılan dönemdeki yasallığı ezme geçme eğilimi kapitalizmle birlikte artmış ve hatta genelleşmiştir. Burjuvazi kendi sorunlarını çözerken yasal sınırlar içinde kalmak gibi bir hassasiyete sahip değildir; devleti de öyledir. Yasallık esnek bir tanımlamaya sahiptir her zaman; burjuvazinin çıkarlarına ulaşma yolları kadar esnek bir yapılanmadır. Dolayısıyla yolsuzluk istisnai, kazai bir durum değildir kapitalist toplumlarda; tam tersine kalıcı ve sistematiktir. Bazı tarihsel dönemlerde toplumsal tepki ve muhalefet burjuvaziyi ve yoz bürokrasiyi gemleyebilir ve hatta kısa vadede yasallığın ve şeffaflığın ebedi olacağına dair sahte bir duygu bile yaratabilir. Gelişmiş kapitalist toplumların yakın tarihinde bu türden dönemlerin örnekleri vardır. Ancak emekçilerin baskısı hafiflemeye ve gerilemeye yüz tutunca yasallık da kolayca çekilip atılabilecek bir örtüye dönüşür.

Kapitalizm son 40-50 yılık süreçte bunu apaçık bir şekilde yaşamaktadır. IMF ve Dünya Bankası’nın, ve sermayenin küresel diğer kurumlarının sürekli hesap verebilirliğe ve şeffaflığa yaptıkları vurgu boşuna değildir. Sermayenin mutlak egemenliği tüm yasallıkların ve tüm denetimlerin aşındığı bir çağa denk düşmektedir. Dolayısıyla gelişmişinden azgelişmişine tüm kapitalist ülkeler öyle ya da böyle bir tür pervasız yolsuzluk döneminden geçmektedirler. Bu pek de centilmence bir kapitalizm değildir, bildiğiniz yağma ve talandır.

Bir başka kanal ise kamunun üretken varlıklarının yağması anlamındaki özelleştirme sürecidir. Sermayenin karşı devrimi kamusal ve ortakçı üretken kapasitenin sermaye tarafından özümsenmesine yol açmıştır. Bu ele geçirme öyle pek de piyasa kanalıyla olmamış, tam tersine süreç burjuva politikacılar ve sermayenin programına imanı tam bürokratlar tarafından yürütülmüştür. Üstelik özeleştirmenin dolu dizgin sürdürüldüğü her yerde ortalığa pis kokular saçılmış, her bir özelleştirme sermaye gruplarının kayrıldığı ve devletin ve halkın zarara uğratıldığı bir skandala dönüşmüştür. Bazı hesaplamalara göre, 1980’lerin başından bu yana süren bu talan rüzgarının yarattığı pastanın büyüklüğünün 1-2 trilyon dolar civarındadır. Üstelik bu değerin satılan kamu varlıklarının gerçek değerinin çok altında olduğunu da sakın unutmayın. Bu talanın, Marx’ın anlattığı ilkel birikim dönemindeki talandan ne farkı vardır acaba?

Özelleştirme ile birlikte ve ona eşlik ederek işleyen başka bir süreç ise kamusal hizmetlerin, sağlığın, eğitimin, serbestleştirilmeleridir. Buradaki “serbest”leştirme şirin bir olguyu anlatır gibi görünse de kamusal eğitim ve sağlık hizmetlerinin özel sektör tarafından da sunulmaya başlanması anlamına gelmektedir. Üstelik özel sermayenin bu sektörlere girişi kamusal hizmet sunumunun kalitesini ve yaygınlığını arttırmamıştır. Tam tersine hem kalitesini düşürmüştür, hem de özel sermaye daha çok kâr elde etsin diye kamusal hizmetin boyutları giderek daraltılmıştır (Türkiye’deki sağlık ve eğitim hizmetlerini bir düşünün). Bu türden bir ilkel birikimin asıl yükünü emekçiler çekmektedir. Öncelikle emekçiler bu hizmetlerin kamusal sunumunun kısılması ve kalitesinin düşüşünün toplumsal ve biyolojik etkilerini doğrudan yaşamaktadırlar. Emekçiler, düşük reel ücretlerden dolayı, özel eğitim ve sağlık hizmetlerinden zaten yararlanma şansına sahip değildirler. Özel eğitim ve sağlık zenginlerin taleplerine göre düzenlenmektedir. Böylece emekçiler ve yoksul halk için kalitesi ve kapsayıcılığı düşen kamusal eğitim ve sağlık, zenginler için ise çeşidi, kalitesi ve olanakları artan özel eğitim ve sağlık hizmetleri şeklinde ikili bir yapı ortaya çıkmıştır. Dahası kamusal eğitim ve sağlığın kendisi de giderek paralı hale getirilmiş ve emekçiler için bu ek bir yük haline gelmiştir. Bu durumdaki bir işçi sınıfı, baskı altında, daha ucuza ve daha uzun çalışmaya razı olmaktadır. Marx’ın ilkel birikimi de kalabalık ve ücreti düşük, direnme kapasitesi olmayan bir işçi sınıfı yaratmıştı; bunun ne farkı var?

Yine özelleştirme başlığı altında anılması gereken ancak ayıca ele alınmayı hak eden bir başka olgu da doğanın sermayeleştirilmesidir.  Kamusal mülkiyet altındaki toprağın, nehirlerin, göllerin, derelerin, dağların ve hatta tepelerin sermayeye peşkeş çekildiği bir dönemi yaşıyoruz. Bu peşkeş çekme çok garip ve inanılmaz görüntülere yol açmaktadır. Örneğin Latin Amerika ülkelerinde koca nehir parçalarının paralı sulama ya da enerji üretimi için bir bütün olarak özel şirketlere verildiğine şahit olduk. Koyların özel balık üretme çiftliklerine tahsis edildiği, yine koyların ve sahillerin büyük otel zincirlerine teslim edildiğini izledik. Tarihsel ilkel birikim doğal kaynakları özel sermaye birikiminin erişimine açmıştı, şimdi olan nedir?

Bu kanallara pek çok ekleme yapılabilir. Örneğin finansallaşma ve borçlanma süreçleri de ekonomi ötesi bir zorlama ve talan anlamlarına gelmektedirler. 1980’lerin başında küresel sermaye azgelişmiş yoksul ulusları yüksek borçları nedeniyle toplumsal ve ekonomik maliyeti yüksek bir talana mahkum etti. Şimdilerde toplumun düşük gelirli emekçi kesimleri gırla borçlandırılıyorlar, böylece sermayenin tahakkümüne daha açık, yüksek sömürüye daha uygun hale geliyorlar. Kim ilkel birikimin hatırlayamadığımız bir çağda bittiğini iddia edebilir artık? Kim kapitalizmin siyasi zora ihtiyaç duymayan, nezaket içinde işleyen ve sömüren bir sistem olduğuna inanır artık?

Nitekim şimdilerde bazı Marksistlerin de iddia ettikleri gibi ilkel birikim sürekli sistemik bir süreçtir. İlkel birikim güdüsü zamane kapitalizminde ayyuka çıkmıştır. Bunun Türkiye’deki izdüşümü AKP iktidarlarıdır. Nasıl mı? Gelecek haftaya artık…

  • 1.Marx, 2011, Kapital I, çev. M. Selik ve N. Satlıgan, Yordam, ss. 686-687. Ancak kısa bir not ekleyelim. Mehmet Selik/ Nail Satlıgan çevirisinde “ilkel birikim” yerine “ilk birikim” tercih edilmiştir. Her ikisi de aramızdan göçmüş durumdadır, ışıklar içinde yatsınlar. Metnin Almanca aslına göre “ilk birikim” daha uygundur ancak Türkçeye “ilkel birikim” diye girdiği için, ve “ilkel birikim” hem ilk gelişkin olmama durumunu hem de sermaye birikiminin vahşetini daha iyi anlattığı için asıl metindeki “ilk birikim” yerine yazıda “ilkel birikim” kullanılmıştır.

Külliyeloji - Zafer Yörük / duvaR

 

Kendini Külliye duvarları ardında emniyete almış kapalı ve loş bir rejim tarafından yönetiliyoruz. Halimizi tam olarak idrak edebilmek için Türkiye uzmanı ekonomist, sosyolog ve siyaset bilimcilere ilaveten Külliyeloglara olan ihtiyacımız her geçen gün artıyor.

Kremlinoloji, Slovak filozof Slavoj Zizek’e göre Sovyetoloji’nin tam tersidir. Sovyetoloji, sosyal bilim dallarının araştırma yöntemleriyle Sovyet toplum ve devletinin yapısal analizini ve değişim dinamiklerini saptama faaliyetinin genel adıydı. Ama dünyanın çoğu ülkesinin sosyal ve siyasal dinamiklerini anlamak için yeterli bulunan bu uzmanlık faaliyeti, Sovyetler Birliği ve onun kontrolündeki Doğu Avrupa rejimlerinin hal ve gidişini açıklamakta yetersiz kalıyordu.

Batılı gözlemciler Sovyetler Birliği’nden gelen bilgileri güvenilir bulmakta zorlanıyorlardı. Pravda, İzvestia, TASS ajansı gibi medya kuruluşları, resmi gündemlerin ve yanıltıcı enformasyonun yayılması için kullanılıyordu. Önemli mevki sahibi şahsiyetlerde, farklı iktidar odakları arası ilişkilerde ve Sovyet siyasetinde önemli değişimler gizlice gerçekleşiyordu. Bu koşullar altında çalışan analistler satır aralarını okumakta uzmanlaşmak durumundaydı. Sovyet iç siyasetinde olup bitenleri anlamak için her toplantı, fotoğraf, görüntü ve konuşma en ince ayrıntısına kadar analiz edilmeye başlandı. Bu analitik faaliyet, giderek farklı bir meslek, hatta ayrı bir ‘bilim dalı’ haline geldi: Kremlinoloji. Kremlinologlar, sistemin işleyişi üzerine Moskova’da karar almaya yetkili bir grup insanın söz, tavır ve jestlerini semiyotik (göstergebilimsel) tekniklerle ayrıntılı okumalara tabi tutarak sonuçlar çıkarıyor ve sistematik olarak raporluyorlardı.

Gorbaçov’un ‘Glastnost’ hamlesi ve devamında Yeltsin’in yer yer ifşaata varan aşırı şeffaflığı, Kremlinologları bir süre için işsizlik riskiyle karşı karşıya bıraksa da Putin’in gelişiyle birlikte durumun yeniden ‘normale’ döndüğü görüldü. Kremlinologlar, 2000’li yıllarla birlikte yeniden işbaşı yaptılar ve o günden beri de yoğun çalışma içindeler. Dahası, sayısı giderek artan benzer kapalı toplumların iç siyasetini anlamak amacıyla benzer yöntemleri kullanma zorunluluğu giderek yaygınlaşıyor. Batılı analistler açısından bir süredir Türkiye uzmanlığı ötesinde bir Külliyeloji ilminin zorunluluğu, böyle bir küresel atmosfer içinde ortaya çıktı.

Türkiye’nin ‘muasır medeniyet seviyesindeki’ Batılı ideal modelleri düzeyinde şeffaf ve ‘açık toplum’ olduğunu cumhuriyet tarihinin herhangi bir dönemi için iddia etmek oldukça zor olmakla birlikte siyasal rejimin loşluk ve kapalılık hallerinde başkanlık sistemi ve Külliye sarayına taşınmayla birlikte bir artış kaydettiği de yadsınamaz. İç siyasi gelişmeler, çoğunlukla Kremlin muadili Külliye’nin kalın duvarları ardında birkaç başdanışman ya da oligarkla Başkan arasındaki istişareden doğan kararlardan ortaya çıkıyor. Kararlar öncesi/esnası/sonrasında yaşananlar ve siyasal elit içi etkileri ancak Churchill’in Kremlin siyasi entrikalarını tasvirde kullandığı “halı altındaki bulldog kavgası” benzetmesi dolayımıyla algılanabilir hale geliyor: “Dışarıdan biri yalnızca kükreme ve hırıltıları duyar ve ancak kemiklerin halı altından etrafa saçıldığı görüldüğünde kimin kazandığı belli olur. ”Bu ahval ve şerait, parti-devlet içi güç odaklarında, AKP nomenklaturası içinde, oligarklar arasında ve muktedir mevkideki şahsiyetlerde cereyan eden ani değişimlere vakıf olabilmek için, Kremlinoloji a la turca olarak tanımlanabilecek Külliyeloji ilminin erbabına müracaatı şart kılıyor.

İÇİŞLERİ SAVAŞLARI VE MAFYA’NIN MAAŞ BORDROSU

Bu tür içe kapanma ve loşluk eğilimi içinde Külliyeloglar, neredeyse tamamen Külliye güdümü altında Enformasyon Başkanlığı basın bülteni olarak iş gören medya organlarının satır aralarını okumakta uzmanlaşmak, her toplantıyı, fotoğrafı, görüntüyü ve konuşmayı en ince ayrıntısına kadar analiz etmek görevini icra ediyorlar.

Yakın zamanda Ayhan Bora Kaplan adlı bir kişinin tutuklanması, özellikle eski İçişleri Bakanı Süleyman Soylu ile bağlantılandırıldı. Resmileşmiş medya ve sosyal medya izahatlarının aksine Külliyeloji; yeni İçişleri Bakanı Yerlikaya’nın Erdoğan’ın icazetiyle Soylu’ya karşı mücadele başlattığı, mafyalaşmış ülkücülerin ve derin devletçi Mehmet Ağar kadrolarının siyasi mevkilerden tasfiye edilmekte olduğu gibi analitik bulguların altını çiziyor.

Oysa her makul ve orta zekalı TC vatandaşı nezdinde Ayhan Bora Kaplan ve kalaşnikovlu çetedaşları, Süleyman Soylu önderliğinde TRT’yi FETÖ işgalinden kurtaran ‘15 Temmuz kahramanları’ olarak bilinirdi. Zaman içinde algılar değişiyor ama MHP liderliğinden gelen “Süleyman Soylu’nun üzerine daha fazla gitmeyin” mealindeki ihtarın anlamı da katmerleniyor. Zaten Soylu da arkadaşı Kaplan’ı tutuklayanları ‘operasyon çocukları’ olarak nitelemişti. Churchill’in deyişiyle, halı altında hırıltılar ve kükreyişler giderek yükseliyor ama aşağıdan hangisinin kemiklerinin uçmaya başladığını söylemek için henüz erken.

BABA, OĞUL VE KUTSAL DAMATLAR

Lauren Goodrich, sivil CIA olarak bilinen Strafor’un analistlerinden biridir ve Kremlinolojinin önemli isimleri arasındadır. Ona göre, Sovyet eliti içi mücadelenin keskinleştiği başlıca iki durum önemlidir: Birincisi, pastanın daralması yani iktidar üzerinden dağıtılan rantta kesinti zaruretinin ortaya çıkmasıdır. Bu durumda kimin ya da kimlerin dağılım dışı bırakılacağı üzerine bir mücadele başlar ve karşılıklı açıklar ortalığa serilir. Cari içişleri bakanının selefi üzerine yürümesi böyle bir paylaşım savaşı kapsamında değerlendirilirse anlam kazanabilir.

Goodrich’e göre ikinci keskinleşme ortamı, iktidarın tepesinde bir isim değişiminin kaçınılmaz olduğu durumdur. Stalin’in ölümü sonrası yaşananları örnek vaka olarak kullanır. En bariz veliaht, hem başbakan hem de Komünist Parti sekreteri olan Malenkov’dur. Ama Stalin’in yerini almaya en hevesli aday olan Kruşçov, en güçlü mevkiye sahip gizli polis NKVD Şefi Beria ile birlikte Malenkov’a karşı tavır alır ve rakibini güçsüzleştirir. Ardından, Malenkov’la birlikte Beria karşıtı hizip savaşı başlatır. Ama Beria’yı alt etmek için Kızıl Ordu’ya ihtiyaçları vardır ve ordu komutanları, tanklarıyla birlikte o sırada Doğu Berlin’deki ayaklanmayı bastırmak üzere ülke dışında bulunmaktadır. İki elebaşı, Beria’yı devirme girişimi için altı ay ordunun dönüşünü beklerler ve sonunda hedeflerine ulaşarak Beria’yı kurşuna dizdirirler. Kruşçov iktidara gelir.

Goodrich, günümüzde de Rus gizli servisi FSB, Askeri istihbarat servisi GRU, Rus genelkurmayı, oligarklar ve iş çevreleri (yakın zamana kadar bu listeye Wagner de dahildi) olarak listelenebilecek çoklu iktidar odakları arasında bir mücadele içinde Putin’in politikalarının ve kaderinin belirlendiğine işaret ediyor.

Külliyeloglar da günümüzde çeşitli iktidar odakları arasında yürüyen kavganın taraflarını birkaç kategoride tanımlayacaklardır. Öncelikle aile içi ile dışı arasında Malenkov-Kruşçov muadili bir mücadele gözlemlenebilir. Süleyman Soylu, Hakan Fidan, İbrahim Kalın, Hulusi Akar ve Numan Kurtulmuş, aile dışından veliahtlık hevesi içinde olanlar listesinde bulunuyor. Berat Albayrak’la Soylu arasında 2018’de gerçekleşen omuz atma vakası, Albayrak’ın kararlılığı olarak okunmuştu: Tayyip Erdoğan sonrası siyasal iktidar, aile dışına kaptırılmayacaktır.

Nitekim Külliyeloji uzmanları, Soylu tasfiyesinin arkasında damat Berat beyle koordinasyon içinde çalışan KÖZ grubunun olduğuna dikkat çekiyorlar. Adını geçmişte Gülen’in Emniyet İmamı olan Kemal Özdemir’den alan bu grubun, polis teşkilatı içinde etkili ve yaygın olduğu vurgulanıyor. Öte yandan Berat Albayrak’ın uzun süredir İstanbul Emniyeti’ni kontrol altında tuttuğu her gözlemcinin malumu. Bu durumda közcülerin, polis içi ve çeperindeki Milli Damarcılara (Soylu ve Ağar taraftarlarına) karşı bir operasyon başlatmış oldukları anlaşılıyor. Hepsi iktidar bülteni gibi görünse de Sabah gazetesi, Albayrak ve Közcülerle birlikte tavır alırken Yeni Şafak, Milli Damar yani Soylu ve Ağar tarafında yayınlar yapmaktadır. Demokratik bir anti-mafya operasyonunun perde arkasında damat Berat güdümlü közcülerin, Tayyip bey ailesi dışından iktidar ortaklığı hayali kuranların cümlesine had bildirdikleri anlaşılıyor.

Ama Külliye mücadelesi burada bitmiyor; aile içinde de devam edeceğe benziyor. Külliyeloglar, doğal veliaht (şehzade) Bilal Erdoğan’ın göz ardı edilmemesi gerektiğini, TÜGVA ve benzeri paramiliter ve bol paralı örgütlenmelerin lideri olarak her an bir geri dönüşe hazır beklemede olduğunu vurguluyorlar.


Diğer damat Selçuk Bayraktar ise SİHA’cı olarak kazandığı ün üzerinden Berat beyin ekonomi yönetimindeki başarısızlığını vurgulayarak tahta talip olabilir. Her ne kadar aile içi kendi arasında mücadeleye odaklansa da Hakan Fidan ve İbrahim Kalın gibi henüz Erdoğan’ın gözünden düşmemiş ‘prensler’ de tahta talip olabilirler. Hakikatin basketbol potasına gizlenemeyecek hale geldiği şartlar ortaya çıktığında, aile dışı iktidar odaklarıyla aile, aile içinde ise şehzade erkek evlat ile veliaht damatlar arası çok yönlü bir savaşa şahit olmak kimseyi şaşırtmamalı.

Kendini Külliye duvarları ardında emniyete almış kapalı ve loş bir rejim tarafından yönetiliyoruz. Halimizi tam olarak idrak edebilmek için Türkiye uzmanı ekonomist, sosyolog ve siyaset bilimcilere ilaveten Külliyeloglara olan ihtiyacımız her geçen gün artıyor.

Zafer Yörük / duvaR