16 Kasım 2023 Perşembe

'Çocuk' katil çıktı, 'vur' diyenler ortaya çıkmadı: Hrant'ı hedef haline getirenler kimlerdi? + Hrant Dink utançları: Sorumlular yargılanmadı, izleyenler aklandı ve katil serbest kaldı

'Çocuk' katil çıktı, 'vur' diyenler ortaya çıkmadı: Hrant'ı hedef haline getirenler kimlerdi?(Emre Alım-soL)

Hrant Dink'i öldüren tetiği çektiğinde 17 yaşında olan katil Ogün Samast 16 yıl tutuklu kaldı ve tahliye edildi. ''Vur'' diyenlerse hâlâ ortaya çıkarılmadı.

Agos Gazetesi'nin kurucusu Hrant Dink'i katleden ülkücü tetikçi Ogün Samast, 16 yılın ardından dün tahliye edildi.

Samast'ın tahliyesi, suçluları açığa çıkarmayı ve cezalandırmayı değil, suç örgütünü yok saymayı, bu örgütün bağlantılarını gizlemeyi hedefleyen mahkeme sürecinin son adımı oldu.

Çocuk mahkemesinde yargılandı, 6 yıl erken çıktı

Tetikçilere mümkün olan en az ceza verilmişti. Cinayeti, 17 yaşındaki Samast'ın işlemesi de bu planın parçalarından biriydi.

Adalet Bakanlığı, Ogün Samast'ın tahliyesine yönelik tepkilerin ardından bir açıklama yaptı ve ''2 yıl önce de tahliye edebilirdik'' demeye getirdi. Samast'ın çocuk mahkemesinde yargılandığı özellikle vurgulandı. Yaşının 18'den küçük olması nedeniyle Samast diğer sanıklardan daha erken tahliye olmuştu. Oysa buna rağmen toplam cezası 27 yıl 10 aydı. Yani Samast’ın 6 yıl daha fazla cezaevinde tutulma ihtimali varken bunun yerine koşullu salıvermeden yararlandırılmıştı. Bakanlık açıklamasında bu seçenekten söz etmedi.

'Vur' diyenler hâlâ ortaya çıkarılmadı

Dink ailesinin avukatı Bahri Bayram Belen'e göre, tahliyeyle ilgili "Adım atılacak bir şey yok. Karar kesin.'' Tetikçilerle ilgili dosya kesinleşti ancak kamu görevlileriyle ilgili dava hâlâ devam ediyor. Bu davaysa bir ''FETÖ davası''na dönüşmekle eleştiliyor, iktidarın eski ortaklarıyla hesaplaşması şeklinde değerlendiriliyor.

Aradan geçen 16 yılda cinayetle bağlantısı tescilli yetkililerin yargılanmasına da izin verilmedi. Agos gazetesinin başyazısında yer verdiği ifadeyle, ''Dink’i hedef haline getiren süreç sorgulanmamıştır. Ve en önemlisi 'Vur' diyenler hâlâ ortaya çıkarılmamıştır. Evet cinayette ihmali olan, cinayete göz yuman, süreçte rol oynayan pek çok polis ve jandarma şefi, memuru, hüküm giymiştir, ancak henüz kamuoyunu tatmin eden bir yargılamadan bahsedemiyoruz.''

Peki Hrant Dink, nasıl hedef haline getirilmişti? Sürecin kendisi, cinayeti işleyen şebekenin güç aldığı odaklara dair ipuçlarıyla dolu.  

Hrant hedef tahtasına nasıl oturtulmuştu?

Hrant Dink, "durduk yere" bir cinayetin kurbanı olmadı. Cinayet öncesi medyaTSKİstanbul Valiliği'nin elbirliğiyle Hrant'a karşı kamuoyu oluşturuldu, adeta bir linç kampanyası yürütüldü.

Hrant Dink, Kasım 2003-Mayıs 2005 tarihleri arasından Agos gazetesinde Ermeni Diasporası'nı eleştiren 11 haftalık yazısında geçen "'Türk'ten boşalacak o zehirli kanın yerini dolduracak temiz kan, Ermeni'nin Ermenistan'la kuracağı asil damarında mevcuttur" sözleri nedeniyle 301. maddeden "Türklüğe hakaret" suçlamasıyla yargılandı ve aksi yönde verilen bilirkişi raporuna rağmen 6 ay hapis cezası aldı.

11 haftalık yazı dizisinde geçen bu cümle nedeniyle Dink hakkında 301. madde kapsamında suç duyurusunda bulunan Kemal Kerinçsiz’in mahkemeye kontrgerillanın en önemli isimlerinden Veli Küçük ile birlikte gelmesi Hrant Dink’i rahatsız etmişti ve Hrant Dink artan tehditler nedeniyle bir süre istemeyerek de olsa çelik yelek giymişti.

Diasporanın oluşturduğu “Ermeni kimliğini” eleştirdiği yazısında Hrant Dink, “içinizdeki Türk algısını değiştirin, bu Türk algısından kendinizi kurtarın çünkü bu korku ve nefret sizi zehirliyor, sizi hasta kılıyor. Siz, artık bütün enerjinizi yeni kurulmuş olan Ermenistan’a yönlendirin” diyordu. Türk’e duyduğu travmaya bağlı olarak Ermeni kimliği oluşturulmasına karşı tepkisini ortaya koyuyor ve Ermeni kimliğinin 1915 ile beslenerek yaşamasını eleştiriyordu.

Zaten sosyalist Hrant'ın, herhangi bir milleti aşağılaması düşünülemezdi. Ancak Ermeni diasporasını eleştirdiği bu cümle, öncesi ve sonrasından koparılınca hiçbir şey anlaşılmıyor, "Türkler'in kanı zehirlidir" demiş gibi görünüyordu.

Bu yazı dizisinden kısa bir süre sonra medyada ve kamuoyunda Hrant Dink’e karşı bir linç kampanyası başlatıldı.

Özellikle kendi medya grubunun patronunun rakipleri hakkında yazdığı yolsuzluk yazılarıyla ünlenen ve 12 Eylül hapishanelerinde işkence olmadığını iddia edecek kadar ileri gidebilen kalem Emin Çölaşan, Hürriyet gazetesindeki köşesinde Hrant Dink’in 11 haftalık yazı dizisinden sadece bir cümleyi cımbızlayarak “İçeride ve dışarıda altımızı oyma işlemleri” şeklinde ifade etmiş ve Hrant Dink’e karşı başlatılan linç kampanyasının en önemli aktörü olmuştu.

Çölaşan'a kısa sürede birçok gazeteci katıldı, özellikle televizyonda ve internette yazı hakkında hiçbir fikri olmayan kişiler bu cımbızlanmış cümleyi gördükçe Dink'in bir "Türk düşmanı" olduğuna kanaat getirdiler. Dink'e karşı saldırgan bir kamuoyu oluşturuldu. Cümleyi görüp tepki duyanlar bir yana, okuduğunu anlamaktan aciz olmadığı açık kimi kişilerin yazılarıyla lince katılması, affedilecek gibi değildi.

Genelkurmay, Valilik ve linççi köşe yazarları

Hrant Dink’i hedef olarak gösteren olaylardan bir diğeri ise Sabiha Gökçen’in Ermeni asıllı olduğu iddiasını içeren yazısı ve bu yazının Hürriyet gazetesinde de yayımlanmasıydı. İddia üzerine 4 Şubat 2004 günü, Hrant Dink İstanbul Valiliği’ne çağırılarak iki istihbaratçı tarafından "uyarıldı". Dink’e bir cevap da Genelkurmay Başkanlığı'ndan açıklanan basın bildirisiyle geldi. Atatürk’e karşı iddialara bile şu ana kadar ses çıkarmayan Genelkurmay Başkanlığı'nın böyle bir konuda basın bildirisi hazırlayıp internet sitesinde yayınlaması şaşırtıcıydı. Hrant Dink için “Bu haberi yayımlayan kişi ülkenin birliğine ve bütünlüğüne nifak sokuyor” diyordu Genelkurmay. Böylece linç, ordu tarafından da genişletiliyordu. Hemen ardından konuyla ilgili Ege ordusu komutanı Hurşit Tolon açıklama yapmıştı. TSK, bir haber nedeniyle tek bir kişiyi, Hrant'ı hedef gösteriyordu.

Hürriyet, Milliyet, Cumhuriyet, Dünden Bugüne Tercüman ve Radikal gazetelerinde Hrant karşıtı köşe yazıları çıktı. Mehmet Ali Kışlalı, Oktay Ekşi, İlhan Selçuk, Hasan Pulur, Emin Pazarcı, Deniz Som, Melih Aşık Sabiha Gökçen haberini ele alan yazılar yazarken, Hrant'a karşı linç kampanyasının gerektirdiği hassasiyeti göstermekten uzak düştüler.

Bir de Hrant'ı doğrudan hedef gösterenler vardı. Özellikle Orhan Kiverlioğlu’nun Vatan gazetesindeki ”Hrant’ın Hırlayışı” başlıklı yazısı küfür ederek hedef gösteriyordu Hrant Dink’i. Ülkü Ocakları, 26 Şubat’ta Agos gazetesi önünde “Ya sev ya terk et” gösterisi düzenledi, faşistler “Kahrolsun ASALA”, “Akıllı ol”, “Hesap sorulur”, “Eli kırılır”, ‘Bir gece ansızın gelebiliriz” diye bağırdılar. Dönemin Ülkü Ocakları İstanbul İl Başkanı Levent Temiz, “Hrant Dink bundan sonra bütün öfkemizin ve nefretimizin hedefidir, hedefimizdir” diye ilân etti.

Tüm bu hedef göstermelerden, Ülkü Ocakları'nınki gibi açık linç çağrılarından hiçbiri hakkında soruşturma başlatılmaması, devletin konuya "taraf" olduğunu bir kez daha hatırlattı.

Tüm suç 'Ergenekon'u suçlayan Fethullahçılara yıkıldı 

Tüm koşulların olgunlamasıyla beraber fırsat doğmuş oluyordu artık. "Katli vacip" hale gelmişti Hrant'ın. Cinayet sonrasında girişilecek yeni-kontrgerilla oluşumu ve eskilerin tasfiyesi için bütün koşullar müsait hale gelmişti. Cinayetin ardından "Ergenekon yaptı" çığlıkları yükseldi, "ulusalcılar" hedef tahtasına oturtuldu. İlla somut kanıt gösterilecekse, belli bir çevre tarafından sadece jandarmanın ihmali görüldü. Emniyetteki Fethullahçı örgütlenmenin cinayetteki apaçık rolü gözardı edildi.

İktidar temsilcileriyle Gülen cemaatine yakın medyanın birleştiği nokta cinayetten neredeyse Hrant'ın kendisini sorumlu tutmak oldu. Oysa yıllar sonra cemaat devlet içerisinden tasfiye edilecek, AKP cinayetin sorumluluğunu yalnızca Gülencilere yıkmaya çalışacaktı.  

Başta Erdoğan, Hrant’ın korunmaması gerçeği karşısında “Koruma talep etmemiş ki” mazeretine sığındı.

Ermeniler en üst makamdan hedef gösterildi

Hrant’ın öldürülmesine sıradan insanların “Ermeni’ymiş” diyerek sessiz kalacakları bir düşmanlık ortamı yaratılmaya çalışıldı. Bu atmosfere en yetkili ağızdan katkı koyan isim, “100 bin Ermeni kaçak çalışıyor, gerekirse kovarız” diyerek Ermenileri hedef gösteren Erdoğan oldu.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde görülen davada AKP hükümeti Hrant Dink’i Hitler’e benzeten bir savunma sundu.

Hrant 301’inci madde cinayetine kurban gitmişken, öldürüldüğünde 301’inci maddeden 6 ay hapis cezasına mahkumken, dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ilk yurtdışı gezisinde tüm dünyanın gözünün içine baka baka “Bu maddeden ceza almış kimse yok” yalanını söyledi.

                                                                     /././

Hrant Dink utançları: Sorumlular yargılanmadı, izleyenler aklandı ve katil serbest kaldı (soL)

Cemaat, AKP, Genelkurmay, Ülkücüler ve medya... Hepsi birlikte hedef aldı, ölümünün ardından sadece tetikçi ve ona yardım eden birkaç isim yargılanarak tutuklandı. Şimdi tetikçi de tahliye oldu.

19 Ocak 2007'de, genel yayın yönetmeni olduğu Agos gazetesinin Şişli Halaskârgazi Caddesi üzerindeki binası önünde uğradığı silahlı saldırı sonucunda yaşamını yitirmişti Hrant Dink.

Ölümünün üzerinden 16 yıl geçti.

Suikastın tetikçisi Ogün Samast 'iyi hal'li bulundu ve cezaevinden tahliye edildi.

İki yıl önce Samast'ın denetimli serbestlik hükümleri kapsamında dışarı çıkabileceği haberi gündeme gelmişti.

Ancak bu bilginin ortaya çıkmasından birkaç ay sonra Samast cezaevinde gardiyanlara saldırmaktan yargılandığı davadan da hapis cezası aldı ve tahliye süreci uzamış oldu.

Samast'ın Dink davası kapsamında tahliyesine yol açan şeyse, cinayetin yargılamasının "örgüt" kapsamında değil "sıradan bir cinayet" olarak yapılması oldu.

Türkiye'nin 'Kırmızı Pazartesi'si

Bu 16 yılda ölümü önce Ergenekon'a havale edildi, sonrasında Cemaat'e.

Ancak hiçbir zaman cinayetin tüm sorumluları hakkında etkili bir soruşturma yürütülmedi. Örneğin Erdoğan'a göre, Hrant Dink davası kişiselleştirilmiş, Dink’in yazılarını, onun düşünce dünyasını kabullenmemek gibi bir nedenle işlenmişti.

Bu cinayette sonrasında bakan olacak dönemin İstanbul Valisi Muammer Güler'in bir dahli yoktu örneğin Erdoğan'a göre. Öyle ya, Dink'in tehdit edildiği İstanbul Valiliği'nden MİT katılımlı toplantıdan dolayı Güler'i suçlamanın bir anlamı yoktu, ne de olsa şimdi cemaat merkezli duruşmalarda "tanık" sıfatıyla ifade veriyordu Güler... Daha önce de Ergenekon merkezli duruşmalarda "başka" isimler tanık olarak yer alıyordu, yine gerçek sorumluları aklamak üzerine kurgu duruşmalar yapılıyordu.

                                                         Çizer: Canol Kocagöz

Neler olmuştu?

Agos Genel Yayın Yönetmeni Dink, Kasım 2003 – Mayıs 2005 tarihleri arasından Agos gazetesinde Ermeni Diasporasını eleştiren 11 haftalık yazı dizisi yayımladı.

Bu yazı dizisinden bir bölüm gerekçe gösterilerek hakkında birçok gazete tarafından hedef gösteren haber ve yazılara yer verildi.

301. maddeden yargılandı ve aksi yönde verilen bilirkişi raporuna rağmen 6 ay hapis cezası aldı.

2004 tarihinde Sabiha Gökçen’in Ermeni asıllı olduğu iddiasını içeren yazı nedeniyle hedef alındı.

4 Şubat 2004 günü, daha sonra AKP'nin İçişleri Bakanı olacak Muammer Güler'in valiliği döneminde İstanbul Valiliği’ne çağırılarak iki istihbaratçı tarafından "uyarıdı".

Bu da yetmedi, “Bu haberi yayımlayan kişi ülkenin birliğine ve bütünlüğüne nifak sokuyor” diye bir açıklama yaptı Genelkurmay. 

Ülkü Ocakları, 26 Şubat’ta Agos gazetesi önünde “Ya sev ya terk et” eylemi düzenlendi, dönemin Ülkü Ocakları İstanbul İl Başkanı Levent Temiz, “Hrant Dink bundan sonra bütün öfkemizin ve nefretimizin hedefidir, hedefimizdir” dedi.

Kısacası cinayetten önce "ortam hazırlanmış", gerekli zemin oluşmuştu.

Oluşan bu zemin, Cemaat-AKP ittifakı döneminde "yeni bir sürecin" kapısını açacak adımlardan biri olarak görüldü ve defalarca ihbar edilmesine, neredeyse devletin tüm kurumları bilmesine rağmen göz göre göre cinayet geldi. 

Herkesin haberi vardı

Trabzon’da McDonalds’ın bombalanması eyleminde bombayı hazırlayan kişi olan ve Dink cinayeti planlayıcılardan olan Erhan Tuncel, polis muhbiriydi.

Sadece bu da değil, Dink’in vurulacağı, emniyete cinayet öncesinde tam 17 kez ihbar edilmişti. Bu ihbarlardan biri, Ogün Samast'ın cinayeti işlemek üzere İstanbul'a geldiğini dahi içeriyordu.

Cinayet ihbarı Trabzon'dan İstanbul Emniyet Müdürlüğü'ne de iletilmişti, şimdilerde dava kapsamında tutuklu olan ancak cinayetten sonra uzun süre korunan dönemin İstanbul İstihbarat Şube Müdürü olan cemaatçi Ali Fuat Yılmazer, bu ihbarın gereğini yapmamıştı.

Trabzon Terörle Şube Müdürü Yahya Öztürk, cinayet öncesinde Yasin Hayal’e “Bu bayrak düştü. Ya Yasin kaldıracak ya Erhan kaldırır, bu görev sizin” diyordu.

Yasin Hayal’in eski eniştesi Çoşkun İğci’nin cinayetten aylar önce Yasin Hayal’in planları konusunda Jandarma istihbaratına bilgi vermiş olmasına rağmen bu bilginin uzun süre gizlendiği de ortaya çıkacaktı.

Emniyet istihbaratçısı Muhittin Zenit, cinayetten sonra aradığı Erhan Tuncel'e  “Koyum ...a, gebermişse gebermiş” diyordu.

Ve belki de tüm bu sürecin finali olarak olarak sonra Samsun’da "yakalanan" Ogün Samast’la hem polis, hem de jandarma görevlileri Türk bayrağı önünde hatıra fotoğrafı çektirecekti.

İktidara yakın isimler aklandı

Hrant Dink davasında aradan geçen 16 yılın ardından neredeyse bir arpa boyu yol alınamadı.

İktidarın ittifak bileşeni değiştikçe davanın da seyri değişti ancak aradan geçen bu 16 yılda tüm sorumluların yargılandığı ve cezalandırıldığı bir yargılama süreci hiçbir şekilde hayata geçmedi.

Dink'in katledilmesi sonrası ilk dava süreci Cemaat-AKP ortaklığının olduğu dönemdeydi. O dönem bu ittifak, Hrant'ı kendi tasfiye operasyonlarının bir aracı olarak kullanmaya çalıştı, cinayetteki kendi sorumluluklarının üzerini titiz bir şekilde örttü.

Daha sonra Cemaat-AKP kavgası davanın da seyrini değiştirdi. Bu kez Hrant'ın ölümünün sorumlusu tek başına Cemaat oldu, iktidarın cinayetteki sorumluluğunun üzeri örtüldü.

Cinayetin sorumlusu olan bazı Cemaatçiler ceza alırken, en az onlar kadar cinayette rolü olan isimler, iktidara yakınlıkları nedeniyle aklandı.

İki yıl önce Hrant Dink davası sanıklarının bir bölümü zamanaşımı adı altında tahliye ve beraat ettirildi.

Trabzon İstihbarat Şube müdürü olan Engin Dinç, Trabzon İstihbarat Şube Müdürlüğü'nde görevli polis memuru Muhittin Zenit, İstanbul Emniyeti İstihbarat Şube Müdürü Ahmet İlhan Güler bu isimlerden sadece birkaçı...

Rakel Dink'i tehdit edenler de tahliye edildi

Hrant Dink Vakfı, geçtiğimiz yıl mayıs kendilerine e-posta yoluyla gelen mesajda, "Bir gece ansızın gelebiliriz" denilerek Rakel Dink ve avukatların ölümle tehdit edildiğini duyurmuştu.

Söz konusu tehdit mektubunu yazan Hüseyin Ateş ve Ersin Başkan, sadece 4 ay cezaevinde kalırken, "Zincirleme şekilde imzasız mektupla veya özel işaretlerle tehdit" suçundan çıkartıldıkları mahkemece tahliye edildiler.

CUMHURİYET KÖŞEBAŞI -16 KASIM 2023 -

 

Erdoğan gaz alıyor: Netanyahu yargılanabilir mi? (Barış Terkoğlu-Cumhuriyet)

Savaş başladıktan ancak bir ay sonra Suudi Kralı’nın “nazik daveti” ile “olağanüstü” toplandılar. Bütün Arap ve İslam devlet liderleri buluştular. Sonuçta sıfıra sıfır elde var sıfırı açıkladılar. Netanyahu’dan dalga geçer gibi “İktidarınızı ve çıkarınızı korumak için sessiz kalın” yanıtını aldılar.

Filistin halkının ekmeği yok ama siyasetçiler için Filistin’in ekmeği bol. Dün Erdoğan grup toplantısında konuşunca bir kez daha aynı soru gündeme geldi: Netanyahu savaş suçundan yargılanabilir mi? İYİ Parti Hukuk ve Adalet Politikaları Başkanı emekli askeri hâkim Ahmet Zeki Üçok’un bu sorunun yanıtına çalıştığını biliyordum. Açıp sonucunu sordum.

“Savaş suçları mahsus suç olmadığı için bu suçları herkes işleyebilir” diyen Üçok, savaş hukuku kurallarının ve ihlaline karşı yaptırımların Cenevre Sözleşmelerinde yer aldığını hatırlattı:

“Somut olaylar üzerinden giderek açıklamaya çalışalım. İsrail, 17 Ekim günü el Ehli Baptist Hastanesi’ne düzenlenen saldırıda yaklaşık 500 kişinin ölmesine neden oldu. Sözleşmenin 18. maddesi ‘yaralıları, hastaları, malulleri ve loğusa kadınları tedavi için teşkil edilen sivil hastaneler, hiçbir veçhile taarruza uğrayamazlar’ diyerek hastane bombalanmasını açık olarak savaş suçu saymıştır. Aynı sözleşmenin 23. maddesi ‘Düşman dahi olsa, münhasıran sivil halka mahsus her türlü ilaç ve sıhhi malzeme sevkıyatının ve keza dini levazımın serbestçe geçmesine müsaade edecektir’ demesine karşın İsrail, ilk günden itibaren Gazze’yi dünyaya kapatmış, insani yardımların geçişine dahi izin vermeyerek savaş suçu işlemektedir.”

Üçok’a göre İsrail, sözleşmenin 49. maddesini Gazze’nin kuzeyini boşaltarak, 54. maddesini elektrik ve su tesislerini bombalayarak ihlal etmişti.

NETANYAHU DA HAMAS DA YARGILANABİLİR

Peki kim bunun cezasını verecek?

Üçok’a göre, İsrail, devlet olarak Birleşmiş Milletler Adalet Divanı’nda; karar verici olan Başbakan Netanyahu, kabine üyeleri, genelkurmay başkanı vs. gibi sorumlu kişiler ise Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde (UCM) yargılanabilir. Ancak Üçok ekliyor:

“İsrail Devleti, BM Adalet Divanı’nın yargılama yetkisini kabul etmediği için burada yargılanması mümkün değildir.”

Üçok’a göre, UCM ise Netanyahu dahil savaş suçu işleyen tüm sorumluları yargılayabilir:

“Başta İsrail Başbakanı Netanyahu olmak üzere tüm hükümet kabinesi üyelerinin, genelkurmay başkanının, kara, hava, deniz kuvvetleri komutanlarının, bombardımana katılan pilotların, topçuların, tankçıların, askerlerin, diğer yandan 1400’den fazla İsrailli sivil vatandaşı öldüren Hamas’ın lideri İsmail Haniye ve üst düzey yöneticileri ile öldürme ve esir alma eylemlerini gerçekleştiren Hamas üyeleri UCM’de yargılanarak cezalandırılabilir.”

TEK BİR YOLU VAR AMA...

Erdoğan, Netanyahu’ya “Seni dünyaya savaş suçlusu olarak ilan edeceğiz, bunun hazırlığı içindeyiz” demişti. Bunu nasıl yapacak?

“Erdoğan’ın yaptığı iç politikaya yönelik hukuki altyapısı olmayan amiyane tabiriyle tam olarak gaz verici miting söylemidir” diyen Üçok, UCM Statüsü’nün 12. maddesini okuduktan sonra Netanyahu’yu yargılama yolunu şöyle gösteriyor:

“31 Aralık 2014 tarihinde Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas, Roma Statüsü’nü imzaladı. 1 Ocak 2015’te Filistin, UCM’ye ‘13 Haziran 2014’ten itibaren Doğu Kudüs dahil olmak üzere işgal edilmiş Filistin topraklarında işlenen suçlara ilişkin mahkemenin yargı yetkisini kabul ettiğini’ bildirdi. Statünün 126/2. maddesi gereğince Filistin bakımından Roma Statüsü 1 Nisan 2015 tarihinde yürürlüğe girdi. Bu nedenle, İsrailliler tarafından Filistin topraklarında işlenen savaş suçlarının yargılanması için, Filistin Devlet Başkanı UCM’ye başvuruda bulunabilir.”

Kısacası Netanyahu’nun yargılanması ancak UCM’de ve Mahmud Abbas’ın başvurusuyla gündeme gelir. Bu hayal edilse bile mümkün mü derseniz, pek de değil. Zira Mahmud Abbas’ın başvurusuyla daha önce UCM başsavcısı soruşturma başlatmış, 8 Nisan 2021’de İsrail hükümeti, soruşturmada “işbirliği yapmama” kararı aldığını açıklayarak mahkemenin yetkisini kabul etmemişti. Öte yandan ABD Başkanı Trump, ABD askerlerinin Afganistan’daki savaş suçları hakkında soruşturma başlatan UCM Başsavcısı Fatou Bensouda’ya mali yaptırımlar ve vize yasağı getirmişti. Üçok’a göre cüppesi olsa da gücü olmayan UCM’nin, 77. madde uyarınca yargılansa belki de her sivil ölüm için birer müebbet alacak Netanyahu’yu yargılaması mümkün değil.

ERDOĞAN’IN SÖYLEMİNİN ALTI BOŞ

BM Genel Kurulu’nun Gazze’de insani ateşkes isteyen karar tasarısı için İsrail Dışişleri Bakanı Cohen’in “BM Genel Kurulu’nun alçakça ateşkes çağrısını açıkça reddediyoruz” ifadesini kullandığını, Filistin-İsrail sorununa yönelik Konsey’in 1948-2022 yılları arasında aldığı 62 kararın 24’ünü İsrail’in uygulamadığını, İsrail’i destekleyen ABD’nin 1972’den bu yana İsrail’i eleştiren 31 kararı veto ettiğini hatırlatan Üçok, Erdoğan’a şöyle yol gösterdi:

“Sayın Erdoğan boş vaatler ve hukuki dayanaktan yoksun miting söylemleri yerine hiç vakit kaybetmeden Rusya-Ukrayna savaşı ile İsrail-Filistin savaşının vahametini hatırlatarak daimi temsilcilerin veto yetkilerini nihayete erdirecek ya da sınırlandıracak yapısal bir değişikliğe dünya kamuoyunun dikkatini çekmeye başlamalıdır. Diğer yandan da Gazze’de ‘Acil, kalıcı ve sürekli bir insani ateşkes’ istenen kararı onaylayan 120 ülkenin İsrail ile olan diplomatik ilişkilerini asgari seviyeye düşürmelerine yönelik girişimlerde bulunmalıdır.”

Kahveler dökülecek, hamburgerler çöpe atılacak, meydanlarda ahkâmlar kesilecek. Kralların, sultanların, seçilmişlerin eylemsizliği ise ticaretin ve vaatlerin gölgesinde sürüp gidecek.                               /././

Meseleleri Filistin değil Hamasçılık(Mehmet Ali Güller-Cumhuriyet)

Arap Birliği ile İslam İşbirliği Teşkilatı’nın ortak zirve yaparak yayımladığı 31 maddelik bildiri iktidara yakın çevrelerde tepki gördü. Yeni Şafak’tan Sabah’a ve SETA’ya kadar farklı çevrelerde bildiri sert şekilde eleştirildi.

Elbette bildiride eksik görülecek, eleştirilecek yanlar var. Ben de önceki yazımda eksiklere değinmiş ama yine de bildiriyi genel olarak olumlu bulduğumu gerekçeleriyle belirtmiştim.

Ancak iktidar cephesinden bildiriye gelen tepkiler, işaret ettiğim türden eksiklere değil, fazlalıklaraydı: Filistin Kurtuluş Örgütü’nün (FKÖ) adres gösterilmesine tepki gösteriyorlardı ve bunu Hamas’a ihanet olarak yorumluyorlardı.

ERDOĞAN İMZALI BİLDİRİYE İHANET SUÇLAMASI

O tepkileri, en net ifade edilmiş hali olduğu için AKP’li Mehmet Metiner’in Yeni Şafak’taki yazısından hareketle inceleyelim: Metiner, “Hamas’ı Gazze’ye gömme zirvesi. İhanetin diğer adı” başlıklı yazısında, FKÖ’yü çok ağır ithamlarla suçlayarak Hamas’ı savunuyor, Hamas’ın yerine FKÖ’yü adres gösteren bu bildiriyi ihanet bildirisi olarak damgalıyor.

İhanet olarak gördüğü bildirinin altında Erdoğan’ın imzası olduğu için de yazısını bitirirken şöyle bir manevraya başvuruyor: “Herkesten çok Hamas’ı mücahitler topluluğu olarak selamlayan Reis’e ‘One Minute’ diyerek bu oyunu bozmak yakışır! Bu ihanet oyunu karşısında susan diller lâl olsun diyorum!” (Yeni Şafak, 14.11.2023)

Metiner başta olmak üzere bu perspektifle bildiriyi eleştirenlerin derdinin ve meselesinin Filistin’den ziyade Hamasçılık olduğu ortada.

SİYASAL İSLAMCILARIN FİLİSTİN TUTUMU

Türkiye’deki siyasal İslamcıların zamanında Filistin meselesine mesafeli durmasındaki nedenler, aslında Metiner’in şahsında yeniden su yüzüne çıkmış oldu.

Türk devrimcileri Filistin cephesinde İsrail’e karşı omuz omuza savaşmaya koşarken, Türkiye’nin siyasal İslamcıları Filistin sorununa mesafeli davranıyorlardı. Gerekçeleri de Filistin’i savunan örgütlerin milliyetçi, antiemperyalist ve solcu olmalarıydı.

Filistin direnişindeki bu örgütler güç kaybettikçe ve siyasal İslamcı örgütler güç kazanmaya başladıkça, Türkiye’nin siyasal İslamcıları da Filistin meselesine daha yakın durmaya başladılar.

ANTİ HAMASÇILIK YANLIŞLIĞI

Siyasal İslamcılar Hamasçılık yapsa da gerçeği olgularda arayanlar elbette anti Hamasçılık yapamaz. Hamas’ın ideolojisi Gazze’deki Filistinlilerin sorunudur; Filistinli olmayanlar açısından önemli olan Hamas’ın ABD-İsrail karşısında Filistin direnişine katkı yapıp yapmadığıdır.

Kaldı ki CGTN Türk’teki yorumumda da belirttiğim gibi “Hamas’ın ideolojisi, Gazze’deki Filistinlilerin çoğunluğunun da ideolojisidir”, dolayısıyla “Gazze’de Hamassız bir çözüm gerçekçi değildir”.

Öte yandan “Hamas’ı IŞİD ve el Kaide ile eşitleyen değerlendirmeler de doğru değildir; zira IŞİD de el Kaide de Hamas’a yıllardır Gazze’de şeriat uygulamadığı için tepki göstermektedir”. (CGTN Türk, 14.11.2023)

TEK ÇATI, TEK BÖLGE

Arap-İslam ortak bildirisinin 27. maddesinde, “FKÖ’nün Filistin halkının tek meşru temsilcisi olduğunun vurgulanması ve tüm Filistinli grupların FKÖ çatısı altında toplanmasının istenmesi”, meselesi Filistin halkı ve Filistin devletinin kabulü olanlar açısından olumsuz değil, tersine olumludur.

Ve bu madde, Gazze’de Hamassız çözüme değil, tersine Hamas’ın dahil olduğu daha güçlü FKÖ çözümüne işaret etmektedir.

Filistinli grupların çatısı özelliğindeki FKÖ, Arap Birliği’nin de BM Güvenlik Konseyi’nin de yıllardır kabul ettiği üzere Filistin halkının tek meşru temsilcisidir.  Hamas’ın FKÖ çatısı altına girmesi, hem kendisine bir meşruiyet kalkanı sağlayacak hem de Gazze-Batı Şeria ayrılığını ortadan kaldırarak Filistin Devleti’nin kabulünü kolaylaştıracaktır.

                                                        /././

ABD’de faşizm tehlikesi artıyor(Ergin Yıldızoğlu-Cumhuriyet)

Dünyanın ekonomik ve askeri olarak en güçlü ülkesi ABD’de başkanlık seçimlerine yaklaşık bir yıl kaldı. Halen yönetimde Demokrat Parti olmasına karşın faşizm tehlikesi giderek artıyor. 

Bu tehlikenin kökeninde, her şeyden önce iki etken var. Birincisi Demokrat Parti’den Devlet Başkanı Biden’ın popülaritesi çok düştü; yeniden aday olma niyeti, ileri yaşından, sağlık durumunun kırılganlığından dolayı seçmende bir isteksizlik yaratıyor. Demokrat Parti’nin ufukta bir başka başkan adayı olasılığı da yok. Dahası eğer ünlü siyah filozof, sol eğilimli Prof. Dr. Cornel West (Harvard/Yale) bağımsız aday olma düşüncesinden vazgeçmezse, Biden’dan hoşnut olmayan sol oyların bir kısmını çekerek marjinal düzeyde bile olsa Biden’ın kazanma şansını olumsuz yönde etkileyebilir. İkincisi ve esas korkutucu olan Trump’ın adaylık olasılığının ve kazanma şansının, hakkında “isyana teşvik”, “mali yolsuzluk” konularında halen sürmekte olan davalara karşın, artmaya devam ediyor olmasıdır. 

Trump’ın 2024’te yeniden Beyaz Saray’a girme olasılığı çok korkutucu. Çünkü ABC News Washington temsilcisi Jonathan Karl’ın bu hafta piyasaya çıkacak kitabında (Tired of Winning) vurguladığı gibi (MSNBC, 14/11) bu kez karşımızda, 2016’dakinden farklı bir Trump var.

DAHA TEHLİKELİ BİR TRUMP

Bu, daha farklı ve tehlikeli bir Trump! Birincisi, 2016’da Beyaz Saray’a çıkarken etrafında, saçmalıkları, aşırılıkları dizginleme olasılığına sahip deneyimli siyasetçiler, bürokratlar, askerler vardı. Bu kez Trump’ın etrafında, en az onun kadar kararlı, aşırı sağcı fanatik ama aynı zamanda deneyimli kadrolar var. İkincisi, “6 Ocak kalkışmasına” ilişkin davada ortaya çıkan ifadelerinde sergilediği gibi, Trump seçimleri kaybettiğini bilmesine karşın hiçe saymış, ne pahasına olursa olsun iktidarda kalmaya çalışmış. Trump 2024 seçimlerine bu deneyimle ve kaybetme olasılığına karşı hazırlanarak gidiyor. “Tiranlık Üzerine” başlıklı çalışması çok ilgi çeken Prof. Dr. Snyder, “Trump seçimleri kazanmanın ötesinde, iktidara gelmenin (bir ‘egemen’ olmanın-EY) hesabını yapıyor” diyor. Üçüncüsü, bu hazırlık, ilk başkanlık döneminde kaprislerini sınırlayan güvenlik ve yargı bürokrasisini değiştirerek devleti tamamen ele geçirme planını da içeriyor. Bu kez Trump’ın ideolojik siyasi hazırlığını Heritage Foundation adlı aşırı sağcı düşünce kuruluşunun şekillendirdiği, Trump’ın iktidara gelmesi durumunda devleti ele geçirmesine yardımcı olacak 4 bin kişilik ideolojik, siyasi anlamda partizan kadroyu daha şimdiden, Cumhuriyetçi Parti’nin en sağ kesimleri içinden, sınavlar, mülakatlar yoluyla toplamaya başladığı aktarılıyor. Bir anlamda Trump, daha şimdiden parti içinde parti, devlet içinde devlet, adeta bir Gestapo oluşturmaya başlamış. Dördüncüsü, Trump salt iktidara gelmek istemiyor aynı zamanda, Snyder’e göre bir “olağanüstü hal” ile yönetmeyi, hatta intikam almayı planlıyor.

NAZİ’LERİN SÖYLEMİNİ CANLANDIRDI

Seçim kampanyasını başlattığından bu yana Trump’ın dili giderek daha da radikalleşti. Geçen hafta Gaziler Günü’nde (Veterans Day) yaptığı konuşmada Trump, “Ülkemizin içinde haşarat (‘vermin’) gibi yaşayan, seçimlerde yalan söyleyen, çalan ve hile yapan komünistleri, Marksistleri, faşistleri ve radikal sol çeteleri kökünden kazıyacağımıza söz veriyoruz. (...) Bunlar Amerika’yı ve Amerikan rüyasını yıkmak için ister yasal ister yasadışı olsun, ellerinden gelen her şeyi yapacaklar” ifadeleriyle Nazi Almanya’sında başta Yahudiler olmak üzere siyahlar, Roma, Komünistler, LGBTQ gibi “istenmeyenler” ve “yok edilecekler” (ausgelöscht werden) için kullanılan “haşerat” (vermin/ungeziefer) sözcüğünü kullanıyordu. Trump, konuşmasında bunları yıkıcı unsur olarak niteledikten sonra, bu “iç düşmanların dış düşmanlardan daha tehlikeli olduğunu” savundu. 

Prof. Dr. Snyder, “Tehlike bu kadar büyük, düşman bu kadar aşağılıksa, Trump’ın seçilir seçilmez harekete geçmesi, hesap sorması, bir anlamda ‘olağanüstü hal’ ilan etmesi gerekecek” diyor. Trump milyonlarca göçmeni sınır dışı edeceğini, milyonlarcasını kamplara kapatacağını söylüyor. Kamplar, “istisnai mekânlardır”. Buraya göçmenlerin kapatılmasıyla başlayan süreç, bir adım sonra, muhalefeti de kapatmaya başlayarak devam edebilir.

(Cumhuriyet)

Türkiye’de sağ siyaset ve Cumhuriyet: ‘Cumhuriyet’in uzun intiharı’ üzerine bir söyleşi - Fatih Yaşlı / Gelenek

 Türkiye’nin düzeni Cumhuriyet’in ilerici damarı ile sosyalist damarın birlikte büyüme potansiyelini gördüğü andan itibaren buraya müdahale etti.

Erken Cumhuriyet dönemi diyebileceğimiz Tek Parti döneminde Türkiye’de farklı varyantlarıyla sağın Cumhuriyetle ilişkisini nasıl tanımlayabiliriz? Bu dönemde Cumhuriyeti içeriden ama sağdan tanımlamaya yönelik girişimler oldu mu yoksa devrim sürecinin şiddetinin ve Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kapatılıp siyasal alanın daraltılmasının da etkisiyle sağ kendi güvenli alanlarına mı çekilmeyi tercih etti?

Bu sorunuzu yanıtlamak için Tek Parti döneminden biraz daha geriye, Milli Mücadele yıllarına gitmek gerekiyor. Milli Mücadele’nin bir yandan emperyalizmin vekil gücü olarak Anadolu’yu işgal eden Yunanistan’a karşı verildiğini biliyoruz; ancak öte yandan mücadeleyi yürüten aktörler arasında muazzam bir güç savaşı ve iktidar mücadelesi olduğunu da biliyoruz. Mustafa Kemal, Samsun’a çıkıştan yerel ve ulusal kongrelere ve oradan da Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılışına uzanan süreçte bir yandan direnişçi kadrolara kendi liderliğini kabul ettirirken diğer yandan da Anadolu’da Saray’a ve İstanbul hükümetine karşı alternatif bir egemenlik aygıtı inşa etmeye ve egemenliğin kaynağını da “millet” adlı dünyevi bir kolektif kimliğe dayandırmaya çalışıyor. Dolayısıyla Milli Mücadele bir “ikili iktidar” durumuna tekabül ediyor ve bu durum ancak saltanatın kaldırılmasının ardından değişiyor; mücadele Ankara’nın zaferiyle sonuçlanıyor ve yeni egemenlik aygıtı kendi tekliğini ilan ediyor. 

Mücadelenin diğer bir boyutunda “Kemalistler”le İttihatçılar arasındaki kavgayı, yani esas olarak Mustafa Kemal’le Enver Paşa’nın direnişin liderliği üzerine verdikleri kavgayı görüyoruz. Mustafa Kemal henüz Samsun’a çıkmadan önce çeşitli yerelliklerde görülen direniş hareketlerinin ve kurulan Müdafaa-i Hukuk cemiyetlerinin gerisinde İttihatçı kadrolar var. Doğu’daki Kazım Karabekir komutasındaki ordunun mensuplarının çoğu da İttihatçı. Dolayısıyla 1. Dünya Savaşı sonrası yurtdışına kaçan İttihat-Terakki önderliği, özellikle Enver, kendisini Milli Mücadele’nin de doğal önderi olarak görüyor ama Mustafa Kemal, Enver’in ve diğer İttihatçı liderlerin Türkiye’ye gelmesini engellemeyi başarıyor, İttihatçı kadroları da savaşta kazanılan başarılara paralel bir şekilde kendi liderliğine ikna ediyor.

Diğer bir boyutta komünistlerin bulunduğunu biliyoruz. Milli Mücadele Ekim Devrimi’nin sarstığı bir dünyanın içerisinde şekilleniyor. Sovyetler ve Ankara hükümeti ortak düşman İngiltere’ye karşı birlikte hareket ediyorlar. Türkiye Komünist Partisi de Milli Mücadele’nin içerisinde ve Sovyet topraklarında şekilleniyor, Mustafa Suphi ve arkadaşları Anadolu’ya gelip Milli Mücadele’ye dâhil olmak istiyorlar. Anadolu’daki Bolşevizm sempatisi, “kalpaklılar”ın sayısının artışı ve komünizan hareketler onları cesaretlendiriyor. Ancak gelişlerinde bir tedbirsizlik, bir “naif”lik olduğunu söyleyebiliriz; katlediliyorlar ve komünist seçenek hızla devre dışı bırakılıyor. Emri Ankara hükümeti mi vermiştir İttihatçılar kendiliğinden mi inisiyatif almıştır bilemiyoruz ama varlıklarının ve Anadolu’ya gelişlerinin her iki tarafta da büyük rahatsızlık yarattığını ve bu yüzden katledildiklerini anlayabiliyoruz.

Başka bir boyut ise TBMM içerisindeki Birinci Grup ile İkinci Grup arasındaki mücadeledir; Mustafa Kemal’in liderliğine muhalif İkinci Grup’un daha muhafazakâr-mukaddesatçı bir karakter taşıdığını, saltanata ve hilafete bağlılığının da büyük ölçüde devam ettiğini söyleyebiliriz. Mustafa Kemal Milli Mücadele’nin sonlarına kadar “saltanatı ve hilafeti kurtarmak” söylemini kullanmaya devam etmişse de bu grup ondaki “radikal aydınlanmacılığı” erken bir dönemde sezmiş ve ona karşı cephe almıştır. Dahası Sovyetler’le kurulan yakın ilişkiler İkinci Grup çevresinde Türkiye’nin sosyalist bir devlet olabileceğine dair birtakım ciddi endişeler yaratmıştır. Dolayısıyla İslamcılığın ve muhafazakârlığın henüz Cumhuriyet ilan edilmemişken şekillenen Cumhuriyet karşıtlığının kökenlerini burada arayabiliriz.

Tüm bunlardan sonra Tek Parti dönemine gelecek olursak, bu dönemi 2. Dünya Savaşı öncesi ve sonrası diye ikiye ayırdığımızda şunu görüyoruz: Gerek Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası gerekse Serbest Cumhuriyet Fırkası deneyimleri 1923 paradigmasına karşı liberal-muhafazakar bir duruşu temsil ediyorlar; Cumhuriyet’in jakoben karakterine ve özellikle laiklik anlayışına karşı daha ılımlı bir rejim biçimini arzuluyorlar; ancak çok uzun ömürlü olmuyorlar. Bu esnada bir de tarikat ve cemaatlere bakmamız gerekiyor elbette. İnkılaplarla birlikte tarikat ve cemaatler yeraltına çekiliyorlar ve burada varlıklarını devam ettiriyorlar, ancak Cumhuriyet’e karşı politik bir isyanı örgütlemeye girişmiyorlar. Şeyh Sait isyanında kuşkusuz dinsel motifler ve Nakşiliğin büyük etkisi var elbette ama bu isyanın “ulusal” bir karakteri bulunuyor; isyana rengini Kürt-İslam sentezinin verdiğini söyleyebiliyoruz dolayısıyla. Bir de Menemen’deki isyan var ama onun da büyük çaplı bir kalkışma olduğunu söyleyemeyiz. Bu dönemde tarikat ve cemaatler için önemli olan sahip oldukları ağları muhafaza etmek ve gizlice ritüellerini devam ettirmektir. Bu ritüeller yapılırken, yani zikir törenleri için bir araya gelindiğinde Mustafa Kemal’e ve İsmet İnönü’ye “buğz edildiğini”, yani lanet okunduğunu, Çankaya Köşkü’nde kurulan sofralarla, düzenlenen balolarla, kadın-erkek ilişkileriyle ilgili bire bin katılmış hikâyelerin anlatıldığını ve bunların Cumhuriyet düşmanlığının halk kitlelerinde yayılması için kullanıldığını biliyoruz. Bunun dışında herhangi bir politik aktiviteden söz etmek ise pek mümkün değil.

İkinci Dünya Savaşı dönemine gelecek olursak; Türk sağının İslamcılık, muhafazakârlık ve milliyetçilik diye ayırabileceğimiz unsurlarının bu dönemde başlarını kaldırmaya ve seslerini çıkarmaya başladıklarını görürüz. Bunun esas nedeni ise Tek Parti iktidarının savaşta resmi olarak tarafsız kalmakla birlikte Nazi Almanya’sına duyduğu sempati ve Sovyetler’e yönelik düşmanlığıdır. Bu nedenle de özellikle ırkçı-Turancı çevrelerin önünün açıldığını, onlara yayın faaliyeti ve örgütlenme izni verildiğini görüyoruz. Bu çevreler ise zaman zaman İnönü hükümetini pasif davranmakla, Nazilerle birlikte savaşa girmemekle ve Sovyetler’e Anadolu’dan bir cephe açmamakla suçluyorlar. Nazilerle birlikte girilecek savaş neticesinde Orta Asya’daki Türki kavimlerin de ayaklanacağı ve buradan bir Turan devleti kurulacağı yönünde hayaller görüyorlar. Ancak İnönü 1944’e gelindiğinde Nazilerin savaşı kaybedeceğini anlıyor ve adeta savaş boyunca Sovyetler’e karşı izlenen hasmane tutumun bir bedeli olarak benim “Türkçü faşist akım” olarak adlandırdığım ırkçı-Turancı çevrelere yönelik bir polisiye operasyonun talimatını veriyor; 19 Mayıs 1944’de yaptığı konuşmada da bu çevrelerin “komşularımızla aramızı bozmaya çalıştığını” ve buna izin vermeyeceklerini söylüyor. Bu çevrelerin de hem Mustafa Kemal’le hem de Cumhuriyet’le arasının iyi olmadığını biliyoruz. İdeolojik önderleri olduğunu rahatlıkla söyleyebileceğimiz Atsız, rejimin hışmına uğramamak için belki politik yazılarında doğrudan bir eleştiride bulunmuyor ama hem “Ruh Adam” adlı romanında hem de kimi hikâyelerinde Mustafa Kemal ve Cumhuriyet’e bakışını ortaya koyuyor. 

Yine Erken Cumhuriyet döneminde başta TKP’li aydınlar olmak üzere sol entelijansiyanın ideolojik ağırlığının sağın Tek Parti rejimiyle ilişkisi üzerinde ne tür bir etkisi oldu? Bu etkinin 1950’li yıllara bıraktığı mirası, örneğin Necip Fazıl üzerinden açmanızı istesek? 

1944’den devam edelim. O yıl Nihal Atsız Başbakan Şükrü Saraçoğlu’na iki açık mektup yazarak Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in başta Sabahattin Ali olmak üzere komünistleri himaye ettiğini, onlara bakanlıkta iş verdiğini, burs bağladığını, hatta onları yurtdışına okumaya gönderdiğini, komünistlerin de bakanlıkta hızla kadrolaştığını öne sürer. 2. Dünya Savaşı yılları bir yandan sağın kendisine alan açtığı ama bir yandan da 1923’ün barutunun tamamen tükenmediği bir döneme tekabül eder. Bu nedenle de birer aydınlanma hamlesi olan Köy Enstitüleri’nde ve Hasan Ali Yücel’in başlattığı çeviri seferberliğinde solcular hayli etkilidirler, çünkü sahip oldukları entelektüel donanım başka çevrelerde yoktur. Üstelik Türkçü faşistlerin Nazi yanlısı yayınlarına ve ana akım yayınlardaki Nazi propagandasına karşı başta Zekeriya-Sabiha Sertel çifti olmak üzere sol entelijansiya ciddi bir anti-faşist mücadele vermektedir ve devlet buna kısmen de olsa göz yummaktadır. Savaş bittikten sonra ise işler hızlı bir şekilde değişir. Irkçı-Turancılar serbest bırakılırlar, Yücel-Öner davası diye bildiğimiz davada iktidar çevreleri Hasan Ali Yücel’i Türk sağının karşısında sahipsiz bırakırlar ve gericiliğin yanında konumlanırlar, Köy Enstitüleri’nin kapatılma süreci bu noktada başlar ve zaten bu sürecin hemen öncesinde Tan Matbaası ve DTCF baskınlarıyla birlikte Soğuk Savaş antikomünizmine hızlı bir geçiş yapılmıştır. Tek Parti döneminde sol entelijansiyaya mecburiyetten ve kısmen açılan alan artık geri dönüşsüz bir şekilde kapatılacak ve devletle Türk sağı antikomünist bir mutabakat çerçevesinde buluşacaklardır. Bunu da “Cumhuriyet’in uzun intiharı”nın miladı olarak görebiliriz.

Devletle Türk sağının mutabakatının sonuçlarından biri Türk sağının giderek daha fazla görünür hale gelmesi, Türkçü ve İslamcı yapılanmaların seslerini yükseltmeye başlamaları olmuştur. Menderes döneminin pervasız antikomünizmi ve Amerikancılığı ise bu durumu daha da belirgin hale getirmiştir. Burada özellikle iki isimden bahsedebiliriz. Bunlardan ilki bir tarikat lideri olan ve kendi ekolü Nurculuğu kuran Said Nursi, diğeri de Nakşi şeyhi Arvasi’ye intisap ederek zamanla İslamcılığın en önemli ismi haline gelen Necip Fazıl. Said Nursi, Cumhuriyet dönemindeki İslamcı örgütlenmelerin en büyüklerinden birini inşa etmeyi başarmış, bu inşa diğer tarikat ve cemaatleri de cesaretlenmiş, Nurcular önce Menderes ve Demokrat Parti döneminde, sonra da Demirel’in Adalet Partisi’nde siyasetle daha derin ilişkiler kurmuştur. Said Nursi ve Nurculukta da tıpkı diğer tarikat ve cemaatlerde olduğu gibi Mustafa Kemal ve Cumhuriyet doğrudan karşıya alınmaz ancak her ikisine de buğz edilmesi ve lanet okunması, ibadet ritüellerinin bir parçasıdır; bu düşmanlık Nursi’nin yazıp çizdiklerinde daha üstü kapalı, kişisel sohbetlerindeyse açıkça görülebilir. Nurculuğun içerisinden gelen Gülen Cemaati’nin 70’li yıllardan itibaren, elbette devletin bilgisi ve onayı dâhilinde, bir “sızıntı” stratejisi izlediğini ve devlette kadrolaştığını, AKP döneminde gayri resmi olarak devlet yönetimine ortak olduğunu ama devletin paylaşımına dair çıkan kavga sonrasında tasfiye edildiğini ise geçerken not etmiş olalım.

Necip Fazıl’a gelince… Az önce söylediğim üzere Necip Fazıl Türkiye İslamcılığının en önemli ismidir; çünkü o sadece bir teorisyen ya da ideolog olarak hareket etmenin ötesinde hem doğrudan siyasetin içerisinde yer almış, sağ partilerin etkinliklerinde kitlelere seslenmiş hem de çıkardığı Büyük Doğu dergisinin yanı sıra şiirleriyle, tiyatro oyunlarıyla, gazete makaleleriyle birkaç kuşağı etkilemeyi başarmış, özellikle 1965-80 arası Türkiye’de hem dindar hem de milliyetçi gençliğin üzerinde büyük bir düşünsel etkide bulunmuştur. Necip Fazıl bu dönemde önce Erbakan’ın Milli Görüş hareketiyle yakın ilişkiler kurmuş; ancak dönemin antikomünist teyakkuz hali içerisinde Erbakan’ın sola karşı yeterince mücadele veremeyeceğini anlamış ve 70’lerin sonlarına doğru MHP’ye yanaşmıştır. O, MHP’li gençlerde komünizmle mücadele için gereken “cevher”i görmüş ve politik yatırımını oraya yapmıştır. MHP’nin seküler milliyetçilikten Türk-İslam sentezine doğru yürüyüşünün zirve noktası Kısakürek’in MHP’ye desteğini açıklaması olmuştur. Tüm bu siyasi pratiğe eşlik eden ise resmi tarihin karşısına Türk sağının resmi tarihini koyma projesidir. Kısakürek Osmanlı-Türkiye modernleşme projesini “gavurlaşma” olarak okur ve hem Mustafa Kemal’i hem de Cumhuriyet’i hedef tahtasına yerleştirir, Mustafa Kemal’in karşısına alternatif olarak “Ulu Hakan” Abdülhamid’i çıkartır, Ayasofya’nın yeniden ibadete açılması gibi meseleleri güncel siyasetin bir parçası haline getirerek Mustafa Kemal ve Cumhuriyet düşmanlığını popülerleştirir, semboller siyaseti üzerinden popüler bir İslami gündem yaratma amacıyla hareket eder ve bunda da başarılı olur. Bugün Türkiye’yi yöneten kadroların önemlice bir bölümü gençlik yıllarında onun rahle-i tedrisatından geçmişlerdir ve ona hala büyük bir hayranlık duymaktadırlar. Bizzat Erdoğan’ın kendisi Necip Fazılcıdır; hem Osmanlı-Türkiye tarihine hem de devlet yönetimine bakışını onun yazıp çizdikleri ve söyledikleri şekillendirmiştir. 

1965 yılının Türkiye’de karşı devrimin siyasal alana ağırlığını koyması açısından önemli bir uğrak olduğunu biliyoruz. 1965 sonrası Türkiye’de solun cumhuriyetçi bir hattı da kapsayan yükselişi, Türkiye’de sağın farklı varyantlarını örneğin mukaddesatçı/İslamcı ve Türkçü faşist gelenekleri Cumhuriyetle nasıl ilişkilenmeye zorladı?  

Dediğiniz gibi, 1965 hem solun Türkiye’de ilk kez ete kemiğe büründüğü hem de düzen güçlerinin buna karşı siyasal alanı ve devlet mimarisini yeniden düzenledikleri çok kritik bir uğrak. Bu uğrağın “sol” tarafında İnönü ve Ecevit’in CHP’yi “ortanın solu”na yerleştirmeleri ve bunu “aşırı sol”un yükselişini engellemek için yaptıklarını söylemekten hiç kaçınmamaları bulunuyor. Sağda ise o yıla baktığımızda öncelikle dönemin en güçlü öğrenci hareketi olan Milli Türk Talebe Birliği’nin (MTTB) İslamcılar tarafından ele geçirilmesini görüyoruz. 1969-70’e kadar sola karşı verilen mücadelenin sokak gücü, özellikle üniversitelerde, büyük ölçüde MTTB üzerine kuruluyor. Örneğin 1969 yılındaki ABD 6. Filosu’nun Türkiye’yi ziyaretine yönelik protesto gösterilerine karşı düzenlenen ve Kanlı Pazar olarak bilinen saldırının arkasında, merkezinde MTTB’nin olduğu bir İslamcı koalisyon var. İşin propaganda kısmını Mehmet Şevket Eygi gibi figürler üstleniyorlar; bunların özellikle Endonezya’daki komünist katliamını Türkiye’ye örnek olarak gösterdiklerini biliyoruz. Katliama dair ellerindeki basılı materyal ve propaganda resimleri ise yerli ve yabancı istihbarat birimleri tarafından beslendiklerini gösteriyor. Ancak 12 Mart’a doğru gidilirken bir nöbet değişikliği söz konusu oluyor; çünkü Milliyetçi Hareket Partisi ve Ülkücü Hareket paramiliter bir yapılanma olarak artık sahneye çıkıyor ve bir paramiliter güç olarak sokağa ağırlığını koymaya başlıyor.

27 Mayıs sonrası ortaya çıkan fikir ayrılıkları nedeniyle tasfiye edilen ve Hindistan’a bir nevi sürgüne gönderilen Türkeş, kendisiyle birlikte tasfiye edilen ve sürgüne yollanan subayların bir bölümüyle birlikte Türkiye’ye dönüp Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’ne giriyor ve kısa süre sonra da partiyi ele geçiriyor. 1965-69 arasında Türkeş’in hala seküler bir söyleminin olduğunu görebiliyoruz. Bunda hem endoktrinasyonunu ordudan almış olması hem de milliyetçilikle Nihal Atsız gibi bir figür üzerinden tanışmış olması var. 1944 ırkçılık-Turancılık davasında yargılananların Türklükle İslam arasında özsel bir ilişki kurmadıklarını ve seküler bir karakter taşıdıklarını biliyoruz. Ancak 1969’dan itibaren işler değişmeye başlıyor. Türk sağının önemli figürlerinden biri olan ve gerçek bir Cumhuriyet düşmanı diyebileceğimiz Osman Yüksel Serdengeçti’nin “Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslüman” formülasyonu benimseniyor ve Türk-İslam sentezci çizgiye geçişin ilk adımları atılıyor. Zaten aynı dönem ABD’nin Sovyetler’e karşı bir “yeşil kuşak” projesini hayata geçirmeye çalıştığını biliyoruz. 12 Mart darbesiyle solun etkisizleştirilmesi bir süreliğine MHP’yi ve Ülkücü Hareketi de atıl konuma düşürüyor ama 1974 affından sonra solun geri dönüşü MHP’nin ve hareketin de dönüşünü beraberinde getiriyor. ABD ve Gladio’nun sola yönelik siyasal şiddet stratejisinin koçbaşı olma görevini üstlenen MHP, özellikle 1977’den itibaren kitle katliamlarına ve ses getiren siyasi cinayetlere yöneliyor ve sağın tabanını taraf olmaya, yüzünü kendisine dönmeye zorluyor. Aynı yıllar ülkücü militan tabanın büyüdüğü ve bu büyümenin insan deposu olarak taşranın öne çıktığı yıllar. Taşradan gelen gençleri komünizme karşı ölmeye ve öldürmeye teşvik etmek daha fazla “maneviyat” gerektiriyor. İşte MHP aradığı maneviyatı önce Necip Fazıl’da buluyor, 12 Eylül darbesine yaklaşılan süreçte ise bugün artık çok popüler olan Adıyaman’daki Menzil tarikatıyla bağlar kuruluyor. 12 Eylül geldiğinde hareketin tabanında İslam Türklüğe daha baskın hale gelmeye başlıyor ve bu da zaten sonrasında Büyük Birlik Partisi’ne uzanan bölünme sürecinin nüvelerini oluşturuyor.

Burada bakmamız gereken diğer hareket Milli Görüş. 1965’ten itibaren siyaset sahnesinde daha faal bir şekilde gördüğümüz Erbakan, Türkiye kapitalizminin dönüşümü ve büyük burjuvazinin hâkim sermaye fraksiyonu haline gelmesine paralel bir şekilde özellikle taşradaki ticaret burjuvazisinin, eşrafın ve küçük sermaye sahiplerinin bu gidişattan duydukları hoşnutsuzluğu dini hassasiyetlerle sentezleyerek yola çıkıyor ve buna yoksul ve dindar halk kitlelerinin bir kısmının desteğini de ekleyebiliyor. Erbakan da tıpkı Necip Fazıl gibi Osmanlı-Türkiye modernleşme sürecini ve Cumhuriyet’i “gavurlaşma” olarak okuyor ve buna yine Necip Fazıl gibi “Yahudi faktörü”nü eklemeyi ihmal etmiyor. Hiçbir zaman doğrudan dile getirilemese de Milli Mücadele’nin kazanılması ve Lozan’ın kabulü uluslararası Yahudi şebekesinin Mustafa Kemal’e bir hediyesi olarak görülüyor. Zaten tabanda da Mustafa Kemal’in bir Yahudi olduğu ve görevinin Müslüman Türk milletini dinsizleştirmek olduğu yönündeki dedikodular kulaktan kulağa yayılıyor. 12 Eylül öncesinin iç savaş ortamında şiddetten uzak durması Milli Görüş’ün siyasette tutunmasını kolaylaştırsa da bu pasif tutum hızlı büyümesinin önündeki en büyük engeli teşkil ediyor. 12 Eylül darbesinin yaptığı alan temizliğinin ardından 90’lı yılların siyasal İslam’ın ve Milli Görüş’ün o dönemki partisi Refah Partisi’nin yükseliş yılları olduğunu biliyoruz, 28 Şubat restorasyonu ile birlikte hareket gelenekçiler ve “yenilikçiler” olmak üzere ikiye bölünüyor ve “yenilikçiler”in partisi AKP adı konulmamış ve resmileşmemiş bir şekilde üst ilkesi İslam olan bir rejimi tedrici olarak inşa etmeye başlıyor. Halen o sürecin içerisinden geçiyoruz.  

12 Eylül’ün “Cumhuriyet’in uzun intiharı”nda özel bir yeri olduğunu biliyoruz, cuntacılar kamuoyu önünde sürekli Atatürk’ten ve Atatürkçülükten bahsediyorlar ama arka planda İslamcılığın kontrollü bir şekilde büyümesini sağlayacak adımlar atılıyor. Neden? 

1970’lerin sonlarına gelinirken Türkiye’nin düzeni çoklu bir kriz konjonktüründen geçiyor. İthal ikameci birikim rejimi tıkanmış durumda, döviz açığına bir çare bulunamıyor. İşçi sınıfı ve solun gücü nedeniyle sömürü düzeyini, yani kâr oranlarını artırmak mümkün olmuyor, ücretler aşağıya hızlıca çekilemiyor, grevler nedeniyle kaybedilen iş günü artıyor. Düzen siyasetinin giderek yönetemez hale geldiği bir konjonktürden, bir hegemonya bunalımından geçiliyor ve parçalı, son derece kutuplaşmış bu tablo, düzeni ciddi anlamda bir beka tehdidi algısıyla karşı karşıya bırakıyor. Öte yandan emperyalizmin yaşadığı bir jeopolitik kriz var ve bu Türkiye’yi de ilgilendiriyor. Sovyetler Afganistan’a girmiş, İran’da anti-Amerikan bir İslam devrimi gerçekleşmiş ve Batı’da NATO’nun güney kanadının tehdit altında olduğu, Türkiye’nin düşmesi halinde hem Sovyetler’in stratejik bir üstünlük yakalayacağı hem de Ortadoğu petrollerinin sorunsuz bir şekilde Batıya akışının kesintiye uğrayabileceği düşünülüyor. Tüm bu iç ve dış koşullar ise Türkiye’nin düzenini bir darbeye, olağanüstü bir yönetim biçimine, en çok sola vuracak bir hamleye mecbur bırakıyor.

12 Eylül, sermaye düzeninin hem birikim krizine hem de emperyalist zincirden kopma ihtimaline karşı yapılan bir darbeydi. Kitlelerin rızası “dökülen kardeş kanının durdurulması” söylemiyle alındı ama öte yandan apolitik bir Atatürkçülük uzun vadede kitleleri yönetebilmek için yeterli değildi. “Gençliği sapkın ideolojilerden korumak için” kontrollü bir şekilde de olsa İslamcılığa ve milliyetçiliğe alan açılması gerekiyordu. Özal ve Anavatan Partisi piyasacılıkla muhafazakârlığı sentezleyerek yeni merkez sağı oluşturmuştu zaten. İdeolojik girdi ise Türk-İslam sentezinin devletin adı konulmamış resmi ideolojisine dönüştürülmesiyle yapıldı. Aydınlar Ocağı mensubu isimler başta eğitim olmak üzere devletin ideolojik aygıtlarının kritik noktalarına getirildiler, başta Fethullahçılık olmak üzere tarikat ve cemaatlere çizilen sınırlar genişletildi, bunların şirketleşmesine olanak tanındı ve taşrada ihracatçı ve İslamcı bir burjuvazinin gelişiminin önü açıldı. 

İhracata dayalı birikim rejimi düşük değerli TL’yi, düşük ücretleri, örgütsüz, sendikasız bir emek hareketini ve solun yokluğunu gerektiriyordu; bu noktada bir tevekkül ideolojisi olarak din devreye sokuldu, dinselleşme bu birikim rejiminin hegemonya projesinin başlıklarından biri haline getirildi. Buna bir yandan da sağcı köşe dönme ideolojisi, rüşvet, kayıt dışı ekonomi, hayali ihracat, toplumu kolektif suça ortak etme gibi çürütme mekanizmaları eklendi. Piyasacı ve özelleştirmeci ideoloji bir yandan insanları bireycileştiriyor, öte yandan cemaatlerin, tarikatların bir parçası haline getirerek sürüleştiriyordu. Tüm bunlar ise eksiğiyle, gediğiyle Cumhuriyet’in yeni bir yurttaş yaratma projesinin yavaş yavaş tedavülden kalkması, örgütsüz, hakkının hukukunun peşinde koşmayan, ses çıkarmayan bir toplum yaratılması anlamına geliyordu. Kitleler özellikle 90’lardaki aydın kırımının da eşlik ettiği bir şekilde sürüleştirdiler; Türkiye’de solkırım ve aydın kırımı, yani siyasi şiddet, bu ikisi bir arada toplumun sağcılaştırılması ve sürüleştirilmesi operasyonunun temelini oluşturdular ve bugünlere oralardan gelindi. Dolayısıyla AKP iktidarının bir tarih öncesi var ve biz o tarih öncesine baktığımızda Türkiye yönetici sınıfının ve Türk sağının el ele ve aynı anda hem Cumhuriyet’e hem komünizme saldırmasını görüyoruz. Türkiye’nin düzeni Cumhuriyet’in ilerici damarı ile sosyalist damarın birlikte büyüme potansiyelini gördüğü andan itibaren buraya müdahale etti ve bu müdahalenin sonucu sol düşmanlığı adına açılan kapılardan girenlerin önce hükümet, sonra devlet olup rejimi değiştirmeyi ve Cumhuriyet’i yıkmayı başarmaları oldu. Uzun intihar süreci böylece nihayetlendi.  

Rejimin değiştiğini söylüyor ve “Cumhuriyet yıkıldı” diyorsunuz ama biz Erdoğan’ın ve AKP’nin özellikle son yıllarda bir tür Atatürkçü söylem üretmeye başardığını ve Cumhuriyet’i sahiplenen bir dil kullandıklarını, ulusal gün ve bayramlarda da bu dilin kullanıldığını görüyoruz. Bunu nasıl açıklayabiliriz? 

AKP de dâhil Türkiye’de siyasal İslam Mustafa Kemal Atatürk’ü ve Cumhuriyet’i doğrudan karşısına alarak bir yere varamayacağını deneyimleyerek gördü; doğrudan Atatürk’le ve Cumhuriyet’le uğraşmak da bir grup meczup tarikat şeyhine kaldı. Rejim inşa eden ve devletleşmiş bir parti olarak AKP ise bir yandan Cumhuriyet’in tabutuna son çiviyi çakarken bir yandan da inşa ettiği rejime uygun yeni bir tarih yazımına girişti ve hem Atatürk’ü hem Cumhuriyet’i o tarih yazımının içerisine yerleştirdi. Bunu özellikle Erdoğan’ın ulusal gün ve bayramlarda yaptığı açıklamalarda görebiliriz. Erdoğan Selçuklu’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne uzanan kesintisiz bir hat çizer ve “Selçuklu da bizim Osmanlı da bizim Türkiye de bizim” der. Bu ise hem Mustafa Kemal’in hilafet ve saltanat karşısındaki devrimci karakterinin üzerini örtüp onu bir Osmanlı paşası gibi göstermeye hem de Cumhuriyet’in Osmanlı’dan bir kopuş olduğu gerçeğinin üzerini örtüp arada bir süreklilik ilişkisi varmış gibi yapmaya hizmet eder. Bu anlatı bir yerinden Mustafa Kemal’i aslında Vahdettin’in Samsun’a gönderdiği anlatısına açılır, öte yandan Cumhuriyet devrimlerini ve o devrimlerin seküler, laik ve aydınlanmacı karakterini önemsizleştirir, silikleştirir.

Aynı anlatı Milli Mücadele dönemini ön plana çıkartırken, az önce söylediğim üzere inkılaplar, devrimler dönemini yok sayar. Çünkü Milli Mücadele’nin söylemi gerçekten de “gavura karşı savaş” üzerine kurulmuştur ve henüz ulus bilincinin gelişmediği bir ülkede din, işgale karşı direnişin asli motive edici unsurudur. Mustafa Kemal de millet tanımını yaparken “anasır-ı İslam”a, yani İslam unsurlarının birliğine vurgu yapmış, kolektif bir kimlik olarak milleti Anadolu’da yaşayan bütün Müslümanların oluşturduğunu söylemiş ve savaş boyunca gayrimüslimler millet tanımının dışında bırakılmıştır. İnkılaplar dönemine geçildiğinde milletin tanımı değişecek, dinin yerini Türklük almaya başlayacak, kolektif kimlik daha da sekülerleşecektir, gayrimüslimler ise “vatandaşlık itibariyle Türk” sayılacaklardır. Bu değişim, yani kolektif kimliğin kurucu unsurunun din olmaktan çıkıp Türklük olması ise Türkiye İslamcılığının Mustafa Kemal ve Cumhuriyet’e yönelik öfke ve husumetinin başlangıç noktasıdır. Buna göre inkılaplarla birlikte Türkler Müslüman kimliklerinden uzaklaştırılmış, ümmet anlayışının yerini millet ya da aynı anlama gelmek üzere ulus almış, Türk milleti mensup olduğu İslam medeniyetinden koparılıp Batı medeniyetine iltihak ettirilmiştir. İşte günümüz İslamcılığının yeni bir tarih yazımına girişerek Milli Mücadele’yi öne çıkartırken inkılaplar dönemi yokmuş gibi yapmasının ve anlatısını bunun üzerine kurmasının esas nedeni budur; yani Mustafa Kemal’in ve Cumhuriyet’in devrimci ve kopuşçu niteliğini zihinlerden, hafızalardan silmeye yönelik arayıştır. 

Tüm bunlara bir de Erdoğan’ın kendisini “ikinci kurucu” olarak görmesini eklemek gerekiyor elbette. Bir devrimci olarak değil ama Milli Mücadele’nin, yani “Müslüman Türk milletinin gavura karşı direnişi”nin lideri olarak tasvir edilen Mustafa Kemal imgesi, Erdoğan’ın kendini siyaseten konumlandırdığı yer açısından ona bir avantaj sağlıyor. Erdoğan kendisini yedi düvele karşı yeniden milli mücadele veren bir lider olarak sunuyor, Türkiye’ye kurulan tuzakları bozuyor, Türkiye’yi müdafaa ediyor vs. Ama sadece bu değil; Erdoğan, Atatürk sonrası kopan devlet-millet bağlarını yeniden kurma, milletine yabancılaşan orduyu yeniden milletin ordusu haline getirme, o ordunun başkomutanı olma gibi iddiaların hepsini, tarihsel hakikatinden arındırılmış bir Mustafa Kemal ve içeriği boşaltılmış bir Cumhuriyet anlatısı üzerine yerleştiriyor.    

Son zamanlarda yeni bir tür milliyetçiliğin yükselişte olduğunu ve bunu sizin de aralarında bulunduğunuz çoğu ismin “seküler milliyetçilik” olarak adlandırdığınızı biliyoruz; ancak milliyetçiliğin seküler versiyonları Türkiye siyaseti için yeni bir olgu değil. Bu milliyetçiliği onlardan ayıran şey nedir tam olarak, örneğin Atatürk ve Cumhuriyet meselesine nasıl bakıyorlar?   

Evet, söylemiş olduğunuz üzere milliyetçiliğin seküler versiyonları geçmişten bugüne olageldi Türkiye’de. Örneğin Atatürk milliyetçiliği ya da 40’lı yılların ırkçı-Turancı milliyetçiliği seküler karakterliydi. 1965-69 arası ülkücü milliyetçiliğin de seküler bir karakter taşıdığını, 90’lı yıllarda ve özellikle 28 Şubat sürecinde de yine görece seküler bir karaktere büründüğünü ve AKP ile işbirliği yapana kadar bunu devam ettirdiğini söyleyebiliriz. Bu işbirliği ise başka birtakım faktörlerle birlikte sözünü ettiğiniz yeni milliyetçiliğin ortaya çıkışını sağladı. Nedir o faktörler peki? Her şeyden önce AKP iktidarı ve onun İslamizasyon politikalarıdır. Yeni seküler milliyetçilik bu politikalara tepki olarak doğdu ve MHP’de temsil edilemeyince kendine yeni mecralar yaratmaya soyundu. İYİ Parti ve Zafer Partisi, bunun bir sonucu olarak çıktı. Ancak bu yeni milliyetçiliği popülerleştiren ve özellikle gençler arasında cazibeli kılan, üstelik ona partiler üstü bir karakter kazandıran şey AKP’ye yönelik tepkinin bir dolayım mekanizması üzerinden verilmesidir ve orada esas mesele sığınmacılar ve göçmenlerdir. Türkiye’nin içerisinden geçtiği çoklu kriz konjonktürü toplumda büyük bir öfke ve çaresizlik yaratıyor; ana akım muhalefet bu öfke ve çaresizliği politize edemiyor, sol ve emek hareketi ise son derece zayıf ve işte tüm bunlar nedeniyle bu yeni seküler milliyetçilik göçmen ve sığınmacı düşmanlığı üzerinden kendini ifade ediyor, göçmenlerin ve sığınmacıların varlığını en büyük beka tehdidi olarak görüyor ve yaşanan krizin faturasını buraya kesiyor. Bu da onu Batı’daki popülist sağ ve neo-faşist akımların içerisine yerleştiriyor. İçinde bulunduğu krizi bir günah keçisinin sırtına yüklemek insan toplumları için her zaman çekici ve cazibeli olmuştur. Bugün Türkiye toplumu da sosyalist sol hariç, hatta onun da bir kısmının dâhil olacağı şekilde, göçmen ve sığınmacı düşmanlığında siyaset üstü bir pozisyonda ortaklaşabiliyor. Bu ortaklaşma ise eninde sonunda sözünü ettiğimiz bu yeni milliyetçiliği ve daha geniş bir düzlemde yeni bir faşizmi güçlendiriyor, popülerleştiriyor.

Bu yeni popülist-seküler milliyetçilik, elbette ki anlatısının merkezine Atatürk’ü koyuyor ve Cumhuriyet’i sahipleniyor ama bunu yaparken Atatürk’ü neredeyse ırkçı-Turancı bir milliyetçiliğin taşıyıcısıymış gibi gösteriyor, Mustafa Kemal imgesini militarist bir veçheye büründürmeye çalışıyor. Devrimci karakterini ise tıpkı siyasal İslamcıların yaptığı gibi silikleştiriyor. Öte yandan bu milliyetçilik kendi tarihsel kahramanlarını eklektik bir şekilde yaratıyor: Mustafa Kemal’le Enver Paşa ya da Nihal Atsız gibi isimler tarihsel bağlamından ver gerçekliklerinden koparılarak yan yana konuluyor ve aynı panteonun bir parçası haline getiriliyor. Cumhuriyet ise Osmanlı’dan kopuş ve devrimci bir atılım olarak görülmüyor, milliyetçi-devletçi perspektiften “son Türk devleti” olarak değerlendiriliyor ve bütün milliyetçiliklerde gördüğümüz devlet fetişizmi burada da karşımıza çıkıyor. Öte yandan seküler milliyetçiliğin içerisinde daha marjinal konumda olup piyasacı, batıcı, liberal, “hürriyetçi” bir yaklaşımın da bulunduğunu biliyoruz; ancak onlar da eninde sonunda ırkçılıkla ve devlet fetişizmiyle flört ediyorlar ve sığınmacı/göçmen düşmanlığından besleniyorlar. Burada son olarak söylenmesi gereken şey belki de şu: Seküler milliyetçilik de nihayetinde Ülkücü Hareket’in içerisinden çıkıyor ve köklerini orada buluyor; bu ise bize bugün göçmen/sığınmacı düşmanlığından beslenen bu akımın, olası bir sol yükselişte özüne dönüp antikomünist karakteriyle temayüz edeceğini ve sağın başka güçleriyle birlikte sokakta solun karşısına dikileceğini gösteriyor.

Fatih Yaşlı / Gelenek

Depremin kültür endüstrisi: Film platosu olarak kullanılan enkazlar, para ödüllü hikayeler + Para ödüllü deprem öyküleri yarışmasına tepki: 'Derhal iptal edin'

 Depremin kültür endüstrisi: Film platosu olarak kullanılan enkazlar, para ödüllü hikayeler - Yalçın Cuğ/soL-Özel

Kültür endüstrisinin çarkları hızla dönmeye devam ediyor. Deprem bölgesinde çekimine başlanan "Şahsi Meselemiz" isimli filmin ardından, şimdi de para ödüllü "Deprem Öyküleri Yarışması" düzenleniyor.

6 Şubat tarihinde merkez üssü Kahramanmaraş olan 7,7 ve 7,6 büyüklüğündeki depremlerden 11 il etkilenmiş ve 50 bini aşkın yurttaş hayatını kaybederken, 100 bini aşkın yurttaş yaralanmıştı. 

Ailelerini ve yakınlarını kaybeden depremzedelerin altyapı, ulaşım, konaklama, beslenme, eğitim gibi en temel sorunları depremin üzerinden aylar geçmiş olmasına rağmen devam ederken, kâr odaklı kültür endüstrisinin çarkları da hızla dönüyor.

Depremlerden en çok etkilenen il olan Hatay'da çekimlerine başlanan "Şahsi Meselemiz" isimli filmin ardından, şimdi de İnönü Üniversitesi "Deprem Öyküleri Yarışması" düzenleyeceğini duyurdu.

Enkazlar film platosu oldu, gala depremin yıldönümünde yapılacak

Deprem nedeniyle on binlerce binanın yıkıldığı ve 23 bini aşkın yurttaşın hayatını kaybettiği Hatay'da, geçtiğimiz haftalarda "Şahsi Meselemiz" isimli filmin çekimlerine başlandı.

Gürsel Ateş'in yönetmenliğini, Bülent Durgun'un yapımcılığını yaptığı filmde, 6 Şubat tarihli depremlerde yaşananlar konu edilecek. 

Enkaz kaldırma çalışmalarının sürdüğü ve enkazlardan hala cesetlerin çıkartıldığı şehirde, 3 Kasım tarihinde başlayan film çekimleri kamuoyunda büyük tepki topladı. Yurttaşların en temel ihtiyaçlarına dair sorunlar devam ederken; enkazlar film platosu olarak kullanılıyor, oyunculara depremzede makyajı yapılıyor ve gerçek depremzedelerin yanında çekimler gerçekleştiriliyor.

Çekimlerin yaklaşık 1 ay sürmesi beklenirken, film galasının depremin yıldönümünde yani 6 Şubat'ta yapılacak olması da büyük tepki topluyor. 

Yaşanan acılar üzerinden kazanç sağlama hırsına yönelik eleştirilerin odağında olan filmin, gerçekleri ne kadar yansıtacağı kafalarda soru işareti yaratıyor. Devletin deprem bölgesine günler sonra ulaşması, çadır, yemek, vb. ihtiyaçların gönderilmemesi, ücretsiz şekilde temin edilmesi gereken çadırların Kızılay tarafından satılması ve daha nice örneğin filmde yer alıp almayacağı merak ediliyor.

AKP'ye yakın vali ziyaret etti, tepkilerden sonra geri adım attı

Filme yönelik ilk desteğin Hatay Valisi Mustafa Masatlı'dan gelmesi de filmin gerçekliği ne kadar yansıtacağına dair soruları güçlendirdi. 

Amasya Valisi olduğu dönemde AKP Amasya İl Başkanı ve AKP yöneticileriyle şehirde esnaf ve köy ziyaretleri gerçekleştirmesi sonucu büyük tepki gören Masatlı, çekimlerin başladığı gün "platoya" ziyaret gerçekleştirdi.

Oyuncular ve film ekibiyle görüşen Masatlı, "Bu afetin sonuçlarını ortadan kaldırmak için o günden bu yana çaba sarf ediyoruz. Bazı şeylerin iyi yansıtılması ve bundan sonraki kuşaklara doğru aktarılması bakımından da elbette sanat camiasının, sanat sektörünün de bu işe dahil olması gerekiyordu" dedi.

Masatlı’nın film setini ziyareti sonrasında valiliğin internet sitesinden fotoğraf ve açıklama yayımlandı. Kamuoyundan gelen tepkiler üzerine söz konusu açıklama ve fotoğraflar siteden kaldırıldı.

Mezarlık önünde gülümseyerek poz verdiler

Yurttaşların acılarını paraya dönüştürmeyi hedefleyen film ekibine yönelik öfke büyürken, dün yaşanan bir gelişme Hatay'ın "şahsi" değil "maddi" mesele olduğunu gözler önüne serdi.

Televizyonda yayınlanan "Kısmetse Olur" isimli programla tanınan ve sonrasında kapağı oyunculağa atan Tolga Kandemir de filmde rol alan isimlerden. Enkazlarda verdiği pozları sıkça sosyal medya üzerinden paylaşan Kandemir, Hatay'daki bir mezarlık önünde çekildiği fotoğrafı sosyal medyada paylaştı.

Rol arkadaşları Suzan Aksoy ve Hilal Anay ile beraber mezarlıkta gülümseyerek verdikleri pozun tepkiyle karşılanması üzerine paylaşımını silen Kandemir, kendisinin de 1999 yılında meydana gelen Gölcük Depremi'ni yaşadığını öne sürerek özür diledi.

Bir de para ödüllü hikaye yarışması çıktı

Yurttaşların taze acılarını kâra dönüştürme girişimi maalesef "Şahsi Meselemiz"le sınırlı kalmadı. Şimdi de İnönü Üniversitesi,  "Deprem Öyküleri Yarışması" düzenleyeceğini duyurdu.

Başvurların 13 Kasım'da başladığı yarışmanın son başvuru tarihi 1 Ocak 2024 olarak belirlenirken, sonuçların resmi duyurusunun 15 Mart 2024 tarihinde yayımlanacağı belirtildi.

Para ödülü olan yarışmada; birinciye 3 bin TL, ikinciye 2 bin TL, üçüncüye bin TL değerinde çek verileceği duyuruldu. Aynı derecenin birden fazla kişi tarafından alınması durumda ise ödülün kişiler arasında eşit olarak paylaştırılacağı aktarıldı.

Yarışmaya katılan öykülerin "gerek görüldüğü takdirde" telif haklarının İnönü Üniversitesi'nde olması kaydıyla yazarın adıyla yayımlanacabileceği belirtilirken, yarışmaya katılan yazarların yayınlarının bastırılıp çoğaltılması halinde telif ücreti veya ücret yerine geçecek herhangi bir karşılık verilmeyeceği vurgulandı.

İnönü Üniversitesi tarafından deklare edilen yarışma kurallarında yer alan "Eserlerin milli ve manevi değerlere, genel ve evrensel ahlak ile insalık ilkelerine uygun olmalıdır" maddesi dikkat çekti.

Seçici kurul dikkat çekiyor

Yarışma afişinde seçici kurula da yer verildi. Alfabetik sıramalaya göre düzenlenmeyen seçici kurulu listesinin en başında yer alan Ahmet Kızılay ve Namık Açıkgöz isimleri dikkat çekiyor.

Ahmet Kızılay, 2020 tarihinde Resmi Gazete'de yayımlanan Cumhurbaşkanlığı atama kararıyla İnönü Üniversitesi'ne yeniden Rektör olarak atandı. 

AKP'ye yakınlığıyla bilinen Kızılay'ın, 14 Mayıs tarihinde gerçekleştirilen 28. Dönem Milletvekili Seçimi'nde AKP'den milletvekili aday adayı olması bekleniyordu. Kızılay'ın, kamu görevinden istifa için tanınan son süre öncesi Ankara'da yaptığı temaslardan "olumlu sinyaller" alamaması sonrasında siyasete girmekten vazgeçtiği gündeme gelmişti.

'Hafızası sığ kitle' demiş, sanatı önermişti

30 kişiden oluşan seçici kurulun ikinci sırasında ismine yer verilen Namık Açıkgöz de dikkat çeken isimlerden birisi. Muğla Üniversitesinde Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm başkanlığı, Sosyal Bilimler Enstitüsü müdürlüğü ve rektör yardımcılığı gibi görevleri yürütmüş olan Açıkgöz de kimi zaman AKP'ye kimi zaman Türk Ocakları'na olan yakınlığıyla biliniyor.

Bir yazısında halkı "hafızası sığ kitle" olarak tanımlayan Açıkgöz, AKP'yi de verdiği örneklerin eskiliği nedeniyle eleştirmişti. Açıkgöz'ün halkı manipüle etmeye yönelik önerisi ise roman, hikâye, tiyatro ve filmleri araç olarak kullanmak olmuştu.

Açıkgöz'ün söz konusu yazısından öne çıkanlar şöyle:

"Hafızası bu kadar sığ bir kitleden oy almaya çalışan AK Parti, olumsuz örneklere göndermeler yapacağı zaman taaa 1930’lardan başlıyor ve ezanın Türkçe okutulmasını hatırlatıyor. Bırakın 28 Şubat’ı, 27 Nisan 2007 e-muhtırasını bile hatırlamayan bir insan kitlesi ile karşı karşıyayız. 1930’lar, 1940’lardan kötü örnekler vermek bu hafızasız insanlarda, hiç bir şey uyandırmıyor. Ha duvara konuşmuşsunuz, ha bunlara!...

Günümüz insanı, kuru sloganik sözlerden ziyade, zihne çakılan ve zekice işlenmiş roman, hikâye, tiyatro ve film sahnelerinden etkileniyor. Cumhuriyet dönemi olumsuz örneklerini öyle işleyeceksin ki bütün sanat alanlarında, her yapılanda, insanlığın ortak trajedisini, eleştirdiğin dönem ve siyasî figürler üzerinden işleyeceksin"

                                                                    /././

Para ödüllü deprem öyküleri yarışmasına tepki: 'Derhal iptal edin' (soL)

TKP Malatya İl Örgütü "Deprem Öyküleri" yarışması düzenleyen İnönü Üniversitesi Rektörlüğü'ne yarışmayı iptal etme çağrısında bulundu: "Acılarımızın istismar edilmesine son verin".

İnönü Üniversitesi’nin "Deprem Öyküleri Yarışması" düzenleyeceğini duyurmasının ardından TKP Malatya İl Örgütü bir açıklama yaparak İnönü Üniversitesi Rektörlüğü ve yarışma jürisine “yarışmayı derhal iptal edin” çağrısında bulundu.

"Acılarımızın istismar edilmesine son verin" başlıklı açıklamada şöyle denildi:

"6 Şubat 2023 depremlerinin izleri, yıkım ve hafriyat çalışmaları, temiz içme suyuna erişim problemi yaşanan kentimizde, yaşadığımız zorluk ve acıların edebiyat üzerinden yarıştırılması kabul edilemez. İnönü Üniversitesi tarafından düzenlenen 'Deprem Öyküleri' yarışmasının kabul edilebilir bir tarafı bulunmamaktadır.

İnönü Üniversitesi Rektörlüğü'ne ve yarışma jürisinde yer alan biliminsanı ve aydın sorumluluğunu üzerinde taşıyan vicdanlı insanlara çağrımızdır: Depremde kaybettiğimiz insanlarımıza, depremin yarattığı tahribatla yaşam mücadelesi veren halkımıza karşı sorumluluk hissediyorsanız 'Deprem Öyküleri' adını verdiğiniz yarışmayı derhal iptal edin. Yaşadığımız zorlukların, kötü günlerin, istismar edilmesine son verin."