27 Kasım 2023 Pazartesi

CUMHURİYET KÖŞEBAŞI - 27 KASIM 2023 -

 Erdoğan mı Netanyahu mu?(Barış Terkoğlu)

Şair Luvenalis, “İntikam çapsız bir kafanın kıvancıdır” diyor. Hele intikam sandığın aslında senin adaletsizliğin ise...

Silahlar sustu. Rehine takası başladı. Hamas ve İsrail esir aldıklarını bırakıyor. Öldüresi öfkeye rağmen savaşın da bir hukuku var. Uymak istemeyenleri bile mecbur bırakıyor. Çocuklar, kadınlar, yaşlılar, hastalar kurşunların gölgesinden çıksınlar diye savaşın dışına çıkarılıyor. Ancak insanın intikam hissinin esir aldığı liderler, Netanyahu’dan da Hamas’tan da beteri var dedirtiyor.

İçerideki 80’i aşmış generalleri kastediyorum. Malum, bugünkü siyasi iktidarın 28 Şubat’la bitmeyen bir hesabı var. Bu hesap gözlerini öyle karartmış ki...

Bu köşede defalarca anlattım. Davanın 28 Şubat iddianamesini yazan savcı Mustafa Bilgili, FETÖ’den hüküm giyen Kozmik Oda savcısının ta kendisi. Davaya konu olan sahte belgelerin kaynağı, kumpas davaların ihbarcısı Ahmet Yılmaz. Bu belgeleri savcıya götüren isim, 28 Şubat sürecinde Fethullahçı olduğu gerekçesiyle ordudan atılan Tamer Tatar. Davada tutuklamaları yapan, kritik roller üstlenen hâkimler de FETÖ bağlantılı. 17-25 Aralık’tan sonra Erdoğan ile Gülen’in arası bozuldu ama 28 Şubat davasında “Beraber yürüdük” şarkısını söylemeye devam ettiler. 79 günde Yargıtay’dan karar çıkarmaları yetmedi. Kızdıkları Anayasa Mahkemesi’nde bile elbirliğiyle sanıklar aleyhinde karar verdirdiler.

HER ŞEY BİR YIL ÖNCE BAŞLADI

Derken...

Geçen yıl 20 Aralık’ta generallerden 85 yaşındaki Vural Avar hapiste hayatını kaybetti. Hasta ve yaşlı olduğu biliniyordu. İntikam için ölüme sürükleniyordu. Kamuoyunda olayın yarattığı infialin ardından 2 Ocak’ta Adalet Bakanlığı bir genelge yayımladı.

Genelgeyi açıyorum. Bakanın imzaladığı belgede cumhurbaşkanının yetkisi hatırlatılıyor:

“TC Anayasası’nın 104. maddesinin 16. fıkrasına göre sürekli hastalık, sakatlık ve kocama sebebiyle kişilerin cezalarını hafifletmek veya kaldırmak görev ve yetkisi cumhurbaşkanına aittir.”

Devamı var...

Bekir Bozdağ imzalı belge, “Cumhurbaşkanlığı makamına gecikmeksizin eksiksiz sunulabilmesi amacıyla”, hasta ve yaşlı mahpusların Adli Tıp’a sevk edilmesi uyarısında bulunuyor.

Yani Bakan Bozdağ demiş ki içerideki hastaları, kocamışları tespit etmek bizim görevimiz ama gereğini yapmak cumhurbaşkanının görevidir.

Bugün dava kapsamında hapiste 5 emekli general bulunuyor. Çetin Doğan 83, Fevzi Türkeri 82, Yıldırım Türker 82, Cevat Temel Özkaynak 78, Erol Özkasnak 77 yaşında.

İçeridekiler bakanın söylediği gibi birer birer Adli Tıp’a sevk edildi.

Adli Tıp 3. İhtisas Kurulu, generallere ayrıntılı bir sağlık taraması yaptı. Bir dizi gel gitin ardından 5 generalin de sürekli hastalık ve kocama halleri çıktı. Raporlar nisan-mayıs aylarında savcılıklara gönderildi. Doktorlara göre de 5 general hapiste kalamazdı.

Örnek olsun. Adli Tıp 3. İhtisas Kurulu, Çetin Doğan’ın hastalıklarını şöyle sıraladı: Diabetes mellitus, hipertansiyon, koroner arter hastalığı, opere romber dar kanal, sağ peroneal sinir hasarı, sağ düşük ayak, işitme kaybı. Doğan için oybirliği ile “kocama hali” raporu verildi. Doğan’ın dosyası 6 Nisan’da savcılığa gönderilmiş.

İNTİKAM İÇİN İMZALAMIYOR

Dosyalar infaz savcılıklarından Adalet Bakanlığı’na oradan ise Cumhurbaşkanlığı’na iletildi. Buradan sonrası aslında bir takdir değil, sadece görevdi. Hasta ve kocamışlığı kanıtlanmış bir mahkûm için cumhurbaşkanı “Bence öyle değil” diyemezdi. İmzayı atacak, generaller adreslerinde hayatlarının son evresini geçirecekti. Herkes de buna hazırdı. Generallerin tahliyesi sonrası kalacakları adresin tespiti bile karakollar tarafından yapılarak dosyaya eklendi.

Gelgelelim her ne olduysa burada süreç durdu. Mezarevlerde günahsız insanları işkenceyle öldüren Hizbullah davası sanığı 71 yaşındaki Mehmet Emin Alpsoy’un, Saadet Partili sandık görevlilerini katleden 75 yaşındaki Hacı Sülük’ün, Sivas’ta yazarları diri diri yakan 75 yaşındaki Hayrettin Gül’ün hapisliklerini hasta ve yaşlı diye hızla kaldıran cumhurbaşkanı, hapisteki generallerin dosyasını 6 aydır bekletiyor. Bir yıl önce Vural Avar’ın ölümünün ardından başlayan süreç bir türlü ilerlemiyor. Yaklaşık 50 yıl TSK üniformasını taşımış askerlerin çocukları ise her sabah “Babam öldü mü” endişesiyle uyanıyor.

Nedenini tahmin etmek güç değil. Zira savaşın bile bir hukuku varken, bu hukuk Hamas-Netanyahu tarafından bile bir buçuk ayda tanınırken, bizimkilerin intikam duygusu hiçbir kural bilmiyor. İçerideki generaller için de Katar’ın ya da Sisi’nin devreye girmesi mi lazım?

İntikam önce sahibini kör eden bir zehir gibi. Herkes biraz içse gerçekler görünmez olurdu.

                                                     /././

‘Eşit yurttaşlık’ (Zülal Kalkandelen)

CHP Genel Başkanı Özgür Özel, konuşmalarında ve sosyal medya paylaşımlarında “eşit yurttaşlık” kavramını çok sık kullanan politikacılardan biri. 2018’den beri CHP’nin kurultay bildirilerinde de yer alan bu kavram, 14 Mayıs’taki cumhurbaşkanı seçiminden önce de gündemdeydi. 

Hatta Özel, Halk TV’de İsmail Küçükkaya’nın programına konuk olduğunda, “Sizin içinde bulunduğunuz ittifak, HDP tabanının da gönül rahatlığıyla oy verebileceği bir cumhurbaşkanı adayı çıkarabilir mi” sorusuna, “Bence çıkarabiliriz. HDP tabanının talebi demokrasi olduktan sonra, HDP tabanının talebi eşit yurttaşlık olduktan sonra...” diyerek yanıt vermişti. 

Bu yanıtı tespitlere dayanıyordu. 2015’te Ankara’da gerçekleştirilen HDP İkinci Olağan Büyük Kongresi hakkındaki haber, Diken adlı portalda şu şekilde yer almıştı: 

“Eşbaşkanlık görevine bir kez daha Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ seçildi. Ahmet Taner Kışlalı Spor Salonu’nda yapılan kongrede en dikkat çekici detay ise büyük ekrana PKK lideri Abdullah Öcalan ve Türkiye bayrağıyla yansıtılan ‘Eşit Yurttaşlık Ortak Vatan’ sloganı oldu.”

Geçen yıl Mardin’de düzenlenen Arap buluşmasında konuşan HDP Eş Genel Başkanı Mithat Sancar ise bu kavramı şöyle tanımlamıştı: “Eşit yurttaşlık ilkesinin de bir sürü gereği, şartı vardır. Eşit yurttaşlık dediğimizde ülkede yaşayan bütün halkların ve kimliklerin eşit yaşamasını kastediyoruz.”

İlginç bir şekilde, 2015’te AKP Genel Başkan Yardımcısı olduğu sırada Süleyman Soylu da “Çözüm süreci eşit vatandaşlık sürecidir” demişti. 

AMAÇ NE?

Anayasaya göre herkes kanun önünde eşittir. 10. madde aynen aşağıdaki gibidir:

“Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. 

Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür. Bu maksatla alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamaz.

Çocuklar, yaşlılar, özürlüler, harp ve vazife şehitlerinin dul ve yetimleri ile malul ve gaziler için alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı sayılmaz.

Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz.

Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.”

Anayasa bu kadar açıkken, mezhepler ve ırklar arasında ayrım kesin olarak reddedilmişken şimdi “eşit yurttaşlıktan” söz ediliyor. Anayasada var olan yurttaşların eşitliği yaklaşımının uygulamada yerine getirilmesi için çabalanması ayrı, “eşit yurttaşlık” gibi farklı algılara yol açan bir kavramı kullanmak ayrı.

Anayasada belirtilen hakların öznesi olan yurttaşların kimler olduğu da anayasa metninde yer alır; bu hukuki bağ anayasada tanımlanır ve bu madde bizim anayasamızda 66. maddedir.

O ZAMAN AÇIKÇA SORALIM

“Eşit yurttaşlık” ile hedeflenen, bazılarının iddia ettiği gibi, anayasada vatandaşlığı “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür” şeklinde tanımlayan 66. madde midir?

Bu kavramı kullanarak amaçlanan, yerel seçim öncesinde anayasadaki vatandaşlık tanımından rahatsız görünüp bazı kesimlere sinyal vermek midir? 

Ali Babacan gibi AKP eskisi siyasal İslamcıların, aynı kavramı kullanarak bu maddeyi tartışmaya açtığı bir dönemde, Özgür Özel’in “eşit yurttaşlık” ile ne kastettiğini, anayasada vatandaşlıkla ilgili hangi ifadeyi eşitsizlik olarak gördüğünü açıklığa kavuşturması gerekir.

“Eşit yurttaşlık” kavramı ile vatandaşlığa mezhepçi ve etnikçi anlam yüklemeye çalışanların, halkı sömüren emperyalizm beslemesi feodaliteye, toprak ağalarına, şeyhlere, şıhlara ve sermaye sınıfına neden iki çift laf etmediğini de açıklaması gerekir.

                                                           /././

Uygarlık canavarlaşıyor(Ergin Yıldızoğlu)

Uygarlık, bir “kötü sonsuz” (Hegelschlechte Unendlichkeit) içinde, Trump’tan Modi’ye, Netanyahu-Gvir-Smotrich’e, Milei’ye, Wilders’e, Sunak’Braverman’a daha nicelerine, yeni canavarlar üretiyor. 

KÖTÜ SONSUZ

Hegel, “kötü sonsuzu”, büyümenin herhangi bir niteliksel değişim veya gelişim olmadan, yalnızca niceliksel, kendini tekrarlayan biçimler ürettiği bir durum olarak betimler; bu tür bir büyümenin canavarca olduğunu düşünür.  

Çağımızda kötü sonsuzun adı kapitalizm. Kapitalizm büyüyerek küreselleşti, neoliberalizm “her şeyi” metalaştırdı, sanat postmodernizm içinde geçmişi talan etmeye tutsak oldu, 1989 felaketi toplumda alternatif olasılığını öldürdü, böylece “gelecek” tasarımları iptal oldu. Bu sırada kapitalizm birbiri ardına krizler yaşıyor, biteviye kendi sınırlarına çarpıyordu; en son var oluş biçimi (birikim rejimi ve düzenleme sistemi) bir kriz içinde debeleniyor ama ne yeni bir emek süreci üzerinde yükselen yeni bir birikim rejimi şekilleniyor ne de yeni bir düzenleme sistemi. Onun yerine finansallaşma, spekülasyon, borçlanma, fiktif sermaye sürekli büyüyor. Yaklaşık 100 triyon dolarlık dünya hasılasının üzerinde, finansal piyasaların toplam hacminin şimdilerde 1 katrilyon dolara ulaştığı tahmin ediliyor. Bu canavarlaşma, gelir dağılımı, servet kutuplaşması alanında müstehcen oranlar sergiliyor. Kapitalizmin, yaşam enerjisini, “artık-değer” üretme kapasitesini kaybetmekte olduğunu gösteren “Teknolojik gelişmelere karşın üretkenlik neden artmıyor” sorusuna bir cevap bulunamıyor. Kapitalizm, ütopya ve gelecek tasarımlarını iptal ederken “faşizmi” taşıyan canavarları yeniden üretiyordu.  

Önceki yazımda vurgulamıştım: Kapitalist uygarlığın ürünü küresel ısınma, gezegende tüm canlıların geleceğini tehdit ederek artıyor. Bu sırada, en az kirleten ama en çok etkilenen emekçi halklar, yoksullar, alınması gereken önlemlerin yükünü, yaşam pratiklerini olumsuz etkileyeceğini düşünerek üstlenmek istemiyorlar. Böylece emekçiler ve yoksullar, en çok kirleten ama en az etkilenen süper zenginlerin, plütokrat kapitalizmin çıkarlarını koruyorlar; küresel ısınmayı yaratanların, önlem alma çabalarını sabote edenlerin yanında yer alıyorlar. 

“Süreç olarak faşizm” de “küresel ısınma” savının, sosyalistlerin bir komplosu olduğunu iddia ederek, küresel ısınmaya karşı alınması gereken önlemlere karşı çıkarak emekçilerin ve yoksul kesimlerin öfkesini kapitalist sınıfların çıkarlarını korumaya yönlendiriyor; feminizmi, LGBTQ+ bireyleri, sığınmacıları, farklı dini aidiyetleri “ötekileştirerek”, nefret nesnesi konumuna yükselterek demokratik kurumları, hakları ve özgürlükleri hedef alarak ilerliyor.

CANAVARLAR GALERİSİ

Başkan olursa otokratik, intikamcı bir rejim kurma niyetini açıklamaktan çekinmeyen Trump’ın seçimleri kazanma şansı, hakkında açılan yolsuzluk, isyana teşvik davalarına karşın artıyor. Hindistan’da Modi muhalefeti bastırıyor, soykırımcı bir söylemle Müslümanları hedef alıyor. İsrail’de Netanyahu-Gvir-Smotrich yönetimi Gazze’de bir soykırım projesini fiilen uyguluyor. Arjantin’de Milei, kriz içindeki bir ekonomiye, yoksulluktan kırılan bir halka, tüm sosyal destekleri kaldıracak, organ ticaretini dahi serbest bırakacak kadar vahşi bir kapitalizmi dayatmaya hazırlanıyor. Hollanda’da ırkçı Müslüman düşmanı Wilders, eğer yeni hükümeti kurabilirse, Kuran’ı, Müslümanların kültürünü yasaklamayı, sığınmacıları ülkeden atmayı planlıyor. İngiltere’de, önceki içişleri bakanı Braverman, Gazze’de “ateşkes” isteyen kitlesel gösterilerini nefret yürüyüşleri olarak betimleyerek yasaklamak istiyor (polis yasaklamayı kabul etmedi), sığınmacıları Ruanda’ya göndermeye, çalışıyor gerekirse insan hakları yasasını askıya almaktan söz ediyordu. Başbakan Sunak da partinin en sağ kesiminin baskısı altında, İrlanda barışını tehlikeye atma pahasına aynı yolda ilerlemeye çalışıyor. Bu sırada, Dublin’de Cezayir asıllı bir adam üçü çocuk beş kişiyi bıçakladı; faşist grupçuklar hızla örgütlenerek sokaklara döküldüler; protesto hızla isyana, yağmaya, polisle çatışmaya dönüştü...

Hiçbir düzen partisi, “gelecek” düşüncesini, ütopya tasarımını canlandıramaz. Öyleyse görev ve sorumluluk kimlere düşüyor dersiniz?

                                                        /././

İsrail’in üç sorunu (Mehmet Ali Güller)

Gazze’de terör, etnik temizlik ve insanlığa karşı savaş suçları işleyen İsrail devleti ve İsrail hükümeti, ABD ve küresel medya desteğine rağmen üç büyük sorunla karşı karşıya:

1. İSRAİL BATI DESTEĞİNİ KAYBEDİYOR

Asya, Afrika ve Güney Amerika ülkeleri ilk günden itibaren değişik seviyelerde İsrail’e tepkilerini gösteriyorlardı. Ancak gün geçtikçe, Avrupa ülkeleri de İsrail’e karşı pozisyon almaya başladılar.

Nitekim eski İsrail Başbakanı Naftali Bennett, “Dünya kamuoyu artık bizimle değil” diyerek ve eski İsrail Başbakanı Ehud Barak, “Avrupa’da kamuoyunu kaybediyoruz, Avrupa’da hükümetleri de kaybetmeye başlayacağız” diyerek uyarmıştı Netanyahu hükümetini...

AB dönem başkanı İspanya’nın başbakanı Pedro Sanches ile 1 Ocak’ta AB dönem başkanlığını alacak Belçika’nın başbakanı Alexander De Croo’nun birlikte gösterdikleri tepki, İsrail’in Avrupa hükümetlerini de kaybetmesinin başlangıcı oldu.

İkili Kudüs’te ayrı ayrı görüştükleri İsrail Cumhurbaşkanı İsaac Herzog ve İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu’yu açık açık uyardılar. Dahası İspanya Başbakanı Sanches, Refah Kapısı’nda yaptığı konuşmada “AB, Filistin devletini tanımazsa İspanya kendi kararını alacaktır” dedi.

Netanyahu’nun bu durum karşısında sarıldığı argüman ise İspanya ve Belçika başbakanlarını “terörizmi desteklemekle” suçlamak oldu. Tabi İsrail büyükelçileri anında dışişlerine çağrılarak uyarıldı.

2. İSRAİL KURUMLARI BİRBİRİNİ SUÇLUYOR

Savaşların sonucu insan kayıplarıyla ölçülmez. Tarihte daha çok kayıp verenlerin kazandığı da görülmüştür. Filistinliler ise ölüme koşarak vatanlarını savundukları için zaten eninde sonunda kazanacaklar...

İsrail’in kazanamadığının en önemli göstergelerinden biri de şu: İlk kez İsrail hükümeti ile İsrail kurumları arasında ve kurumların da birbirleriyle çatışmaları, bu oranda su yüzüne çıktı. Çünkü İsrail açısından ortada bir 7 Ekim yenilgisi var ve hiç kimse bu yenilginin sorumluluğunu alamıyor. Dahası er geç fatura önlerine konacağı için, kurumlar şimdiden birbirini suçlayarak kendi konumlarını korumaya çalışıyor.

Anımsayacaksınız, İsrail Başbakanı Netanyahu 7 Ekim’i “İsrail tarihinin kara günü” ve “fiyasko” olarak nitelendirmiş, “berbat bir zafiyet olduğunu” söylemiş, hükümetine 7 Ekim öncesinde sadece “Hamas yıldırıldı” türünden istihbaratlar geldiğini belirterek güvenlik ve istihbarat birimlerini suçlamıştı. Ancak tepkiler üzerine güvenlik ve istihbarat birimlerinden özür dileyerek suçlama mesajlarını silmişti.

Bu kez fatura telaşıyla güvenlik ve istihbarat kurumları birbirlerini suçlamaya başladı.

Örneğin bir kesim İngiliz Financial Times üzerinden mesaj verdi: “Hamas’ın büyük bir saldırıya hazırlandığı konusunda İsrail Savunma Kuvvetleri Güney Komutanlığı’nın istihbarat başkanına detaylı bir rapor sunulduğu ancak yetkilinin raporu ‘hayali senaryo’ olarak gördüğü ortaya çıktı.”

İsrail Savunma Bakanlığı yetkilileri ise Haaretz gazetesi üzerinden verdikleri mesajda, İsrail askeri istihbaratının bir yıl önce Hamas’ın saldırı planlarından haberdar olduğunu, ilgili bilgilerin İsrail Genel Güvenlik Servisi Şin Bet’e iletildiğini, ancak yetkili organların tehdide gerekli şekilde hazırlanmadığını” belirtti.

Fatura günü yaklaştıkça, bu suçlamalar daha da artacaktır.

3. NETANYAHU’YA İSTİFA BASKISI

Yargıyı denetimi altına almaya çalışması nedeniyle İsrail halkının bir yıldır protesto ettiği Netanyahu’yu savaş da kurtaramadı. İsrail halkı, savaş gerekçesiyle başbakanının etrafında kenetlenmedi, tersine savaşın ortasında Netanyahu’ya karşı eylemler ve istifa baskıları sürdü, sürüyor.

Netanyahu’nun konutu yakınında hemen her gün eylem yapan protestocular, başbakanın “hemen şimdi” istifa etmesini istiyor.

                                                        /././

Faiz-servet transferi-rejim inşası ilişkisi(Mehmet Ali Güller)-25/11/2023

Merkez Bankası politika faizini yüzde 40’a çıkardı. Karar genel olarak “Erdoğan piyasaya teslim oldu” diye yorumlandı. Haliyle bu yorum, Erdoğan’ı öncesinde “piyasayla mücadele eden” konumuna taşır ki doğru değil.

Elbette politika faizinin yüzde 19’dan yüzde 8.5’e indirildiği süreçle şimdi yüzde 40’a çıkarıldığı süreç arasında bir fark var ama bu fark, piyasa karşıtlığı-piyasacılık farkı değil.

Hatta tersine o aradaki süreci Erdoğan’ın “en” liberal piyasa ekonomisi uyguladığı dönem diye bile değerlendirebiliriz.

ERDOĞAN’IN DÖRT ÇEŞİT DOLARI

Serbest yani liberal ekonomi en sonunda doların serbestliği eksenli ekonomidir; hükümetlerin piyasaya müdahale etmediği, o liberallikte doların egemenliğinde emperyalist merkezlerin ulusal pazarı ele geçirdiği ekonomi modelidir.

Peki Erdoğan’ın “nas ekonomisi” diyerek politika faizini yüzde 8.5’e indirdiği dönemde ne olmuştu? Dolar Türkiye’deki en serbest ve en yasal konumuna ulaşmıştı; piyasa o kadar serbestti ki ulusal pazarda fiilen dört çeşit dolar kuru vardı:

1) Bankaların dolar kuru. 2) Döviz büfelerinin dolar kuru 3) Kapalıçarşı’nın dolar kuru. 4) Merkez Bankası’nın dolar kuru.

Merkez Bankası’nın dolar kuru, “kur korumalı mevduat” projesi ile bir çeşit “Türk doları” haline gelerek doların Türk hukuku pelerini takmasına neden olmuştu.

Yani ortada bugün piyasaya teslim olan ve haliyle dün piyasaya karşı çıkan bir Erdoğan yok; 21 yıldır “liberal piyasa ekonomisi” uygulayan Erdoğan var.

Erdoğan, Türkiye’nin 24 Ocak 1980’de “liberal piyasa ekonomisine” geçmesiyle başlayan zincirin son halkasıdır; Özal, Çiller, Derviş ve Erdoğan ile 42 yıldır Türkiye “liberal piyasa ekonomisi” uygulamaktadır. Hatta neoliberal programı uygulamak bakımından, Erdoğan’ı seleflerinden çok daha “başarılı” saymalıyız.

BAŞKANLIK REJİMİ İLE NAS EKONOMİSİ İLİŞKİSİ

2018’de başlayan faiz indirme süreci ile bugün arasındaki farkı açıklamaya gelecek olursak...

Faiz düşürmekle başlayan ve faiz yükseltmekle sonuçlanan son beş yıllık dönem, “piyasa karşıtlığı ve piyasaya teslim olmayla” açıklanamaz. Bu beş yıllık dönemin açıklaması şudur: Rejimi yıkan Erdoğan, yeni bir rejim inşasına başladı. Erdoğan, yeni rejim için kendi sınıf tabanını da oluşturmalıydı, “hâkim sınıfların” bileşenlerinde değişim yapabilmeliydi. İşte bu beş yılda, yani düşürülen faizle yükseltilen faiz arasındaki dönemde Türkiye’de büyük hacimli bir servet transferi yaşandı.

Erdoğan’ın 10 Temmuz 2018 günü yayımladığı 3 sayılı cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle Merkez Bankası üzerinden başlatılan dönüşümün faturası şu: Türk Lirası, dolar karşısında beş yılda yüzde 518 değer kaybetti. 24 Haziran 2018’de 5.71 TL olan dolar bugün 28 liranın üstünde. İşte bu fark üzerinden servet transferleri yaşandı. Neoliberalizmin kaçınılmaz sonucu ortaya çıktı: Zenginler daha da zenginleşti, yoksullar daha da yoksullaştı.

Mesele budur; nas ekonomisi propagandası, “faiz sebep, enflasyon sonuç” denklemi, halka “başekonomistim” güvencesi verilmesi gibi “iktisadi olmayan” konular, asıl meselenin örtüleridir...

ERDOĞAN’IN ANTİTEZİ

Piyasanın liberalliğinin Batı’da bile eleştirildiği şartlarda, piyasayı “en liberal” hale getiren Erdoğan rejimi yıktı, hacimli bir servet transferi sağladı ama henüz inşasına başladığı rejimi tam olarak oluşturamadı. Yeni anayasa hedefli politikalar elbette inşa sürecini geliştirmek için...

Dolayısıyla muhalefetin meseleye bir bütün halinde ve stratejik düzlemde bakması gerekiyor. Çünkü Erdoğan’ı yenebilmenin yolu, Erdoğan’la “liberal piyasa” yarışına girmekten değil, “liberal piyasaya” karşı kamuculuğu savunabilmekten geçiyor.

(CUMHURİYET)



Büyük iddia ve uyum(IV) - Bilsay Kuruç / Cumhuriyet

(Ortakyaşam- Simbiyoz) III

Cumhuriyetin yüzüncü yılındayız. Yirmi küsur yıldır Cumhuriyetin “büyük iddia”sından uzaklaştıran karşıdevrim sürecinin seyri içindeyiz. İki ayağından biri ekonomi modelidir. Buna kısaca baktık (13 Kasım). İkinci ayakta dünyayı ve bölgemizi kaplayan jeopolitik var. Bunun uzmanları var. Onlardan öğreniriz. Burada iktisatçı gözüyle uzaktan bakalım.

FANUS

Emperyalizm dünya ölçeğinde ve ciddi iştir. O ölçekte savaşa ve barışa tek başına karar verme kapasitesidir. Daha dar ve parçalı olamaz. Kapitalizm o kapasiteyi kaybederse zayıflıyor demektir. 1945-46’da zayıflık göstermedi. Emperyalizm el değiştirdi. İngiltere’den ABD’ye geçti ve tarz değiştirdi. İngiltere dünyayı sömürgeleriyle yönetmişti. O devir tarihe karışıyordu. Dünya geri bölgelerin kolonizasyonu ile yönetilemezdi. Artık işin temel taşı, en gelişmiş bölgenin kolonizasyonunu yapmaktı: Avrupa! Churchill, şahin aklıyla yolu göstermemiş miydi? 1944 Ekim’inde, Moskova’ya gidip Doğu Avrupa’yı Sovyetler’e sunmamış mıydı? Sonra da 1946 Mart’ında ABD’de, Missouri’de “Avrupa ikiye ayrıldı. Ortasından bir ‘Demirperde’ çekiyoruz. Ne duruyorsunuz?” dememiş miydi?

Dünyayı iki ayakla yöneteceksin. Ekonomik ayak Bretton Woods’ta (1944) düzenlenmişti. İngiltere o ayakta başrol oynayamayacağını, “sterlin”in zayıflığını 1947’de itiraf etti. Ricattı. “Dolar” tek başına dünya parası oldu. Jeopolitik ayak daha önemli ve acildi. Günü ve geleceği belirleyecekti. Dünyanın “ağa”sı jeopolitik ayağın komutanıdır. Böyle bakıldı.

Gereği düşünüldü. 1947 Mart’ında İngiltere vaktiyle Abdülhamit’in kendisine sunduğu Doğu Akdeniz’i ABD’ye devretti. Buna “Truman Doktrini” dendi. O işaret fişeğiydi. Hemen sonra emperyalizm tarihinin dönüm noktası olacak karar oluşturuldu: Avrupa bölünecek. “Büyük kolonizasyon” yapılacak. Batı ve Doğu olacak. Batı ABD’nin, Doğu Sovyetler’in alanları olacak. 1947’den 1948’e varınca iş tamamlandı. ABD yönetiminin şahinleri sonrasını sahiplendiler. Emperyalizmin “muhafazakâr ve şahin” olması esastır. Batı kolonizasyon alanında Avrupa’nın kilidi yeni yarattıkları Batı Almanya idi. O, ABD’nin emperyal statüsünün teminatı oldu. O tarihte, “büyük kolonizasyon”la başlayan jeopolitik 20. yüzyılın senaryolarını şekillendirdi.

Kolonizasyon emperyalizmin “sabit varlığı”dır (asset). Ancak, “sabit varlığı” (Avrupa’yı) jeopolitik zeminine yerleştirerek dünyayı yönetebilmek için yepyeni bir kalıp lazım. Dünyaya bir “fanus” giydirmek diyelim. Hemen yapıldı. “Fanus”u Soğuk Savaş olarak öğrendik. Önce Avrupa’ya, sonra dünyaya giydirildi, çıkarılamıyor. Pratiği için antikomünizm icat edildi ve çok kullanışlı oldu. 

ŞİRKET

Soğuk Savaş olmaksızın emperyalizm aradığı jeopolitik ölçeği ve içeriğini bulamazdı. Jeopolitik oyun kalıcı şekilde oynanamazdı. Kalıcılık için bunu sahiplenecek bir girişim yaratmak lazım. Amerikalı her işe şirket aklı ile bakar, dersek pek yanılmayız. Öyle baktı. 1949’da bir şirket kurdu: NATO adını verdi. Öz sermayeye askeri üslerini ve atom bombasını koydu. Daha sonra nükleer başlıklı füzeleri, bunları imal edecek silah sanayilerini (“military-industrial complex”) koyacak. Şirkette yönetim ağırlığını elinde tuttu ve Batı Avrupa devletlerini de hissedar yaptı. Onlar öz sermayeye “büyük kolonizasyon”daki coğrafyalarını koydular. Batı Almanya şirkete hemen değil, 1952’de (Türkiye ile aynı torbadan) alındı.

Artık eskisi gibi kendi başına bir büyük savaşa ve barışa karar verebilen bir Avrupa bitmiş oluyordu. Kolonizasyon o alana bir daimi “iç istikrar” verecekti. Hissedarlar arası sürtüşme olmayacaktı. Dünyaya bakışa gelince, “fanus” dışına çıkılamazdı. Yasaktı. Jeopolitik ancak “fanus”a ayarlı konuşulacak kavram ve siyasetti. Peki, Doğu Avrupa’da durum ne idi? Batı’dakinin kopyası denirse yanlış olmaz.

Şirketin gücü hiç azalmadı. Ancak, zamanla “uyumsuzlar” ortaya çıktı. Birincisi De Gaulle’dür. Kolonizasyonu ve “fanus”u başından beri sevmedi. Çekinmedi, ortaya koydu. Fakat 1968 “fırtına”sından sonra gücünü sınamak istedi. Olmadı, çekildi. O giderken bir benzeri Batı Almanya’da çıktı: 1969’da şansölye olan Willy Brandt. “Ostpolitik” diye bir politikaya girişti: Doğu ile kendi başına ilişkiler kurmak! 1974’te, “iyi saatte olsunlar”ın parmak izini taşıyan bir skandal sonunda ayrıldı. “Fanus” çatlamadı. Başka yok mu? Bir Alman daha var; ona sonra gelelim. Bizden yok mu? Ona da sonra gelelim. 

                                        Willy Brandt Varşova’da diz çöküyor, 1970

BİR BAŞKA JEOPOLİTİK

Vaktiyle Metternich “Viyana’nın Landstrasse’sinden ötesi ‘Doğu’dur!” demiş. Tarih 2000’lere gelince “şirket”in nakliye hizmetlileri o sınırı Bulgaristan’ın Svilengrad’ına taşıdılar. Ötesi “Yeni Doğu”, daha doğru tanımla jeopolitik için “BOP 2.0 alanı” oldu. Biraz dikkatle, emperyalizmin “kapsama alanı”nı merak ederek bakınca, üç alandan oluşan, Avrupa ve Asya’yı “yekpare” (tek kitle) olarak gören bir jeopolitik tablosu ile karşılaşırız. İlki, Avrupa’nın tamamını kolonizasyon içinde tutan alan. İkincisi, BOP 2.0 alanı ve üçüncüsü, BOP 2.0’dan Çin’e uzanan büyük alan. İlk ikisi birbirinden farklıdır. Üçüncü alan henüz tanımlanamıyor. 

BOP 2.0’ın coğrafyası, 1915 mimarisinin genişlemiş şeklidir. Kuzey Afrika’dan Karadeniz’e, İran’a ve oradan Kızıldeniz’e varan bir geniş alan. “Şirket”in pergeliyle çizilen bir alan, diyelim. BOP 2.0’daki devletler kapitalizm için birer “zayıf halka”dırlar. Dışa karşı, kendi jeopolitik güç kapasiteleri yoktur. O ölçeğe erişemezler. “Zayıf halka” o alanda kapitalizmin özelliğidir. Baskıcı yönetimle sürdürülen modeldir. Özetle, orası bir “zayıf halkalar bloku”dur. Ancak, bu “halka”lardan BOP alanında bir siyasal bütün oluşmaz, oluşamaz. 

Burada bir sürekli istikrarsızlık hâkimdir. İstikrarsızlıklar sık sık ısıtılan yerel çatışmalarla beslenir, oradan yeni istikrarsızlıklar doğar. BOP 2.0’ın 1990’lardan başlayan tasarımında hareket noktası buradadır. BOP 2.0 bu geniş alanı sürekli istikrarsızlıklar içinde tutacak bir büyük alan projesi oluyor. Avrupa’nın kolonizasyonu ile herhangi bir benzerlik aranamaz. Burada bir başka jeopolitik yaratma mantığı var. 

Türkiye’nin BOP 2.0’a yönlendirileceği 1990’larda ilk işaretleriyle ortaya çıktı. Orgeneral Torumtay’ın bunu hissettiği anlaşılıyor. Ülke siyaseti BOP 2.0 için uygun kıvama 2000 başlarında gelmiş oldu ve gereği için “ılımlı hareket” oluşturuldu. BOP 2.0’ı sezen “İkinci Ecevit”in tüketilişi noktayı koydu. Sonra, BOP 2.0’ın ülkeye kesin tebliği “çuval” operasyonu ile yapıldı. Daha sonra, BOP 2.0 alanında “şirket” tarafından Tunus’tan başlayıp Libya’dan geçerek yürütülen operasyon zinciri Suriye’ye erişti ve Türkiye’ye bu alanda fiilen yer alma ve BOP 2.0’ın gereklerini artık somut adım atarak yapma daveti çıktı. Türkiye’ye yeni rejim getiren “ortakyaşam”ın bu gelişmelerde doğal olarak “çıt”ı çıkamazdı. Öyle oldu. Devamına girmeyelim. 

İKİNCİ KOLONİZASYON

Çin meselesi büyük konu. Uzmanlar konuşsun. Şimdi Türkiye’yi içine alarak önemli kılan iki alan var: “Şirket”in kolonizasyonundaki Avrupa ve BOP 2.0. Bu iki alanda emperyalizm şunu kuvvetle vurguluyor: Dünyanın yönetiminde esas olan savaştır ve büyük ölçekte hissedilmelidir! Yönetimleriniz bu esasa ayarlanmalıdır! Bunu akılda tutalım.

Angela Merkel ciddi, kişilikli bir siyasetçi idi. Görevde bulunduğu 16 yılda sadece Almanya değil, Avrupa da ondan sorulur olmuştu. “Şirket” Merkel’i uyumsuz buldu, sevmedi. Gitmesini dört gözle beklediler. 17 Eylül 2021’de ayrıldı. Aralıkta devir-teslim yaptı. Sonraki iki ay içinde Avrupa sahnesi bir yıkıma esir düştü: Bir ülke değil de bir cephe olarak muamele gören Ukrayna senaryosu! Belleğiyle konuşma merkezi arasında kopukluk olmadığı bir sırada, ABD’li Biden bunu veciz şekilde, “Orada son Ukraynalıya kadar savaşılacak!” diye berraklaştırmıştı. Merkel, biliyoruz, Rusya ile Kuzey Akım-1’i yapmış işletiyordu. Kuzey Akım-2’yi de tamamlamıştı. Bunlar yeni bir Avrupa tablosunun büyük projeleriydi. “Şirket” için makbul olmadığını Ukrayna sayesinde anlayabiliyoruz. Bilgi için en yetkin kaynağa, Necdet Pamir’e başvurmalı.

                                         Putin ve Merkel görüşmesi

Rusya-Ukrayna çatışması hem sıcak savaşı hem de 70 küsur yıllık Soğuk Savaş’ı keskin ve içinden çıkılmaz gündem yaptı. Keskinliği Rusya üzerine konan finansal, vs. yaptırımlardan önce ünlü orkestra şefi Valeri Gergiyev’in Münih Orkestrası ile çalışmasının iptal edilişi gibi kültürel simgelerde okumak gerekir. Yani, “Esas olan savaştır”ın izdüşümü olan hoşgörüsüzlük ölçüsünün aynasında.

Ancak, insanı bir başka yönüyle düşündüren, Merkel’in yerine gelen “sosyal demokrat” şansölyenin (her kim ise!) Kuzey Akım’a “iyi saatte olsunlar”ca yapılan sabotajı sineye çekmesi ve AB’nin de suskunluğudur. Bunları bir başka adım tamamladı: “Şirket” Finlandiya ile İsveç’i bu müstesna konjonktürde yutuverdi. Tümü bir arada, ikinci ve daha “büyük kolonizasyon”un jeopolitik resmi ortaya çıkıverdi. Resim BOP 2.0 alanının sıcak çatışmalar ve tükenmeyecek istikrarsızlıklarına göre daha kalın çizgilidir. “Şirket”in zapt edilmez yayılma arzusu dışa mı vuruyor? Eğer jeopolitik nabız gibi bir şey varsa, BOP 2.0 alanına göre burada, kolonizasyonun Avrupa’sında “Şirket”in dopingiyle daha kuvvetli atıyor. Uzmanlar ne der, bilemeyiz.

                                  Johnson Mektubu, Haluk Şahin, Kırmızı Kedi Yayınları, kitap arkası not

YENİ BİR DÜNYA

1932 Temmuz’unda, günün başvekili İzmir’de konuşma yaptı. Şöyle dedi: “Akdeniz binlerce seneden beri medeniyet havzası ve dünya siyasetinin geçididir. Gazi, meydan muharebesinin neticesini ifade eden hedefi değil, Akdeniz siyasetinde ve medeniyetinde Türk milletinin layık olduğu yüksek mevkiyi almak hedefini göstermiştir.”

Tarihin cilvesi derler, 32 yıl sonra yine başbakan iken yine Akdeniz’e, Kıbrıs’a çıkma hazırlığını öğrenen ABD Başkanı Johnson’un gönderdiği kuvvetli uyarı mektubu üzerine şunu vurgulamıştı: “Yeni bir dünya kurulur ve Türkiye orada yerini alır!”

Bilsay Kuruç / Cumhuriyet




26 Kasım 2023 Pazar

İşsizlik artacak, kiralar yükselecek + Parası olan özele gitsin ya olmayan? - Ozan Gündoğdu / BİRGÜN

 İşsizlik artacak, kiralar yükselecek 

Kiralar faize göre düşük, faizler ise konut kredisi için çok yüksek. Kiracı için ev satın almak mümkün değil, ev sahiplerini ise kiralar tatmin etmiyor. Kıskaca alınan halk, artan kiralarla baş etmek zorunda bırakılıyor.

Merkez Bankası’nın faizleri 5 puan daha artırmasıyla politika faizi yüzde 40’a yükseldi. Bankalar bu maliyetle fonlanınca, kredi ve mevduat faizleri de sert şekilde artıyor. Henüz yeni faiz artışının etkilerinin yaşanmadığı 1 hafta önceki verilere göre ihtiyaç kredisinde bankaların ortalama faiz oranı yüzde 59,5’ti. Taşıt kredileri nispeten ucuz, ortalama yüzde 42,3. Ama taşıt kredilerinde de vade son derece kısa. 12 ay vadeli taşıt kredisi çekip, aylık 100 bin lirayı bulan taksitlere katlanmak herkesin harcı değil. Ticari kredilerde de vaziyet vahim. Seçimden önce yüzde 13,5’e ticari kredi çeken bir işletme, bugün yüzde 51,5’le borçlanabiliyor. Finansman maliyetinde 3 katlık artış işletmelerin de kredi talebini düşürüyor. Fakat bu kredilerden biri var ki, durumu içler acısı: Konut kredileri. 

Konut kredilerinde faiz oranı diğerlerine nazaran düşük, kasımın üçüncü haftası itibarıyla ortalama yıllık faiz yüzde 43, aylık faiz ise yüzde 3 civarında seyrediyor. Fakat ev fiyatları çok yüksek olunca, kredi istenilen tutar ve haliyle bu krediye yüklenen faiz tutarı yükseliyor. Örneğin, 2 milyon TL konut kredisi çeken kişi, 10 yıl boyunca aylık 60 bin lira civarında taksit ödemesine katlanmalı. Hal böyle olunca, kasım ayına girerken 443,3 milyar TL olan konut kredisi borcumuz, ayın 3’üncü haftasında 441,1 milyar TL’ye kadar geriliyor. Yani konut kredilerinde net borç ödeyicisi konumundayız. Yeni borç almıyoruz. 

Kasımda konut piyasasının küçüldüğünü bu verilerden anlıyoruz. Fakat önceki aylara ilişkin doğrudan konut satış istatistiklerini biliyoruz. Örneğin, geçen ekim ayında konut kredisi kullanarak satılan konut adedi 5 bin 577. Karşılaştırma için, önceki yılın aynı ayında bu sayı 13 bin 268’di. 2021 Ekim ayında ise 28 bin 49’du. Yani, konut sektörüne can veren kredi muslukları incelmiş durumda. Konut fiyatları da bu incelmeye bağlı olarak daha yavaş yükseliyor. 

EV HAYALİNİN TRENİ KALKTI 

Türkiye’de “ev sahibi” kimdir? Verilere göre halkın yüzde 56’sı kendi evinde oturuyor. Ev sahipliği oranı 20 yıl önceki yüzde 73’lük orana kıyasla düşük, ama muhtemelen 20 yıl sonrasına göre epey yüksek. 20 yıl önce, emekli ikramiyeleriyle 2+1 evler alabilen, geleneksel işçiler ve kamu çalışanları, şimdilerde aynı ikramiyeyle bırakın evi, 10 yaşından genç araba bulamaz. 

Fakat bu durum, an itibarıyla yüzde 56’lık konut sahipliğini bir yandan da şanslı hale getiriyor. Zira, bir jenerasyon için konut sahibi olma treni kaçmış görünüyor. Bu zamana dek kenarda köşedeki tasarruflarıyla, kente göç ederken satılan tarlayla, bahçeyle, emekli ikramiyeleriyle, ev sahibi olabilen halkın, bundan sonra bu imkânı kalmadı. Bir konutu olan şanslı, 2 konutu olan daha da şanslı. 

KONUT SAHİPLİĞİ TEMERKÜZ EDİYOR 

Ancak bu zamana dek 1 ya da 2 konutu olan ile kirada oturanlar birbirinden ayrı sınıflara mensup insanlar da değildi. Fakat düşük faiz konut sahipliğinin de temerküz etti. Halk kesimlerinin kiracıları, bir ya da iki evi olanları birbiriyle didişirken, bankacılık sisteminin piyasaya sunduğu ucuz kredi imkanlarından faydalanarak büyüyen bir rantiye tabakası üredi. Merkez Bankası’nı konut fiyat endeksine göre 2017 Ocak’ta 100 bin TL olan evin fiyatı 2023 Eylül’de 5 milyon 440 bin TL. 

İşte bu nedenle, bugün konut sahibi olmayanlarla, 1 ya da 2 konut sahibi olanlar arasında bir uçurum oluşuyor. Ev sahibi olma trenine binmek ücretli kesimler için eskisinden çok daha zor. Tren kalktı… 

YÜKSELEN FAİZLERİN KİRAYA ETKİLERİ 

Bu iki kesim arasındaki uçurum, bir başka güncel krizde de görünür hale geliyor; kira krizi. 

Konut sahipliği büyük bir ayrıcalık ama bu faiz ortamında konutları satmak o kadar kolay değil. 

“Ne önemi var ki, zaten satmayı düşünmüyorum” diyenler ise borçlunun halinden pek anlamıyor. Çünkü faizlerin artmasıyla nakit dengelerini korumakta zorlanan bazı kişiler, yatırım amacıyla aldıkları ve bu zamana dek güzel para kazandıkları bu evleri satmak zorunda. Kimsenin ev alası yoksa ve satmak istiyorlarsa fiyat kırmak zorundalar. Fiyat kıranların sayısı arttıkça, konut fiyatları reel olarak değer kaybetmeye başlıyor. 

NAKİT PARASI OLAN YAŞADI 

İşte bu noktada nakit parası olan ne yapsın? Ev mi alsın yoksa parasını mevduata mı yatırsın? Henüz geçen haftaya dek, 3 aylık mevduata verilen yıllık faiz ortalaması yüzde 37,7 düzeyindeydi. 5 milyon TL’yi bankaya 3 ay vadeli mevduat olarak yatırdığınızda, 3 ayın sonunda net getiriniz 500 bin TL’den fazla. Aylık getiriniz ise 200 bin liraya yakın. Aynı tutardaki evinizin kira getirisi bunun onda biri kadar. O halde konutu nakde göre avantajlı hale getiren konutların değerlenme hızı. Yani evin değeri artmayacaksa, 5 milyon TL’yi konuta yatırmanın bir anlamı yok. Bankaya yatırmak daha avantajlı. Yani durgunluk sadece konut kredilerindeki yüksek faiz nedeniyle değil, mevduat faizindeki yükseklikle de ilgili. 

KİRACILAR İÇİN DURUM DAHA KÖTÜYE GİDİYOR 

Kiracılar içinse tablo çok daha karanlık. Nüfusun 3’te 1’inin yaşadığı 3 büyük kentte, ev taşımak için en az 8-9 asgari ücrete, sadece kiraya ayırmak içinse en az 1-2 asgari ücret ayırmalısınız. 

Kiralar faize göre düşük, faizler ise konut kredisi için çok yüksek. Kiracı için ev satın almak mümkün değil, ev sahibi içinse kiralar tatmin edici değil. Böylece bir kıskaca alınan, kiracılıktan kaçamayan halk kesimleri, artan kiralarla baş etmek zorunda bırakılıyor. Faizler artıkça, ev fiyatları reel olarak düşüyor ama kiralar faizle beraber artıyor. Başka bir ifadeyle kira çarpanı azalıyor.   

Kira krizi bitmeden başlayan işsizlik dalgası, bir sosyal krizi tetiklemeye aday. Çünkü bu faiz oranıyla önümüzdeki dönem hem işsizlik artacak hem de kiralar.


 
Parası olan özele gitsin ya olmayan? 

Kamu hastanelerinin içi boşaltılınca, özel hastaneler büyük bir rant kapısı olarak meydana çıkıyor. İktidar, seçmeninin gözünü boyamak için devasa binalar dikti ancak binalarda cihaz, cihazların başında doktor yok.

21 yıllık AKP iktidarı, bu zamana dek halkın zihninde bazı efsaneler yaratmayı başarabildi. Bunların başında da “hastane kuyruklarının bittiği” efsanesi geliyor. Bundan çeyrek asır önce hastanelerde çok kuyruk varken efsaneye göre an itibariyle kuyruklar sona erdi. 

Kuyrukların ne durumda olduğu, herhangi bir şehir hastanesinin aciline gidildiğinde görülecektir. Fakat, aradan geçen çeyrek asrın sonunda, “kriz” ölçeğinde bir başka sorunumuz oluştu. Tetkik yaptırmak için hastanenin yolunu tutan yurttaşlar, 1 yıl sonraya kadar uzayabilen tarihlerle karşı karşıya kalabiliyorlar. Özellikle büyükşehirlerde, Ultrason, MR, mamografi, radyoterapi cihazı gerektiren tetkikler ya da cildiye ve diş hastalıklarındaki tedavi süreçleri ancak aylar sonra tamamlanabiliyor. Yurttaşlar, randevu tarihlerini sosyal medyada paylaşarak veryansın ediyor. Bir diş randevusu için 2024 Ekim ayına randevu alan yurttaş soruyor? Dişimin ağrıması benim suçum mu? 

Sonuç; imkanı olan özel hastanelerinin yolunu tutuyor ve böylece kamusal sağlık hizmetinin yetersizliği yeni bir rant kapısı açmış oluyor. Sağlık sektörü, milyarlarca dolarlık bir büyüklüğe ulaşırken, hastane zincirleri sahiplerinin keyfine diyecek yok. 

Peki 2024 yılı için 732 milyar liralık devasa bütçesiyle Sağlık Bakanlığı’nın yetişemediği sağlık talebine, özel sektör nasıl yetişiyor? Bunun için bakanlığın her yıl yayınladığı “Sağlık İstatistikleri Yıllıkları”na göz atalım. 

HER 5 HASTANIN 1'İ ÖZELE GİDİYOR  

Öncelikle, özel hastanelerin, toplam hastane talebi içindeki büyüklüğünü tespit edelim. Verilere göre 2022 yılında 496,4 milyon kez hastanelere başvurulmuş. Bu başvuruların 74,8 milyonunu özel hastanelere yapılan başvurular oluşturmuş. Demek ki, her 5 hastadan 1’i özele, 4’ü Sağlık Bakanlığı ya da üniversitelere ait olan kamu hastanelerine başvurmuş. O halde, kamunun sağlık kapasitesinin özelin 4 katı büyüklüğünde olması gerekiyor ki, özel ya da kamu, her iki kesim de kendisine başvuranlara eşit ölçüde hizmet sunabilsin. Peki öyle mi? 

MR, MAMOGRAFİ, ULTRASON CİHAZLARI YETERSİZ 

Özelin ve kamunun cihaz kapasitesini karşılaştıralım. Örneğin MR cihazı… “Manyetik Rezonans” denilen bu cihaz sayesinde vücudun ayrıntılı resimleri çekiliyor ve bu cihaz tetkikler için kullanılıyor. Özel hastanelerdeki MR cihazı sayısı 480. Normal şartlar altında, Sağlık Bakanlığı hastanelerinde bunun 4 katı kadar MR cihazı olması gerekirken, bakanlık hastanelerindeki MR cihazı sayısı 379. 

Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, henüz 1 ay önce, 11 Ekim’de sosyal medya hesabından meme kanserinin Türkiye’de görülen en yaygın kanser türü olduğunu, kanser teşhislerinin yüzde 11,7’sinin meme kanseri olduğunu duyurdu. Fakat gelin görün ki, meme kanseri teşhisi için kullanılan ‘mamografi cihazı’ndan, özel hastanelerde 479 adet bulunurken, Sağlık Bakanlığı’nda 416 adet bulunuyor. 

Tetkik için en sık kullanılan cihazlar ise ultrason cihazları. Normal şartlar altında, özel hastanelerin 4 katı kadar olması gereken Sağlık Bakanlığı’nda 2 bin 715 adet ultrason cihazı var. Buna karşın, özel hastanelerdeki ultrason cihazı sayısı 2 bin 431. 

Sadece tetkik gerektiren cihazlar değil, tedavide kullanılan cihazlarda da Sağlık Bakanlığı hastaneleri yetersiz. Vücudunuzda çıkan bir tümörün yok edilmesinde kullanılan radyoterapi cihazlarından özel hastanelerde 80 adet bulunurken, Sağlık Bakanlığı hastanelerinde bu sayı 92. 

Verilerin bu şekilde olduğu bir ülkede, “sağlık sektörü”nün büyümemesi mümkün mü? Nitekim son 20 yılda, sağlık sektörünün kapasitesi hızla artmış. 2002 yılında 178 bin 135 hastane yatağı bulunan Türkiye’de, bu yatakların 11 bin 870’i özel hastanelere aitmiş. Aradan geçen 20 yılda, hastane yatak kapasitesi yüzde 47 artmış ve 262 bin 190’a yükselmiş. Nüfusun yüzde 24 arttığı böyle bir dönemde yüzde 47’lik kapasite büyümesi başarılı sayılabilir. Fakat bu başarı kamuya değil, özele ait. Zira aynı dönemde kamu hastanelerinin yatak kapasitesindeki artış yüzde 24 iken özel hastanelerin yatak kapasitesindeki artış yüzde 363. Toplam yatak kapasitesinin yüzde 47 arttığı dönemde, özel hastane yatak kapasitesi, 11 bin 870’ten 55 bin 69’a yükselmiş. Böylece 20 yıl önce her 100 hastane yatağından 7’si özel hastanelere aitken, 2022’de her 100 hastane yatağının 21’i özel hastanelerin olmuş. 

UZMAN DOKTORLAR ÖZELDE BİRİKİYOR 

Kamu hastanelerindeki kapasite yetersizliği, iktidarın yüksek egosu nedeniyle asla iktidarın suçu olamaz. Bu yetersizlik olsa olsa muhalefetin ya da dış güçlerin bir oyunudur. Politik fanatizm nedeniyle, iktidara toz kondurmayan halk kesimleri de sorumluluğu doktorlarda buluyor. Doktorlar ise bu sıkışma karşısında kamudan özele geçmenin yollarını arıyor. 

20 yıl kadar geriye gidip, bugüne gelmeyelim. Sadece son 5 yılı kıyaslayalım ve verileri bu sefer de uzman doktorlar üzerinden ele alalım. Sağlık sistemimizdeki toplam uzman hekim sayısı 5 yıl önce, 2017 sonu itibariyle 80 bin 951 binmiş. Hastane başvuru sayılarına baktığımızda bunun yüzde 80’inin kamuda, yüzde 20’sinin özelde olması beklenir. Fakat burada da bir dengesizlik var. 2017 yılında her 100 uzman doktorun 71’i kamuda, 29’u özelde çalışmış. Ama 80 bin 951 uzman hekimin 23 bin 810’u özel hastaneler tarafından istihdam edilmiş. Bu dengesizliği gören iktidar bir önlem almış mı? Tam tersine… Son 5 yılda kamuda çalışan uzman doktor oranı artmak bir yana azalmış. 5 yılda toplam uzman doktor sayısı 95 bin 600’e çıkmış ama özel sektörde çalışan uzman doktor oranı yüzde 29’dan yüzde 32’ye yükselmiş. 2022 itibariyle 95 bin 600 uzman doktorun 30 bin 516’sı özelde istihdam edilmiş. Yurtdışına gitmek için “İyi hal” belgesi alan doktorların rekor kırması ise cabası. 

Tüm bunlar, sağlık sektörü ile iktidar arasında kurulan izaha muhtaç ilişkinin sonuçları. Kamu hastanelerinin içini boşaltılınca, özel hastaneler büyük bir rant kapısı olarak meydana çıkıyor. 

Şehir Hastanelerinin sadece kirası için 27,5 milyar avroyu gözden çıkaran iktidar, seçmeninin gözünü boyamak için devasa binalar dikti ancak binalarda cihaz yok, cihazların başında doktor yok. Bu haliyle iktidarın seçim kazanmaktan daha büyük bir başarısı yok.

Ozan Gündoğdu / BİRGÜN