Erdoğan mı Netanyahu mu?(Barış Terkoğlu)
Şair Luvenalis, “İntikam çapsız bir kafanın kıvancıdır” diyor. Hele intikam sandığın aslında senin adaletsizliğin ise...
Silahlar sustu. Rehine takası başladı. Hamas ve İsrail esir aldıklarını bırakıyor. Öldüresi öfkeye rağmen savaşın da bir hukuku var. Uymak istemeyenleri bile mecbur bırakıyor. Çocuklar, kadınlar, yaşlılar, hastalar kurşunların gölgesinden çıksınlar diye savaşın dışına çıkarılıyor. Ancak insanın intikam hissinin esir aldığı liderler, Netanyahu’dan da Hamas’tan da beteri var dedirtiyor.
İçerideki 80’i aşmış generalleri kastediyorum. Malum, bugünkü siyasi iktidarın 28 Şubat’la bitmeyen bir hesabı var. Bu hesap gözlerini öyle karartmış ki...
Bu köşede defalarca anlattım. Davanın 28 Şubat iddianamesini yazan savcı Mustafa Bilgili, FETÖ’den hüküm giyen Kozmik Oda savcısının ta kendisi. Davaya konu olan sahte belgelerin kaynağı, kumpas davaların ihbarcısı Ahmet Yılmaz. Bu belgeleri savcıya götüren isim, 28 Şubat sürecinde Fethullahçı olduğu gerekçesiyle ordudan atılan Tamer Tatar. Davada tutuklamaları yapan, kritik roller üstlenen hâkimler de FETÖ bağlantılı. 17-25 Aralık’tan sonra Erdoğan ile Gülen’in arası bozuldu ama 28 Şubat davasında “Beraber yürüdük” şarkısını söylemeye devam ettiler. 79 günde Yargıtay’dan karar çıkarmaları yetmedi. Kızdıkları Anayasa Mahkemesi’nde bile elbirliğiyle sanıklar aleyhinde karar verdirdiler.
HER ŞEY BİR YIL ÖNCE BAŞLADI
Derken...
Geçen yıl 20 Aralık’ta generallerden 85 yaşındaki Vural Avar hapiste hayatını kaybetti. Hasta ve yaşlı olduğu biliniyordu. İntikam için ölüme sürükleniyordu. Kamuoyunda olayın yarattığı infialin ardından 2 Ocak’ta Adalet Bakanlığı bir genelge yayımladı.
Genelgeyi açıyorum. Bakanın imzaladığı belgede cumhurbaşkanının yetkisi hatırlatılıyor:
“TC Anayasası’nın 104. maddesinin 16. fıkrasına göre sürekli hastalık, sakatlık ve kocama sebebiyle kişilerin cezalarını hafifletmek veya kaldırmak görev ve yetkisi cumhurbaşkanına aittir.”
Devamı var...
Bekir Bozdağ imzalı belge, “Cumhurbaşkanlığı makamına gecikmeksizin eksiksiz sunulabilmesi amacıyla”, hasta ve yaşlı mahpusların Adli Tıp’a sevk edilmesi uyarısında bulunuyor.
Yani Bakan Bozdağ demiş ki içerideki hastaları, kocamışları tespit etmek bizim görevimiz ama gereğini yapmak cumhurbaşkanının görevidir.
Bugün dava kapsamında hapiste 5 emekli general bulunuyor. Çetin Doğan 83, Fevzi Türkeri 82, Yıldırım Türker 82, Cevat Temel Özkaynak 78, Erol Özkasnak 77 yaşında.
İçeridekiler bakanın söylediği gibi birer birer Adli Tıp’a sevk edildi.
Adli Tıp 3. İhtisas Kurulu, generallere ayrıntılı bir sağlık taraması yaptı. Bir dizi gel gitin ardından 5 generalin de sürekli hastalık ve kocama halleri çıktı. Raporlar nisan-mayıs aylarında savcılıklara gönderildi. Doktorlara göre de 5 general hapiste kalamazdı.
Örnek olsun. Adli Tıp 3. İhtisas Kurulu, Çetin Doğan’ın hastalıklarını şöyle sıraladı: Diabetes mellitus, hipertansiyon, koroner arter hastalığı, opere romber dar kanal, sağ peroneal sinir hasarı, sağ düşük ayak, işitme kaybı. Doğan için oybirliği ile “kocama hali” raporu verildi. Doğan’ın dosyası 6 Nisan’da savcılığa gönderilmiş.
İNTİKAM İÇİN İMZALAMIYOR
Dosyalar infaz savcılıklarından Adalet Bakanlığı’na oradan ise Cumhurbaşkanlığı’na iletildi. Buradan sonrası aslında bir takdir değil, sadece görevdi. Hasta ve kocamışlığı kanıtlanmış bir mahkûm için cumhurbaşkanı “Bence öyle değil” diyemezdi. İmzayı atacak, generaller adreslerinde hayatlarının son evresini geçirecekti. Herkes de buna hazırdı. Generallerin tahliyesi sonrası kalacakları adresin tespiti bile karakollar tarafından yapılarak dosyaya eklendi.
Gelgelelim her ne olduysa burada süreç durdu. Mezarevlerde günahsız insanları işkenceyle öldüren Hizbullah davası sanığı 71 yaşındaki Mehmet Emin Alpsoy’un, Saadet Partili sandık görevlilerini katleden 75 yaşındaki Hacı Sülük’ün, Sivas’ta yazarları diri diri yakan 75 yaşındaki Hayrettin Gül’ün hapisliklerini hasta ve yaşlı diye hızla kaldıran cumhurbaşkanı, hapisteki generallerin dosyasını 6 aydır bekletiyor. Bir yıl önce Vural Avar’ın ölümünün ardından başlayan süreç bir türlü ilerlemiyor. Yaklaşık 50 yıl TSK üniformasını taşımış askerlerin çocukları ise her sabah “Babam öldü mü” endişesiyle uyanıyor.
Nedenini tahmin etmek güç değil. Zira savaşın bile bir hukuku varken, bu hukuk Hamas-Netanyahu tarafından bile bir buçuk ayda tanınırken, bizimkilerin intikam duygusu hiçbir kural bilmiyor. İçerideki generaller için de Katar’ın ya da Sisi’nin devreye girmesi mi lazım?
İntikam önce sahibini kör eden bir zehir gibi. Herkes biraz içse gerçekler görünmez olurdu.
/././
‘Eşit yurttaşlık’ (Zülal Kalkandelen)
CHP Genel Başkanı Özgür Özel, konuşmalarında ve sosyal medya paylaşımlarında “eşit yurttaşlık” kavramını çok sık kullanan politikacılardan biri. 2018’den beri CHP’nin kurultay bildirilerinde de yer alan bu kavram, 14 Mayıs’taki cumhurbaşkanı seçiminden önce de gündemdeydi.
Hatta Özel, Halk TV’de İsmail Küçükkaya’nın programına konuk olduğunda, “Sizin içinde bulunduğunuz ittifak, HDP tabanının da gönül rahatlığıyla oy verebileceği bir cumhurbaşkanı adayı çıkarabilir mi” sorusuna, “Bence çıkarabiliriz. HDP tabanının talebi demokrasi olduktan sonra, HDP tabanının talebi eşit yurttaşlık olduktan sonra...” diyerek yanıt vermişti.
Bu yanıtı tespitlere dayanıyordu. 2015’te Ankara’da gerçekleştirilen HDP İkinci Olağan Büyük Kongresi hakkındaki haber, Diken adlı portalda şu şekilde yer almıştı:
“Eşbaşkanlık görevine bir kez daha Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ seçildi. Ahmet Taner Kışlalı Spor Salonu’nda yapılan kongrede en dikkat çekici detay ise büyük ekrana PKK lideri Abdullah Öcalan ve Türkiye bayrağıyla yansıtılan ‘Eşit Yurttaşlık Ortak Vatan’ sloganı oldu.”
Geçen yıl Mardin’de düzenlenen Arap buluşmasında konuşan HDP Eş Genel Başkanı Mithat Sancar ise bu kavramı şöyle tanımlamıştı: “Eşit yurttaşlık ilkesinin de bir sürü gereği, şartı vardır. Eşit yurttaşlık dediğimizde ülkede yaşayan bütün halkların ve kimliklerin eşit yaşamasını kastediyoruz.”
İlginç bir şekilde, 2015’te AKP Genel Başkan Yardımcısı olduğu sırada Süleyman Soylu da “Çözüm süreci eşit vatandaşlık sürecidir” demişti.
AMAÇ NE?
Anayasaya göre herkes kanun önünde eşittir. 10. madde aynen aşağıdaki gibidir:
“Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.
Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür. Bu maksatla alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamaz.
Çocuklar, yaşlılar, özürlüler, harp ve vazife şehitlerinin dul ve yetimleri ile malul ve gaziler için alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı sayılmaz.
Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz.
Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.”
Anayasa bu kadar açıkken, mezhepler ve ırklar arasında ayrım kesin olarak reddedilmişken şimdi “eşit yurttaşlıktan” söz ediliyor. Anayasada var olan yurttaşların eşitliği yaklaşımının uygulamada yerine getirilmesi için çabalanması ayrı, “eşit yurttaşlık” gibi farklı algılara yol açan bir kavramı kullanmak ayrı.
Anayasada belirtilen hakların öznesi olan yurttaşların kimler olduğu da anayasa metninde yer alır; bu hukuki bağ anayasada tanımlanır ve bu madde bizim anayasamızda 66. maddedir.
O ZAMAN AÇIKÇA SORALIM
“Eşit yurttaşlık” ile hedeflenen, bazılarının iddia ettiği gibi, anayasada vatandaşlığı “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür” şeklinde tanımlayan 66. madde midir?
Bu kavramı kullanarak amaçlanan, yerel seçim öncesinde anayasadaki vatandaşlık tanımından rahatsız görünüp bazı kesimlere sinyal vermek midir?
Ali Babacan gibi AKP eskisi siyasal İslamcıların, aynı kavramı kullanarak bu maddeyi tartışmaya açtığı bir dönemde, Özgür Özel’in “eşit yurttaşlık” ile ne kastettiğini, anayasada vatandaşlıkla ilgili hangi ifadeyi eşitsizlik olarak gördüğünü açıklığa kavuşturması gerekir.
“Eşit yurttaşlık” kavramı ile vatandaşlığa mezhepçi ve etnikçi anlam yüklemeye çalışanların, halkı sömüren emperyalizm beslemesi feodaliteye, toprak ağalarına, şeyhlere, şıhlara ve sermaye sınıfına neden iki çift laf etmediğini de açıklaması gerekir.
/././
Uygarlık canavarlaşıyor(Ergin Yıldızoğlu)
Uygarlık, bir “kötü sonsuz” (Hegel- schlechte Unendlichkeit) içinde, Trump’tan Modi’ye, Netanyahu-Gvir-Smotrich’e, Milei’ye, Wilders’e, Sunak’a Braverman’a daha nicelerine, yeni canavarlar üretiyor.
KÖTÜ SONSUZ
Hegel, “kötü sonsuzu”, büyümenin herhangi bir niteliksel değişim veya gelişim olmadan, yalnızca niceliksel, kendini tekrarlayan biçimler ürettiği bir durum olarak betimler; bu tür bir büyümenin canavarca olduğunu düşünür.
Çağımızda kötü sonsuzun adı kapitalizm. Kapitalizm büyüyerek küreselleşti, neoliberalizm “her şeyi” metalaştırdı, sanat postmodernizm içinde geçmişi talan etmeye tutsak oldu, 1989 felaketi toplumda alternatif olasılığını öldürdü, böylece “gelecek” tasarımları iptal oldu. Bu sırada kapitalizm birbiri ardına krizler yaşıyor, biteviye kendi sınırlarına çarpıyordu; en son var oluş biçimi (birikim rejimi ve düzenleme sistemi) bir kriz içinde debeleniyor ama ne yeni bir emek süreci üzerinde yükselen yeni bir birikim rejimi şekilleniyor ne de yeni bir düzenleme sistemi. Onun yerine finansallaşma, spekülasyon, borçlanma, fiktif sermaye sürekli büyüyor. Yaklaşık 100 triyon dolarlık dünya hasılasının üzerinde, finansal piyasaların toplam hacminin şimdilerde 1 katrilyon dolara ulaştığı tahmin ediliyor. Bu canavarlaşma, gelir dağılımı, servet kutuplaşması alanında müstehcen oranlar sergiliyor. Kapitalizmin, yaşam enerjisini, “artık-değer” üretme kapasitesini kaybetmekte olduğunu gösteren “Teknolojik gelişmelere karşın üretkenlik neden artmıyor” sorusuna bir cevap bulunamıyor. Kapitalizm, ütopya ve gelecek tasarımlarını iptal ederken “faşizmi” taşıyan canavarları yeniden üretiyordu.
Önceki yazımda vurgulamıştım: Kapitalist uygarlığın ürünü küresel ısınma, gezegende tüm canlıların geleceğini tehdit ederek artıyor. Bu sırada, en az kirleten ama en çok etkilenen emekçi halklar, yoksullar, alınması gereken önlemlerin yükünü, yaşam pratiklerini olumsuz etkileyeceğini düşünerek üstlenmek istemiyorlar. Böylece emekçiler ve yoksullar, en çok kirleten ama en az etkilenen süper zenginlerin, plütokrat kapitalizmin çıkarlarını koruyorlar; küresel ısınmayı yaratanların, önlem alma çabalarını sabote edenlerin yanında yer alıyorlar.
“Süreç olarak faşizm” de “küresel ısınma” savının, sosyalistlerin bir komplosu olduğunu iddia ederek, küresel ısınmaya karşı alınması gereken önlemlere karşı çıkarak emekçilerin ve yoksul kesimlerin öfkesini kapitalist sınıfların çıkarlarını korumaya yönlendiriyor; feminizmi, LGBTQ+ bireyleri, sığınmacıları, farklı dini aidiyetleri “ötekileştirerek”, nefret nesnesi konumuna yükselterek demokratik kurumları, hakları ve özgürlükleri hedef alarak ilerliyor.
CANAVARLAR GALERİSİ
Başkan olursa otokratik, intikamcı bir rejim kurma niyetini açıklamaktan çekinmeyen Trump’ın seçimleri kazanma şansı, hakkında açılan yolsuzluk, isyana teşvik davalarına karşın artıyor. Hindistan’da Modi muhalefeti bastırıyor, soykırımcı bir söylemle Müslümanları hedef alıyor. İsrail’de Netanyahu-Gvir-Smotrich yönetimi Gazze’de bir soykırım projesini fiilen uyguluyor. Arjantin’de Milei, kriz içindeki bir ekonomiye, yoksulluktan kırılan bir halka, tüm sosyal destekleri kaldıracak, organ ticaretini dahi serbest bırakacak kadar vahşi bir kapitalizmi dayatmaya hazırlanıyor. Hollanda’da ırkçı Müslüman düşmanı Wilders, eğer yeni hükümeti kurabilirse, Kuran’ı, Müslümanların kültürünü yasaklamayı, sığınmacıları ülkeden atmayı planlıyor. İngiltere’de, önceki içişleri bakanı Braverman, Gazze’de “ateşkes” isteyen kitlesel gösterilerini nefret yürüyüşleri olarak betimleyerek yasaklamak istiyor (polis yasaklamayı kabul etmedi), sığınmacıları Ruanda’ya göndermeye, çalışıyor gerekirse insan hakları yasasını askıya almaktan söz ediyordu. Başbakan Sunak da partinin en sağ kesiminin baskısı altında, İrlanda barışını tehlikeye atma pahasına aynı yolda ilerlemeye çalışıyor. Bu sırada, Dublin’de Cezayir asıllı bir adam üçü çocuk beş kişiyi bıçakladı; faşist grupçuklar hızla örgütlenerek sokaklara döküldüler; protesto hızla isyana, yağmaya, polisle çatışmaya dönüştü...
Hiçbir düzen partisi, “gelecek” düşüncesini, ütopya tasarımını canlandıramaz. Öyleyse görev ve sorumluluk kimlere düşüyor dersiniz?
/././
İsrail’in üç sorunu (Mehmet Ali Güller)
Gazze’de terör, etnik temizlik ve insanlığa karşı savaş suçları işleyen İsrail devleti ve İsrail hükümeti, ABD ve küresel medya desteğine rağmen üç büyük sorunla karşı karşıya:
1. İSRAİL BATI DESTEĞİNİ KAYBEDİYOR
Asya, Afrika ve Güney Amerika ülkeleri ilk günden itibaren değişik seviyelerde İsrail’e tepkilerini gösteriyorlardı. Ancak gün geçtikçe, Avrupa ülkeleri de İsrail’e karşı pozisyon almaya başladılar.
Nitekim eski İsrail Başbakanı Naftali Bennett, “Dünya kamuoyu artık bizimle değil” diyerek ve eski İsrail Başbakanı Ehud Barak, “Avrupa’da kamuoyunu kaybediyoruz, Avrupa’da hükümetleri de kaybetmeye başlayacağız” diyerek uyarmıştı Netanyahu hükümetini...
AB dönem başkanı İspanya’nın başbakanı Pedro Sanches ile 1 Ocak’ta AB dönem başkanlığını alacak Belçika’nın başbakanı Alexander De Croo’nun birlikte gösterdikleri tepki, İsrail’in Avrupa hükümetlerini de kaybetmesinin başlangıcı oldu.
İkili Kudüs’te ayrı ayrı görüştükleri İsrail Cumhurbaşkanı İsaac Herzog ve İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu’yu açık açık uyardılar. Dahası İspanya Başbakanı Sanches, Refah Kapısı’nda yaptığı konuşmada “AB, Filistin devletini tanımazsa İspanya kendi kararını alacaktır” dedi.
Netanyahu’nun bu durum karşısında sarıldığı argüman ise İspanya ve Belçika başbakanlarını “terörizmi desteklemekle” suçlamak oldu. Tabi İsrail büyükelçileri anında dışişlerine çağrılarak uyarıldı.
2. İSRAİL KURUMLARI BİRBİRİNİ SUÇLUYOR
Savaşların sonucu insan kayıplarıyla ölçülmez. Tarihte daha çok kayıp verenlerin kazandığı da görülmüştür. Filistinliler ise ölüme koşarak vatanlarını savundukları için zaten eninde sonunda kazanacaklar...
İsrail’in kazanamadığının en önemli göstergelerinden biri de şu: İlk kez İsrail hükümeti ile İsrail kurumları arasında ve kurumların da birbirleriyle çatışmaları, bu oranda su yüzüne çıktı. Çünkü İsrail açısından ortada bir 7 Ekim yenilgisi var ve hiç kimse bu yenilginin sorumluluğunu alamıyor. Dahası er geç fatura önlerine konacağı için, kurumlar şimdiden birbirini suçlayarak kendi konumlarını korumaya çalışıyor.
Anımsayacaksınız, İsrail Başbakanı Netanyahu 7 Ekim’i “İsrail tarihinin kara günü” ve “fiyasko” olarak nitelendirmiş, “berbat bir zafiyet olduğunu” söylemiş, hükümetine 7 Ekim öncesinde sadece “Hamas yıldırıldı” türünden istihbaratlar geldiğini belirterek güvenlik ve istihbarat birimlerini suçlamıştı. Ancak tepkiler üzerine güvenlik ve istihbarat birimlerinden özür dileyerek suçlama mesajlarını silmişti.
Bu kez fatura telaşıyla güvenlik ve istihbarat kurumları birbirlerini suçlamaya başladı.
Örneğin bir kesim İngiliz Financial Times üzerinden mesaj verdi: “Hamas’ın büyük bir saldırıya hazırlandığı konusunda İsrail Savunma Kuvvetleri Güney Komutanlığı’nın istihbarat başkanına detaylı bir rapor sunulduğu ancak yetkilinin raporu ‘hayali senaryo’ olarak gördüğü ortaya çıktı.”
İsrail Savunma Bakanlığı yetkilileri ise Haaretz gazetesi üzerinden verdikleri mesajda, “İsrail askeri istihbaratının bir yıl önce Hamas’ın saldırı planlarından haberdar olduğunu, ilgili bilgilerin İsrail Genel Güvenlik Servisi Şin Bet’e iletildiğini, ancak yetkili organların tehdide gerekli şekilde hazırlanmadığını” belirtti.
Fatura günü yaklaştıkça, bu suçlamalar daha da artacaktır.
3. NETANYAHU’YA İSTİFA BASKISI
Yargıyı denetimi altına almaya çalışması nedeniyle İsrail halkının bir yıldır protesto ettiği Netanyahu’yu savaş da kurtaramadı. İsrail halkı, savaş gerekçesiyle başbakanının etrafında kenetlenmedi, tersine savaşın ortasında Netanyahu’ya karşı eylemler ve istifa baskıları sürdü, sürüyor.
Netanyahu’nun konutu yakınında hemen her gün eylem yapan protestocular, başbakanın “hemen şimdi” istifa etmesini istiyor.
/././
Faiz-servet transferi-rejim inşası ilişkisi(Mehmet Ali Güller)-25/11/2023
Merkez Bankası politika faizini yüzde 40’a çıkardı. Karar genel olarak “Erdoğan piyasaya teslim oldu” diye yorumlandı. Haliyle bu yorum, Erdoğan’ı öncesinde “piyasayla mücadele eden” konumuna taşır ki doğru değil.
Elbette politika faizinin yüzde 19’dan yüzde 8.5’e indirildiği süreçle şimdi yüzde 40’a çıkarıldığı süreç arasında bir fark var ama bu fark, piyasa karşıtlığı-piyasacılık farkı değil.
Hatta tersine o aradaki süreci Erdoğan’ın “en” liberal piyasa ekonomisi uyguladığı dönem diye bile değerlendirebiliriz.
ERDOĞAN’IN DÖRT ÇEŞİT DOLARI
Serbest yani liberal ekonomi en sonunda doların serbestliği eksenli ekonomidir; hükümetlerin piyasaya müdahale etmediği, o liberallikte doların egemenliğinde emperyalist merkezlerin ulusal pazarı ele geçirdiği ekonomi modelidir.
Peki Erdoğan’ın “nas ekonomisi” diyerek politika faizini yüzde 8.5’e indirdiği dönemde ne olmuştu? Dolar Türkiye’deki en serbest ve en yasal konumuna ulaşmıştı; piyasa o kadar serbestti ki ulusal pazarda fiilen dört çeşit dolar kuru vardı:
1) Bankaların dolar kuru. 2) Döviz büfelerinin dolar kuru 3) Kapalıçarşı’nın dolar kuru. 4) Merkez Bankası’nın dolar kuru.
Merkez Bankası’nın dolar kuru, “kur korumalı mevduat” projesi ile bir çeşit “Türk doları” haline gelerek doların Türk hukuku pelerini takmasına neden olmuştu.
Yani ortada bugün piyasaya teslim olan ve haliyle dün piyasaya karşı çıkan bir Erdoğan yok; 21 yıldır “liberal piyasa ekonomisi” uygulayan Erdoğan var.
Erdoğan, Türkiye’nin 24 Ocak 1980’de “liberal piyasa ekonomisine” geçmesiyle başlayan zincirin son halkasıdır; Özal, Çiller, Derviş ve Erdoğan ile 42 yıldır Türkiye “liberal piyasa ekonomisi” uygulamaktadır. Hatta neoliberal programı uygulamak bakımından, Erdoğan’ı seleflerinden çok daha “başarılı” saymalıyız.
BAŞKANLIK REJİMİ İLE NAS EKONOMİSİ İLİŞKİSİ
2018’de başlayan faiz indirme süreci ile bugün arasındaki farkı açıklamaya gelecek olursak...
Faiz düşürmekle başlayan ve faiz yükseltmekle sonuçlanan son beş yıllık dönem, “piyasa karşıtlığı ve piyasaya teslim olmayla” açıklanamaz. Bu beş yıllık dönemin açıklaması şudur: Rejimi yıkan Erdoğan, yeni bir rejim inşasına başladı. Erdoğan, yeni rejim için kendi sınıf tabanını da oluşturmalıydı, “hâkim sınıfların” bileşenlerinde değişim yapabilmeliydi. İşte bu beş yılda, yani düşürülen faizle yükseltilen faiz arasındaki dönemde Türkiye’de büyük hacimli bir servet transferi yaşandı.
Erdoğan’ın 10 Temmuz 2018 günü yayımladığı 3 sayılı cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle Merkez Bankası üzerinden başlatılan dönüşümün faturası şu: Türk Lirası, dolar karşısında beş yılda yüzde 518 değer kaybetti. 24 Haziran 2018’de 5.71 TL olan dolar bugün 28 liranın üstünde. İşte bu fark üzerinden servet transferleri yaşandı. Neoliberalizmin kaçınılmaz sonucu ortaya çıktı: Zenginler daha da zenginleşti, yoksullar daha da yoksullaştı.
Mesele budur; nas ekonomisi propagandası, “faiz sebep, enflasyon sonuç” denklemi, halka “başekonomistim” güvencesi verilmesi gibi “iktisadi olmayan” konular, asıl meselenin örtüleridir...
ERDOĞAN’IN ANTİTEZİ
Piyasanın liberalliğinin Batı’da bile eleştirildiği şartlarda, piyasayı “en liberal” hale getiren Erdoğan rejimi yıktı, hacimli bir servet transferi sağladı ama henüz inşasına başladığı rejimi tam olarak oluşturamadı. Yeni anayasa hedefli politikalar elbette inşa sürecini geliştirmek için...
Dolayısıyla muhalefetin meseleye bir bütün halinde ve stratejik düzlemde bakması gerekiyor. Çünkü Erdoğan’ı yenebilmenin yolu, Erdoğan’la “liberal piyasa” yarışına girmekten değil, “liberal piyasaya” karşı kamuculuğu savunabilmekten geçiyor.
(CUMHURİYET)