Unutmayın (Barış Pehlivan)
Kayseri’de, 1996’nın bir bahar gününde doğdu. Annesi ve babası memurdu, şehir şehir dolaştı onlarla. İç Anadolu’da ve Ege’de büyüdü...
Ailesi beş vakit namazını hiç aksatmayan, seküler milliyetçi bir yaşam tarzını benimsemişti. Önce onlardan etkilendi, İslamı öğrendi. Hep çok okuyor, hep öğrenmek istiyor, hep keşfediyordu. Lise hayatının ilk zamanlarında Nihal Atsız’ın kitaplarını hatmetti. Öyle ki Aydın’da Ülkü Ocakları’nda Atsız üzerine seminerler dahi verdi.
Daha sonra Söke’de arkadaşlarıyla bir kitapçıyı mesken tuttu. Orada bir yandan bağımsız Avrupa filmlerini izler, diğer yandan kitaplar üzerine sohbet ederlerdi. O yıllarda milliyetçi damarının yanına sol düşünceyi de ekledi.
Ailesi tıpkı ağabeyi gibi hukuk okumasını istiyordu. Halbuki onun rüyası gazeteci olmaktı. Hayaline sarıldı, sıkı bir Fenerbahçeli olarak Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi’ne girdi. Orada Fransızca ile tanıştı.
Üniversitedeyken bu satırların yazarının ve Barış Terkoğlu’nun kapısını çaldı. Gazetecilik aşkıyla yanıyordu. Çok merak etti, çok sordu, çok çalıştı. Ağabeyi gibi avukat olmadı ama iyi bir adliye muhabiri olma yolunda koşuyordu. Türkiye’de bu alanın büyük bir bedeli vardı, onu biliyordu ama hiç pes etmedi. Asi karakterini ve inadını satırlarına yansıttı. “Evet, bu yol dikenli ve ateşli ama doğru” diyordu hep.
Furkan Karabay’ın 28 yıllık yaşamının bir özetini okudunuz. Altı yılda editörümken kardeşim, zor günlerin yoldaşı oldu. Ve şimdi de sadece gerçeğin önünde eğildiği için mahpus bir gazeteci.
O tutuklandığında babası şöyle dedi avukat ağabeyine: “Biz dik duracağız ki siz de dik duracaksınız.” Yıllardır ifşa ettiği çürümüşlüğün içine oğullarının da bir gün atılacağını bekliyorlardı. Lakin anne ve baba yüreği işte, gözyaşlarını da saklayamadılar.
Bakın...
Bu yazıda Furkan’ın bir gün dahi içeride kalmaması gerekirken tutuklanmasının ne kadar hukuksuz olduğunu anlatmayacağım. Furkan gibi bir gazetecinin, “terör örgütlerine hedef gösterme” gibi zül sayılacak bir ithamla cezaevine atılmasının ayıbını yazmayacağım.
Fakat onu sorgulayan savcının, şu cümleyi hiç de çekinmeden tutuklama gerekçesine yazmasını hatırlatacağım:
“İstanbul Anadolu Cumhuriyet Başsavcısı İsmail Uçar tarafından 05/09/2023 tarihinde HSK’ye gönderilen dilekçenin üzerinden dört aya yakın bir süre geçti ve gündemden kalktı.”
Yani...
Diyor ki bir cumhuriyet savcısı: “Ey gazeteci! Rüşvetmiş, para karşılığı uyuşturucu baronlarının cezaevinden çıkmasıymış, adaleti cüzdanına tahvil eden yargı mensuplarıymış... Kimse bunları hatırlatmazken sana ne oluyor? Unut bunları, yoksa tutuklanırsın!”
Bu da bize, bu satırları okuyan herkese dert olsun. Unutmayın e mi?
/././
2023 yılından cepte kalanlar (Barış Terkoğlu)
Koca yıl bitti. Bugün yeni yılın ilk günü. Tahmin ediyorum, pek de yazı okumaya niyetiniz yok. Ama durun, 1 Ocak, 31 Aralık’ın ertesi, 2 Ocak’tan önceki gün sadece. Yani hayat devam ediyor.
Hani yılsonunda geçen yıldan artanlar toplanır ya... Sizin için cebimde kalanları bir araya getirdim.
KAZA MI CİNAYET Mİ
İçimizde yaradır. Somali cumhurbaşkanının oğlu Muhammet Hasan Şeyh Mahmut, motosikletli kurye Yunus Emre Göçer’e çarpıp öldürdü. Sonra da yargı marifetiyle elini kolunu sallayarak kaçıp gitti. Pek de sorgulamadık. Diplomatik bir aracı neden cumhurbaşkanının oğlu kullanıyor? Böyle “baba malı”na dönmüş kaç diplomatik araç var? Neyse Afrika’da olsa sorardık, burası Türkiye!
Asıl dikkat çeken ise Şeyh Mahmut’un görüntülerde adeta hedef alır gibi kuryeye çarpması. Biraz üstüne düşünce ilginç bir bilgiyle karşılaştım. Bu, Şeyh Mahmut’un ilk trafik hadisesi değildi. Daha önce, İstanbul Ataşehir’de, L.A. isimli bir kadınla tartışmış, ardından takip edip trafikte sıkıştırmıştı. L.A. yaşadıklarını dün gibi hatırlıyordu.
Keşke kurye Göçer ile Şeyh Mahmut arasında olay anından önce bir trafik tartışması olmuş mu bakılsa diye düşündüm. Kamera kayıtlarının geriye doğru taranmasıyla bu olay açıklığa kavuşabilirdi. Dosyayı bilenlerden öğrendim ki maalesef böyle bir araştırma yapılmamış. Olay bu açıdan sorgulanmamış. Böyle bir araştırma belki de kaza sandığımızın bir cinayet olduğunu açığa çıkarabilir.
ARAP EMPERYALİZMİNİN BEDELİ
Adeta bir yılbaşı armağanı oldu. Galatasaray ve Fenerbahçe hem Suudilere hem de AKP iktidarına onur dersi verdi. Öyle ya Türkiye 80 senedir Amerikan emperyalizmini tartışıyor. Fakat aklımız almasa da bir Arap emperyalizmiyle de karşı karşıyayız. Limanların, otellerin, bankaların, enerji varlığının Arap sermayesine satılması yetmedi; kültür, dil, nüfus hatta dış politika Arap emperyalizminin tahakkümü altında. Üstelik bunlar sözde milliyetçi iktidarın kanatları altında yaşanıyor.
Gelelim futbola...
Kupa maçından beş gün önce ligde Fenerbahçe ile Galatasaray karşı karşıya gelmişti. Fenerbahçe ceza sahası içinde Icardi’ye yapılan hareket maçın önüne geçmişti. Maçı canlı yayımlayan BeIN Sport tartışılan pozisyonu yayımlamayı bir türlü beceremedi. Güntekin Onay ve Musa Çözen gibi tecrübeli isimler, laf arasında olayı yönetmenin yabancı olmasıyla açıkladı.
Malum Türkiye liglerinin yayın hakları da Katarlı kuruluşa satıldı. Bir zamanlar yayın hakkı için 500 milyon dolarların verildiği Türk liginin değeri günden güne düştü. TFF başkanı “2 yıllığına 2 milyar 200 milyon Türk Lirası’na anlaştık” diye açıkladı komik rakamı.
Meğer dünyada pek çok ülkede yayın yapan BeIN için Türk ligi önemini yitirmiş. Teşbihte hata olmaz, Türkiye’deki kurum, üst liglere geçmek için tecrübe kazanma alanı olmuş. Nitekim Fenerbahçe-Galatasaray maçının yönetmeni de Katarlı imiş. Türk liglerini tanımayan H. ismindeki yönetmen, kritik pozisyonu yayına aktarmaya gerek görmemiş. Haliyle günlerce konuşulan pozisyon canlı yayında atlanmış.
Mayıs seçimlerinde muhalefetin vaatlerinden biri lig maçlarını TRT’nin satın alması ve herkese açık kanaldan yayımlamasıydı. Seçim sonuçlarını bir de penaltı pozisyonuyla okumak lazım belki de...
SAVCIDAN DİLAN POLAT MESAJI
Size çok kez o savcıdan bahsettim. İstanbul Adliyesi’nde birçok kritik dosyalara bakıyordu. Gelgelelim başsavcı ile karşı karşıya geldi. Hakkında soruşturma açıldı. HSK’ye zehir zemberek bir dilekçe yazdı. Çağlayan Adliyesi‘nde, hatırlı kişilerin, FETÖ‘den casusluk soruşturmalarına kadar nasıl kurtarıldığını ifşa etti. Sonra Anadolu Adliyesi’ne sürüldü. Kamuoyu onu bu kez Dilan Polat dosyasıyla tanıdı. Derken oradan da ikinci kez Erzurum’a sürüldü. İtiraz etti, reddedildi. Savcı Gökalp Kökçü’den söz ediyorum. Meğer Gökalp Kökçü itiraz dilekçesinde ilginç şekilde Dilan Polat ve Adnan Oktar mesajı vermiş. O mesaj, dilekçesinde şöyle yer almış:
“Kamuoyunda fenomenler olarak bilinen Dilan ve Engin Polat soruşturmaları ile şike ve örgütlü yasadışı bahis gibi kamuoyunun gündeminde olan ve dikkatle takip etmekte olduğu soruşturmaları da yürütmekteyim. Bu soruşturmalar devam ederken kararname kapsamında başka bir ile atamam yapılarak soruşturmalardan uzaklaştırılmamın kamuoyunda olumsuz bir algıya neden olduğu medyada çıkan haberlerden de anlaşılmaktadır.
Adnan Hoca suç örgütü davasının İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi’nde istinaf incelemesi sırasında beraat ve tahliye kararı veren heyet ile bu kararda iltisakları olduğu düşünülen başsavcı vekili hakkında HSK tarafından bitirilen soruşturma sonucunda yargılama izni verilmişken, bu yargı görevlilerinin İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi ve İstanbul Anadolu Cumhuriyet Başsavcılığı’ndan Bakırköy Adliyesi’ne 21 Aralık 2023 tarihli kararname ile atanmalarına karar verilmiştir.
Hal böyle iken benim hakkımda devam eden bir soruşturma gerekçesi ile İstanbul Anadolu Cumhuriyet Başsavcılığı’ndan Erzurum Bölge Adliye Mahkemesi Cumhuriyet Savcılığı’na yapılan atama kararı sırf bu nedenle bile hakkaniyete, hukuka, eşitlik ilkesine aykırı ve haksız bir karardır.”
SOYLU’YA ŞİKÂYET
Bu arada aynı savcı ile ilgili bir detaya daha ulaştım. Savcı Kökçü’nün İstanbul başsavcısı ile arasının bozulmasını başlatan olay, hakkında FETÖ soruşturması yürüttüğü M.A. isimli bir işadamıydı. Anlattığına göre Kökçü’den bu dosyayı kapatması istenmiş, o ise itiraz etmişti.
Adliyede konuşulanlara göre bir vali ve bir Emniyet müdür yardımcısı, M.A’yı alarak HSK’deki etkili bir isme götürmüş. M.A., savcı Kökçü’yü HSK’deki kritik isme şikâyet etmiş.
Olayı haber alan Savcı Kökçü, dönemin İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’ya, bir aracı vasıtasıyla adamlarını yani Emniyet müdür yardımcısını ve valiyi şikâyet etmiş.
Kısacası yargıdaki kavga, devletin zirvesine kadar taşınmış. Bugünkü görevden almalar da “İstanbul Grubu”na yakınlığıyla bilinen, Umre ziyaretini Süper Kupa finaline denk getiren o HSK üyesinin eseriymiş.
Yazdım ama cepte daha çok şey kaldı. Mutlu bir yıl olsun da... Yazı nasıl olsa yazılır.
/././
Sanat ve kitch: ‘Kızıl Goncalar’ (Ergin Yıldızoğlu)
“Kızıl Goncalar” dizisi siyasal İslamın kültür endüstrisinin, ideolojik aygıtlarının (tarikatların) sert saldırılarına hedef oldu. Rejimin sansür aygıtı da “gerekeni” yaparak ceza yağdırdı.
DİZİDEKİ İKİ DİNAMİK
Dizinin iki bölümünü dikkatle izledim; sinematografisine, aktörlerin performansına yönelik bir eleştirim yok. Diğer taraftan, dizinin biri gerçek sanata doğru, diğeri de sıradanlığa (kitch) doğru çeken iki dinamiği birden taşıdığını düşündüm.
Kapitalizmde, gerçek sanat yapıtı, salt estetik bir nesne olmaktan öte, bir “gerçeği” ifade eder, var “olanın” ortaya çıkabilmesine (duyumsanabilir olabilmesine) aracı olur. Sanat “üzerini açmaya” ve “yeni” olana ilişkindir; bu özelliği ile de siyasi düzenin/iktidarın dayattığı/dayandığı, “sanat olarak duyumsanabilir olana ilişkin sınırları” deler, ötesindeki olasılıklara işaret eder. Sanat, artık salt bir estetik nesne olmanın ötesinde, özgürlüğe ilişkin bir felsefi yapıttır. İkinci dinamikte yapıt, salt estetik düzeyde kalmakla, toplumdaki beğenilerin ortak noktasındaki biçimleri yöneterek popüler, bir meta olmakla yetinir. Rejimin siyaset, kültür alanından gelen tepkisinin birinci dinamiği hedef aldığını, o dinamiği daha da güçlendirdiğini düşünüyorum.
İKTİDAR VE SANAT
İktidar sadece politik veya ekonomik yollarla kullanılmaz; kültür çok önemli, yapısal bir rol oynar. Egemen sınıf, toplumsal normları, değerleri çıkarlarıyla uyumlu bir şekilde şekillendirmeye çalışır. Bu, medya kontrolü, eğitim politikaları, diğer kültürel kurumlar aracılığıyla, genellikle egemen sınıfı gizleyerek yapılır.
Gizli etki fikri, elit ağlar kavramına da uzanır. Bu ağlar kapalı kapılar ardında çalışır, işbirliğine, karşılıklı yardımlaşmaya izin vererek, halk tarafından hemen görülemeyen işler yapabilir. Gizli bir şekilde hareket etmek, iktidardakileri kamu denetiminden korur. Böylece onlar da algıları yönetebilir, olumlu bir imajı sürdürebilirler. Şeffaf bir sistem, hesap verebilirlik bilinçli karar verme için önemlidir. Güç sahipleri, böyle bir şeffaflığa izin vermek istemezler.
Egemen sınıflar halkın gözünden uzak durarak, eleştirilerden, hesap verebilirlik gibi sorunlardan kaçınabilirler. Bu kaçınma, aracılar kullanmaktan, bilgiyi aktif olarak bastırmaya ve kamusal söylemi kontrol etmeye, yasaklamaya, susturmaya kadar birçok biçim alabilir. Gerçek güç simsarları, iktidarın iplerini elinde tutanlar, karanlıkta kalmak isterler. Bilinmezlik, görünmezlik, etkili bir kontrol aracıdır. Sanat yapıtı estetik bir nesne olmaktan öte, bu karanlıkta kalmaya çalışanları, aydınlatarak görünür kılar.
“Kızıl Goncalar”ın sanat dinamiği işte bu karanlıkta kalan iktidar ilişkileri üzerine tuttuğu ışıkla ilgilidir. Peki bu ışığın altında neler gördük? Kendi iktidarını koruyan değerleri, milli değerler olarak dayatmaya çalışan, gerçekteyse halkın konuştuğu Türkçeden farklı bir dil, başka bir milletin dili ile konuşan seçkinleri, farklı giysi, davranış tarzını benimseyen, katı bir feodal, ama ticaretle iç içe geçmiş hiyerarşi, “kulluk” ilişkisi içinde yaşayan, kadınların, çocukların haklarını özgürlüklerini, otonomilerini yok sayan bir mikro iktidar (siyasi, cinsel ve ekonomik) ağını izledik. Bu mikro iktidarın, hastane, karakol, yargı gibi devlet kurumlarını etkileyerek yönlendirebilen bir gücü olduğunu gördük.
İkinci dinamik ise tam anlamıyla “kitch” bir fanteziydi: Rejimin, bu mikro iktidar odaklarının yapısal özelliklerini görmezden gelerek bir “orta” yol bulma arzusu. Ancak seküler kesimin insanları kısır, fanatik, sevgisiz, histerik, hatta hırsız (çocuk ve para) olarak betimlendikten sonra (tüm olumlu karakterler tarikat tarafındaydı), bu “orta yol” siyasal İslamın yaşam alanında, imam hatipte şekilleniyordu. Bu arzunun, Fethullah hareketinin ve liberal entelijensiyanın “Birbirimizi anlayalım, dinleyelim”, fantezisinde olduğu gibi bir hegemonya sürecini, iktidar ilişkilerini gizleyerek yeniden üretmekten başka bir işlevi yok. Ancak dizinin, şimdilik önemli yanı bu değil, sanat dinamiğiydi. Bu dinamik de “hak ettiği tepkiyi” çekti.
Şimdi, merak ediyorum: Eğer dizi devam ederse yapımcılar, baskılar karşısında, diziye özgünlüğünü veren bu iki dinamik arasındaki diyalektiği acaba ne yönde ilerletecek?
/././
Öğrenmenin yaşı yok! (Işıl Özgentürk)
Sevgili okurlarım hepimiz cuma akşamı bir mucizeye tanık olduk. Ve tüm dünyaya anlamlı bir gol attık. Huyum kurusun mucizenin tadını çıkarırken gene aklıma geçirdiğimiz yılın olumsuz gündemi geliyor. Ne yıldı ama! Binlerce kişinin öldüğü depremler, fütursuzca ilerleyen, artık zaferini her an yaptığı icraatlarla gösteren şeriat... Eyvah bir başlarsam duramam. İçinizden “Yani bir gün olsun mutlu olalım” diye geçirdiğinizi biliyorum. Eh ben de sadist değilim. Öyleyse kahvenizden bir yudum alın ve benimle birlikte ülkemizin sınırdaki kenti Kırklareli’ne gidelim.
Ülkenin her yerine gittiğimi sık sık söyleyen ben, ne yazık ki Bulgar sınırının 40 kilometre berisindeki bu kente ilk kez gittim. Kenti Atatürk 93 yıl önce ziyaret etmiş. Bu nedenle üç gün süren açık oturumlar yapılıyor ve kent çoluğuyla çocuğuyla bu üç günde Atatürk ve Cumhuriyetin değerlerini en yetkili kişilerden öğreniyor. Bu arada kent insanları Selanik’teki Atatürk evini kendi kentlerinde de yapmak istemişler. Ve eski bir bina restore edilerek Atatürk evi yapılmış. Selanik’teki Atatürk evi boşaltılıp içindeki objeler, kitaplar, belgeler ülkemize getirildiği için devlete başvurup bu obje ve belgeleri istemişler ama hâlâ verilmemiş.
Kırklareli’ne girer girmez dikkatimi ilk çeken şey, her dükkânda, kahvede, her mekânda, mutlaka bir Atatürk fotoğrafının olmasıydı. Bu öyle hoşuma gitti ki başladım dükkânlara, lokantalara girip çıkmaya, inatla bir Atatürk fotoğrafı arıyorum. Çoğunuz bilirsiniz Bulgaristan bağımsızlığını kazandıktan sonra Atatürk Bulgaristan’a Sofya ataşemiliteri olarak atanır. Gün olur Bulgarlar kendileri için özel bir günü kutlamaya karar verirler ve bütün ülkelerin elçilerini davet ederler. Atatürk hazırlıklıdır. İstanbul’dan bir yeniçeri kıyafeti getirtip onu giyer. Kılıcını da kuşağına takar. Davete de özellikle biraz geç gider ve salona o kıyafetlerle sakince giriverir. Tabii bütün gözler üstünde. Herkes şaşırır çünkü o zaman henüz Mustafa Kemal!
Neyse o fotoğrafı bulamadım. Az sonra iktisatçı yazar Dr. Serdar Şahinkaya ve bir Cumhuriyet aktivisti, tiyatro yönetmeni, yazar Haluk Işık’la bizi salonda bekleyenlerle erken Cumhuriyetin iktisat politikalarını ve Cumhuriyetin kadınlarını konuşacağız. Bu oturumda Kırklareli Belediye Başkanı Mehmet Kesimoğlu da bizimle olacaktı ama hepiniz biliyorsunuz bu aralar belediye başkanları sürekli Ankara’ya çağrılıyor, malum seçimler. “Sizler benim açığımı fazlasıyla doldurursunuz” diye selamını gönderdi.
Salona girer girmez ben yaşlarda, o andaki karışıklık nedeniyle adını defterime yazamadığım, beni bağışlasın bir beyefendi hemen yanıma geldi, “İki saattir sizi bekliyorum” dedi: “Bizim belediye çalışanları her gün 50 Cumhuriyet gazetesini belediyenin önüne bırakırlar ve biz müdavimler satır satır gazeteyi okuruz. Bu nedenle Cumhuriyet’ten kim gelse başımız üstünedir.” Tabii ben biraz utandım çünkü adeta yazılarımı ezbere biliyordu. Bu arada dışarı çıkıp son kez sarma sigaramı içerken orta yaşlı bir kadın arkadaş elinde küçük bir paketle beni bekliyordu. Sigarayı aceleyle söndürüp kadın arkadaşa, “Buyurun” dedim. O elindeki paketi uzattı ve paketin içinde kendi yaptığı kolyeler, broşlar vardı. “Biliyorum, takı takmayı çok seviyorsunuz.” Ben iyice utandım.
Neyse oturum başladı. Dr. Serdar Şahinkaya internet üzerinden Ankara’dan bağlanıyor. İyi ki davet edilmişim iyi ki Serdar Hoca Cumhuriyetin erken dönem iktisat politikaları üstüne değerli çalışmalar yapmış. Hayran hayran dinliyorum. İzmir İktisat Kongresi’nde ülkenin her yerinden gelen 1135 delege günlerce ülkenin nasıl bir yöntemle kalkınacağını konuşmuşlar. 1135 delege arasında işçiler, köylüler, kalkınmaya yürekten bağlı iş insanları ve kadın işçiler var. Lenin tarafından gönderilen Rus Büyükelçisi Aralov da ülkesindeki kolhozlardan söz ediyor, örnekler veriyor. Kamunun ağırlıklı olduğu, planlı programlı bir kalkınma herkes tarafından kabul ediliyor. Gerçekten bilmiyordum kongrede tartışılanları dinledikçe nutkum tutuldu. Neyse öğrenmenin yaşı yok.
Ben Cumhuriyet kadınlarından söz ediyorum, ilk arkeologlarımızdan Halet Çambel’in siyah peleriniyle bakan odasının kapısında yattığını ve bakanın mecburen onu kabul ettiğini söylüyorum. Bugün Arslantepe varsa Halet Hanım’ın bakanın odasının kapısında yatmasına borçluyuz! Tek istediği yapılmasına karar verilen barajın on kilometre öteye alınması. Alınıyor da! Sonra 68 olaylarından söz ediyorum, kadın işçilerin o grev günlerinde talepleri: “Kreş istiyoruz! Emzirme izni istiyoruz!” Ankara’dan Serdar Bey bağlanıyor: “Bu istekler ilk kez İzmir İktisat Kongresi’nde kadınlar tarafından dile getirildi. Eşit işe eşit ücret, 8 saatlik çalışma, emzirme odaları.” İşte benim bu isteklerden de hiç haberim yoktu. Öğrenince acayip heyecanlandım. Ve şöyle dedim: “Bizim sokaklara döküldüğümüz, ‘Tam bağımsız Türkiye!’ diye haykırdığımız zamanlarda bize bunları anlatan kitaplar yoktu. Biz el yordamıyla yol alıyorduk. Şimdi geçmişimizi öğreneceğimiz pek çok çalışma var. Tembellik yapmayıp geçmişi öğrenmemiz gerek. Gelecek oradan başlıyor.”
Oturum uzayıp gidiyor. Oturumu yöneten Haluk Işık idareyi ele alıyor ve tadı damağımızda kalan söyleşimiz son buluyor. Doğru yemeğe. Açıkça söylemem gerek Kırklareli tam bir gurme kenti. Trakya meralarında otlayan koyunların eti başka bir şey.
Ah unutmadan yeni yılımız kutlu olsun. Ve umut gelip yeniden bizi bulsun!
AKP’nin ‘Yeni Türkiye’sinin üç özelliği (Mehmet Ali Güller)
AKP iktidarı, Türkiye’yi “Yeni Türkiye” diye niteleyerek kendinden öncesini “Eski Türkiye” diye kodluyor bildiğiniz gibi. Böylece hem kendi ideolojisine uygun inşa etmeye çalıştığı yapıyla önceki yapı arasına kalın bir set çekiyor hem de mevcutla mücadelesini “eskiyle mücadele” söylemi üzerinden kolaylaştırmaya çalışıyor.
İktidar bunu yaparken birincisi baskı uygulayarak egemen siyasal iklim oluşturmaya çalışıyor, buradan aldığı güçle ikincisi rejimi değişime zorluyor, üçüncüsü kurumları biçimlendiriyor, dördüncüsü toplumu dönüştürüyor. Bunlar çoğunlukla sıralı olarak değil, içe içe yürüyor.
AKP’nin dönüşümle biçimlendirdiği “Yeni Türkiye”nin önemli özellikleri var. Bugün bunlardan üçünü ele alacağız.
ERDOĞAN’IN ÖZGÜRLÜĞÜ
1) Yeni Türkiye’de Erdoğan’ın herkese hakaret etme “hakkı” var ama hiç kimsenin Erdoğan’ı eleştirme “özgürlüğü” yok. Erdoğan’ın ana muhalefet partisi liderine söylediği sözlerden başlayarak bir “liste” oluştursak köşenin boyutları yetmez.
Şu kadarını söyleyerek gelinen acı tabloyu resmetmiş olalım: Türkiye İşçi Partisi (TİP), üzerinde Erdoğan’ın fotoğrafının olduğu bir afiş hazırlamıştı. Afişte Erdoğan’ın kimi sözleri, konuşma balonu biçiminde ve tırnak içinde yer alıyordu. TİP, Erdoğan’ın kendi sözlerine yanıt olarak da afişin altına “küfretme, istifa et” yazmıştı.
Bu afiş nedeniyle TİP yetkililerine “Erdoğan’a hakaretten” soruşturma açılmış durumda! Mizah gibi: Erdoğan’ın kendi sözleri, Erdoğan’a hakaretin konusu yapılmış durumda!
ANAYASAYA DARBE
2) Yeni Türkiye’de alt mahkemeler, anayasaya aykırı olarak Anayasa Mahkemesi’nin fiilen üstünde artık. Erdoğan ise hepsinin üstünde elbette...
Bildiğiniz gibi Anayasa Mahkemesi iki kez Hatay Milletvekili Can Atalay’ın hak ihlali için karar aldı, karar Resmi Gazete’de yayımlandı ama alt mahkeme uygulamıyor. İktidar cephesinin MHP kolu Anayasa Mahkemesi’nin kapatılmasını savunurken AKP kolu ise bunu yeni bir anayasa yapabilmenin fırsatına çevirmeye çalışıyor.
Pratikte ise iktidar, anayasaya uymayarak ve anayasaya uyulmasını engelleyerek, fiilen anayasaya darbe yapmış durumda. Çünkü anayasanın 153. maddesi net: “Anayasa Mahkemesi kararları Resmi Gazete’de hemen yayımlanır ve yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzel kişileri bağlar.”
Bu arada mahkemeler arasındaki hiyerarşiye işaret ederken tablonun çok daha acı bir boyutuna da dikkat çekelim: Papazı hapisten çıkaran Biden ile gazeteciyi hapisten çıkaran Merkel de uygulamadaki sonuçları itibarıyla, hiyerarşinin en üstündedir!
MUHALİFE YASAK, MÜTTEFİKE SERBEST
3) Yeni Türkiye’de herhangi bir muhalif için dava ve hapis konusu olan sözler ve yorumlar, Cumhur İttifakı için serbesttir.
Pek çok muhalifin bağlamından koparılarak montajlanan sözlerinin nasıl kampanyalarla “teröre destek” haline getirilip hapislere dönüştürüldüğünü defalarca gördük.
Ama örneğin aynı zamanda terör örgütünün de siyasal hedefi olan özerklik ve federasyonun TBMM’de tartışılabilmesini savunabilen HÜDA PAR Genel Başkanı Zekeriya Yapıcıoğlu için çanlar hiç çalmadı!
YENİYİ RET, ESKİYİ AŞMA HEDEFİ
Özetle “Yeni Türkiye”, “Eski Türkiye”yi fazlasıyla aratıyor. İkinci yüzyılda, AKP’nin yenisini reddeden ama eskiyi de aşan bir cumhuriyet inşa etmek zorundayız.
2024 yılının, devrimci cumhuriyeti inşa etme yolunda daha kararlı mücadele ettiğimiz, karanlıktan aydınlığa çıkmaya başladığımız yıl olması dileğiyle, tüm Cumhuriyet okurlarının yeni yılını kutlarım.
Beklentilerin ussallığı (Öztin Akgüç)
Her yeni yıla iyimser beklentilerle, dileklerle girilir. Beklentilerin, ussal nedenlerin dayanakları, gerçekleştirilebilir olmaları, yıl içinde de beklentiye uygun önlemlerin alınması, davranışları gösterilmesi gerekir. Önemli olan bireylerin dilediği gibi mutlu olmalarının sağlanmasıdır. Daha iyi bir dünya, yaşam özlenir. Niyet etmek, dilemek, yakınmak, yakalamak, yeterli değildir; uygulamak, gerçekleştirmek gerekir. Uygulanmayan, gerçekleştirilemeyen niyetler, iyi niyet olarak kalır, sonuç alınmaz.
Orta vadeli programı (OVP) ekonomik açıdan bir niyet belgesi olarak alabiliriz. Sık revize edilmekle beraber OVP, 2024 yılı için yüzde 4.0 büyüme; gayrisafi yurtiçi hasılanın (GSYH-GDP) trilyon doları aşarak 1.119 milyar dolara, kişi başına gelirin de 12.875 dolara yükselmesini cari işlemler açığının 34.7 milyar dolara, TÜFE artış hızının da yüzde 65’ten yüzde 33’e gerilemesini hedeflemiştir. Beklentilerin, hedeflerin, güvenilir sağgörülü dayanakları “niçin, neden” sorularına kuşku duyulmayacak yanıtları olmalıdır. Hangi önlemler alındı, politikalar izleniyor da açıklanan hedefler gerçekleşsin?
Görünürde alınan önlemler, zam ve TCMB’nin politika faizini artırmasıdır. İç talep kısılarak, enflasyon hızının yavaşlaması, cari işlemler açığının daralması, yurtiçi özel tasarrufların artışı öngörülüyor.
TCMB’nin politika faizini yükseltmesi, politika faizi ile piyasa faizi arasındaki aralığı daraltması; kuşkusuz enflasyonu hızlandırır, ulusal paranın değerini yitirmesine yol açar. Yine de cari işlemler açığı büyürken dokuz kez politika faizini indirmeye göre ussaldır. AKP, tüm uyarılara karşın bilimi bırakıp enflasyonist ortamda faiz indirimi, KKM oluşturma, rezerv satışı gibi akıldışı uygulamalarla, enflasyonu azdırmış, bütçe ve cari işlemler açıklarını büyütmüştür.
Politika faizi yükseltilerek, piyasa faizi için hedef haline getirilirken, yurtiçi tasarrufların artması, yurtdışına sermaye çıkışının frenlenmesi, birikimlerin yabancı para varlıklarından ulusal para varlıklarına yönelinmesi, yurtdışından sermaye girişinin özendirilmesi amaçlanır. Bu sonuçların sağlanabilmesi için yalnız faizi yükseltmek yeterli değildir: “Faizi yükselt, iç denge, ulusal parayı devalüe et dış denge sağlansın.” Ekonomik olaylar, ilişkiler bu denli yalın değildir.
Sorunun üretim verimlilik kaynaklarının etkin kullanılması yönü vardır. Etkili önlem, üretim, verimlilik artışı sağlanmasıdır. Parası konvertibl, uluslararası finansal piyasalarda geçerli olmayan ülkelerde cari işlemler açığı başarım ölçüsünün göstergesidir.
Cari işlemler açığı, en azından üretimden daha fazla tüketildiğini, ithalat kadar ihracat yapılamadığını yatırım-tasarruf açığı finansmanı dış kaynak, ağırlıklı olarak dış borç gerektirir. Dış açık, ulusal paranın değeri korunamadığından, devalüasyon-enflasyon geçişkenliğine, sarmalına yol açar.
Türkiye, 24 Ocak ekonomik kararları, Özal, koalisyon hükümetleri, AKP yönetimiyle yanlış yollara sürüklenmiş, özelleştirme, özel kesim teşviki, ihracat artışı ile kalkınma gibi dış ve iç telkinlerin, etkisi altında bulmuştur. Ülkenin “dış ticaret hacmi (ithalat+ihracat)/GSYH” oranı yüzde 57.2 gibi kritik düzeye yükselmiş, ülke dışa bağımlı hale gelmiştir. Çözüm, iç üretimi verimlilikle birlikte artırarak dışa bağımlılığı azaltmaktır. 2024 yılında cari işlemler açığının yaklaşık yıllık 50 milyar dolardan 34.7 milyon dolara gerilemesi hedeflenmiş ancak dayanağı açıklanmamıştır.
Günümüzün tartışmalarına, övgü ve övünmelerine bakıldığında beklentilerin ve niyetlerin ussal dayanağı olmalı; sağgörü ve sağduyu süzgecinden geçirilmelidir.
/././
Umutcan, Gece ve insanlığın yüzkaraları (Zülal Kalkandelen)
Yılbaşından iki gece önce Şanlıurfa-Mardin yolu üzerinde tecavüz edilmiş bir sıpa bulundu. Her yeri dikenli otlarla kaplı olan beş aylık sıpa, uğradığı şiddet yüzünden anüsü parçalanmış, ayağa kalkamaz ve yemek yiyemez haldeydi. Yaşadığı stres ve korku, insanlardan kaçırdığı bakışlarına yansıyordu.
Semra Küçük adlı öğretmenin sosyal medya aracılığıyla benden yardım istemesiyle olaydan haberim oldu. Aynı okulda çalıştığı arkadaşı Hanife Tuğba Tiryaki adlı öğretmen bulmuş sıpayı...
Bir gönüllünün yardımıyla Şanlıurfa Büyükşehir Belediyesi’nin ambulansı ayarlanmış, belediye aranmıştı ama kentte özel klinikler bu hayvanlara bakmadığından benden sıpanın bir an evvel tedavi için daha donanımlı ve güvenli bir yere alınmasını istiyorlardı.
ŞİDDET MAĞDURU İKİ HAYVAN BİRBİRİNE SARILDI
Gece boyunca, sıpaya gereken özeni gösterebilecek derneklerin işlettiği barınaklarla temas kurdum. Harran Üniversitesi Veterinerlik Fakültesi’ndeki ilk tedaviden sonra yola çıkabileceği söylenince, yılbaşından bir gün önce hafta sonu olmasına karşın, Şanlıurfa Büyükşehir Belediyesi’nden daire başkanı Remzi Sonekinci’ye ulaştım.
Sağlanan destek sayesinde sıpayı ambulansa koyup bulabildiğimiz en yakındaki yer olan Haydiko’nun (Hayvanları Doğayı ve İnsanları Koruma ve Yaşatma Derneği) Artvin’de kurduğu Mucizeler Diyarı’na gönderdik. Sıpaya bütün gece sıcak bir ortam yaratıp yiyecek veren ambulans şoförü Emin Kırmızı, onca yolu katederek gece yarısı 1’de yani yılbaşı günü Artvin’e ulaştı.
Haydiko Derneği Yönetim Kurulu üyesi Yasemin Yılmaz, beş aylık sıpanın isim annesi olmamı isteyince adını Umutcan koydum. Bedeninde yüksek oranda enfeksiyon olduğu ve gördüğü şiddetin sonucunda kalçasında hasar oluştuğu bildirildi ama bu masum canın iyileşip yaşama sarılacağını umut ediyorum.
Çünkü Umutcan, tedavisinin sürdüğü Mucizeler Diyarı’nda, ihtiyacı olan sıcaklığı bir başka şiddet mağdurunda buldu. Uğradığı şiddet yüzünden çenesi, leğen kemiği ve bacağı kırılan Gece adlı köpek ile birbirlerine sokulup iyileşmeye çalışıyorlar...
HAYVANLARA YÖNELİK ŞİDDET, İNSANLIĞIN UTANCI...
TBMM’deki yasa çalışmaları sırasında AKP Grup Başkanvekili Özlem Zengin’e, “Hayvana karşı şiddet ve tecavüz cezasız kalamaz, ceza para cezasına çevrilmemeli, ertelemesiz hapis cezası olmalı” dediğimde bana, “Hiçbir yasa şiddeti önlemez” diye karşılık vermişti. Hayvana şiddet uygulayanlara verilen cezanın üst sınırı üç yıl olarak belirlendiğinden, CMUK’ye göre bu suçu işleyenler çoğu durumda elini kolunu sallayarak toplum içinde gezmeye devam ediyor.
Hayvanlara tecavüzün Anadolu’da yaygın olduğu, bu suçu işleyenlerin hapse atılması söz konusu olursa cezaevlerinde yer kalmayacağını söyleyenlerle bir arada yaşıyoruz. Bunları duyduğumda hissettiğim tiksinti ve öfkeyi yeniden hissederek girdim yeni yıla...
Türkiye’de ve dünyada şiddet ve tecavüz mağduru nice hayvan var. Bu insanlığın utancı!
Ama aynı zamanda, Umutcan ve Gece’ye yardım edilmesi için çaba harcayan ve onu yalnız bırakmayan iyi ve onurlu insanların da olduğunu biliyor ve Umutcan’ın Gece’ye sarıldığı gibi ben de bu umuda sarılıyorum.