Büyük çıkmaz (Ali Sirmen)
Böyle bir önerinin ortaya atılmasıyla bomba düşmüş gibi olacağını, toplumun şimdiye kadar görmediği bir şokla karşılaşacağını düşünmüştüm. Kolay değil, Türkiye Cumhuriyeti’nin temelleri sarsılıyordu. Cumhuriyetin temeli laiklik olduğuna ve bu niteliğin değişmesinin teklif dahi edilmesi mümkün olmadığına göre, hilafet isteğinin Cumhuriyete karşı eylemli bir kalkışma olduğunu söyleyebiliriz.
Ve bazılarına göre bu olmuştur.
Şimdi ne olacak? Cumhuriyet savcılarının yetkili makamlarının harekete geçmeleri gerekmiyor mu?
Öte yandan cebir ve şiddete başvurmadan hilafet istemek düşünce özgürlüğünün bir parçası mı?
***
Ülkemizde hilafet isteğinin dile getirilmesi ve anayasanın, devletin gücünü nasılsa ele geçirmiş bir iktidar tarafından uygulanmaması, askıya alınması, bir darbe için zorunlu olan cebir ve şiddet unsurunu kendiliğinden yaratmış olmuyor mu? Durumun ciddiyeti de tartışmayı bir numaralı gündem haline getirmektedir.
Kamuoyunun bu konuda ciddi kuşkuları vardır. Aynı zamanda bugün işbaşında olan iktidarın bir zamanlar laiklik karşıtı faaliyetlerin odağı haline geldiği, bizzat Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) kararıyla sabit olmuştur. Olaya bu açıdan bakınca laikliğin ciddi bir tehdit altında olduğu ve bu olgu karşısında iktidarın üzerine düşeni yapmadığı kaygısının yoğunlaşmasını garip görmemek lazım.
Durumun şakaya gelir bir yanı yok.
Herkes hilafet isteğine kulak vermeli, ne olduğumuza iyi bakmalıdır. Türkiye’de sivil ve askeri kadroların, milli eğitimin, devlet aygıtının tarikat ve cemaatlerin kuşatması altında olduğu artık herkesin malumu. Devletin milli eğitim bakanı, “sivil toplum kuruluşu” olarak gördüklerini söylediği tarikat ve cemaatlerle işbirliği halinde devletin kadrolarının talan edilmesi olgusunun süreceğini açıklamıştır. Bu sırada AYM’nin anayasa gereği herkesin uyması gereken kararları çiğnenmektedir.
Ortada çiğnenmiş bir AYM kararı mevcuttur. Bu fiilin bir yargı organı tarafından (Yargıtay) işlenmesi kimseyi yanıltmamalıdır. Hiçbir güç, anayasadan almadığı yetkiye dayanarak eylemde bulunamaz.
***
Anayasanın Yargıtay’a tanıdığı yargı ile ilgili yetkiler bellidir. Bunlar arasında, AYM kararlarının tartışılması, onanması yoktur. Yargıtay’ın AYM’nin kararını tanımamak gibi bir yetkisi yoktur!
İktidar da muhalefet de birbirlerini bu durumda anayasayı ihlal suçlar işlemekle suçlamaktadırlar.
İşin ilginci iki yüksek yargı kurumu birbirlerini de aynı suçla suçlamaktadırlar. Bu durumda kimin suç işlediği nasıl belli olacaktır? Buna kim karar verecektir? Görülüyor ki durum çok vahim boyutlara varabilecektir.
İktidar ve muhalefetin karşılıklı suçlamaları olayın geçiştirilmesine imkân vermemekte.
Kuruluşunun 100. yıldönümünde Cumhuriyet böylesine büyük bir çıkmazla karşı karşıyadır.
/././
6 maddede rejim krizi (Mehmet Ali Güller)
Anayasa Mahkemesi, Hatay milletvekili Can Atalay’ın hak ihlali başvurusunu inceledi ve ikinci kez ihlal kararı verdi. Yargıtay 3. Ceza Dairesi de ikinci kez Anayasa Mahkemesi kararına “uyulmaması” kararı verdi. Dahası, Yargıtay 3. Ceza Dairesi, Anayasa Mahkemesi’nin kararının “hukuki değeri olmadığını” ileri sürdü.
Bu bir hukuk krizinden öte, bir rejim krizidir. Çünkü:
ANAYASAYA DARBE
1) Yargıtay 3. Ceza Dairesi, bu tutumuyla anayasanın 153. ve 158. maddelerini yok saymış oldu.
Anayasanın 153. maddesine göre “Anayasa Mahkemesi’nin kararları kesindir” ve “Anayasa Mahkemesi kararları Resmi Gazete’de hemen yayımlanır ve yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzelkişileri bağlar”.
Yine anayasanın 158. maddesine göre “Diğer mahkemelerle, Anayasa Mahkemesi arasındaki görev uyuşmazlıklarında, Anayasa Mahkemesi’nin kararı esas alınır”.
Yargıtay 3. Ceza Dairesi, iki maddeyi yok sayarak anayasayı da yok saymış oldu. Bu açıkça anayasaya darbedir!
SARAY’IN ÇIKARDIĞI KRİZ
2) Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin kararını “Karayılan ve diğer teröristlere TBMM yolunun açılmasını önlemek” diye savunması vahimdir. O zaman bu mantıkla, Yargıtay cumhuriyet başsavcısının “Öcalan’la yeniden müzakere edebilir” diyerek AKP hakkında kapatma davası açması gerekir!
3) Yargıtay Başkanı Mehmet Akarca, Anayasa Mahkemesi’nin Can Atalay hakkında verdiği ikinci ihlal kararını değerlendirirken şu yorumu yaptı: “Aşağı yukarı 5-6 yıldır süregelen bireysel başvuru yolunun incelenmesindeki yorum farklılığından ve anayasanın durumundan kaynaklanan ve ciddi anlamda derin görüş aykırılıklarımız olduğu bir gerçek.”
Mesele “derin görüş ayrılığının” ötesindedir. Sorun “yorum farkı” değil, “yorum farkını”, anayasayı ihlale gerekçe yapan “siyasi” tutumdadır.
4) Yargıtay 3. Ceza Dairesi anayasayı açıkça nasıl yok sayabilmektedir? Yargıtay Başkanı “görüş ayrılığını” anayasayı ihlale nasıl gerekçe yapabilmektedir? Kuşkusuz siyasi iradenin, yani Saray’ın açık desteğiyle...
SARAY’IN GEZİ’Yİ KRİMİNALİZE ETME HEDEFİ
Peki saray Can Atalay konusunun bu denli bir hukuk krizine dönüşmesini neden istiyor? Bundan ne çıkarı olacak?
5) Saray Gezi’yi, yani Haziran halk hareketini kriminalize etmek istiyor. Gezi’ye Türkiye çapında milyonlar katıldı ve 22 yılda AKP’nin en çok çekindiği olay bu oldu. Bu toprakların en önemli toplumsal direnişlerinden biri olan Gezi’yi “suç” gibi göstermeye çalışabilmek için Can Atalay başta Gezi tutuklularının içeride tutulması gerekiyor!
6) Saray’ın asıl hedefi ise bu krizden “yeni anayasa” çıkarmak! Nitekim Erdoğan krizin ilk bölümünde kendisini Anayasa Mahkemesi ile Yargıtay arasında “hakem” gibi konumlandırmış ve ardından da iktidar cephesi olarak hep bir ağızdan “çözüm yolunun yeni anayasa yapmaktan geçtiğini” savunmuştu.
YENİ REJİM İÇİN YENİ ANAYASA
AKP’nin anayasayla sorunu ilk değil. Erdoğan’ın anayasaya aykırı olarak üçüncü kez cumhurbaşkanı seçilmiş olması zaten anayasa kriziydi.
AKP 22 yılda anayasayı neredeyse baştan aşağı değiştirdi, idari sistemi yıktı, parlamenter sistem yerine uygulaması “tek adam rejimi” olan başkanlık sistemini getirdi.
Ancak Saray’ın hâlâ ulaşamadığı bir hedefi var: Rejimi yıktı ama yerine yenisini tam olarak inşa edemedi. İşte Erdoğan “yeni anayasa” ile inşa etmekte olduğu rejimine anayasallık kazandırmaya çalışıyor.
Dolayısıyla Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin anayasa maddelerini yok sayarak Anayasa Mahkemesi’nin kararına uymaması, bir hukuk krizinden öte, bir rejim krizidir.
Muhalefetin bu gerçeğe göre konumlanarak hareket etmesi gerekir.
/././
Kimler kimlerle beraber (Miyase İlknur)
Cumhurbaşkanı Erdoğan’la özdeşleşen ve daha çok seçim arifesinde kullandığı “Kimler kimlerle beraber” sözünü yine sıkça duyacağız anlaşılan.
Tabii Erdoğan, bu sözle milliyetçi-muhafazakâr tabanı konsolide ederken öte yandan Cumhur İttifakı içinde kimlerin kimlerle beraber olduğunu da bir güzel perdeliyor.
Eh “Baskın basanındır” demişler.
Seçim sathı mailine girdiğimizi anlamak için Reis’in kutuplaştırıcı diline bakmak yeterli. Ancak bu kutuplaşmayı sağlamak için bazı argümanlara ihtiyaç var. Bu argümanları kullanabilmek için de bazı operasyonel eylemlerin gerçekleşmesi şart.
AKP’yi iktidarda tutmaya yeminli iç ve dış güç odakları her seçim öncesinde eylem ve söylemleri ile Cumhur İttifakı’nın işine yarayacak malzemeyi vermekte pek cömertler.
Partilerin seçim kampanyaları başlamadan ilk gong sesi her defasında Kandil’den gelir. Ya kent merkezlerinde bombalı saldırı ya da güvenlik güçlerimize yönelik kanlı bir eyleme imza atarak seçim sathı mailine girildiğini haber verir. Bu gelenek yerel seçim öncesinde de bozulmadı. Irak’ın kuzeyinde Pençe-Kilit Harekâtı kapsamında faaliyet gösteren üs bölgesine saldıran terör örgütü PKK 12 askerimizi şehit etti.
Kış aylarında genelde eylem yapmayan ve eylem için baharı bekleyen terör örgütü PKK’nin bu kez konsept değişikliğine gitmesinin başlıca nedeninin yaklaşan yerel seçimler olduğuna kuşku yok.
Bundan önceki seçimlerde de kanlı eylemler hep seçim öncesine denk getirildi.
Şimdi Kandil’den ikinci adımın ne zaman geleceğini bekliyoruz. Bu adım tahmin edileceği gibi seçimlerde CHP adaylarına destek çağrısıdır.
Burada amaç muhalefetin desteklenmesi değil AKP’nin işine yarayacak propaganda malzemesini hazır hale getirmektir.
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de sanki Kandil’den destek isteyen varmış gibi sabah akşam Kılıçdaroğlu’na destek açıklaması yaparak Erdoğan’a çalıştıkları malum. Sadece onlar mı? FETÖ mensupları da aynı şeyi yaptı.
Bu çağrının Kılıçdaroğlu’na oy kaybettireceğini Kandil’in savaş baronları ile CIA çömezi FETÖ’cüler bilmiyor olabilir mi?
Ortadoğu’da karmaşık siyasi denklemlerin içerisinde yıllardır faaliyet gösteren başta ABD olmak üzere pek çok ülkeden destek gören Kandil yönetimi bunu elbette biliyor. Bile isteye yapıyor.
Kandil yönetimi bölgede ABD onayı olmadan bu tür eylemlere girişemez. ABD’nin çıkarları için AKP yönetimindeki bir Türkiye’den daha münasip bir müttefik olamaz.
MEZHEPÇİLİK, ÜMMETÇİLİK KARTI
AKP’ye seçim öncesi toplumu kutuplaştırmak için sadece milliyetçilik kartı yetmez. Dincilik, mezhepçilik, ümmetçilik kartına da ihtiyacı var. Ortadoğu denen bataklıkta malzeme bol nasıl olsa. Bir seçimde “Katil Sisi”, diğerinde “Zalim Eset” bir, başka seçimde Kudüs’teki Mescidi Aksa saldırısı, ötekinde Gazze katliamı bahane edilerek mitingler düzenlenir, bolca gözyaşı dökülür, tekbirler getirilir, muhalefet bir şey yapmamakla suçlanır... Malum iktidarda muhalefet var ya!
Bu sloganların, kelimei tevhit bayraklarının ve tekbir seslerinin bizim toplumumuzda çağrışımları çok da olumlu değil. Bu topraklarda nice katliamda bu sloganlar, bu tekbir sesleri duyuldu. Kelimei tevhit bayrakları birçoğumuza bizim ülkemizde de kitlesel katliamlar yapan ve askerlerimizi diri diri yakan IŞİD’i anımsatıyor ne yazık ki!
Al bir kutuplaşma malzemesi daha.
Koç Üniversitesi yurdunda oda arkadaşları tarafından Alevi ve Kürt olduğu için işkenceye maruz kaldığı iddiasıyla savcılığa suç duyurusunda bulunan öğrenci ve ona şiddet uygulayan oda arkadaşları üzerinden bir kamplaşma konusu daha gündeme oturdu.
Geçen seçimlerde LGBTİ+ kartı da hayli iş görmüştü. Soylu gidince bu defter kapandı sanmayın. Koç Üniversitesi yurdunda işkenceye maruz kalan öğrenciye hemen eşcinsellik yaftası yapıştırıldı, saldırgan Ülkücü tosuncuklar tarafından.
Kutuplardan kutup beğen ve sonra karşı grubu işaret ederek haykır:
“Görüyorsunuz değil mi kimler kimlerle beraber!”
/././
Devletin üç ayağı yaşananların farkında (Murat Ağırel)
Türkiye’nin seçim atmosferine girmesiyle başlayan provokatif olaylar canımızı sıkmaya, kafa karıştırmaya başladı.
Bu tabii ki bilerek yapılıyor. Artık, toplum olarak bunu fark edecek kadar tecrübeliyiz.
Her şey PKK’nin Irak’ın kuzeyinde 12 askerimizi şehit etmesiyle başladı. Yaşanan saldırının seçim atmosferinden bağımsız olduğunu düşünmüyorum. Sisli ve karlı havayı fırsat bilen terör örgütü üyeleri askerlerimizi zor durumda yakalayacağını zannetti. Siz sanıyor musunuz ki 12 askerimizi şehit ettikleri saldırıdan yara almadan çıktılar. Gördüğüm kadarıyla saldırdıklarına pişman bile olmuş olabilirler. İzlediğim videolar saldırı sonrasında PKK yayınlarına düşen haberleri birleştirince terör örgütünün zor duruma düştüğünü kanıtlıyor. Öyle ki örgütün merkezini Kandil’den çekip ABD korumasındaki Süleymaniye’ye taşıması da bu etkiyi gösteriyor.
Meselemiz bu değil. Bu saldırının devamında Meclis’te bir özerklik tartışması yaşandı. Üstelik bu tartışma, Cumhur İttifak’ı üyesi HÜDA PAR’ın genel başkanı Zekeriya Yapıcıoğlu tarafından başlatıldı. “Özerklik tartışılabilmeli” çıkışını yapan Yapıcıoğlu’na tüm muhalefet tepki göstermişken bir tepki de Cumhur İttifakı’nın bir diğer destekçisi Büyük Birlik Partisi’nin lideri Mustafa Destici’den geldi. Destici, “Bu sözlerin sahibine diyoruz ki: Sen o tartışmanın neresinde olduğunu söylersen, biz de muhatabımızın ne demek istediğini anlayıp ona göre davranırız” ifadeleriyle beklediğimden sert bir çıkış yaptı. Şaşırdığım nokta MHP lideri Devlet Bahçeli bu sertliği gösteremedi.
Hemen devamında Süper Kupa finalinde Suudi Arabistan’ın Atatürk’ün “Yurtta sulh cihanda sulh” sözlerine izin vermemesiyle başlayan bir kriz patlak verdi. Suudilerin, Norm Ender’in Cumhuriyetin 100. yılı için yazıp bestelediği “Parla” şarkısına ve İstiklal Marşı’na onay vermişken Atatürk’ü görünce ayağa kalkıp engellemeleri şaşırtmadı açıkçası. Atatürk gibi bir liderin düşünceleri Arabistan topraklarında yayılırsa Suudi kabilesinin tüm taht ve serveti tehlikeye gireceği için ondan öcü gibi korkuyorlar. İki büyük kulübün burada dirayet göstermelerini de tebrik ediyorum.
Fakat kriz nedeniyle hem sosyal medyada hem de kamuoyunda öylesine bir Atatürk’ü pamuklara sarma, koruma kollama duygusu oluştu ki bunu fırsat bilen bazıları hemen hilafet söylemlerini ortaya attı. Belki görmüşsünüzdür, Twitter’da hemen, Anıtkabir’i yıkan iş makinelerinin olduğu vb. montajlı görseller paylaşılmaya başlandı. Ardından Hizbuttahrir’in İstanbul’da Filistin bahanesiyle düzenlediği hilafet yürüyüşü yaşananların üzerine tuz biber ekti. Hatırlarsanız bu yürüyüş, İstanbul, Ankara, İzmir ve Bursa gibi büyük kentlerde aslında 10 gün önce denenmiş ve katılım yoğun olmasa da yine hilafet sloganları atılmıştı. Bu kez İstanbul’da Galata Köprüsü’nde binlerce kişinin katıldığı Filistin mitingi düzenlendi. Ama miting öyle bir noktaya gitti ki Filistin unutuldu, tevhit bayrakları çekildi, hilafet sloganları atılmaya başlandı. Ege Akersoy adında bir gencin de elinde tevhit bayrağı olan vatandaşı yumruklamasıyla tam da istenilen ortam yaratılmış oldu.
Nasıl başladı? PKK saldırısı, özerklik tartışmaları ve Atatürk hassasiyetinin en üst noktalara çıktığı dönemde birden artan hilafet talepleri... Bombalı saldırı hazırlığında yakalanan IŞİD üyelerini ve MOSSAD’a çalışan Filistinli ajanları saymıyorum bile.
Bakın bu devletin üç ayağı var. Ne kadar eleştirsek de 22 yılda Türkiye’yi borca ve enflasyona batmış bir ülke haline getirse de bunlardan biri Cumhurbaşkanı Erdoğan, diğeri Türk Silahlı Kuvvetleri, diğeri de Hakan Fidan kontrolündeki Hariciye yani Dışişleri Bakanlığı. Benim gördüğüm üç kurum da bir şeyler denendiğinin, yani yaşananların farkında. AKP’den hızla gelen Atatürkçü ve laiklik yanlısı açıklamalar da bunu gösteriyor. Bu açıklamalar tabii ki AKP’yi Atatürkçü bir parti yapmaz. Fakat bu durum, devletin temeline dinamit döşeyecek kadar da yönetimde bilinç kaybı yaşamadıklarını gösterir. Çünkü Türkiye laik, demokratik bir cumhuriyet olmadığı sürece bu topraklarda bir adım ileri gidemez.
Bizler de gazeteciler olarak, Atatürk’e yapılan saygısızlıkları bir kenara not ederek ama bu toplumu da provoke etmeden, nesnel bir şekilde insanlara büyük resmi göstermeliyiz. Yoksa enflasyon belası altında inim inim inleyen vatandaşın derdi ne hilafet ne özerklik talebi... Sadece ve sadece ferah ve müreffeh bir Türkiye Cumhuriyeti istiyor herkes.
/././
Ayla Algan’ın sanatla direnişinden...(Şükran Soner)
İzlemişseniz anımsamanızı, izlemedinizse gözlerinizin önünde canlandırmanızı diliyorum. Çay sorunlarıyla, Karadenizli çay toplayan her yaştan kadının yaşamöyküleriyle yıllarca ilgili bir gazeteci olarak hiç unutmadığım, bir dönemler televizyonlarda da yerini çok almış bir gösterisini paylaşmaya çabalayacağım. Kadınların çay küfeleri sırtlarında, ıslak rutubetli seralar arasında sabahtan akşama çay toplamaları yetmezmiş gibi, evin ve çocukların her işi, ekonomik yük yetmezmiş gibi... Havalı havalı, her daim şık sokakları turlayan, kadınlara tepeden bakmayı erkeklik sayan erkek egemen kültürleri kuşaktan kuşağa aktarılır ya... İşte Ayla Algan tam da bu gerçekliği, güzel sesi ve bestesinin sözleri ile tiyatro gücüne katmış olarak toplumumuzun bilinçaltına sokmaya çalışırken... Erkeğinin potininden tüm şık giysilerine, kasketine kadar her şeyin parasını da verdiğini, aldığını anlattığı sözlerinin ardından erkeğinin arkasını dönüp yürümekle yetinmesi üzerine, haykırarak yalvarışı ile “Gitme, gitme” diyerek yakarışı vardır ya...
Yanılmıyorsam İngiltere’de Thatcher iktidarının, medya tekeli Murdoch ile işbirliği üzerinden, İngiliz maden işçileri de içlerinde, tüm sendikal haklar ile birlikte kadın haklarının ezilmesinde, İngilizlerin henüz teslim olmamış sol hareketlerini, öncelikli de kadınlarını, kadın hakları üzerinden güçlü bir savaşıma yönlendirmişti. Katıldığım etkinlikler, söyleşiler, fotoğraflı sergilerde, tarım kadın işçileri ile birlikte, çay toplayan kadın işçilerin çektiğim fotoğrafları, hem sergiler hem de yayımlanan kitabın içinde yer almıştı.
Yıllar sonra Ayla Algan’ı televizyon kanallarından izlerken gerçeklerin çarpıcı, etkili anlatımı ile büyülenmiştim..
***
Elbette tanıklıklarımın önceliği, kökleri, gazetecilik enstitüsünde, sevgili hocamız Muhsin Ertuğrul’un bize açtığı olanaklarla da çok bağlantılıydı. İlk dersimize girdiği günü çarpıcı kişiliği, duruşuyla “Çocuklar sanat öğretilmez, sanat sevilir. Gazeteci olmaya kararlı iseniz sakın ola ki sanatçıları anlamadan, dinlemeden eleştirmeye kalkışmayın. Benim size verebileceğim tek şey, sanatçıları etkinliklerinde izleyebilmek, sevdirmek olabilir” türünden cümlelerin ardından Şehir Tiyatroları’nın kapılarını bize sonuna kadar açmıştı.
Dilediğimiz kadar prova, sahne gösterisine gitme hakkını vermişti.
Elbette bilemediğim kadar çok Ayla Algan da içlerinde yetiştirdiği büyük sanatçıların çok sayıda provası, gösterilerini izleyerek öğrencilik yapabilmiştik. Nasıl büyük bir şans olduğunu yıllar geçtikçe daha da iyi algılayabiliyorum. Hepsi birden bu toplumun kültürüne, kültürle birlikte değerlerine ne kadar çok şeyler kattılar. Aramızdan bir bir ayrılmaları gerçeğinde hem eksilme hem de değil. O kadar çok güçlü, etkin, toplumsal katkıları, yeni kuşak sanatçılarının yetişmelerinde etkin rolleri söz konusu ki... Dipten gelen dalgalar, toplumsal uyanışta etkin rolleri sınırsız gibi...
Elbette Ayla Algan’ı da sonsuz sevgi, saygı ile uğurluyoruz.. Yolumuzu, önümüzü hep aydınlatacaklar...
/././
Akademiye bulaşan yolsuzluk (Prof. Dr. Ülkü SARITAŞ)
Geçtiğimiz ay yayınlanan Avrupa Yolsuzlukla Mücadele Grubu (GRECO) Raporu’nda, Türkiye’nin milletvekilleri, hâkim ve savcılarla ilgili yolsuzluğun önlenmesi konusundaki tavsiyeleri yerine getirme performansının yine kötü olduğu uyarısında bulunulduğu medyada yer aldı. Avrupa Konseyi bünyesinde faaliyet gösteren GRECO 2022 yılı raporunda Türkiye, 48 ülke içinde tavsiyeleri yerine getirme konusunda başarısız olan 10 ülke içinde yer almış. Rapora göre Türkiye 2022’de GRECO tarafından milletvekili, hâkim ve savcılarla ilgili yapılan 31 tavsiyenin ortalama yüzde 51.6’sını yerine getirmemiş, yüzde 38.7’sini kısmen yerine getirmiş ve yüzde 9.7’sini ise tamamen uygulamış. Rapor, Türkiye’nin yolsuzlukla mücadelede sınıfta kaldığının ortaya konulması malumun ilanı oldu.
Son zamanlarda yaşanan basın özgürlüğü üzerindeki baskılar, haksız tutukluluklar, güzellik merkezleri aracılığı ile aklanan kirli paralar ile aklın alamayacağı kadar elde edilen zenginlikler, sporda çok bilinen antrenör ve oyuncuların karıştığı bir bankanın aracılık ettiği büyük vurgun ve soygun, dünyanın pek çok ülkesinin mafya lideri ve çetelerinin Türkiye’ye yerleşmeleri ve aralarında çıkan kanlı çatışmalarla birinin öldürülmesi, zaman zaman bunların yakalandığına ve suç örgütlerinin çökertildiğine dair İçişleri Bakanlığı tarafından basına yapılan açıklamalar ile ülkede ne çok suç örgütünün barındığını gösteren haberler, ne olursa olsun daha fazla zengin olma hırsı ve paranın tüm ahlaki değerlerden önde olduğu günümüz Türkiye’sinde nedense bu sınıfta kalma bizleri hiç şaşırtmadı. Dahası devleti yönetenler bu konuyu görmezden gelmekte ya da sadece vitrin önündekiler göstermelik tutuklanıp sorunun kökenine inmeye gerek bile duyulmamakta.
USULSÜZLÜKLER
Tüm bu yolsuzluk olayları yaşanırken bir de ne görelim işin ucu akademiye uzanmış. Yok bu kadarı da olmaz denilecek bir haber “Pamukkale Üniversitesi’nde, yabancı öğrencilerin tıp ve diş hekimliği gibi fakültelere usulsüz kaydedildiği tespit edildi.” Usulsüzlüğün nedeni puanı yetmediği halde para karşılığı tıp ve diş hekimliği gibi insan sağlığı ile ilgili iki çok önemli fakülteye yabancı uyruklu öğrencilerin kayıt edilmesi. İşlem aracı kurumlar ile üniversite arasında gerçekleştiriliyor, öğrenci işleri memuru rüşvet ile kontenjandan fazla öğrenciyi kaydediyor, konu anlaşılınca memurun görevine son verilip kontenjan fazlası öğrencilerin kayıtları siliniyor. Kamuoyunun skandaldan haberi tıp fakültesine kayıt yaptıran, ancak kaydı silinen ve başarılı olduğunu ileri süren Irak uyruklu bir öğrencinin dava açması ile oluyor.
Yerel mahkeme üniversitenin en tepesindeki yönetici olan rektör hakkında dava açmak için YÖK’ten izin istese de bu reddediliyor. Daha sonra kamuoyu baskısı ile YÖK buna izin veriyor ancak rektör hâlâ görevinin başında. Yani sorunun kökenine yine inilmiyor ve gündeme bir futbol kulübünün başkanının hakem dövmesi gibi başka konular servis edilerek bu önemli konu da halının altına süpürülüyor. Durum böyle olunca Türkiye hemen tüm kurumları ile yolsuzluk çukuruna her gün biraz daha batıyor.
AHLAK DEĞERLERİ
Akademi; bir ülkenin iyi yetişmiş insan gücüne kaynaklık eden ve bilim üreten, üretmesi gereken en önemli kuruluşudur. Bilim ve sanat Charles Darwin’in dediği gibi “Bir kuşun iki kanadı gibidir. Bu iki kanadı kullanabilen toplumlar uçar ve özgür olurlar. Uçamayanlar ise tavuk olur. ‘Tavuk toplum’, önüne atılan bir avuç yemi gagalarken arkadan yumurtalarının alındığının farkında bile olmaz”. Tavuk toplum olmamak için bilim yuvası olan/olması gereken akademide öğrenci alımında, atamalarda, akademik kadro alımlarında bilimsel liyakat etkili olmalı; adam kayırmacılık, torpil ve paranın lafı bile geçmemelidir. Ancak ülke o zaman ahlak temelli bir yönetim ve ahlak değerlerinin hâkim olduğu kurumlara kavuşabilir.
(Cumhuriyet)