6 Ocak 2024 Cumartesi

Cumhuriyet KÖŞEBAŞI - 6 OCAK 2024 -

 

Büyük çıkmaz (Ali Sirmen)

Böyle bir önerinin ortaya atılmasıyla bomba düşmüş gibi olacağını, toplumun şimdiye kadar görmediği bir şokla karşılaşacağını düşünmüştüm. Kolay değil, Türkiye Cumhuriyeti’nin temelleri sarsılıyordu. Cumhuriyetin temeli laiklik olduğuna ve bu niteliğin değişmesinin teklif dahi edilmesi mümkün olmadığına göre, hilafet isteğinin Cumhuriyete karşı eylemli bir kalkışma olduğunu söyleyebiliriz. 

Ve bazılarına göre bu olmuştur. 

Şimdi ne olacak? Cumhuriyet savcılarının yetkili makamlarının harekete geçmeleri gerekmiyor mu? 

Öte yandan cebir ve şiddete başvurmadan hilafet istemek düşünce özgürlüğünün bir parçası mı?

                                                     ***

Ülkemizde hilafet isteğinin dile getirilmesi ve anayasanın, devletin gücünü nasılsa ele geçirmiş bir iktidar tarafından uygulanmaması, askıya alınması, bir darbe için zorunlu olan cebir ve şiddet unsurunu kendiliğinden yaratmış olmuyor mu? Durumun ciddiyeti de tartışmayı bir numaralı gündem haline getirmektedir. 

Kamuoyunun bu konuda ciddi kuşkuları vardır. Aynı zamanda bugün işbaşında olan iktidarın bir zamanlar laiklik karşıtı faaliyetlerin odağı haline geldiği, bizzat Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) kararıyla sabit olmuştur. Olaya bu açıdan bakınca laikliğin ciddi bir tehdit altında olduğu ve bu olgu karşısında iktidarın üzerine düşeni yapmadığı kaygısının yoğunlaşmasını garip görmemek lazım. 

Durumun şakaya gelir bir yanı yok. 

Herkes hilafet isteğine kulak vermeli, ne olduğumuza iyi bakmalıdır. Türkiye’de sivil ve askeri kadroların, milli eğitimin, devlet aygıtının tarikat ve cemaatlerin kuşatması altında olduğu artık herkesin malumu. Devletin milli eğitim bakanı, “sivil toplum kuruluşu” olarak gördüklerini söylediği tarikat ve cemaatlerle işbirliği halinde devletin kadrolarının talan edilmesi olgusunun süreceğini açıklamıştır. Bu sırada AYM’nin anayasa gereği herkesin uyması gereken kararları çiğnenmektedir.

Ortada çiğnenmiş bir AYM kararı mevcuttur. Bu fiilin bir yargı organı tarafından (Yargıtay) işlenmesi kimseyi yanıltmamalıdır. Hiçbir güç, anayasadan almadığı yetkiye dayanarak eylemde bulunamaz.

                                                     ***

Anayasanın Yargıtay’a tanıdığı yargı ile ilgili yetkiler bellidir. Bunlar arasında, AYM kararlarının tartışılması, onanması yoktur. Yargıtay’ın AYM’nin kararını tanımamak gibi bir yetkisi yoktur!

İktidar da muhalefet de birbirlerini bu durumda anayasayı ihlal suçlar işlemekle suçlamaktadırlar.

İşin ilginci iki yüksek yargı kurumu birbirlerini de aynı suçla suçlamaktadırlar. Bu durumda kimin suç işlediği nasıl belli olacaktır? Buna kim karar verecektir? Görülüyor ki durum çok vahim boyutlara varabilecektir. 

İktidar ve muhalefetin karşılıklı suçlamaları olayın geçiştirilmesine imkân vermemekte. 

Kuruluşunun 100. yıldönümünde Cumhuriyet böylesine büyük bir çıkmazla karşı karşıyadır.

                                                     /././

6 maddede rejim krizi (Mehmet Ali Güller)

Anayasa Mahkemesi, Hatay milletvekili Can Atalay’ın hak ihlali başvurusunu inceledi ve ikinci kez ihlal kararı verdi. Yargıtay 3. Ceza Dairesi de ikinci kez Anayasa Mahkemesi kararına “uyulmaması” kararı verdi. Dahası, Yargıtay 3. Ceza Dairesi, Anayasa Mahkemesi’nin kararının “hukuki değeri olmadığını” ileri sürdü.

Bu bir hukuk krizinden öte, bir rejim krizidir. Çünkü:

ANAYASAYA DARBE

1) Yargıtay 3. Ceza Dairesi, bu tutumuyla anayasanın 153. ve 158. maddelerini yok saymış oldu.

Anayasanın 153. maddesine göre “Anayasa Mahkemesi’nin kararları kesindir” ve “Anayasa Mahkemesi kararları Resmi Gazete’de hemen yayımlanır ve yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzelkişileri bağlar”.

Yine anayasanın 158. maddesine göre “Diğer mahkemelerle, Anayasa Mahkemesi arasındaki görev uyuşmazlıklarında, Anayasa Mahkemesi’nin kararı esas alınır”.

Yargıtay 3. Ceza Dairesi, iki maddeyi yok sayarak anayasayı da yok saymış oldu. Bu açıkça anayasaya darbedir!

SARAY’IN ÇIKARDIĞI KRİZ

2) Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin kararını “Karayılan ve diğer teröristlere TBMM yolunun açılmasını önlemek” diye savunması vahimdir. O zaman bu mantıkla, Yargıtay cumhuriyet başsavcısının “Öcalan’la yeniden müzakere edebilir” diyerek AKP hakkında kapatma davası açması gerekir!

3) Yargıtay Başkanı Mehmet Akarca, Anayasa Mahkemesi’nin Can Atalay hakkında verdiği ikinci ihlal kararını değerlendirirken şu yorumu yaptı: “Aşağı yukarı 5-6 yıldır süregelen bireysel başvuru yolunun incelenmesindeki yorum farklılığından ve anayasanın durumundan kaynaklanan ve ciddi anlamda derin görüş aykırılıklarımız olduğu bir gerçek.”

Mesele “derin görüş ayrılığının” ötesindedir. Sorun “yorum farkı” değil, “yorum farkını”, anayasayı ihlale gerekçe yapan “siyasi” tutumdadır.

4) Yargıtay 3. Ceza Dairesi anayasayı açıkça nasıl yok sayabilmektedir? Yargıtay Başkanı “görüş ayrılığını” anayasayı ihlale nasıl gerekçe yapabilmektedir? Kuşkusuz siyasi iradenin, yani Saray’ın açık desteğiyle...

SARAY’IN GEZİ’Yİ KRİMİNALİZE ETME HEDEFİ

Peki saray Can Atalay konusunun bu denli bir hukuk krizine dönüşmesini neden istiyor? Bundan ne çıkarı olacak?

5) Saray Gezi’yi, yani Haziran halk hareketini kriminalize etmek istiyor. Gezi’ye Türkiye çapında milyonlar katıldı ve 22 yılda AKP’nin en çok çekindiği olay bu oldu. Bu toprakların en önemli toplumsal direnişlerinden biri olan Gezi’yi “suç” gibi göstermeye çalışabilmek için Can Atalay başta Gezi tutuklularının içeride tutulması gerekiyor!

6) Saray’ın asıl hedefi ise bu krizden “yeni anayasa” çıkarmak! Nitekim Erdoğan krizin ilk bölümünde kendisini Anayasa Mahkemesi ile Yargıtay arasında “hakem” gibi konumlandırmış ve ardından da iktidar cephesi olarak hep bir ağızdan “çözüm yolunun yeni anayasa yapmaktan geçtiğini” savunmuştu.

YENİ REJİM İÇİN YENİ ANAYASA

AKP’nin anayasayla sorunu ilk değil. Erdoğan’ın anayasaya aykırı olarak üçüncü kez cumhurbaşkanı seçilmiş olması zaten anayasa kriziydi.

AKP 22 yılda anayasayı neredeyse baştan aşağı değiştirdi, idari sistemi yıktı, parlamenter sistem yerine uygulaması “tek adam rejimi” olan başkanlık sistemini getirdi.

Ancak Saray’ın hâlâ ulaşamadığı bir hedefi var: Rejimi yıktı ama yerine yenisini tam olarak inşa edemedi. İşte Erdoğan “yeni anayasa” ile inşa etmekte olduğu rejimine anayasallık kazandırmaya çalışıyor.

Dolayısıyla Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin anayasa maddelerini yok sayarak Anayasa Mahkemesi’nin kararına uymaması, bir hukuk krizinden öte, bir rejim krizidir.

Muhalefetin bu gerçeğe göre konumlanarak hareket etmesi gerekir.

                                                       /././

Kimler kimlerle beraber (Miyase İlknur)

Cumhurbaşkanı Erdoğan’la özdeşleşen ve daha çok seçim arifesinde kullandığı “Kimler kimlerle beraber” sözünü yine sıkça duyacağız anlaşılan.

Tabii Erdoğan, bu sözle milliyetçi-muhafazakâr tabanı konsolide ederken öte yandan Cumhur İttifakı içinde kimlerin kimlerle beraber olduğunu da bir güzel perdeliyor.

Eh “Baskın basanındır” demişler.

Seçim sathı mailine girdiğimizi anlamak için Reis’in kutuplaştırıcı diline bakmak yeterli. Ancak bu kutuplaşmayı sağlamak için bazı argümanlara ihtiyaç var. Bu argümanları kullanabilmek için de bazı operasyonel eylemlerin gerçekleşmesi şart.

AKP’yi iktidarda tutmaya yeminli iç ve dış güç odakları her seçim öncesinde eylem ve söylemleri ile Cumhur İttifakı’nın işine yarayacak malzemeyi vermekte pek cömertler.

Partilerin seçim kampanyaları başlamadan ilk gong sesi her defasında Kandil’den gelir. Ya kent merkezlerinde bombalı saldırı ya da güvenlik güçlerimize yönelik kanlı bir eyleme imza atarak seçim sathı mailine girildiğini haber verir. Bu gelenek yerel seçim öncesinde de bozulmadı. Irak’ın kuzeyinde Pençe-Kilit Harekâtı kapsamında faaliyet gösteren üs bölgesine saldıran terör örgütü PKK 12 askerimizi şehit etti. 

Kış aylarında genelde eylem yapmayan ve eylem için baharı bekleyen terör örgütü PKK’nin bu kez konsept değişikliğine gitmesinin başlıca nedeninin yaklaşan yerel seçimler olduğuna kuşku yok.

Bundan önceki seçimlerde de kanlı eylemler hep seçim öncesine denk getirildi.

Şimdi Kandil’den ikinci adımın ne zaman geleceğini bekliyoruz. Bu adım tahmin edileceği gibi seçimlerde CHP adaylarına destek çağrısıdır.

Burada amaç muhalefetin desteklenmesi değil AKP’nin işine yarayacak propaganda malzemesini hazır hale getirmektir.

Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de sanki Kandil’den destek isteyen varmış gibi sabah akşam Kılıçdaroğlu’na destek açıklaması yaparak Erdoğan’a çalıştıkları malum. Sadece onlar mı? FETÖ mensupları da aynı şeyi yaptı. 

Bu çağrının Kılıçdaroğlu’na oy kaybettireceğini Kandil’in savaş baronları ile CIA çömezi FETÖ’cüler bilmiyor olabilir mi?

Ortadoğu’da karmaşık siyasi denklemlerin içerisinde yıllardır faaliyet gösteren başta ABD olmak üzere pek çok ülkeden destek gören Kandil yönetimi bunu elbette biliyor. Bile isteye yapıyor. 

Kandil yönetimi bölgede ABD onayı olmadan bu tür eylemlere girişemez. ABD’nin çıkarları için AKP yönetimindeki bir Türkiye’den daha münasip bir müttefik olamaz.

MEZHEPÇİLİK, ÜMMETÇİLİK KARTI

AKP’ye seçim öncesi toplumu kutuplaştırmak için sadece milliyetçilik kartı yetmez. Dincilik, mezhepçilik, ümmetçilik kartına da ihtiyacı var. Ortadoğu denen bataklıkta malzeme bol nasıl olsa. Bir seçimde “Katil Sisi”, diğerinde “Zalim Eset” bir, başka seçimde Kudüs’teki Mescidi Aksa saldırısı, ötekinde Gazze katliamı bahane edilerek mitingler düzenlenir, bolca gözyaşı dökülür, tekbirler getirilir, muhalefet bir şey yapmamakla suçlanır... Malum iktidarda muhalefet var ya!

Bu sloganların, kelimei tevhit bayraklarının ve tekbir seslerinin bizim toplumumuzda çağrışımları çok da olumlu değil. Bu topraklarda nice katliamda bu sloganlar, bu tekbir sesleri duyuldu. Kelimei tevhit bayrakları birçoğumuza bizim ülkemizde de kitlesel katliamlar yapan ve askerlerimizi diri diri yakan IŞİD’i anımsatıyor ne yazık ki!

Al bir kutuplaşma malzemesi daha.

Koç Üniversitesi yurdunda oda arkadaşları tarafından Alevi ve Kürt olduğu için işkenceye maruz kaldığı iddiasıyla savcılığa suç duyurusunda bulunan öğrenci ve ona şiddet uygulayan oda arkadaşları üzerinden bir kamplaşma konusu daha gündeme oturdu. 

Geçen seçimlerde LGBTİ+ kartı da hayli iş görmüştü. Soylu gidince bu defter kapandı sanmayın. Koç Üniversitesi yurdunda işkenceye maruz kalan öğrenciye hemen eşcinsellik yaftası yapıştırıldı, saldırgan Ülkücü tosuncuklar tarafından. 

Kutuplardan kutup beğen ve sonra karşı grubu işaret ederek haykır:

“Görüyorsunuz değil mi kimler kimlerle beraber!”

                                                         /././

Devletin üç ayağı yaşananların farkında (Murat Ağırel)

Türkiye’nin seçim atmosferine girmesiyle başlayan provokatif olaylar canımızı sıkmaya, kafa karıştırmaya başladı.

Bu tabii ki bilerek yapılıyor. Artık, toplum olarak bunu fark edecek kadar tecrübeliyiz.

Her şey PKK’nin Irak’ın kuzeyinde 12 askerimizi şehit etmesiyle başladı. Yaşanan saldırının seçim atmosferinden bağımsız olduğunu düşünmüyorum. Sisli ve karlı havayı fırsat bilen terör örgütü üyeleri askerlerimizi zor durumda yakalayacağını zannetti. Siz sanıyor musunuz ki 12 askerimizi şehit ettikleri saldırıdan yara almadan çıktılar. Gördüğüm kadarıyla saldırdıklarına pişman bile olmuş olabilirler. İzlediğim videolar saldırı sonrasında PKK yayınlarına düşen haberleri birleştirince terör örgütünün zor duruma düştüğünü kanıtlıyor. Öyle ki örgütün merkezini Kandil’den çekip ABD korumasındaki Süleymaniye’ye taşıması da bu etkiyi gösteriyor. 

Meselemiz bu değil. Bu saldırının devamında Meclis’te bir özerklik tartışması yaşandı. Üstelik bu tartışma, Cumhur İttifak’ı üyesi HÜDA PAR’ın genel başkanı Zekeriya Yapıcıoğlu tarafından başlatıldı. “Özerklik tartışılabilmeli” çıkışını yapan Yapıcıoğlu’na tüm muhalefet tepki göstermişken bir tepki de Cumhur İttifakı’nın bir diğer destekçisi Büyük Birlik Partisi’nin lideri Mustafa Destici’den geldi. Destici, “Bu sözlerin sahibine diyoruz ki: Sen o tartışmanın neresinde olduğunu söylersen, biz de muhatabımızın ne demek istediğini anlayıp ona göre davranırız” ifadeleriyle beklediğimden sert bir çıkış yaptı. Şaşırdığım nokta MHP lideri Devlet Bahçeli bu sertliği gösteremedi. 

Hemen devamında Süper Kupa finalinde Suudi Arabistan’ın Atatürk’ün “Yurtta sulh cihanda sulh” sözlerine izin vermemesiyle başlayan bir kriz patlak verdi. Suudilerin, Norm Ender’in Cumhuriyetin 100. yılı için yazıp bestelediği “Parla” şarkısına ve İstiklal Marşı’na onay vermişken Atatürk’ü görünce ayağa kalkıp engellemeleri şaşırtmadı açıkçası. Atatürk gibi bir liderin düşünceleri Arabistan topraklarında yayılırsa Suudi kabilesinin tüm taht ve serveti tehlikeye gireceği için ondan öcü gibi korkuyorlar. İki büyük kulübün burada dirayet göstermelerini de tebrik ediyorum. 

Fakat kriz nedeniyle hem sosyal medyada hem de kamuoyunda öylesine bir Atatürk’ü pamuklara sarma, koruma kollama duygusu oluştu ki bunu fırsat bilen bazıları hemen hilafet söylemlerini ortaya attı. Belki görmüşsünüzdür, Twitter’da hemen, Anıtkabir’i yıkan iş makinelerinin olduğu vb. montajlı görseller paylaşılmaya başlandı. Ardından Hizbuttahrir’in İstanbul’da Filistin bahanesiyle düzenlediği hilafet yürüyüşü yaşananların üzerine tuz biber ekti. Hatırlarsanız bu yürüyüş, İstanbul, Ankara, İzmir ve Bursa gibi büyük kentlerde aslında 10 gün önce denenmiş ve katılım yoğun olmasa da yine hilafet sloganları atılmıştı. Bu kez İstanbul’da Galata Köprüsü’nde binlerce kişinin katıldığı Filistin mitingi düzenlendi. Ama miting öyle bir noktaya gitti ki Filistin unutuldu, tevhit bayrakları çekildi, hilafet sloganları atılmaya başlandı. Ege Akersoy adında bir gencin de elinde tevhit bayrağı olan vatandaşı yumruklamasıyla tam da istenilen ortam yaratılmış oldu. 

Nasıl başladı? PKK saldırısı, özerklik tartışmaları ve Atatürk hassasiyetinin en üst noktalara çıktığı dönemde birden artan hilafet talepleri... Bombalı saldırı hazırlığında yakalanan IŞİD üyelerini ve MOSSAD’a çalışan Filistinli ajanları saymıyorum bile.

Bakın bu devletin üç ayağı var. Ne kadar eleştirsek de 22 yılda Türkiye’yi borca ve enflasyona batmış bir ülke haline getirse de bunlardan biri Cumhurbaşkanı Erdoğan, diğeri Türk Silahlı Kuvvetleri, diğeri de Hakan Fidan kontrolündeki Hariciye yani Dışişleri Bakanlığı. Benim gördüğüm üç kurum da bir şeyler denendiğinin, yani yaşananların farkında. AKP’den hızla gelen Atatürkçü ve laiklik yanlısı açıklamalar da bunu gösteriyor. Bu açıklamalar tabii ki AKP’yi Atatürkçü bir parti yapmaz. Fakat bu durum, devletin temeline dinamit döşeyecek kadar da yönetimde bilinç kaybı yaşamadıklarını gösterir. Çünkü Türkiye laik, demokratik bir cumhuriyet olmadığı sürece bu topraklarda bir adım ileri gidemez. 

Bizler de gazeteciler olarak, Atatürk’e yapılan saygısızlıkları bir kenara not ederek ama bu toplumu da provoke etmeden, nesnel bir şekilde insanlara büyük resmi göstermeliyiz. Yoksa enflasyon belası altında inim inim inleyen vatandaşın derdi ne hilafet ne özerklik talebi... Sadece ve sadece ferah ve müreffeh bir Türkiye Cumhuriyeti istiyor herkes.

                                                   /././

Ayla Algan’ın sanatla direnişinden...(Şükran Soner)


İzlemişseniz anımsamanızı, izlemedinizse gözlerinizin önünde canlandırmanızı diliyorum. Çay sorunlarıyla, Karadenizli çay toplayan her yaştan kadının yaşamöyküleriyle yıllarca ilgili bir gazeteci olarak hiç unutmadığım, bir dönemler televizyonlarda da yerini çok almış bir gösterisini paylaşmaya çabalayacağım. Kadınların çay küfeleri sırtlarında, ıslak rutubetli seralar arasında sabahtan akşama çay toplamaları yetmezmiş gibi, evin ve çocukların her işi, ekonomik yük yetmezmiş gibi... Havalı havalı, her daim şık sokakları turlayan, kadınlara tepeden bakmayı erkeklik sayan erkek egemen kültürleri kuşaktan kuşağa aktarılır ya... İşte Ayla Algan tam da bu gerçekliği, güzel sesi ve bestesinin sözleri ile tiyatro gücüne katmış olarak toplumumuzun bilinçaltına sokmaya çalışırken... Erkeğinin potininden tüm şık giysilerine, kasketine kadar her şeyin parasını da verdiğini, aldığını anlattığı sözlerinin ardından erkeğinin arkasını dönüp yürümekle yetinmesi üzerine, haykırarak yalvarışı ile “Gitme, gitme” diyerek yakarışı vardır ya...

Yanılmıyorsam İngiltere’de Thatcher iktidarının, medya tekeli Murdoch ile işbirliği üzerinden, İngiliz maden işçileri de içlerinde, tüm sendikal haklar ile birlikte kadın haklarının ezilmesinde, İngilizlerin henüz teslim olmamış sol hareketlerini, öncelikli de kadınlarını, kadın hakları üzerinden güçlü bir savaşıma yönlendirmişti. Katıldığım etkinlikler, söyleşiler, fotoğraflı sergilerde, tarım kadın işçileri ile birlikte, çay toplayan kadın işçilerin çektiğim fotoğrafları, hem sergiler hem de yayımlanan kitabın içinde yer almıştı.

Yıllar sonra Ayla Algan’ı televizyon kanallarından izlerken gerçeklerin çarpıcı, etkili anlatımı ile büyülenmiştim..

                                                    ***

Elbette tanıklıklarımın önceliği, kökleri, gazetecilik enstitüsünde, sevgili hocamız Muhsin Ertuğrul’un bize açtığı olanaklarla da çok bağlantılıydı. İlk dersimize girdiği günü çarpıcı kişiliği, duruşuyla “Çocuklar sanat öğretilmez, sanat sevilir. Gazeteci olmaya kararlı iseniz sakın ola ki sanatçıları anlamadan, dinlemeden eleştirmeye kalkışmayın. Benim size verebileceğim tek şey, sanatçıları etkinliklerinde izleyebilmek, sevdirmek olabilir” türünden cümlelerin ardından Şehir Tiyatroları’nın kapılarını bize sonuna kadar açmıştı.

Dilediğimiz kadar prova, sahne gösterisine gitme hakkını vermişti.

Elbette bilemediğim kadar çok Ayla Algan da içlerinde yetiştirdiği büyük sanatçıların çok sayıda provası, gösterilerini izleyerek öğrencilik yapabilmiştik. Nasıl büyük bir şans olduğunu yıllar geçtikçe daha da iyi algılayabiliyorum. Hepsi birden bu toplumun kültürüne, kültürle birlikte değerlerine ne kadar çok şeyler kattılar. Aramızdan bir bir ayrılmaları gerçeğinde hem eksilme hem de değil. O kadar çok güçlü, etkin, toplumsal katkıları, yeni kuşak sanatçılarının yetişmelerinde etkin rolleri söz konusu ki... Dipten gelen dalgalar, toplumsal uyanışta etkin rolleri sınırsız gibi...

Elbette Ayla Algan’ı da sonsuz sevgi, saygı ile uğurluyoruz.. Yolumuzu, önümüzü hep aydınlatacaklar...

                                                   /././

Akademiye bulaşan yolsuzluk (Prof. Dr. Ülkü SARITAŞ)

Geçtiğimiz ay yayınlanan Avrupa Yolsuzlukla Mücadele Grubu (GRECO) Raporu’nda, Türkiye’nin milletvekilleri, hâkim ve savcılarla ilgili yolsuzluğun önlenmesi konusundaki tavsiyeleri yerine getirme performansının yine kötü olduğu uyarısında bulunulduğu medyada yer aldı. Avrupa Konseyi bünyesinde faaliyet gösteren GRECO 2022 yılı raporunda Türkiye, 48 ülke içinde tavsiyeleri yerine getirme konusunda başarısız olan 10 ülke içinde yer almış. Rapora göre Türkiye 2022’de GRECO tarafından milletvekili, hâkim ve savcılarla ilgili yapılan 31 tavsiyenin ortalama yüzde 51.6’sını yerine getirmemiş, yüzde 38.7’sini kısmen yerine getirmiş ve yüzde 9.7’sini ise tamamen uygulamış. Rapor, Türkiye’nin yolsuzlukla mücadelede sınıfta kaldığının ortaya konulması malumun ilanı oldu.

Son zamanlarda yaşanan basın özgürlüğü üzerindeki baskılar, haksız tutukluluklar, güzellik merkezleri aracılığı ile aklanan kirli paralar ile aklın alamayacağı kadar elde edilen zenginlikler, sporda çok bilinen antrenör ve oyuncuların karıştığı bir bankanın aracılık ettiği büyük vurgun ve soygun, dünyanın pek çok ülkesinin mafya lideri ve çetelerinin Türkiye’ye yerleşmeleri ve aralarında çıkan kanlı çatışmalarla birinin öldürülmesi, zaman zaman bunların yakalandığına ve suç örgütlerinin çökertildiğine dair İçişleri Bakanlığı tarafından basına yapılan açıklamalar ile ülkede ne çok suç örgütünün barındığını gösteren haberler, ne olursa olsun daha fazla zengin olma hırsı ve paranın tüm ahlaki değerlerden önde olduğu günümüz Türkiye’sinde nedense bu sınıfta kalma bizleri hiç şaşırtmadı. Dahası devleti yönetenler bu konuyu görmezden gelmekte ya da sadece vitrin önündekiler göstermelik tutuklanıp sorunun kökenine inmeye gerek bile duyulmamakta.

USULSÜZLÜKLER

Tüm bu yolsuzluk olayları yaşanırken bir de ne görelim işin ucu akademiye uzanmış. Yok bu kadarı da olmaz denilecek bir haber “Pamukkale Üniversitesi’nde, yabancı öğrencilerin tıp ve diş hekimliği gibi fakültelere usulsüz kaydedildiği tespit edildi.” Usulsüzlüğün nedeni puanı yetmediği halde para karşılığı tıp ve diş hekimliği gibi insan sağlığı ile ilgili iki çok önemli fakülteye yabancı uyruklu öğrencilerin kayıt edilmesi. İşlem aracı kurumlar ile üniversite arasında gerçekleştiriliyor, öğrenci işleri memuru rüşvet ile kontenjandan fazla öğrenciyi kaydediyor, konu anlaşılınca memurun görevine son verilip kontenjan fazlası öğrencilerin kayıtları siliniyor. Kamuoyunun skandaldan haberi tıp fakültesine kayıt yaptıran, ancak kaydı silinen ve başarılı olduğunu ileri süren Irak uyruklu bir öğrencinin dava açması ile oluyor. 

Yerel mahkeme üniversitenin en tepesindeki yönetici olan rektör hakkında dava açmak için YÖK’ten izin istese de bu reddediliyor. Daha sonra kamuoyu baskısı ile YÖK buna izin veriyor ancak rektör hâlâ görevinin başında. Yani sorunun kökenine yine inilmiyor ve gündeme bir futbol kulübünün başkanının hakem dövmesi gibi başka konular servis edilerek bu önemli konu da halının altına süpürülüyor. Durum böyle olunca Türkiye hemen tüm kurumları ile yolsuzluk çukuruna her gün biraz daha batıyor.

AHLAK DEĞERLERİ

Akademi; bir ülkenin iyi yetişmiş insan gücüne kaynaklık eden ve bilim üreten, üretmesi gereken en önemli kuruluşudur. Bilim ve sanat Charles Darwin’in dediği gibi “Bir kuşun iki kanadı gibidir. Bu iki kanadı kullanabilen toplumlar uçar ve özgür olurlar. Uçamayanlar ise tavuk olur. ‘Tavuk toplum’, önüne atılan bir avuç yemi gagalarken arkadan yumurtalarının alındığının farkında bile olmaz”. Tavuk toplum olmamak için bilim yuvası olan/olması gereken akademide öğrenci alımında, atamalarda, akademik kadro alımlarında bilimsel liyakat etkili olmalı; adam kayırmacılık, torpil ve paranın lafı bile geçmemelidir. Ancak ülke o zaman ahlak temelli bir yönetim ve ahlak değerlerinin hâkim olduğu kurumlara kavuşabilir.

(Cumhuriyet)

soL GÜNDEM - 6 OCAK 2024 -

Türkiye'ye açıktan 'Montrö'nün hükümlerini değiştirin' mesajı (CAN KUYUMCUOĞLU)

Türkiye, iki İngiliz mayın gemisini Karadeniz'e sokmadı. Eski NATO Komutanı, "Türkiye Montrö'yü böyle kullanmamalı" dedi. Hayati anlaşma, bir kez daha hedefte.

Türkiye'nin İngiltere'nin Ukrayna'ya gemi göndermesini engellemesinin ardından Montrö Boğazlar Sözleşmesi bir kez daha emperyalizmin hedefi haline geldi.(https://haber.sol.org.tr/haber/ingilterenin-ukraynaya-gondermek-istedigi-iki-mayin-avlama-gemisine-turkiye-engeli-388645)

Türkiye, İngiltere'nin Ukrayna'ya iki mayın avlama gemisinin gönderilmesi için Boğazlar'ın kullanılmasına yönelik talebini Montrö Sözleşmesi nedeniyle iki gün önce reddetmişti.


Türkiye'nin bu kararının ardından NATO'nun eski Avrupa Müttefik Kuvvetler Komutanı olan ABD'li emekli amiral James George Stavridis, bunun "Montrö Sözleşmesi'nin istismar edilmesi" olduğunu öne sürerek, Türkiye'nin kararından vazgeçmesi gerektiğini savundu.

Sosyal medya hesabından açıklama yapan Stavridis, "Türkiye'nin Kraliyet Donanması'na ait mayın avlama gemilerini durdurması Montrö Sözleşmesi'nin istismar edilmesidir. Mayın avlama gemileri tamamen savunma amaçlıdır. Kullanımları Ukrayna'nın ekonomisini canlı tutma amaçlıdır. Türkiye, bir NATO müttefiki olarak rotasını değiştirmeli ve bu gemilerin geçişine izin vermeli" ifadelerini kullandı.

Sözleşmeye göre savunma amaçlı gemiler de geçemiyor

Stavridis'in iddia ettiğinin aksine, Montrö Boğazlar Sözleşmesi'ne göre, savaş dönemlerinde Boğazlar'dan geçiş izni için savunma amaçlı-saldırma amaçlı gemi ayrımı yapılmıyor. Sözleşmenin savaş zamanı başlığındaki bir maddeye göre, savaşan herhangi bir devletin savaş gemilerinin Boğazlar'dan geçmesi yasak. İngiltere'nin Ukrayna'ya hibe etmeyi planladığı 2 gemi bu kapsama giriyor.

Montrö'yü bilecek kadar Türkiye'yi iyi tanıyor

2009 yılından 2013 yılına kadar NATO Avrupa Müttefik Kuvvetler Komutanı görevini yürüten Stavridis, Türkiye'yi ve Ege-Karadeniz bölgelerini çok iyi bilen bir isim.

Batı Anadolulu bir Rum olan büyükbaba tarafının Milli Mücadele'nin ardından ABD'ye yerleştiği Stavridis, NATO'nun Ege Denizi'nde yaptığı bir deniz tatbikatı için bir destroyer gemiyle İzmir'e gelmesine ilişkin "Hayal edebileceğim en olağanüstü tarihsel ironi" demişti. 

2010 yılında dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Başbuğ'un ev sahipliğinde Çanakkale'de düzenlenen İpek Yolu-2010 General/Amiral Semineri'ne katılan Stavridis, Başbuğ'u "yakın arkadaşı" olarak tanımlamıştı.

NATO bünyesinde Avrupa'da görev yaptığı süre boyunca bölgeyle birçok kez yakın temasta olan Stavridis'in, esasında Montrö Boğazlar Sözleşmesi'ne gayet hakim olduğu, derdininse sözleşmenin değişmesi olduğu açık.

Karadeniz yıllardır emperyalizmin hedefinde

ABD ve NATO, genişleme hedefiyle uzun yıllardır Karadeniz'e el atmaya çalışırken, Ukrayna'daki savaşla birlikte bu girişimler daha da yoğunlaşmaya başladı.

ABD yönetimi, Avrupa Birliği'yle birlikte NATO üzerinden Rusya’yı sıkıştırmaya çabalarken Montrö Sözleşmesi, Türkiye'nin denetimi altında Karadeniz’de toplam silah gücünü sınırlamasıyla Batı emperyalizminin hamlelerini engelleyen bir nitelik taşıyor.

Bu açıdan Karadeniz, ABD’nin istediği zaman giremediği nadir yerlerden birisi olma özelliği taşırken, ABD Montrö Sözleşmesi'ni sık sık sorgulayan çıkışlar yapıyor.

                                                               /././

Türkiye’de zengin çocukları İsviçre, yoksul çocukları Moldova seviyesinde (YELİZ DÜŞKÜN*)

PISA sonuçlarında herkes “puanlara” odaklandı. Oysa ayrıntılara bakıldığında sonuçlar, Türkiye’de eğitim sistemindeki derin eşitsizliğe işaret ediyor.

Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı’nın kısaltması olan PISA, Türkiye de dahil pek çok ülkenin katıldığı, 15 yaşındaki öğrencilerin okuma, matematik ve fen becerilerini ölçen, ülkeler arasında karşılaştırma yapma imkânı sunan, 3 yılda bir uygulanan bir ölçme sistemi. 

Uygulayıcısı OECD (Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü). OECD’nin 2000’den bu yana böyle bir değerlendirme yapmasının ardında ülkelerin beşerî sermayesini daha iyi anlama, dolayısıyla ekonomik geleceği hakkında yorum yapma niyeti yatıyor. 

15 yaşındaki çocukların PISA’da en iyi performansı gösterdikleri Uzak Doğu ülkelerinin ekonomik büyümeleriyle bu durum arasındaki ilişki sık sık çeşitli analizlere yansıtılıyor. Eleştirilen pek çok yönü bulunmakla birlikte PISA, 15 yaşındaki öğrencilerin eğitim sisteminden nasıl bir çıktı elde ettiklerini yansıtması bakımından kullanışlı bir veri kaynağı. 

Türkiye, PISA’da geçmişten bu yana daima OECD ortalamasının altında sonuçlar alıyor. Bu sonuçlar, Türkiye’deki öğrencilerin temel becerilerden yoksun olduklarını, sistemin onları özellikle akıl yürütme ve eleştirel düşünme konusunda yeterince desteklemediğini gösteriyor. PISA sonuçlarını öğrencilerin başarısızlığı olarak görmek yerine sistemin başarısızlığı olarak görmek gerekiyor.

Son açıklanan PISA 2022 verilerine göre, Türkiye’de 15 yaşındaki öğrencilerin ortalama matematik puanı 453. Bu puanla Türkiye 81 ülke ve bölge içinde 39’uncu sırada. En başarılı ülkelerse Singapur, Japonya, Güney Kore, Estonya, İsviçre, Kanada. 

Ortalama 453 puanın anlamı, Türkiye’deki öğrencilerin ortalamada ancak temel düzeyde matematik becerisi olduğudur. Bu puan, toplam 6 basamak içinden alttan ikinci basamağa karşılık geliyor. Bu da öğrencilerin ortalamada ancak basit matematiksel işlemleri yapabildiklerini, biraz karmaşık yüzde hesapları, ondalık sayılar vb. ile matematiksel akıl yürüterek problem çözemediklerini gösteriyor.

Ancak Türkiye gibi her alanda eşitsizliğin olduğu, eğitime erişimde ve erişilen eğitimin niteliğinde de sosyoekonomik duruma bağlı olarak uçurumların olduğu bir ülkede ortalamalarla konuşmak yanıltıcı. Sosyoekonomik olarak en dezavantajlı durumda bulunan çocukların akademik çıktıları da PISA dahil tüm değerlendirme sistemlerine yansıdığı üzere daha varlıklı ailelerden gelen çocuklardan belirgin biçimde düşük. 

Zengin çocukları İsviçre, yoksul çocukları Moldova seviyesinde

PISA 2022 verilerine göre, öğrencilerin matematik başarısındaki farkın %13’ünü sosyoekonomik durum açıklıyor. Bu oldukça güçlü bir etki demektir. Türkiye’de sosyoekonomik olarak en üst çeyrekte bulunan öğrencilerin ortalama matematik puanı 502 iken en alt çeyrektekilerin 420’dir. Bu epey büyük bir uçurum. Aradaki farkı örneklemek gerekirse, en varlıklı ailelerden gelen çocukların ortalama puanı İsviçre ortalaması civarında (İsviçre ilk 10 ülke içinde), en yoksul ailelerden gelen çocukların ortalama puanıysa Moldova ortalaması civarından (Moldova sıralamada 48. Ülke). 

Mesleki ve teknik liselerde temel beceriler dahi kazandırılmıyor

Eşitsizliklerin sonuçlara yansıması okul türleri üzerinden de gözlemlenebiliyor. Fen liselerinde öğrenim gören çocukların ortalama matematik puanı 598 iken (en iyi ülkelerin ortalamasına denk, oldukça iyi bir matematik becerisi düzeyi), mesleki ve teknik anadolu liselerinde öğrenim görenlerin ortalaması 395. Bu, temel becerilerin bile gözlemlenemediği bir puan düzeyi. Mesleki ve teknik anadolu liselerine halihazırda akademik başarısı daha düşük olan çocuklar gidiyor ve daha liselere ayrışmada sosyoekonomik duruma bağlı bir dağılım söz konusu. 

Türkiye’nin ortalama PISA skorunun düşük olması, eğitim sisteminin çocuklara yalnızca temel bilgileri kazandırmadığını değil, daha önemlisi eleştirel düşünme ve akıl yürütme becerilerini de kazandırmadığını gösteriyor. 

Ortalamalardan uzaklaşıp sosyoekonomik kırılımlara bakıldığında ise olanaklardaki eşitsizliğin sonuçlara da yansıdığı görülüyor. PISA 2022 sonuçları bunun ne ilk ne de tek göstergesi. Türkiye’deki eğitim sistemi eğitimde en kritik aşama olan okulöncesi eğitimden itibaren çocuklara eşit imkanlar sunamıyor. Okul öncesi eğitim, son yıllarda erişimde iyileşme olmasına rağmen, hala zorunlu ve ücretsiz değil, yoksul ailelerin çocukları için erişilebilir değil. İlkokullar arasında sınıf mevcudundan öğretmenlerin statüsüne kadar uçurumlar var. 

Türkiye’de her beş çocuktan biri açlık çekiyor

Yine PISA çerçevesinde uygulanan anketlere göre Türkiye’de her 5 çocuktan 1’i açlık çekiyor (yoksulluk nedeniyle haftada en az 1 kez yemek yiyemiyor). Başka uluslararası veriler de (örneğin TIMSS 2019) Türkiye’de yüzde 40 gibi yüksek bir oranda çocuğun okula aç gittiğini gösteriyor. PISA’ya katılan çocukların tipik olarak devam ettiği lise seviyesine gelindiğinde eşitsizlikler çoktan katlanarak çocukların öğrenme çıktılarına yansımış durumda. Dolayısıyla PISA sonuçlarını öğrenci başarısına dair bir sonuç olarak değil, eğitim sisteminin bir değerlendirmesi olarak okuma gerekiyor.

* Eğitim Politikası Uzmanı

                                                               /././

İşte tıp profesörü: MS 'Allah'ın ödülü', Yoğun bakım 'İsa'nın dirilmesi', Tacize çözüm 'Başörtüsü' (EMRE ALIM)

Tıp Profesörü Hüseyin Çaksen, hastalıkların "Allah'ın bir ödülü" olduğunu savundu, çocukları istismardan korumak için türban önerdi. Bu tezlerin hepsi tartışmalı dergilerde yer buldu.

Bilim dışı yaklaşımlar sağlık alanında da kendine yer buldu. Alternatif tıp, homeopati, hacamat, sülük, hipnoz gibi uygulamaların ardından bu defa din tedavilerin konusu oldu.

Necmettin Erbakan Üniversitesi Tıp Fakültesi öğretim üyesi Prof. Hüseyin Çaksen, tıp ve bilim yayıncısı Thieme bünyesindeki Journal of Pediatric Neurology'de (Pediatrik Nöroloji Dergisi) yayımlanan makalesinde, hastaların multipl skleroz (MS) hastalığının nedenlerine ilişkin doğaüstü inançları inceledi.

'MS hastalığı Allah'tan gelen bir ödül'

Çocuk hastalıkları uzmanı Çaksen, makalesinde "Her ne kadar bilimsel olarak kanıtlanamasa da bazı MS hastalarındaki hastalığın temel sebebinin Allah’tan gelen bir ödül, sınav ya da ceza gibi doğaüstü sebepler olduğuna güçlü bir şekilde inanıyoruz" görüşünü savundu.

Hekimlerin ve akademisyenlerin tepkisini çeken çalışmada hastaların "kader" gibi doğaüstü güçlere inanarak huzur bulduğu ancak bunu sağlık profesyonelleriyle "rahat konuşamadığı" öne sürüldü. Çözüm olarak sağlık profesyonellerine "dini bağlamlı doğaüstü sebepler konusunda eğitim" verilmesi istendi.

Hekimlere din eğitimi istedi

Makalenin ilgili bölümü şöyle:

"Sonuç olarak, pek çok MS hastasının hastalıklarının sebebini, dünyadaki pek çok kültürdeki dini bağlamla doğaüstü nedenlere bağladığını vurgulamak isteriz. Tepkilerinden korktukları için bu inancı sağlık profesyonelleriyle paylaşmadılar. İkinci olarak, bu her ne kadar bilimsel olarak kanıtlanamasa da bazı MS hastalarındaki hastalığın temel sebebinin Allah’tan gelen bir ödül, sınav ya da ceza gibi doğaüstü sebepler olduğuna güçlü bir şekilde inanıyoruz. Üçüncü olarak, kader, Allah’ın isteği ve Allah’tan gelen bir ödül ya da test gibi doğaüstü sebeplere inanan pek çok MS hastası psikososyal, zihinsel ve manevi olarak huzur ve rahatlık buldu. Dolayısıyla, sağlık profesyonellerinin dini bağlamlı doğaüstü sebepler konusunda eğitilmesi ve MS hastalarının doğaüstü inançlarını sağlık hizmetleri profesyonelleriyle konuşma konusunda cesaretlendirilmesi gerektiğine inanıyoruz."

İstismara çözüm: 'Çocuklar türban taksın'

Hüseyin Çaksen'in bilimsel yaklaşımdan uzak çalışmaları bununla sınırlı değil. 2023 yılının Nisan ayında aynı dergide psikolog Feyza Çaksen ile birlikte kaleme aldığı "Başörtüsü Ergen Kız Çocuklarını ve Kadınları Cinsel Tacizden Koruyor" başlıklı makalede de dinleri farklı da olsa kız çocuklarını cinsel saldırılardan korumak için okullarda türbanın serbest olması savunuluyor.

Türbanın İslam'da farz olduğunu hatırlatan "bilimsel" makalede şu ifadelere yer veriliyor: 

"Dünyanın birçok yerinde ergen kızlara yönelik cinsel tacizin önlenmesi için okul temelli çeşitli programlar yürütülmektedir; ancak genellikle kanıta dayalı bir yaklaşımdan veya test edilebilir hipotezlerden yoksundurlar. İslam'da her dönem ve çağda kadınların tesettür ve iffetlerini korumaları için tesettür farzdır. Başörtüsü kadınlara koruma sağlar ve İslami öğretilere göre zorunludur. Tesettür, kadını cinsel arzu objesi olarak görmekten, aklı ve zekasından ziyade görünüşüne veya vücut şekline göre değerlendirilmekten kurtarır. (...) Bu nedenle, öğrencilerin dini inançları, kültürleri ve sosyal konumları ne olursa olsun, ergen kızlara yönelik cinsel tacizin önlenmesi için başörtüsü uygulamasını da içeren okul temelli programların geliştirilmesini öneriyoruz."

Hüseyin Çaksen'in başta Journal of Pediatric Neurology olmak üzere birçok dergi için yazdığı dini referanslı makalesi bulunuyor. Çaksen'in 2023 yılında yayımlanan makalelerinden bazılarının başlıkları şöyle:

  • Epilepsi ve Meditasyon Olarak Kuran Tilaveti
  • İsa Aleyhisselam'ın "Ölüyü Diriltme" Mucizesi: Yoğun Bakım Uzmanlarına Mesaj
  • Babası İbrahim Aleyhisselam'ın İsmail'i Kurban Edişi: Günümüz Çocukları ve Anne Babaları İçin Bir Teslimiyet Örneği
  • Multipl Skleroz ve Manevi Sıkıntı Arasındaki İlişki
  • İbrahim Aleyhisselam'ın “Yanmayan Ateş” Mucizesi: Günümüz Sağlık Çalışanlarına Dersler
  • Ebeveynler Arası İlişkilerde Evlilik ve Evlilikte Sadakat: Dini Perspektiften Bir Bakış
  • Genetik Bozukluğu Olan Bir Çocuğun Ölümünden Sonra Yaslı Ebeveynlerde Din Vasıtasıyla Başa Çıkmanın Önemi
  • Yenidoğan Yoğun Bakım Ünitesinde Din Vasıtasıyla Başa Çıkmanın Rolü
                                                                 /././

soL KÖŞEBAŞI - 6 OCAK 2024 -


Yine mi 'son seçime' gideceğiz? (Aydemir Güler)

Seçimi önemsiyoruz. Toplumun seçimi bu kadar önemsediği bir ülkede seçim düzenin hakiki alternatifinin ortaya konması için bulunmaz fırsattır. Şimdi tam da solun zamanıdır. 

Geçen yılki seçim için “Türkiye’nin son seçimi olabilir” dendi; “uçurumdan önce son çıkış” dendi… Öyle olmadığı seçimin ertesi günü görülmüştü bile. Ne kazananlar kendilerini daha güçlü hissedebildiler, ne bizim, ortaya çıkan gericilik abidesinin önünde diz çökecek halimiz var!

Ama bu sözün ısrarla tekrar edilmesinin ve kitlelerde bir karşılık uyandırmasının da temeli var. Seçim için birinin kalkıp “önemsiz canım” demesi, bizim ülkemizde neredeyse imkânsızdır. Şu veya bu nedenle bir gelenek oluşmuş durumda; öyle ki, Türkiye, oy vermeyi bizden çok daha önce icat etmiş toplumlara katılım oranında fark atıyor! Düzen muhalefeti de her defasında bu toplumsal durumu istismar ederek avantaj elde etmeyi deniyor. 

Amaçlanan avantaj şu güne kadar iktidar karşısında bir işe yaramadı. Tam tersine... 

“Son çıkış”, düzenin karşısına hakiki bir alternatif çıkmasını önlemeye hizmet etti. Hakiki alternatif düzenin kökten eleştirisine dayanabilir ancak. Yani emeğin uğradığı saldırının karşısına dikilecek, laikliğin ayağa kalkmasını sağlayacak, ülkenin bağımsızlığını, egemenliğini savunacak bir alternatif… Nerede bu doğrultuda bir “kıpırdanma olsa, neredeyse AKP iktidarından önce düzen muhalefeti ortaya atılıyor: “Zamanı mı şimdi” deniyor! Hele son çıkışı yakalayalım, bunları sonra konuşuruz…

Düzen muhalefeti, acil durum anonsuyla kendi solunun gerçekçi olmadığına toplumun sola yönelebilecek kesimlerini ikna ediyor. Ama içi boş sloganlar, temelsiz böbürlenmeler, güven vermeyen taahhütler toplumun çoğunluğunu ikna etmeye yetmiyor! Sorunları ağır ve acil olan büyük çoğunluk, erki elinde tuttuğunu her vesileyle belli eden iktidardan kopamıyor. 

Bu kopuşu sağlamak için yukarıda kısaca tarif edilen türden bir hakiki alternatifin önünün açılmasına ihtiyaç var. 

2024 seçiminde aynı film yeniden vizyona sokulacak. CHP soluna “aman, diyecek, şimdi zamanı değil.” Büyük şehirleri AKP’ye kaptırırsak Türkiye’de bir daha seçim olmaz, mahvoluruz!

CHP’nin müttefikleri vardı geçen yıl. Şimdi, en azından, belirsiz… 

Bu durumda felaketten önce son çıkış anonsunun çok daha yüksek sesle yapılacağı kesindir. Ama yalnızca daha önce yapılanların şiddetinin arttırılmasıyla sonuç elde edilmesi de mümkün olmayacaktır. Oysa yerel yönetimler büyük bir rant mekanizması ve düzen partileri samimiyetle bu pastaya ortak olmak isterler. Öyleyse bir şeylerin de değişmesi, yani değişimin lafından öte görüntüsünün de oluşması gerekir. Muhalefet bunu beceremeyecektir.

Sadece CHP’den de ibaret olmayan geniş anlamıyla düzen muhalefeti o denli sağcılaştı ki, değişimin toplumda karşılık uyandırması, ancak yönünü sola dönmesiyle mümkün olabilir. Sol bugün emekçilere, laikliğe ve bağımsızlığa sahip çıkmaktır. CHP’den ibaret olmayan bir biçimde düzen muhalefeti bunları terk etmiş ve daha acayibi unutmuştur! 

Akıllarına gelmeyecek, kulakları duymayacak… 

Elbette “yurttaş müşteri değildir” denecektir ve denmeye başlanmıştır; ama belediyeciliğin kamu hizmeti olduğu hatırlanmayacaktır. Yoksullar denecektir ve denmeye başlanmıştır; ama belediyelerin kâr amaçlı holdingler olarak örgütlenmesine son vermek akla gelmeyecektir. Adaletsizlikten dem vurulacaktır, ama sadece rantı adil paylaşmak türünden laflar edilecek, rantı ortadan kaldırma seçeneğine gözler kapatılacaktır. Deprem tehlikesi çoktandır söylenmektedir, daha da dillendirilecektir; sonra inşaat tekellerini, kredi kurumlarını merkeze koyan cazibeli projelerin peşine düşülecektir. Spor, kültür denecek, ama memleketi saran uyuşturucu şebekeleri belediyelerin kapısının önüne kadar ağlarını kurduğunda başlar öte tarafa çevrilecektir. 

Bu koşullarda dönüp bize “zamanı mı” diyeceklerdir, sosyalizmi sonra konuşuruz… Ya bu son seçim olursa…

Seçimi önemsiyoruz. Toplumun seçimi bu kadar önemsediği bir ülkede seçim düzenin hakiki alternatifinin ortaya konması için bulunmaz fırsattır. Şimdi tam da solun zamanıdır. 

                                                                 /././

Devrimimizi nerede arayacağız: Hindistan örneği (Erhan Nalçacı)

Öte yandan ABD hegemonyasındaki coğrafyada genel olarak “orta sınıf” erozyonu izleniyor. Tabi ki doğrusal bir ilişki değil ama devrime ulaşmak için gerekli eşik düşme eğilimi taşıyor. 

Savaşlar, katliamlar, iklim krizi, yoksullaşma, gericileşme, nitelikli iş kaybı, göç ve umutsuzluk…

İnsanlık bütün bunları üzerimize yığan düzene karşı devrimini arıyor.

Bugünkü karanlığa bakmayın, 21. Yüzyıl bir devrim çağı olarak anılacak.

Ancak kapitalizm ve bunalımı her ülkede farklı yaşanıyor. Her ülkede devrime ulaşmak için gerekli sınıfsal enerjinin eşiği farklı. Sabit de değil, sürekli salınım yapıyor.

Bugün Hindistan örneği üzerinden eşik meselesini bir kez daha tartışalım.

Dünya üretimine yapılan katkı son 30 yıl içinde batıdan doğuya kaydı.

20. yüzyılın başında sömürge veya yarı-sömürge köylü ülkelerinden oluşan doğu büyük bir değişim geçirdi. Doğu sömürgecilikten geçen yüzyılın sosyalizmli çağında kurtuldu, bağımsız ülkeler haline geldi. Sonrasında ucuz emeğe yönelen sermaye akışını ulusal devletlerin yönetmesi ile kapitalizmin yükselişine tanıklık ettik.

Şimdi Çin, Hindistan, Endonezya, Vietnam’da bir milyara yakın modern proleter deviniyor. Bu çok büyük bir dönüşüm.

Marx’ın kapitalizmin “mezar kazıcısı” olarak tanımladığı işçi sınıfı, mülksüzleşerek, sanayi kentlerine yığılarak, emek gücünden başka pazara sürecek şeyi olmadan ve sürekli büyüyerek tarihteki rolünü oynamak için birikiyor. Bütün sınıflar nüfus olarak küçülürken işçi sınıfı temel sınıf haline geliyor.

Ancak her şey karşıtı ile var.

Modern proletaryayı yaratan tekelci sermaye diğer sermaye sınıfı bileşenlerini temsil ederek bütün iktidar araçlarını kullanıyor.

İktidar araçları içinde iki faktör önemli:

İşçi sınıfını düzen içinde tutacak “orta sınıf” inşası ve bu zeminde milliyetçi-dinci bir ideoloji ile sınıfın beynini burjuvalaştırma becerisi.

Bu köşede defalarca yazdık, orta sınıflar mülkiyet ilişkilerine göre değil, tüketim standartlarına göre belirlenir ve işçi sınıfını düzen içinde tutmaya yarar diye. Aynı zamanda bir iç pazar yaratarak kapitalizmin payandası haline gelir.
Orta sınıf inşası –yanlış anlaşılmasın- yüksek bir sömürü oranıyla gider, ama işçi sınıfının yüksek tabakalarına bırakılan pay kendilerinin sınıf olduğu bilincini törpüler.

Bu düzen içine çekilme hali ideolojik girdi için çok uygundur: “21. Yüzyıl o ülkenin olacaktır.” Kulağınıza yabancı gelmiyor değil mi?

Şimdi Hindistan’a bakabiliriz. Hindistan’ı bu köşede defalarca kez değişik yanlarıyla işledik. Kimi zaman bir meydanda 1.200.000 komünistin toplanmasıyla, kimi zaman 200 milyonluk işçi greviyle, kimi zaman köylü ayaklanmasıyla, bazen de emperyalist hegemonya mücadelesindeki yeriyle andık.

Bağımsızlığını kazanan ve Sovyetler Birliği’nin müttefiki olan Hindistan kamucu, planlamacı bir ülkeydi. 1990 sonrası dünyanın hemen tamamında olduğu gibi sermaye sınıfı bütün kamu mallarına el koyarak, yağmalayarak hacimli bir sermaye birikimi sağladı.

Yaratılan ucuz emek ve sermaye dostu politikalarla son 30 yılda büyük bir dış sermaye yatırımını çekti ve uzun bir süredir yüksek bir büyüme oranını tutturdu. Dünya üretimine katkıda henüz Çin ile arasında epeyce fark olmasına rağmen üçüncü ülke haline geldi.

Doğal seyir Hindistanlı tekellerin yurtdışına sermaye ihraç etmeye başlaması oldu. Bu sermaye ihracatının ihraç edilen ülkelerde zamanla nasıl bir siyasi hegemonyaya dönüşeceğini göreceğiz, yeni yeni bu aşamaya geliniyor.

2014’ten bu yana dinci ve milliyetçi bir ideoloji ile tekellere ait siyaseti yürüten Modi hükümetinin otoriter yönetimi altında yaşıyorlar.

Çok katı kastlara bölünmüş Hindistan’da emperyalistleşmek için zorunlu olan “orta sınıf” inşasına bakabiliriz şimdi.

Aşağıdaki grafik bize Hindistan’da 1985’ten tahmini olarak 2030’a kadar gelirine göre toplumsal tabakaların değişimini veriyor.

Grafik bize Hindistan’da gelire göre toplumsal tabakalaşmanın 1985’ten tahmini olarak 2030’a kadar değişimini gösteriyor. Bütün bu tip grafiklerde olduğu gibi sınıflar arasındaki sömürü ilişkileri gizleniyor. Ancak grafik bize hızla tekelci sermayenin iktidarında işçi sınıfını düzen içinde tutmak için “orta sınıf” inşasının gerçekleştirildiğini söylüyor.

Grafik çok açık bir şekilde sömürü ilişkilerini gizlemekle birlikte tekelci sermaye iktidarının nasıl “orta sınıf” inşasını başardığını söylüyor. Bu aynı zamanda 2014’ten bu yana dinci/milliyetçi Modi’nin otoriter yönetimini de açıklıyor. 2024’te yapılacak seçimlerde Hindistan’ın irili ufaklı burjuva partilerinin Modi’yi iktidardan uzaklaştırmak için bir araya gelmelerini de. Bu da kulağa hiç yabancı gelmiyor.

Görüldüğü gibi “orta sınıf” inşası devrim eşiğini yükseltiyor Hindistan’da. 

Ama devrime ulaşmak için “orta sınıfların durumu” tek kriter değil kuşkusuz. Bunun krizi, savaşı, meşruiyet krizleri var. Bir de işçi sınıfı siyasetinin iradesi ve becerikliliği. Bu da eşitsiz dağılıyor.

Öte yandan ABD hegemonyasındaki coğrafyada genel olarak “orta sınıf” erozyonu izleniyor. Tabi ki doğrusal bir ilişki değil ama devrime ulaşmak için gerekli eşik düşme eğilimi taşıyor. 

Sınıf ideolojik olarak kendine geliyor, sınıf olduğunu fark ediyor.

Türkiye’deki süreç de bazı açılardan Doğudaki sermaye birikimini andırıyor, genellenebilir oluyor. 

Ancak Türkiye’de borç para ile “orta sınıf” inşasının sonuna gelmiş gözüküyoruz. 

Türkiye kapitalizminin tıkanmasının yaratacağı olanaklara ve risklere gözümüzü çevireceğiz. 

                                                                   /././

Hırsız kapanı (Orhan Gökdemir)

Peki seçimi gericilerle iş birliği halindeki sermaye sınıfına karşı bir gerilla mücadelesine dönüştürebilir miyiz? Bu, her şeye rağmen mümkündür. 

1839’da yola çıkmıştık. O yıl okunan ferman bir anayasanın ilanı ile sonuçlandı, Tanzimat diyoruz. Devletin düzenlenmesi ve hukuka dayanması, hak ve özgürlüklerin genişletilmesi ve tabii sekülerleşme 1839-1876 arasının yönelimleridir. Cumhuriyete giden yolun başlangıcı sayabiliriz. 

Bu bir yakıştırma yollu tarif girişimi değildir. Tanzimat’ın mimarı Reşit Paşa, gericiler tarafından, “cumhuriyetçi” olmakla suçlanmıştı. Birinci Meşrutiyet’in lideri Mithat Paşa’nın da cumhuriyetçi olduğundan şüpheleniyordu. Demek ki cumhuriyetin, cumhuriyetten önceye dayanan bir tarihi var. 

Ancak tabii bu yolda “aşamalar” var. Cumhuriyet yürüyüşünün ikinci aşaması birinci Meşrutiyettir. Bu, 23 Aralık 1876'da II. Abdülhamid tarafından ilan edilen anayasal monarşi rejiminin ilk dönemidir. Bu dönemin anayasası Kanun-ı Esasi, yürütme organı padişah Hamid, yasama organı ise Meclis-i Umumi'dir. Meclisi, anayasayı ve kuvvetler ayrılığını öyle öğrendik. Yaratıcısı Yeni Osmanlılar, bir siyasi yapıdan çok ortak noktalarla hareket eden aydın grubudur. 

Birinci Meşrutiyet, II. Abdülhamid'in 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı'ndaki yenilgiyi gerekçe göstererek “Meclis-i Mebusan”ı kapatmasıyla 1878'de son buldu. Tabii böylece Anayasa da rafa kaldırılmıştı. Artık biliyoruz, anayasa raftaysa ve meclisin kapısına kilit vurulmuşsa istibdat dönemi açılmıştır. 

Baskının ve şiddetin hüküm sürdüğü 30 yıllık bir gerileme dönemidir bu. Abdülhamit’in ve islamcılığın yıllarıdır. 30 yıl boyunca aydınlar ve yazarlar tutuklanmış, sürgüne gönderilmiş ve hapse attırılmıştır. Donanma Haliç’te esir tutulmuş, devlet Yıldız Sarayından hafiyeler marifetiyle yönetilmiştir.

Derslerimiz var; Yeni Osmanlılar, iktidarı sınırlama ve mutlak monarşiyi sonlandırma noktasında başarısız oldu. Anayasası, yurttaş hakları, özgürlükler ve hukuk alanında önemli değişiklikler getirmesine rağmen sultana verdiği sınırsız yetkilerle kalıcı bir rejim değişikliği yaratamadı. Yurttaşlık, her şeye rağmen o ilk aşamanın getirisi oldu. Bu 1876 Kanun-i Esasi’sinde şöyle ifade ediliyordu; “Devlet-i Osmaniyye tâbiiyetinde bulunan efradın cümlesine herhangi din ve mezhepten olursa olsunlar bilâ istisna Osmanlı tâbir olunur.”

***

30 yıl süren istibdat dönemi 1908 Devrimi ile son buldu. Fransız Devrimi’nin 100. yılına denk gelen tarihte, Tıbbiye öğrencileri tarafından İttihad-ı Osmani adıyla kurulan cemiyet, sonraki yıllarda yaşanan çeşitli birleşmelerle bilindik adını aldı. İttihat ve Terakki Cemiyeti Fransız Devrimi’nin düşünsel birikimine dayanarak yola çıkmıştı. “Birlik ve İlerleme” kendisinden önceki modernleşme hareketine, Tanzimatçılara ve Yeni Osmanlılara, bir göndermeydi. Fakat İttihatçılar, Genç Osmanlıların aksine disiplinli ve programlı siyasal yapı oluşturmayı başarmıştı. Bu mücadelenin de yükselmesi anlamına geliyordu. Abdülhamit dönemi boyunca gerçekleşen çok sayıda birlik denemesi, suikast girişimi ve halk isyanı bu yükselişin getirisidir. İkinci Meşrutiyet Dönemi 23 Temmuz 1908’de Meclisi Mebusan’ın yeniden açılmasıyla başladı. Yürüyüşün üçüncü aşamasıdır. 

1908’in devrimini pekiştiren ise 1909 Anayasa değişikliği oldu. İkinci anayasal düzene karşı patlak veren 31 Mart gerici ayaklanmasının bastırılması Abdülhamit’in tahtan indirilmesi ile sonuçlanırken, İttihatçılar, yeni rejimi güçlendirmek üzere birtakım düzenlemeler yaptı ve siyasal hamlelerde bulundu. Bunlardan en önemlisi Kanun-i Esasi’de yapılan köklü değişikliklerdir. Buna göre Hükümet meclise karşı sorumlu olacaktı. Bakanların belirlenmesinde sadrazam etkili olacaktı. Uluslararası antlaşmaları meclis onaylayacaktı. Halka toplantı, dernek ve parti kurma hakkı veriliyordu. Padişah artık istediği kişiyi sürgüne gönderemeyecek ve hapse atamayacaktı. Yasa teklifi için padişah izni kaldırılmıştı. Padişahın Meclisi açma-kapama yetkisi sınırlandırılmıştı. Savaş ya da barış durumuna meclis karar verecekti. Bu değişiklikler mutlak monarşiyi hukuken sona erdirerek meşruti monarşinin geri dönülemeyecek şekilde kalıcılaşmasını sağladı. 

Üçüncü aşama cumhuriyetin gerçek kuruluşu mu, yoksa temellerinin atılışı mı, tartışabiliriz. Eksiklikleri olmakla birlikte bir tür ilk cumhuriyet saymakta bir sakınca yoktur. Not edip geçiyoruz.

***

Fiili Cumhuriyetin resmi ilanı ise üçüncü aşamanın arkasından geldi. Osmanlı I. Dünya Savaşı’ndan kaybeden olarak çıkmıştı. Yenilgi, Anadolu’da 1923 yılına kadar sürecek yeni bir mücadelenin başlamasına neden oldu. 

İstanbul’un işgali ve 23 Nisan 1920’de Ankara’da Meclis’in kurulması ile ülke ikili iktidar dönemine girdi. Bir tarafta emperyalist işgale direnen Ankara, diğer tarafta işgalci kuvvetlerle anlaşarak iktidarını devam ettirmeye çalışan saltanat yer alıyordu. İstanbul, Sevr Antlaşması’nı imzalayarak iktidarını korumak istedi, ancak Ankara’da kurulan Meclis, bu anlaşmayı kabul etmediğini bildirerek kurtuluş mücadelesine yöneldi. Cumhuriyet, ikili iktidar döneminin yarattığı krizde şekillenmiştir. Ankara iktidarı radikalleşmek zorundaydı. Haliyle kurtuluş savaşı adım adım saltanata ve emperyalistlere karşı yürütülen bir niteliğe büründü. Cumhuriyet ülkenin içinde bulunduğu işgale ve krize devrimci bir yanıt olarak ortaya çıkmıştır. Saltanat 1 Kasım 1922’de kaldırıldı. Uzun yürüyüşümüzün dördüncü aşamasıdır. 

***

Ancak her ileri sıçrama bir duraklama ve geriye itilme ile sonuçlandı. İkinci aşamanın ardından istibdat, üçüncü aşamanın arkasından gerici kalkışma ve büyük bir savaş geldi. Dördüncü aşamanın duraklama devri uzundur. Şimdi geriye itilme dönemindeyiz. 

Türk modernleşmesi, kendinden önceki dönemlerin krizlerine üretebildiği yanıtlar ölçüsünde ileriye atılabilmişti. Cumhuriyetin krizi ise sınıfsal konumundan kaynaklandı. Cumhuriyeti şekillendiren sınıf, o sınıfın gericilere verdiği tavizler ve sermayenin saldırganlığı Cumhuriyeti ortadan kaldırdı. Şimdi hilafet, saltanat, şeriat, istibdat heveslilerine, anayasasızlığa, meclissizliğe bakarsak 1876’nın da gerisine itilmiş durumda olduğumuzu söyleyebiliriz. Hatta Tanzimatla tanıştığımız yurttaşlık da ortadan kaldırılmak istenmekte, ümmetçiliğe geri dönülmeye çalışılmaktadır. Bir tür fiili mutlak monarşi halidir bu. Artık geri çekilme sınırımız “Tanzimat” olmuştur. 

***

Haliyle seçimle alınabilecek bir yol da kalmamıştır, demek bu. Peki seçimi gericilerle iş birliği halindeki sermaye sınıfına karşı bir gerilla mücadelesine dönüştürebilir miyiz? Bu, her şeye rağmen mümkündür. 

Belediyeleri almaya talip olmak ayrı, Belediye Meclislerine girecek her devrimci, her Komünist bu iki odağa karşı bir saldırı dalgasının işaret fişeği olabilir, yapabiliriz. Düzen partilerine, bu yolla, “ensenizdeyiz, bütün pisliklerinizi halka açıklayacağız, sizi doğduğunuza pişman edeceğiz, kaçacak delik arayacaksınız” diyebiliriz. Bizim bir tür yerel yönetim militanlarına ihtiyacımız var bunu yapmak için. Bir “hırsız kapanı” kurmak olanaklarımız dahilindedir. Halkımıza çürümüş bir mecliste yeni bir meclis için yol açmayı öneriyoruz. 

Başka yollarımız da var tabii. Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi yarın Ankara’da toplanıyor. Türkiye’nin pek çok ilinde seçilmiş temsilcilerin ilk toplantısı olacak bu. Ne yazık, ilk toplantısı başka bir seçimin öngünlerine denk geldi. Bu şartlarda parlak bir başlangıç yaptı, devamı daha zordur. Ama kökleri Tanzimat’ta olan bir ilericilik mücadelesi geleneğinin son halkası olmayı başarmış bir meclistir artık. 

***

Ancak her ileri sıçrama bir duraklama ve geriye itilme ile sonuçlandı. İkinci aşamanın ardından istibdat, üçüncü aşamanın arkasından gerici kalkışma ve büyük bir savaş geldi. Dördüncü aşamanın duraklama devri uzundur. Cumhuriyetin eskisi yıkılmıştır, geriye itilme dönemindeyiz şimdi. Karşılığı istibdattır; vatansızlık, anayasasızlık, meclissizlik, cumhuriyetsizlik halidir. İçinden geliyoruz, içinden geçiyoruz, acısına aşinayız. 

Düşeriz, kalkarız, tarihin cilveleridir bunlar. 200 yıldır yoldayız, durmadık, durmayız, dediğimiz bu. İlerliyoruz kan revan içinde. Şimdi bize yeni bir vatan gerek. Şimdi bize yeni bir anayasa, yeni bir meclis gerek. Şimdi bize yeni bir halk, yeni bir cumhuriyet gerek. 

(soL)

Kemal Okuyan’dan Maçoğlu açıklaması: 'Çok iddialı bir ekip kuracağız' + Maçoğlu'nun TKP'den Kadıköy adayı olacağı açıklandı (soL)

Kemal Okuyan’dan Maçoğlu açıklaması: 'Çok iddialı bir ekip kuracağız'

Dersim Belediye Başkanı Maçoğlu‘nun Kadıköy Belediyesi’nde adaylığının kesinleşmesinin ardından açıklama yapan TKP Genel Sekreteri Okuyan, “Çok iddialı bir ekip kuracağız. Hazırlıklara başladık” dedi.

Dersim Belediye Başkanı Fatih Mehmet Maçoğlu, 31 Mart’ta gerçekleştirilecek olan yerel seçimlerde İstanbul’un Kadıköy ilçesinden aday olacak.

TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan, Maçoğlu’nun adaylığına ilişkin Tele1.com.tr’den Egehan Erkün’e konuştu.

Adaylık kararını Sosyalist Meclisler Federasyonu’nun (SMF) aldığını ve TKP’ye ilettiklerini söyleyen Okuyan, “Diğer üç ilçe gündemde değil. Fatih Mehmet Maçoğlu’nun kendi bulunduğu siyasi kurum SMF böyle bir karar aldı. Uzun süredir görüşüyorduk zaten. Kararı değerlendiriyoruz. Kadıköy adaylığı iddialı bir adaylıktır. Çok iddialı bir ekip kuracağız. Hazırlıklarımızı sürdürüyoruz” dedi.

İttifak açıklaması

Seçimdeki ittifaklara ilişkinde konuşan Okuyan, “Farklı partiler de eklenebilir” dedi.

Okuyan, "TKP ile Türkiye İşçi Partisi (TİP) arasında yerel seçimlere ilişkin bir ittifak olacak mı" sorusuna ise şu yanıtı verdi: Onlar kendileri karar verecektir. Her partiyle ayrı ayrı görüşülecek. Biz, Türkiye İşçi Partisi’ni seçilebilir, iddialı olduğu yerlerde destekleyebiliriz. Ancak CHP ve HDP ile iş birliğimiz söz konusu değil

                                                                  /././

 Maçoğlu'nun TKP'den Kadıköy adayı olacağı açıklandı 

Sosyalist Meclisler Federasyonu (SMF), Dersim Belediye Başkanı Fatih Mehmet Maçoğlu'nun 31 Mart 2024'te yapılacak seçimlerde nereden aday olacağını açıkladı.

Maçoğlu'nun üçüncü dönem aday olma durumunun kararlaştırılarak kamuoyu ile paylaşıldığı hatırlatılan açıklamada, Dersim Belediye Başkanı'nın önümüzdeki seçimlere İstanbul'un Kadıköy ilçesinde TKP çatı partisi altında demokratik, sol-sosyalist güçlerin ortak adayı olarak girmesinin karar altına alındığı kaydedildi.

Maçoğlu'nun somutlaşan adaylığının, demokratik, sol-sosyalist kurumların ortak plânlaması doğrultusunda en kısa sürede bir deklarasyon ile kamuoyuna ilan edileceği ifade edildi.

Açıklama şöyle:

"31 Mart'ta yapılacak olan yerel seçimlere yönelik hazırlıklar, tutumlar ve ittifaklar giderek belirginleşmeye başlamış durumdadır. İktidar ve muhalefetiyle burjuva cephenin durumunu takip etmekle birlikte, varlık gerekçemizin doğal sonucu olarak demokratik, sol-sosyalist cephenin sürece dair hazırlık ve tutumu politik sorumluluğumuzun esasını oluşturmaktadır.

Sosyalist Meclisler Federasyonu olarak daha önce yaptığımız Özet bir açıklamayla yerel seçimlere yönelik taktik siyasetimizi ve somutlaşan bir dizi meseleyi demokratik kamuoyu ile paylaşmıştık.

Ülke genelinde seçimlere yönelik, kurumsal temelde dahil olduğumuz tüm yerellerde kendi hazırlık ve çalışmalarımız esasta netleşip sonuçlanmakla birlikte, yerel seçimler siyasetimizin esasını oluşturan demokratik ve sol-sosyalist ittifaklar sürecine yönelik çalışmalarımız devam etmektedir. Bu noktadaki görüşmeler önemli bir olgunluğa erişmekle birlikte, her bir alanda netleşerek ortaya çıkacak sonuçlar kamuoyu ile paylaşılacaktır.

Fatih Mehmet Maçoğlu yoldaşımızın durumuna dair somutlaşan kararımız ise özetle şu şekildedir.

Daha önce yaptığımız açıklamada Dersim belediye başkanımız Fatih Mehmet Maçoğlu yoldaşımızın üçüncü dönem aday olma durumunu kararlaştırarak kamuoyu ile paylaşmıştık.

Gelinen aşamada sürecin tüm yönlerini, dinamiklerini, ittifak güçlerimizin ve halkımızın öneri ve taleplerini göz önünde tutan kurumumuz; ranta, talana ve yandaşçılığa karşı; şeffaf, demokratik, halkçı yerel yönetimler programımızın "Komünist Başkan" nezdinde kitlelerde yarattığı sahiplenme ve olumlu etkisinin halklarımızın ortak çıkarı için tüm ülkeye yayılmasını bir sorumluluk olarak ele almıştır. Bu anlamıyla, demokrat, sol-sosyalist kurumlarla yaptığımız istişareler sonucu Fatih Mehmet Maçoğlu yoldaşımızın İstanbul'un Kadıköy ilçesinde TKP çatı partisi altında demokratik, sol-sosyalist güçlerin ortak adayı olarak yerel seçimlere girmesini karar altına almış bulunmaktayız..

Fatih yoldaşımızın somutlaşan adaylığı, demokratik, sol-sosyalist kurumların ortak plânlaması doğrultusunda en kısa sürede bir deklarasyon ile kamuoyuna ilan edilecektir."