7 Ocak 2024 Pazar

Görünmek istenmeyenin hikâyesi: Yoksul Evler - EMRE FALAY / soL-Kültür

'Bu ihtimali bugün edebiyat anlatamayacaksa yarın hayat gerçek kılacak. O zaman bol bol, kana kana, namusuyla çalışıp artık yoksulluk içinde yaşamayan insanın hikâyesi başlayacak.'

1956 yılının Eylül’ünde dönemin Akşam Gazetesi’nde yirmi yedi gün sürecek bir röportaj dizisi yayımlanır. “Çok Çocuklu Aileler Arasında” üst başlıklı dizi, her bir röportajda okura aktardığı yoksul aile manzaralarıyla zaten içeriksel bir öneme sahipken onu kıymetli hale getirecek bir şey daha vardır: Röportajları her bir ailenin yaşadığı mahallede, bu ailelerin evlerinde gerçekleştirenler iki tanınmış gazeteci İsmet Yenisey ve Remzi Tozanoğlu ile üç büyük edebiyatçımız Orhan Kemal, Oktay Rifat ve Melih Cevdet Anday’dır.

Beş yazar İstanbul’un farklı ilçe ve mahallelerindeki hayatlarla buluşturur okurlarını. Büyük Langa, Kocamustafapaşa, Fatih, Cibali, Sultanahmet, Hasköy, Kadıçeşmesi, Üsküdar, Çapa, Edirnekapı, Beylerbeyi, Davutpaşa, Pangaltı, Beşiktaş, Fener, Aksaray, Harbiye, Bostancı, Nişantaşı…

Böylelikle 50’li yılların ikinci yarısında İstanbul’un sosyal güvenceden yoksun, formel sektörde çalışmayan, sağlıksız koşullarda yaşayan kent yoksullarına çevrilir objektifimiz.

Yoksulların evleri

Farklı mahallelerde yaşasalarda her bir röportajda anlarız ki yoksulların evleri hep birbirine benzer:

“Asfaltı karşıya geçip de Arabacılar’a doğru yürüyünce, iş değişiyor. Yol adına taşlar dolu, eğri büğrü, daracık bir geçit, harap evlerin arasından kıvrıla büküle sizi dik bir yokuşa vuruyor. Sağda solda, evleri sınırlayan taş duvarlar. Taş duvar dedimse, bildiğimiz, usulünce yapılmış taş duvar değil. Küçük küçük taşlar, harçsız filan üst üste yığılmış, duvar yükseltmek istenmiş. Böyle derme çatma duvarların içinde barakalar, kulübeler. Çoğunun üzerleri paslı teneke kaplı. Kuvvetli rüzgâr bu tenekeleri alıp götürmesin diye üzerlerine yer yer ağır taşlar konmuş.” (s.73)

“Kapıdan giriyoruz. Hela kokuyor. Yan yana iki oda. Küçük küçük.” (s.51)

“Bir barakanın bir odası. (...) Üstü battaniye ile örtülü bir karyola. Tavana asılı salıncak tam karyolanın ortasına rastlıyor. İki kırık iskemle, sandık, kapının arkasında bir entari. Yerde morumsu bir kilim. Duvarda “El kâsibu habibullah” levhası. Tek ferahlık veren şey pencerenin içindeki fesleğen tenekesi. 50 lira veriyorlarmış bu odaya.” (s.81)

Röportaj ve edebiyat

Beş farklı yazar tarafından gerçekleştirilmesine rağmen röportajlar bir bütünlük ve tutarlılık içindedir. Röportajların her birine benzer duygu ve düşünce durumunun sirayet etmesindeki temel neden ise yazarların tamamı için yoksulluğun doğal olmayan, değiştirilmesi gereken bir durum olmasıdır. Ayrıca hikâyelerini aktardıkları ailelere büyük bir sevgiyle ve anlamaya çalışarak yaklaştıkları da röportajların dilinden anlaşılır. Bununla birlikte ne gözlemledikleri mekâna ne de ailelerin aktardıklarına herhangi bir yorum katarlar. Böylece duygu ve düşüncedeki uyum edebi bir tutarlılık ile de buluşur.

“Çocuklar hastalanınca doktora götürür müsünüz?
Götürürlermiş.
– Hastane bedava tabii.
– İlaç parayla amma.
– Hepsini alamazlar ilaçların.
– Borç harç.
Bunları kalabalıkta kimleri söylediğini kestiremiyorum.” (s.37)

“– Yemeğe, içmeye yetişebiliyor musunuz bari?
– Nasıl yetişilir? Kızılay ekmek, yemek veriyor.
– Kaç ekmek verir?
– Bir buçuk.
– Yemekleri nasıl?
– Mercimek, nohut, fasulye…
Sonra şikâyet etmediğini yüzüyle anlatarak:
– Etsizdir amma, diyor, Allahın gücüne gitmesin.
‘Gitmez Bayan Muzaffer’ demek istiyorum; “Senin et istemene Allah neden kızacakmış. Kızsa kızsa ona kul taifesi kıza.’” (s.92)

Yoksul evlerde umut

En düşük nüfuslusu beş en kalabalığı on dört çocuklu ailelerin tamamında istisnai durumlar dışında tüm aile bireylerinin çalıştığını görürüz. Erkek çocuklar daha ilkokul çağlarında berberde, bakkalda, gazocakçının yanında çalışmaya başlarlar; büyüyünce tornacıda, tersanede. Kızlar trikoda, çorapta ya da Cibali’de tütündedirler; imkân varsa akşamları Akşam Sanat’ta eğitimde. Anneler temizliğe, çamaşıra gider; babalar sıvacılık, boyacılık, kalaycılık, kunduracılık, arabacılık gibi işler yapar. Büyüdüklerinde yüksek ihtimalle anne babalarının kaderini yaşayacak, onlarla aynı mesleklere sahip olup aynı işlerde çalışacak, evlenip yuva kurduktan sonra ayın sonunu getiremeyecek olan çocuklar arasında okuyup düzenli gelir elde edeceği bir mesleğe kavuşması, doktor, öğretmen ya da Deniz Lisesi’ne gidip deniz subayı olması ümit edilen bir tanesi mutlaka bulunur. O, ailenin ümididir. Ancak bu ümit de yazarlar tarafından röportajı çevreleyen gerçeklikten soyutlanıp başka bir yere taşınmaz:

“Hava hâlâ sıcak, evin içi hâlâ acı acı hela kokuyor, ama, geleceğin deniz subayı oralı değil. Oturduğu yerde kesekâğıdı imaliyle meşgul.” (s.55)

Dertlerini olduğundan büyük göstermeye çalışmaz röportaj yapılan aileler. Kimi kez durumları ile dalga geçecek kadar kabullenmişlerdir belki de yoksulluğu. Yazarların kurduğu duygudaşlık ise ailelerin ifadelerindeki samimiyeti artırmış olsa gerek:

“– Memnun görünüyorsun! dedim Rüveyde teyzeye.
– “Deliye niye gülersin?” diye sormuşlar, dedi, “Ağlamasını bilmem ki” demiş. Bizimki de o hesap.” (s.71)

“– (...) İşi yolunda, radyoda da oyun havaları varsa, komşumuz bir âlem olur. Çoluk çocuk coşarlar. Çok iyi insanlardır.
Mehmet Budak gülüyor:
– Ne yapalım? Yaşamıya geldik dünyaya. (...)” (s.119)

Röportaj yapılanlara hayattan istekleri, beklentileri sorulduğunda ise hiçbiri hak etmediği, emek vermediği, emeğinin sonucu olmayan bir şeyi talep etmez. Bahri Çetintaş’ın eşi “Ah, diyor, bir dikiş makinem olsa!” (s.78). Sabriye, kocasının Suriye'den dönmesini ister. Mehmet ağa kızının düğününü yapabilmek ister. İş bulup düzenli, “bol bol, kana kana” (s.120), “namusuyla” (s.125) çalışabilmek ister hepsi; başlarını sokacak, insanca yaşayacak bir evleri, yuvaları olsun isterler. 

Hikâye anlatıcısını bekliyor

Tahsin Yücel, röportajlar hakkında 2006 yılında yazdığı, kitaba da aktarılmış olan yazısını “1956 Eylülü’nden kalan soluk fotoğrafları da Türkiye’de yobazlığın gelişmesinde onların en ufak payı bulunmadığını gösterir.” (s.14) diyerek bitirmiş. Yaklaşık yetmiş yıl öncenin insanları, bizim insanlarımız, bir kitabın sayfaları arasından, siyah beyaz fotoğrafların içinden bakıyorlar şimdi bize. O.Henry’nin “Bir Noel Hikâyesi”ndekine eş içtenlikte, sevgi ve fedakârlıkla dopdolu, ümitli bir aydınlık içinde fakat yoksul hayatlar yaşayıp çekilmişler dünyamızdan.

Böyle yaşamları görmek, duymak, okumak istemiyoruz sanki artık. Ümit etmelerini, sevdalanmalarını, insanca bir geleceğin hayalini kurmalarını hiç… Yetmiş yıl öncesinin anlatılarında kalmalarını tercih ediyoruz. Gazetelerin üçüncü sayfalarında bir cinnet, intihar, soba zehirlenmesi ya da bir yangın haberi olarak yer alsınlar istiyoruz. İlle olacaklarsa, istiyoruz ki televizyonda içeriksiz, çürümüş gündüz programlarının konusu, filmlerde birbirlerinin kurdu olsunlar. Bizi rahatsız etmesinler.

Oysa yoksul evler, yoksul hayatlar gizlenebilir olmaktan çoktan çıktı. “Ben dilenci değilim” çığlığı hâlâ kulaklarımızda olan Dilek Özçelik’in, Ankara’da kışın ısınmak için bir hastanenin acil servisinde yaşayan evsizlerin, “güneşi görebilmek için karanlığı kazıyoruz” diyen madencinin, sokaktaki geri dönüşüm işçisinin, tekstil atölyesindeki Suriyeli kadın emekçinin, iki tekerin üzerinde zamanla yarışan motokuryenin, pandemide enstrümanını satan müzisyenin, özel okulda asgari ücretle çalışan öğretmenin, tarikat yurdunda kalmak ya da okulu bırakıp memleketine dönmek arasında sıkışmış öğrencinin, her hafta fiyatları değiştirirken utanan market çalışanının hikayeleri ile dolu dünyamız.

Bir de onların yan yana gelme ihtimali ile…

Bu ihtimali bugün edebiyat anlatamayacaksa yarın hayat gerçek kılacak. O zaman bol bol, kana kana, namusuyla çalışıp artık yoksulluk içinde yaşamayan insanın hikâyesi başlayacak.

EMRE FALAY / soL-Kültür

Yoksul Evler
Orhan Kemal, Oktay Rifat, Melih Cevdet Anday, İsmet Yenisey, Remzi Tozanoğlu
Derleyen: Turgut Çeviker
Kor Kitap, 2023

Gaz ve Gazze - OGÜN ERATALAY / soL-Analiz

 

Filistin'de yaşanan katliam İsrail sermayesinin emellerinin üzerini örtse de Gazze açıklarındaki doğalgaz kaynaklarının işletilmesi yakın dönemde emperyalistlerin önde gelen gündemi olacak.

Ortadoğu coğrafyasında aşina olduğumuz doğal kaynaklar sanılanın aksine sadece kara parçalarının altında değil, denizlerin bulunduğu kıta sahanlığının altında da bulunuyor. Bu açıdan bakıldığında Doğu Akdeniz petrol ve doğalgaz kaynakları açısından zengin bir bölge. Teknolojinin gelişmesiyle beraber tekeller artık denizlerin altındaki olası kaynaklara dair de araştırmalar yapıyor, burada bulunan kaynakları çıkartarak işleyebiliyor.

Alışık olmadığımız şekilde Doğu Akdeniz haritasına kuzeyden baktığımızda Gazze’nin kritik konumu daha iyi anlaşılabiliyor

Doğu Akdeniz’in durumu

Doğu Akdeniz bölgesinde kıta sahanlığı kıyıya sınırları olan ülkelere göre bölümlere ayrılmış durumda. Kıbrıs, Lübnan, İsrail, Gazze ve Mısır kendi egemenlik bölgelerine sahip. İsrail ve Lübnan arasındaki bir bölge hakkında anlaşmazlık mevcut.

Konumuz olan Gazze’nin hakkının bulunduğu kıta sahanlığı ise 1993 yılında imzalanan Oslo Anlaşması uyarınca Filistin Ulusal Yönetiminin tasarrufunda. Filistin Ulusal Yönetimi bu bölgede yapılan araştırmaların ardından bulunan doğal gaz kaynaklarının işletilmesi için bugün Shell bünyesinde olan BG Group ile anlaşma imzalıyor. Filistinli yöneticiler doğrudan emperyalist merkezlere bağlı tekellerle işbirliği yapılırsa hızlı adım atılacağını düşünüyorlar herhalde ancak işler beklendiği gibi gitmiyor.

Marine-1 ve Marine-2 adı verilen bölgelerin işletilmesi uzun süre erteleniyor. Bu ertelemelerde İsrail ve Mısır sermayelerinin çıkan doğal gazın nasıl karaya getirileceği ve ne şekilde piyasa verileceğine dair anlaşmazlıklar kadar Filistin-İsrail arasında dönem dönem alevlenen çatışma halinin de etkisi var. Elbette 2007 yılıyla beraber Gazze’nin HAMAS denetimine girmesinin de.

Türk sermayesine akıl veren 'dostlar'

Türk Asya Stratejik Araştırmalar Merkezi TASAM yazarı Prof. Dr. Sema Kalaycıoğlu çeşitli mecralardaki yazılarında Gazze’de gerçekleştirilen savaşın ardındaki ekonomik sebeplerden birisi olarak Marine sahalarındaki doğalgazın bulunduğunu belirtiyor. Filistin’in haklarını savunur gözüken yazar aynı konuyla ilgili olarak 2019 yılında yazdığı yazıda ise Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki doğal kaynaklardan faydalanmak için İsrail ile işbirliği yapmayarak büyük fırsat kaçırdığını yazıyor. O dönemde Libya (Ulusal Mutabakat Hükümeti)-Türkiye arasında imzalanan mutabakat muhtırasını da eleştirerek bunun suya çizilen bir resim olduğunu belirtiyor! 

İşleyişteki belirsizlik veya 'Orman kanunu'

Bu tür sahalardan çıkarılan doğalgaz genellikle sıvılaştırıldıktan sonra ister ihraç edilmekte ister de kullanım için ilgili limana getirilmekte, sonrasında yeniden gaz haline getirilerek mevcut boru hattı sistemine dahil ediliyor. Özellikle İsrail sermayesi bu doğal kaynağa Filistin’in erişimine engel olmaya çalışırken, enerji piyasasına mutlak egemen olma gayreti içinde. Ayrıca Marine-1 ve Marine-2 bölgesinde kullanım hakkı Filistin’de olsa bile kıyıdan yaklaşık 40 km uzaklıktaki sahanın etrafında İsrail tarafından yapılacak sondaj çalışmalarına Filistinlilerin engel olma durumu bulunmuyor. Öte yandan 2023 yılı Haziran ayında İsrail tarafının Filistin’in de dahil olduğu bir plan çerçevesinde bölgedeki kaynağın kullanılması önerilerine olumlu yanıt verdiğini de hatırlatalım. 1 trilyon metreküp doğal gaz barındırdığı tahmin edilen sahalar önemli bir ekonomik değer taşıyor.

Denizlerdeki kıta sahanlığı ve bu bölgelerin altındaki doğal kaynakların kullanım hakkı bugün hala net olarak çözülebilmiş bir konu değil. Dolayısıyla böyle gündemler hak iddiasında bulunan devletlerin güçleri ve müttefiklik ilişkileri ışığında fiilen sahada çözülüyor. 

Örneğin 2018 yılında Türkiye’nin Doğu Akdeniz’in bazı bölgelerinde hak iddiasında bulunduğu, sismik araştırma ve sondaj gemilerini donanmadaki savaş gemileri eşliğinde tartışmalı bölgelere gönderdiği hatırlanacaktır. Bunun da ötesinde Güney Kıbrıs Rum Yönetiminin araştırma için anlaştığı özel şirket gemilerinin çalışması da engellenmiş, fiili durum yaratılmıştı. Elbette sonrasında emperyalist hiyerarşinin devreye girmesiyle Türk gemileri bölgeyi terk etmiş ve Karadeniz’de çalışmaya gönderilmiş, burada yapılan “keşiflerle” gündem unutturulmuştu. 

Gazze’de sürmekte olan katliam sonrasında özellikle tamamen boşaltılan ve yerle bir edilen kuzey Gazze’nin durumunun belirsizliği önemli bir veri. Filistinlilerin topraklarından vazgeçmemelerine rağmen İsrail tarafından fiilen işgal harekâtının yapıldığı bir senaryoda İsrail pekala denizdeki bu bölgelerde hak iddia edebilir. Uluslararası diplomaside hukuk, adalet gibi kavramların içi boş olduğu ve güçlünün istediği gibi hareket edebildiği düşünülürse böylesi bir adım şaşırtıcı olmayacaktır.

Libya-Türkiye arasında mutabık kalınan kıta sahanlığı/münhasır ekonomik bölge hattı F-E hattıdır

Türkiye sermayesinin konumu

İki ülke liderleri tarafından kamuoyu önünde karşılıklı lanet okuma seansları sık sık görülse de Türkiye sermayesi İsrail ile her dönem iyi ilişkiler içinde oldu. Bu açıdan bakıldığında Doğu Akdeniz’deki doğal kaynakların kullanımı konusunda da işbirliğine açık olduklarını söylemek yanlış olmaz. İsrail’de kurulu tesis olarak önemli elektrik üreticilerinden birisinin Zorlu Enerji olduğu, İsrail’in ihtiyaç duyduğu ham petrolün Türkiye’nin boru hatları tarafından sağlandığı düşünüldüğünde bu önermenin doğruluğu anlaşılacaktır. Ayrıca emperyalist merkezler tarafından onay verildikten sonra Türkiye-Yunanistan arasında atılan yakınlaşma adımlarının kamuoyuyla paylaşılmayan bir yanının da bulunduğu iddia edilmişti. Bu da Yunanistan’ın şiddetle karşı çıktığı 27 Kasım 2019 tarihli Libya (Ulusal Mutabakat Hükümeti) - Türkiye mutabakat muhtırası. Kaddafi sonrası dönemde patlak veren Libya İç Savaşı’na bir şekilde müdahil olan Türkiye sermayesi buradaki varlığını devam ettirmekte. Öte yandan etki alanını geliştirmek için TPAO’yu araç olarak kullanan Türkiye sermayesi pekala Doğu Akdeniz’deki aktörlerle işbirliğine soyunabilir.

Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı

Türkiye karasularında yaptığı sondaj ve sismik araştırmalarla adını bir dönem sıkça duyduğumuz Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı (TPAO) bir kamu iktisadi kuruluşu. Petrol ve doğal gaz arama, üretim ve dağıtımıyla ilgilenen kurumun mal varlığı ve yıllık kârı milyar dolarlarla ifade ediliyor. Son dönemde bünyesine kattığı sondaj ve sismik gemileriyle anılan kurum AKP iktidarı için önemli bir propaganda kaynağı aynı zamanda. Ancak padişah isimlerinin verildiği gemilerin büyük oranda Güney Kore imalatı olduğu ve ikinci el olarak satın alınarak işletildiğini hatırlatalım. Bu anlamda yerli ve millilikleri sadece üzerlerine boyanan ay yıldız kadar. Öte yandan TPAO’nun Türkiye patron sınıfı tarafından ilk yatırım maliyeti yüksek görülen riskli alanlarda kamu bütçesini kullandığını, kârlı bir yatırım olanağı görüldüğünde ilgili faaliyetin derhal özel sektöre devredildiğini de anımsatalım. Geçmişte yaşanan İPRAŞ, TÜPRAŞ, İGSAŞ, PETKİM, İPRAGAZ gibi özelleştirme ve devirler veya Turkish Petroleum International AŞ (TPIC) gibi kurulan bağlı özel şirketler bu durumu daha iyi anlamamıza yarayacaktır.

OGÜN ERATALAY / soL-Analiz

soL hatırlatıyor: Murat Kurum hakkında unutulmaması gerekenler - soL/Özel

 

TOKİ'den Çevre ve Şehircilik Bakanlığı'na uzanan kariyeri imar rantının merkezlerinde geçti. Adı bugün, İBB adaylığıyla gündemde. soL, Murat Kurum hakkında unutulmaması gerekenleri hatırlatıyor.

AKP'li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, bugün İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adayını açıklayacak. Kulislerde öne çıkan isim eski Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı Murat Kurum.

Adayın resmen duyurulmasına saatler kala Murat Kurum’un ekip arkadaşlarının tebriklerini kabul ettiği bir video sosyal medyaya "sızdırıldı".

Bakanken çözemedi, İBB'de halledecekmiş

"16 milyon İstanbullu için" yola çıktığını söyleyen Kurum, kısa videoda kentin deprem sorununu çözeceğini vaat ediyor.

Oysa Türkiye'nin yaşadığı en yıkıcı deprem sırasında imar faaliyetlerinden sorumlu olan en yetkili isim Murat Kurum'du.

Deprem bilimcilerin uyarılarına rağmen 6 Şubat depremlerinden etkileneceği bilinen illere yönelik Kurum döneminde yapı stokunu iyileştirmeyi hedefleyen bir çalışma yapılmadı.

Firari müteahhit ile aynı karede

Öte yandan depremde 35 kişiye mezar olan Ezgi Apartmanı'nın yıkılmasından sorumlu olan eski Kahramanmaraş MÜSİAD Başkanı Sami Kervancıoğlu ile Kurum'un fotoğrafı internet arşivlerinde hâlâ mevcut. Depremin ardından kayıplara karışan Sami Kervancıoğlu'nun nerede olduğu bilinmiyor. 

                                          Murat Kurum ve firari Sami Kervancıoğlu

17-25 Aralık'la tanındı

TOKİ kökenli bir bürokrat olan Murat Kurum'un adını Türkiye'ye duyuran ilk olay 17 Aralık 2013'te yaşandı.

AKP'nin eski ortağı Gülen Cemaatiyle yaşadığı kavga "yolsuzluk" operasyonuyla eşik atlamıştı.

İktidarın desteğiyle büyüyen ve iktidarın neredeyse tüm unsurlarını dinleyen Cemaatin operasyon kapsamında ifadeye çağırdığı isimlerden biri de Murat Kurum'du. O dönem Emlak Konut Genel Müdürü olan Murat Kurum'un ''bilgisine başvurulacağı'' bildirilmişti.

Özel konuk evi yaptırdı, Atatürk büstünü kaldırdı

Bundan 5 yıl sonra, Kurum'un Çevre ve Şehircilik Bakanı olarak atanmasının ardından giriştiği ilk işlerden biri "özel konuk evi" inşa ettirmek oldu.

İller Bankası Macunköy Tesisleri’nde Murat Kurum için 2019 yılında 10 milyon liralık, ithal malzemelerin kullanıldığı özel bir konuk evi yapıldığı ortaya çıkmıştı.

İtirazlara rağmen devam eden inşaat sırasında, tesislerin girişinde bulunan Atatürk büstünün yerinden kaldırıldığı fark edilmişti.

                                  Bakan için yapılan özel tadilat sırasında Atatürk büstü kaldırdı

'Sıfır atık', rekor çöp

Bakan Kurum'un sorumluluk alanlarından biri de çevreydi. Görevi sürecinde Türkiye, Avrupa’nın plastik çöpünü en çok alan ülke oldu. İngiltere, İsrail ve Kanada'dan gelen çöplerin Adana'ya yığılması tepki çekti.

Kurum çöplerin varlığını reddetmemiş, sadece adını "ham madde" olarak düzeltmişti:

"Sağlığımıza zarar verecek hiçbir maddenin ülkemize girmesine, burada üretilmesine izin vermiyoruz. ‘Çöp ithal ediyorsunuz’ dediniz. Çöp ithal etmiyoruz, ham madde ithal ediyoruz. O yüzden sıfır atık projesi önemli. Sıfır atıkla biz, geri kazanım oranımızı yüzde 35’lere çıkardık."

Kira fiyatları ne zaman düşecek?

Kira fiyatları da en fazla Murat Kurum'un bakanlığı döneminde yükseldi. Ancak Kurum, kaydedilen her rekorun ardından artışların "suni" olduğunu savundu ve "yakında düşecek" dedi.

Kurum, 5 yıl oturduğu bakanlık koltuğundan kalkalı 9 ay oldu ancak sözünü ettiği "düşüş" hâlâ gerçekleşmedi.

Öte yandan fahiş kira artışları alım gücü zaten düşük olan yurttaşları zorlamaya devam ederken, Kurum döneminin icadı olan göstermelik "yüzde 25 zam sınırı" da uygulanmıyor.

Eşi RTÜK'te, eniştesi AFAD'da 

Murat Kurum'un soyadı RTÜK'te dikkat çeken kadro artışıyla gündeme gelmişti.

Sekiz daire başkanının olduğu RTÜK'te 46 daire başkan yardımcısı olduğu fark edilmiş, Cumhuriyet yazarı Barış Pehlivan, bu isimlerden birinin Murat Kurum'un matematik öğretmeni olan eşi Şengül Kurum olduğunu duyurmuştu:

"Duydum ki RTÜK’teki o sayı 50’ye dayanmış. Biri, AKP’nin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı için adı geçenlerden Murat Kurum’un eşi... Zira, Kurum’un matematik öğretmeni olan eşi Şengül Kurum RTÜK’te müdür olarak görevlendirildi. Duyduğum kadarıyla, öğretmen Kurum hakları hariç RTÜK’ten 38 bin lira maaş alıyor."

Kurum soyadını gazetelere taşıyan bir diğer olay 6 Şubat depremleri oldu. Depremlerin ardından yetersiz müdahalesiyle tartışma konusu olan AFAD'da iktidara yakın isimlerin akrabalarının müdürlük yaptığı ortaya çıktı.

Onlardan biri de Murat Kurum'un kız kardeşinin eşi olan Ahmet Nehar Poçan'dı. Poçan, 2019'da dönemin İçişleri Bakanı Süleyman Soylu'nun onayıyla Emniyet Genel Müdürlüğü İnşaat ve Emlak Dairesi'ne daire başkanı olarak atanmıştı. Poçan, Eylül 2022'de yine Soylu tarafından vekaleten atandığı AFAD'a, AKP'li Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından Ocak 2023'te asaleten atandı.

Bakanlıktan alınan ve milletvekili yapılan Kurum, 14 Mayıs seçimlerinden bu yana geçen sürede adeta sessizliğe büründü. Meclis Genel Kurul'unda veya herhangi bir komisyonda hiç söz almadı. Sadece yemin etmek için kürsüye çıktı.

Erdoğan bugün kürsüden ismini duyurursa Murat Kurum, tek kelime etmeden milletvekilliği görevinden istifa edecek ve seçim kampanyasına başlayacak.

(soL-Özel)

6 Ocak 2024 Cumartesi

Birgün GÜNDEM - 6 OCAK 2024 -

 

Her dönemin işleyen mekanizması: Yetmez ama evet (Selin Nakıpoğlu)


“Aslında hiçbir şey yasadışı değildi,

çünkü artık yasa diye bir şey yoktu"

1984 / George Orwell

Hilafet çağrıları ile seneye başladık. Milli İrade Platformu üyesi 308 sivil toplum kuruluşunun katılımı, Türkiye Gençlik Vakfı’nın öncülüğünde 1 Ocak’ta Galata Köprüsü’nün üzerinde düzenlenen, Cumhurbaşkanı’nın oğlu ve damatlarının da katıldığı “Şehitlerimize Rahmet, Filistin’e Destek, İsrail’e Lanet” yürüyüşündeki açık hilafet ve şeriat çağrıları ile laikliğin tasfiyesinin somut örneklerini yaşadığımız günlere geldik.

Tüm bu hadiseleri vaka-i âdiyeden sayma gayreti içinde olanlar da sahnede yerini almaya başladı. 

Cumhuriyet 100. yılına gerici kuşatma altında girmiş, Cumhuriyet yerine siyasal İslamcı rejim öne çıkarılmış, laikliğin kırıntılarını dahi süpüren iktidar, tarikat ve cemaatler; Cumhuriyet kutlamalarından, toplumsal yaşamın her noktasına kadar savaş açmış, Hüda Par ve Yeniden Refah Partisi’nin de temsil edilmesiyle birlikte tarihin en gerici Meclis’i kurulmuş, Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin’in ilk icraatı karma eğitimi hedef almak olmuş, Galata Köprüsü hilafet istiyoruz diyenlere açılmış, bir ilçe Milli Eğitim Müdürü menzil şeyhine bağlılığını ilan eden yemini ettiğini açıklamış, dindar ve kindar bir nesil yetiştireceğiz şiarıyla ÇEDES projesi son hız yol almışken ‘abartmayın’ sesleri yükselmeye başladı bile.

∗∗

Sadece belli bir inanç sisteminin kuralları ve değerler sistemi hepimizin burnuna sokulmaktayken ‘keşke hilafet tartışılsa’ dilekleri ile, esasen bu durumların yasak savma olduğundan ve herhangi bir taşkın durum görülmediğinden bahis edilerek ılımlı iknacılar boy göstermeye başladı. Daha ne kadar bir taşkınlık gerekiyor? Bu da ayrıca merak konusu. Net olan, Akp ile yetmez ama evet’çilik mekanizması ve dayanışması arka planda hep işliyor.

YAE’ ciler de tıpkı siyasal İslamcılar gibi hiç şaşırtmaz. ‘Cambaza Bak!’ başlıklı, 19 Kasım 2023 tarihli yazımdan bir bölüm geldi aklıma: ‘…2010 Anayasa değişikliği açısından bakıldığında, 1982 Anayasası’nda yapılan hiçbir değişiklik o zamanki kadar siyasal çatışmaya ve toplumsal olarak ayrışmaya neden olmamıştı. O dönemki yıkıntının mimarları olan, siyasal İslamcılığın yerleşmesine olanak sağlayan Yetmez Ama Evet’ çiler gibi, bugün de truva atıyla sızmaya çalışanlar, suyu ısıtmaya başlayanlar var. Buna mecburlar çünkü mevcut meclis matematiği istedikleri yeni Anayasa metnini çıkarmaya uygun değil. Akp bloku en az 360 milletvekilini bulduğunda yeni Anayasa metnini referanduma taşıyabilir. 2010 referandumundaki YAE’ ciler gibi toplumu ikna etmeye çalışanlar şüphesiz yine olacak.  Dolayısıyla, 2010 yılında yapılan kötülükleri bir daha yaptırmamak ve önümüzdeki aylarda yapılacak ittifak arayışlarını, ikna turlarını bu pencereden okumak gerekiyor…’

∗∗

Liberal ve İslamcı iş birliği, 12 Eylül 2010 referandumu ile devleti bütünüyle AKP’ye devrettikten sonra gerekli oldukları yerlerde meydana çıkmaktan geri durmuyorlar. Bu zamana kadar AKP’nin laiklik karşıtı her hamlesini normalleştirdikleri gibi, bugün de Filistin’e destek adı altında hilafet (“Kelime-i Tevhit”) bayrağı açanları sıradanlaştırıp; ‘amma abarttınız, ne var ki’ demeye getiriyorlar. Önümüzdeki günlerde; kitleleri İslamcı, mezhepçi, ihvancı politikalarla boğan iktidarın hala laikliğe karşı olmadığını söylerlerse de şaşırmayız. Çünkü YAE’ciler de tıpkı siyasal İslamcılar gibi hiç şaşırtmaz.

                                                                       /././

Yargı krizi nereden türedi? (Berkant Gültekin)

Yargıtay ile AYM arasında cereyan ediyormuş gibi görünen kriz, en temelde, Türkiye’nin 2018’de resmi olarak geçiş yaptığı “Türk tipi başkanlık rejimi”nin, Anayasal ismiyle Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin yol açtığı ikiliğin semptomları.

Yargıtay Başkanı Mehmet Akarca’nın dün Afyon’da bir gazetecinin “Anayasa Mahkemesi’nin son kararıyla ilgili bir ikilem var, bu konuyla ilgili neler söyleyeceksiniz?” sorusu üzerine verdiği yanıt bunun göstergesi:

“Anayasa Mahkemesi’yle bu sadece son olayla ilgili olarak ortaya çıkmış bir problem değil. Yani aşağı yukarı 5-6 yıldır süregelen bireysel başvuru yolunun incelenmesindeki yorum farklılığından ve Anayasa'nın durumundan kaynaklanan ve ciddi anlamda derin görüş aykırılıklarımız olduğu bir gerçek.”

AYM’ye bireysel başvuru yapma hakkı, 2010 referandumundan sonra gelmişti. Peki “yorum farkı” neden 13 yıldır değil de 5-6 yıldır var? Çünkü 5-6 yıl önce ülkede rejim değişti. Rejim şimdi kurumları ve sistemi de bütünüyle değiştirmenin peşinde.

Yeni rejim, sadece yürütme şeklini değiştirerek yetkiyi Meclis’ten alıp Saray’a vermedi, aynı zamanda devletin kurumsal, davranışsal ve ideolojik karakterini dönüştürecek bir ara dönemin kapısını araladı. AYM’nin Can Atalay hakkında verdiği ikinci hak ihlali kararını da reddedip “Hukuki değeri yok” diyen Yargıtay 3. Dairesi, rejimin kuvvetler ayrılığı prensibine yaklaşımını içselleştirmiş “model” bir devlet aygıtı.

İktidarın paradigmasına göre siyasi yetki bir kere milletten alındıysa, asla sınırlandırılamaz ve hukuk standartlarına tabi olamaz. Siyasi yetki, en güçlü yetkidir. Buna muhalefet eden de darbeci ve vesayetçidir. Bu öyle bir yetkidir ki yargı mekanizması için de yön tayin edicidir. İktidar birine “terörist” diyorsa, yargı “hak ihlali” var deyip “teröristi” tahliye edemez. Etmeye çalışırsa bunun adı “jüristokrasi” olur.

İşin garibi, bu büyük yetki, halkın yüzde 51’inin oyunun alınması durumunda bile ele geçirilebiliyor. Halkın yüzde 49’u, hatta 49,9’u sizin hükümet olmanızı istemese dahi, kıl payı kazandığınız seçimde, yüzde 100 güç sahibi olarak tüm devleti arzu ettiğiniz gibi dönüştürmek için işe koyulabiliyorsunuz.

Elbette eski rejimin de hukukla ilişkisi ve yargının bağımsızlığı meselesi Türkiye’de her zaman tartışma konusuydu. Fakat yeni rejimin eski rejimden en temel farkı, hukukun göreli özerkliğini tamamen devre dışı bırakmayı hedeflemesi. Rejim, özellikle siyasi davalarda, yargıdan tam itaat ve sadakat bekliyor. Adalet sistemi artık tepeden tırnağa ideolojik kabullerin ceza/ödül dağıtıcısına dönüştürülmek isteniyor.

Bu zeminde AYM’nin “hak ihlali” kararının “hukuki değerinin olmaması” gayet normal. Zira “hak” yok ya da en azından eskiden kavradığımız şekliyle mevcut değil. Yeni rejim “hak” kavramının sınırlarını daraltıp eski sınırların içinde kalan alanları “terör”le eşitliyor; bunu kabul etmeyeni de “terör” çemberine alıyor. Yargıtay, AYM’ye haddini bildirip ne demişti:

“AYM’nin, terör örgütlerinin de hedefi haline gelen Dairemizin, derece mahkemelerinin kararlarını denetleyen bir üst temyiz mahkemesi olduğunu görmezden gelmek suretiyle sanki sonradan oluşturulan bir mahkeme olarak göstermesi, terör örgütlerinin söylemleri ile uyum göstermiştir.”

AKP’nin klasik merkez sağ bir iktidar partisi olmadığını, nihai hedefinin rejimi değiştirmek olduğunu yıllardır BirGün’de yazıyoruz. Bugünkü Anayasa tartışmaları ve Yargıtay’ın çizgi dışına çıkmasından kaynaklanan yargı krizi de bu hedeften bağımsız değerlendirilmemeli.

İktidar Anayasa’yı, yargıya yeni rejime uygun bir biçim vermek için değiştirmek istiyor. Yargıtay’a “Anayasa’ya uy” demek yerine, yüksek mahkemeler arasında yetki karmaşasından ya da “yorum farkı”ndan doğan bir kriz varmış gibi davranılmasının sebebi bu.

2014-2018 arası Türkiye’nin anayasal bakımdan parlamenter, fiili olarak ise başkanlık sistemiyle yönetildiğini unutmayalım. Rejimin kurumsallaşması ve kurumları/sistemi tam manasıyla kendi yörüngesine sokma planına karşı muhalif bir siyasi hareket büyümezse, yargı da değişir, dönüşür ve en sonunda “aykırı” unsurların ayıklanmasıyla politik olana uyum sağlar.

Bu aşamadan sonra kısa vadede geri dönüş imkânsızlaşır. Çünkü evrensel hukukun geçersizleştiği bir denklemde, seçimin kazanılması da artık bir şeylerin değişmesi için yeterli olmayabilir.

Hukuksuzluğa itirazın ufku, siyasi iktidarla tavizsiz bir mücadeleyi içermeli. Bu yangından tek başına adaleti sağ çıkarabilme ihtimali yok.

                                                 /././

Diyanet, kendi fetvasını dinlemiyor: Fahiş kâr! (Mustafa Bildircin)

“Fiyatları tayin eden Allah’tır” fetvası ile AKP’nin krizdeki sorumluluğunu örtmeye çalışan Diyanet'in, bastırdığı kitapları fahiş kâr ile sattığı ortaya çıktı.

Türkiye’de milyonlarca yurttaşı yoksulluğa sürükleyen ekonomik krize rağmen yüksek harcamalardan geri durmayan Diyanet İşleri Başkanlığı kitap satışından fahiş kâr elde ediyor. İktidar eliyle yaratılan ekonomik kriz nedeniyle iğneden ipliğe tüm ürünlere gelen zamların ardından, “Fiyatları tayin eden Allah’tır” fetvası veren başkanlığın, bazı kitaplarını yüzde 80’lere varan kâr ile satışa koyduğu belirlendi. Hemen her yıl on milyonlarca liralık kitap bastıran Diyanet’in kitap satış sitesindeki fiyatlar, “Bu kadarı da olmaz” dedirtti.

Diyanet İşleri Başkanlığı 15 Mart’ta, “Riyazü's Salihin” isimli eserin basım ihalesini tamamladı. İhale kapsamında eserden, toplam 30 bin takım bastırıldı. Her bir takımın üç kitaptan oluştuğu bildirildi. Kitapların basım maliyeti ise 4 milyon 819 bin 500 TL oldu. Toplam 4,8 milyon TL’lik basım maliyetine göre, her bir takımın maliyeti 160 TL’ye denk geldi.

SATIŞ FİYATINA FAHİŞ KÂR

Başkanlık, 160 TL’ye bastırdığı üç kitaplık Riyazü’s Salihin isimli seti, Diyanet Vakfı’nın kitap satış sitesi üzerinden satışa çıkardı. 6 Ocak itibarıyla, setin indirimli satış fiyatının 250 TL olduğu belirtildi. Diyanet, Riyazü’s Salihin setinin satışına yüzde 56’lık kâr koydu.

Benzer bir tablo, Kur’an Yolu Türkçe Meal ve Tefsir isimli kitapta da yaşandı. Başkanlığın 15 Şubat’ta 30 bin adedini 7 milyon 579 bin TL’ye bastırdığı kitabı, fahiş kâr ile satışa çıkardığı tespit edildi. Matbaa ile yapılan anlaşma kapsamında tanesi 252 TL’den bastırılan kitapların adet satış fiyatı, 450 TL olarak kaydedildi. Kitabın satış fiyatındaki kâr payı, yüzde 79 olarak hesaplandı.

∗∗

TARTIŞILAN FETVA

Diyanet’in fetva sitesindeki, “Ticarette kâr haddi var mı?” sorusuna 20 Temmuz 2022 tarihinde verilen yanıt, kamuoyunda tartışma yarattı. Din İşleri Yüksek Kurulu’nun soru üzerine paylaştığı fetvada, “Şüphe yok ki, fiyatları tayin eden, darlık ve bolluk veren, rızıklandıran ancak Allah’tır” ifadeleri kullanıldı.

                                                          /././

Diyanet’in personeli 11 ilden kalabalık (Mustafa Bildircin)
211 bin 164 kişilik kadrosu ile dev bir orduyu anımsatan Diyanet’in personel sayısı 11 kentin nüfusunu geride bıraktı. Başkanlığın, ayrıca Ocak 2018-Haziran 2023 döneminde 72 milyar 773 milyon TL’lik personel giderine imza attığı ortaya çıktı.

Dev bir orduyu anımsatan kadroya sahip olan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın personel sayısı, bu ay itibarıyla 211 bin 164’e ulaştı. Türkiye’nin 11 kentinin nüfusundan fazla sayıdaki başkanlık personelinin 191 bin 372’si kadrolu memur, 19 bin 119’u sözleşmeli personel, 663’ü ise sürekli işçilerden oluştu. Diyanet'in personeli Artvin, Ardahan, Bartın, Bayburt, Bilecik, Çankırı, Erzincan, Gümüşhane, Iğdır, Kilis ve Dersim'in nüfusunu geçti.

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın personel giderlerini ortaya koyan mali tablolar da çarpıcı tabloyu gözler önüne serdi. Başkanlığın beş buçuk yıllık personel gideri ise 70 milyar TL'yi aştı.

MİLYARLAR DÖKÜLDÜ

Verilere göre, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın 2018 yılındaki personel gideri olarak 6 milyar 673 milyon 842 bin TL harcadı. Başkanlık, 2019 ve 2020 yıllarında ise sırasıyla 8 milyar 296 milyon 492 bin TL ve 8 milyar 866 milyon 810 bin TL’lik personel giderine imza attı. Diyanet’in, Ocak 2021-Haziran 2023 dönemindeki personel gideri ise dönemlere göre şöyle:

2021: 10 milyar 597 milyon 622 bin TL

2022: 19 milyar 142 milyon 141 bin TL

2023 (Ocak-Haziran): 19 milyar 196 milyon 549 bin TL

∗∗∗

KADRO GİDEREK BÜYÜDÜ

Diyanet'in personel sayısında yıllar itibarıyla yaşanan artış da Ocak 2018-Haziran 2023 döneminde 72,7 milyar TL’ye ulaşan personel giderine ayna tuttu. Başkanlığın 2012 yılında 114 bin 882, 2014 yılında 120 bin 28 olan personel sayısı, 2016-2023 döneminde bazı yıllara göre şöyle gerçekleşti:

∗∗∗

İCRACI BAKANLIKLAR DİYANET’E YETİŞEMİYOR

Ali Erbaş başkanlığındaki Diyanet, personel sayısı itibarıyla çok sayıda kamu idaresini de geride bırakıyor. Diyanet’ten çok daha az personeli bulunan kamu idareleri ve personel sayıları ise şöyle sıralanıyor:

Tarım ve Orman Bakanlığı: 106 bin 887

Gençlik ve Spor Bakanlığı: 87 bin 446

Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı: 64 bin 997

Kültür ve Turizm Bakanlığı: 24 bin 534

Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı: 10 bin 133

                                                       /././

16 günde 1 milyonu aşkın yatırımcı kaçtı: Borsada tersine göç depremi

Borsada, 16 işlem gününde 1 milyondan fazla yatırımcı kaçtı. 288 hisse senedinde negatif getiri, zarar baskısı altındaki yeni yatırımcı kaçışlarına da yol açıyor.

Halka arzların durması, borsada yıl sonunda yoğunlaşan satışlar, risksiz getiride yükselen avantaj borsa yatırımcısının çıkışını hızlandırdı. 13 Aralık’ta tarihi zirvesine yükselen yatırımcı sayısı 16 işlem gününde 1 milyon 180 kişi azalarak 7.6 milyona indi. Aynı dönemde en çok düşen 5 hissenin 3’ü ise yeni halka arz hissesi oldu.

Borsa İstanbul geçen yılın son çeyreğinde oldukça dalgalı bir hareket sergiledi. Bir önceki çeyrekteki coşku artan alternatif yatırım araçlarının etkisiyle geride bırakılırken 2023’ün son ayındaki sert kayıplar ise yatırımcı kaçışını tetikledi. Merkezi Kayıt Kuruluşu verilerine göre 13 Aralık’ta Borsa İstanbul’da yatırımcı sayısı 8 milyon 601 bin 632 ile tarihi zirvesine çıktı 4 Ocak 2024 itibariyle ise yani yalnızca 16 işlem gününün ardından yatırımcı sayısı 1 milyon 180 azalarak 7 milyon 601 bin 452’ye düştü.

ekonomim.com'dan Şebnem Turhan'ın haberine göre, uzmanlar halka arzlara aynı dönemde mola verilmesinin ve yaşanan kayıpların yatırımcının kaçışında etkili olduğunu vurguladı.

SON TALEP TOPLAMA 13 ARALIK’TA BAŞLADI

Borsa İstanbul BİST100 endeksi 2023 yılını TL bazında yüzde 36,5 nominal yükseliş ancak reel olarak yatırımcısına yüzde 18 kaybettirerek tamamladı. Bunda yılın son çeyreğindeki sert düşüşler de etkili oldu. Özellikle yılın son ayı borsa yatırımcısı için çok zor geçti. Buna rağmen yatırımcı rekoru da yılın son ayının ortasında 13 Aralık günü geldi. Yılın son halka arzı Avrupakent GYO’nun da talep toplama tarihleri 13-15 Aralık 2023 idi. 7 Aralık’tan bu yana Sermaye Piyasası Kurulu yeni halka arza onay vermiyor sermaye piyasası uzmanlarına göre de 2024 yılının ilk ayı boyunca da yeni halka arz gelmeyecek borsaya. İşte bu son halka arzın talep toplaması sırasında yatırımcı rekoru kırıldı ve sonra düşüş başladı.

EN SERT DÜŞÜŞ 25 ARALIK GÜNÜ YAŞANDI

Merkezi Kayıt Kuruluşu verilerine göre 13 Aralık’ın ardından 15 Aralık’a gelindiğinde 28.1 bin kayıpla yatırımcı sayısı 8 milyon 573 bin 476’y indi. Bir haftanın ardından 22 Aralık sonunda ise yatırımcı sayısı 8 milyon 456 bin 149’a geriledi. 2023 yılının yatırımcı sayısında en sert düşüşü ise 25 Aralık günü yaşandı. Tam 405 bin 429 yatırımcı tek günde hisse senedi piyasalarını terk etti ve yatırımcı sayısı 8 milyon 50 bin 720’ye indi. 8 milyon kişinin altına hemen ertesi işlem günü 26 Aralık’ta düşen yatırımcı sayısı gerilemesini her işlem günü sürdürmeye devam etti ve 4 Ocak 2024’e gelindiğinde sayı 7 milyon 601 bin 452’ye kadar düştü.

EN ÇOK DÜŞEN İLK 5’İN 3’Ü YENİ HALKA ARZ

Aynı dönemde yani 13 Aralık’tan 4 Ocak kapanışa kadar borsada 533 hisseden 403’ünün yani yüzde 75,6’sının hisse fiyatı geriledi. Sadece 130 hissenin fiyatı yani yüzde 24,4’ü bu 16 iş gününde yükseliş sergilemeyi başardı. Bu dönemde en çok düşen sermaye artışı onayı alamamasının ardından üst üste taban seviyeyi gören Gübretaş hisseleri oldu. Gübretaş hisseleri 16 işlem gününde yüzde 53,95 gerilerken onu yüzde 45,03 düşüşle Kuyaş izledi. 14 Aralık’ta borsada işlem görmeye başlayan yeni halka arz hissesi Sur Tatil Evleri GYO’nun ise bu dönemdeki hisse fiyatı kaybı yüzde 43,76 ile dikkat çekici bir boyutta yaşandı. Yine 2023 yılında halka arz edilen ve 7 Aralık’ta borsada işlem görmeye başlayan Çates Elektrik hisse fiyatı 16 işlem gününde yüzde 42,94 düştü. 6 Aralık’ta borsada işlem görmeye başlayan diğer bir yeni halka arz hissesi Şeker Yatırım’ın hisse fiyatı ise 16 işlem gününde yüzde 41,44 geriledi.

Bu dönemde 17 hissenin fiyatı yüzde 25’in üzerinde kayıp yaşarken 98 şirketin hisse fiyatı ise yüzde 10’un üzerinde kaybettirdi yatırımcısına. 288 şirketin hisse fiyatı ise yüzde 10’un altında da olsa 16 işlem gününü negatif kapattı. Kayıp yaşayan şirketlerin yüzde 4’ü yüzde 25’in üzerinde, yüzde 24,3’ü yüzde 10’un üzerinde, yüzde 71,5’i ise yüzde 10’un altında kayıpla 16 işlem gününü geride bıraktı.

HALKA ARZ ENDEKSİ YÜZDE 4 GERİLEDİ

BİST100 endeksi 13 Aralık 2023’ten 4 Ocak 2024 kapanışa kadar çok sınırlı yüzde 0,25 yükseldi. Bankacılık endeksi yüzde 1,02 kayıp yaşarken aynı dönemde halka arz endeksindeki hareket ise yüzde 4’e varan kayıp şeklinde oldu. Sanayi endeksi yüzde 0,86, BİST100 dışı hisselerden oluşan BİSTTÜMY endeksi yüzde 2,1, ulaştırma endeksi yüzde 2,1, ticaret endeksi yüzde 5,26, holdingler endeksi ise yüzde 1,41 kayıp yaşadı 16 işlem gününde. Ticaret endeksi yüzde 2,11, gıda endeksi yüzde 6,5, teknoloji endeksi yüzde 4,07, iletişim endeksi yüzde 13,04 yükselişiyle aynı dönemde pozitif hareketiyle dikkat çeken endeksler oldu.

Bu dönemde 17 hissenin fiyatı yüzde 25’in üzerinde kayıp yaşarken 98 şirketin hisse fiyatı ise yüzde 10’un üzerinde kaybettirdi yatırımcısına. 288 şirketin hisse fiyatı ise yüzde 10’un altında da olsa 16 işlem gününü negatif kapattı. 16 işlem gününde yükseliş yaşayan şirket hisseleri arasında birincilik ise Haziran 2020’da halka arz olan Bayrak EBT Taban oldu. Bu şirket ana pazarda işlem görüyor ve 16 işlem günündeki yükselişi yüzde 58,35 seviyesinde. Ensari Deri yüzde 34,83, Ersu yüzde 27,76, Katılımevim ise yüzde 25,76 yükseliş yaşadı. Aksa Akrilik yüzde 25,24, Suwen ise yüzde 22,06 yükselişiyle dikkat çekerken İş Bankası hissesi ise yüzde 11,77 arttı.

                                                            /././

İntikam almak için yapılan kin evleri nedir? - CUMHURİYET

 "Kin Evleri" ya da diğer adıyla "Kin Evi" terimi, genellikle aile içinde yaşanan anlaşmazlıklar, haksızlıklar veya tartışmalar sonucu kin veya öfke duyan kişilerin, bu duygularını hedef aldıkları kişiye ya da kişilere karşı planlı ve bilinçli bir şekilde intikam almak amacıyla tasarlanan evlere atıfta bulunur. İşte örnek kin evleri...

Kin evi, komşuları veya arazi hissesi olan herhangi bir tarafı rahatsız etmek için inşa edilen veya büyük ölçüde değiştirilen bir binadır. Bu evlerin asıl amacı uzun süreli kullanım olmadığından sıklıkla tuhaf ve kullanışsız yapılara sahiptirler.

Kin veya inat evleri, ışığı engellemek veya komşu binalara erişimi engellemek gibi engeller oluşturabilir veya aleni meydan okuma simgeleri olabilirler. ABD'de ev sahiplerinin genellikle görüş, ışık veya hava hakkı olmamasına rağmen, komşular olumsuz irtifak hakkı için dava açabilir. Kin dolu bir yapıya ilişkin durumlarda, mahkemelerin bu yapıdan etkilenmiş olabilecek komşu tarafların tarafını tutma olasılığı çok daha yüksektir. Örneğin, 1988 tarihli Coty v. Ramsey Associates, Inc. davası, davalının kin dolu çiftliğinin rahatsız edici olduğuna ve komşu arazi sahibine menfi irtifak hakkı tanıdığına hükmetti.

Kin evleri ve kin çiftlikleri, kin çitlerine göre çok daha nadirdir. Bu kısmen, modern bina yasalarının komşuların görüşlerine veya mahremiyetine zarar verebilecek evlerin inşasını sıklıkla engellemesine atfedilebilir, ancak çoğunlukla çit yapımının ev inşaatından çok daha ucuz, daha hızlı ve daha kolay olması nedeniyle. Kin duvarları veya kör duvarlar olarak bilinen benzer yapılar da vardır.

Medeni kanuna uyan ülkelerde kin evleri veya inat çitleri inşa etmek yasa dışı kabul edilmektedir. Hakların kötüye kullanılması olarak kabul edilir ve Finlandiya gibi bazı ülkelerde yasalarca açıkça yasaklanmıştır. 

ÖRNEK KİN EVLERİ

Weh şehri

541 yılında Antakya'nın fethinden sonra Sasani İmparatoru I. Hüsrev ele geçirdiği 30.000 nüfus için Ktesifon yakınlarında yeni bir şehir inşa ettirmiş , bu şehri orijinal Antakya'ya göre modellemiş ve burada yaşayanları eski evlerinde/eski evlerinde yaşamaya zorladığı söylenmiştir. işyerleri. Bu yeni şehre Veh-Antiok-Xusro adını verdi, ya da kelimenin tam anlamıyla "Antakya'dan daha iyi, bunu Hüsrev inşa etti.

Old Spite House, 

1716'da bir yelken yapımcısı olan Thomas Wood, Marblehead, Massachusetts'te daha sonra Old Spite House olarak bilinen bir ev inşa etti. Bir olasılık, burada farklı bölümleri işgal eden, birbirleriyle konuşmayan ve birbirlerine satmayı reddeden iki kardeşin yaşadığıdır.  Diğer bir açıklama ise, Orne Caddesi'ndeki diğer iki evin görüşünü kapatacak kadar yüksek olan 3 metre genişliğindeki evin, sahibinin babasının mülkünden aldığı küçük paydan dolayı üzgün olması ve bu nedenle ağabeylerinin görüşünü bozmaya karar verdi. Old Spite House hala ayakta ve işgal edilmiş durumda.

Richardson Spite Evi, New York 

1895'te Richardson Spite Evi New York City'de Lexington Bulvarı ve 82. Cadde'de bulunan Richardson Spite House 1882'de inşa edildi ve 1915'te yıkıldı. Dört kat yüksekliğinde, 31,7 m (104 fit) genişliğinde ve yalnızca 1,5 m (beş fit) derinliğindeydi. Arsanın sahibi Joseph Richardson, bitişikteki arsanın sahibi Hyman Sarner'ın araziyi satın almaya çalışmasının başarısızlıkla sonuçlanmasının ardından burayı inşa etti. Sarner, arsanın tek başına işe yaramaz olduğunu düşündü ve yalnızca 1000 dolar teklif etti; Richardson 5000 dolar istedi. Anlaşma başarısız olduktan sonra Richardson, arazisine bir apartman inşa ettirdi. Her biri üç oda ve bir banyodan oluşan sekiz süitli, işlevsel (her ne kadar pratik olmasa da) bir apartman binasıydı.

Spite House, Gainford 

1904 yılında, merhum Joseph Edleston'ın ailesi, İngiltere'nin Gainford kentindeki St. Mary's kilisesinin yanında bir arsaya sahipti. Çocuklar, Joseph'in kilisedeki 41 yıllık görev süresinin anısına kilise bahçesine bir anıt dikilmesini istediler . Kilise , kilise avlusunun dolu olduğunu ancak ailenin arazilerini kiliseye bağışlayıp bir kısmına anıt inşa edebileceğini öne sürerek izni reddetti. Küçümsendiğini hisseden aile, hemen kendi arazilerinde, kilise avlusunun yanına dikilecek ve ağaçların üzerinde yükselen 40 fitlik (12 m) bir sütunla kendilerine bir ev inşa etmeye başladı. Edleston Spite House hala ayakta ve işgal edilmiş durumda ve ön kapısının üzerinde MCMIV (1904) yazıyor.

Spite Evi, Cambridge 

1908'de Francis O'Reilly, West Cambridge, Massachusetts'te bir yatırım parseline sahipti ve araziyi bir kazanç karşılığında satmak için bitişikteki arazi komşusuna yaklaştı. Komşunun araziyi satın almayı reddetmesinin ardından O'Reilly , komşuyu kızdırmak için 37 fit (11 m) uzunluğunda ve yalnızca 8 fit (2,4 m) genişliğinde 308 fit karelik (28,6 m2) bir bina inşa etti.. O'Reilly Spite House hala ayaktadır ve 2009 ortası itibarıyla bir iç dekorasyon firması tarafından işgal edilmektedir.

(Cumhuriyet)