13 Ocak 2024 Cumartesi

soL KÖŞEBAŞI - 13 OCAK 2024 -

 

Aday derdi (Aydemir Güler)

Türkiye seçim bittiğinde, her şeyden önce daha örgütlü hale gelmelidir. Bu olmadan en büyük kazanım bile çöptür.

Memleketin, oldum olası, adaydan yana derdi olmuştur. 2024 yerel seçimlerine doğru bir kez daha burjuva siyasetinin karşısına çıkan sorun, henüz partilerin ne yapacağı tam olarak şekillenmemişse de, bayağı ağır görünüyor. 

CHP’nin iki büyük şehirdeki netliğine bile gölge düştü ve arka plandaki yangın dışarıdan da hissedilir hale geldi. Ama biz burada yalnızca uç örneğe değinelim: Hatay’da MHP-AKP “kökenli” belediye başkanının (kökenli dediysek, ideolojik kökenini değiştirdiğine dair bir işaret alınmış değildir…) deprem suçunun görmezden gelinip yeniden aday gösterilmesi tabloyu aydınlatıyor: Demek ki, parti örgütünün bir önemi bulunmuyor. Demek ki, deprem geçirmiş ve kaderine terk edilmiş bir toplumun tepkisi önemsenmiyor. Demek ki, mevcut şahıs bir biçimde halkın onayını alarak görev üstlenen bir belediye başkanından ziyade feodal beye benziyor; “orası ondan soruluyor.” 

Aslında bu berraklık CHP’de, hakkında konuşulmak istenmeyen gerçeği aydınlatıyor: CHP’de sadece iktidarı elinde tutanlar ve adaylar kazanmak ister! Zira bunların dışında kalanların önü kaybetme halinde açılacaktır. Hizipler birbirini çelmeler. Bu, ideolojik ve siyasal farklılığın bulunmadığı yerde olağan sayılır. Kadrolaşma dünya görüşü merkezli olsa, ilkelerden söz edilebilirdi. Kimse İmamoğlu’nun aslında profil olarak ANAP’lı, Yavaş’ınsa ülkücü olduğuyla ilgilenmediğine, “kazanacak aday” arayışı ve alttan alta örgüt içi çelmeleme taktikleri baskın olduğuna göre, soru daha da köklü olmalıdır: Bu bir siyasi parti midir, yoksa memleketin durumunu ve geleceğini asla umursamayan bir çıkar ilişkileri ağı mıdır?

CHP’ye haksızlık olmasın; bu soru burjuva siyasetinin bütününe yöneltilebilir. Kuşkusuz yeni bir olgu değildir, ancak giderek berraklaşmakta, berraklaşırken kriz üretmektedir.

AKP’ye gelince, onun da aday derdini aşacağı adres en büyüklerden başlayarak büyükşehir başkan adaylıkları olmalıydı. İmamoğlu’na İstanbul’u kazandıran o eski ve ilan edilmemiş koalisyon dağılmış durumdayken, AKP’nin onun karşısına çıkartacağı, sağ taban tarafından gücü takdir edilecek biri hayatı 2019’un öncesine pekâlâ döndürürdü. Ama en azından şimdilik, Murat Kurum’un rakibiyle aynı siklette olmadığını herkes kabul etmektedir. AKP’nin başkenti geri alması, CHP’nin hediye etmesi seçeneği dışında mümkün olmayacaktır. 

İyi de, erki bu denli merkezileştirmiş, bir ulufe dağıtım sistemi kurmuş, dağılan muhalefet karşısında çok daha derli toplu görünen iktidar partisi neden doğru dürüst aday bulamaz? Yüksek profilli kabul edilen isimler hiç yok değildir. Ama Ali Yerlikaya örneğinde olduğu gibi, bunlar partileri adına toplumsal bir misyonla değil, partinin içinde bir taraf olarak hareket etmektedir. Aslında ortada misyon falan yoktur.

MHP’nin koyduğu çıtayı aşamayan İyi Parti ise çökmektedir. Birkaç yıl önce modern kadın imajıyla siyasetin merkezine çok yaklaşan Akşener, ne faşist günlerine dönebilmekte, ne hayli verim vaat eden seküler-sağ inşasına öncülük edebilmektedir. Böyle giderse -ki gitmemesi için bir neden yok- İyi Parti seçim sonrasında dağılır. Oysa bu parti bütün özellikleriyle bir devlet partisi olarak kurulmuştu! Artık bu da yetmiyor. En az onun kadar devletli bir kimliği olan Zafer Partisi sırasını bekliyor…

Devam edersek, DEM parti neden geleneksel belediyelerini yeniden almak istediğini anlatmak gibi temel hatta ilkel bir soruyla başa çıkamamaktadır. Kayyum atamasının gayrimeşru sayılacağı bir politik ortam tesis edilmeden, kolay kolay başa da çıkamayacaktır. 

MHP ve başka sağ partilerse AKP’nin patinaj çekmesiyle boşalacak alanlara gözlerini dikmiş bulunuyorlar. AKP emekçilere, emeklilere yönelik politikalarının bir bedelini ödeyecektir. Buradan kazançlı çıkanın, halkın çıkarlarını gerçekten savunan düzen dışı güçler olması yerine, iktidar blokunun içinde kalması, Erdoğan’ın da işine gelir. Sadece emek başlığı da değil, AKP çok şeriatçı olduğu ve yeterince şeriatçı olamadığı için, kimine göre Filistin konusunu fazla uzattığı veya Filistin’de samimi davranmadığı, gerekeni yapmadığı için, Türkiye’yi tarikatlara boğduğu için, ama aynı zamanda tarikatlara gösterilen direnci kıramadığı için, belki aya yumuşak iniş yapamadığı için, göçmen sorununda kulağının üstüne yattığı için vb. vb. gibi birçok gerekçeyle de kısmi bedeller ödeyebilir. Bunlar diğer sağcıların beslenme alanıdır. Bu partiler herhangi bir dünya görüşünden hareket ettikleri için değil, hangi kırıntılara göz diktiklerine göre pozisyon alıyorlar. İyi de, bunlara parti diyebilir miyiz?

*    *    *

Parti dünyanın ve ülkenin meselelerinde bir taraf olmaktır. Ne dediği bilinmelidir. Elbette burjuva siyaseti esastan demagojiktir, ama bunun bir sınırı olmalıdır.

Parti bir toplumsal örgütlenme olmalıdır. Çıkar ilişkilerinin mekânı, bu ağlara girmek isteyenlerin adresi olmamalıdır. Elbette sömürü toplumunda sömürüyü arttırmak isteyenler de, bir nefes alma kanalı arayanlar da siyasal yapılara yönelirler. Ama parti denen kurumun, halkı kapsamak, topluma seslenmek yerine, açıkça dar faydacılık, istismar üstünden tanımlanması başka bir şeydir.

Parti kendisine bağlananların, üyelerinin katkıda bulunduğu, parçası oldukları bir kolektif olmalıdır. Elbette demokratik mekanizmalar bu düzende temelden yalandır. Ama yalan söylemekten bile vazgeçilmesi, feodal beylikler çağına dönülmesi acayip değil midir?

Bu tablo, burjuva siyasetinin halktan kaçırılmasının, toplumun örgütsüzleştirilmesinin bir ürünü olarak karşımıza çıkıyor. Lakin sadece toplum değil partiler de örgütsüzleşiyor. Toplum partilere yabancılaşıyor. 

Önümüzde, çoktan yaşanmaya başlayan umutsuz bir kaçış seçeneği var. Ancak Türkiye ölçeğinde büyük, yüksek düzeyde politize olmuş bir ülkede, ne kadar çok insan bireysel çıkış kovalarsa kovalasın, geriye kalanlar toplumsal bir çözüme ihtiyaç duyacaktır. Sorunlar ne kadar ağırsa bu arayış da o denli güçlenecek. 

Seçim sürecinin sol için açığa çıkardığı en temel mesele aslında toplumun örgütsüzlüğüne ilaç bulmaktır. Bu ilacı sol geliştiremezse, düzen yukarıdaki gibi kalmayacak, politize kitlelerin çare arayışına karşıdevrimciler, sağcılar yanıt verecektir. 

Sol, seçim derken önce bu noktaya konsantre olmalıdır. Türkiye seçim bittiğinde, her şeyden önce daha örgütlü hale gelmelidir. Bu olmadan en büyük kazanım bile çöptür. 

                                                             /././

Türkiye, Bulgaristan ve Romanya arasındaki Karadeniz anlaşması ne anlama geliyor? (Erhan Nalçacı)

Türkiye işçi sınıfı kesinlikle bu koşullarda Montrö Anlaşmasının uygulanmasından yanadır. Eğer Türkiye burjuvazisi bu konuda bir hata yaparsa bunun bedelini ödemeye hazır olsun.

İki gün önce Türkiye, Bulgaristan ve Romanya arasında “Karadeniz Mayın Karşıtı Tedbirler Görev Grubu Mutabakatı” imzalandı. Karadeniz’deki Ukrayna-Rusya savaşı esnasında serbest kalan deniz mayınlarını önlemeye, etkisiz hale getirmeye dayanıyor. Toplam dört donanma gemisi bu işle görevlendiriliyor.

Haritada Karadeniz’de kıyısı olan devletler görülüyor. Bunlardan Türkiye, Bulgaristan ve Romanya NATO üyesi. Ukrayna NATO’nun resmi üyesi değil ancak daha beter, NATO’nun emrinde bir vekâlet savaşı sürdürüyor. Gürcistan ise NATO üyesi olmamasına karşın üyelik için sırada bekleyen bir ABD müttefiki. Rusya ise Karadeniz’de Batı emperyalizmi ile rekabet içinde olan başlıca bir güç olarak bulunuyor. Bu tabloyu farklılaştıran unsur aralarındaki gaz boru hatları gibi ekonomik ilişkiler bulunan Türkiye ve Rusya arasındaki örtülü dayanışma. Mayınlara gelince Ukrayna tarafından Odesa civarında yerleştirildiler ve belki sorumsuzluk nedeniyle serbest kaldılar belki provokasyon için serbest bırakıldılar.

Bir yandan bu anlaşma makul gözüküyor, sonuçta serbest gezen mayınlar var Karadeniz’de ve Karadeniz’e kıyısı olan devletlerin önlem alması doğal karşılanabilir. Montrö Anlaşmasına dayanarak Karadeniz’de bir savaş sürdüğü için Türkiye Çanakkale ve İstanbul Boğazlarından Karadeniz’de kıyısı olmayan devletlere, pratik olarak NATO donanmasına Karadeniz’e giriş izni vermiyor. Bu üç ülke arasındaki anlaşma ise bu kuralı ihlal etmiyor gözüküyor.

Öte yandan kuşkulanmak ve ne olduğunu kurcalamak için birçok nedenimiz var.

2022’de Rusya ve Ukrayna arasında savaş çıkınca Türkiye’nin Karadeniz’e NATO gemilerinin girişini engellediğini söylemiştik. ABD, NATO, topluca Batı emperyalizmi bundan çok rahatsız oldu.

Çünkü zaten Karadeniz’e yerleşmek, NATO üyesi ülkelerde büyük donanma üsleri inşa etmek, radarlar konuşlandırmak, kısacası Rusya’yı güneyden kuşatmak ve tehdit etmek istiyorlardı. Bu hedefi resmen ilan etmediklerini ancak yan kuruluşlara söylettiklerini yazmıştık.

Şimdi ise durum daha farklı, Ukrayna Batı’dan aldığı bütün askeri yardıma rağmen Rusya karşısında varlık gösteremedi ve yeniliyor. Şimdi bunu açıkça söylüyorlar, Karadeniz’e girerek Ukrayna’nın yardımına koşmayı amaçlıyorlar.

Yüz yıl kadar önce 1. Dünya Savaşı esnasında zorlanan Rus Çarlığına Boğazları geçerek destek vermek istiyorlardı, şimdi yine bir paylaşım savaşı var ve bu sefer Ukrayna’ya destek için Boğazlardan geçmeye çalışıyorlar.

Batı emperyalizmi bütün emperyalist ittifaklar gibi kirli ve sinsidir. İyi niyetli olan hiçbir şey yoktur gündemlerinde.
Geçen yılın sonlarında İngiltere, Norveç ve Ukrayna arasında Karadeniz için bir güvenlik anlaşması imzalandı. Neye dayanarak imzalandı, savaş esnasında Montrö Anlaşmasını delmeden Karadeniz’e giremeyeceklerini biliyorlar. İngiltere iki mayın avlama gemisini Ukrayna’ya hibe etti. Türkiye tarafı bunların savaş sürdüğü sürece Boğazlardan geçemeyeceğini bildirdi.

Bir kez mayın avlama gemileri Boğazları geçse Montrö delinmiş olacak çünkü, o delik genişler nasılsa.
İkincisi, mayınlar meselesi. Ukrayna tarafından kıyılara döşenen mayınların serbest kalması bir savaş suçu olarak kabul ediliyor. Ukrayna’nın NATO tarafından yönetildiği düşünülürse bunun bir provokasyon olmadığını nereden bileceğiz?

Sonuçta mayınları NATO döşüyor, üç NATO ülkesi önlem almak için mayın güvenliği anlaşması yapıyor.
Hadi Türkiye kendi için emperyalist olma hedefi ile Batı emperyalizminden görece bağımsız karar alabiliyor. Ama Bulgaristan ve Romanya öyle değiller, her iki ülkenin yağmayla oluşan burjuvazisi ülke topraklarını ABD’ye açtı, iki ülke de bir ABD üssüne dönüştüler. Romanya’nın Köstence Limanı muhtemel bir NATO donanma üssü olarak planlanıyor.

Şimdi gerçekten nasıl güveneceğiz bu anlaşmanın bir tuzağa dönüşmeyeceğine?

2023 Aralık ayında yayınlanan raporda NATO yan kuruluşu olan Atlantik Konseyi bu tuzağı ballandıra ballandıra anlatıyor. Türkiye’yi içine çekmek için pazarlık masasına neler konulabileceğini tartışan bir rapor varken herkesin diken üstünde olması gerekiyor.

AKP yapısal iktisadi sorunlara bakmaksızın 21. Yüzyılı “Türkiye Yüzyılı” ilan etti ya ama hala Türkiye savaş uçağı üretemiyor. Eninde sonunda üretebilirler ancak bunun için daha yıllar var ve Türkiye’nin savaş uçağı filoları ABD ambargosu yüzünden eskidi. Şimdi Rusya’dan alsalar blok değiştirmiş olacaklar, Avrupa Birliği ülkelerinden alsalar ABD buna da izin vermiyor.

Ve bu uçak meselesi dış borçların döndürülmesinin yanına bir şantaj unsuru olarak ekleniyor.

1936 Montrö Anlaşması Türkiye’nin egemenliği için olağanüstü önemliydi. Sovyetler Birliği’nin verdiği desteği de anmalıyız bu hakkın kazanılmasında. Öte yandan emperyalizm dünyasında savaşa sürüklenmek için büyük bir risk oluşturuyor. Sekiz sene önce bu köşede “Boğazlar sorunu boğazlarına kaçacak” demişiz.

Türkiye işçi sınıfı kesinlikle bu koşullarda Montrö Anlaşmasının uygulanmasından yanadır. Eğer Türkiye burjuvazisi bu konuda bir hata yaparsa bunun bedelini ödemeye hazır olsun.

                                                                  /././

İslam medeniyeti (Orhan Gökdemir)

Benim “Din ve Devrim” kitabının temel tezidir; dinde devrim bulamazsınız. Tabii sadece İslam tarihinin değil bütün dinler tarihinin özetidir bu.

Şeytan Ayetleri, yazar Salman Rüşdi'nin romanının adı. İlk baskısı 1988'de İngiltere'de yapıldı. Kitabın bir bölümünde, Muhammed'in içinde yaşadığı pagan topluluğun desteğini almak üzere pagan tanrıçaları onaylayan sözler ettiği, bu desteğe ihtiyaç kalmayınca bu ayetin şeytan tarafından yazdırıldığını iddia ettiği anlatılmaktaydı.

“Lât ve Uzza’yı ve diğer üçüncüsü Menat’ı gördünüz mü?” (Necm; 53/19-20) Kuran’da adı geçen ve ululanan bu üç tanrıça gerçekten de “cahiliye” dönemi Arap politeizminin önde gelen simgelerindendi.

Aslında bu alımlama girişiminin, senkretizm, dinler tarihi açısından şaşırtıcı bir yanı yok. Senkretizm, bütün dinlerde olağan hallerden biri. Böylece eski inanç yeni inanca sızıyor, yaşamını yeni biçim altında uzatıyor. Yeni inanç da bu yolla bir meşruiyet sağlıyor kendine. Dinde geçiş döneminin tezahürlerindendir. 

Paganizme gelince; “cahiliye dönemi” Arapları arasında şekil verilmiş taşlara tapınma çok yaygındı. Tanrısal varlıklar adına yapılmış kutsal mekânlara (beyt) da sık rastlanıyordu. Örneğin Mekke’de bulunan Kâbe, Hicaz bölgesinin beytlerinden biriydi. Burası İslamiyet’ten önce Hicaz paganizminin bir merkezi haline gelmişti. O dönemden miras kalan ritüel, çıplak halde taşın etrafında dönme, küçük değişikliklerle günümüzde de devam ediyor.

Elbette gök cisimleri de tanrılaştırılmıştı. Lat, Uzza, Menat aynı zamanda gök cisimlerinin birer yansımasıydı ve bu cisimler Allah’ın, El-lah-El-İlah, kızları olarak kabul edilmekteydi. Örneğin “Uzza” Venüs gezegeniyle özdeşleştirilmişti, Afrodit veya İştar’ın Bedevi versiyonuydu.

Özetle Salman Rüşdi romanını dinler tarihinin olağan vakalarından biri üzerine kurgulamıştı. Zaman zaman gündeme gelmiş, çok tartışılmıştı. Tartışmanın Kuran’da izleri vardı. Gerçekten de “Hacc Suresi”nde, şeytanın, Tanrı'nın gönderdiği her peygambere türlü şekillerde musallat olduğu, onları yanılttığı ve nihayetinde Tanrı'nın bu peygamberleri yanılgıdan ve şeytanın yalanlarından koruduğu, böylece tebliğ görevinin kusursuz bir şekilde yapılmasını sağladığı anlatılıyordu. Bu ayet Muhammed'in şeytan tarafından kandırılmasıyla ilgili olarak indirilmişti. Şeytan, Muhammed'i, “müşriklerce” (paganlarca) kutsal bilinen ve adları Lat, Uzza ve Menat olan üç tanrıçayı övücü sözler söylemesi için kandırmış ve bu sözleri onun diline ayet olarak sokmuştu. Muhammed, “Lat'ı, Uzza'yı ve... üçüncü olan Menat'ı gördünüz mü?” demiş, Şeytan araya girip “İşte bunlar, yüce turnalardır... Şefaatleri de elbette ki umulur” sözlerini ilave etmişti.

Biliyoruz, fazlalıklar sonradan silinmiştir. Lat, Uzza ve Menat dahil bütün putlar yıkılmış, beytin 360 adet olduğu söylenen dikili taşları kaldırılıp atılmıştır. Ancak her nasılsa onlardan biri olan “karataş” kültü, Hacer-ü'l Esved, Kâbe’de hâlâ hükmünü sürdürmektedir. 

***

Buna karşın incinmeye çok eğilimli ve kendi inanç tarihi hakkında ümmi “Müslümanlar” Rüşdi'nin kutsal değerlere saldırdığı kanısındaydı. Ayaklandılar, Rüşdi’nin kitaplarını yaktılar. Pakistan'da büyük olaylar çıktı. İran dini lideri Humeyni, Rüşdi ve kitabın yayınlanmasında görev alan kişilerin öldürülmesine yol veren bir fetva yayımladı. Kitabın Japon çevirmeni Hitoshi Igarashi 1991’de bıçaklanarak öldürüldü. İtalyan çevirmeni Ettore Capriolo aynı ay içinde bıçaklandı. Eseri yayınlamaya teşebbüs eden yazar Aziz Nesin hedef gösterildi ve bu kışkırtmalar 2 Temmuz 1993’te ikisi eylemci 37 kişinin hayatını kaybetmesine yol açan bir yobaz ayaklanmasına dönüştü. Ve en sonunda Salman Rüşdi’ye de bıçakla hücum ettiler, tek gözünü almayı başardılar. 

Dinler tarihinin cilveli hallerinden biridir; küçük, kara bir meteor parçasına el sürmek için birbirini ezenler üç pagan tanrıça ile ilgili tartışmada inançlarına bir saldırı algısına kapıldı. Bunu konu edinen bir kurgu için 37 kişinin ölmesi gerekmişti. Hâlbuki Halife Ömer’in bu taş için, “Biliyorum ki sen faydası ve zararı olmayan basit bir taşsın. Allah Resul’ünün seni öptüğünü görmeseydim seni öpmezdim” demişti. İnançlar da zamanla taşlaşır, kararır, kutsallığı artar, anlamı silinip gider.

***

Tabii, iç itirazlar da var. IŞİD, “Kabe’yi yıkmak”tan söz edip, hacıları “taşa tapmak”la suçlamıştı Suriye’yi işgal girişiminin en hararetli zamanlarında. Türbelere ve yatırlara da şiddetle karşıydı örgüt. Vahabiliğin kurallarındadır, türbe, mezar, yatır, beyt yıkılması gereken putlardandır. Süleyman Şah türbesini onlar yıkmasınlar diye söküp Türkiye sınırlarına taşıdık malum. IŞİD’in bu tepkisinde, eski inançların yeni inanca sızmasının ve yeniye galebe çalmasının payı var. Senkretizm İslam’ı yer yer bambaşka bir inanca çevirdi, IŞİD inancı saflaştırmak istiyor. İmkânı var mı, tartışmalıdır. 

“Medeniyet” kısmına gelince, son 20-30 yılda sadece Irak ve Suriye’de 2 milyona yakın Müslüman, işgalcilerin yarattığı çatışma ortamda birbirini boğazladı. O arada yakıp yıkılan tapınakların haddi hesabı yok. Bu coğrafyada bütün Müslümanlar ağır bir şekilde aşağılanıyor, itilip kakılıyor, hırpalanıyor. Bütün bunlar bir yana birkaç milyon Siyonist, bütün Arapları rehin almış durumda. Gazze’de sıkıştırdıklarının başına bombalar yağdırıyor ve diğer Müslümanlar sadece seyrediyor. İslam’dan feyz alan silahlı cihatçı örgütlerin tek başarısı kendi dindaşlarını öldürmekten ibaret. Bu öyle bir karanlık ki yıkıldığı iddia edilen cahiliye dönemi bütün ağırlığıyla üstümüze çökmüş durumda. Tarikatlarda 6. yüzyılda bile sakil bulunacak işler oluyor. “İslam medeniyetinden” yükselen kadın ve çocuk çığlıkları yürek paralayıcı. Cehalet örgütlendi, sadece İslam coğrafyasını değil insanlığı tehdit eder hale geldi. Demem o ki bunda bir “medeniyet” bulmak zor iştir. 

***

Peki ne var? Emevi-Abbasi Medeniyeti. İslam kuşkusuz içindedir ve bununla birlikte İslam hiçbir döneminde “medeniyet” sayılabilecek bir bütünlük yaratamamıştır. Medeniyet Emevi ve Abbasidir. Emeviler temelini attı, Abbasiler yükselmesini sağladı. Ancak sonra gelen öncekine düşmandı, yıkarak ilerledi. Abbasiler, Emevileri yıkmak için “mevalilerin”, Arap olmayan müslümanlar, desteğine muhtaçtı. Abbasi devrimi bir mevali devrimidir. Devrimde Perslerin, Türklerin ve kölelerin etkisi Araplarınkinden büyüktür. Abbasi devriminin zafere ulaşmasında başlıca etken olan ordu Horasanlıydı. Zamanla yerlerini köle Türkler doldurdu. Mevaliler ve köleler medeniyete kendi renklerini verdi. Böylece hilafet iddiası çöktü, İslam’ın merkezinde bedevilerin yerini mevaliler aldı. Özetle, “İslam medeniyeti” bir Arap-Pers-Türk sentezidir. 

Demek ki “İslam medeniyeti” bir zorlamadan ibarettir. Haliyle bir “İslam felsefesi” de yoktur, imkansızdır. İslam ile medeniyet, İslam ile felsefe asla yan yana gelmez. Din silicidir, yeşerdiği her yerde medeniyetten ve felsefeden kalan bütün izleri siler, alanı cehalet için düzler. 

***

Bir soru daha: İslam’a dayanan bir “sentez” mümkün mü?

Mustafa Kemal 1930’lu yılların ilk yarısında, Meksiko Büyükelçisi Tahsin Mayatepek’e “Güneş Kültü” hakkında bir rapor hazırlamasını emretmişti. “İslam medeniyeti” ile devrimi arasında bir bağ kurmak istiyordu. “Mayatepek”, emir üzerine, Meksiko’da bir Güneş ayinine tanıklık etti ve izlenimlerini Mustafa Kemal’e ulaştırmak üzere rapor haline getirdi. Rapordan aktarıyorum: “Bu ayini gördükten sonra derhal Mevlana Celaleddin-i Rumi’yi hatırlayarak… Güneş Kültünde nay ve kudüm refaketi ile güneş mabud veya mabudun timsali sıfatı ile yapılan deveranları, müslümanlığın tanıdığı Allah’a karşı yapılan bir ibadet şeklinde ifrag ederek kurduğu mevlevi tarikatına idhal etmiş olduğu netice ve kanaatine vardım.” Mayatepek, Kabe’nin yapısı ile diğer güneş tapınaklarını karşılaştırdığı ve Kabe’nin de Güneş tapınağı olarak yapıldığı sonucuna vardığı raporunda, Mevlevi ayininin, manası Müslümanlığa uyarlanmış güneş ayininden başka bir şey olmadığını iddia etmektedir ki kesinlikle haklıdır. 

Ancak Mustafa Kemal “İslam medeniyetine” açılacak bir yol bulamamıştı. Haliyle “Türk Tarih Tezi” İslamiyetsiz şekillenmiştir. 

Dini inkâr edemeyiz, inanlar varsa din de vardır. Mustafa Kemal’in de inkarla yola çıktığını sanmıyorum, biliyoruz Mevleviliğe sempatisi vardı. Ancak devrimlerin şekillenmesinde sempatilerin yeri yoktur. Yol yoksa kapıyı kapatırsınız, başka bir yol açarsınız. Devrim dediğimiz budur. 

Yanlış veya doğru, tarihsel bağlamına yerleştirdiğimizde “Türk Tarih Tezi” ilericidir, “Türk İslam Sentezi” gerici. Çünkü bunları birleştirecek bir yol bulunamamıştır. Ayrıca ilki bir halk yaratma arayışıdır, ikincisi halkı silme girişimi. 

Yakın zamanda Mustafa Kemal’in bulamadığı yolu bulduğunu iddia edenler ortaya çıktığı için ekliyorum, “Kürt Tarih Tezi”nde ilerici yan bulabiliriz ama “Kürt İslam Sentezi” tartışmasız gericidir. Bu yoldan yürüyerek anca Şeyh Said’e veya Said-i Kürdi’ye varabilirsiniz. 

***

Benim “Din ve Devrim” kitabının temel tezidir; dinde devrim bulamazsınız. Tabii sadece İslam tarihinin değil bütün dinler tarihinin özetidir bu. Sosyalistiz, Komünistiz, bilineceği bilme sorumluluğumuz var. Arıyoruz, öğreniyoruz, dinler tarihi de buna dahildir. 

Ama biz İslam medeniyetinin değil, insanlık medeniyetinin çocuklarıyız. Büyük insanlık ailesinin aydınlık geleceğine inanıyoruz haliyle. İnsana yakışır bir dünyaya olan inancımız tam, düşeriz kalkarız, bir gün mutlaka kurarız. 

(soL)

Yüreğimiz yanıyor! Pençe-Kilit Harekatı bölgesinde şehit olan 9 askerin kimliği belli oldu (Cumhuriyet)+TKP'den açıklama: Başımız sağ olsun (soL)

 

Yüreğimiz yanıyor! Pençe-Kilit Harekatı bölgesinde şehit olan 9 askerin kimliği belli oldu (Cumhuriyet)

(MSB), Irak'ın kuzeyindeki Pençe-Kilit Harekatı bölgesindeki bir üs bölgesine sızmaya çalışan teröristlerle çıkan çatışmada 9 askerin şehit olduğunu, 4 askerin yaralandığını bildirdi. Milli Savunma Bakanı Yaşar Güler, şehit olan 9 askerin kimliğini açıkladı.
                                                      /././

TKP'den açıklama: Başımız sağ olsun (soL)

TKP, "Türkiye Cumhuriyeti’ni düşman ve gayrı meşru görenlerin uluslararası dengelerin karanlığında kanlı bir stratejiyi hayata geçirme çabalarına seyirci kalmayacağız" açıklamasında bulundu.

Türkiye Komünist Partisi, bugün PKK saldırılarında hayatını kaybeden askerler için başsağlığı mesajı yayınladı.

Türkiye Cumhuriyeti’ni düşman ve gayrı meşru görenlerin uluslararası dengelerin karanlığında kanlı bir stratejiyi hayata geçirme çabalarına seyirci kalınmayacağı belirtilen mesajda, Türkiye’nin güvenliğini, sınır ötesi operasyonlara, sınırların her yönden ihlaline, yabancı üslere, NATO’ya, içeride emekçi halkı birbirine düşmanlaştıran politikalara bağlayanların da karşısında durulacağı ifade edildi.

TKP tarafından yapılan açıklama şöyle:

"Başımız sağ olsun. Bir kez daha PKK saldırılarında hayatını kaybedenlerin ve yaralananların olduğunu öğrenmenin acısını yaşıyoruz.

Türkiye Cumhuriyeti’ni düşman ve gayrı meşru görenlerin uluslararası dengelerin karanlığında kanlı bir stratejiyi hayata geçirme çabalarına seyirci kalmayacağız.

Türkiye’nin güvenliğini, sınır ötesi operasyonlara, sınırların her yönden ihlaline, yabancı üslere, NATO’ya, içeride emekçi halkı birbirine düşmanlaştıran politikalara bağlayanların da karşısında duracağız."

12 Ocak 2024 Cuma

Cumhuriyet KÖŞEBAŞI - 12 OCAK 2024 -

 

Türkiye’nin ekseni (Ali Sirmen)

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan MİT’in yeni merkezi “Kale”de yaptığı konuşmada, Türkiye’nin ekseninin değişmediğini, bilakis yeni eksenin oluştuğunu belirtmiştir.


 
Türkiye’nin ekseni konusu son zamanlarda çok tartışmaya, kuşkuya yol açmış bulunmaktadır. Son yıllarda ABD’yle aramızda geçenler bu kuşkuyu haklı kılmıştır. Bir zamanların “stratejik müttefikleri” ABD ve Türkiye’nin ilişkilerinde ciddi bozulmalar değilse bile, tereddütler olduğu görülmektedir. Son olarak İsrail’le Türkiye arasındaki ilişkilerde Ankara’dan Tel Aviv’e küfür ve hakaret de içeren sataşmalar dikkati çekmektedir. Bütün bunların Tel Aviv’in ciddi tepkisine yol açtığı kesindir. Ancak yanılgıya düşmemek lazım. Savaşın başından bu yana İsrail’le ticari ilişkilerin aksamadan sürdüğünden ve hatta arttığından İsrail, Türkiye’nin bu tür söylemlerinden fazla etkilenmemektedir. Tabii ki bu çıkışlar İsrail’i sinirlendirmekte ama ilişkiler etkilenmediği sürece fazla bir şey yapmamaktadır.

***

Türkiye’de de İsrail’de de Gazze’de de bütün dünyada da cümle âlem bilmektedir ki İsrail’e bütün savaş malzemesi Türkiye’den gitmektedir. Yani Türkiye bir yandan İsrail’e sövmekte, öte yandan Gazze’nin bombardımanı için bütün malzemeyi göndermektedir. 

ABD de İsrail’e karşı çıkışların ilişkileri özde etkilemediğini bilmektedir. Yani özde İsrail-Türkiye ilişkileri tıkırında gitmektedir. Bu alanda ciddi bir sorun yoktur. 

Türkiye’nin bütün Ortadoğu’ya bakışı da ABD ile çelişmemektedir. Türkiye, Suriye ile ilişkilerinde bu ülkeyi ABD karşısında gerçekten güçlendirecek, bölge barışına katkıda bulunacak unsur haline getirecek çözümlerden kaçınmakta, bölgede Amerikan varlığını güvenlik unsuru haline getirecek bir tutumu benimsemektedir. AKP iktidarına uzun süre anlatılmaya çalışılmıştır ki bölgede istikrarı Amerikan güçlerinin değil Suriye askerlerinin sağlaması, Türkiye’nin ve tüm bölgenin güvenliği açısından daha doğrudur. Ama bu gerçek bir türlü anlatılamamıştır. Türkiye Ortadoğu’da PKK ve uzantılarıyla ittifakını sürekli geliştiren, desteğini açıklamaktan çekinmeyen ABD’yi güçlendirecek her davranışın kendisinin varlığına ve güvenliğine indirilecek bir darbe olduğunu bilmek ve ona göre davranmak zorundadır. Oysa AKP’nin davranışı tam zıt yöndedir.

***

AKP, bölgede Amerikan varlığını sağlamak ve güçlendirmek açısından her konuda destekleyici bir tutum sergilemektedir. Sam Amca’nın son zamanlarda Ortadoğu’daki en büyük amaçlarından biri de Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ni ABD’nin emellerinin önünde bir engel olmaktan çıkarmaktır. Bilindiği gibi Karadeniz’e kıyısı olan ve olmayan ülkeleri birbirinden ayırarak birinciler lehine geçiş üstünlükleri getiren Montrö daha imzalandığı andan itibaren açık deniz politikasının sürekli savunucusu olan ABD’nin hoşuna gitmemekte, tepkisini çekmektedir. ABD her fırsatta bu durumu değiştirmek istemekte, Karadeniz’in herkes için bir açık deniz olması çözümünü kolaylaştırıcı politikalar izlemektedir. Bu akıl alır bir davranış değildir. Fakat ne yazık ki bu yöndeki politikalar ısrarla desteklenmektedir. Ankara Karadeniz’i bir NATO denizi haline getirecek girişimlerine yenisini eklemiştir.

***

S-400 füzeleri konusundaki görüş ayrılığı da gerçekte ABD’yi fazla rahatsız etmemektedir. Washington Ankara’nın bu silahları NATO’yu rahatsız edecek şekilde kullanmayacağını bilmektedir. Türkiye S-400’leri almıştır. Ama ne kullanabilmekte ne de satabilmektedir. S-400 füzeleri ile ilgili politikası Ankara’nın ABD ve NATO’ya karşı bağımsız bir politika izleyebileceğinin kanıtı olarak gösterilmekteydi. Böyle bir şeyin olmayacağı Ankara’nın tutumuyla belli olmuştur.

Kısacası AKP’nin ABD’yle ilişkilerinde ve bölgede ABD’nin rolüne ilişkin politikasında bir değişiklik söz konusu değildir. Yalnızca bu süre içinde ABD’nin İhvan’a bakışının değişmesi yüzünden “İslam baharları” konusundaki tavrı değişmiştir. Bu da Arap dünyasında İhvan’ın peşine takılıp giden bir çizgiyi izlemek durumunda olan AKP’yi rahatsız etmektedir. Ama bu durum fazla bir şeyi değiştirmeyecektir. Çünkü ABD-AKP ilişkilerinde esas olan AKP’yi değil, ABD’yi hoşnut etmektir.

                                                                 /././

Ayaydın nasıl CHP’li oldu (Barış Pehlivan)

Bizim mahalle tartışıyor:

CHP’li Aydın Ayaydın nasıl AKP’nin belediye başkan adayı olur?

Halbuki soru yanlış olduğu için yanıtlar da tatmin etmiyor. Aslında sorulması gereken şu: Hayatı boyunca AKP tarzı siyaseti şiar edinmiş Aydın Ayaydın nasıl CHP’de siyaset yapabildi?

Bankacılık ve köşe yazarlığı kariyerini geçiyorum.

Turgut Özal’ın YÖK’e seçtiği isim de oydu.

DYP’de Çiller’in yanı başında siyaset yapan da ANAP’ta milletvekili olan da oydu.

Tarikatlara “sivil toplum kuruluşu” diyen de onların iftarına katılan da Fethullahçıların gazetesine yazan da oydu.

Kızının AKP milletvekili olmasını hatırlatmıyorum bile.

Hal böyleyken siyasetin devleti çürütmesine karşı çıkan bir CHP’nin kapısından siyasetin çürümesinde payı olanlar zaten girememeliydi.

MAHKEME DE ‘RIZASI VAR’ DEDİ

Edmund Burke’nin sevdiğim bir sözüdür: “Kötülüğün zaferi için gerekli tek şey, iyi insanların hiçbir şey yapmamalarıdır.” Gazetecilikte fikritakip yapmayı kötülüğün ateşine bir damla da olsa su dökme gibi görürüm.  

17 yaşındaki E.M’ye tecavüz dosyasını bu köşede çok kez yazdım. Şüpheli Sadullah Alagöz adlı AKP’li iş insanının, siyaset ve bürokrasideki gücünü hem olayın kendisinde hem de kapatılmasında nasıl kullandığını çok kez anlattım.

Sonra ne oldu? Tecavüz olayından bir yıl sonra iddianame tamamlandı ve maalesef korktuğum gerçekleşti. Zira savcı tecavüzün yaşanmadığını düşünüyordu. Onca aksi delile rağmen, mağdur E.M’nin şüpheli Alagöz ile rızasıyla cinsel ilişkiye girdiğini savunuyordu. “Mağdurun olaydan hemen sonra değil de 10 gün sonra şikâyette bulunmasını” gerekçe olarak iddianameye yazıp “Rızası var” deniyordu. 

Genç kızın avukatları itiraz ettiler bu karara. Sadullah Alagöz için “Nitelikli cinsel istismar, çocuğa karşı sözle cinsel taciz, cebir tehdit veya hile kullanarak kişiyi hürriyetinden yoksun kılma, şantaj ve tehdit” suçlarından da iddianame yazılmasını talep ettiler. 

Sonuç ne mi oldu? 

Ankara 6. Sulh Ceza Hâkimliği şöyle bir karar vermiş: “Ek kovuşturmaya yer olmadığına dair karar usul ve yasaya uygun olup, yine ek kovuşturmaya yer olmadığına karar verilirken gösterilen gerekçelerin dosya içeriğine uygun olduğu, ileri sürülen itiraz nedenlerinin ise yerinde olmadığı anlaşılmakla itirazın reddine dair aşağıdaki şekilde karar verilmiştir.” 

Özetle, mahkeme de “Tecavüz yok, çocuğun rızası var” dedi.

Bir kez daha anlaşıldı ki bu topraklarda kötülük çok daha örgütlü. Mağdur E.M’nin “Rızası var” davası 5 Mart 2024’te Ankara 47. Asliye Ceza Mahkemesi’nde görülecek.

                                                     /././

‘Tarihi karara’ tarihi bir tepki gelebilir (Zülal Kalkandelen)

31 Mart yerel seçimleri için adaylar duyuruldukça, özellikle bazı ilçe ve illerdeki seçmenlerin tepkisini görünce biz bunu daha önce yaşamıştık diyorum. 

Bu durumun en belirgin olduğu yer Hatay. On binlerce insanın hayatını kaybettiği 6 Şubat depreminin üzerinden daha bir yıl bile geçmedi. Depremden iki hafta sonra bölgeye gittiğimde Hatay’ın yerle bir olduğunu gördüm. Kiminle konuşsam o güne dek izlenen yanlış politikalar yüzünden, iktidarla birlikte Hatay Belediye Başkanı Lütfü Savaş’ı da sorumlu tutuyordu.

Hatta Özgür Özel’in kendisi de Savaş’ın adaylığını açıklamasının ardından, tam bir ay önce katıldığı TV programında, Candaş Tolga Işık’ın “Savaş’ı yeniden aday yapacak mısınız” sorusuna şu karşılığı vermişti: “Hatay’da vereceğimiz karar çok tarihi bir karar olacak. Çünkü depremden sonra Hatay başkan hakkında ne düşünüyorsa o karara biz uymak zorundayız. Bir şehirde yıkım yaşanıyorsa o şehirde herkesin sorumluluğu vardır. Burada bir kusur biçilecekse yerel yönetimlerin hiç kusuru yok demek mümkün değil. On belediyeden biri bizim, ben o kusuru alırım.” 

Ne oldu da halkın kararına kulaklarınızı tıkadınız? Kapalı kapılar ardında toplantı yapacağınıza önseçim yapsaydınız ne sonuç çıkıyordu görürdünüz.

Depremde çöken Rönesans Rezidansı’nın yurtdışına kaçma hazırlığındayken yakalanan müteahhidi hakkında, “Kendisi idealist bir insan. Belediye, bu işi yapanlar çok sorgulanırsa onlara yazık etmiş oluruz” diyebilen biri Lütfü Savaş.

Hatay halkının tepkisini açıkça dile getirdiği bir siyasetçiyi inatla aday yaparsanız, hem vatandaşa hakaret etmiş olursunuz hem de kendi ipinizi çekersiniz. 

ANTALYA’DA HALKIN TEPKİSİNE KULAK VERİLMELİ

Henüz net olarak açıklanmasa da Antalya Büyükşehir Belediyesi (ABB) için adı geçen Muhittin Böcek hakkında da benzer bir durum söz konusu. Mayıs 2022’de Cumhuriyet’te bir haberim yayımlanmıştı. 

Haber şuydu: ABB tarafından Kepez ilçesinde 2013’te CHP’li Mustafa Akaydın’ın büyükşehir belediye başkanlığı döneminde yaptırılan 300 öğrenci kapasiteli kız yurdu AKP’li belediye başkanı Menderes Türel döneminde, yönetim kurulunda  Bilal Erdoğan’ın da olduğu TÜRGEV’e devredilmişti. CHP’li belediye meclis üyesi Songül Başkaya, tahsis kararına karşı dava açınca yargı AKP’li belediyenin kararını iptal etmişti. Ancak 2019’da göreve gelen Böcek yönetimi, bu kararı temyiz ederek yurdun TÜRGEV’de kalmasının önünü açmıştı.

Bu olay ortaya çıkınca çok büyük tepki çekti ve konu ABB Belediye Meclisi’ne geldi. Sonuçta 49 yıllığına TÜRGEV’e verilen Kepez’deki kız öğrenci yurdu ile İlim Yayma Cemiyeti’ne verilen Muratpaşa Kışla Mahallesi’ndeki öğrenci yurdu ile ilgili işlemler kamuoyu baskısıyla iptal edildi. Fakat hâlâ TÜRGEV’in resmi internet sitesinde bu bina TÜRGEV yurdu olarak duyuruluyor ve vakıf orayı kullanmaya devam ediyor.

Ayrıca Böcek, Antalya’nın simgelerinden biri olan Altın Portakal Film Festivali’ni geçen yıl iptal ederek krizi eline yüzüne bulaştırdı ve ardından yaptığı talihsiz açıklamalar yüzünden ağır şekilde eleştirildi.

Bu gerçekleri halka zamanında duyurmak gazetecilerin görevidir. 

HAYVAN HAKLARINA DUYARLI ADAY ADAYI 

İstanbul’da on iki ilçede belediye başkan adaylarını duyuran ana muhalefet partisi, Bakırköy, Şişli ve Sarıyer’in de aralarında olduğu birçok önemli ilçede henüz adaylarını açıklamadı. 

Ümraniye’de doğa ve hayvan haklarına duyarlı bir aktivist olan Bulut Can Okuducu aday adayı. Hayvan hakları, belediyelerin en önemli görevleri arasında olmasına karşın, bu seçim sırasında sadece sokak hayvanlarının yasaya aykırı bir şekilde toplatılması konusunda gündeme geliyor. Ama bir yandan da Okuducu gibi Mahalle Afet Gönüllüsü, Kuzey Ormanları Savunması aktivisti, Ümraniye Kent Savunması ve Ümraniye Genç Savunması sözcüsü olan, halkla birlikte çevreyi, yeşili, parkı korumak için mücadele eden aday adayları var. 

(Cumhuriyet)

Siyasi boşluklar ve sistemleşmiş kara para aklama: Ekvador'da çeteler nasıl güç haline geldi? - CAN KUYUMCUOĞLU / soL-Özel

 

Ekvador'da yıllar içerisinde büyüyen çeteler, devlete savaş açacak kadar güçlü hale geldi. Çetelerin güçlenme süreci, Türkiye'de son yıllarda yaşananlar hakkında da bazı ipuçları veriyor.

Neoliberalizmin dünya genelindeki hakimiyeti, ülkelerde kamu yönetimi ve denetim alanında büyük boşluklar bıraktı. Bu boşluk, yasa dışı faaliyetlere çok büyük bir alan açtı.

Avrupa kıtası dahil olmak üzere birçok ülkede yolsuzlukla suçlanan siyasetçilerin suç örgütleriyle bağı ortaya çıkarken, siyasi istikrarsızlığın daha yoğun olduğu ülkelerde bu olaylar daha sık yaşanıyor ve kalıcı hale geliyor.

Nitekim, Ekvador'da hükümetin çeteler arasında iç savaş çıkması, siyasetle organize suç faaliyetleri arasındaki bağın ne ölçüde güçlendiği daha açık hale getirdi. Bu gelişmelerden yola çıkarak, Latin Amerika'da yasadışılığın kurumsal bir güç haline geldiğini söylemek abartı olmaz.

Latin Amerika'daki siyasi boşluklar ve yasadışı faaliyet ağı

Siyasetle organize suçun en iç içe geçtiği bölgelerden biri Latin Amerika. Kaçak madencilik, silah ticareti, uyuşturucu üretimi ve ticareti gibi yasa dışı faaliyetlerle sık sık anılan bölge, uyuşturucular arasında “en kazançlısı” olarak bilinen ve uluslararası organize suçların kârının yarısını oluşturan kokainin dünyada en çok üretildiği bölge olmasıyla ünlü.

Buna ek olarak, araştırmacılar ve gazeteciler, yasa dışı faaliyetler yoluyla bölgeye akan devasa miktarda paranın en büyük nedenlerinden biri olarak bölgedeki siyasi faaliyetlerin yüksek maliyetine ve siyasi harcamaların denetiminde yaşanan zorluklara işaret ediyor. Bölge ülkelerinin siyasi liderleri, söz konusu maliyetleri bertaraf etmek için kara para aklama yöntemlerine başvuruyor. Bu durum, denetim mekanizmalarının zayıflığıyla birleşince ortaya büyük bir kara para aklama sistemi çıkıyor.

Siyasetin suç örgütleriyle bağının kuvvetlenmesi dolaylı olarak da devletin sağlık ve eğitim gibi temel hizmet sağlama kapasitesini sınırlandırıyor. Yasa dışı mali akış, kamu kurumlarına ayrılan resmi bütçeyi sınırlandırıyor, kamu hizmetlerinin ödeneksiz kalmasına yol açıyor.

Ekvador'daki kara para aklama sistemi

Latin Amerika’da yasa dışı faaliyetlerin çıkış noktaları, genel olarak devlet kontrolünün yetersiz olmasıyla bilinen bölgeler: And Dağları, Orta Amerika, Ekvador’un Intag Vadisi bölgesi, Guatemala’nın Petén bölgesi, Peru’nun Madre de Dios gibi Amazon vilayetleri ve Kolombiya’nın Putumayo gibi tarım bölgeleri...

Ekvador’da, komşuları Kolombiya ve Peru’nun aksine uyuşturucu üretimi daha az miktarda. Buna karşın, çeşitli yabancı grupların yasa dışı faaliyetlerini kolaylıkla yapmasına müsaade eden ülke, kara para aklama konusunda “Latin Amerika’nın Birleşmiş Milletleri” olarak anılıyor. Kara Paranın Aklanmasının Önlenmesine Yönelik Mali Eylem Gücü (FATF), Ekvador’u kara para aklamaya müsamaha göstermesinden dolayı 2013 yılında kara listeye almıştı.

Bununla birlikte, Ekvador’un yasa dışı örgütlerin “ana yurdu” hale gelmesinde 1990’larda yaşadığı siyasi ve mali kriz etkili oldu. Ülkede bu dönemde yaşanan siyasi boşluk ve devletin yeniden yapılandırılması süreci, suç örgütlerinin büyük bir alanı değerlendirmesini sağladı. Benzer bir süreç, aynı dönemde iç çatışma, ekonomik çöküş ve siyasi kutuplaşma yaşayan Kolombiya’da da gerçekleşti.

Ekvador’un yakın tarihine ciddi bir siyasi istikrarsızlık damga vurdu. 1997’de Devlet Başkanı Abdalá Bucaram’ın Kongre tarafından azledilmesinin ardından geçen 9 yıllık sürede 10 devlet başkanı değişti. Sonrasında 2006 yılında seçilen Rafael Correa, 2017 yılına kadar görev yaptı. 

Correa döneminde siyasi istikrar görünürde sağlanmış gibi olsa da, devlet kurumları organize suç ağlarından hiçbir zaman temizlenmedi. Uluslararası suç örgüt ağına karşı koyamayan kurumlara yasa dışı aktörler sızmaya devam etmeyi ve buralarda nüfuzunu korumayı başardı.

Ekvador’da organize suç faaliyetlerinin başında uyuşturucu ticareti, kiralık katillik ve kara para aklama yer alıyor. Kolombiya’da ve Peru’da üretilen uyuşturucular Ekvador üzerinden yurt dışına çıkarılıyor. Ülkede özel güvenlik şirketi adı altındaki paralı askerlik faaliyetleri de yaygınlaştı. Ülke ekonomisindeki dolarizasyon politikaları da kara para aklamanın önünü açtı. Bununla birlikte, hükümetlerin neoliberal politikaları, maden sektörünün denetimsiz kalmasına ve kaçak madenciliğin büyümesine yol açtı.

                                                     Ekvador başkenti Kito

Çeteler devlet kurumlarına nasıl sızdı?

Ekvador’da belli bölgelerde yasa dışı faaliyet yürüten üç çete bulunuyor: Los Choneros, Los Queseros ve Rusos. Bu çeteler, küçük çaplı uyuşturucu ticareti, kiralık suikastçı, gasp gibi faaliyetlerde yer alıyor. Çetelerin yerleşik olduğu bölgelerde yüksek suç oranları dikkat çekiyor.

Yasa dışı örgüt ağları ülkede öyle güçlü bir hale geldi ki, kamu sektörünü kendi çıkarları doğrultusunda dahi kullanabiliyordu. Örneğin, Esmeraldas kentindeki “Resurgir” (Yeniden Diriliş) davası, organize suç örgütleriyle bir polis amiri arasındaki ilişkileri ortaya çıkarmıştı. Manabí, Esmeraldas, Sucumbíos ve Guayas gibi limanların ve maden alanlarının bulunduğu kentlerde bu durum çok daha açık hale geldi. Çeteler, özellikle yerel yönetimlerde etkili olmaya başladı. Yüksek devlet kademeleriyse, yerel bazda büyüyen bu çeteleri kontrol etmeye dönük bir adım atmadı.

Ekvador'un komşuları Peru ve Kolombiya: Organize suç ağının karargahları

Ekvador’un bir dezavantajı daha vardı: Peru ve Kolombiya’ya komşu olmak. Zira iki ülke de organize suç konusunda uzun bir geçmişe sahip. Bununla birlikte Correa’nın 1969’da imzalanan Cartagena Anlaşması kapsamında sınırlarda “hareket özgürlüğü” politikasını benimsemesi, uluslararası suç örgütlerinin sınır ve limanlarda rahatça faaliyetlerini devam ettirmelerini sağladı.

Meksika ve Kolombiyalı uyuşturucu kartelleri gibi yasa dışı ağlar, Ekvador’a olan ilgisini hiç gizlemedi. Bir dönem ülkede açıkça var olan karteller, sonrasında ülke içinde bağımsız bir şekilde hareket eden aracılar üzerinden faaliyet yürütmeye başladı.

Latin Amerika ülkesi Ekvador, güney ve doğusunda Peru, kuzeyinde Kolombiya ile komşu. Bölge, uluslararası suç ağının bir karargahı haline geldi.

Ülkedeki çete krizi 'Geliyorum' diyordu

Ekvador'da son yıllarda hapishanelerde çıkan isyanlar, hükümetlerin çetelerle arasındaki geriliminin adeta bir habercisiydi.

2021 yılından itibaren baş gösteren ve cezaevlerindeki çeteler tarafından körüklenen isyanlar, güvenlik güçleriyle mahkumlar arasında büyük çatışmalara yol açmış ve çatışmalar sonucu yüzlerce kişi hayatını kaybetmişti.

Ekvador Devlet Başkanı Daniel Noboa, son olarak isyanların örgütlenmesini önlemek amacıyla, çete liderleri için yüksek güvenlikli iki hapishane inşa etmeyi planlıyordu.

Hükümet tarafından en son yapılan açıklamada, yaşanan olayların, çetelerin Noboa'nın bu planına tepkisi sonucu başladığı kaydedildi.

                          Ekvador'da son 3 yıldır çeteler öncülüğünde büyük hapishane isyanları çıkıyordu

Türkiye'deki tehlike

Ekvador'daki gelişmeler, aynı zamanda Türkiye'deki duruma dair bazı ipuçları verecek nitelikte.

Son yıllarda uyuşturucu trafiğinin bir parçası haline gelen ülke, kırmızı bültenle aranan birçok uluslararası çete liderinin operasyonlarla yakalandığı bir adres oldu.

Ülkedeki kamu yönetimi içerisinde görülen yolsuzluklar ve denetim zaafları gibi unsurlar düşünülünce Türkiye'yi bu tür uluslararası boyutu olan bir meseleden bağımsız görmek imkansız.

CAN KUYUMCUOĞLU / soL-Özel


AKP-MHP'den Mersin'de sandık operasyonu: Oyları geriledi, 'seyyar seçmen' arttı - Özkan Öztaş / soL-Özel

 

AKP oylarının gerilediği Akdeniz ilçesinde binlerce ''seyyar seçmen'' tespit edildi. Usulsüzlükleri hane hane gezerek bulan DEM Parti, göçmenlerin yoğun olarak yaşadığı mahallelere işaret ediyor. 

AKP ve MHP, seçmen bölgelerini kendi lehine tasarlamaya devam ediyor. Seyyar seçmenlerin son örneği Mersin'de yaşandı. Metruk binalara çok sayıda seçmen yerleştirildi, yurttaşların evlerine habersizce yeni seçmenler kaydedildi.

Akdeniz ilçesinde 55 hanede 1616 "şaibeli seçmen" bulundu. İlçenin seçmen sayısının 4 ayda 3 bin 200 kişi artması da dikkat çekti.

Akdeniz ilçesinde 2019 yerel seçimlerine MHP katılmamış, AKP 47 bin oyla kazanmış, ikinci parti olan HDP'yle arasındaki fark 3 bin 815 olmuştu. 2023'te yapılan genel seçimlerdeyse tablo tersine döndü. Yeşil Sol Parti 49 bin oyla birinci, AKP 36 bin oyla üçüncü, MHP 9 bin oyla dördüncü oldu. Cumhur İttifakı ortaklarıyla Yeşil Sol Parti arasındaki fark 3 bin 284 oldu.

Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (DEM Parti) Mersin Milletvekili Ali Bozan, ev ev gezerek tespit ettikleri sahte seçmenleri soL'a anlattı.

Yalnız yaşayan kadının evinden 39 seçmen çıktı

DEM Parti Genel Merkezinde sahte seçmenleri tespit etmek için özel bir çalışma başlattıklarını belirten Mersin Milletvekili Ali Bozan, bu tür manipülasyonların daha çok Kürt illerinde asker ya da polis taşınarak yapıldığını belirtiyor. 

Mersin'de özellikle Suriyeli göçmenlerin oturduğu mahallelere ve metruk binalara seçmen yerleştirildiğini aktaran Bozan, yaşanan sorunun boyutlarını "Bir yaşlı teyzenin, tek başına yaşayan birinin evinden 39 seçmen çıktı. Sorduğumuzda hiçbirini tanımadığını söylüyor" diyerek tarif ediyor. 

DEM Parti Mersin Milletvekili Ali Bozan sokak sokak mahalle mahalle gezerek yapılan usulsüzlükleri tespit etmeye çalışıyor, usulsüzlükleri seçmenlere anlatıyor

Nüfusu azalan ilçenin seçmeni arttı

2019 yerel seçimlerinden bu yana Mersin'in merkez Akdeniz ilçesinin nüfusu azaldı. Ancak buna karşın seçmen sayısı arttı. Söz konusu artışın açıklanamadığının altını çizen Bozan, "Seçmen sayısı normalde 179 binden 176 bine düştü. Ama bu yerel seçimlerde bir baktık ki 180 bin 12 kişi seçmen olarak görülüyor. Akdeniz ilçesinde bir istihdam alanı yaratılmadı. Yeni yapılan yerleşim alanları da olmadı. Ne oldu da Mayıs ayından bu yana seçmen sayısı arttı açıklayan yok" dedi.

'Esas tehlike sayıların az olduğu evlerde'

Ali Bozan'a göre büyük tehlike metruk binalara yerleştirilen sahte seçmenler veya bir eve 30-40 kişinin yerleştirildiği örnekler değil. Asıl sorunun sayıca az yapılan yerleştirmeler olduğunu kaydeden Bozan, durumu şöyle açıklıyor:

"Mesela diyelim ki bir evde 5 kişi yaşıyor 3 seçmen var. Buraya eklenen 2 sahte seçmen dikkat çekmiyor. Bu sayılar yan yana gelince de ciddi bir yekün oluşturuyor. Biz de bu nedenle mahalle mahalle ev ev gezerek seçmenleri uyarıyoruz. Evinizde kaç seçmen var diyoruz. Geçici seçmen listesinde yer alan sayıyla mukayese ediyoruz. Çelişkili örneklerde hem biz siyasi parti olarak itiraz ediyoruz hem de seçmenlerin şikayet etmesini talep ediyoruz. Mesela Mersin'de bugün 11-12 mahallede kapı kapı gezerek seçmen listesi ile seçmen sayısı arasındaki farkı kontrol ediyor arkadaşlarımız."

'İşlemlerin çoğu aynı nüfus müdürlüğünden yapılmış'

Mersin'in Toroslar ilçesini MHP'li belediye başkanı yönetiyor. İlçede Cumhur İttifakı seçmeninin sayısı da diğer seçim bölgelerine göre daha fazla. Ali Bozan, seçmen yerleştirme işlemlerinin önemli bir çoğunluğunun Toroslar İlçe Nüfus Müdürlüğü tarafından işleme anıldığını tespit ettiklerini söylüyor: 

"Akdeniz ilçesine Mezitli'den Toroslar'dan ve Yenişehir'den seçmen transferi yapılmış. Yapılan işlemlerin tamamına yakını ise Toroslar İlçe Nüfus Müdürlüğü tarafından işleme konulmuş. Normalde hangi işlemlerin oradan yapıldığı hangi bilgisayardan yapıldığı gibi verilere ulaşmak çok kolay. Ancak buraya dair bir soruşturma ya da inceleme yapılacağını düşünmüyorum. Görmezden geleceklerdir. Mesela Yenişehir'den Akdeniz ilçesine taşınacaksınız diyelim. Neden üçüncü bir ilçeden işlemi gerçekleştirirsiniz değil mi? Bir değil üç değil bu örnekler. Bir sürü benzer örnek tespit ettik."

'İtiraz edilmesi için bu olayın illa Çankaya'da, Beşiktaş'ta mı yaşanmalı?'

Seyyar seçmen örneklerine yeterli ilgilinin gösterilmediğini ifade eden Ali Bozan, Kürt illerinde yaşanan sorunlara kayıtsız kalınmasından yakınıyor:  

"Bu tür örnekler sadece DEM Parti'nin değil, MHP'li, CHP'li, AKP'li tüm seçmenlerin sorunu değil midir? Bu tür örneklere itiraz edilmesi için, kamuoyunun tepki göstermesi için olayın illa Çankaya'da, Konak'ta, Beşiktaş'ta mı yaşanması lazım? Kürt illerinde şu an ciddi bir seçmen transferi var. Konuya dair çalışmalarımız da sürüyor. Adres adres tespit edip kontrol ediyoruz, itiraz ediyoruz. Tüm seçmenlerin benzer şekilde kendi evlerini kontrol etmeleri ve tanımadıkları kişiler kaydedildiyse itiraz etmeleri gerekiyor."

Özkan Öztaş / soL-Özel

Büyükerşen'den 'Ünlüce'ye destek mesajı: Bu güzel hikayeyi sürdürmek için...- duvaR

Eskişehir Büyükşehir Belediye Başkanı Yılmaz Büyükerşen, CHP'nin 31 Mart yerel seçimleri için Eskişehir Büyükşehir Belediye Başkanlığı'na aday gösterdiği Ayşe Ünlüce’ye destek mesajı yayınladı.

Eskişehir Büyükşehir Belediye Başkanı Yılmaz Büyükerşen, X hesabından kendisinin de önerisiyle CHP’nin 31 Mart yerel seçimleri için Eskişehir Büyükşehir Belediye Başkanlığı'na aday gösterdiği Ayşe Ünlüce’ye destek mesajı paylaştı.

Büyükerşen'in mesajı şöyle:

"Canım Eskişehir, değerli hemşehrilerim, 1999 yılında çıktığımız ve sizlerin de büyük destekleri ile içerisine çok büyük hizmetler sığdırarak 25. yılını doldurduğum belediye başkanlığı yolculuğumun son durağına gelmiş bulunuyorum. Çeyrek asırlık bu süreçte Eskişehirlilerin yaşamaktan mutlu ve huzurlu oldukları bir kent yaratmak için var gücümle çalıştım. Görüyorum ki hepimizin gurur duyduğu, Türkiye’de parmakla gösterilen bir kent kimliği oluşturduk. Bu yüzden son derece mutlu ve gururluyum.

'BU GÜZEL HİKAYEYİ SÜRDÜRMEK İÇİN VAR GÜCÜMÜZLE ÇALIŞACAĞIZ'

Son durak demişken sanmayın ki bu yolculuk sona eriyor, bu hikaye yarım kalıyor. Şimdi tüm şehir, kadın, erkek, yaşlı, genç, hep birlikte, Eskişehir’e çok yakışacağına yürekten inandığım kadın bir belediye başkanı ile bu güzel hikayeyi sürdürmek için var gücümüzle çalışacağız. Büyükşehir Belediyemizde yıllardır genel sekreterlik görevini başarıyla yürüten, yol arkadaşım, değerli kardeşim Av. Ayşe Ünlüce; benim önerim, Genel Başkanımız Özgür Özel ve Parti Meclisimizin de takdiriyle dün gerçekleştirilen toplantı sonucunda Cumhuriyet Halk Partisi Eskişehir Büyükşehir Belediyesi Başkan Adayı olarak ilan edilmiştir. Hem Genel Başkanımızı hem de Parti Meclisimizin tüm üyelerini aldıkları bu karar için kutluyor ve kendilerine teşekkür ediyorum.

'GÖREVİ DEVRETMEKTEN BÜYÜK MUTLULUK DUYACAĞIM'

Çok kıymetli hemşehrilerim, 25 yıldır bana göstermiş olduğunuz teveccüh, duyduğunuz güven, hissettirdiğiniz sevgi ve saygı için her birinize ayrı ayrı çok teşekkür ediyorum. Bunca yıldır beni desteklediğiniz gibi, başkanlığımı devretmekten büyük mutluluk ve onur duyacağım sevgili Ayşe Ünlüce’yi de destekleyeceğinize, bu yolculukta bizleri yalnız bırakmayacağınıza yürekten inanıyorum. Sizleri çok seviyor, hepinizi ayrı ayrı gözlerinizden öpüyorum."

CHP Genel Başkanı Özgür Özel de Büyükerşen’in mesajını X hesabından paylaştı.

Tek firmaya, yaklaşık maliyetin üzerinde ihale vermek - Çiğdem Toker / T24

 

Boğaziçi Üniversitesi'nce yapılmış 10 ihalenin bir kısmı açık usulle, bir kısmı da pazarlık usulüyle gerçekleştirildi. Ortak olan yönleri ise biri dışında en düşük ve en yüksek teklif tutarlarının aynı olması

Kamu ihalelerinin açık yapılması neden iyidir?

Sorunun cevabı, "açık" kavramıyla kastedileni anlatmaya çalışırsak, daha net ortaya çıkabilir. Çünkü "açıklık", kamu ihalesinde iki anlama geliyor:

Hem kamuoyuna açık, yani ilan edilerek, saydam biçimde yapılması. Hem de kamunun yaptığı ihaleye çok sayıda firmanın katılabileceği bir rekabet etme, yani katılıma açıklık.

İlk anlamıyla açıklık, kamu parası harcandığı için toplumun bu kaynaklar nasıl harcanıyor sorusuna (vatandaşın böyle bir sorduğunu varsayarak tabii…) cevap verir.

İkinci anlamdaki açıklık ise "adrese teslim" diye bilinen yolun önlenmesi, yani rekabetin oluşmasını sağlayarak, kamu kaynaklarının ihaleyi yapan makamların önceden belirlediği bir firmaya değil, yarışma sonucu en uygun teklifi verecek istekliye gitmesidir. İkinci anlamdaki açıklık, usulsüzlükleri azaltarak kamu kaynaklarında tasarruf sağlar.

Bazen bir ihale gerçekten, ideal olarak bilinen, açık usulle yapılır. Ama beklendiği gibi birden çok değil, tek bir firma teklif verir. Tek bir firmanın teklif verdiği kamu ihalesinin ne kadar rekabetçi olduğu ve bununla birlikte kamuya ne kadar tasarruf sağlama kapasitesi sağladığı tartışmalı bir konudur. Kamu ihalelerinde tartışılan diğer bir konu da, isteklinin verdiği teklifin, kamu idaresinin belirlediği "yaklaşık maliyetin" üzerinde olması olgusudur. Buna bazen savunma olarak bizim gibi enflasyonun yüksek olduğu ülkelerde girdi maliyetlerinin çok hızlı artışı gerekçe olarak gösterilir.

Ancak bir kamu ihalesi, hem açık yapılıp, hem tek firma katılıp hem de verilen teklifin yaklaşık maliyetin üzerinde olduğunda, "enflasyon" gerekçesinin ne kadar meşru olduğu iyice tartışmalı hale gelebilir.

Boğaziçi Üniversitesi'nin son dönemlerde yaptığı bazı ihaleler böyle. Söz gelimi Aralık 2022'de yapılan B.Ü Enerji Kalitesi ve Bina Enerji İzleme Sistemi kurulması ihalesi açık usulle yapılmış. Ama EKAP kayıtlarına baktığımızda, en düşük teklif de en yüksek teklif de aynı tutarda: 1 milyon 869 bin 500 TL.

Yüksek teklife sözleşme

Bu durumda ihaleye tek bir firmanın katıldığını düşünebiliriz. Aşağıda hazırladığım tabloda göreceğiniz gibi (ilk sırada) bu tutardaki teklifi veren Kontrolmatik Teknoloji adlı firmayla sözleşme imzalanmış.

Ama dönüp yaklaşık maliyete baktığınızda 1 milyon 622 bin 752 TL olduğunu görüyoruz. Yaklaşık maliyet, ihaleyi açan makamın, piyasa araştırması yaparak "Bu iş bu kadar çıkar" dediği tutar oluyor kabaca. Boğaziçi Üniversitesi bina enerji izleme sisteminin kurulması için böyle bir yaklaşık maliyet belirlemiş ama kendi belirlediği tutarın yaklaşık 247 bin TL üzerinde teklif veren firmayla sözleşmeyi imzalamış.

Benzer bir durum, "B.Ü. Kampüslerindeki Genel Mekanik Tadilat İşleri" için de geçerli. Boğaziçi Üniversitesi'nin, ihaleyi gerçekleştiren birimi, bu iş için yaklaşık maliyeti (EKAP kayıtlarına göre) 4 milyon 919 bin 389 TL olarak belirlemiş. Ancak 5 milyon 291 bin TL (en yüksek ve en düşük teklif!) teklif veren Aircon Mühendislik adlı şirketle sözleşmeyi (10 Ekim 2023) imzalamış. Aradaki fark, kamu aleyhine 371 bin 611 TL.

* * *

Aşağıda listelediğim Boğaziçi Üniversitesi'nce yapılmış 10 ihalenin bir kısmı açık usulle, bir kısmı da pazarlık usulüyle gerçekleştirildi. Ortak olan yönleri ise biri dışında en düşük ve en yüksek teklif tutarlarının aynı olması. EKAP verilerine göre yalnızca, son sıradaki stüdyo malzemeleri alımıyla ilgili olan ve PTT Bilgi Teknolojileri firmasının kazandığı ihalede, en yüksek ve en düşük teklifleri farklı. Onun dışındaki diğer sekiz ihalenin tamamında en yüksek ve en düşük tekliflerin aynı oluşu, bu ihalelerde tek firmanın yer aldığını düşündürüyor. Tek firma yasaya aykırı mı? Değil. Ama kamu kaynaklarının doğru kullanımı açısından rekabet ve tasarrufun sağlanıp sağlanmadığı konusunda net yanıtlar verilmesini gerektiriyor.


(*) YM: Yaklaşık Maliyet

* * *

Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, mali disiplinde hedeflere ulaşmak için valilere büyük görev düştüğünün söylüyordu iki gün önce. Tasarruf konusunda büyük görev düşen kamu görevlileri, valilerle sınırlı olmamalı.

Rektörlüklerin harcamaları Şimşek'in kadrajına ne kadar giriyor?

Çiğdem Toker / T24


11 Ocak 2024 Perşembe

Okul müdüründen öğretmenlere kıyafet 'uyarısı': Henüz soruşturma açılmadı - İrem Yıldırım / soL-Özel

 

Mersin'de öğretmenlere yapılan akıl dışı müdahale tepki topladı. Sendikalar, yönetmelik adı altında öğretmenlere yazılı uyarıda bulunan müdür hakkında soruşturma açılmasını bekliyor.

Milli Eğitim Bakanlığı yıllar önce sendika kararlarının yönetmeliğin önüne geçmesi sonucu, kıyafet yönetmeliği yerine sendika kararlarının uygulanmasından yana bir tavır aldı. Bu uygulama sürerken Mersin’de Hüseyin Polat Özel Eğitim Uygulama Okulu’ndaki görevli müdür Uğurcan Göçer pazartesi günü 5 öğretmene yazılı “uyarıda” bulundu. Müdür, salı günü sendika yetkilileriyle görüşüp yazılı uyarıları çekeceğini söylese de bir gün sonra aynı öğretmenlerden birine yeniden uyarıda bulundu. 

Göçer’in baskıları okul öğretmenleri ve sendikalar tarafından biliniyor. Sadece kılık-kıyafet değil; başka uygulamalarda da baskıcı davrandığı, öğretmenleri çalışamaz hale getirdiği, canının istediği kişileri norm fazlası olarak gönderdiği müdür Göçer’le ilgili iddialar arasında. 

Eğitim-İş Mersin Şube Başkanı Yakup Tekin, söz konusu müdürle ilgili daha önce de soruşturma başlatıldığını fakat etkin bir kovuşturma yapılmadığını anlattı. soL’a konuşan Tekin, “Milli Eğitim eliyle soruşturmalar kapatılıyor” diyor. Sendikalar müdür hakkında soruşturma başlatılmasını ve görevden alınmasını bekliyor.

Öte yandan öğretmenlerin durumuna da dikkat çekiyor:

“Genel anlamda bir huzursuzluk var okulda. Öğretmenler okula ayaklarının geri geri gittiğini söylüyor. Sadece kılık-kıyafet değil, bu müdür bu okulu yönetemiyor. Bu olayın arkasında yatan da kadın düşmanlığı. Yönetici bir kadının ya da öğretmen bir kadın olmasından rahatsızlar. Mobing tanımına uyan her şey bu okulda var.”

Müdür Gökçe’nin öğretmenlerin kıyafetlerine karışırken kendisinin de sakallı ve kotla okula geldiğini söyleyen Tekin, müdürün okula bugün takım elbiseyle geldiğini bildirdi.  

'İş hayatında kadının olmasından rahatsız gerici anlayışın ürünü'

Konuya ilişkin Eğitim ve Bilim İşgöreleri Sendikası Mersin Şubesi'nden de yazılı bir açıklama yapıldı:

TÖB-SEN'den de açıklama: Mersin'de yaşanan olay kabul edilemez

Tüm Öğretmenler Birliği Sendikası Yürütme Kurulu Başkanı Deniz Ezer de konuya ilişkin açıklama yayımladı.

Açıklamada “Mersin’de yaşanan olay, eğitimci vasfına sahip olmayan bir zihniyetin ürünüdür ve kabul edilemez” denildi. Açıklamanın tamamı şöyle:

"Son günlerde kendini bir eğitim kurumunun yöneticisi olmasından çok okulun sahibi ve işvereni ,öğretmenleri de çalışanları olarak gören  şımarık okul müdürlerinin pervasızca davranışlarına şahit oluyoruz.Söz konusu okul müdürleri sırtlarını dayadıkları iktidarın açtığı koridordan yürüyerek liyakatsızca müdür olduklarını biliyoruz.Bundan dolayı bir okulu yönetme becerilerinin zayıf olduğu kadar güç zehirlenmesinin yarattığı bir psikoloji ile özellikle güçlerinin yetebildiği kadın öğretmenlere baskı ve mobing uygulamakatadırlar. Kadını toplumsal yaşam içerisinde aşağılayan,kadına yönelik şiddetin her türlüsünü meşru gören ve bunu alışkanlık haline getiren  okul idarecilerini uyarıyoruz.Haddinizi biliniz.

 Bugün Yenişehir Hüseyin Polat Özel Eğitim Uygulama Okulunda yaşanan olay sadece bir kıyafet olayı değildir.Yapılan kılık kıyafet üzerinden kadını aşağılama davranışıdır.Bu davranış eğitimin niteliğini bir kenara bırakıp, kadınların iş hayatındaki varlığını yadırgayan zihniyetin yansımasıdır.Söz konusu olan Hüseyin Polat Özel Eğitim Uygulama Okulu müdürü, bir kadın öğretmene zihniyetini dikta etmeye çalışmış onu da idari amir sıfatını kullanarak yapmaya çalışmıştır.Okul müdürü Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin’in önlükle kapatamadığı kadın kıyafetini yasal baskıyla ve mobbingle kapatmaya çalışmıştır.

 İdarecilik vasfı tartışılan bu okul müdürünün kulaktan kulağa yayılan icraatlarından birkaçı şöyledir:

  1. E- okuldan bir sınıfı ikiye bölmesine rağmen öğretmenlere ders vermeyip, öğretmenleri norm fazlası durumuna düşürüyor. 
  2. İstemediği öğretmenleri okuldan göndermeye çalışıyor.
  3. Engelli bir öğrenciyi okula kaydetmediği için veli silahla okulu basıyor. Ertesi gün öğrencinin kaydını yapmak zorunda kalıyor. 
  4. Öğretmenlere bilgi vermeden sınıf kapılarına cam çerçeve yaptırıp okul içinde bekleyen velilerin sınıfları gözetlemesini sağlıyor. Velilerin öğretmenlerin işine müdahale etmesine izin veriyor. 
  5. Sürekli sınıf açıyor, sınıf kapatıyor. Bir sınıfta bulunması gereken yasal öğrenci sayısı 8 olmasına rağmen sınıfa yasal sınırdan fazla öğrenci alıp, öğretmenleri norm fazlası durumuna düşürüyor. 
  6. Öğretmenleri dersteyken odasına çağırıp, üyesi olduğu sendikaya geçmeleri için baskı yapıyor.
  7. Kadınlara karşı önyargısından dolayı kadın yönetici istemiyor. Tayinle gelen ya da görevlendirilen kadın müdür yardımcıları müdürün baskısına dayanamayıp ağlayarak, yöneticilik görevinden istifa edip gidiyor, iddiaları kulaktan kulağa dolaşmaktadır. 

Okul iklimini bozan, kılık kıyafet yönetmeliği bahanesiyle uyarı yazısı tebliğ edip, kadınlara mobbing uygulayan bu müdürün artık bu okulu yönetemez. Mesele kılık kıyafet değil. İş hayatında kadının olmasından rahatsız ilkel gerici bir anlayış her yerde karşımıza çıkmaktadır. 

MOBİNG bir suçtur.Kadını aşağılayan, kadını bedeni üzerinden değerlendirip, kılık kıyafetiyle uğraşanlara karşı  TÖBSEN olarak karşılarında olacağımızı belirtir söz konusu kadın öğretmenin yanında olduğumuzun bilinmesini isteriz."

İrem Yıldırım / soL-Özel