İyi insan (Ali Sirmen)
Yahudi kasabı” namıyla maruf Adolf Eichmann 1962 yılında İsrail’in gizli servisi Mossad tarafından kaçırılıp yargılanmaya başlandığı zaman Nazilerin zulmüne uğramış bir Alman kadın yazar, Hitler’in “nihai çözüm” planını yaşama geçiren bu soykırım makinesinin ardındaki kötülüğü, altından ne çıkacağını çok merak ederek kazımaya başlamıştı.
Sonuç hayret vericiydi. Milyonlarca Yahudinin ölümüne karar veren korkunç soykırım makinesinin ardındaki iblis değişik bir canavar değil, alelade biriydi.
Uğur Mumcu öleli 31 sene olmuş. Bu 31 yıl zarfında belki de 100 tane Uğur Mumcu yazısı yazmışımdır. Uğur’la 10 yılı aşkın süre çok yakın bir dostluğumuz olduğu için bu yazılarda hep okurun tanıdığı “Uğur Mumcu” kalıbının arkasında nasıl bir insan olduğunu anlatmayı düşündüm son zamanlarda hep. Çaba boşuna değildi. Uğur Mumcu görünüşünün aksine asık suratlı bir savcı, somurtkan bir iz sürücü, yüzünün çizgileri hiç yumuşamayan bir öğütçü değil; güler yüzlü, yufka yürekli, hassas, şakacı, humorunun oklarını kendine de yöneltmekten çekinmeyen; her dara, mahkemeye, hapse, hastaneye, düşenin ziyaretine koşan iyi bir insandı. Yani üstünü kazıyınca alttan çıkan insan Uğur Mumcu buydu.
Uğur Mumcu hakkında az araştırma yapıldı. Bence bunların en öğreticisi Bahçelievler Lisesi’nden sınıf arkadaşı fizik profesörü Önder Pekcan’ın “Uğur Mumcu’dan Mektup Var” adlı kitapta derlediği anılarıdır. Uğur Mumcu’nun Ankara Bahçelievler’deki lise ve çocukluk yıllarını anlatan, o dönemin sonradan meşhur olacak kişilerinin, arkadaşlarının, komşularının da izlerini taşıyan bu kitabı okuduğunuz zaman hayretler içinde kalıyorsunuz. Bir dönem ülkeyi saran, ne zaman nereden geleceği bilinmeyen ama geleceği kesin olan ölüme karşı pek de çare olmadığı bilinse de tabancasıyla gezen Uğur Mumcu, devrinin çoğu genci gibi futbola, kendisi kalede durduğu için Turgay’a hayran, Galatasaray takımının deplasman için her Ankara’ya gelişinde gidip Metin’i ve diğerlerini ziyaret eden o dönemin alelade gençlerinden biriydi. Bahçelievler’in bahçe duvarlarında vakit geçiren gençler arasında bir genç diğerlerinden daha zeki, mizahı keskin, sağlığı iyi, (burası çok önemli) siyasetle, sanatla, sporla, pop müzikle, kızlarla ilgili ama onlardan farksız bir genç. Uğur Mumcu’nun insan olarak sevecen yanı ve dara düşenin hep yanında yer alan tavrını dostları çok iyi fark etmişlerdi. Hastaneye, mahkemeye, hapse düşen herkes uzaktan ilişkisi bile olsa hemen Uğur’un ilgisine mazhar olurdu. Uğur’un bu yanı her dara düşenin yanında ona ve bütün dünyaya “Yalnız değilsin yanındayım” diye haykırışını gösteren, bütün insanları kardeş gören insancıl yanının bir sonucuydu.
Bir süre sonra ülkenin dört bir köşesinde adı parklara, mahallelere, kültür merkezlerine, toplantı salonlarına, okullara verilecek olan kahramanın üstündekileri kazıyınca altından saf iyilik çıkıyor. Tabii bu şaşırtıcı olay bir soruyu yine de aydınlığa kavuşturmuyor.
Başkentin Bahçelievler semtinin bahçe duvarları üzerinde oturduğu yerde ıslık çalan bu genci benzerlerinden ayıran neydi?
Bu özelliği daha derinlemesine anlatamadan “bilinç” olarak nitelerken sorunun “bu iyiliği devrimciliğe dönüştüren bilincin ne mene bir şey olduğu” şeklinde yeni bir soruya dönüşerek varlığını koruduğunu söyleyebiliriz. Uğur’un devrimciliği onda kendisine amacı ve çabası dolayısıyla bir öncelik yaratmazdı. Kitleleri aydınlatmak uğraşı onda illa liderlik tutkusu oluşturmamıştı.
Cumhuriyetin büyük kırılma döneminde birçok yerden kendilerinin bir gazete çıkarması için başvurularla karşılaşıyordu. Bir gün bir toplantı sırasında söz aldı ve şöyle dedi:
“Arkadaşlar, son zamanlarda bana bir sürü başvurular yapılıyor. Ben görüşmeler yürütüyorum. Bütün bunlar sizi şaşırtmasın. Liderimiz İlhan ağabeydir (Selçuk). Toplanıyoruz, konuşuyoruz, uyarıları doğrultusunda hep birlikte karar veriyoruz. Benim görüşmeler yapmamın nedeni, yazılarımdan dolayı öne çıkmış görünmemdendir. Yoksa liderimiz odur.”
Uğur Mumcu’ya bakarken “salt iyiliğin” alelade bir genci nasıl devrimciye dönüştürdüğünün açıklamasını bulamıyoruz. Ama insanın tab’an kötü olmadığını görerek mutlu oluyoruz.
Uğur’u bu yönüyle de çok özlüyorum.
/././
Zirveye uzanan krizde karşı çıkış (Barış Pehlivan)
Uçağa binmek üzereyken telefonum çaldı. Karşımdaki ses “Asıl bu dilekçe yargıyı etkilemek için yazıldı” diyordu. Arayan Sefa Özçelik’ti.
Bir önceki Arka Bahçe’de Devlet Denetleme Kurulu’na (DDK) gönderilen bir dilekçeyi okudunuz. 2007’de kurulan “Tema Teknik” adlı şirketin ortaklarından Hacı Murat Gülcan yazmıştı. Gülcan eski ortağı Sefa Özçelik’in babası olan DDK üyesi Abdurrahman Özçelik’ten şikâyetçiydi. İşte ortaklar arasında yaşanan, mahkemelerden devletin zirvesine kadar taşınan bu krize dair Sefa Özçelik’in de diyecekleri vardı.
“Hacı Murat Gülcan’ın iddialarına cevaben” başlığıyla gönderilen açıklamayı okuyorum, çarpıcı bölümlerin de altını çizerek paylaşacağım. Şöyle diyordu Sefa Özçelik:
“DDK’ye verilmiş olan dilekçenin hukuki olarak hiçbir değeri olmamakla birlikte, bu dilekçe tamamen haber değeri taşıması amacıyla yazılmış, hiçbir somut bilgi ve belgeye dayanmayan, tamamen iftiraya yönelik bir dilekçedir. Bu tip şikâyetlerin yapılacağı merciler bellidir. Davacının iftira niteliğindeki sözde mektubu yapmasının amacı Sefa Özçelik ile arasında devam eden yargılamalar sonucu elde etmek istediği yararı elde edememesidir. Kaldı ki Abdurrahman Özçelik hakkında Hacı Murat Gülcan tarafından bu zamana kadar savcılık nezdinde açılmış bir soruşturma ile mahkemeler nezdinde açılmış bir dava da bulunmadığı gibi Abdurrahman Özçelik aleyhine açılmış hukuk davası bulunmamaktadır.”
Şikâyetçi Hacı Murat Gülcan’ın iddiasına göre kendisi dışındaki iki ortağın arkasında başka birileri vardı. Ortak Ali Ekrem Tekelioğlu, 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün ablasının ve eniştesi Mehmet Tekelioğlu’nun oğluydu. Tekelioğlu’nun Gül ailesini temsilen şirket ortağı olduğu ileri sürülse de Abdullah Gül bu iddiayı yalanlıyordu. Sefa Özçelik’in buna dair de diyecekleri vardı:
“Hacı Murat Gülcan geçmiş dönemde diğer ortağımız Ali Ekrem Tekelioğlu’nun akrabası olması hasebiyle 11. Cumhurbaşkanımız Sayın Abdullah Gül hakkında da benzer iftiralarda bulunmuştur. Ancak hakaret ve iftira nedeniyle Beykoz Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından hakkında iddianame düzenlenmiş ve ayrıca Beykoz 3. Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 2022/94E. sayılı dosyasında da aleyhine tazminata hükmedilmiştir. İkinci bir adım olarak ise DDK üyesi Abdurrahman Özçelik üzerinden edinmeye çalıştığı primi ve ulaşmaya çalıştığı hedefi anlamamak saflık olur.”
‘BUNU YAPABİLECEK BİR ADAM TANIMIYORUM”
DDK üyesi Abdurrahman Özçelik’in hâkimlere baskı yaptığı da yine Hacı Murat Gülcan’ın iddiaları arasındaydı. Gülcan bunun Sefa Özçelik’e karşı açtığı yaklaşık 50 milyon dolarlık dava nedeniyle olduğunu ileri sürüyordu.
Özçelik bu teze de karşı çıkıyordu: “Hacı Murat Gülcan’ın bahsetmiş olduğu üzere 50 milyon dolar değerinde bir dava kesinlikle bulunmamaktadır. Bu rakamdan telaffuz etmesinin amacı ise haber değeri taşımasını sağlamak istemesidir. Abdurrahman Özçelik’in kesinlikle söz konusu davaların içeriğiyle ilgili herhangi bir bilgisi yoktur. Kaldı ki aramızdaki yedi yıldan fazla süredir devam eden ticari yargılamalarda Sefa Özçelik lehine ve aleyhine verilmiş hiçbir karar bulunmamaktadır. Dolayısıyla bu iddialar yargı üzerinde algı oluşturmaya yönelik tamamen iftira niteliğindeki iddialardır.”
Son olarak...
Hacı Murat Gülcan, eski ortağı Sefa Özçelik’i FETÖ ile ilişkili olmakla suçluyordu. “Firmamdan Sefa Özçelik tarafından kaçırılan paramız FETÖ üyeliği iddiası dolayısıyla yurtdışına kaçan biri tarafından idare ediliyordu” diyordu. Özçelik’in bu suçlamaya dair yanıtı da şöyleydi:
“Bugüne kadar söz konusu dosyaya ilişkin Sefa Özçelik hiçbir şekilde ifadeye çağrılmamış veya herhangi bir tebligat yapılmamıştır. Kaldı ki ilgili soruşturma dosyasının Sefa Özçelik ile ilgili olup olmadığına ilişkin de hiçbir fikrimiz dahi bulunmamaktadır.
Ancak iddia etmiş olduğu kişinin FETÖ üyesi olduğu iddiasından dolayı Umman’da cezaevine alınması, akabinde cezaevinden çıkarılarak İngiltere’ye iltica ettirilmesi konusu tamamen deli saçması ve Hacı Murat Gülcan’ın hayal ürünü bir konudur. Şahsen Umman’daki cezaevinden adam çıkarıp İngiltere’ye gönderebilecek bir adam tanımıyorum.”
Evet...
Cumhurbaşkanlığı’na bağlı DDK üyesi Abdurrahman Özçelik’in oğlu Sefa Özçelik’in yanıtları böyle. Kuşkusuz, son kararı yargı verecek.
/././
Sürecin başlangıcı (Öztin Akgüç)
Her olayın başlangıcı, neden/nedenleri süreci vardır. Olay, evre evre sonuca doğru gelişir. Günümüzde yaşanan siyasal, ekonomik sorunların, olayların, ana nedenlerinin başında “24 Ocak Ekonomik Kararları”yla başlayan süreç gelir. 24 Ocak Kararları, görünüşte, sunumuyla istikrar tedbiri, programı; gerçekte sistemi, rejimi değiştirmeye yönelik girişimlerin başlangıcıdır.
Ülkede Kıbrıs Barış Harekâtı sonrası gelişmeler, olaylar ve ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi (BOP, Kuzey Afrika ülkelerini de kapsadığından GOP) ile ilintilidir. Projenin bölge için öngördüğü siyasal düzen ılımlı İslam; ekonomik model uluslararası finansal piyasalara eklenmiş serbest pazar ekonomisi, örnek seçtiği ülke de Türkiye’dir.
Modelin uygulanabilmesi için, 1974 sonrası ambargolar uygulanmış, iç kargaşalar yaratılmış, terör olayları ile düzen değişikliğine geçiş ortamı yaratılmış; 24 Ocak Kararları ile ekonomik model uygulamaya konulurken siyasal destek, ılımlı İslama gidişin yolu da 12 Eylül 1980 askeri darbe ile açılmıştır.
24 Ocak Kararları, ana hatlarıyla planlı ekonomi yerine piyasa ekonomisi; devleti küçültme, özelleştirme; finansal liberasyon, bankalar üzerindeki kontrolün, Türk parasını koruma mevzuatının kaldırılması, uluslararası finans piyasalarına eklenme; yerli ve yabancı sermayeyi teşvik, emeği baskılama, sendikasızlaşma; ihracat çekişli büyüme, vergi yerine borçlanma olarak özetlenebilir.
1980’li yıllarda dünyada moda, neoliberal akıma, özelleştirme, borçlanma, Thatcherizm, Reaganizm, Özalizme örnek olmuştur.
Finansal liberalizm, ülkede kendilerini “banker” olarak yaftalayanların türemesine yol açmış. Ödünç para verme mevzuatına aykırı olarak sermaye, varlık geliri, kişisel nitelikler aranmadan, büro kiralayarak, bir masa, iki koltuk, bir de kasa ile teftiş ederek yüksek getiri vaat eden “banker”, topladığı anaparanın bir bölümünü faiz diye geri verdiğinde anaparanın bir bölümünü geri alan yüksek faiz alan işbilen sanısına kapılmış, sonra gelenin anaparası, daha önce faiz olarak ödenmiştir. Faiz ödemeleri artıp yeni girişlerin daha hızlı olması gerçekleşmeyince “bankacı” nakit dengesi bozulmuş, yeni nakit girişler, faiz ödemelerini karşılamayınca bankerler kepenk indirmiş, en ünlüsü Banker Kastelli yurtdışına kaçınca olay skandalla, devlet zararları ödesin istekleriyle kapanmış, ANAP iktidarında sorunu getirmiştir.
Hatalı politikanın sürdürülmesinin yanı sıra ekonomide enflasyon sürerken, cari işlemler açığı büyürken döviz kuru yükselirken TCMB’nin faiz indirimi ekonomiyi 1994 krizine sokmuş, 1994-1995 istikrar programı, yine de günümüz istikrar programından daha ciddi ve etkili olmuştur.
Ülkede borçlanma politikası, Osmanlı dönemine benzer devlete borç verme bankacılığının yeniden doğmasına yol açmıştır. Çok sayıda banka, halktan “offshore hesabı” diyerek mevduat faizi üstünde faiz ödeyerek sağladığı kaynağı, dış borçlanma yolu ile sağladıkları yanı sıra yüksek faizle devlete borç vermiş, TCMB, IMF’nin de yanlış yönlendirmesiyle 2000 yılı enflasyonu düşürme programı ile ekonomide likidite bunalımı yaratıp faizlerin aşırı yükselmesi, devlete borç veren bankaların batmasıyla ekonomi 2000-2001 krizine girmiştir.
2002-2007 dönemi dünya ekonomisinin olağanüstü gelişme gösterdiği dönem olmuş, dış kaynak girişiyle ekonomimiz de bundan yararlanmıştır. 2007-2008 dünya finansal krizi süreci, dış kaynak girişinin yavaşlaması ülkeyi giderek derinleşen krize sokmuştur. Yanlış politika, kötü yönetim sonucu günümüzde ekonomimiz şöyle betimlenebilir.
Aşırı borçlu, dış borcu 450 milyar doları, devletin iç borcu 6.1 trilyon TL’yi aşkın, faiz giderlerinin bütçe içindeki payı yüzde 10’a, bütçe açığının GSMH oranı yüzde 6’ya yükselmiştir. Yılda 100 milyar dolar üstünde dış ticaret açığı veren, resmi verilere göre yüzde 65 yapışkan enflasyonla, işsizlik oranı yüzde 10, kredi değerliliği düşük borç ödemede temerrüt riski yüksektir. Ayrıca Dünya Bankası (IBRD) verilerine göre kişi başına gelir düşmüş, enflasyonun yükseldiği ülkemizde hızla çöken ekonomik politikalar olmuştur.
/././
Uğur Mumcu uyarmıştı (Sinan Meydan)
‘Türkiye bugün ayakta duruyorsa, Atatürk döneminde atılan temellerin sağlamlığı nedeniyle duruyor.’
(Uğur Mumcu, Cumhuriyet, 10 Şubat 1991)
1990’da Prof. Dr. Muammer Aksoy, Çetin Emeç, Turan Dursun ve Doç. Dr. Bahriye Üçok öldürüldü. 1990, 1991, 1992... Asker-sivil Atatürkçü yurtseverler öldürülmeye devam etti.
Uğur Mumcu, 24 Mayıs 1991 tarihli “Tırmanıyor” başlıklı yazısını da şöyle bitirmişti: “Demek ki bu cinayetler ülke çapında planlı ve programlıdır... Görülüyor ki cinayetler bir takvime bağlanmıştır. Devlet, bu cinayetler karşısında demeç vermekle meşgul; kanı yerde kalmayacak... Kanlar yerde kaldı ve kalıyor. Katiller serbest!”
1992’de Oramiral Kemal Kayacan, evinde öldürüldü. Bunun üzerine Uğur Mumcu, 7 Ağustos 1992’de Cumhuriyet’te “Acıya Tepkiler” başlıklı bir yazı yazdı. O yazının son cümlesi de şöyleydi: “Ünlü aydınların, gazetecilerin, generallerin ‘Bugün öldürülme sırası bende mi?’ diye düşündükleri ve sokak ortalarında ve evlerinde birer birer kurşunlandıkları bir ülkede devletin nerede olduğunu sormak istiyoruz.”
Uğur Mumcu, bu yazısından yaklaşık altı ay sonra, 24 Ocak 1993’te öldürüldü.
“Kanı yerde kalmayacak!” diye demeç verdiler. Aradan 31 yıl geçti. Kanı hâlâ yerde…
KEMALİST UĞUR MUMCU
Uğur Mumcu, 1967’de “Gerçek Uygarlık” başlıklı yazısında Atatürk’ü, “Ezilen bir ulusun ezenlere karşı isyan etmiş bilinciydi” diye tanımlamıştı. (Kim, 1 Eylül, 1967)
Mumcu’ya göre “Kemalizm, Atatürkçülük bir tek sözcükte özetlenebilir; bağımsızlık!” (Cumhuriyet, 3 Ekim 1980). “Kemalizm eşittir antiemperyalizm” demektir. (Cumhuriyet, 23 Nisan 1980). “Atatürkçülük, kısaca ulusal bağımsızlık ve ulusal onur demektir. Atatürkçülük özetle antiemperyalist bir kurtuluş savaşını başlatan ve sürdüren bir eylem ve öğretidir. (...) Atatürkçülük devrimcilik demektir.” (Cumhuriyet, 6 Ocak 1981). Ona göre temeli “Kuvayı Milliye”ye dayanan Atatürkçülüğün üç belirgin özelliği vardır: “1. Atatürkçü antiemperyalisttir. 2. Atatürkçü devrimcidir. 3. Atatürkçü laiktir.” Ayrıca Mumcu, Atatürkçülüğün, “Marksizmle ve piyasa ekonomisi ile de ilgisi yoktur” demişti. (Cumhuriyet, 11 Mayıs 1981)
Mumcu’ya göre “Kemalist model, kendine özgü devrimci bir çizgiyi oluşturmaktadır. Sanayileşmemiş, modern sınıfları oluşmamış, feodal yapı içinde kapalı kalmış toplumsal yapıların bu az gelişmişlik çemberini kırmaları için öngörülen siyasal yönetim biçimine, evrensel boyutlarda ‘Kemalist model’ diyoruz.” (Cumhuriyet, 10 Kasım 1981)
Mumcu, kendi ifadesiyle “Sapına kadar Kemalist”ti. Ona göre Mustafa Kemal Atatürk’ü savunmak her devrimci aydının namus borcuydu. (Devrim, 3 Kasım 1970)
Mumcu’ya göre, Atatürk ilkelerinin temelinde laiklik vardı. “Atatürk Yılında” başlıklı yazısında şöyle demişti: “Laiklik, Atatürk ilkelerinin temelini oluşturur. (...) Laikliğin toplumu büyük kargaşalardan ve kör bağnazlıklardan kurtaran bir dünya görüşü olduğunu yaşanan her olay ile yeniden öğreniyor ve Atatürk’ün büyüklüğünü her olayda yeniden anlıyoruz. (…) Yakın tarihimizde çok acı örnekleriyle gördük ki laiklik ilkesinden verilecek küçük, küçücük bir ödün, toplum için büyük ve onarılmaz yaralar açmaktadır.” (Cumhuriyet, 31 Temmuz 1981)
“Atatürk diktatördür!” diyenlere “Demokrasinin yolu Kemalizmden geçer” demişti. (Devrim, 9 Haziran 1970)
Atatürk’e ve Atatürkçülüğe düşman olanları, “Kemalizm Sendromu”na yakalanmış kişiler olarak adlandırmıştı. (Cumhuriyet, 10 Ağustos 1992)
Kimlerden Atatürkçü olamayacağını da söylemişti. “Osmanlıcıdan, yabancı sermayeciden, Türk-İslam Sentezciden Atatürkçü olmaz” demişti. (Cumhuriyet, 11 Mayıs 1981)
Mumcu, 12 Eylül 1980 darbesinin gerçek Atatürkçülüğü yok etmek istediğini anlatmıştı. “Atatürkçülük 80’li yıllarda devlet eliyle kundaklandı” diye yazmıştı. (Cumhuriyet, 23 Temmuz 1992). “12 Eylül, Atatürkçülüğün sahtesini resmi ideoloji yaptı” diye de eklemişti. (Cumhuriyet, 5 Aralık 1992)
DİNCİLİĞE, İRTİCAYA KARŞI UYARDI
Uğur Mumcu, 1967’de “Cumhuriyetin Yargıcı” başlıklı yazısında “Atatürk’ün çizdiği ışıklı uygarlık yolu, bugün yabancı güçlerin ve dinsel hezeyanların elbirliği ile bozulmuştur” diyerek tehlikeye dikkat çekmişti. (Kim, 15 Eylül 1967)
Mumcu birçok yazısında, sağ iktidarların oy avcılığıyla din istismarı yaptığını örneklerle anlatmıştı. 1975’te kaleme aldığı “Sağa Beş Sola On Beş Yıl” başlıklı yazısının bir bölümü şöyleydi:
“1960 öncesinde siyasal iktidarlar, Said Nursi’nin sakalını sıvazlayarak elini öperek oy toplamayı uygun görmüştür. 1961 sonrası Adalet Partisi de dinsel sağın oy depolarına dayanarak iktidara tırmandı. Bugün Milli Selamet Partisi’nin yönetici kadrosunu oluşturan politikacılar, Adalet Partisi’nin yüksek bürokratları ve ‘takunyalı’ biraderleriydi. (...) 12 Mart’ın sözde Atatürkçü yönetimi de sağcılar için açtığı bir iki göstermelik dava dışında ‘aşırı sağ’ dediği hiçbir örgüte ve kişiye dokunmamıştır. (...) Abdülhamit gericiliğinden, 31 Mart saldırganlığına, Said-i Nursi örgütçülüğünden, Kanlı Pazar eylemciliğine kadar, bütün gerici akımlar yabancı sermaye milliyetçiliği, Hitler özlemciliği ve politika cambazlığıyla sermaye sınıfının çıkarlarını korumak için birleşmiştir. (...) Tutucu iktidarların, yıllarca sarıldıkları din silahına bu kez de başvurulmaktadır. Eski hamamlarda eski taslar kullanılmaktadır.” (Cumhuriyet, 22 Nisan 1975)
1976’da “Şu İşe Bakın” başlıklı yazısında Cumhuriyetin nasıl kuşatıldığını şöyle anlatmıştı: “Türkiye Cumhuriyeti cephe ortaklığının elinde adım adım geri gitmektedir. İç ve dış sömürünün ahtapot kolları, dinsel sağ, saldırgan ırkçılıkla birlikte anayasa düzenini, Cumhuriyet ilkelerini yok etmenin yarışı içindedir. 31 Mart’ın kanlı kaldırımları bugünlere kadar uzanmıştır. Derviş Vahdeti’ler, Said-i Nursi’ler, Anzavur’lar birer birer hortlayıp politika sahnesinde yerlerini almışlardır. (...) Çünkü bu noktaya adım adım gelindi. (...) Cumhuriyet tarihi yerine Osmanlı padişahları, Mustafa Kemal yerine Abdülhamit...” (Cumhuriyet, 17 Mayıs 1976)
1970’lerde planlı, dinci, mezhepçi saldırılar başlamıştı. 1978’deki Maraş Katliamı, bu saldırıların en acı örneklerinden biriydi. Uğur Mumcu, 25 Aralık 1978’te Cumhuriyet’te “Katliam” başlıklı yazısında şöyle demişti: “Bu planlı ve örgütlü bir saldırıdır. Çevre illerden Kahramanmaraş’a getirilen katil çetelere belli adresler gösterilmiş, noktası ve virgülüne kadar hesaplanan bir plan yürürlüğe konmuştur.” 6 Ocak 1979 tarihli “31 Mart ve Kahramanmaraş” başlıklı yazısını da şöyle bitirmişti: “Kahramanmaraş Olayı’nın üzerine tıpkı Hareket Ordusu’nun 31 Mart gericileri üzerine gittiği gibi gidilmezse laik Cumhuriyeti, Atatürk ilkelerini, çağdaş Türk Devleti’ni ne hakla ve ne yüzle koruyacağız bundan sonra! 31 Mart’ın gericileri hortladı; başlarında kirli kefeni ile Kıbrıslı Derviş Vahdeti, oluk oluk kan içiyorlar.”
Mumcu, 1979’da “İrtica” başlıklı yazısında, din sömürüsü ile ekonomik sömürü arasındaki ilişkiye dikkat çekmişti: “İrtica başlı başına bir sömürü kaynağıdır. Ekonomik sömürünün siyasi amaçlarla perdelenmesi çoğu kez din sömürüsü ile ortaya çıkar. Dinsel sömürünün ardında siyasi çarklar döndürülüyor. (...) Yüzyıllarca süren bir sömürüdür bu...” Ancak Mumcu, din sömürücülerinin belli bir süre siyasi başarılar elde etseler de eninde sonunda kaybedeceklerini de yazmıştı: “Dinsel sömürü kaynaklarına el atanlar zaman zaman siyasal başarılar elde ederler. Yakın tarihimizde II. Abdülhamit’in, 1950-1960 döneminde irtica sakalını okşayan Menderes’in ve camilerde poz poz resimler çektiren Demirel’in bu yollarla siyasal etkinliklerini artırdıkları bir gerçektir. Bunun yanında bir gerçek daha var. ‘İrtica’, din sömürüsüyle etkinlik kazanmaya çalışanlara hiçbir zaman ‘yar’ olmuyor. İşte Abdülhamit’in sonu. İşte Menderes’in acıklı serüveni. İşte Demirel’in düştüğü açmazlar...” Mumcu, yazısını şöyle bitirmişti: “İrticayla oynayan ateşle oynar. Bunun örneklerini yakın tarihimiz birçok kez kanıtlamıştır.” (Cumhuriyet, 10 Ocak 1979)
Mumcu, 1984’te “Böyle Başlar” başlıklı yazısında yine din sömürüsünden söz etmişti: “Din sömürüsünün sonu yoktur. Bu kapıyı bir kez açtınız mı, dince kutsal sayılan ne kadar kavram varsa siyaset sahnesinin malzemeleri olur. Bundan zarar görecek olan dinin kendisidir.” (Cumhuriyet, 16 Mart 1984)
Mumcu, 1986’da “İrtica Var mı?” başlıklı yazısında irticaya verilen tavizler sonunda gelinen noktaya dikkat çekmişti: “Bugün tiyatro basıldı, yarın yasal toplantılar basılır. Siyasal partilere karşı silahlı eylemler düzenlenebilir. Anarşi ve terör dediğimiz kargaşa da işte böyle başlar. (...) 163’üncü madde devletin temellerini din kurallarına göre değiştirmeyi suç sayıyor da ne oluyor? Nakşibendi tarikatı bir partide, Süleymancılar bir başka partide kümeleniyorlar. Seçimlerde tarikat şeyhlerinin sakalları sıvazlanıyor. Demirel gibi mason localarına kayıtları düşmüş siyasetçiler Said Nursi’ye övgüler yağdıran demeçler veriyorlar. Yasaklar var da Allah aşkına ne değişiyor, ne engelleniyor?” (Cumhuriyet, 17 Aralık 1986)
‘LAİKLİK YOK EDİLİYOR’ DİYE HAYKIRDI
“Laiklik, Atatürk ilkelerinin temelini oluşturur” diyen Uğur Mumcu, 1985’te “Yine Laiklik” başlıklı yazısında, “Laiklik ilkesi adım adım yok edilmektedir” diye yazmıştı. (Cumhuriyet, 25 Eylül 1985) Laikliği savunmak gerektiğini belirten Mumcu, “Laiklik ilkesini savunmak için Atatürk gibi yürekli, Atatürk gibi inançlı olmak gerekir. İzinden gittiklerini söyleyenler gibi ürkek, kararsız ve inançsız değil” diye de eklemişti. (Cumhuriyet 1 Mart 1987)
Mumcu, 1980’lerde Türkiye Cumhuriyeti’ne yönelik uluslararası bir tehditten söz etmişti. Bu tehdit “Rabıta” adlı dinci örgütlenmeydi. 1984’te “Rabıtat-ül Âlem-ül İslam” başlıklı yazısında bu örgütü anlatmıştı. Bu örgütün “şeriat düzeni” üzerine bir İslam devleti kurmak istediğini, “Aramco” adlı ABD petrol şirketince desteklediğini ve “Müslüman ülkelerde İslami yönetimlerin kurulmasına” çalıştığını yazmıştı. (Cumhuriyet, 2 Ekim 1984) Mumcu, 1987’de “Özal ve İdeoloji”, başlıklı yazısında, “Bu şeriat örgütü adım adım laiklik ilkesini yok ediyor. Bunu yaparken de Özal ailesine Suudi kökenli şirketler aracılığıyla milyarlar kazandırıyor” demişti. (Cumhuriyet, 23 Mart 1987) Mumcu, 1987’de, büyük ses getiren “Rabıta” adlı kitabını yayımlamıştı.
1987’de “Atatürk ve Bugün” başlıklı yazısında Türkiye Cumhuriyeti’nin adım adım nasıl dönüştürüldüğünü şöyle anlatmıştı:
“Bugün birçok rektör ve dekan, Türk-İslam Sentezi ideolojisini yayan ‘Aydınlar Ocağı’ adlı derneğin üyesidirler. TRT, Türk-İslam Sentezci görüşlerin başlıca yayın organlarından biridir. Devlet bürokrasisinde köprübaşları imam hatip okulu çıkışlı memurlarca tutulmuştur. Zorunlu din derslerinde din devleti propagandaları yapılmakta, ‘birader vakıfları’ aracılığı ile ‘İslamcı gençlik kuşağı’ yetiştirilmektedir.” (Cumhuriyet, 9 Ocak 1987)
1988’de “Tören Atatürkçülüğü” başlıklı yazısında “Atatürk’ün hilafeti bir çürük diş gibi söküp attığını”, bugün Atatürk’ün izinde olduğunu söyleyenlerin ise yasadışı tarikatlarla “inkılapçılık” adına işbirliği yaptıklarını yazmıştı. (Cumhuriyet, 20 Mayıs 1988)
1990’da “Ayasofya” başlıklı yazısında Ayasofya’nın camiye dönüştürülmek istenmesinin “ibadet ihtiyacından” kaynaklan-madığını, “Atatürk’ün aldığı bir kararı kaldırmak” amacı taşıdığını belirterek “Amaç İslamcı düşüncenin, devlet eliyle laikliği yenilgiye uğratmasıdır” demişti. (Cumhuriyet, 5 Ocak 1990).
Mumcu, 1990’da “Nereye” başlıklı yazısında Türkiye’nin bugünlerini görmüşçesine laik Cumhuriyetin bir din devletine dönüştürülmek istendiğini belirtmişti.
“İslam bankacılığı ile devletin temel hukuksal düzeni din kurallarına uyduruldu. Öğrenim Birliği Yasası göz göre göre çiğnendi. Zorunlu din dersleri ile laiklik hiçe sayıldı. Yurtdışındaki din görevlilerinin aylıklarının hilafet örgütü ‘Rabıta’ tarafından verilmesi hoş görüldü. Diyanet İşleri Başkanlığı’nda çalışması gereken din adamlarına kaymakam, Emniyet müdürü, savcı olma olanağı tanındı. Devlet, İslamcı kadrolara böylece göz göre göre teslim edildi. Nakşibendi tarikatı, kurduğu siyasal ve ticari ilişkilerle devletin köşe başlarına bağdaş kurdu. (...) İslamcı kadro devlet bürokrasisini adım adım ele geçirdi. (...) İmam hatip liselerini bitirenler ne imam oluyorlar ne hatip. Ne oluyorlar? Hukuk fakültelerini bitirip kaymakam, savcı ve Emniyet müdürü oluyorlar. Demek ki din eğitimi konusunda yükseköğrenim yapanların çoğu başka alanlarda görevlendiriliyorlar. Bunun nedenini niçinini düşünmez misiniz? (...) 12 Eylül ile atılan tohumlar bugün yeşeriyor.” (Cumhuriyet, 14 Haziran 1990)
Uğur Mumcu’nun “yeşeriyor” dediği o tohumlar, çoktan yeşerdi, ağaç olup kök saldı.
Uğur Mumcu, Atatürk’ün kurduğu tam bağımsız ve laik Türkiye Cumhuriyeti’nin tarikat-cemaat-siyaset eliyle bir din devletine dönüştürülmek istendiğini görmüş ve yurtsever, namuslu bir gazeteci olarak halkı uyarıp uyandırmaya çalışmıştı. Katledildi. Aradan tam 31 yıl geçti. Bugün Türkiye Cumhuriyeti, laik karakterini tamamen yitirmek üzere…
Ancak Uğur Mumcu, umutsuz değildi. “Atatürkçü düşünce yenilmedi, yenilmeyecek. Kuvayı Milliye ruhuna, ulusal onura, Anadolu Devrimi’ne, Aydınlanma çağına ve çağdaş özgürlüklere sahip çıkarak güçlenecek...” demişti. (Cumhuriyet, 23 Temmuz 1992)
Biz de umutsuz değiliz. Atatürk’ün açtığı yolun kapanmasına asla izin vermeyeceğiz!
Uğur Mumcu’nun, 26 Temmuz 1962’de Cumhuriyet’te yayımlanan “Türk Sosyalizmi’ başlıklı ilk yazısında dediği gibi, “Her şeye Atatürk gücüyle ve onuncu yıl umuduyla başlayacağız, başlamalıyız.”
Uğur Mumcu’nun anısına saygıyla…
/././
Uğur Mumcu’nun kanı yerde mi kaldı? (Zülal Kalkandelen)
Bugün 24 Ocak. 31 yıl önce, karlı bir kış gününde Uğur Mumcu’nun bomba ile katledildiği gün... Ankara’da haberi duyunca televizyonun önünde acı içinde donakalan annem ve babamla birbirimize sarılıp ağladığımız gün ve sonrasında halkın demokrasi yeminine dönüşen cenaze töreni, hayatımın en sarsıcı günlerindendi.
Bugün başlıktaki soruyu sormamın nedeni ise Mumcu’nun katledilişinden üç gün sonra Cumhuriyet’te yayımlanan “Yerdeki Kan” başlıklı başyazı. Onu alıntıladıktan sonra makalemin başlığındaki soruyu yanıtlayacağım.
“Her insanın yaşamı kutsaldır; ne biri ötekinden değerlidir ne öteki berikinden değersiz... İnsan haklarının en başında yaşama hakkı gelir.
Son yıllarda terör çok can aldı. Her bir cinayetten sonra devletin ileri gelenleri aşağı yukarı birbirine benzer sözler söylediler. En çok kullanılan tümcelerden biri de artık ezberlendi:
‘Terör kurbanının kanı yerde kalmayacak...’
Çoğu kişi, bu sözü, anlamını bilmeden benimsedi. Oysa bu yaklaşımda kan davasını anımsatan bir anlam kayması da sezilebilir. Devletin cinayeti işleyeni saptaması, yakalaması, yargının önüne çıkarması görevidir. İlk bakışta doğal görünen bu ödevin eksik kalması, faili meçhul cinayetlerin çoğalması, yetkilileri ‘Öldürülenin kanı yerde kalmayacak’ gibi ‘teselli’ ve ‘teskin’ edici açıklamalar yapmaya zorlamıştır.
Uğur Mumcu’nun alçakça bir suikasta kurban gitmesi, Türkiye’de her kesimden insanda büyük ve derin tepkiler yarattı. Olay, yaşadığımız dönemin belirleyici odak noktası gibidir. Cinayet bir zabıta vakası çerçevesinde elbette görülemez. Katillerin bulunması ve cezalandırılmasıyla da iş bitmeyecektir. Daha kapsamlı ve daha geniş ufuklu bir süreç içinde düşünmek zorundayız.
Uğur Mumcu, bir dizi moral değeri, toplumsal amaçlar yumağını, bir değerler sistemini simgeliyordu. Cumhuriyet’in çatısı altında kurulan kürsülerde savunulan ve yükselen düşüncelerin simgeleşmiş yazarıydı. Mumcu’ya kurulan tuzak, işte bu değerler sistemine kanlı saldırının ta kendisidir. Öyleyse ‘Uğur’un kanının yerde kalmaması’ için bu bayrağı yükseltmek gerekiyor.
Yazarımız daha toprağa verilmeden bir noktayı vurgulamalıyız:
Ancak Türkiye’de laik Cumhuriyeti savunmak ve katılımcı demokrasiyi gerçekleştirmek yolunda yürüyebilirsek Uğur’un kanı yerde kalmayacaktır.
Uğur Mumcu’yu bugün toprağa veriyoruz.
Onun yalnız yaşamından değil, ölümünden çıkaracağımız dersler çoktur. Mumcu’da ‘fikr-i takip’ vardı ve bu konuda örnek sayılacak kadar inatçıydı. Uğur’un öldürülmesi, bir cenaze töreniyle başlayıp bitecek bir olay değildir. Türkiyemizin demokratik güçleri, artık dağınıklıktan ve -deyim yerindeyse perişanlıktan kurtulmalıdır. Küçük çıkarlar için birbirleriyle uğraşan siyasetçilerin -eğer yaşam hakkına saygıları varsa- daha kapsamlı ve ufuklu bir politikada bütünleşmeleri zorunludur.
Eğer onlar yine küçük çıkarların siyasetini gürmeyi sürdürürlerse ve ‘perişanlık’ devam ederse kamuoyu aşağıdan yukarıya doğru ağırlığını koyma görevini üstlenmelidir.
İşte o zaman Uğur Mumcu’nun kanı yerde kalmayacaktır.”
Mumcu’nun cenaze törenindeki insan selinin içinde yer alan herkesin, 27 Ocak 1994 sabahında okuduğu yazı buydu. Yüz binlerce insan, Kuvayı Milliye ruhunun sindiği sokaklarda, “Ankara’nın taşına bak, gözlerimin yaşına bak” dizelerini söyleyerek yürümüştü.
31 yıl sonra Türkiye’nin sokaklarında ve adliyelerinde şeriat sloganları atılırken, siyasetçiler ve cumhuriyet savcıları ise susarken bu başyazı doğrultusunda gerçeği söylüyorum: Mumcu’nun kanı yerde kaldı! Şu an için durum bu...
O nedenle demokrasiden ve laik Cumhuriyetten yana olan yurttaşlara sesleniyorum: Susmayın!
Demokratik toplum kuruluşlarına sesleniyorum: Ağırlığınızı koyun!
(Cumhuriyet)