24 Ocak 2024 Çarşamba

Cumhuriyet KÖŞEBAŞI - 24 OCAK 2024 -

 

İyi insan (Ali Sirmen)

Yahudi kasabı” namıyla maruf Adolf Eichmann 1962 yılında İsrail’in gizli servisi Mossad tarafından kaçırılıp yargılanmaya başlandığı zaman Nazilerin zulmüne uğramış bir Alman kadın yazar, Hitler’in “nihai çözüm” planını yaşama geçiren bu soykırım makinesinin ardındaki kötülüğü, altından ne çıkacağını çok merak ederek kazımaya başlamıştı. 

Sonuç hayret vericiydi. Milyonlarca Yahudinin ölümüne karar veren korkunç soykırım makinesinin ardındaki iblis değişik bir canavar değil, alelade biriydi. 

Uğur Mumcu öleli 31 sene olmuş. Bu 31 yıl zarfında belki de 100 tane Uğur Mumcu yazısı yazmışımdır. Uğur’la 10 yılı aşkın süre çok yakın bir dostluğumuz olduğu için bu yazılarda hep okurun tanıdığı “Uğur Mumcu” kalıbının arkasında nasıl bir insan olduğunu anlatmayı düşündüm son zamanlarda hep. Çaba boşuna değildi. Uğur Mumcu görünüşünün aksine asık suratlı bir savcı, somurtkan bir iz sürücü, yüzünün çizgileri hiç yumuşamayan bir öğütçü değil; güler yüzlü, yufka yürekli, hassas, şakacı, humorunun oklarını kendine de yöneltmekten çekinmeyen; her dara, mahkemeye, hapse, hastaneye, düşenin ziyaretine koşan iyi bir insandı. Yani üstünü kazıyınca alttan çıkan insan Uğur Mumcu buydu. 

Uğur Mumcu hakkında az araştırma yapıldı. Bence bunların en öğreticisi Bahçelievler Lisesi’nden sınıf arkadaşı fizik profesörü Önder Pekcan’ın “Uğur Mumcu’dan Mektup Var” adlı kitapta derlediği anılarıdır. Uğur Mumcu’nun Ankara Bahçelievler’deki lise ve çocukluk yıllarını anlatan, o dönemin sonradan meşhur olacak kişilerinin, arkadaşlarının, komşularının da izlerini taşıyan bu kitabı okuduğunuz zaman hayretler içinde kalıyorsunuz. Bir dönem ülkeyi saran, ne zaman nereden geleceği bilinmeyen ama geleceği kesin olan ölüme karşı pek de çare olmadığı bilinse de tabancasıyla gezen Uğur Mumcu, devrinin çoğu genci gibi futbola, kendisi kalede durduğu için Turgay’a hayran, Galatasaray takımının deplasman için her Ankara’ya gelişinde gidip Metin’i ve diğerlerini ziyaret eden o dönemin alelade gençlerinden biriydi. Bahçelievler’in bahçe duvarlarında vakit geçiren gençler arasında bir genç diğerlerinden daha zeki, mizahı keskin, sağlığı iyi, (burası çok önemli) siyasetle, sanatla, sporla, pop müzikle, kızlarla ilgili ama onlardan farksız bir genç. Uğur Mumcu’nun insan olarak sevecen yanı ve dara düşenin hep yanında yer alan tavrını dostları çok iyi fark etmişlerdi. Hastaneye, mahkemeye, hapse düşen herkes uzaktan ilişkisi bile olsa hemen Uğur’un ilgisine mazhar olurdu. Uğur’un bu yanı her dara düşenin yanında ona ve bütün dünyaya “Yalnız değilsin yanındayım” diye haykırışını gösteren, bütün insanları kardeş gören insancıl yanının bir sonucuydu. 

Bir süre sonra ülkenin dört bir köşesinde adı parklara, mahallelere, kültür merkezlerine, toplantı salonlarına, okullara verilecek olan kahramanın üstündekileri kazıyınca altından saf iyilik çıkıyor. Tabii bu şaşırtıcı olay bir soruyu yine de aydınlığa kavuşturmuyor. 

Başkentin Bahçelievler semtinin bahçe duvarları üzerinde oturduğu yerde ıslık çalan bu genci benzerlerinden ayıran neydi? 

Bu özelliği daha derinlemesine anlatamadan “bilinç” olarak nitelerken sorunun “bu iyiliği devrimciliğe dönüştüren bilincin ne mene bir şey olduğu” şeklinde yeni bir soruya dönüşerek varlığını koruduğunu söyleyebiliriz. Uğur’un devrimciliği onda kendisine amacı ve çabası dolayısıyla bir öncelik yaratmazdı. Kitleleri aydınlatmak uğraşı onda illa liderlik tutkusu oluşturmamıştı. 

Cumhuriyetin büyük kırılma döneminde birçok yerden kendilerinin bir gazete çıkarması için başvurularla karşılaşıyordu. Bir gün bir toplantı sırasında söz aldı ve şöyle dedi: 

“Arkadaşlar, son zamanlarda bana bir sürü başvurular yapılıyor. Ben görüşmeler yürütüyorum. Bütün bunlar sizi şaşırtmasın. Liderimiz İlhan ağabeydir (Selçuk). Toplanıyoruz, konuşuyoruz, uyarıları doğrultusunda hep birlikte karar veriyoruz. Benim görüşmeler yapmamın nedeni, yazılarımdan dolayı öne çıkmış görünmemdendir. Yoksa liderimiz odur.” 

Uğur Mumcu’ya bakarken “salt iyiliğin” alelade bir genci nasıl devrimciye dönüştürdüğünün açıklamasını bulamıyoruz. Ama insanın tab’an kötü olmadığını görerek mutlu oluyoruz. 

Uğur’u bu yönüyle de çok özlüyorum.

                                                /././

Zirveye uzanan krizde karşı çıkış (Barış Pehlivan)

Uçağa binmek üzereyken telefonum çaldı. Karşımdaki ses “Asıl bu dilekçe yargıyı etkilemek için yazıldı” diyordu. Arayan Sefa Özçelik’ti. 

Bir önceki Arka Bahçe’de Devlet Denetleme Kurulu’na (DDK) gönderilen bir dilekçeyi okudunuz. 2007’de kurulan “Tema Teknik” adlı şirketin ortaklarından Hacı Murat Gülcan yazmıştı. Gülcan eski ortağı Sefa Özçelik’in babası olan DDK üyesi Abdurrahman Özçelik’ten şikâyetçiydi. İşte ortaklar arasında yaşanan, mahkemelerden devletin zirvesine kadar taşınan bu krize dair Sefa Özçelik’in de diyecekleri vardı. 

“Hacı Murat Gülcan’ın iddialarına cevaben” başlığıyla gönderilen açıklamayı okuyorum, çarpıcı bölümlerin de altını çizerek paylaşacağım. Şöyle diyordu Sefa Özçelik: 

“DDK’ye verilmiş olan dilekçenin hukuki olarak hiçbir değeri olmamakla birlikte, bu dilekçe tamamen haber değeri taşıması amacıyla yazılmış, hiçbir somut bilgi ve belgeye dayanmayan, tamamen iftiraya yönelik bir dilekçedir. Bu tip şikâyetlerin yapılacağı merciler bellidir. Davacının iftira niteliğindeki sözde mektubu yapmasının amacı Sefa Özçelik ile arasında devam eden yargılamalar sonucu elde etmek istediği yararı elde edememesidir. Kaldı ki Abdurrahman Özçelik hakkında Hacı Murat Gülcan tarafından bu zamana kadar savcılık nezdinde açılmış bir soruşturma ile mahkemeler nezdinde açılmış bir dava da bulunmadığı gibi Abdurrahman Özçelik aleyhine açılmış hukuk davası bulunmamaktadır.” 

Şikâyetçi Hacı Murat Gülcan’ın iddiasına göre kendisi dışındaki iki ortağın arkasında başka birileri vardı. Ortak Ali Ekrem Tekelioğlu, 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün ablasının ve eniştesi Mehmet Tekelioğlu’nun oğluydu. Tekelioğlu’nun Gül ailesini temsilen şirket ortağı olduğu ileri sürülse de Abdullah Gül bu iddiayı yalanlıyordu. Sefa Özçelik’in buna dair de diyecekleri vardı: 

“Hacı Murat Gülcan geçmiş dönemde diğer ortağımız Ali Ekrem Tekelioğlu’nun akrabası olması hasebiyle 11. Cumhurbaşkanımız Sayın Abdullah Gül hakkında da benzer iftiralarda bulunmuştur. Ancak hakaret ve iftira nedeniyle Beykoz Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından hakkında iddianame düzenlenmiş ve ayrıca Beykoz 3. Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 2022/94E. sayılı dosyasında da aleyhine tazminata hükmedilmiştir. İkinci bir adım olarak ise DDK üyesi Abdurrahman Özçelik üzerinden edinmeye çalıştığı primi ve ulaşmaya çalıştığı hedefi anlamamak saflık olur.” 

‘BUNU YAPABİLECEK BİR ADAM TANIMIYORUM”

DDK üyesi Abdurrahman Özçelik’in hâkimlere baskı yaptığı da yine Hacı Murat Gülcan’ın iddiaları arasındaydı. Gülcan bunun Sefa Özçelik’e karşı açtığı yaklaşık 50 milyon dolarlık dava nedeniyle olduğunu ileri sürüyordu. 

Özçelik bu teze de karşı çıkıyordu: “Hacı Murat Gülcan’ın bahsetmiş olduğu üzere 50 milyon dolar değerinde bir dava kesinlikle bulunmamaktadır. Bu rakamdan telaffuz etmesinin amacı ise haber değeri taşımasını sağlamak istemesidir. Abdurrahman Özçelik’in kesinlikle söz konusu davaların içeriğiyle ilgili herhangi bir bilgisi yoktur. Kaldı ki aramızdaki yedi yıldan fazla süredir devam eden ticari yargılamalarda Sefa Özçelik lehine ve aleyhine verilmiş hiçbir karar bulunmamaktadır. Dolayısıyla bu iddialar yargı üzerinde algı oluşturmaya yönelik tamamen iftira niteliğindeki iddialardır.” 

Son olarak... 

Hacı Murat Gülcan, eski ortağı Sefa Özçelik’i FETÖ ile ilişkili olmakla suçluyordu. “Firmamdan Sefa Özçelik tarafından kaçırılan paramız FETÖ üyeliği iddiası dolayısıyla yurtdışına kaçan biri tarafından idare ediliyordu” diyordu. Özçelik’in bu suçlamaya dair yanıtı da şöyleydi: 

“Bugüne kadar söz konusu dosyaya ilişkin Sefa Özçelik hiçbir şekilde ifadeye çağrılmamış veya herhangi bir tebligat yapılmamıştır. Kaldı ki ilgili soruşturma dosyasının Sefa Özçelik ile ilgili olup olmadığına ilişkin de hiçbir fikrimiz dahi bulunmamaktadır. 

Ancak iddia etmiş olduğu kişinin FETÖ üyesi olduğu iddiasından dolayı Umman’da cezaevine alınması, akabinde cezaevinden çıkarılarak İngiltere’ye iltica ettirilmesi konusu tamamen deli saçması ve Hacı Murat Gülcan’ın hayal ürünü bir konudur. Şahsen Umman’daki cezaevinden adam çıkarıp İngiltere’ye gönderebilecek bir adam tanımıyorum.” 

Evet... 

Cumhurbaşkanlığı’na bağlı DDK üyesi Abdurrahman Özçelik’in oğlu Sefa Özçelik’in yanıtları böyle. Kuşkusuz, son kararı yargı verecek.

                                                /././

Sürecin başlangıcı (Öztin Akgüç)

Her olayın başlangıcı, neden/nedenleri süreci vardır. Olay, evre evre sonuca doğru gelişir. Günümüzde yaşanan siyasal, ekonomik sorunların, olayların, ana nedenlerinin başında “24 Ocak Ekonomik Kararları”yla başlayan süreç gelir. 24 Ocak Kararları, görünüşte, sunumuyla istikrar tedbiri, programı; gerçekte sistemi, rejimi değiştirmeye yönelik girişimlerin başlangıcıdır.

Ülkede Kıbrıs Barış Harekâtı sonrası gelişmeler, olaylar ve ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi (BOP, Kuzey Afrika ülkelerini de kapsadığından GOP) ile ilintilidir. Projenin bölge için öngördüğü siyasal düzen ılımlı İslam; ekonomik model uluslararası finansal piyasalara eklenmiş serbest pazar ekonomisi, örnek seçtiği ülke de Türkiye’dir.

Modelin uygulanabilmesi için, 1974 sonrası ambargolar uygulanmış, iç kargaşalar yaratılmış, terör olayları ile düzen değişikliğine geçiş ortamı yaratılmış; 24 Ocak Kararları ile ekonomik model uygulamaya konulurken siyasal destek, ılımlı İslama gidişin yolu da 12 Eylül 1980 askeri darbe ile açılmıştır.

24 Ocak Kararları, ana hatlarıyla planlı ekonomi yerine piyasa ekonomisi; devleti küçültme, özelleştirme; finansal liberasyon, bankalar üzerindeki kontrolün, Türk parasını koruma mevzuatının kaldırılması, uluslararası finans piyasalarına eklenme; yerli ve yabancı sermayeyi teşvik, emeği baskılama, sendikasızlaşma; ihracat çekişli büyüme, vergi yerine borçlanma olarak özetlenebilir. 

1980’li yıllarda dünyada moda, neoliberal akıma, özelleştirme, borçlanma, Thatcherizm, Reaganizm, Özalizme örnek olmuştur.

Finansal liberalizm, ülkede kendilerini “banker” olarak yaftalayanların türemesine yol açmış. Ödünç para verme mevzuatına aykırı olarak sermaye, varlık geliri, kişisel nitelikler aranmadan, büro kiralayarak, bir masa, iki koltuk, bir de kasa ile teftiş ederek yüksek getiri vaat eden “banker”, topladığı anaparanın bir bölümünü faiz diye geri verdiğinde anaparanın bir bölümünü geri alan yüksek faiz alan işbilen sanısına kapılmış, sonra gelenin anaparası, daha önce faiz olarak ödenmiştir. Faiz ödemeleri artıp yeni girişlerin daha hızlı olması gerçekleşmeyince “bankacı” nakit dengesi bozulmuş, yeni nakit girişler, faiz ödemelerini karşılamayınca bankerler kepenk indirmiş, en ünlüsü Banker Kastelli yurtdışına kaçınca olay skandalla, devlet zararları ödesin istekleriyle kapanmış, ANAP iktidarında sorunu getirmiştir.

Hatalı politikanın sürdürülmesinin yanı sıra ekonomide enflasyon sürerken, cari işlemler açığı büyürken döviz kuru yükselirken TCMB’nin faiz indirimi ekonomiyi 1994 krizine sokmuş, 1994-1995 istikrar programı, yine de günümüz istikrar programından daha ciddi ve etkili olmuştur.

Ülkede borçlanma politikası, Osmanlı dönemine benzer devlete borç verme bankacılığının yeniden doğmasına yol açmıştır. Çok sayıda banka, halktan “offshore hesabı” diyerek mevduat faizi üstünde faiz ödeyerek sağladığı kaynağı, dış borçlanma yolu ile sağladıkları yanı sıra yüksek faizle devlete borç vermiş, TCMB, IMF’nin de yanlış yönlendirmesiyle 2000 yılı enflasyonu düşürme programı ile ekonomide likidite bunalımı yaratıp faizlerin aşırı yükselmesi, devlete borç veren bankaların batmasıyla ekonomi 2000-2001 krizine girmiştir. 

2002-2007 dönemi dünya ekonomisinin olağanüstü gelişme gösterdiği dönem olmuş, dış kaynak girişiyle ekonomimiz de bundan yararlanmıştır. 2007-2008 dünya finansal krizi süreci, dış kaynak girişinin yavaşlaması ülkeyi giderek derinleşen krize sokmuştur. Yanlış politika, kötü yönetim sonucu günümüzde ekonomimiz şöyle betimlenebilir.

Aşırı borçlu, dış borcu 450 milyar doları, devletin iç borcu 6.1 trilyon TL’yi aşkın, faiz giderlerinin bütçe içindeki payı yüzde 10’a, bütçe açığının GSMH oranı yüzde 6’ya yükselmiştir. Yılda 100 milyar dolar üstünde dış ticaret açığı veren, resmi verilere göre yüzde 65 yapışkan enflasyonla, işsizlik oranı yüzde 10, kredi değerliliği düşük borç ödemede temerrüt riski yüksektir. Ayrıca Dünya Bankası (IBRD) verilerine göre kişi başına gelir düşmüş, enflasyonun yükseldiği ülkemizde hızla çöken ekonomik politikalar olmuştur. 

                                                    /././

Uğur Mumcu uyarmıştı (Sinan Meydan)

‘Türkiye bugün ayakta duruyorsa, Atatürk döneminde atılan temellerin sağlamlığı nedeniyle duruyor.’

(Uğur Mumcu, Cumhuriyet, 10 Şubat 1991)

1990’da Prof. Dr. Muammer Aksoy, Çetin Emeç, Turan Dursun ve Doç. Dr. Bahriye Üçok öldürüldü. 1990, 1991, 1992... Asker-sivil Atatürkçü yurtseverler öldürülmeye devam etti. 

Uğur Mumcu, 24 Mayıs 1991 tarihli “Tırmanıyor” başlıklı yazısını da şöyle bitirmişti: “Demek ki bu cinayetler ülke çapında planlı ve programlıdır... Görülüyor ki cinayetler bir takvime bağlanmıştır. Devlet, bu cinayetler karşısında demeç vermekle meşgul; kanı yerde kalmayacak... Kanlar yerde kaldı ve kalıyor. Katiller serbest!

1992’de Oramiral Kemal Kayacan, evinde öldürüldü. Bunun üzerine Uğur Mumcu, 7 Ağustos 1992’de Cumhuriyet’te “Acıya Tepkiler” başlıklı bir yazı yazdı. O yazının son cümlesi de şöyleydi: “Ünlü aydınların, gazetecilerin, generallerin ‘Bugün öldürülme sırası bende mi?’ diye düşündükleri ve sokak ortalarında ve evlerinde birer birer kurşunlandıkları bir ülkede devletin nerede olduğunu sormak istiyoruz.

Uğur Mumcu, bu yazısından yaklaşık altı ay sonra, 24 Ocak 1993’te öldürüldü.

Kanı yerde kalmayacak!” diye demeç verdiler. Aradan 31 yıl geçti. Kanı hâlâ yerde… 

KEMALİST UĞUR MUMCU 

Uğur Mumcu, 1967’de “Gerçek Uygarlık” başlıklı yazısında Atatürk’ü, “Ezilen bir ulusun ezenlere karşı isyan etmiş bilinciydi” diye tanımlamıştı. (Kim, 1 Eylül, 1967)  

Mumcu’ya göre “Kemalizm, Atatürkçülük bir tek sözcükte özetlenebilir; bağımsızlık!” (Cumhuriyet, 3 Ekim 1980). “Kemalizm eşittir antiemperyalizm” demektir. (Cumhuriyet, 23 Nisan 1980). “Atatürkçülük, kısaca ulusal bağımsızlık ve ulusal onur demektir. Atatürkçülük özetle antiemperyalist bir kurtuluş savaşını başlatan ve sürdüren bir eylem ve öğretidir. (...) Atatürkçülük devrimcilik demektir.” (Cumhuriyet, 6 Ocak 1981). Ona göre temeli “Kuvayı Milliye”ye dayanan Atatürkçülüğün üç belirgin özelliği vardır: “1. Atatürkçü antiemperyalisttir. 2. Atatürkçü devrimcidir. 3. Atatürkçü laiktir.” Ayrıca Mumcu, Atatürkçülüğün, “Marksizmle ve piyasa ekonomisi ile de ilgisi yoktur” demişti. (Cumhuriyet, 11 Mayıs 1981)

Mumcu’ya göre “Kemalist model, kendine özgü devrimci bir çizgiyi oluşturmaktadır. Sanayileşmemiş, modern sınıfları oluşmamış, feodal yapı içinde kapalı kalmış toplumsal yapıların bu az gelişmişlik çemberini kırmaları için öngörülen siyasal yönetim biçimine, evrensel boyutlarda ‘Kemalist model’ diyoruz.” (Cumhuriyet, 10 Kasım 1981)

Mumcu, kendi ifadesiyle “Sapına kadar Kemalist”ti. Ona göre Mustafa Kemal Atatürk’ü savunmak her devrimci aydının namus borcuydu. (Devrim, 3 Kasım 1970)

Mumcu’ya göre, Atatürk ilkelerinin temelinde laiklik vardı. “Atatürk Yılında” başlıklı yazısında şöyle demişti: “Laiklik, Atatürk ilkelerinin temelini oluşturur. (...) Laikliğin toplumu büyük kargaşalardan ve kör bağnazlıklardan kurtaran bir dünya görüşü olduğunu yaşanan her olay ile yeniden öğreniyor ve Atatürk’ün büyüklüğünü her olayda yeniden anlıyoruz. (…) Yakın tarihimizde çok acı örnekleriyle gördük ki laiklik ilkesinden verilecek küçük, küçücük bir ödün, toplum için büyük ve onarılmaz yaralar açmaktadır.” (Cumhuriyet, 31 Temmuz 1981)

“Atatürk diktatördür!” diyenlere “Demokrasinin yolu Kemalizmden geçer” demişti. (Devrim, 9 Haziran 1970)

Atatürk’e  ve Atatürkçülüğe düşman olanları, “Kemalizm Sendromu”na yakalanmış kişiler olarak adlandırmıştı. (Cumhuriyet, 10 Ağustos 1992)

Kimlerden Atatürkçü olamayacağını da söylemişti. “Osmanlıcıdan, yabancı sermayeciden, Türk-İslam Sentezciden Atatürkçü olmaz” demişti. (Cumhuriyet, 11 Mayıs 1981)

Mumcu, 12 Eylül 1980 darbesinin gerçek Atatürkçülüğü yok etmek istediğini anlatmıştı. “Atatürkçülük 80’li yıllarda devlet eliyle kundaklandı” diye yazmıştı. (Cumhuriyet, 23 Temmuz 1992). “12 Eylül, Atatürkçülüğün sahtesini resmi ideoloji yaptı” diye de eklemişti. (Cumhuriyet, 5 Aralık 1992)

DİNCİLİĞE, İRTİCAYA KARŞI UYARDI 

Uğur Mumcu, 1967’de “Cumhuriyetin Yargıcı” başlıklı yazısında “Atatürk’ün çizdiği ışıklı uygarlık yolu, bugün yabancı güçlerin ve dinsel hezeyanların elbirliği ile bozulmuştur” diyerek tehlikeye dikkat çekmişti. (Kim, 15 Eylül 1967)

Mumcu birçok yazısında, sağ iktidarların oy avcılığıyla din istismarı yaptığını örneklerle anlatmıştı. 1975’te kaleme aldığı “Sağa Beş Sola On Beş Yıl” başlıklı yazısının bir bölümü şöyleydi: 

1960 öncesinde siyasal iktidarlar, Said Nursi’nin sakalını sıvazlayarak elini öperek oy toplamayı uygun görmüştür. 1961 sonrası Adalet Partisi de dinsel sağın oy depolarına dayanarak iktidara tırmandı. Bugün Milli Selamet Partisi’nin yönetici kadrosunu oluşturan politikacılar, Adalet Partisi’nin yüksek bürokratları ve ‘takunyalı’ biraderleriydi. (...) 12 Mart’ın sözde Atatürkçü yönetimi de sağcılar için açtığı bir iki göstermelik dava dışında ‘aşırı sağ’ dediği hiçbir örgüte ve kişiye dokunmamıştır. (...) Abdülhamit gericiliğinden, 31 Mart saldırganlığına, Said-i Nursi örgütçülüğünden, Kanlı Pazar eylemciliğine kadar, bütün gerici akımlar yabancı sermaye milliyetçiliği, Hitler özlemciliği ve politika cambazlığıyla sermaye sınıfının çıkarlarını korumak için birleşmiştir. (...) Tutucu iktidarların, yıllarca sarıldıkları din silahına bu kez de başvurulmaktadır. Eski hamamlarda eski taslar kullanılmaktadır.” (Cumhuriyet, 22 Nisan 1975)

1976’da “Şu İşe Bakın” başlıklı yazısında Cumhuriyetin nasıl kuşatıldığını şöyle anlatmıştı: “Türkiye Cumhuriyeti cephe ortaklığının elinde adım adım geri gitmektedir. İç ve dış sömürünün ahtapot kolları, dinsel sağ, saldırgan ırkçılıkla birlikte anayasa düzenini, Cumhuriyet ilkelerini yok etmenin yarışı içindedir. 31 Mart’ın kanlı kaldırımları bugünlere kadar uzanmıştır. Derviş Vahdeti’ler, Said-i Nursi’ler, Anzavur’lar birer birer hortlayıp politika sahnesinde yerlerini almışlardır. (...) Çünkü bu noktaya adım adım gelindi. (...) Cumhuriyet tarihi yerine Osmanlı padişahları, Mustafa Kemal yerine Abdülhamit...” (Cumhuriyet, 17 Mayıs 1976)

1970’lerde planlı, dinci, mezhepçi saldırılar başlamıştı. 1978’deki Maraş Katliamı, bu saldırıların en acı örneklerinden biriydi. Uğur Mumcu, 25 Aralık 1978’te Cumhuriyet’te “Katliam” başlıklı yazısında şöyle demişti: “Bu planlı ve örgütlü bir saldırıdır. Çevre illerden Kahramanmaraş’a getirilen katil çetelere belli adresler gösterilmiş, noktası ve virgülüne kadar hesaplanan bir plan yürürlüğe konmuştur.” 6 Ocak 1979 tarihli “31 Mart ve Kahramanmaraş” başlıklı yazısını da şöyle bitirmişti: “Kahramanmaraş Olayı’nın üzerine tıpkı Hareket Ordusu’nun 31 Mart gericileri üzerine gittiği gibi gidilmezse laik Cumhuriyeti, Atatürk ilkelerini, çağdaş Türk Devleti’ni ne hakla ve ne yüzle koruyacağız bundan sonra! 31 Mart’ın gericileri hortladı; başlarında kirli kefeni ile Kıbrıslı Derviş Vahdeti, oluk oluk kan içiyorlar.

Mumcu, 1979’da “İrtica” başlıklı yazısında, din sömürüsü ile ekonomik sömürü arasındaki ilişkiye dikkat çekmişti: “İrtica başlı başına bir sömürü kaynağıdır. Ekonomik sömürünün siyasi amaçlarla perdelenmesi çoğu kez din sömürüsü ile ortaya çıkar. Dinsel sömürünün ardında siyasi çarklar döndürülüyor. (...) Yüzyıllarca süren bir sömürüdür bu...” Ancak Mumcu, din sömürücülerinin belli bir süre siyasi başarılar elde etseler de eninde sonunda kaybedeceklerini de yazmıştı: “Dinsel sömürü kaynaklarına el atanlar zaman zaman siyasal başarılar elde ederler. Yakın tarihimizde II. Abdülhamit’in, 1950-1960 döneminde irtica sakalını okşayan Menderes’in ve camilerde poz poz resimler çektiren Demirel’in bu yollarla siyasal etkinliklerini artırdıkları bir gerçektir. Bunun yanında bir gerçek daha var. ‘İrtica’, din sömürüsüyle etkinlik kazanmaya çalışanlara hiçbir zaman ‘yar’ olmuyor. İşte Abdülhamit’in sonu. İşte Menderes’in acıklı serüveni. İşte Demirel’in düştüğü açmazlar...” Mumcu, yazısını şöyle bitirmişti: “İrticayla oynayan ateşle oynar. Bunun örneklerini yakın tarihimiz birçok kez kanıtlamıştır.” (Cumhuriyet, 10 Ocak 1979)

 Mumcu, 1984’te “Böyle Başlar” başlıklı yazısında yine din sömürüsünden söz etmişti: “Din sömürüsünün sonu yoktur. Bu kapıyı bir kez açtınız mı, dince kutsal sayılan ne kadar kavram varsa siyaset sahnesinin malzemeleri olur. Bundan zarar görecek olan dinin kendisidir.” (Cumhuriyet, 16 Mart 1984)

Mumcu, 1986’da “İrtica Var mı?” başlıklı yazısında irticaya verilen tavizler sonunda gelinen noktaya dikkat çekmişti: “Bugün tiyatro basıldı, yarın yasal toplantılar basılır. Siyasal partilere karşı silahlı eylemler düzenlenebilir. Anarşi ve terör dediğimiz kargaşa da işte böyle başlar. (...) 163’üncü madde devletin temellerini din kurallarına göre değiştirmeyi suç sayıyor da ne oluyor? Nakşibendi tarikatı bir partide, Süleymancılar bir başka partide kümeleniyorlar. Seçimlerde tarikat şeyhlerinin sakalları sıvazlanıyor. Demirel gibi mason localarına kayıtları düşmüş siyasetçiler Said Nursi’ye övgüler yağdıran demeçler veriyorlar. Yasaklar var da Allah aşkına ne değişiyor, ne engelleniyor?” (Cumhuriyet, 17 Aralık 1986)

‘LAİKLİK YOK EDİLİYOR’ DİYE HAYKIRDI 

Laiklik, Atatürk ilkelerinin temelini oluşturur” diyen Uğur Mumcu, 1985’te “Yine Laiklik” başlıklı yazısında, “Laiklik ilkesi adım adım yok edilmektedir” diye yazmıştı. (Cumhuriyet, 25 Eylül 1985) Laikliği savunmak gerektiğini belirten Mumcu, “Laiklik ilkesini savunmak için Atatürk gibi yürekli, Atatürk gibi inançlı olmak gerekir. İzinden gittiklerini söyleyenler gibi ürkek, kararsız ve inançsız değil” diye de eklemişti. (Cumhuriyet 1 Mart 1987)

 Mumcu, 1980’lerde Türkiye Cumhuriyeti’ne yönelik uluslararası bir tehditten söz etmişti. Bu tehdit “Rabıta” adlı dinci örgütlenmeydi. 1984’te “Rabıtat-ül Âlem-ül İslam” başlıklı yazısında bu örgütü anlatmıştı. Bu örgütün “şeriat düzeni” üzerine bir İslam devleti kurmak istediğini, “Aramco” adlı ABD petrol şirketince desteklediğini ve “Müslüman ülkelerde İslami yönetimlerin kurulmasına” çalıştığını yazmıştı. (Cumhuriyet, 2 Ekim 1984) Mumcu, 1987’de “Özal ve İdeoloji”, başlıklı yazısında, “Bu şeriat örgütü adım adım laiklik ilkesini yok ediyor. Bunu yaparken de Özal ailesine Suudi kökenli şirketler aracılığıyla milyarlar kazandırıyor” demişti. (Cumhuriyet, 23 Mart 1987) Mumcu, 1987’de, büyük ses getiren “Rabıta” adlı kitabını yayımlamıştı. 

1987’de “Atatürk ve Bugün” başlıklı yazısında Türkiye Cumhuriyeti’nin adım adım nasıl dönüştürüldüğünü şöyle anlatmıştı: 

Bugün birçok rektör ve dekan, Türk-İslam Sentezi ideolojisini yayan ‘Aydınlar Ocağı’ adlı derneğin üyesidirler. TRT, Türk-İslam Sentezci görüşlerin başlıca yayın organlarından biridir. Devlet bürokrasisinde köprübaşları imam hatip okulu çıkışlı memurlarca tutulmuştur. Zorunlu din derslerinde din devleti propagandaları yapılmakta, ‘birader vakıfları’ aracılığı ile ‘İslamcı gençlik kuşağı’ yetiştirilmektedir.” (Cumhuriyet, 9 Ocak 1987)

1988’de “Tören Atatürkçülüğü” başlıklı yazısında “Atatürk’ün hilafeti bir çürük diş gibi söküp attığını”, bugün Atatürk’ün izinde olduğunu söyleyenlerin ise yasadışı tarikatlarla “inkılapçılık” adına işbirliği yaptıklarını yazmıştı. (Cumhuriyet, 20 Mayıs 1988)

1990’da “Ayasofya” başlıklı yazısında Ayasofya’nın camiye dönüştürülmek istenmesinin “ibadet ihtiyacından” kaynaklan-madığını, “Atatürk’ün aldığı bir kararı kaldırmak” amacı taşıdığını belirterek “Amaç İslamcı düşüncenin, devlet eliyle laikliği yenilgiye uğratmasıdır” demişti. (Cumhuriyet, 5 Ocak 1990). 

Mumcu, 1990’da “Nereye” başlıklı yazısında Türkiye’nin bugünlerini görmüşçesine laik Cumhuriyetin bir din devletine dönüştürülmek istendiğini belirtmişti.

İslam bankacılığı ile devletin temel hukuksal düzeni din kurallarına uyduruldu. Öğrenim Birliği Yasası göz göre göre çiğnendi. Zorunlu din dersleri ile laiklik hiçe sayıldı. Yurtdışındaki din görevlilerinin aylıklarının hilafet örgütü ‘Rabıta’ tarafından verilmesi hoş görüldü. Diyanet İşleri Başkanlığı’nda çalışması gereken din adamlarına kaymakam, Emniyet müdürü, savcı olma olanağı tanındı. Devlet, İslamcı kadrolara böylece göz göre göre teslim edildi. Nakşibendi tarikatı, kurduğu siyasal ve ticari ilişkilerle devletin köşe başlarına bağdaş kurdu. (...) İslamcı kadro devlet bürokrasisini adım adım ele geçirdi. (...) İmam hatip liselerini bitirenler ne imam oluyorlar ne hatip. Ne oluyorlar? Hukuk fakültelerini bitirip kaymakam, savcı ve Emniyet müdürü oluyorlar. Demek ki din eğitimi konusunda yükseköğrenim yapanların çoğu başka alanlarda görevlendiriliyorlar. Bunun nedenini niçinini düşünmez misiniz? (...) 12 Eylül ile atılan tohumlar bugün yeşeriyor.” (Cumhuriyet, 14 Haziran 1990

Uğur Mumcu’nun “yeşeriyor” dediği o tohumlar, çoktan yeşerdi, ağaç olup kök saldı. 

Uğur Mumcu, Atatürk’ün kurduğu tam bağımsız ve laik Türkiye Cumhuriyeti’nin tarikat-cemaat-siyaset eliyle bir din devletine dönüştürülmek istendiğini görmüş ve yurtsever, namuslu bir gazeteci olarak halkı uyarıp uyandırmaya çalışmıştı. Katledildi. Aradan tam 31 yıl geçti. Bugün Türkiye Cumhuriyeti, laik karakterini tamamen yitirmek üzere… 

Ancak Uğur Mumcu,  umutsuz değildi. “Atatürkçü düşünce yenilmedi, yenilmeyecek. Kuvayı Milliye ruhuna, ulusal onura, Anadolu Devrimi’ne, Aydınlanma çağına ve çağdaş özgürlüklere sahip çıkarak güçlenecek...” demişti. (Cumhuriyet, 23 Temmuz 1992)

Biz de umutsuz değiliz. Atatürk’ün açtığı yolun kapanmasına asla izin vermeyeceğiz!  

Uğur Mumcu’nun, 26 Temmuz 1962’de Cumhuriyet’te yayımlanan “Türk Sosyalizmi’ başlıklı ilk yazısında dediği gibi, “Her şeye Atatürk gücüyle ve onuncu yıl umuduyla başlayacağız, başlamalıyız.” 

Uğur Mumcu’nun anısına saygıyla…

                                                    /././

Uğur Mumcu’nun kanı yerde mi kaldı? (Zülal Kalkandelen)

Bugün 24 Ocak. 31 yıl önce, karlı bir kış gününde Uğur Mumcu’nun bomba ile katledildiği gün... Ankara’da haberi duyunca televizyonun önünde acı içinde donakalan annem ve babamla birbirimize sarılıp ağladığımız gün ve sonrasında halkın demokrasi yeminine dönüşen cenaze töreni, hayatımın en sarsıcı günlerindendi. 

Bugün başlıktaki soruyu sormamın nedeni ise Mumcu’nun katledilişinden üç gün sonra Cumhuriyet’te yayımlanan “Yerdeki Kan” başlıklı başyazı. Onu alıntıladıktan sonra makalemin başlığındaki soruyu yanıtlayacağım. 

“Her insanın yaşamı kutsaldır; ne biri ötekinden değerlidir ne öteki berikinden değersiz... İnsan haklarının en başında yaşama hakkı gelir. 

Son yıllarda terör çok can aldı. Her bir cinayetten sonra devletin ileri gelenleri aşağı yukarı birbirine benzer sözler söylediler. En çok kullanılan tümcelerden biri de artık ezberlendi: 

‘Terör kurbanının kanı yerde kalmayacak...’ 

Çoğu kişi, bu sözü, anlamını bilmeden benimsedi. Oysa bu yaklaşımda kan davasını anımsatan bir anlam kayması da sezilebilir. Devletin cinayeti işleyeni saptaması, yakalaması, yargının önüne çıkarması görevidir. İlk bakışta doğal görünen bu ödevin eksik kalması, faili meçhul cinayetlerin çoğalması, yetkilileri ‘Öldürülenin kanı yerde kalmayacak’ gibi ‘teselli’ ve ‘teskin’ edici açıklamalar yapmaya zorlamıştır. 

Uğur Mumcu’nun alçakça bir suikasta kurban gitmesi, Türkiye’de her kesimden insanda büyük ve derin tepkiler yarattı. Olay, yaşadığımız dönemin belirleyici odak noktası gibidir. Cinayet bir zabıta vakası çerçevesinde elbette görülemez. Katillerin bulunması ve cezalandırılmasıyla da iş bitmeyecektir. Daha kapsamlı ve daha geniş ufuklu bir süreç içinde düşünmek zorundayız. 

Uğur Mumcu, bir dizi moral değeri, toplumsal amaçlar yumağını, bir değerler sistemini simgeliyordu. Cumhuriyet’in çatısı altında kurulan kürsülerde savunulan ve yükselen düşüncelerin simgeleşmiş yazarıydı. Mumcu’ya kurulan tuzak, işte bu değerler sistemine kanlı saldırının ta kendisidir. Öyleyse ‘Uğur’un kanının yerde kalmaması’ için bu bayrağı yükseltmek gerekiyor. 

Yazarımız daha toprağa verilmeden bir noktayı vurgulamalıyız: 

Ancak Türkiye’de laik Cumhuriyeti savunmak ve katılımcı demokrasiyi gerçekleştirmek yolunda yürüyebilirsek Uğur’un kanı yerde kalmayacaktır. 

Uğur Mumcu’yu bugün toprağa veriyoruz. 

Onun yalnız yaşamından değil, ölümünden çıkaracağımız dersler çoktur. Mumcu’da ‘fikr-i takip’ vardı ve bu konuda örnek sayılacak kadar inatçıydı. Uğur’un öldürülmesi, bir cenaze töreniyle başlayıp bitecek bir olay değildir. Türkiyemizin demokratik güçleri, artık dağınıklıktan ve -deyim yerindeyse perişanlıktan kurtulmalıdır. Küçük çıkarlar için birbirleriyle uğraşan siyasetçilerin -eğer yaşam hakkına saygıları varsa- daha kapsamlı ve ufuklu bir politikada bütünleşmeleri zorunludur. 

Eğer onlar yine küçük çıkarların siyasetini gürmeyi sürdürürlerse ve ‘perişanlık’ devam ederse kamuoyu aşağıdan yukarıya doğru ağırlığını koyma görevini üstlenmelidir. 

İşte o zaman Uğur Mumcu’nun kanı yerde kalmayacaktır.” 

Mumcu’nun cenaze törenindeki insan selinin içinde yer alan herkesin, 27 Ocak 1994 sabahında okuduğu yazı buydu. Yüz binlerce insan, Kuvayı Milliye ruhunun sindiği sokaklarda, “Ankara’nın taşına bak, gözlerimin yaşına bak” dizelerini söyleyerek yürümüştü. 

31 yıl sonra Türkiye’nin sokaklarında ve adliyelerinde şeriat sloganları atılırken, siyasetçiler ve cumhuriyet savcıları ise susarken bu başyazı doğrultusunda gerçeği söylüyorum: Mumcu’nun kanı yerde kaldı! Şu an için durum bu... 

O nedenle demokrasiden ve laik Cumhuriyetten yana olan yurttaşlara sesleniyorum: Susmayın! 

Demokratik toplum kuruluşlarına sesleniyorum: Ağırlığınızı koyun!

(Cumhuriyet)

UĞUR MUMCU (Dosya) - 24 Ocak 2024 -

 'Tam bir sol aydın': Uğur Mumcu (YEKTA ARMANC HATİPOĞLU-SOL/ÖZEL)

Doğrusuyla yanlışıyla, Uğur Mumcu Türkiye halkının 'daha iyi' yaşaması için yazıp çizmiş, mücadele etmişti. Yalçın Küçük’ün deyimiyle tam bir sol aydındır Uğur Mumcu, bunun için öldürülmüştür.

Bundan 31 yıl önce, 24 Ocak 1993’te Ankara’da arabasına konulan bomba sonucu hayatını kaybetti Uğur Mumcu. İslami Hareket Cephesi, İBDA-C, Hizbullah gibi örgütler suikastı üstlendi. Suikastın arkasında MOSSAD ve kontrgerillanın olduğu, Mumcu’nun suikasta kurban gittiği o dönemde PKK’nin MİT’le olan bağlantısını araştırdığı söylendi. Hangilerinin kesin doğru ya da yanlış olduğu bilinmez. Ancak kesin olan tek bir şey var. O da şu ki Uğur Mumcu tıpkı aynı yıllarda ölüme kurban giden pek çok aydının yaşadığını yaşadı: Türkiye halkının aydını olmanın bedelini ödedi. 

Uğur Mumcu’nun öldürüldüğü yıllar, Türkiye aydınının, bir sermaye aparatı olan devlet tarafından kelimenin tam anlamıyla yok edilmek istendiği yıllardı. Çetin Emeç, Turan Dursun, Bahriye Üçok, Musa Anter, Metin Göktepe… Hepsi ‘90’ların karanlığından paylarına düşeni aldı. Cinayet işleyen devlete ‘90’lardan önce Ülkü Ocakları; sonrasında kontrgerilla, JİTEM gibi isimler takıldığı oldu. Bazı örneklerde de devlet cinayet işlemiyor ancak işleyenleri koruyordu. Hizbullah’ın büyümesinin bir nedeni rahatlıkla buna bağlanabilir.

Uğur Mumcu’ya dönmek gerekirse… Dört çocuklu tapu kadastro memuru Hakkı Şinasi Bey ile Nadire Hanım’ın üçüncü çocuğu olarak, 22 Ağustos 1942’de, Kırşehir’de dünyaya geldi Uğur Mumcu. İlköğretim, ortaöğretim, lise ve üniversite yılları Ankara’da geçti. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde okudu üniversiteyi. Mezun olduktan sonra kısa süre avukatlık yaptı. Birkaç yıl üniversitede asistan olarak çalıştı, bir yandan da dergi ve gazetelere yazılar yazdı.

Yazma serüveni üniversite öğrencisi olduğu yıllarda başladı. Henüz yirmili yaşlarında, Cumhuriyet gazetesinde yazdığı “Türk Sosyalizmi” başlıklı makalesi Yunus Nadi Ödülü’ne layık görüldü. Doğan Avcıoğlu’nun Yön dergisi, 1960’lı yıllarda Türkiye solunun önemli üretimlerinden biriydi. Uğur Mumcu’nun yolu Yön’le 1965’te kesişti. Burada net bir biçimde “tam bağımsız Türkiye” fikrini savundu.

Askerliğini yapmaya hazırlandığı sırada, 12 Mart döneminde, bir yazısında kullandığı, “Ordu uyanık olmalı.” sözleriyle “orduya hakaret etmek ve sosyal bir sınıfın öteki sosyal sınıflar üzerinde tahakkümünü kurmak”la suçlanarak gözaltına alındı. 

Mamak Askerî Cezaevi'nde pek çok aydınla birlikte bir yıla yakın kalan Mumcu, bu davadan dolayı 7 yıl hapse mahkûm edildi. Fakat bu karar Yargıtay tarafından bozuldu ve Mumcu serbest bırakıldı. Askerliğini 1972-1974 yılları arası “sakıncalı piyade” olarak, Ağrı’nın Patnos ilçesinde yaptı. Bu yıllarda ülserinin üzerine eklenen ağır askerlik koşulları yüzünden mide kanaması geçirdi. Sakıncalı piyade oluşu için “Evet, evet ne olursa olsun, ben Patnos dağlarında halk çocuklarıyla er olarak askerlik yapmayı, emekli olduktan sonra siyasal iktidarın uzattığı yönetim kurullarında, on binlerce lira para alan orgeneral olmaya değişmem.” dedi. 

Askerlikten sonra üniversitedeki görevinden ayrıldı ve gazeteciliğe profesyonel olarak 1974 yılında, Yeni Ortam gazetesinde başladı. İlk yazısının başlığı “Anarşist!” idi. Bu yazısında Mumcu, Türkiye’de “anarşist” kelimesinin bütün solcular için kullanılmasının yanlışlığından bahsetti. Mumcu, profesyonel gazeteciliğe başladığı o ilk yazısını şu sözlerle sonlandırdı: “Gün gelecek, giderek sahnelerden uzaklaşan siyasetçilerin sadece çirkin yüzleri kalacak belleklerde. Tarihin emekçiden yana olan gelişimine kafa tutmaya çalışanların anarşizmi de böyle son bulacak ancak.”

18 Mart 1975’te ise Cumhuriyet gazetesinde yazmaya başladı. 1977’den 1991’e kadar aralıksız olarak Cumhuriyet’te yazdı. Gazete, Mumcu’yla; Mumcu, gazeteyle özdeşleşti. Cumhuriyet gazetesi denince akla gelen ilk isimlerden biri bugün hâlâ Uğur Mumcu.

Uğur Mumcu, onlarca gazetecilik kitabı da yazdı. Bir yandan gazeteye üretim yaparken, diğer yandan da pek çok konu hakkında çeşitli gazetecilik kitapları yazdı. Kitaplarından biri olan “Sakıncalı Piyade” 700’den fazla kez sahnelendi. Yaşamına 25 kitap, iki de oyun sığdırdı. 

1991’de Cumhuriyet gazetesinden ayrıldı Mumcu. Bir yıl Milliyet gazetesinde çalıştıktan sonra Cumhuriyet’e geri döndü. 

24 Ocak 1994 yılında, Cumhuriyet gazetesine dönüşünün üzerinden sekiz ay geçtikten sonra, Renault 12 markalı arabasına konulan bombanın patlaması sonucu hayatını kaybetti. Patlamanın ardından olay yerine gelen ekiplerin delilleri süpürdüğü iddia edildi. 1990’ların normalidir, “faili meçhul” kaldı cinayeti Mumcu’nun tıpkı diğer aydınlar, gazeteciler gibi.

En son mafya lideri Sedat Peker 23 Mayıs 2021’de Youtube’ta paylaştığı videoda Uğur Mumcu’nun Mehmet Ağar tarafından öldürüldüğünü söyledi. 

“Tam bir sol aydındı.” demişti Yalçın Küçük Uğur Mumcu hakkında, katıldığı bir televizyon programında. Doğrudur. 

Doğrusuyla yanlışıyla, Uğur Mumcu Türkiye halkının “daha iyi” yaşaması için yazıp çizmiş, mücadele etmişti. Yalçın Küçük’ün deyimiyle tam bir sol aydındır Uğur Mumcu, bunun için öldürülmüştür. 

                                                                /././

31 yıl oldu, o duvar yıkılmadı (Kayhan Ayhan-Birgün)
Uğur Mumcu’nun katledilişinin üzerinden 31 yıl geçti. Suikast karanlıkta kalmaya devam ederken adalet çağrısı sürüyor. Dönemin Emniyet Genel Müdürü Ağar'a söylenen “Bir tuğla çekin” ifadelerindeki o duvar hâlâ yıkılmadı.

Ankara’daki evinin önünde 24 Ocak 1993’te bombalı suikast sonucu katledilen araştırmacı-gazeteci Uğur Mumcu’nun bugün 31’inci ölüm yıldönümü. Araştırmacı gazeteciliğin öncülerinden olan Mumcu, mafya ilişkilerine, yolsuzlukları ve karanlık alışverişleri ortaya çıkarmak için yıllarca mücadele verdi. Mumcu suikastının üzerinden 31 yıl geçmesine karşın suikast halen aydınlanmış değil. Mumcu’nun aracına bombayı koyan Oğuz Demir halen firari. Cinayeti kimlerin azmettirdiği de ortada kaldı.

Uğur Mumcu’nun katledildiği günün ardından ülkede yeni bir kaos döneminin açıldığını belirten Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı (um:ag) Eğitim Yönetmeni Rahmi Yıldırım, "31 yıl boyunca hiçbir şey değişmedi. Siyaset, medya ilişkilerinde değişen bir şey yok. Gerçeklerin peşinde koşan gazeteciler dün de düşman sayılıyordu bugün de daha çok düşman sayılıyor. Uğur Mumcu hakikatin peşinde koşan bir gazeteciydi. Emek yanlısı, halkın tarafında yer alan bir gazeteciydi. Bıraktığı boşluk doldurulamadı maalesef. Çünkü Mumcu tarzında gazeteciler kolay yetişmiyor. Bugün Uğur Mumcu yolunda giden gazeteciler var ama herkes bir Uğur Mumcu olamıyor. Ülkenin araştırmacı gazetecilere ihtiyacı var. Tümüyle karanlıkta kalmamak için. Uğur Mumcu Vakfı da bu tür gazetecilerin yetişmesi için elinden gelen çabayı gösteriyor" dedi.

CİNAYET KARANLIK DEHLİZLERDE KAYBOLDU

Dönemin Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar'ın kendisine "Karşımıza sürekli engeller çıkarılıyor. Bir duvar örülüyor sanki. O zaman bir tuğla çekin duvar yıkılsın" diyen Mumcu'nun eşi Güldal Mumcu'ya "çekemem, yapamam" karşılığını vermesinin ardından o duvarın olduğu aynı yerde durduğunu kaydeden Yıldırım, "Birçok gazeteci cinayetinde olduğu gibi Uğur Mumcu’yu katleden kalleş bombayı patlatanların ayak izleri de devletin karanlık dehlizlerinde kayboldu. Cinayetin işlendiği tarihteki Başbakan Süleyman Demirel ve Başbakan Yardımcısı Erdal İnönü cinayeti aydınlatmanın ‘namus ve onur borcu’ olduğunu söyledilerse de, borç olduğu gibi duruyor. Katil adayı olarak çok sayıda kişi yargılandı ama cinayetin üzerindeki sır perdesi aralanmadı. AKP büyük iddialarla iktidara gelmiş olmasına karşın o duvardan o tuğlayı çekme iradesini göstermedi. bu da AKP'nin ayıbıdır" ifadelerini kullandı.

HİZBULLAH OPERASYONU TETİKÇİLERİ YAKALATTI

Türkiye'nin en karanlık olaylarının yaşandığı 1990'lı yıllardaki cinayetlerden biriydi gazeteci yazar Uğur Mumcu cinayeti. Uğur Mumcu, 24 Ocak 1993 tarihinde Ankara'nın Çankaya ilçesi Gaziosmanpaşa semtinde bulunan Karlı Sokak'taki evinden çıkarak, yolun karşısında bulunan "06YR245" plakalı Renault marka otomobiline bindi. Saat 13:30 sıralarında önceden aracın altına konulan bombanın patlaması sonucu Mumcu, hayatını kaybetti.

Cinayetin ardından dönemin Başbakanı Süleyman Demirel, "Cinayeti çözmek namus borcumuzdur" açıklamasını yaptı. Dönemin Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar, kendisine "Karşımıza sürekli engeller çıkarılıyor. Bir duvar örülüyor sanki. O zaman bir tuğla çekin duvar yıkılsın" diyen Mumcu'nun eşi Güldal Mumcu'ya "çekemem, yapamam" karşılığını verdi. Soruşturma için görevlendirilen dönemin Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi (DGM) Savcısı Ülkü Coşkun ise, dosyanın ilerlememesini eleştiren Güldal Mumcu’ya "Güldal Hanım üstüme gelmeyin. Namus borcumuz dediler, bugüne kadar hükümetin hiçbir üyesi dosyanın ne olduğunu bana sormadı. Bu işi devlet yapmıştır. Siyasi iktidar isterse çözer" dedi.

2000'li yıllara kadar Mumcu cinayetinin faillerine uzun süre ulaşılamadı. 17 Ocak 2000 tarihinde İstanbul Beykoz'da Hizbullah'ın hücre evine yapılan baskın, Uğur Mumcu cinayetiyle ilgili ilk delilleri ortaya çıkardı. Polis, Hizbullah lideri Hüseyin Velioğlu'nun ölü olarak ele geçirildiği operasyonun yapıldığı villada, bazı bilgisayar kayıtlarını ele geçirdi. Bu kayıtlarda, Hizbullah'a özgeçmiş veren bir kişinin, referans olarak Uğur Mumcu cinayetini göstermesi, Tevhit - Selam Kudüs Ordusu adlı örgüte ulaşıldı.

Dönemin Ankara DGM Savcısı Hamza Keleş, soruşturma kapsamında UMUT operasyonlarına imza attı. Örgütün, Mumcu'nun yanı sıra Bahriye Üçok, Muammer Aksoy ve Ahmet Taner Kışlalı cinayetinden de sorumlu olduğu tespit edildi. Cinayetleri organize eden Tekin kod adlı Ferhan Özmen ve Necdet Yüksel yakalandı. Sorguya alınan iki şüpheli, Mumcu ve diğer cinayetleri itiraf etti. Şüpheliler, 1991'de İran'a giderek burada askeri ve dini eğitim aldıklarını ifade etti. İfadelere göre Ferhan Özmen, uzakta araçla beklerken, Necdet Yüksel olay yerinde gözcülük yaptı. Oğuz Demir ise bombayı Mumcu'nun aracına yerleştirdi. Polis, o dönem Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi Kimya Mühendisliği bitiren Oğuz Demir'i Sincan'da yakalamak üzereyken "kılpayı" elinden kaçırdı. 31 yıldır yakalanamayan Demir'in adı İçişleri Bakanlığı'nın "aranan teröristler" listesinde mavi kategoride yer alıyor. 24 Aralık 2021 tarihinde İçişleri Bakanı Süleyman Soylu ile Hazine ve Maliye Bakanı Nurettin Nebati'nin ortak imzasıyla Oğuz Demir'in Türkiye'deki malvarlıkları da donduruldu.

                                                               /././

Aydınlık için bedel ödeyenler (Turgay Olcayto-Evrensel)

Ülkemde birbiri ardına değerli insanlar yok oluyor. Aslında daha doğru bir ifadeyle, değerli insanlar sıra gözetmeksizin bir takım cinayet çeteleri tarafından yok ediliyor.

Gazeteci Yazar Uğur Mumcu da 24 Ocak 1993’te uğradığı hain bir suikast sonucu hayatını yitirmişti. Ocak ayına bakıyorum. Sinematek’in Kurucusu Yazar Onat Kutlar, Gazeteci Yazar Hrant Dink, Prof. Dr. Muammer Aksoy yine sonucu alınamayan saldırılarda aramızdan ayrılıvermişlerdi. İşin ilginç yanı bütün bu olayların adalet sahnemizde faili meçhul olarak kalmasıydı. Faili meçhul dosyalarının Mecliste araştırılması ısrarla istendiği halde kimse o dosyalara el atmaya cesaret edemedi. Çünkü bütün bu ölümlerin arkasında bir derin devlet olduğu açıktı.

Günümüzde cezasızlık kavramıyla adalet sistemimiz başka bir ivme kazandı. Düşünen, araştıran bilim insanlarına, gazetecilere, yazarlara, akademisyenlere, sanat erbabına tehdit ve şiddet devam etse de tehditleri ve şiddeti uygulayan kişiler ellerini kollarını sallayarak toplum içinde dolaşıyorlar. Düşünceyi ifade özgürlüğünün olmadığı bir ülkede demokrasiden, hak ve hukuktan söz etmek elbette abesle iştigal. Şimdilerde yeni bir seçim çalışması var ortalıkta: Yerel seçimlerde kim daha çok oy alacak?

Siyasetin olduğu hiçbir yerde olmak istemiyorum. Yerel seçimlerde de nasıl bir tablonun ortaya çıkacağını doğrusu pek de merak etmiyorum. Muhalefeti olmayan, kendi tabanına güvenmeyen siyasi partilerin ittifaklarla oy kazanma telaşını gerçekten anlamış değilim. Diyebilirsiniz ki o zaman neden yazınızın arasına seçimleri de sıkıştırıyorsunuz. Sıkıştırıyorum çünkü politikacının ikiyüzlülüğünü daha somut ortaya koyacak başka bir yöntem yok. Yakınlarda gördüğümüz filmin bir başka versiyonunu önümüzdeki yerel seçimlerde göreceğiz. Biz sadece toplumun şiddetten arındırılmasını sağlayacak yolları arıyoruz. Biz halktan yana, emekten yana mücadele verenler, yalnızca çocuklarımıza, torunlarımıza daha yaşanılır bir ülke bırakmak için uğraş veriyoruz. Yoksa büyükşehre Ahmet gelmiş Mehmet gitmiş, yerel seçimleri falan parti kazanmış, gerçekten bizlerin umurunda değil.

Uğur Mumcu, Türkiye’de araştırmacı gazeteciliğin öncülerinden biriydi. Bugün hâlâ ülkenin en büyük derdi olan cumhuriyet düşmanlarıyla kavga verdi. Tarikatların, tekkelerin insan varlığı için ne denli tehlike oluşturduğunu halkımıza anlatmaya çalıştı. Bu konuda önemli belgelere ulaştı. Tehdit edildi ama yılmadı. Bugün Uğur Mumcu’yu anıyorsak bu yalnız ona olan saygımızdan değil yurttaşların ufkunu da açmayı başardığı içindir. Karanlık güçler bu nedenle katlettiler Uğur Mumcu’yu. Kendi karanlık yollarını tıkayan her insanı yok edip katlettikleri gibi. 

“Vurulduk ey halkım, unutma bizi” diyordu Uğur Mumcu. Elbette unutmuyoruz. Bütün canına kastedilen aydınlık insanlarımızı da. Sizler bizim için mücadele edip canınızla bedel ödediniz. Umarım halklarımızda sizlerin gösterdiği doğrultuda kardeşçe yol alır birlikte yürürüz.

Yazıyı yine bir şiirle sonlayalım. Gülten Akın ustamızın dizeleriyle “Çağrı” :

Evler büyük dedikçe büyük
Ben insanların en garibi
Uzağı ilk defa kavradım
Görür yahut dokunur gibi

Eski bir saçakta kuşlarla
Yele yağmura karşı oturdum
İç içe daireler çiziyor
İçine adını yazıyorum

Gün uzun türküsünü bitirdi
Karlı dallara yürüdü karanlık
Yalnızlık çekilmez bu vakit
Delirdi denizde yosun çayda balık
Gel artık

                                                         /././

Suikastın ardındaki sır perdesi 31 yıldır aralanmadı: Tuğla halen çekilmedi (Sefa Uyar-Cumhuriyet)

Yazılarıyla, kitaplarıyla karanlık günlere karşı uyaran gazetemizin yazarı Uğur Mumcu; Muammer Aksoy, Çetin Emeç, Turan Dursun ve Bahriye Üçok’un ardından 24 Ocak 1993’te suikasta kurban gitti. Aradan geçen 31 yılda, suikastın arkasındaki sır perdesi aralanmadı. Dava, yıllarca sürüncemede kaldı.

Dönemin bakanı İsmet Sezgin’in, “Bu cinayeti çözmek, devletin namus borcudur” demesine karşın sonradan “Bu borcu maalesef ödeyemedik” sözlerini sarf etmek zorunda kaldığı dosyada, yedi yıl boyunca gelişme yaşanmadı. Soruşturmayı yürüten ve cinayete ilişkin “İstihbarat örgütleri, biraz mafya ve karanlık güçler” ifadeleri ile dikkat çeken savcı Kemal Ayhan, 26 Haziran 1995’te evinde ölü bulundu. 

Dosyadaki belki de ilk somut gelişme, Ocak 2000’de yaşandı. Terör örgütü Hizbullah’a yönelik gerçekleştirilen bir operasyonda, Mumcu cinayetine ilişkin krokiler ele geçirildi. Bu operasyonu, Uğur Mumcu Uzun Takip (UMUT) Operasyonu izledi. Muammer Aksoy, Bahriye Üçok ve Ahmet Taner Kışlalı cinayetlerinin de dahil edilmesiyle suikasttan yıllar sonra UMUT Davası açıldı. 

OĞUZ DEMİR HÂLÂ FİRARİ

İddianamede, Mumcu’nun aracına konan bombanın Ferhan Özmen tarafından hazırlandığı ve Necdet Yüksel’in gözcülüğünde, Oğuz Demir tarafından yerleştirildiği yer aldı. Dava sonucu Yüksel, Özmen ve Rüştü Aytufan, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırıldı. “TevhitSelam/Kudüs Ordusu” örgütü üyesi oldukları belirtilen sanıklar Ali Akbulut, Selahattin Eş, Ahmet Cansız ve Aydın Koral ile Mumcu’nun aracına bombayı yerleştiren Demir’in dosyaları ayrıldı. Diğer sanıkların bazıları ise tahliye edildi. Bombayı yerleştiren Demir ise halen firari durumda. 

Ankara 5. Ağır Ceza Mahkemesi, firari Demir hakkında Aralık 2022’de “kaçak” kararı verdi. Kaçak kararı verilmesi üzerine gündeme “zamanaşımı” da geldi. Ancak iddianamenin, suikasttan yıllar sonra hazırlanması nedeniyle zamanaşımının 2030’da dolacağına işaret ediliyor. Davanın bir sonraki duruşması 30 Mayıs’ta görülecek. Son duruşmada, suikastın ardından gündeme gelen ve dosyaya bir MİT görevlisi tarafından teslim edildiği iddia edilen ancak dosyada olmayan batarya ile ilgili araştırma yapılması ve söz konusu kişinin dinlenilmesi istendi. Ayrıca “Bir tuğla çekersek duvar yıkılır” diyen Mehmet Ağar’ın duruşmada dinlenilmesine yönelik talepte bulunuldu. Ancak mahkeme, iki taleple ilgili de karar vermedi. 30 Mayıs’taki duruşmada karar verilmesi bekleniyor. 

MOSSAD İDDİASI

Bu arada 2021’de organize suç örgütü lideri Sedat Peker, Mumcu cinayetini Mehmet Ağar’ın işlettirdiğini iddia etti. UMUT Davası’na ilişkin gerçekleştirilen yeniden yargılamada, “Milli İstihbarat Teşkilatı’nın, cinayeti İsrail’in ulusal istihbarat teşkilatı Mossad’ın işlediğine dair bilgisinin olduğunun” öne sürülmesi de dosyayla ilgili gündeme gelen başka bir iddia oldu. Mumcu ailesinin avukatları, peş peşe gelen iddialarla “suyun bulandırılmak istendiğini” vurguladı.

                                                     /././

Bir uykusuz aydın: Uğur Mumcu (Öner Yağcı-Cumhuriyet)

Devrimlerin savunucusu 68 kuşağının uykusuz aydını Uğur Mumcu.

Yön’de başlayan gazeteciliğini, “Bilgi sahibi olunmadan fikir sahibi olunmaz” ilkesini ülkemizin gündemine yerleştiren direniş anıtı olarak 1960’lı yıllardaki devrimci yayın organları Türk Solu, Devrim, Ant, Yön dergilerinde sürdüren değerli bir kalem.

AÜ Hukuk Fakültesi’nde asistan olarak 68 kuşağının yürekli, öfkeli, devrimci, genç konuşmacısı kürsülerde.

Merakla okudum yazdıklarını, coşkuyla dinledim o bozkır yiğidinin konuşmalarını.

12 MART’TAN 12 EYLÜL’E

Bağnazlıklara, yobazlığa, teröre karşı akılla, bilgiyle savaşımın ve “araştırmacı gazeteciliğin önder ve örnek kalemi”ydi ve 12 Mart döneminde 68’in delikanlılarıyla birlikte Mamak Askeri Cezaevi’nin tutuklularından oldu.

12 Mart sonrası Yeni Ortam gazetesinde başladığı köşe yazarlığını 1975’ten itibaren Cumhuriyet’teki “Gözlem” köşesinde sürdürdü.

Ağrı Patnos’ta yaptığı askerlikle ilgili anılarını kitaplaştırdığı Sakıncalı Piyade (1977) ertesi yıl Ankara Sanat Tiyatrosu’nda sahnelenmeye başladı. 700 kere sahnelenen oyun sırasında yüz yüze tanışma şansına kavuşmuştum ve TÖB-DER merkez yöneticisi olarak Cumhuriyet’teki odasında hazırladığı Çıkmaz Sokak adlı kitabıyla ilgili birkaç kez sohbet etmiştik.

12 EYLÜL’DEN 24 OCAK 1993’E

Araştırmacı gazeteciliğinin büyük başarısı olan 40’ların Cadı Kazanı, Gazi Paşa’ya Suikast, Papa-Mafya-Ağca, 12 Eylül, şeriatçı kalkışmaların, radikal İslamın sermaye kaynaklarını araştıran ve günümüzdeki tehlikeye yıllar öncesinde dikkat çektiği Rabıta gibi kitaplarıyla güne ışık tuttu.

Yerli ve yabancı arşivlerle Kürt sorununa ideolojik bağnazlıklardan uzaklaşarak bakmamızı sağlayan araştırmasıyla genç Cumhuriyete karşı şeriatçı kalkışmayı aydınlattı: Kürt-İslam Ayaklanması 1919-1925.

Kitapta, 1919’da İstanbul’daki Kürt örgütlenmeleriyle başlayıp Şeyh Sait Ayaklanması ve Musul sorunuyla noktalanan süreci dış destekleriyle birlikte, ayrıntılarıyla ele aldı.

Cumhuriyet’te 7 Ocak 1993’te “Kürtler sömürgeciliğe karşı bağımsızlık savaşı yapıyorlarsa ne işi var CIA ve MOSSAD’ın Kürtler arasında?... Yoksa CIA ve MOSSAD, antiemperyalist savaş veriyorlar da dünya bu savaşın farkında değil mi?” diye sordu ve ertesi gün, yakında yayımlayacağı kitabında istihbarat örgütleri ile Kürt milliyetçileri arasındaki bağlantıları açıklayacağını yazdı.

24 Ocak 1993’te Ankara Karlı Sokak’taki evinin önünde otomobiline konan bombayla katledildi, failleri bulunamadı.

24 OCAK 1993’TEN SONRA

Ülkemizdeki iki baskı döneminin, 12 Mart ve 12 Eylül’ün direngen yazarı, terörün kaynağı silah kaçakçılığının, mafyanın, şeriatın kaynağı İslami sermayenin, dış kaynaklı bölücülüğün amansız izleyicisiydi Uğur Mumcu.

Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı (um:ag), bilgiyle sanatı, sanatla insanı, insanla siyaseti, siyasetle bilgiyi buluşturan Uğur Mumcu’nun ilkelerini yaşatıyor, tüm yazdıklarını kitaplaştırıyor.

Son yıllarda onu selamlayan kitaplar çıktı: Uğur Mumcu Ölümsüzdür (Haz. Orhan Tüleylioğlu), Uğur Mumcu Kemalizm ve Sosyalizm (Taylan Özbay), Uğur Mumcu’dan Mektup Var (Ümit Aslanbay), Uğur Olsun! Bir Devrimcinin Öyküsü (Sevgi Özel), Kardeşim Uğur Mumcu (Ceyhan Mumcu), Ben Uğur Mumcu’yum (Der. Orhan Tüleylioğlu), Uğur Mumcu’yu Kim Öldürdü? (Adnan Gerger), Uğur Mumcu-Kalpaksız Kuvvayı Milliyeci (Mustafa Balbay).

Uğur Mumcu’ya, 25 Ağustos 1975 günkü “gözlem”indeki o görkemli “Sesleniş”inin son cümleleriyle merhaba:

“...Korkmadan öldük ey halkım, unutma bizi... Bir gün mezarlarımızda güller açacak ey halkım, unutma bizi... Bir gün sesimiz hepimizin kulaklarında yankılanacak ey halkım, unutma bizi... Özgürlüğe adanmış bir top çiçek gibiyiz şimdi, hep birlikteyiz ey halkım unutma bizi, unutma bizi, unutma bizi...”

(derleyen: mstfkrc)

                               



KISA GÜNDEM BAŞLIKLARI - 24 OCAK 2024 -

TÜİK'ten açıklama: İsrail'e harp mühimmatı değil, kişisel amaçlı silahlar gönderdik (soL) 

TÜİK'in, Türkiye'den İsrail'e silah satışı iddialarıyla ilgili açıklamasında "harp mühimmatı ve silahı değil, kişisel, spor, av amaçlı silahlarla bunların aksam parçalarının gönderildiği" söylendi.(https://haber.sol.org.tr/haber/tuikten-aciklama-israile-harp-muhimmati-degil-kisisel-amacli-silahlar-gonderdik-389586)

Çorlu Tren Katliamı'nda 18. duruşma: Bilirkişi talebi reddedildi (duvaR)

25 kişinin yaşamını yitirdiği Çorlu'daki tren kazasına açılan davanın 18. duruşmasında mahkeme heyeti, avukatların soruşturmanın genişletilmesi için yaptığı yeni bilirkişi talebini reddetti.

Tekirdağ'ın Çorlu ilçesinde 25 kişinin hayatını kaybettiği, 328 kişinin yaralandığı tren kazasıyla ilgili 13 sanıklı davanın 18'inci duruşması başladı. Duruşmada, soruşturmanın genişletilmesi için yeniden bilirkişi incelemesi yapılması talebi reddedildi.

8 Temmuz 2018'de Edirne'nin Uzunköprü ilçesinden İstanbul Halkalı'ya gitmek için hareket eden ve Tekirdağ'ın Çorlu ilçesinde raydan çıkıp devrilen trende 7'si çocuk, 25 kişi yaşamını yitirdi, 328 kişi ise yaralandı. 

Kazada kusurlu bulunan TCDD 1'inci Bölge Müdürlüğü Halkalı 14'üncü Demiryolu Bakım Müdürlüğünde müdür olarak görev yapan Turgut Kurt, Çerkezköy Yol Bakım Şefliği'nde çalışan Yol Bakım ve Onarım Şefi Özkan Polat, Yol Bakım Şefliği'nde Hat Bakım ve Onarım Memuru Celaleddin Çabuk ile TCDD bünyesinde çalışan ve mayıs ayındaki yıllık umumi muayene raporunda imzası bulunan Köprüler Şefi Çetin Yıldırım hakkında 'Taksirle ölüme ve yaralanmaya neden olmak' suçundan 2'şer yıldan 15'er yıla kadar hapis cezası istemiyle Çorlu 1'inci Ağır Ceza Mahkemesi'nde dava açıldı.

'9 GÖREVLİYE DAHA DAVA AÇILDI, 3 YILDAN 15 YILA HAPİS İSTENİYOR'

Sanıkların tutuksuz yargılandığı dava sürerken, Çorlu Cumhuriyet Başsavcılığı, alınan yeni bilirkişi raporunun ardından soruşturmanın genişletilmesine karar verdi. Savcılık, kazanın meydana gelmesinde hava durumunun takip edilmemesi, hava durumunun takip edilememesi nedeniyle olumsuz hava koşullarında demir yolu hattının özel olarak muayene edilememesi, menfezin ve çevresindeki hat kesiminin gerekli bakımlarının, temizliğinin, yabani otla mücadelesinin yapılmaması, kaza yeri menfezinin İstanbul istikametindeki büzün tıkalı olması nedeniyle büze gelen yağmur suyunun aradaki kanal vasıtasıyla kaza menfezine yönelmesi sebeplerinin etkili olduğunu değerlendirdi.

Değerlendirmenin ardından savcılık, kazada sorumlulukları bulunduğunu anlaşılan TCDD 1'inci Bölge Müdürlüğü'ndeki 9 görevli hakkında da 'Taksirle birden fazla kişinin ölümüne ve yaralanmasına neden olmak' ve 'Bilinçli taksirle birden fazla kişinin ölümüne ve yaralanmasına neden olmak' suçlarından Çorlu 1'inci Ağır Ceza Mahkemesi'nde 3 yıldan 15 yıla kadar hapis istemiyle dava açtı.

'BAKIM MÜDÜRÜ ARALIK 2022'DE TAHLİYE EDİLDİ'

Haklarında kamu davası açılan TCDD görevlileri, olay tarihinde TCDD 1'inci Bölge Müdürü Nihat Aslan, bölge müdürlüğünde bakım servis alanlarından sorumlu müdür yardımcısı L.M., TCDD 1'inci Bölge Demiryolu Bakım Müdürü Mümin Karasu, üstyapıdan sorumlu bakım servis müdür yardımcısı L.K., altyapıdan sorumlu bakım servis müdür yardımcısı N.A., yol kontrolörü olarak görev yapan B.O., inşaat mühendisi T.B.Ö., mühendis olarak görev yapan D.P. ve K.B.'nin de yargılanmasına başlandı.

Bir önceki duruşmada, Mümin Karasu hakkında tutuklanmaya yönelik yakalama kararı verildi. Karasu, 10 Ekim 2022'de adliyeye gidip teslim olduktan sonra tutuklandı. Avukatlarının itirazıyla Karasu, 24 Aralık 2022'de yurt dışına çıkış yasağı tedbiriyle tahliye edildi.

'TCDD BİRİMLERİ ASLİ KUSURLU BULUNDU'

Davada, oluşturulan bilirkişi heyetinin ek raporu mahkemeye sunuldu. Raporun ulaştırma ve yapı mühendisliği bölümünde kaza nedenleri, 'Kaza yerindeki menfezin hidrolik ve kanat duvarları açısından yetersizliği. Balast tabakası altındaki koruma tabakasının yetersizliği. Balast tutucu duvarların eksikliği. Hat üstyapısının yürüyerek gözleme olanak tanıyacak kadar geniş olmaması. Dolgu şevi boyunca gelişmiş olan yabani bitkilerin şevi zayıflatması. Ray kırığı konusunda uyarıda bulunacak elektronik sistem eksikliği' olarak sıralandı.

Raporda, "TCDD Genel Müdürlüğü Ar-Ge Birimi, Merkez ve 1'inci Bölge Demiryolu Emniyet ve Risk Yönetimi Müdürlükleri ile altyapı ve sanat yapılarını yenilemeden sorumlu başkanlığı ve Yol ve Geçit Kontrol Memuru istihdam etmekle sorumlu başkanlığının asli kusurlu oldukları görüş ve kanaatine varılmıştır" ifadelerine yer verildi. 

'3 KİŞİ İÇİN BİLİNÇLİ TAKSİRLE ÖLÜM VE YARALANMAYA NEDEN OLMA SUÇUNDAN TUTUKLAMA TALEBİ'

Geçen 17'nci duruşmada mütalaasını açıklayan savcı, sanıklardan Mümin Karasu, Turgut Kurt ve Özkan Polat'ın tutuklanmalarını talep etti. Mütalaada, "Sanıklar Mümin Karasu, Turgut Kurt ve Özkan Polat'ın kaza tarihindeki bulunduğu türev ve sorumlulukları bakımından 30/05/2018 tarihli yazıyı düzenleyip imzaladığından ve alt birimler tarafından bu yazının gereğinin yapılıp yapılmadığını, gereğinin ne şekilde yapıldığının denetleme görevi bulunduklarından yaz mevsimi geneli için gerçekleşmesi öngörülen ve kaza günü özelinde hava durumu takip edilseydi öngörülebilir olan ray altındaki boşalmanın/akmanın, hava şartlarından kaynaklı hat bozulmanın ve neticesinde meydana gelen kaza ile yaralanma ve ölüm neticelerini öngördüğü" ifade edildi. 

Sanıkların TCK 22/3 uyarınca bilinçli taksitle hareket ederek üzerlerine atılı suçu işlediklerinin söylendiği mütaalaada, Mümin Karasu, Turgut Kurt ve Özkan Polat'ın 'Bilinçli taksirle ölüme ve yaralanmaya neden olma' suçundan cezalandırılmalarını talep ederek, adli kontrol hükümlerinin yetersiz kalacak olması dikkate alınarak, tutuklanmalarını istedi.

Mütalaada, diğer sanıklar, Celaleddin Çabuk, Çetin Yıldırım, Burhan Ortancıl, Deniz Parla, Kubilay Haşkaya, Levent Kaytan, Levent Muammer Meriçli, Nihat Aslan, Nizamettin Aras ve Tevfik Baran Önder'in ise Mümin Karasu tarafından 14'üncü Demiryolu Bakım Müdürlüğü'ne e-imzalı gönderilen yazının muhatapları olmadıkları, yazıda bahsedilen yaz mevsimine ilişkin olumsuz hava koşullarında alınması gereken tedbirlere dair yetki, görev ve sorumluluklarının bulunmadığı, ayrıca suça konu kazayı ve neticesini öngördüklerine dair delil bulunmadığı ve bu nedenle haklarında bilinçli taksir hükümlerinin uygulanamayacağı belirtildi.

Mahkeme heyeti, tutuklama taleplerinin hükümle birlikte değerlendirilmesine karar vererek duruşmayı bugüne erteledi.

'SANIK KOLTUĞUNDA GÖRMEK İSTEDİĞİMİZ İSA APAYDIN, ÖZEL ŞİRKETİNDE TCCD'DEN ALDIĞI ÖZEL İHALELERLE REKORA KOŞMAKTADIR'

Çorlu 1'inci Ağır Ceza Mahkemesi'nde görülen 18'inci duruşma öncesinde kazada hayatını kaybedenlerin aileleri ile bazı yaralılar, duruşmanın yapıldığı Halk Eğitim Merkezi önüne yürüdü.

Kazada kızı Bihter Bilgin ile kız kardeşleri Emel Duman, Derya Kurtulmuş ile 6 aylık yeğeni Beren Kurtulmuş'u kaybeden Zeliha Bilgin, aileler adına konuştu. Davada TCDD'nin üst düzey yöneticilerinin de yargılanmasını isteyen Bilgin, "Bizler sanık koltuğunda görmek istediğimiz İsa Apaydın, özel şirketinde TCDD'den aldığı özel ihalelerle ihale rekoruna koşmaktadır. Biz onu sanık koltuğunda beklerken ihale rekortmeni olma yolunda. Tüm sorumlular ve katliama sebep olan nedenler ve eksiklikler ortaya çıkmasına rağmen TCDD Genel Müdürü seviyesine hiçbir zaman çıkarılmamış ve mahkeme bu tutumunda ısrar etmiştir. Tüm sorumluların yargılanması için yapılan tüm başvurular hep reddedilmiştir. Üst düzey hiçbir zaman ulaşılmamıştır, hep korunmuştur, mevcut sanıkları 1 gün bile TCDD ile iş bağlantıları hiçbir şekilde sonlandırılmamıştır, hatta terfi almışlardır. Adalet bize bugün gülecek mi? Hepinize sonsuz teşekkür ediyorum, iyi ki varsınız" dedi.

Yoklama ile başlayan duruşmada, görüntü ve ses kaydı yapılmasına oy birliğiyle karar verildi. Avukatların, soruşturmanın genişletilmesi için yeniden bilirkişi incelemesi yapılması talebi reddedildi. Duruşma sürüyor.

AKP ve MHP oylarıyla: 'Depremde kaybolan çocuklar araştırılsın' önerisi reddedildi (soL)

Depremde kaybolanların tespiti ve çocuk kaçırma iddialarının araştırılmasına yönelik önerge kabul edilmedi.(https://haber.sol.org.tr/haber/akp-ve-mhp-oylariyla-depremde-kaybolan-cocuklar-arastirilsin-onerisi-reddedildi-389565)

Fuat Oktay hakkındaki yolsuzluk iddialarının araştırılması önerisi reddedildi (soL)

Eski Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay aile fertleri ve yakınlarının mal varlığının ve kaynaklarının araştırılması için verilen araştırma önergesi reddedildi.(https://haber.sol.org.tr/haber/fuat-oktay-hakkindaki-yolsuzluk-iddialarinin-arastirilmasi-onerisi-reddedildi-389575)

Polat çifti soruşturmasının eski savcısı Kökçü'nün bilgisayar ve tabletine el konuldu (Birgün) 

Gazeteci Barış Terkoğlu, Dilan-Engin Polat çiftinin yargılandığı davanın savcısıyken Erzurum’a atandıktan sonra emekli olan savcı Gökalp Kökçü'nün telefon, bilgisayar, tablet gibi dijital eşyalarına el konulduğunu yazdı.(https://www.birgun.net/haber/polat-cifti-sorusturmasinin-eski-savcisi-kokcu-nun-bilgisayar-ve-tabletine-el-konuldu-500917)

Denizli Devlet Hastanesi'nin deprem raporu: Kolon ve kirişlerin yüzde 90’ı çürük (soL)

Denizli Devlet Hastanesi için 2017 yılında hazırlanan deprem analiz raporuna göre, hastanenin kolon ve kirişlerin yüzde 90’ı çürük. Sağlık çalışanları 7 yıldır önlem alınmamasına tepkili.(https://haber.sol.org.tr/haber/denizli-devlet-hastanesinin-deprem-raporu-kolon-ve-kirislerin-yuzde-90i-curuk-389576)