1 Şubat 2024 Perşembe

KÜBA GERÇEĞİ(V)

 "Küba Gerçeği", 2023 Şubat ayında Türkiye Komünist Partisi'nin (TKP) girişimiyle başlatılan bir yayın. Küba'da siyaset, ekonomi, yaşam, kültür gibi konularda Kübalı yazarların ürettiği makalelerin çevirilerini yayımlayan Küba Gerçeği'nde çıkan makaleler, artık soL'da paylaşılacak.

Aydın kimliğiyle tanınan José Ernesto Novaez ile Küba’daki İnsanlığı Savunmak için Aydınlar, Sanatçılar ve Toplumsal Hareketler Ağı (REDH) üzerine röportaj…

Şair, yazar, deneme yazarı, Universidad de Las Artes (Güzel Sanatlar Üniversitesi) eski rektörü José Ernesto Novaez, İnsanlığı Savunmak için Aydınlar, Sanatçılar ve Toplumsal Hareketler Ağı’nın (REDH) Küba ayağını koordine ediyor. Kendisine Karakas’ta gerçekleştirilen Uluslararası Kitap Fuarı’ndaki (Filven) Küba standında denk geldik; standda çok değerli kültürel sunumların yanı sıra fuarda yürütülen birçok tartışmaya katılan pek çok yazar da bulunuyordu.

Fuarın 2022’deki sloganı “okumak sömürge olmaktan kurtarır” idi. Tam da Küba Devrimi’nin 64 yıllık varlığı boyunca özgürleşme kararlılığına sahip tüm halklar adına oluşturduğu direniş mesajını ve bakış açısını içeren bir tema. Peki İnsanlığı Savunmak için Aydınlar, Sanatçılar ve Toplumsal Hareketler Ağı’nın (REDH) bu zamana kadar ne gibi katkıları oldu?

REDH aydınları, sanatçıları, solcuları ya da ilericileri sadece somut siyasi projeler etrafında toplanmak üzere değil, aynı zamanda insanlığı bir tür olarak etkileyen büyük davaları savunmak üzere bir araya getirmeyi hedefleyen bir oluşum. Zamanında Rosa Luxemburg’un ortaya koyduğu medeniyet ve barbarlık arasındaki çelişki şu an insanlığın önünde her zamankinden daha belirgin bir sorun olarak duruyor. Bir yandan zenginlik bir avuç azınlığın elinde toplanırken diğer yandan dünya nüfusunun büyümekte olan kitlelerini sefalete sürükleyen, insanlığın hayatta kalma yetisini elinden alacak kadar yaşamı yozlaştıran bir sistemden kurtulmanın kaçınılmaz zorunluluğuyla karşı karşıyayız. Faşizmin Avrupa kapitalizminin çekirdeğini oluşturan güçlü ülkelere geri döndüğü bir noktadayız. İtalya’da yaşananlar emsal teşkil ediyor. Faşizm dışlama ve teröre dayanan, ayrıcalıklı olanların medeniyetsiz ve değersiz gördükleri kesimler üzerindeki üstünlüğünü meşru kılan politikalarıyla, kapitalizmin sistemin çelişkilerini çözme konusundaki acizliğinin bir ifadesidir. REDH bu büyük tehdide göğüs germe ve küçük de olsa imkanları ölçüsünde Latin Amerika’nın gelişmekte olan birliğine katkıda bulunma göreviyle karşı karşıya; bu bakımdan elverişli bir dönemden geçiyoruz çünkü sol farklı siyasi tonlarıyla bölgenin en büyük ekonomilerini yönetiyor ve Güney Amerika ölçeğinde siyasi üstünlüğe sahip. Görevimiz yerel, ulusal ve uluslararası düzeyde ihtiyaç duyulan siyaset üzerine yürütülen toplumsal tartışmalara katkıda bulunmak ve kapitalizmin büyük askeri terör örgütü NATO eliyle yarattığı barbarlığa karşı koyabilmenin yegâne yolu olarak hem Amerika kıtasında hem de evrensel ölçekte ortak gündem yaratmaya çalışmak. 

2023 yılında bu gündemin temel uğrakları neler olacak ve hangi konular ele alınacak?

Fernando Buen Abad’dan alıntılayacak olursak, en önemli görevimiz toplumsal dönüşüm için gereken imgesel cephaneliği yaratmak. Bu görev, kapitalizmin kültürel hegemonyasına ve akılların sömürgeleştirilmesine karşı mücadele edebilmek için, hatalarımızı ve zayıflıklarımızı analiz edip düzeltmeyi ve imgesel cephaneliğimizi devrimci ve ilerici güçlerin ortak silahlarına dönüştürmeyi de kapsıyor. Kapitalizme karşı mücadele her şeyden önce onun tahakküm yapılarına karşı verilen pratik bir mücadeledir; fakat aynı zamanda semboller cephesinde de kazanılması gereken bir savaştır. Aksi takdirde geçmişe dönmeye mahkûm oluruz. REDH’in katkısı, eleştirel düşünceyi ve devrimci eleştiriyi militan bir aygıta dönüştürerek bu özgürleşme projesinin köklerini derinleştirmek.

Bazı post modern akımların farklı doğrultuları benimsediği böyle bir dönemde, aklı sömürgecilikten kurtarmanın her şeyden önce maddi bir süreç olduğunun vurgulanması önemli…

Evet, dilin bir kavga alanı olduğunu vurgulamak önemli; ama her şey dilden ibaret değil. Gücü elimize almalıyız, pratik alanda mücadele etmeliyiz ve bunu akıllıca ve eleştirel bir sağduyuyla, her ülkenin tarihsel bağlamını ve özelliklerini göz önünde bulundurarak yapmalıyız. Frantz Fanon ve “Toprağın Mahkumları” başlıklı denemesi hala güncelliğini koruyor. Fakat sömürgeciliği silahla alaşağı etmek görevimizin sadece bir kısmını oluşturuyor. Asıl zorluk devrimci güçler gerçekten bağımsız, gerçekten sömürgecilikten kurtaracak bir projeyi inşa etme zorunluluğuyla karşı karşıya kaldıklarında başlıyor. En çok burada zorlandık çünkü Latin Amerika’nın bağımsızlığının üstünden iki yüz yıl geçmesine karşın, semboller alanında bağımsızlığa, yalnızca ülke hakkında değil ulus hakkında da berrak bir kavrayışa dayanan bir egemenlik projesine her zaman ulaşılamadı. İlerici güçleri etkisi altına alan bir kanserle mücadele etmemiz gerekiyor: bu vizyonu lekeleyen ulusalcılıkla…  Çünkü ulusunu sevmek ve savunmak anlamıyla ulusalcılık, yurt sevgisini diğer ülkelerle olan ilişkisi içinde ele almıyor. Benim yurdum bağımsız, kalkınmış ve onurlu bir Latin Amerika’yla çevrili değilse egemenliğini gerçek anlamda elde etmiş olamaz.

…Donald Trump’ın seçim kampanyasında kullandığı “Make America Great Again” gibi projeler aracılığıyla aşırı sağ tarafından beslenmiş “Küçük şoven yurtlar”.

Evet, ulus-devlet sekterliği. José Martí eşsiz bir tanım yapar: Vatan insanlıktır. Ülkesini savunurken kendisini savunan insanın ta kendisi; ama bu savunma Venezuela’nın, Küba’nın, Filistin’in, kıtadaki ve uluslararası alandaki tüm haklı davaların savunulmasından geçer; küresel bir sisteme karşı küresel bir savaş vermekten geçer.

Bilinci sömürgecilikten arındırmak aynı zamanda onu ataerkillikten çıkarmak, cinsiyetçiliğe karşı verilen mücadeleyi kapitalizme ve emperyalizme karşı verilen mücadeleyle kesiştirmek anlamına geliyor. Katılıyor musun?

Kesinlikle. Ontolojik bağlamda ve bağımsızlık sürecinin dışlayıcı olamayacağı gerçeğinden hareketle, kadını ve erkeği toplumsal konumlarının yanı sıra içinde bulundukları toplumun tahakküm yapılarını da temel alarak ölçmek gerekir. Kadını belli bir yere koymak kadının durumunu otomatik olarak dönüştürmez; kadının kenara itilmediği bir topluma ulaşsak bile bazı zihinsel kalıplar mevcutsa sonuç yine aynı yere çıkar. İlerici kesimlerde bile kadınları görmezden gelme eğilimi var. Bazen devrimci konuşmaların yapıldığı ilerici paneller düzenleniyor ama kadınları orada görmüyoruz: kadınlar var olmadığı için değil, kadının rolünü yok sayan ve görünmez kılan dinamikler yaratılıp dayatıldığı için. Erkek egemen kültürün kökünü kazımak zordur; bazı insanları ikinci sınıf gören ayrımcılığı ortaya çıkaran bütün o kusurların kökünü kazımak da öyle maalesef. Çünkü bu ayrımcılığı ortadan kaldırmak bazı somut ayrıcalıkları, yalnızca semboller alanında değil pratik anlamda da avantajlar yaratan üstünlük statüsünü kaybetmek anlamına geliyor. Erkeklerin egemen olduğu toplumlarda erkeğin iş bulma şansı daha fazladır; çift olarak aynı işte çalışsalar bile toplumsal düzeydeki güç ilişkilerinde erkek daha fazla ağırlığa sahiptir. Ataerkillikten kurtulmamız lazım fakat bunu dogmatik bir şekilde değil, çabalarımızı doğru yerlere kanalize ederek yapmamız lazım. Kadınların daha fazla fırsata sahip olabilmesi ve doğru yerlere en doğru kişilerin gelebilmesi için… 

Peki bu konuda Küba’da durum nasıl?

Devrimden sonra kadınları bilinçlendirmek için ayrıca çaba sarf edilmesi gerekti çünkü o genel yoksulluk halinin ortasında bile erkekler kayırılmaya devam ediyordu; kadınların sahip olmadığı bir dizi olanağa sahiptiler. Çaba harcamak gerekti ama buna değdi. Yasalar ve düzenlemeler bakımından çok büyük kazanımlar elde edildi. Fakat erkek egemen kültürün pek çok somut tezahürünü geride bırakmış olsak da bu kültürün kökünü kazımanın ne kadar zor olduğunu görmüş olduk; kültürel, kurumsal pratiklere sızan bu kültür bu kanallarda bilerek ya da bilmeyerek yeniden üretiliyor. 

Sen çok gençsin ve kapitalist ülkelerdeki feminist mücadele yıllarına denk gelmedin. Akranlarının bu konuyla ilgili bilgi düzeyini nasıl değerlendiriyorsun? Bu alanda bir gerileme olduğunu düşünmüyor musun?

Küba’da toplumun belki bazı kesimlerinde evet bir gerileme oldu. Dünya ölçeğinde yaşanan bu ekonomik kriz döneminde, kapitalist modelin paradigma krizi aynı zamanda bireylerin günlük hayatını etkileyen ahlaki ve siyasi bir krize de neden oluyor. Bu durum, gerçekliğin daha geri bir pencereden algılanmasına giden yolu da yeniden açıyor. Latin Amerika’da ışıltılı bir gelecek vaadiyle tüm insan kitlelerini manevi, sembolik tahakküm ilişkilerine tabi kılan bir dinci gericiliğin yükselişiyle karşı karşıyayız. Bir taraftan, insan toplumunun -özellikle batı dünyasında; çünkü doğu dünyası daha farklı özelliklere sahiptir ve bunları batının bakış açısıyla değerlendirmek bazen son derece risklidir- tarihin başka dönemlerinde ötekileştirilmiş toplumsal grupların hakları konusunda kolektif bir bilince ulaştığını görüyoruz. Diğer taraftan, bu bilinç muhafazakâr görüşlerle çatışmaya girerek bir krizin ortaya çıkmasına yol açıyor; belli başlı bazı kesimler bu kriz karşısında kendilerini tehdit altında hissediyorlar ve çareyi aşırı sağda, diğerlerini dışlamakta buluyorlar. Bu nedenle de Avrupa ekonomileri gibi göçmenlerin ciddi bir ağırlığa sahip olduğu zengin ekonomilerde ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve farklı olanın dışlanması yükselişte. Bu aynı zamanda memnuniyetsizliği farklı kanallara yönlendirmenin de bir yolu. Rusya’da çarlar toplumsal gerilim tırmandığında katliamlar düzenleyerek Yahudileri katlederlerdi. Ötekini kovalamak, değersizleştirmek ve şeytanlaştırmak bir çeşit tahakküm ve kontrol mekanizmasıdır. Kapitalizmin sağlam çekirdeğini oluşturan ülkelerde birçok kesimin, özellikle orta ve üst sınıfların, toplumsal statülerini ne kadar tehdit altında hissederlerse faşist seçeneklere o kadar bağlandıklarını görüyoruz. Diğer taraftan ister zengin ülkelerde ister güney ülkelerinde olsun, daha az ayrıcalıklı kesimler aşırı tutucu manevi, dini ya da siyasi seçeneklere sığınıyorlar. İşte bu şekilde, Brezilya’da, neyse ki son seçimlerde Lula’ya yenilen fakat hala yüksek seviyeli bir kutuplaşmanın lideri olmaya devam eden Bolsonaro gibi kabul edilemez karakterler peyda oldu. Buna, her seferinde sorunlara yeni anlamlar yükleyen, solun kapitalizmi devrim yoluyla ortadan kaldırması seçeneğini ölçüsüz bir şekilde şeytanlaştıran, sosyalizmin kendi hatalarına dayanarak akılları karıştırmayı hedefleyen karalama kampanyalarıyla sosyalizmin asla bir seçenek olamayacağını, sosyalizmin kulaklardan ibaret olduğunu tekrar eden hegemonik medya araçları katkıda bulunuyor. Bütün kesimleri, toplumu yönetmenin tek yolunun her seferinde daha çok sağa yönelmek olduğuna ve solun öcü olduğuna inandırıyorlar.

1 Ocak’ta Küba devrimin bir yılını daha kutladı ve dünyaya umut olmaya hala devam ediyor. Fakat, Latin Amerika değişime doğru ilerlerken, Avrupa’da – özellikle İtalya’da- toplumsal kesimler yapısal değişiklikler yapmayı ne seçimler ne de silah yoluyla başaramadı. Bunu nasıl açıklıyorsun? Sence çıkış yolu ne?

Sana kişisel fikrimi söyleyeceğim. Amerika Birleşik Devletleri İkinci Dünya Savaşı ertesinde Batı Avrupa’da kendi çıkarlarına hizmet edecek bir siyasi, ekonomik ve diplomatik yapı kurdu. Birleşmiş Milletler Örgütü Güvenlik Konseyi, Birleşmiş Milletler Örgütü’nün içini boşaltan bir aygıt, çünkü aslında dünya ülkelerinin nasıl oy kullandığının bir önemi yok; önemli olan dünyanın geri kalanının aldığı herhangi bir kararı ya da amacı etkisiz kılacak tek bir büyük ulusun veto gücü. Aynı şey Bretton Woods ve uluslararası para düzeninin inşasında da yaşandı. Amerika Birleşik Devletleri savaşı kazandığı için büyük bir muzaffer güce dönüşmedi ki; savaşı kazanan Sovyetler Birliği’ydi. Ama büyük bir güce dönüşen ABD oldu çünkü fiilen atıl olan ordusu, tek bir bombanın bile düşmediği güvenli toprakları, yağmur gibi yağan paralar sayesinde güçlenen sanayi kapasitesi ve İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra iflas etmiş eski Avrupalı güçler üzerindeki kritik etkisini koruyabilme yetisi sayesinde, yaşanan çelişkilerden her bakımdan faydalanarak çıktı. Büyük sömürge imparatorluklarından hiçbiri İkinci Dünya Savaşı’nın yarattığı krizden sağ çıkmadı. Bu nedenle, savaşın ardından Batı Avrupa kapitalizmini istikrara kavuşturmak için ABD tarafından sağlanan muazzam miktardaki kaynak yardımıyla, İtalya, Yunanistan ya da Fransa gibi bazı önemli ülkelerde yaşanan devrimci eğilimi nasıl bastıracağını, nasıl etkisiz hale getireceğini bilen, orta sınıfların bu doğrultuda tampon görevi üstlendiği bir Batı Avrupa kapitalizmi yaratıldı. Bölgenin içinde bulunduğu açmazın, Avrupa orta sınıfının ve Avrupa proletaryasının uluslararası devrimci davaya ihanetinin bir sonucu olduğunu söyleyebilirim. Sert bir tez olduğunun farkındayım fakat bence Avrupa proletaryası yüksek yaşam standartları karşılığında kalkınmasının maliyetini Üçüncü Dünya ülkelerine yüklemeyi zımnen kabul etti. Marx, kapitalizmi proletaryanın kanını emerek büyüyen vampire benzetir. Avrupa kapitalizmi kendi işçilerinin kanıyla beslendi ve İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana kendi gelişiminin maliyetini güneyin az gelişmiş ülkelerine ödetiyor. Avrupa orta sınıfının ve proletaryasının önemli bir kısmı devrimci davaya tamamen ihanet etti ve yüksek maaşlarla sağlanan belli bir yaşam seviyesine razı oldu; bunun sadece kapitalist dünyanın elit merkezindeki ülkelerde, Latin Amerika’nın ve dünyanın diğer bölgelerinin vahşi bir şekilde istikrarsızlaştırılması pahasına mümkün olduğunu unuttular. Bu yaşam seviyesini koruyacak kalıcı sermayeyi ve hammadde akışını garanti altına almak için demokratik yollarla seçilmiş hükümetleri devirip yerine ilerici güçleri vahşice ortadan kaldıran kanlı diktatörlükleri koydular. Ülkelerimizi sanayisizleştirmek için anlaşmalar yaptılar; bizim sanayinin yükünü üstlenmemize gerek yoktu, büyük Avrupa kapitalizmi için muazzam avantajlar sağlayan hammaddeyi sağlamız yeterliydi. Bu şekilde birçok Avrupalı nesil kendinden önceki nesillerden çok daha iyi yaşadılar. Peki tüm bu mekanizma ne zaman krize girmeye başladı? Thatcher ve Reagan’nın neoliberal politikaları -kar paylarını arttırmak için çoğunluğun sosyal giderlerini kısmak isteyen en zengin %1’lik kesimin politikası- Avrupa toplumunun satın alma gücünü ve Amerika Birleşik Devletleri vatandaşlarının yaşam standartlarını kötüleştirmeye başladığında.

Peki Latin Amerika’da?

Latin Amerika’daki durum çok farklıydı. Bağımsızlık savaşlarından sonra kurulan yeni cumhuriyetler farklı ulusal projelere sahipti; organik bir sanayileşme sürecini hayata geçirmekten aciz burjuvazileri, ülkelerini İngiltere ve ABD’nin büyük finans sermayelerine sattılar. Bunlar yarım kalmış demokrasilerdi; devlet başkanları sözde egemen bir ulusun devlet başkanı olabilmek için Washington’dan onay almak üzere ilk resmi ziyaretlerini ABD büyükelçiliğine yapıyordu. Bu bağlamda Küba’da olanlar belirleyici bir öneme sahipti; çünkü büyük finans sermayesinin ülkedeki yaşamsal sinir noktalarının tümüne hükmettiği bir dönemde, hızla radikalleşen ve büyük sermayeyi, özellikle de ABD sermayesini şiddetli bir şekilde devletleştirme aşamasına geçen bir devrim yapıldı. Bunun şiddetli bir süreç olması gerekiyordu çünkü tarihte büyük ABD şirketlerinin iktidarı barış içinde terk ettiği ve çıkarlarından vazgeçtiği herhangi bir örnek bulunmuyor. Büyük sermayeye saygı duruşunda bulunan ürkek bir toplumsal reform projesi, tüm Kübalı devrimcilerin iyi bildiği, bir neslin travması olan Guatemala'daki Jacobo Arbenz'inki gibi dramatik bir sonuca yol açardı. Büyük doğal kaynakları olmayan küçük bir ada için pek tabii çok büyük maliyetleri olan ablukayı bu yüzden hala uygulamaya devam ediyorlar. Abluka ülkenin üretim sistemine darbe vuruyor, yokluklara ve sefalete yol açıyor ama bizi dize getiremedi. İnsanlık tarihinin en büyük ablukası olan bu abluka ABD emperyalizminin henüz 11 milyon nüfusa ulaşmış küçücük bir Karayip adasını ele geçirmekteki beceriksizliğinin bir kanıtıdır. Karşılaştırmalı açıdan biz önemsiz bir tehdit olabiliriz ama sembolik açıdan çok büyük bir tehdidiz; çünkü Küba, halkı her gün ekstrem yokluklarla boğuşurken pandemi sürecini çok iyi yönetmeyi bilen bir ülke oldu. Beş tane aşı ürettik. Eğer abluka altında gelişmesi engellenen bir sosyalizm bunu yapabiliyorsa, yaptırımlar olmasaydı neler yapardı kim bilir? Tehlike tam da burada; bu yüzden Küba’ya yaptırım uyguluyorlar, bu yüzden Venezuela’yı cezalandırıyorlar. Abluka, ABD kapitalizminin zayıflığının bir göstergesi; çünkü halkçı bir süreci bastırmak adına gerçekleşecek bir askeri müdahalenin bedelini, böylesi bir müdahalenin mevcut toplumsal ayrışmaları anayurt savunması altında birleştirmesi riskini göze alacak güçleri yok. 

Küba ve Venezuela’nın mutabakatıyla son yıllarda Karakas'ta uluslararası ölçekli çeşitli kongreler düzenlendi; bu kongreler devrimci ve ilerici güçlerin uluslararası birliğini ortak bir gündem temelinde ve ortak bir düşmanın varlığı çerçevesinde yeniden inşa etme ihtiyacına odaklanıyordu. Bu gidişatı nasıl yorumluyorsun?

Ben kronik bir iyimserim. Kapitalizmin bireycilikten geçen -yalnız, yabancılaşmış, belki uyuşturulmuş, gerçek anlamda sevmeyi bilmeyen bireyler olmamızı istiyorlar- sembolik sömürgeleştirme sürecine bakacak olursak, beraber düşünüp hareket edeceğimiz bir birliktelik yaratmak önemli bir direniş şekli. Günümüz kapitalist toplumlarında ilerici eklemlenme alanlarının var olduğuna inanıyorum; bunlar belki hayal ettiğimiz gibi olmayabilirler ama direniş açısından değerliler. Jose Marti’nin bir şiirinde varlıklı olan ama mutlu olmayan bir ülke olarak tanımladığı, bireyciliğin ve bencilliğin vatanı ABD’de bile böyle alanlar mevcut. Asıl mesele, bu neredeyse insan toplumunun içgüdüsel direnişi formunda kendiliğinden ortaya çıkmış eklemlenmelerin, sistemin değiştirilmesinin bireysel ilerlemeden değil büyük ölçekli ekonomik, siyasi ve toplumsal dönüşümlerden geçtiğinin anlaşılmasını sağlayacak şekilde politikleşmesinde. Aslında bu bireyselleşme bireye kendi yapabileceklerinin çok ötesinde sorumluluk yüklüyor, mesela çevre sorunları. Plastik tabak kullanmadıklarında, çöplerini sınıflandırarak bıraktıklarında çevreye verdikleri zararın azalacağına inandırılıyorlar. Halbuki Coca Cola gibi tonlarca litre suyu harcayıp toprağa ve nehirlere tonlarca kimyasal atık bırakarak kârlarına kâr katan çok uluslu şirketlerin bu soruna olan katkısı ile bireylerin katkısını karşılaştırdığınızda ortaya çıkan sonuç her bakımdan gülünç. Ayrıca Avrupa’da nehirlere zarar vermiyor diye bilmem hangi ulusötesi şirketin iyi olduğu fikrini terk etmek gerek… Çünkü aynı şirket güneydeki ülkelerin ormanlarını mahvediyor. Ya çözümün ortak olduğunu kabul ederiz ya da umutsuzluk bataklığına giderek daha fazla saplanırız. Asıl mesele günümüz kapitalizminin sağlam çekirdeğinde yetişmiş kesimleri yeniden sola doğru politize etmekte yatıyor çünkü insanlık ancak kapitalizmin aşılmasıyla kurtulabilir. Ya medeniyet ya barbarlık, ortası yok.

Röportaj: Geraldina Colotti - 29 Kasım 2022, Cubahora



Büyük rezalet: Devlet konteyner kentin arsa kirasını ödemedi, depremzedeler tahliye ediliyor! - Özkan Öztaş / soL-Özel

 

Hatay'da yaşanan olay depremzedelere "bu kadarı da olmaz" dedirtti. Devlet konteynerkent için kiraladığı arazinin parasını ödemeği için depremzedeler tahliye edilecek.

Hatay'daki çok sayıda konteyner kentten biri, Küçükdalyan-1 GKM, diğer adıyla Aselsan-1. Bu konteyner kentleri devlet, şahıslara ait arazilere inşa etti ve toprak sahiplerine kira ödüyor.

Ancak Küçükdalyan-1 GKM Konteyner Kenti'ndeki arazinin bir bölümünde kalan depremzedeler arazinin kirası ödenmediği için tahliye ediliyor. Arazi sahibinin "Kirayı ödemediler. Ben de depremzedeyim ve gelire ihtiyacım var" dediği iddia edilirken konteyner kentte kalan depremzedeler soL'a konuştu: "Hiçbir açıklama yapmadan 'tahliye edin' dediler."

Küçükdalyan-1 GKM'de toplam 581 konteyner var. Arazi, farklı kişilere ait. Devletin kirasını ödemediği vatandaşın arazisi üzerinde 37 konteyner bulunuyor. Şimdi bu konteynerler boşaltılıyor.

Öğretmenler haberi yarıyıl tatilinde, Hatay'da değilken aldı

Hatay'da Küçükdalyan-1 GKM (Aselsan-1) konteyner kentinde kalan depremzedeler soL'a verdikleri bilgilerde birçok öğretmenin konteynerde kaldığını, birçoğunun şehir dışından gelen öğretmenler olduğunu ve bu süreçte özel olarak mağdur edildiklerini ifade ediyor. Konuya dair soL'a konuşan bir depremzede, "Devlet burada arazileri kiralayıp konteyner kentleri inşa etti. Bu arazi geniş bir arazi. Arazinin bir kısmında kira ödenmemiş. Neden ödenmedi, nasıl oldu bilmiyoruz tabii. Şimdi burada mal sahibi mülk sahibi diye bir ayrım kalmadı. Herkes depremzede. Arazi sahibi de kirasını istiyor. Belki de satıp başının çaresine bakacak. Dolayısıyla itiraz etmiş ve tahliye talep etmiş. Şimdi konteyner kentin bu kısmını boşaltacaklar" sözleriyle anlatıyor yaşananları. 

'İlk günden bu yana sorunlar yaşadık, zar zor kurduk düzenimizi, şimdi de çıkıyoruz'

Haberi şehir dışında alan öğretmenlerden biri soL'a verdiği demeçte şu ifadelere yer verdi.

"Biz öğretmen arkadaşlarla beraber aynı konteynerde kalıyoruz. İlk günden beri elektrik, su tesisatı, klimalarla ilgili sorunlar yaşadık. Bu sorunları hallettik daha yeni düzen kurmuştuk. Bir sürü eksik giderdik. Maddi ve manevi emek vererek tamamladık her şeyi. Kendimize uygun hale getirdik yasam alanı oluşturduk derken şimdi de hiç bir bilgi vermeden bir an önce boşaltın dediler. Taşınması, nakliyesi tekrar sıfırdan başlayıp eksikleri tamamlamak çok zor. Okullar açıkken bunları yapmak çok daha zor. Yaşamımız tam da kolaylaşacak derken tekrardan zora girdi. Yine aynı sorunları yaşamak istemiyorum ben. Ara tatide bu haberle çok moralim bozuldu. Ailemle azıcık bu gündemlerden uzak güzel bir zaman geçirme umudum vardı. Şimdi her şey başa sardı"

Valilik'ten depremzedeye: 'Masraf yaparken bana mı sordunuz?'

Tahliye talebini alan depremzedeler Hatay Valiliği'ni telefonla arayıp konuyu teyit etmek isteyince valilik makamındaki bir yetkili durumu onaylıyor ve mahkeme sonuç yazısının bu şekilde olduğunu, mecburen alanı tahliye etmeleri gerektiğini belirtiyor. 

soL'a konuşan bir depremzede, valilikteki yetkiliye "İyi ama o kadar masraf ettik, yağmur sularına karşı konteynerin önüne fayanslar yaptık ne olacak şimdi" demesi üzerine yetkilinin kendisine "Masraf yaparken bana mu sordunuz, sonuçta kendiniz için yaptınız masrafı" yanıtı verdiğini iddia ediyor.

Sendika olayı doğruladı

Komuya dair Eğitim Bir-Sen'in öğretmenlere ilettiği mesajla durumu doğruladığını belirten konteyner kentte kalan öğretmenler, yaşanan duruma tepki gösteriyor. 

Sendikanın öğretmenlere ilettiği bilgilendirme mesajında "ASELSAN-1 de ikamet eden öğretmenlerimizin bir kısmının aranarak buradan çıkmaları gerektiği söylendiği bilgisi tarafımıza ulaşmıştır. Yaptığımız görüşmeler sonucunda ASELSAN-1 in bir kısmında mahkeme kararından kaynaklanan bir sorun olduğu fakat şimdilik hiçbir öğretmenimizin yerinden çıkarılmayacağı, Hatay Valiliği veya Afad tarafından bir anlaşmaya varılma ihtimalinin olduğu, anlaşma olmaması durumunda Aselsan -1 in hemen yakınında kurulu olan Konteyner kente nakil yapılabileceği tarafımıza bildirilmiştir" dediği ifade ediliyor.

'Bize 5 yıl buradasınız demişlerdi'

Konuya dair soL'a konuşan depremzedeler, "Sürekli yer değiştiriyoruz. Buraya ilk geldiğimizde çadırdaydık. Çadırları kaldırdılar konteynere geçtik. Sonra da buradan da çıkmamız gerektiğini söylüyorlar. Burada yaşam koşulları zaten zor. Böyle işler olunca da iyice zorlaşıyor her şey" diyor. 

Yaşanan soruna dair resmi makamlar tarafından resmi bir açıklama yapılmazken depremzedeler yaşanan duruma dair acil çözüm talep ediyor. Sorunun başka örneklerde de tekrar etme durumunun endişe ettiklerini ifade eden depremzededeler böylesi bir durumda arazi sahiplerinin konteynerleri kaldırtmak için adım atacaklarını ifade ediyor.

Özkan Öztaş / soL-Özel



Erdoğan’ın yemini, yoksulun hali, İstanbul’un seçimi…- Bahadır Özgür / duvaR

 

Geçim derdi basit bir ekonomik durum değil, bütün toplumsal yapının nirengi noktasıdır. Doğrudan toplumun belli bir kesiminin çıkarını, diğerlerine karşı savunmayı; adalet terazisinin kefelerinden birine abanmayı gerektirir. Aksi halde devlet olanağı ve bunun dağıtımını kim elinde tutuyorsa, geçim derdini de siyaseten o yönetir.

“Kamu kaynaklarını namusum ve şerefim bilerek amacı dışında harcanmasına göz yummayacağıma…”

Bu cümle, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın önceki gün açıkladığı 2024 Yerel Seçim Beyannamesi’nin girişinde yazılı olan yeminden alındı. Adı da ‘Gerçek Belediyecilik Yemini.’ Siyaset bilimci Doç. Fatih Yaşlı’nın sık kullandığı bir söz var ya hani; “Ne söylüyorlarsa tam tersini yapıyorlar” diye. İşte bu da onun yemine dönüşmüş hali aslında.

Peki böyle bir yemine kim bakıp da inanacak? Ne değeri var ki?

Sorunun yanıtı, yeminden sonra gelen seçim vaatlerinde gizli. Merak edenler için yemin metninin tamamını da verelim:

“Doğruluk ve dürüstlükten ayrılmayacağıma,

Hemşehrilerimiz arasında hiçbir ayrım yapmayacağıma,

Anayasa ve yasalardan ayrılmayacağıma,

Kamu kaynaklarını namusum ve şerefim bilerek amacı dışında harcanmasına göz yummayacağıma,

Dezavantajlı kesimleri gözeteceğime,

Sosyal politikaları güçlendireceğime,

Belediye hizmetlerinin gecikmeden ve kaliteli şekilde icrası için azami gayret sarf edeceğime,

Belediye hizmetleri karşısında herkesin eşit olduğu gerçeğinden hareketle adaletten şaşmayacağıma,

Emaneti hakkıyla ve layıkıyla taşıyacağıma,

Milletim, hemşehrilerim ve tarih önünde namusum, şerefim ve kutsal kitabımız üzerine yemin ederim.”

                                                        ***

                             Erdoğan 2024 Yerel Seçim Beyannamesi’ni okudu (Foto: AA)

22 yılda her bir cümlesinin tam tersi işleri yaptıklarını gösteren yüzlerce örnek sıralamak mümkün. Mesela, henüz yemin metni açıklandıktan bir gün sonra, Anayasa Mahkemesi’nin kararına rağmen Anayasa’yı hiçe sayarak Can Atalay’ın vekilliği düşürüldü. Daha üçüncü cümlede yemin bozuldu yani. Ama Erdoğan için bunlar hiç dert değil. Zira, onun seçimde odaklandığı esas konu geçim sıkıntısı. Gerek seçim beyannamesinde gerekse Murat Kurum’un vaatlerinde öne çıkan tek şey bu. 5 yıldır hınçla sabrettiği, dişini sıktığı İstanbul’u geri alabilmenin yolunun, devleti elinde bulundurmanın avantajını kullanıp ücretli kesimlerin geçim sıkıntısına yoğunlaşmaktan geçtiğine karar vermiş görünüyor. Nitekim seçim beyannamesindeki kentsel dönüşümden ulaşıma kadar bütün vaatler birer sosyal politika olarak ambalajlanmış. 2010’dan beri hemen her seçimde ‘eser siyaseti’ olarak etiketlediği mega projelerden, köprü ve yol yapmaktan, hatta neredeyse bir güvenlik meselesi haline getirdiği Kanal İstanbul’un adını anmaktan vazgeçmiş. Konuşmasında da bunu özellikle vurguladı: “Artık seçim vaatlerimizin odağına büyük projeleri koymuyoruz.”

Bu açıklamasından bir gün sonra Murat Kurum da vaatlerini ortalığa saçmaya başladı. Üzerinde ısrarla durulan konuların başında trafik sorunu geliyor. Kurum uzun uzun trafikte geçen zamana ilişkin yaptıkları hesaplardan bahsediyor. Ve vaadi de İstanbul’da ortalama süreyi 39 dakikaya düşürmek. Bunun yanında ailelere indirim, ilkokul öğrencilerine ücretsiz ulaşım vaadinde bulunuyor. Emeklilerin İstanbul Kartı’na her ay 2 bin 500 lira ek ödeme yapacaklarını, ilk işini kurmak isteyen ev kadınlarına 100 bin lira hibe vereceklerini söylüyor. Sosyal konut yapmak, TOKİ projeleri vs. ise daimi sosyal politika araçları olarak yine sahaya sürüldü.

Kısaca iktidarın propagandasının merkezinde geçim sıkıntısı var. Üstelik bu sefer sosyal yardımla sınırlı bir kaynak transferi değil, söz konusu olan. Direkt, ücretli kesimlerin gündelik harcama yükünü hafifletmeye para kaynakları sunuluyor.

Etkili olur mu, olmaz mı, zamanla göreceğiz. Lakin önemli olan Erdoğan’ın bu gerçekliği İstanbul’u almak için ördüğü siyasetinin merkezine yerleştirmesi. Haliyle bir belediye yönetiminin kolayca halledemeyeceği, yapmak istese bile çoğu merkezi iktidarın elinde olan, yasaların izin vermesi gereken vaatlerle beraber, devletle İBB’yi bütünleştiriyor. Çözümün buradan geçtiğini anlatmaya çalışıyor.

Demek ki; Erdoğan’ı bile o çok övündüğü, daima oya tahvil etmeyi başardığı, milyarlarca liralık kamu kaynağını akıtmaktan çekinmediği ‘eserlerden’ vazgeçmeye mecbur bırakacak düzeyde bir geçim sıkıntısı, iktidarın kapısına dayanmış vaziyette.

Elbette burada sürpriz bir şeyler yok. Fakat Erdoğan’ın bu mecburiyeti, ister çözümü sandıkta ister sokakta görsün, her türden muhalefete de net bir şeyler anlatıyor. Memleketin asli siyasal zemini, henüz muhalefetin iktidarın tekelinden alıp siyasallaştırmayı başaramadığı geçim derdidir. Kendi başına siyasal bir sorun doğurmadan bile iktidarı böylesine sıkıştırıp anlık çözümler üretmeye zorlayan bu zemin, beğensek de beğenmesek de seçimin de anahtarı, değişimin de.

Ve geçim derdi basit bir ekonomik durum değil, bütün toplumsal yapının nirengi noktasıdır. Öyle bir başlıkta yer vererek, upuzun vaatler sıralayarak siyasetin konusu haline getirilmesi olanaksızdır. Doğrudan toplumun belli bir kesiminin çıkarını, diğerlerine karşı savunmayı; adalet terazisinin kefelerinden birine abanmayı gerektirir. Aksi halde devlet olanağı ve bunun dağıtımını kim elinde tutuyorsa, geçim derdini de siyaseten o yönetir.

Bahadır Özgür / duvaR

20 soruda Abdi İpekçi cinayeti: Türkiye’nin cezasızlık tarihinin özeti niteliğinde - Gökçer Tahincioğlu / T24

 

İpekçi cinayeti aydınlatılmak istenseydi, bugün hâlâ hayatımızda olan pek çok isim, henüz yolun başında cezalandırılacak, sonraki kanlı eylemlerine imza atamamış olacaktı.

Abdi İpekçi, kendisiyle özdeşleşen Milliyet gazetesinin Genel Yayın Yönetmenliği'ni sürdürürken, 1 Şubat 1979’da öldürüldü. İpekçi cinayeti dosyası, Türkiye’nin cezasızlık tarihinin özeti niteliğinde. Ancak soruşturma-yargılamalarda yaşananlar ve aktörler, Türkiye’nin içine düştüğü kirli ilişkiler ağından neden çıkamadığının da göstergesi olma özelliğini taşıyor.

İpekçi dosyasında mafyanın devlet tarafından kullanılması, siyasetçiler tarafından ödüllendirilmesi ve hepsinin cezasızlık zırhına büründürülmelerini görmek mümkün. Elbette bütün bunlara imza atan devlet yetkilileri ve siyasetçilerin isimlerini de…

İpekçi cinayeti aydınlatılmak istenseydi, bugün hâlâ hayatımızda olan pek çok isim, henüz yolun başında cezalandırılacak, sonraki kanlı eylemlerine imza atamamış olacaktı.

Ancak 12 Eylül darbesinden sonraki Türkiye kurgusunda bu isimlerin tamamına önemli görevler düşüyordu. Bugün hâlâ devam eden faili meçhul cinayetlere ilişkin davalarda, yasadışı eylemlerde İpekçi dosyasının gölgesi var. O gölge, aynı zamanda Türkiye’nin güneşli günlere neden kavuşamadığını da net biçimde anlatıyor.

Abdi İpekçi

20 soruda Abdi İpekçi cinayeti...

1. Abdi İpekçi, ne zaman, nerede ve nasıl öldürüldü?

Milliyet gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Abdi İpekçi, öldürüldüğünde henüz 50 yaşındaydı. Tehditler alıyordu ama her insan gibi ölümü uzak sayıyordu kendine. Aklında yaklaşan darbeye sürüklenen ülkeyle ilgili ne yapılabileceği vardı. 31 Ocak 1979'da Bülent Ecevit’le görüşmek için Ankara’ya gitti. Aynı gün İstanbul’a döndü, Süleyman Demirel’le telefonla görüştü. Sonra Cağaloğlu’na geldi. Ömrünü verdiği, ismi kendisiyle bütünleşen gazetesi Milliyet’e… Sami Kohen’in İran dosyasını inceledi, gazeteye basılması talimatı verdi. Sonra uzun süredir çalıştığı kaçakçılık dosyasını inceledi. Eşine, telefonla akşam için hazırlanmasını söyledi, 19.30’da gazeteden çıktı. Çok sevdiği mavi arabasını İstanbul yağmurunun altında kullandı, Nişantaşı’ndaki evine geldi. Sonradan adının verileceği Emlak Caddesi’ne geldiğinde trafik sıkıştı, 70 metre uzaklıktaydı evi… Motor gürültüleri, akşam evine dönen insan kalabalığının sesleri arasından çınlayan otomatik bir silah sesi dünyayı durdurdu. Mavi arabanın camında küçük bir delik açılmıştı. O delikten bir silah uzandı. Ardı ardına tetiğe basıldı. Önce kollarından vuruldu İpekçi, şaşkınca katilinin yüzüne baktı. Üç el daha patladı silah. Üçüncü kurşun, cebindeki kalemi parçaladı. Kalemi kalbinin tam üzerindeydi. Kalbi de yaralandı. Ardından iki daha ateş edildi, saldırgan koşarak ileride bekleyen arabaya binip kaçtı. İpekçi’nin başı direksiyonun üzerine düştü. Araba cadde girişine kadar kaydı, aydınlatma direğine çarpıp durdu. Hemen hastaneye kaldırıldı ama kurtarılamadı. Türkiye, İpekçi cinayetinden sonra geri dönülemez bir noktaya hızla koştu. Yepyeni bir tarih defterinin sayfaları açıldı.


Milliyet gazetesi, genel yayın yönetmenlerinin öldürüldüğünü böyle duyurdu

2. Abdi İpekçi’nin katili nasıl belirlendi?

Cinayetten sonra onlarca kişi tek bir eşkâl verdi. Bu eşkâl bilgisi, Mehmet Ali Ağca’nın tetikçi olduğunu açığa çıkardı.

3. Ağca kimdir, nasıl yakalandı?

Ağca, cinayeti işlediğinde henüz 21 yaşında, Malatyalı yoksul bir ailenin çocuğuydu. Ağca’nın izine İpekçi’nin ev adresinin yazdığı sayfanın yırtılmış olduğu bir telefon rehberinden ulaşıldı. 5 ay sonra İstanbul’da Küllük Kıraathanesi’nde kâğıt oynarken yakalandı.

Dönemin Sıkıyönetim Askeri Savcısı Ahmet Koç'un 2010’da yaptığı açıklamaya göre, polis, yakalandıktan sonra katilin evini aramak için iki hafta bekledi, üzerinden çıkan adres ve telefonları tam 1,5 ay boyunca araştırmadı.

Ağca, Bahçelievler Katliamı'nın hükümlüsü, Susurluk kazasında ölen Abdullah Çatlı’nın tetikçilerindendi. Cinayete ismi karışan Oral Çelik, Mehmet Şener, Yavuz Çaylan, Yalçın Özbey gibi. Bahçelievler katliamının öncesi ve sonrası itinayla korunan, kahramanlaştırılan çete, İpekçi cinayetini de gerçekleştirmişti.

4. Ağca, cinayeti neden işlediğini söyledi mi?

Ağca, yakalandığında çok rahattı. İlk ifadesinde, "İsyan ettiğim için öldürdüm. Açıklayacağım tek şey sağ veya sol eylemci olmadığımdır; bağımsız, tek başına terörist olduğumdur" dedi.

6 ay sonra bundan sonra hep yapacağı gibi ifadelerini değiştirdi, suçlamaları reddetti.


Cinayet sonrası Ağca'ya yaptırılan tatbikat

5. Ağca, cezaevinden nasıl kaçtı?

Ağca, yakalandıktan tam 128 gün sonra, 25 Kasım 1979’da Maltepe Askeri Cezaevi’nden, bir askerin üniformasıyla firar etti. Üniformanın sahibi Bünyamin Yılmaz, yıllar sonra, “Ağca'nın kaçırılması için bana emir verildi. Söz verdim, tükürdüğümü yalamadım. Tek başıma kaçırdım” dedi. Firar sırasında topçu er olarak Maltepe Cezaevi'nde askerlik yapan Yılmaz, Ağca'nın cezaevinden gönderdiği pusulayı götürdüğü Oral Çelik'in kendisine 20 bin lira ile iki silah verdiğini, bunları İpekçi'nin katili Ağca’ya teslim ettiğini açıkladı. Yılmaz, “Gittik, Oral Çelik geldi, konuştuk. Bana 20 bin lira para, iki tane de silah verdi. Bunları aldım, Ağca'ya teslim ettim bunları. Teslim ettikten sonra elbise hazırlığına başladım. Kendi asker elbisemi götürdüm Ağca'ya verdim, ‘Güzel bir asker tıraş ol’ dedim. Yanılmıyorsam 11. ayın 23'ü veya 24'üydü... 24'üydü. Saat yedi-sekiz sıralarıydı, alt koğuşa inmesini söyledim. 1-3 nöbetim vardı. Yarım saat kala Ağca'yı çağırdım. Alt tarafta nöbetçi, üst tarafta iki tane nöbetçi var. Alttaki koğuşla üstteki yedi-sekiz koğuş ayrı. Herkesin kafası karışık. Öyle bir olayın olacağını kimse düşünmüyor. 'Nöbetçilere parolayı söyleyip geçtik'" dedi.

Ağca da kaçışı için, “Bünyamin Yılmaz denilen bir asker çocukla karşılaştım. Ona masum olduğumu anlattım. Benim cinayet işlemediğime inandı. Bana yardım etmesini istedim. Biraz ülkücü sempatizanıydı. Tek başına yardım etti bana. Burada birçok astsubay, asker ve er şüphe altına girmiş. Gerçekten çok üzüldüm. Hiçbir insanın sorumluluğu yok, sadece Bünyamin Yılmaz vardı... Bana asker elbisesi getirdi, ilk kez Mehmetçiğin elbisesini giydim... Asker elbisesiyle çıktık. Çıkarken bir olayı unutamam... Benim bir ayağım dışarıda, bir ayağım içeride. Tam çıkıyorum, nöbetçi asker, 'saat kaç?'  dedi. Allah Allah... Soğukkanlılığımı korudum, saate baktım, hiç unutmuyorum üçe çeyrek vardı...” açıklamasını yaptı.

Yılmaz, daha sonra yakalandı ve 8 yıl cezaevinde yattı.

Ağca, Milliyet’e bir mektup gönderdi. Ağca, Milliyet’in 27 Kasım 1979 tarihli baskısında yayımlanan mektupta Papa’yı öldürmek için kaçtığını yazıyordu

6. Ağca, cezaevinden kaçtıktan sonra ne yaptı?

Kaçışını organize eden, Abdullah Çatlı liderliğindeki ülkücü ekip, yurtdışına kaçırılmasını da sağladı. Gitmeden önce yine Milliyet’i, bu kez mesaj vermek için seçti. Gazeteye telefon açıp, posta kutusunun kontrol edilmesini söyledi. Boştu kutu. İkinci telefon, çöpe bakmaları içindi. Çöpten, yeni cinayet planının hedefindeki isim çıktı: Papa…

7. Papa suikastı girişimi nasıl gerçekleşti?

Ağca, Türkiye’den kaçırıldıktan sonra İtalya’da Papa II. Jean Paul’e suikast girişiminde bulundu. Papa, 13 Mayıs 1981’deki olay sırasında Vatikan'ın Aziz Petrus Meydanı'nda 10 bini aşkın izleyicisini üstü açık arabası ile selamlamaktaydı. Ağca, Browning marka 9 mm. yarı otomatik tabanca ile üç mermi ateşledi. Papa, elinden ve karnından vuruldu. Ağca, olay yerinde yakalandı. Papa ise 5,5 saat süren bir ameliyatla kurtarıldı.

8. Ağca ne kadar hapis yattı?

Ağca, Papa suikastı sonrasında yargı sürecinde sürekli olarak değişik ifadeler verdi ve akıl sağlığından yoksun bir görüntü çizmeye çalıştı. Soruşturma ve yargılama aşamasında 128 farklı ifade veren Ağca, kendisini Mesih ilan etti. Mahkeme heyeti 22 Mart 1986'da Ağca'yı ömür boyu hapse mahkûm etti. Ağca, suikast girişimi nedeniyle İtalya'da 19 yıl 1 ay cezaevinde tutuldu ve 14 Haziran 2000'de Türkiye'ye iade edildi.

Mehmet Ali Ağca'nın 1981 yılında Polonyalı Papa II. Jean Paul'e suikast girişiminde kullandığı ve Roma'da adli emanette saklanan tabanca, 33 yıl sonra ilk kez gün yüzüne çıkarıldı

9. Papa suikastı ile İpekçi suikastı arasında nasıl bir bağ var?

Her iki eylem, aynı isimler tarafından planlandı ve gerçekleştirildi. Çatlı önderliğindeki suç örgütü Bulgar gizli servisi ile de bağlantılıydı. Bulgaristan’dan yapılan uyuşturucu ve silah kaçakçılığı ile de bağlantılı oldukları konuşuluyordu. Papa suikastının da Bulgar gizli servisi tarafından Çatlı’ya verildiği, Çatlı’nın tetikçi olarak Ağca’yı seçtiği kamuoyuna yansıdı. Ancak bu iddiaların hiçbiri net biçimde doğrulanamadı. İpekçi suikastının da Çatlı’yı kullanan devlet içindeki güçlerin talimatı ile gerçekleştirildiği iddia edildi. Böylece 12 Eylül’e giden yolun kapısı da açıldı. Çatlı, gizli servislerin başvurduğu suç örgütünün lideri konumundaydı.

10. Çetenin devlet bağları açığa çıkarıldı mı?

Zaman içerisinde bütün bağlantılar açığa çıktı ama bütün bu suçların tamamı neredeyse cezasız kaldı. Bahçelievler Katliamı’nın hükümlüsü Haluk Kırcı da Çatlı’ya bağlı isimlerden biriydi. Ağca gibi Kırcı da, “yanlışlıkla” tahliye edildi, daha sonra gözaltına alınıp bırakıldı. Arandığı dönemde Erzurum'da evlenen Kırcı'nın nikâh şahidinin, o sırada Erzurum Valisi olan Mehmet Ağar olduğu ortaya çıktı. Cezaevinden kaçırıldıktan sonra Ağca'nın evinde saklandığı isim Çatlı’ydı. Çatlı, Ağca'yı yurtdışına çıkardıktan sonra da koruduğunu açıkladı. “Devlet görevlisi–mafya–siyaset” ilişkilerini ortaya koyan Susurluk skandalından sonra ceza alan eski Özel Harekât Daire Başkanvekili İbrahim Şahin’in, Çatlı ile birlikte düğünde oynarken çekilmiş fotoğrafları açığa çıktı. Ankara’da 1993-96 arasında 19 faili meçhul cinayet, Çatlı’nın ekibi ve özel harekât polisleri tarafından işlendi.  Öldürülenler, dönemin başbakanı Tansu Çiller’in açıkladığı, “PKK’ya destek veren iş adamları” listesinde sıralanan isimlerdi. Bu isimler arasında Çatlı ve ekibinin devletten aldığı ihaleleri araştıran bürokratlar, usulsüzlüğe engel olmak isteyen kamu görevlileri ve avukatlar da vardı. Yıllar boyu Çatlı ve ekibinin devlet tarafından himaye edildiği net biçimde anlaşıldı.

11. Ağca’nın yurt dışına nasıl kaçtığı ortaya çıktı mı?

Açığa çıkan bilgilere göre, İpekçi cinayetinden 15 gün önce Ziraat Bankası Malatya Şubesi'ne Ağca adına 100 bin lira yatırıldı. Ağca ile aynı örgütteki Oral Çelik ve Mehmet Şener Malatyalıydı. Aynı örgütten Yalçın Özbey de liseyi Ağca'nın Malatya'daki okulunda bitirmişti.

Ağca, askeri cezaevinden kaçırıldıktan bir süre sonra, Oral Çelik tarafından Abdullah Çatlı ve Haluk Kırcı'nın memleketi Nevşehir'e götürüldü. Öldürülen gazeteci Uğur Mumcu’nun yazdığı bilgiler, Abdullah Çatlı, Mehmet Ali Ağca, Mehmet Şener ve arkadaşları Ömer Ay’ın Nevşehir Emniyet Müdürlüğü'nden aldıkları sahte pasaportlarla yurtdışına çıktıklarını ortaya koydu. Özel Harekât Daire Başkanvekili İbrahim Şahin de o yıllarda Nevşehir Emniyeti'nde çalışıyordu. Nevşehir o dönem çetenin kalelerinden biriydi. Haziran 1980'de CHP Nevşehir İl Başkanı avukat Mehmet Zeki Tekiner ile bir arkadaşı üç ülkücü tarafından öldürüldü. Nevşehir'de cenazeye katılan Bülent Ecevit ve CHP'lilere yaylım ateşi açıldı, yedi kişi yaralandı. Tekiner’in tabutunun üzerinde de 13 kurşun deliği vardı. Bu cinayetten dolayı ömür boyu hapse mahkum edilen isim, Papa'ya suikast girişiminde Ağca'nın yanında olduğu iddia edilen ve halen İyi Parti Nevşehir İl Başkanı olan Ömer Ay'dı. Nevşehir Emniyeti'nden Ağca'ya verilen pasaportun numarası, “136 635”, Ay'a verilen pasaportun numarası da, “136 636” idi! Yıllar sonra Nevşehir Emniyeti'nin pasaport bölümünde çıkan yangınla bütün kayıtlar yok edildi.

12. Ağca, İpekçi cinayetinden dolayı ceza aldı mı, cezası infaz edildi mi?

Ağca, Papa’ya yönelik suikast girişimini gerçekleştirdiği dönemde, gıyabında yargılandı. Hakkında yapılan yargılamadan sonra Ağca, önce idam cezasına çarptırıldı. Cezası, idam cezalarının kaldırılmasının ardından ağırlaştırılmış müebbet hapse çevrildi. Önceki gasp suçları da cinayet suçuyla birleştirildi ve tek bir ağırlaştırılmış müebbet hapse mahkûm olması kararlaştırıldı. 14 Haziran 2000’de Türkiye’ye iade edilmesinin ardından cezasının infazı başladı.

13. Ne kadar yatması gerekiyordu, ne kadar yattı?

Siyasi nedenlerle işlenen cinayetlerde ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası alanlar ömür boyu cezaevinde kalıyor. Ceza siyasi nedenlerle, terör örgütü suçlarından verilmemişse mevcut kanunlara göre kesintisiz 30 yılın cezaevinde geçirilmesi gerekiyor. 1991’deki Terörle Mücadele Kanunu değişikliğiyle, bu tarihten önce işlenmiş suçlarda müebbet hapis cezalarının 10 yıla düşürülmesi kuralı getirildi. Ağca da bu düzenlemeden yararlandırıldı. Ancak şaşırtıcı biçimde ilk tahliye kararı 12 Ocak 2006’da geldi. 8 gün sonra hesap hatası denilerek, cezaevine geri getirildi. İpekçi cinayeti dışında gasp suçundan da 36 yıl hapse mahkûm edilen, ancak bu cezaları toplanan Ağca’nın cezaları yeniden toplandı, çıkartıldı, bölündü, çarpıldı. İnfaz süresi 8 yıl 8 ay olarak hesaplandı. 2010’da cezasını tamamladığı belirtilerek, serbest bırakıldı. Papa’yı yaraladığı için 19 yıl hapis yatan Ağca, İpekçi’yi öldürdüğü için sadece 10 yıl cezaevinde kaldı.

14. Ağca, tahliye edildikten sonra ne yaptı?

Ağca, bir televizyon programına katılmak için İstanbul’a gitti. Yanında gönüllü korumaları, alkışlayan taraftarları vardı. Firarına yardımcı olan, suikastlarına yardım eden dokunulmaz kader arkadaşları da yanındaydı. Hemen ardından Ağca’ya şov programı önerildi, köşe yazarlığı, televizyon yıldızlığı teklifleri geldi. Ağca, hiçbir iş yapmadan kaynağı belirsiz paralarla hep rahat yaşadı.

15. Ağca’nın suç örgütündeki arkadaşları hangi cezaları aldı?

İpekçi cinayetine karıştığı belirlenen isimlerden Yalçın Özbey, yurtdışına kaçtı. 2006’da Belçika'da işlediği suçlarla ilgili olarak tutuklandı. Türkiye’deki dosyası 2010’da zamanaşımına girdi. 1995’te Almanya’da MİT tarafından sorgulandığı, tutanakların imha edildiği anlaşıldı. Belçika’da geçen yıl farklı bir suçtan tutuklandığı, ancak Türkiye’ye iade dosyasının yargılamada dikkate alınmadığı ortaya çıktı.

Mehmet Şener hiç yakalanamadı. 1999’da davası zamanaşımına uğradı.

Papa suikastında ceza almaktan, “Benim yanımdaydı” diye ifade veren Çatlı sayesinde kurtulan Oral Çelik ise 1997’de İtalya tarafından Türkiye’ye iade edildi. Birçok davası zamanaşımından düştü. İpekçi cinayeti nedeniyle tutuksuz yargılandı ve aleyhindeki tüm delil ve raporlara rağmen beraat etti. 1998’de Malatyaspor Başkanı oldu. 1999’da farklı bir suçtan 3 ay hapis yattıktan, nedense korunmayan bir tanık ifadesini geri alınca, mağdur olmaması adına tahliye edildi ve sonra davası düştü. İlerleyen yıllarda Ağca’yı kaçıranın kendisi olduğunu açıkladı ama 2006’da bu nedenle açılan soruşturma da takipsizlikle bitti. Çelik, ne Papa’ya yönelik suikast girişiminden ne de İpekçi cinayetinden dolayı ceza aldı.

Ağca’yı Nişantaşı’na götürüp kaçıran isim olan Yavuz Çaylan, sadece 10 yıl ceza aldı, birkaç yılda kurtuldu.

İpekçi’nin kızı Nükhet İpekçi

16. İpekçi ailesi, 45 yılda gelişen bütün bu olayları nasıl karşıladı?

İpekçi’nin katledilişinin 30. yılında kızı Nükhet İpekçi , Milliyet için kaleme aldığı yazıda, “Otuz yılda, insan epeyce bilgileniyor. Mesela benim otuz yılım, hep aynı bilgiyle yaşayıp, o bilginin bilinmemesi için gösterilen çabaları izlemekle geçti” ifadelerini kullandı.

Nükhet İpekçi, 2021’de babasının mezarı başındaki anmada yaptığı konuşmada da şunları söyledi:

"Geçmiş, geçip gitmediği için bazı sözler sürekli söylenmek zorunda. Kabak tadı da verse söylenmek zorunda. Herkesin bildiğini, kimse resmen görmez söylemezse, söz söyleme gereği doğan böyle bir yıldönümünde şaşkın bir aymaza benzetilme pahasına, yine aynı soruları sormak zorundayım. Çünkü aslında bu kalakaldığımızın resmi. Artık kalakalmayalım, artık bu kadar çok oyuna gelmeyelim. Bizi bu kadar çok öldürenlere karşı hep birlikte, 'bir dakika' diyebilelim diye sürekli tekrarlama gereği hissediyor. Tıpkı bir papağan gibi tekrarlayıp kayıplarımızı virgüllerle sıralıyoruz ve sonunda 'kimler yaptı?' diye soruyoruz. Çünkü elimizde somut bilginin, resmi tebliği yok. Örgütleyenler, emir verenler, oyuncular, yardımcı oyuncular, gizleyenler, şahitler, görevi kötüye kullananlar nerede? İpuçları nerede? Yok edilmiş bilgilerin izi nerede? Kaçırılmış ve yeşil pasaportlarla devlet görevlisi olarak dolaştırılmışlar nerede? Ve hatta dosyalar nerede? Bütün bunlar varken yok edilmişse, hiçbirinin gereği yapılmamışsa acaba biz her şey 'kabak gibi aydınlık' diyebilir miyiz?"

17. Ağca’nın arkadaşları nasıl kurtuldu?

Davayı yıllarca takip eden Avukat Turgut Kazan, İpekçi cinayetinin nasıl örtbas edildiğini anlatırken çarpıcı örnekler verdi. Kazan, Çelik’in uyuşturucu kaçakçılığından yurt dışında cezaevinde yattıktan sonra Türkiye’ye iade edildiğini ve uçaktan inerken çekilen fotoğraflarının medyaya yansımasının ardından sürpriz bir tanığın ortaya çıktığını anımsatarak, “Ben valiye sordum, çok ciddi bir tanık dedi, o günkü vali. Ama o tanık ile öyle bir oynandı ki. Doğrudan mahkemeye yönlendirilmesi gerekirken tatbikatlar yapıldı, televizyonlar gösterdi ve adam giderek sonunda öyle bir panikledi, öyle bir korkuya kapıldı ki bir çeşit sonuçta hayır benim gördüğüm adam bu değildi diye bir teşhise zorlandı" dedi.

Kazan, Yalçın Özbey konusunda ise şunları anlattı:

“Almanya’da uyuşturucudan cezaevinde yatan Özbey, ısrarla, ‘benim çok önemli söyleyeceklerim var, Türk Konsolosluğu’na haber verin’ diyerek, cezaevi yönetimine başvurdu. Cezaevi yönetimi de bunu konsolosluğa bildirdi. Sonuç olarak Özbey ile görüşen konsolosluk görevlisi, Özbey’in çok önemli şeyler söylemek istediğini belirterek, durumu Dışişleri Bakanlığı’na iletti. Dışişleri Bakanlığı da nereye bildirebilir, adam dosyada sanık, bir dosyası var, savcılığa bildirmeleri gerekir hiç değilse. Ama emniyet ve MİT’e bildiriyor. O tarihte Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar’dı. MİT ve emniyet sanıyorum ikişer kişi görevlendiriyor. Ama bir soruşturma dosyası var. Bir savcılık var. Ona haber verilmeden gidiyorlar. Dört gün ifadesini alıyorlar. Sabahtan akşama kadar. Türkiye’de hiç kimsenin haberi olmuyor.  Özbey, Almanya’da tahliye olduktan sonra bir gazeteciye İpekçi cinayeti ile ilgili, ‘bildiklerimin hepsini resmi görevlilere söyledim’ demesinin ardından Meclis’te konuyla ilgili soru önergesi verildi. İçişleri Bakanlığı’nın önergeye verdiği yanıtta, Almanya’da konsolosluk, Dışişleri Bakanlığı, MİT ve emniyet mensuplarının Özbey ile yaptıkları görüşmelerin tutanaklara bağlandığını anlatıyor. Bunun üzerine Özbey’in beyanlarının dosyaya gelmesi için emniyet ve MİT’e mahkemeden yazı gitti. Cevap geldi iki yerden de, ‘içinde önemli bir şey yoktu, 5 yıl geçtiği için imha edildi’. MİT görevlileri mahkemeye geldi, ikisi de bir şey anımsamıyordu."

Abdi İpekçi'nin cenaze töreni

18. Bu ifade ortaya çıkarılamadı mı?

Sadece bir bölümü, 2006’da Milliyet tarafından haberleştirildi. Açığa tutan tutanaklarda, Özbey’e, devlet için ne yapabileceğinin sorulduğu, onun da her şeyi yapabileceği yanıtını verdiği ortaya çıktı. Özbey, ifadesinde, "Türkiye'deki eylemlerini söylesem aklın durur" dediği Ağca'nın işlediği suçların, "yüzde 25'inin ferdi olduğunu" kaydetti. Söz konusu ifadeler, dönemin İçişleri Bakanı Sadettin Tantan'ın talimatıyla başlatılan soruşturmada hazırlanan müfettiş raporuna girdi. Bu nedenle tutanaklarda, "1995'te Almanya Marl Narkotik Şube Müdürlüğü'nde Yalçın Özbey ile yapılan görüşmenin band tapesi" başlıklı sorgu tutanağının üzerinde görevli 'başmüfettiş'in talebi üzerine tasdiklenmiştir. 26/06/1999" ifadesi yer aldı. Büyük bölümü gizlenen tutanaklara göre, Özbey, şunları anlattı:

“Ağca, Carlos gibi bir adam olmak istiyordu. Cezaevinde büyük bir tokat attı Hacı Çapan'a. 90 kilo malının üstüne oturdu. Etrafında bir sürü insan vardı. İşte o zaman o olaya toplanmışlardı. Mehmet Şener, Oral (Çelik), Abdullah Çatlı ve diğerleri. Belli bir güç oluşturmak için, bir fanteziden başka bir şey değildi. İpekçi konusunda mesela Mehmet Şener'in ufak bir fonksiyonu oldu. Biz Ankara'ya gittiğimiz zaman oturup patronlarımıza, büyüklerimize, 'İpekçi konusu budur' diyebileceğimiz bir şey, basına falan yansıması söz konusu değil. Devlet bilsin yeter. Ben gerekirse Türkiye'ye gelirim. Papa işi öyle, işi bilen uzmanlar bana sorar, ben cevaplarım. Araba benim arabamdı. Fakat ben arabayı Mehmet Şener'e borçlanmıştım. O beni tezgâha getirdi. Arabayı ona verdim. O araba sonradan bu hadiselerde kullanıldı. Demirel hükümetleri af çıkardı. Ben gittim Kırşehir'de imtihana girdim. O arada da Ağca kaçırıldı. Kaçarken de benim arabam kullanıldı. Hedefte aslında Doğu Perinçek, Uğur Mumcu vardı, ama uyanık, tedbirli insanlardı. İpekçi olayında bilgiyi alan, istihbaratı yapan Ağca'ydı. Kendisi belirledi. Yavuz (Çaylan) da arabayı kullanmıştı. Önce camdan ateş ediyor, sonra yürüyor, öbür taraftan tekrar ateş ediyor. Mehmet Şener tip bir insandır. Mehmet Ali'nin eyleminden faydalanıp kariyer yapmak istiyordu. Mehmet Ali de yakalanınca ilk onun adını verdi. Mehmet Ali tam psikopat. Türkiye'de onun yaptığı eylemleri ben söylesem aklın durur. Yüzde 25'ini ferdi olarak gerçekleştirdi. Ağca'da bir kompleks vardı. Kendine aşırı derecede güven. Ondan sonra parmağı kuvvetli. Yani muazzam silah kullanabilen. Delice bir cesaret. İpekçi vurulduğunda Oral, ben, Mehmet Ali aynı evde kalıyorduk. Epey eyleme ben de katıldım. Ahmet Kaçmaz'a yapılan bir şey oldu, Mihri Belli'ye sıkılan bir kurşun oldu. Çok büyük soygunlar oldu Ankara'da. Oral ayrıldı, gitti. Sonra baktık resimler gazetelerde dergilerde yayımlanınca, 'artık gidelim' dedik Avrupa'ya. Amaç sansasyon yaratmaktı. İnan samimi söylüyorum, tesadüfen olan bir hadise İpekçi. O cezaevinden kaçma olayını da Oral organize etti, para karşılığında. Ağca, 3-5 sene içerisinde çıkar.”

19. Ağca, şu an ne yapıyor?

Son yıllarda çeşitli televizyon programlarına katılan Ağca, artık ciddiye alınmayan bir figüre dönüştü. Yaşamı boyunca yaptığı gibi tutarsız ifadelerini sürdürdü. İpekçi’yi kendisinin değil Mehmet Şener’in azmettirmesiyle Yalçın Özbey’in vurduğunu da söyledi, tetikçinin bir başkası olduğunu da. Papa’ya yönelik suikast girişimini ise Türkiye’de serbest kaldıktan sonra açıkça üstlendi.

20. İpekçi ailesinin adalet mücadelesi sürüyor mu?

Evet. Aile sadece İpekçi için değil diğer faili meçhul cinayetlerin araştırılması için de mücadele ediyor. Bunun için geçmişe dönük bir araştırma komisyonu kurulması önerisini de sürekli gündeme getiriyor.

Gökçer Tahincioğlu / T24

Siirt’te, Cengiz Holding’in madeninde ölen ve suçlu çıkartılan üç çalışandan, Can Atalay’a uzanan yol - Gökçer Tahincioğlu / T24

 

Can Atalay’a yapılanlarla Siirt’te can veren maden çalışanlarının ölmelerine rağmen “asli kusurlu” ilan edilmeleri arasında güçlü bir bağ var. “Dokunulmazlar” ve “her durumda dokunulabilir olanlar” var…
TBMM Genel Kurulu’nda, Can Atalay’ın milletvekilliğinin düşürüldüğü saatlerde, Türkiye’nin dört bir yanında, onlarca dava devam ediyordu.

Soma’da madende can veren işçilerin davası…

Amasra’da madende can veren madencilerin davası…

İşkenceyle sorgulanan öğrencilerin davası…

İstismara uğrayan çocuğun annesinin mücadelesi…

Şiddet gören kadınların, emeği sömürülmüş çalışanların, kayıp yakınını arayanların davaları…

***

Elbette bütün bu davaları gönüllü biçimde takip eden avukatların başlarına gelenler sürpriz değil. Sistemli biçimde cezaevine giriyor olmaları da… Selçuk Kozağaçlı ve avukat arkadaşları boşuna cezaevinde değil. Atalay boşuna cezaevinde değil.

***

Atalay’ın cezaevine nasıl girdiğine, nasıl “terörist” ilan edildiğine bakalım…

Gezi eylemleri sırasında hiçbir şiddet eylemine katılmamasına, şiddet çağrısı olmamasına rağmen, demokratik protesto hakkı çerçevesinde neler yaptığına ve yapmadığına…

Yıllarca Gezi davasında tutuksuz yargılanmasına rağmen İstanbul’dan ayrılmayan, karar duruşmasında bile salonda tutuklanacağını bilerek bekleyen Atalay’ın vekilliğinin düşürülmesi bir dizi şaşırtıcı kararın sonunda gerçekleşti. Üstelik vekilliğinin düşürülüp düşürülmediği bile tartışmalı…

Gezi davasında beraat veren heyet dağıtılarak, çorbaya dönüştürülen davada verilen 18 yıl hapis cezası…

Anayasaya aykırı biçimde, vekil seçilmesine rağmen durdurulmayan, kesin karara bağlanan davada 18 yıllık hapis cezasının onanması…

Anayasa Mahkemesi’nin hak ihlali tespitine rağmen tahliye edilmemesi…

İkinci hak ihlali tespitine rağmen yine tahliye edilmemesi…

TBMM’nin AYM kararına rağmen vekilliğini düşürmesi…

Bu yapılırken anayasaya aykırı biçimde kesin hükmün değil, AYM kararına uyulmaması kararının okunarak usul hatası yapılması…

İçtihatlar, uygulamalar, yasalar, anayasa… Hepsi gözardı edildi Atalay’ı cezaevinde tutmak için. Ve Anayasa Mahkemesi’nin sistem dışına itilmesi için Atalay da sembol seçildi…

Siirt'in Şirvan ilçesindeki Cengiz Holding'e bağlı Etibakır madeni

Buradan Siirt’e uzanalım… 23 Kasım 2023 gecesine.

İki mühendis Zekayi Can Çalık ve Emre Gökduman, o gece Siirt Şirvan’a bağlı Maden Köyü’ndeki Cengiz Holding’e ait Etibakır madenine çağrıldılar. Görevli personel Orhan Gültekin de onlarla beraberdi.

Madendeki çalışma sırasında operatör, riskli bir durum olduğunu anlamış, onları haberdar etmişti.

İçeriye girdiler. 1030 metre kotunda, yüzeyden yaklaşık 270 metre derinlikte iş makinesi çalışma yapıyordu.

Bu bölümde tahkimat yapılması gerekiyordu zira betonla sıvanarak kapatılan bir bölge, çalışmaların sürmesine engel oluşturuyordu.

Bu sırada ana kayaç, riskli beton tahkimatı patlattı ve Çalık, Gökduman ile Gültekin bakır madeninde hayatlarını kaybettiler.

***

Üç çalışanın ölümü üzerine soruşturma başlatıldı. Adli soruşturma kapsamında, üç kişilik bilirkişi heyetinden rapor talep edildi.

Raporun sonuç bölümü çarpıcı:

“…Yönetici ve denetleyici yetkisi olan ve çalışanları sevk ve idare eden Vardiya amiri ve Daimi Nezaretçi yetkilisine haiz ve sorumlu olduğu kısımla ile ilgili belli bir tecrübeye ve donanıma Vardiya Amirleri Maden Mühendisleri Düzenli ve disiplinli bir üretim için kilit rol oynar. Yönetimden aldığı direktifler doğrultusunda faaliyetleri takip etmekten, kontrol etmekten, işçileri sevk ve idare etmekten de sorumludur. Mühendislerin İş Sağlığı ve Güvenliği eğitimi aldığı halde, ciddi ve yakın tehlikenin olma ihtimalinin yüksek olduğu bir alanda hiçbir güvenlik önlemi almadan, ayrıca çalışan iş makinesine çok yakın durduğundan,

“….kendisinin ve arkadaşlarının güvenliğini tehlikeye attığından, kontrol, denetim ve gözetim görevini yeterince yapmadıklarından, işveren adına çalışanlara talimat verme yetkisi olduğundan işveren sayılır” hükmü göz önünde bulundurularak; Vardiya amirleri Maden

Mühendisleri Müteveffa Zekayi Can Çalık ve Müteveffa Emre Gökdüman’ın bu kapsamdaki

görev ve sorumluluklarını yerine getirmediği ve yaşanan olayda asli kusurlu oldukları,

Yaşanan ölümlü kaza olayında başkada bir kimsenin ihmali olmadığı…”

***

Ölenler bütünüyle asli kusurlu… İşverenin kusuru yok, denetim görevlilerinin kusuru yok, taşeronun kusuru yok…

Olamaz mı, olabilir elbette.

Ancak böyle bir ülkede, böyle raporları olduğu gibi kabul etmenin de imkânı yok…

Zira bu ülkede, 12 Eylül’de öldürülenlerin yakınlarına, anayasaya göre yargıya başvurma hakları olmadığı dönemde yargıya başvurmadıkları için, “ihmalkâr davrandıkları” suçlaması yöneltildi.

Bütün yönetmeliklere uygun yapıldığı söylenen, 85 kişiye mezar olan binanın depremde çökmesi, depremin şiddetiyle açıklandı.

Polis kurşunuyla ölen slogan attığı için, gaz fişeğiyle ölen sokağa çıktığı için suçlu ilan edildi.

Nasıl olacak da bu raporlara bütünüyle güven duyulabilecek ki?

Cengiz Holding'e bağlı Etibakır madenindeki göçük sonrası, 2023

Bunun üzerine ölenlerin yakınlarının avukatları Sercan Aran ve Mustafa Avcıoğlu, uzman bilirkişiye başvurarak görüş istedi.

Bilirkişi, “uzman tespiti” adı altında düzenlediği raporda, savcılığa iletilen resmi bilirkişi raporunun tam aksi yönünde görüş bildirdi ve şunları kaydetti:

“…kırıcılı iş makinesi ile daha önce galerinin sağ tarafında meydana gelen göçüğün temizlenerek tahkimatın yenilenmesi için çalışmaya başlanılması esnasında galerinin sol yan tarafında bulunan ana kayacın beton tahkimatı patlatarak akması neticesinde üç kişi, akan kayaçlar altında kalarak “İş Kazası” sonrası hayatlarını kaybetmişlerdir.

Meydana gelen iş kazasında asıl neden göçük olan bölgede ileriye dönük olarak planlanan galeri nedeniyle galerinin tamamında 1,5 metrede yapılmış olan demir bağ (X/A) tahkimatının yapılmadan ve çelik hasır konulmadan, sözkonusu bölgenin püskürtme betonla kapatılarak güvenli bir görünüm verilmiş olmasıdır.

Bu durumun İşyeri Yöneticileri tarafından bilinmesine rağmen hayatını kaybeden vardiya mühendislerinin görev ve sorumluluklarını yerine getirmedikleri ve yaşanan olayda asli kusurlu oldukları düşündürecek ifade, bilgi ve belge sunmaları anlaşılır değildir.

Tüm yöneticilerin ifadeleri şablon şeklindedir. Kaza sonrasında MİGEM tarafından işletme hakkında durdurma kararı verilmiştir. Bu nedenle kazanın oluşumunun Yönetimin Planlama ve Organizasyon hatasından kaynaklandığı açıktır, asli kusurlu işveren ve işveren vekilleridir.”

***

Olay yeri fotoğraflarında daha önce göçük yaşanan bölgede sadece betonla sıvama yapıldığı, diğer güvenlik önlemlerinin alınmadığı açıkça görülüyor.

Mesele suçlu bulmak değil, mesele kimsenin hiçbir zaman sorumlu olmaması.

Mesele, bir biçimde hep ölenin suçlu ilan edilmesi.

Mesele hiçbir zaman bazı isimlere, bazı şirketlere, bazı bürokratlara, bazı siyasilere uzanılamaması… Bu yapılamadığı için de bütün sorunların ve adaletsizliklerin sürüp gitmesi…

***

Can Atalay’a yapılanlarla Siirt’te can veren maden çalışanlarının ölmelerine rağmen “asli kusurlu” ilan edilmeleri arasında güçlü bir bağ var.

O bağ gösteriyor ki dokunulmazlık milletvekilliği ile kazanılan bir ayrıcalık değil.

Vekil de olsanız, bakan da olsanız “dokunulabilir” mesafede duruyorsanız başınıza gelmeyen kalmıyor.

Maden işçisi ya da milletvekili, avukat ya da çocuk işçi… Fark etmiyor.

“Dokunulmazlar” ve “her durumda dokunulabilir olanlar” var…

Ve bu ikilik düzeni bitmeden, hiçbir mızrak, hiçbir çuvala sığmıyor.

Gökçer Tahincioğlu / T24