2 Şubat 2024 Cuma

Bir koçbaşı olarak cumhuriyetçilik - İlke Dündar / GELENEK

 

Çünkü saldırı, Kuruluş’adır. Cumhuriyet Kuruluş, Kuruluş ise Kurtuluş’tur. Saldırı, yerinde karşılanmak durumundadır.

Cumhuriyet, siyasal iktidarın veraset usulünün ırsî, meşruiyet dayanağının uhrevî temellere dayanmaması biçimindeki tarihsel kazanımın ürünü olan fakat esas anlamını eşit yurttaşlık idealini gerçekleştirmeye yönelik ve “halk iktidarını çoğaltmaya dönük müdahaleler”de1 bulan fikirler ve değerler bütünüdür. Doğuştan gelen ve dinî gerekçelerle donatılmış ayrıcalıkların ortadan kaldırılarak insanların devlet karşısında yurttaşlık temelinde eşitlenmesi, bu tarihsel kazanımın içeriğini oluşturmaktadır. Gelgelelim ilgili ayrıcalıklara son veren bir vatandaşlık tanımının hukuk düzeninde karşılığını bulmasından ibaret bir çerçeve, ne eşit yurttaşlık ne de halk iktidarını çoğaltma idealine doğru yol alışı garantiler. Hukukî devrimin kapatmaya yetmediği bu mesafe günceldir ve dolayısıyla cumhuriyet mücadelesi bugün canlıdır. Buna rağmen temel unsurları ve nitelikleri üzerinde asgari düzeyde uzlaşmanın bulunduğu bir cumhuriyetçilik ideolojisinin varlığından bahsedemiyoruz. 

Doğuştan gelen ve dinî temele dayandırılan ayrıcalıkları ortadan kaldıran türden bir vatandaşlık tanımının beraberinde getirdiği ve hukuk devleti ilkesine dek uzanan kazanımlar bütünü olma yönüyle sınırlı bir çerçeve bile, mevcut durumda cumhuriyetin devlet sıfatı olarak “enflasyona uğrayarak anlamsızlaşmış” olmasını engelleyememiştir.2 Nihayetinde ise cumhuriyet tasavvurumuz, “bir devlet biçimine indirgenmiş model etrafında” şekillenerek “dünyayı kaplayan birbirinden farklı çok sayıda (reel) cumhuriyeti” aynı kefeye koymakla sonuçlanmıştır.3 En azından hukuk normlarıyla sınırlı olacak şekildeki vatandaşlık anlayışına sıkıştırılmış bir cumhuriyet tarifinin üzerinde mutabakata varılmasının, neyin/nerenin cumhuriyet olduğunu saptayacak bir işlevi beraberinde getirebiliyor olması beklenirdi. Bunun yerine baskın çıkan eğilim, cumhuriyetin ve cumhuriyetçiliğin kendi başına bırakılması olagelmiştir. Perez Zagorin, bu tablonun sebebini açıklamak üzere, cumhuriyetçiliğin bir doktrin veya bir amaç olarak antik çağlardan bugüne siyaset felsefesi kapsamında önemli bir yerinin olmasına rağmen on dokuzuncu ve yirminci yüzyıllarda bir gerileme yaşayarak liberal, demokratik veya sosyalist fikirlerin içinde adeta kaybolduğunu ifade etmektedir.4 Sosyalist fikirler ile cumhuriyetçilik arasındaki ilişki ilerleyen başlıklarda ayrıca ele alınacaktır.  Bununla birlikte cumhuriyetçiliğin birtakım fikirlerin içerisinde kaybolmasının izini, cumhuriyetçi ilkelerle karşıtlık içerisinde bulunduğunu iddia edebileceğimiz bir ideolojik müdahale üzerinden sürmek çok daha makul görünmektedir. 

Liberalizmin kolektiviteye alan tanımaksızın bireyciliğe hapsettiği özgürlük anlayışı uyarınca kamusal mutluluk “siyasetçilerin insafına terk edilmiş” bir nitelik arz eder ve o ünlü piyasa mantığının dikte ettiği ekonomik-rasyonel kararlara ancak cumhuriyetçi ilkelerden kopmak suretiyle varlık kazandırılabilir.5 Dolayısıyla cumhuriyet dendiğinde kamuya, halka, topluma yapılan vurgu göz ardı edilmediği müddetçe liberalizm ile cumhuriyetçilik arasında çözümü olmayan çatışmaların bulunduğu yadsınamayacaktır. Ne var ki liberal fikirler ile cumhuriyet arasındaki gerilimin liberalizm-cumhuriyetçilik çatışması adı altında gerçekleştiği zengin bir tarihsel birikimden bahsedemiyoruz. Hâliyle cumhuriyetçiliğin liberal fikirler içerisinde kaybolması teşhisinin üzerine gidilecekse, ilgili çatışmalı boyutun farklı bir biçimde somutlaştığını varsaymak gerekecektir. İşte böyle değerlendirildiği zaman demokrasi, ya cumhuriyetle karıştırılan ya cumhuriyetin ayrılmaz parçası addedilen ya cumhuriyetin eksik parçası bellenen ya da cumhuriyetin karşısına konan bir unsur olması dolayısıyla bir belirsizlik alanının doğmasını beraberinde getirmiştir ve bu alan, liberalizm ile cumhuriyetçilik arasındaki çatışma potansiyelinin bir görünümüne de denk düşecek bir niteliğe sahip olmuştur. Bu nedenle cumhuriyetçi fikirlerin etkisizleşmesi veya varlık kazanamamasından bahsedebilmek için demokrasi adına yürütülen mücadelelerin ne şekilde cumhuriyetçi ilkelerin karşısına konduğuna veya bu ilkelerle karıştırıldığına bakmakta fayda vardır. O nedenle bu yazıda cumhuriyetçi ideolojinin tartışılacağı çerçeve, konuya Türkiye özelinde yaklaştığımızda, Cumhuriyet Devrimi eleştirilerinin genel bir görünümünü sunmak suretiyle değil, demokrasiyi cumhuriyetin karşısında konumlandıran bir ideolojik müdahalenin eleştirisi uyarınca devşirilecektir. 

Cumhuriyet, demokrasi ve sol Liberalizm

Türkiye’deki cumhuriyet tartışmalarının etkili bir cephesi, “‘cumhuriyetimizin’ demokrasi noksanı olduğu” yönündeki tespit6 etrafında şekillenmiştir. Cumhuriyetin bir eksiği olarak demokrasiye yüklenen anlam, cumhuriyet rejimini tesis eden iradenin içerisinde halkı barındırmadığı ve dolayısıyla ancak sivil-askeri bürokrasinin marifetinden bahsedilebileceği şeklindeki tarih okumasına dayanır. Bu okuma, Osmanlı Devleti’nin tarih sahnesinden silinmesinin bir gerekçesi olarak da öne sürülmeye çalışılabildiği üzere bir tür modernleşme eleştirisi üzerinden inşâ edilmiştir. Tanzimat’tan beridir değişim talebinin halktan yükselmeyip de asker-sivil bürokratlar eliyle yürütülerek halka dayatıldığı biçimindeki anlatı, Cumhuriyet’in halksızlığının kanıtı olarak kullanılmıştır. Bu tarih okumasının sonucunda ise siyasal mücadele hattı, Türkiye’nin temel sorunlarının halk katılımının artırılmasıyla çözülebileceğini vaaz eden demokratikleşme projeleri biçiminde somutlaşmıştır.  

Fatih Yaşlı, “Osmanlı-Türkiye tarihini devlet-toplum, merkez çevre, elitler-halk ikiliği üzerinden okuyan ve sınıfsızlığın üzerinde yükselen bu bakış açısı”nın akademik hayatımızda ve düşünce dünyamızda 1980’lerden beri hegemonik hâle geldiğini belirterek İletişim Yayınları’nın, Toplum ve Bilim’in, Birikim’in, Yeni Gündem’in bu noktadaki önemli işlevine vurgu yapar.7 Sahiden de cumhuriyet eleştirisinin en güçlüsü değil ama kimi gerekçelerle en etkilisi sol liberal cenahtan yükselmiştir. Öyle ki esas itibariyle sol liberalizm eleştirisi olduğunu zannedeceğimiz türden bir müdahale, sol liberalizm kavramını unutturma yoluna baş koymuşçasına tuhaf bir şekilde “post-kemalizm” adı altında ve Birikim’de yayımlanan bir makalenin sonradan İletişim Yayınları’ndan çıkan kolektif yazarlı bir kitaba dönüşmesi suretiyle8 gerçekleştirilmiş, akademik hayat ve düşünce dünyası bu sefer de bununla meşgul olmak durumunda kalmıştır. İlker Aytürk, bahsi geçen makalesinde post-kemalist tutumu “Türkiye’nin demokratikleşme sorunlarına ve vesayet meselesine konmuş yanlış bir teşhis” olarak değerlendirerek şunları ifade etmektedir:

“Post-Kemalist zaviyeden bakacak olursak, Türkiye 90 yıldır demokratikleşemiyor, demokratikleşmek istediğimiz anlarda önümüz hep asker ve sivil bürokrasi tarafından, meşhur deyişle Kemalist elit tarafından kesiliyor. Demokrasimizin yeniçeri adımlarıyla, iki ileri bir geri saydığı doğrudur. Bu yerinde sayışı sadece Kemalizme ve Kemalistlere atfeden teşhis ise yanlıştır.”9

Üstelik Aytürk’e göre AKP iktidarının kurulmasında da post-kemalizm büyük rol oynamış, 2002’den beri muhalefet olmaktan çıkıp bir iktidar paradigmasına dönüşmüştür: “Bu yıldan itibarendir ki, AKP hükümetlerinin Kemalist devlet kurumlarına karşı başlattıkları mücadelenin parçası olarak, devlet televizyonu ile hükümetin kontrol ettiği basın organları kapılarını post-Kemalistlere açtı”.10 Türkiye tarihi incelemelerinde kullanılan merkez-çevre yaklaşımının mucidi olan Şerif Mardin, Kemalist modernleşmeye tepeden inmeci ve jakoben yakıştırmasını yapıştıran Mete Tunçay ve burka giymeyi özgürlük olarak sunarken Cumhuriyet’in kadınlar için zannedildiği gibi bir kazanım olmadığını vaaz eden Nilüfer Göle başta olmak üzere liberal ve/veya sol liberal çerçeve içerisinde anılagelen bir dizi ismi bir anda post-kemalist ilân eden bu müdahalede post-kemalistlerin liberallerden veya sol liberallerden ayrılan yönlerine; kimin ne sebeple post-kemalist, kimin ne sebeple liberal veya sol liberal olduğu açıklamalarına rastlamak mümkün değildir. Tutarlı ve bütünlüklü bir sol liberalizm eleştirisi nihayetinde sınıfsal bir bakış açısını içerisinde barındırmak durumunda kalacağından dolayıdır ki bu eleştirinin hiç olmadı başka bir ad altında dolaşıma sokulması aslında şaşırtıcı değildir.11 Sol liberaller demokratikleşme uğruna AKP’ye de kredi açmışlar, bugünün “Fetö”sü zamanın “F-tipi” yapılanması/cemaati ile ittifak da kurmuşlardır. Üstüne üstlük hiç değilse bile Gezi’den bu yana dozu gittikçe artan otoriterleşmenin hukuk devletinin varlığına rahmet okutacak düzeylere ulaştığına itiraz etmek iyice zorlaşınca, sol liberaller akademik dünyadaki ve fikir hayatındaki hegemonik konumlarını yitirme tehlikesiyle baş başa kalmışlardır. Hâl böyle olunca sol liberalizm eleştirisi, sol liberal olmayanlara bırakılamayacak kadar ciddi bir meseleye dönüşmüştür: Post-kemalizm kavramsallaştırması, ters yönden esen rüzgarlara yenik düşmemek için manevra kabiliyetini artırmak uğruna fazla yükten arınma çabasıdır. 

Post-post-kemalizm el çabukluğundan sonra vuku bulan bir dizi günah çıkartma hamlesi ise hayır, bir yere gitmiyoruz, bizi aşağı atamazsınız tutumu olarak okunabilir. Murat Belge, Tayyip Erdoğan ve çevresindense Atatürk’e daha yakın olduğunu12; Hasan Cemal, Recep Tayyip Erdoğan’ın Atatürk’ten ve Cumhuriyet’ten intikam almasına izin vermeyeceğini13; Nuray Mert, Atatürkçülüğün en başarılı sivil toplum hareketi olduğunu14; Nilüfer Göle, her zamanki gibi kanaatini objektif gözlemci olarak teşhisini belirtiyormuşçasına bir üslupla, kemalizm eleştirisinin yirmi yıl öncesinde kaldığını, bugün Atatürkçülüğün yeniden keşfedilmekte olduğunu belirtti.15

'Kemalizm ileriye götürmez, Kemalizmden geriye düşülmemelidir'

Yukarıda bahsi geçen kişiler ve kendilerinin irili ufaklı türevleri aslında uzunca bir süredir karşı-devrimci cephede değerlendirilmektedir ve bu durum, post-kemalizm kavramsallaştırması ile gözlerden kaçırılmaya çalışan hususlardan bir diğerine işaret etmektedir. Çünkü karşı-devrim ideolojik planda kemalizmin, akıl planında laisizmin, düzen olarak ise cumhuriyetin hedef alınmasına karşılık gelmekte olup16 2002’den itibaren deneyimlenen sürecin bu çerçevede değerlendirilmesi, Kemalizm ileriye götürmez; ancak Kemalizmden de geriye düşülmemelidir17 formülasyonunun dikte etmiş olduğu sosyalist perspektifte anlam ifade etmektedir. Bu durum cumhuriyet eleştirisinin de cumhuriyet eleştirisinin eleştirisinin de ancak ve ancak sınıfsal bir bakışla tutarlı ve bütünlüklü bir şekilde yürütülebilecek olmasının doğrudan sonucudur.18

Kemalizm ileriye götürmez; ancak Kemalizmden de geriye düşülmemelidir çerçevesi, bir yönüyle ideolojik kodlaması gerçekleşmemiş bulunan cumhuriyet fikrinin Türkiye’deki tarihselliğinin bir görünümü iken diğer yönüyle cumhuriyetin değer ve kazanımlarına ilişkin olarak gerçekleştirilen tartışmalardaki konumlanışa karşılık gelmektedir. Nitekim Yalçın Küçük, cumhuriyetçiliğin Türkiye’deki nüvesi olarak değerlendirebileceğimiz şekilde, bir düşünce akımı veya ideoloji olarak kemalizmin kendi kuşağının ürünü olduğunu belirtirken öte yandan 2002’den itibaren yaşanan süreci “Türkiye’yi Tanzimat öncesine çekmek” amacıyla özetleyerek karşı-devrim süreci olarak ilân etmiştir.19 Farklı ideolojik tutumları içerisinde barındıran karşı-devrimci perspektifte Cumhuriyet ya devrim olarak kabul edilmez20 ya da Cumhuriyet Devrimi’nin halktan kopukluğu teşhisi üzerinden bir eleştiri güzergâhı takip edilir. Hangi ideolojik saiklerle gerçekleştirilirse gerçekleştirilsin, Cumhuriyet Devrimi’nin ve takip eden dönemin sınıfsal eleştirisine denk düşmeyip de kemalizmden geriye gidişi imleyen anlatıda şu üç nitelik öne çıkar: Olduğu şekliyle olumlanarak veri kabul edilen bir halk anlayışı, değişimin sözde-kendiliğinden/doğal seyri içerisinde gerçekleşmesi haricinde dışlandığı bir devrim anlayışı ve nihayet halksızlığı-devrimliliği dolayısıyla lanetlenen bir devlet anlayışı. Bu nitelikler ortalama bir sol liberalin zihin dünyasını özetlemeye yetmektedir. 

Bahsi geçen formülasyonun diğer unsuru, kemalizmin ilerisinin ne olduğudur. Bilindiği üzere bu yaklaşımında Kemalizmin ilerisi, sosyalizmdir. Ne var ki esasen sosyalizm ile cumhuriyet mücadelesi arasındaki ilişki, basit bir öncelik-sonralık çerçevesine işaret etmediği gibi cumhuriyet sosyalizm ile taçlansa ne iyi olur türünden bir niyetin ürünü olmaktan ibaret değildir. Herhangi bir cumhuriyet devriminin iç tutarlılığını sağlayacak ve dolayısıyla esas anlamına ulaşmasını sağlayacak olan, sosyalizmden başka bir şey değildir – sınıfsal boyutu hesaba katılmamış bir eşit yurttaşlık her hâlükârda eksik olacak, halk iktidarını çoğaltma ufku havada kalacaktır. İşte tam da bu nedenle her nerede cumhuriyet kazanımları noktasında bir gerileme yaşanıyorsa, bunun sebebinin cumhuriyetin korunamaması değil, sosyalizmin ilerletilememesi olduğunu tespit edebilmek hayati önem taşımaktadır. Buradan hareketle cumhuriyetin ilerletilmesi hedefine, Türkiye’de cumhuriyet deneyiminde neyin kazanım olarak değerlendirilebileceği hususu etrafında bir tartışma örülerek odaklanılabilir.

Cumhuriyet’in gündelik hayat tasavvuru

Cumhuriyet rejiminin tesisi, ırsî ve uhrevî ayrıcalıklara son verme yönüyle pek tabiî Cumhuriyet Devrimi adını hak etmiştir, etmektedir. Ve fakat salt yönetici değişikliği ve kurumsal altüst oluş, devrim çerçevesini doldurmaya yetmemekte, devrim, yeni bir gündelik hayata varlık kazandıracak kadar ilerletilebilmiş olmalıdır.21 Cumhuriyet’in yeni gündelik hayat tasavvuru ise bilindiği üzere tabana yayılmış, seküler bir kamusallık anlayışını tesis etme üzerine kurulu olacak şekilde dizayn edilmişti. Boşuna değil, res publica hem “herkesin ve herkese eşit derecede açık (umumî ve alenî) olan şey” anlamına gelmesi ile cumhuriyetin Batı dillerindeki karşılığıdır22 hem de kamu, kamusal, kamusal alan, kamusal olan kavramlarına kaynaklık etmektedir. 

Kamusallık için kendi içerisinde bir amaç olan bir konuşma ve rastlantısal-anonim karşılaşmalara imkân tanıyan bir gündelik hayat, iki önemli ölçüttür.23 Böylesine bir kamusallık çerçevesinin, bahsi geçen ayrıcalıklarla tanımlı monarşik bir yapıda varlık kazanmasının düşünülemeyeceği açıktır. İnsanların ait oldukları millet ile sabitlendiği çok-hukuklu yapı, ülkenin vatan olarak görülmesini engelleme amacına hizmet edecek şekilde, tebaayı tebaa olarak tutmanın formülüydü ve bu durum bahsi geçen kamusallık anlayışının yokluğunun bir diğer açıklaması olarak görülmelidir. Herkesin olan’ı (cumhuriyet, res publica) herkesin kılacak unsur, açıktır ki vatan fikri ve bu doğrultudaki aidiyettir. Bu durum ulus, ulus-devlet ve cumhuriyet kavramları arasındaki tarihsel bağ ile doğrudan ilişkili olup vatan, “özgür bir cumhuriyetten başka bir şey değildir”.24 Cumhuriyet bu çerçeve kapsamında insanların “yaşadığı alanda kendisini kendi evinde hissettiği rejim”e denk düşer.25 Osmanlı’nın şehir yapısı ve kırsal hayatının milletlerin ayrışması esasında ve mahremiyet ilkesi uyarınca tasarlanmış karakteri ise üzerinde yaşanan toprakların sahiplenilememesine, insanların yaşadığı toprakları kendi evi gibi görememelerine hizmet etmekteydi.26 Tüm bu nedenlerden dolayı saltanatın ilgasını keyfi bir diktatörlükle tamamlamak gibi bir amaç güdülmediği müddetçe, kurulacak olan idarenin gündelik hayat tasavvurunu kamusallığın inşâsı ile sağlamak, bir zorunluluktu. 

Kamusal eğlence anlayışının, kültür-sanat faaliyetlerinin önemli bir yer tuttuğu boş zaman etkinliklerini tabana yayma niyeti, cumhuriyetin ancak rüşt ispatını gerçekleştirmiş yurttaşların omuzlarında taşınabileceği hususu ile birlikte değerlendirildiğinde gayet tutarlı görünmektedir. Gelgelelim yönetici değişikliği ve kurumsal dönüşüm yeni bir gündelik hayata varlık kazandırmayı ne kadar gerektiriyorsa, yeni bir gündelik hayat da o derece iktisadî dönüşümü gerektirmektedir. Cumhuriyetin ilk yıllarında, öngörülen gündelik hayat biçimi ve kamusallık anlayışı uğruna eski Ankara olarak tariflenen bölgede (bugünkü Ulus ve çevresi) açılan Altındağ Tiyatrosu’nun müdavimlerinin Yenişehirli (Kızılay) üst sınıf mensupları olması, şaşırtıcı değildir.27 İlgili dönemde hedeflendiği üzere bir amele mahallesi kurulamadığı gibi 1932 gibi erken bir tarihte gecekonduların ortaya çıkması, üstelik ikinci meclis binasının çok yakınında, engellenememiştir.28

Bugün ise elimizde olan, köklerini Cumhuriyet Devrimi’nde bulduğumuz seküler hayat biçimini satın alma özgürlüğü değilse, nedir? 

Antikomünist kıskaçta cumhuriyetçilik veya ümmet versus millet

Seküler hayat biçimini satın alma özgürlüğünü savunmaktan ibaret kalmış, dar çerçeveli ve çarpık bir cumhuriyetçi damara bile rastlanamıyor olması, bugün, Türkiye siyasetinin en temel açmazlarından birisidir. Cumhuriyetçi ilkeler terk edilmiştir ve bu durum, sosyalizmle mücadele etme projesinin doğrudan sonucu olarak kavranmak durumundadır. 

“Şuna inanın ki hiçbir hükümet cumhuriyetçi ilkeleri terk etmeden sosyalizmle mücadele edemez.”29

Cumhuriyetçi damarın varlığını baskılayan önemli bir unsur, ümmetçiliğin siyasal islâmcılara özgü bir değer olma çerçevesinden taşıp, milliyetçilere sirayet etmesi olmuştur. Bu açıdan Eylül 2023’te patlak veren “Biz Bir Milletiz” vakası son derece çarpıcıdır ve uzun da olsa bir parantezi hak etmektedir.

Trabzon’da bir Kuveytli’nin dövülmesi üzerine (belki biraz da telaşla) üretilen ve Gerçek Hayat isimli dergi bünyesinden dolaşıma sokulan “BİZ BİR MİLLETİZ” Türk gazetecilerden İslam alemine çağrı başlıklı video, Esra Elönü’nün “Türk milletinden yeryüzündeki bütün Müslümanlara selam olsun” cümlesiyle başlamaktadır.30 Siyasal İslâmcı, ümmetçi gazetecileri bir araya getiren ilgili içeriğin iki yerinde ise “Türklük iddiası” şeklinde bir ibare geçmektedir. Kemal Özer “Son günlerde Türk olduğunu iddia eden bazı şahıslar ırkçılık tohumlarını ekiyor” derken İsmail Halis’in “Türk olduğunu iddia ederek ırkçılık yapanların Türk milletinin değerleriyle uzaktan yakından alakası yok” cümlesini kurduğunu görmekteyiz. 

Türk olma iddiası sahiden de ilginç bir kavramsal tercih. Çünkü sözgelimi “birtakım kendini bilmezler” de denebilirdi, “ırkçılar”, “islâm düşmanları” veyahut “hainler” vesaire biçiminde de konu kapatılabilirdi. Bunun yerine Türklüğün iddiaya bağlanması ve üstelik videodaki siyasal İslâmcıların eleştirdikleri birilerinin Türklük iddialarını kabul etmemeleri son derece önemli. 

Türklüğün iddiaya bağlanması, Türk kimliğine Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı bağıyla erişilebileceğini dahi reddetmek anlamına gelmektedir. Dahası, böylesine bir tutum, ümmetçilerin Türk kimliğini işportada satma salahiyetini ele geçirmiş olma iddiasında olduklarını da göstermektedir. Meşruiyet zeminlerinin ne olduğunu, Turan Kışlakçı’nın aynı videodaki şu ifadesinden çıkarsamak mümkün: “İman edenler bir bedendir ve bu bedeni bölmek istiyorlar.”

İman edenler bir beden olduğu içindir ki Türklük, bu bedeni oluşturanlarca onaylanabilecek ve/veya dağıtılabilecek bir ehliyete indirgenmiştir. Nitekim aynı videoda Yusuf Alabarda, “Biz hep birlikte tek bir halkız, Türküz, Kürtüz, Arapız, Gürcüyüz ve diğerleriyiz, hepimiz aynı milletin parçalarıyız” diyerek millet ile müslümanlığı eşitlemiştir. Burada Osmanlı’daki millet sistemine, yani dinî grupların çeşitli milletleri oluşturduğu düzendeki “millet”e atıf yapıldığı gayet açık. 

Trabzon’da Kuveytli turistin dövülmesi, ümmetin zarara uğraması olarak değerlendirilmiş olacak ki siyasal islâmcı gazeteciler bir araya gelerek “biz aslında iyi çocuklarız” gibi bir tavırla Kuveyt’i (dolayısıyla Körfez sermayesini) yatıştırmak üzere kolları sıvamışlar. Yani birileri ümmete zarar verdikleri, ümmetin davasına hizmet etmedikleri için, millet’in dışına atılmıştır. 

Öyle ki bu uğurda ümmet milletin yerine geçirilmiş, Baki Yaya’nın “Biz Müslümanlar ezelden ebede dek kardeşiz ve öyle kalacağız” cümlesini takiben Ahmet Yusuf ve Nidal Siyam birbirinin ardı sıra “Biz tek bir milletiz” diyerek vatandaşlık tanımının da yurttaşlık anlayışının da bir çırpıda çöpe atılması söz konusu olabilmiştir. 

Milletin yerine bu kadar kolay, alenî ve çekinmeksizin ümmetin konabilmesi, bugün, 2024 yılında değil de Millî Mücadele döneminde olduğumuzun açık göstergesidir. 

Ortalama bir Türk milliyetçisinin milletini savunamayacak derecede antikomünist gardiyanlık rolüne kendisini kaptırmış olmasını mümkün kılan husus, dinin birliği kuvvetlendireceği sanrısına işaret eden ümmetçi ayartı olmuştur. Bu durum, sol liberalizm nezdinde demokratikleşme uğruna muhafazakârlarla ittifak adı altında siyasal İslamcılığın palazlanmasına zemin sağlanması ile beraber değerlendirildiğinde, nasıl bir “voltran” oluşturulmuş olduğu çok daha iyi anlaşılmaktadır. 

Türk milliyetçiliğinin solu ezmek adına devreye sokulmuş olması, maalesef, anti-Türk milliyetçi tutumu solcu kılmaya yetmemektedir. Cumhuriyetçilik ise bugün, hiç olmadığı ölçüde ideolojik turnusol kağıdı işlevi görme potansiyeline sahip bir çerçeveye ulaşmış bulunmaktadır. 

Milliyetçi-islâmcı ittifakının kendisini yasladığı tarihsel miras, toplumdaki islâmî değerleri köpürtüp solun kökleşmekte olduğu toprakları kurutma esasına dayalı bir operasyondan fazlası değildir. Her ne kadar zamanında Alparslan Türkeş rotayı Türk-İslâm sentezine kırmış, “komünist tehlike”ye karşı milliyetçilik ile müslümanlık biraraya getirilmiş ve 12 Eylül despotizmince toplumun islamizasyonu hedeflenmişse de bunların hiçbirisi bir Türk milliyetçisi ile bir siyasal İslâmcının mutlu beraberliğini tanımı gereği muştulamamaktadır. Söz konusu iki cenahın sosyalist mücadeleyi engellemek adına birleştiğine/birleştirildiğine yönelik hafıza ve bilinçte sunî Türk-İslâm sentezi doğal addedildikçe ise cumhuriyet mücadelesinin imkânı, daralmaktadır.

Cumhuriyetin ulus-devlet formuyla olan tarihsel bağını gerekçe gösterip sosyalizmin enternasyonalist karakterini cumhuriyet ideolojisinden uzaklaşmanın meşruiyet zemini olarak devreye sokmaya meyyal bir damarın var olduğu bilinciyle sol liberal anti-cumhuriyetçi müdahaleyi tam anlamıyla geriletmek, sosyalist mücadelenin öncelikleri arasında değerlendirilmelidir. Cumhuriyet eleştirisini ulus-devlet nezdinde yürütenlerin enternasyonalizmle kurdukları sözde bağ, kimlik ve aidiyetlerin temsiliyeti perspektifinden ibarettir ve demokratlık, mücadele etmemek olduğu kadar mücadele ettirmemektir de. Dolayısıyla sermaye düşmanlığı ile demokrat avcılığı birbirinden ayrılamaz – aynı saftadırlar. 

Cumhuriyetçi olmayan bir sosyalistin dikkate alınmayı dahi hak etmediği, artık güçlü bir şekilde vurgulanmalıdır. 

Bir koçbaşı: Cumhuriyetçilik

Sosyalist mücadelenin güncel durumu, bir başarısızlıktan önce ve daha ziyade bir muhatapsızlık hâli olarak kavranabilir. Şöyle ki, sosyalizm uğruna yürütülen toplumsal ve siyasal mücadelenin karşısında bugün katmanlı ve/veya dolaylı yapısı ile tanımlı engeller bulunmaktadır. Antikomünist reaksiyonerlik olarak ifade edebileceğimiz engellerin varlığı, zaten mücadelenin gerekliliğine işaret ediyorsa da bahsi geçen katmanlı ve/veya dolaylı yapı, temas edebilme noktasında zorlayıcı bir karakter taşımaktadır. Vaziyet şöyle özetlenebilir:

  1. Büyük sermaye grupları nasıl ki bugünün en namlı çevrecileriymişçesine bir yeşil göz boyamaya imza atabiliyorlarsa, benzer bir durumun sosyalist değerlerin başına da gelmekte olduğunu görmemiz gerekmektedir. Hâkim ideoloji, sosyalist değerleri karikatürize etme noktasında her geçen gün mevzi kazanmaktadır.
  2. Bilinç sorunu bugün yalnızca işçi sınıfını ilgilendirmemektedir – liberal olduğunu, kapitalizmi desteklediğini bilen ve kabul edenler, pek azdır. 
  3. Patronuna acıyacak derecede yabancılaşmış bir işçiye bilinç götürmek, bir şekilde yırtma/zenginleşme biçimindeki Amerikan rüyasına son vermeye koşut hâle gelmiş durumdadır – güç kazanmadan kültürel hegemonyayı geriletmenin ne denli zor olduğunu biliyoruz. On yılların manipülatif propagandasını salt antipropaganda ile etkisizleştirmenin imkânları, her geçen gün boğulmaktadır. 

Antikomünist propagandanın dikte ettiği hayat kavrayışının etkinlik düzeyi, salt sosyalist mücadele ile antikomünist damara temas etmenin olanaklarını her geçen gün daraltmaktadır. İlk yıkıcı temasın cumhuriyetçilikle sağlanabileceği önermesi, böylelikle anlam kazanmaktadır. Cumhuriyetçi olmayan bir sosyalist, kesin olarak dikkate alınamayacaksa da sosyalist olmayan cumhuriyetçilere yönelik olarak, cumhuriyetçi cephe oluşana ve toplumsallık kazanana dek ev sahibi olmaktan devşirilen vakarın belirleyici olabileceği, liberal kimlikçiliğin vatansız ümmetçilerle bilerek-bilmeyerek/isteyerek-istemeyerek kurduğu mutualist birliktelikten doğan saldırının cumhuriyetçi cepheyi imkânsızlaştırmasına izin vermemenin hayati önemi haiz olduğu üzerinde düşünülmelidir. Bir sol liberalin bir sağ liberalden belki de tek farkı anti-milliyetçiliği olup ümmetçi ayartıdan arındırılarak eşit yurttaşlık prensibine yaklaştırılan bir milliyetçinin bu çerçevede cepheye sunacağı katkıyı önemsememe lüksü, görüldüğü üzere, kalmamıştır. 

Çünkü saldırı, Kuruluş’adır. 

Cumhuriyet Kuruluş, Kuruluş ise Kurtuluş’tur. 

Saldırı, yerinde karşılanmak durumundadır.

 İlke Dündar / GELENEK

  • 1.Selman Saç, “Sunuş” içinde, Selman Saç (der.), Cumhuriyetçilik ve Cumhuriyetçiler: Düşünceyi Derinleştirmek Pratiği Sorgulamak, Ankara: Nika Yayınevi, 2023, s. 21.
  • 2.Arif Çağlar, “Cumhuriyet Neydi? Bir Anımsama” içinde, Güçlü Ateşoğlu; Kurtul Gülenç (der.), Cumhuriyet Fikri, İstanbul, Ayrıntı Yayınları, 2023, s. 9.
  • 3.Saç, “Sunuş”, s. 8.
  • 4.Perez Zagorin, “Republicanisms”, British Journal for the History of Philosophy, 11(4), 2003, s. 702 (701-712).
  • 5.Ahu Tunçel, “Tarihsel Bir Perspektiften Cumhuriyet(ler) ve Yurttaşları” içinde, Selman Saç (der.), Cumhuriyetçilik ve Cumhuriyetçiler: Düşünceyi Derinleştirmek Pratiği Sorgulamak, Ankara: Nika Yayınevi, 2023, s. 160-1.
  • 6.Tanıl Bora, “Dördüncü Cumhuriyet ve ‘Cumhur’”, Birikim Haftalık, 3 Mayıs 2023. https://birikimdergisi.com/haftalik/11387/dorduncu-cumhuriyet-ve-cumhur [Erişim Tarihi: 27.12.2023]
  • 7.Fatih Yaşlı, “Post-Post-Post Kemalizm: Sınıfsızlığın Sürekliliği”, soL, 12 Ekim 2022. https://haber.sol.org.tr/yazar/post-post-kemalizm-sinifsizligin-surekli… [Erişim Tarihi: 20.12.2023]
  • 8.İlker Aytürk, “Post-Post-Kemalizm: Yeni Bir Paradigmayı Beklerken”, Birikim, Sayı: 319, Kasım 2015. İlker Aytürk; Berk Esen (der.), Post-Post-Kemalizm: Türkiye Çalışmalarında Yeni Arayışları, İstanbul: İletişim Yayınevi, 2022.
  • 9.İlker Aytürk, “Post-Post-Kemalizm: Yeni Bir Paradigmayı Beklerken”, içinde, İlker Aytürk; Berk Esen (der.), Post-Post-Kemalizm: Türkiye Çalışmalarında Yeni Arayışları, İstanbul: İletişim Yayınevi, 2022, s. 27-28.
  • 10.Aytürk, a.g.m., s. 29.
  • 11.Post-Post-Kemalizm furyasının “sınıfsızlığın sınıfsız eleştirisinin sınıfsız eleştirisi” (sınıfsızlığın sınıfsız eleştirisi ile kast edilen, sol liberalizm) başlığı altında ve son derece etkili bir eleştirisi için bkz. Yaşlı, “Post-Post-Kemalizm: Sınıfsızlığın Sürekliliği”.
  • 12.Murat Belge, “30 Ağustos ve Atatürk”, T24, 2 Eylül 2021. https://www.google.com/search?client=safari&rls=en&q=murat+belge+30+a%C… [Erişim Tarihi: 19.12.2023]
  • 13.Hasan Cemal, “Erdoğan’ın 2023’te Atatürk’ten, Cumhuriyet’ten İntikam Almasına İzin Vermeyeceğiz!”, T24, 2 Eylül 2021. https://t24.com.tr/yazarlar/hasan-cemal/erdogan-in-2023-te-ataturk-ten-… [Erişim Tarihi: 19.12.2023]
  • 14.Nuray Mert, “Nuray Mert ile Soru – Cevap (9): ‘Atatürkçülük Türkiye’nin En Başarılı Sivil Toplum Hareketi Oldu’”, Gökçe Çiçek Kösedağı ile Söyleşi, Medyascope, 31 Ağustos 2021. https://medyascope.tv/2021/08/31/nuray-mert-ile-soru-cevap-9-ataturkcul… [Erişim Tarihi: 19.12.2023]
  • 15.Nilüfer Göle, “20 Yıl Önce Vurgu Kemalizmin Eleştirisindeydi, Bugün Atatürkçülüğün Yeniden Keşfinde”, Cansu Çamlıbel ile Söyleşi, T24, 30 Ekim 2023. https://t24.com.tr/yazarlar/cansu-camlibel/prof-dr-nilufer-gole-20-yil-… [Erişim Tarihi: 19.12.2023]
  • 16.Yalçın Küçük, Çıkış (Ansiklopedi Birinci Kitap), 3. Baskı, İstanbul: Tekin Yayınları, 2015, s. 11.
  • 17.“Kemalizm bizi ileriye götürmez. Biz kemalizmden geriye gitmeyiz.” – Yalçın Küçük, Bir Soran Olursa, İstanbul: Tekin Yayınevi, 1987, s. 202.
  • 18.Bu düşüncenin varlık kazandırdığı bir örnek için bkz. Fatih Yaşlı, “Cumhuriyet Eleştirisi, İslamcılara ya da Muhafazakarlara Bırakılamayacak Kadar Ciddi Bir İştir”, Oğulcan Orhan ile Söyleşi, Politikyol, https://www.politikyol.com/fatih-yasli-cumhuriyet-elestirisi-islamcilar… [Erişim Tarihi: 30.12.2023]
  • 19.Yalçın Küçük, Fitne, 2. Baskı, İstanbul: Muzrak Yayınları, 2010, s. 15, 42.
  • 20.Bu değerlendirmenin bir örneği için bkz. Ömer Laçiner, “Cumhuriyet Devrim Mi?”, Birikim, Sayı: 115, Kasım 1998, https://birikimdergisi.com/dergiler/birikim/1/sayi-115-kasim-1998-sayi-… [Erişim Tarihi: 29.12.2023]
  • 21.“Devrim sadece ekonomik (üretim ilişkileri) ya da politik (kişisel ve kurumsal) dönüşümlerden ibaret değildir; ‘devrim’ adına layık olabilmek için, bir yaşam tarzı, bir stil, tek kelimeyle bir uygarlık yaratarak gündelik hayata kadar, fiiliyatta ‘yabancılaşmadan kurtulmaya’ kadar uzanabilir ve uzanmak zorundadır.” – Henri Lefebvre, Gündelik Hayatın Eleştirisi III: Moderniteden Modernizme (Gündelik Hayatın Meta-Felsefesi), Türkçesi: Işık Ergüden, 2. Baskı, İstanbul: Sel Yayıncılık, 2017, s. 22.
  • 22.Kadir Cangızbay, Post-modern Pre-modern’i Öpüyor: Siyasal İslâm, Ankara: Nika Yayınevi, 2019, s. 62.
  • 23.Georg Simmel, konuşmanın kendi içinde amaç olması ölçütünü sosyalleşmenin başat unsuru olarak sunar. Bkz. Georg Simmel, On Individuality and Social Forms: Selected Writings, ed. Donald N. Levine, Chicago & London: The University of Chicago Press, 1971, s. 136. Konuşmanın kendi içinde amaç olması ile rastlantısal karşılaşmanın beraber değerlendirildiği bir kamusallık anlayışı uyarınca ilgili tartışmaların yürütüldüğü çalışma için ise bkz. Berk İlke Dündar, Cumhuriyet Devrimi’nin Mekânsal Çözümlemesi: Payitaht İstanbul’dan Devrim Mekânı Başkent Ankara’ya, Ankara: Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayımlanmamış Doktora Tezi, 2023.
  • 24.Filiz Kartal, “Cumhuriyetçi Yurttaşlık” içinde, Selman Saç (der.), Cumhuriyetçilik ve Cumhuriyetçiler: Düşünceyi Derinleştirmek Pratiği Sorgulamak, Ankara: Nika Yayınevi, 2023, s. 172.
  • 25.Cangızbay, a.g.e., s. 72.
  • 26.Tartışmanın ayrıntıları için bkz. Dündar, a.g.e.
  • 27.Ruşen Keleş, Eski Ankara’da Bir Şehir Tipolojisi, Ankara: idealKent Yayınları, 2018, s. 141-142.
  • 28.Aykut Çoban, “Cumhuriyetin İlanından Günümüze Konut Politikası”, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, 67(3), 2012, s. 80-81 (75-108); Tansı Şenyapılı, “Baraka”dan Gecekonduya: Ankara’da Kentsel Mekânın Dönüşümü: 1923-1960, İstanbul: İletişim Yayınları, 2004, s. 95; Bülent Duru, “Mustafa Kemal Döneminde Ankara’nın İmarı” içinde (haz.) Funda Şenol Cantek, Cumhuriyet’in Ütopyası: Ankara, Ankara: Ankara Üniversitesi Yayınevi, s. 187 (173-191).
  • 29.M. Fontaine, “Republique et Socialisme”, Cahiers Jaures, 169-170, s. 67-83’ten akt. Selman Saç, Jean Jaurés: Cumhuriyetçi Sosyalizmin İmkânı, Ankara: Nika Yayınevi, 2021, s. 76.
  • 30.https://twitter.com/Gercek_Hayat/status/1705297167395561594 [Erişim Tarihi: 27.12.2023]

1 Şubat 2024 Perşembe

Gazeteci Çiğdem Toker hakkında 'ihbar' üzerine soruşturma başlatıldı (BİRGÜN)

Gazeteci Çiğdem Toker, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı'nın kendisi hakkında soruşturma başlattığını duyurdu.

Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, gazeteci Çiğdem Toker hakkında 28 Mayıs'ta FOX TV'deki seçim programında yaptığı bir yorumla ilgili gelen bir ihbar üzerine soruşturma başlattı.

Sosyal medya hesabından paylaşım yapan Toker, avukatıyla birlikte Kavaklıdere Karakolu'na gittiğini söyledi.

Çiğdem Toker, soruşturma gerekçesini "Fox tv'de Cumhurbaşkanlığı seçimleri ikinci tur sonuçlarının açıklandığı 28 Mayıs akşamı, canlı yayımlanan seçim programındaki yorumum üzerine yapılmış bir ihbar" sözleriyle aktardı. 

Toker, "Sözcü yazarı Çiğdem Toker Sandıktan sonuca karşı muhalefet seçmenini sokaklara davet ediyor" şeklinde X'te yapılan bir yorumun ihbar edildiğini belirtti.

1 Kasım 2022'den beri Sözcü'de çalışmadığını hatırlatan Çiğdem Toker, hakkındaki suçlamaya ilişkin ise şunları söyledi:

"O programda Cumhurbaşkanlığı seçimi temel alınarak Türkiye'deki seçimler ve demokrasi hakkında konular tartışıldı. Anayasa tarafından güvence altına alınmış hakların kullanılmasının, suç işlemeye tahrik olarak çarpıtılarak şikayete konu edilmesi, cezalandırılmam için yeterli olamaz."

Türkiye’nin Yakın Tarihinde Kısa Bir Tur: Darbeden Demokrasiye “Sermaye Aklı” - Aşkın Süzük / GELENEK

 

"Anayasa gündemi ve CHS’nin restore edilmesiyle sürdürülecek uzlaşma zemininin ekonomi başlığında örülmesi, işçi sınıfına sopanın daha sert sallanması ve emekçilerin daha fazla yoksullaştırılmasıdır."

Türkiye son seçimlere giderken ittifaklar siyasetini çok konuştu. Düzen siyasetinde iki ana ittifakın bir seçim denklemi uyarınca bir araya geldiği ve bu ittifakların unsuru olan partilerin ülkenin temel meselelerine yaklaşımlarında ciddi bir fark olmadığı görülüyordu. Fakat seçim sürecinde, bu benzerliğin görünür hale geldiği bir siyasi atmosfer oluşmadı. Oluşmasına da izin verilmedi. 20 yılı aşkın bir dönemde Recep Tayyip Erdoğan’a ve iktidar partisi AKP’ye yönelen birikmiş tepkilerin ustaca yönetilmesine ve düzen açısından zararsız bir mecraya akıtılmasına tanık olundu. Konu seçimler olunca, bu durumda şaşırtıcı bir yan elbette yok. Seçim-sandık denkleminin kapitalist düzende aşağı yukarı bu amaçla kurulduğunu biliyoruz. 

Cumhur ve Millet İttifakı’nın, yani seçimde başa güreşen iki ittifakın harcını sermaye sınıfı karmıştı. İttifaklarla amaçlanan seçimi kim kazanırsa kazansın, patronların elde ettiği mevzilerden geri düşmeyecekleri bir senaryonun garantilenmesiydi. Nitekim seçimden sonra, iktidar ile muhalefeti ilk birleştiren ekonomide atılan adımlar ve benimsenen genel politika çerçevesi oldu. Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek ve Merkez Bankası Başkanı Hafize Gaye Erkan, patronların açık desteğini alıyor. Düzen muhalefetinin ikiliye zaman zaman getirdiği eleştiriler ise sermaye yanlısı programda daha kararlı davranmaları yönünde sıkıştırma amacını taşıyor. 

Uzun süredir muhalefetin arkasına mevzilenmiş olan ve AKP’yi yıllarca desteklemiş olma günahını sırtında taşıyan liberaller ise aynı ekibi alkışlayanlar arasında. AKP’nin görevlendirdiği iki ekonomi kurmayının icraatlarının, yerli ve yabancı sermaye çevrelerinin, düzen muhalefetinin ve sağ-sol liberallerin onayını alması, yeni büyük bir uzlaşmanın habercisi. Bu uzlaşma, Tayyip Erdoğan tarafından 2022 yılı Ekim ayında açıklanan “Türkiye Yüzyılı Vizyonu”nun seçimde %52-48 olarak bölünmüş toplumu nasıl kapsayabileceğinin ipuçlarını da sunuyor. Kuvvetle muhtemel, yerel seçimlerin ardından Türkiye kendisini yeniden bir “yeni anayasa” tartışmasının içinde bulacak. Bu tartışmalar da söz konusu uzlaşmayı siyasal ve ideolojik yeni aşamalarına ulaştırmak için kullanılacaktır.

Bugün olduğu gibi, 1970’lerin sonunda ve 12 Eylül Darbesi’nde, 1990’lı yılların “istikrarsız” atmosferine bir müdahale olarak anlayabileceğimiz 28 Şubat sürecinde ve nihayetinde AKP’li yıllarda bir “sermaye aklı” devrededir. Ülkenin yakın tarihinde söz konusu “sermaye aklı”nın nasıl örgütleyici bir faktöre dönüştüğünü değerlendirmek ve bazı önemli siyasi kavşaklarda sermayenin belirleyici rolünün etkileri üzerine düşünmek faydalı olacaktır.

Bu değerlendirmelerle, Başkanlık sistemi tartışmalarının ve bugünkü Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminin (CHS) izleri kolaylıkla fark edilebilecektir. Aynı tarihsel izlekte, bir yandan koyu bir sermaye diktatörlüğü adım adım örülürken laik duyarlılıkların geri plana itilebildiği ve gericiliğin palazlanmasına göz yumulurken, sermaye sınıfı tarafından istikrar arayışı ve demokrasi bayraktarlığının kimseye kaptırılmadığı da görülecektir. 

Darbeye giden yol

“Sermaye aklı”nın, birikim sürecinin ihtiyaçları doğrultusunda sermaye sınıfının uzun vadeli ve genel çıkarlarını eksene alarak belirlediği yaklaşım, politika ve vizyon bütününü temsil ettiğini söyleyebiliriz. Sermaye sınıfı içindeki rekabet sürmekle birlikte sınıf içi bir uzlaşmanın oluştuğu dönemlerde sermaye birikim sürecinin ihtiyaçları doğrultusunda sermaye aklının daha belirgin hale geldiğinden bahsedebiliriz. Tekil sermayelerin çıkarları çatışırken ve kapitalist rekabet sürerken bu tür bir uzlaşmanın genellikle birikim sürecinde krizin derinleştiği dönemlerde ortaya çıktığı görülür. 

1970’li yılların sonu, böyle bir dönemdir. Hemen öncesinde dünyada Bretton Woods sisteminin terk edilmesi ve ardından 1974 Petrol Krizi, ithal ikameci dönemde özellikle ithal girdi kullanımı yüksek ve dışa bağımlı bir sanayi yapısına sahip Türkiye ekonomisini olumsuz yönde etkilemişti. Birikim modelinde başlayan tıkanma, 1970’li yılların sonunda bizzat sermaye kesiminin örgütleri tarafından devletin ekonomideki rolünün sorgulanmaya başlanmasına ve sermaye birikiminin yeni ihtiyaçlarını açıkça dile getirmelerine neden olmuştu. Bu örgütlerin başında ise “sermaye aklı”nın kurulduğu günden bu yana temsilcisi sayılabilecek TÜSİAD gelmekteydi.

Şiddetli enflasyon, bütçe açıklarının derinleşmesi, dış borç geri ödemelerinde sorunlar ve döviz darboğazı gibi etkenler, sermaye birikiminin yeniden üretim koşullarının ulusal kaynaklarla sürdürülme olanaklarını daraltmıştı. Birikim sürecinin artık sınırlarına dayandığını gösteren kriz, sanayi sermayesinin ülke içi birikim koşulları ve dünya ekonomisiyle ilişkilerin devamlılığı açısından riskler oluşturmaktaydı.1 Başbakanlık Müsteşarı Turgut Özal’ın hazırladığı ve açıkladığı 24 Ocak Kararları, birikim krizini aşmak amacıyla sermayenin programı olarak gündeme geldi. Ancak 24 Ocak Kararları, siyasal bir krizin de baş gösterdiği, yeter sayı sağlanamadığı için Meclis oturumlarının gerçekleştirilemez olduğu bir dönemde duyurulmuştu. Aynı dönemde süresi dolan Cumhurbaşkanı yerine yenisinin seçimi üzerinde uzlaşma sağlanamıyor, Cumhurbaşkanı Meclis tarafından seçilemiyordu. Daha önemlisi ise 24 Ocak Kararları’nın öngördüğü düzenlemelerin önemli bir bölümü Meclis’ten geçirilememişti. Bu durum, sermaye birikiminin ihtiyaçları açısından siyasal işleyiş mekanizmalarını ve devletin bu açıdan rolünü tartışmaya açıyordu. Sınıf-içi ya da işçi sınıfına karşı geliştirilen stratejiler, sermaye sınıfının krizden çıkışını sağlamada yetersiz kaldığında sermaye sınıfı için rejim değişikliğini yani devletin biçim değiştirmesini desteklemek gündeme gelebilir. Dolayısıyla, devlet biçimindeki herhangi bir değişim, krizi sermaye lehine ve sermaye birikiminin ihtiyaçları doğrultusunda çözmede kilit bir rol oynar.2

12 Eylül 1980 Askeri Darbesi, ekonomik krizin çözümü ve sermaye birikiminde yaşanan tıkanmanın aşılması için sermaye sınıfının desteğiyle devletten birikim sürecinde beklenen işlevlerin yerine getirilmesi adına gerçekleştirildi. Darbe ile önü açılan ihracat yönelimli birikim süreci, devalüasyonlar yoluyla paranın değerinin düşürülmesi, iç talebin ve işgücü maliyetlerinin baskılanması, gümrük duvarları ile korumacılığın azaltılması ve ihracat için sağlanan doğrudan parasal destekler gibi temel sac ayaklarına dayanıyordu. Darbeci Kenan Evren, askeri müdahalenin ardından ayrıntılı ilk açıklamasında “Tüm işverenlerin iş barışının koşullarını sağlayacak esaslardan ayrılmadan üretimin arttırılması ve ihracata yönelik gayretlerin gelişmesine yardımcı olmaları için her türlü tedbir alınacaktır.” sözleriyle yeni birikim sürecinde “ihracatın” önemini kavradıklarını belli edecekti. 

1971 yılında 12 büyük sanayici tarafından kurulan sermaye örgütü TÜSİAD, 1970’li yılların ikinci yarısında kendini belli eden krizin ve birikim sürecindeki tıkanmanın aşılması konusunda etkili bir baskı uyguladı. Krizden çıkış yollarının kamuoyuna mal edilmesinde ve neo-liberal açılımların meşruiyet kazanmasında önemli rol oynadı. 12 Mayıs 1979 tarihinden itibaren gazetelere vermeye başladıkları ve iyi düşünülmüş bir reklam ajansı çalışması olan “Gerçekçi Çıkış Yolu” başlığını taşıyan ilanlar, TÜSİAD’ın ekonomik kriz-siyasi kriz sarmalından kurtulmak için açtıkları bayrak olarak nitelenebilir. Bülent Ecevit’in başbakanlığında Azınlık Hükümeti’ni söz konusu ilanların düşürdüğü iddia edilir. Aslına bakılırsa TÜSİAD sermayenin sesini yükseltmiş ve krize derhal müdahale edilmesi çağrısı yapmıştır. Çağrısının içeriği ve niteliği, birkaç ay sonra duyurulacak 24 Ocak Kararları ile aynıdır. O kararların Özal tarafından açıklanmasının ertesi günü TÜSİAD’ın Genel Kurulu toplanacak ve 26 Ocak’ta derneğin oluşan yeni yönetiminin konuşmacı olduğu “Türk Ekonomisi Üzerine Toplantı” yapılacaktır. 24 Ocak Kararları’nın bu toplantılara yetiştirildiğini söylemek abartılı olmaz. Toplantıda da zaten 24 Ocak Kararları’nın açtığı yeni sermaye birikim sürecinin detayları konuşulmuştu.3 

Yukarıda da bahsettiğimiz üzere, TÜSİAD’ın görüşleriyle rafine hale gelen ve sermaye sınıfı içinde bir genel uzlaşmaya işaret eden bu kararların tümüyle uygulanması, siyasi kriz nedeniyle mümkün olamamıştı. Darbe ve ardından devletin “olağanüstü” işleyiş mekanizmasına kavuşması ile bu sorun da giderildi. Genelkurmay Başkanı Evren, darbeden dört gün sonra düzenlediği basın toplantısında 24 Ocak Kararları’nın çizdiği programın aynen uygulanmaya devam edileceğini şu sözlerle dile getirmişti:

“Bir program tespit edilmiş̧ ve bir yola girilmiş̧. Bu yolda yürünüyor. Bu yolda çıkacak ufak tefek engellerin aşılması için gayret sarf edilecek. Ama büyük bir engel, karşımıza büyük bir duvar çıkmadığı sürece bu ekonomik programdan ayrılmayacağız. Ve alınan bu tedbirlerin aksayan tarafları olursa, bunların giderilmesi için her türlü gayret sarf edilecek.”

Yani burjuvazinin taleplerini içeren bu kararlar, darbe yönetimi tarafından harfiyen yerine getirilecek, ötesinde uygulamada aksayan yönleri de giderilecek yani mükemmelleştirilecekti.

Sermaye “olağanüstü yönetimi” şekillendiriyor

24 Ocak Kararları, daha sonra çok tartışılmayan ya da üzerinde durulmayan bir dizi düzenleme daha içeriyordu. Düzenlemeler, kararların nasıl hayata geçirileceğine ilişkindi. 25 Ocak 1980 tarihli Resmî Gazete’nin mükerrer sayısında iki kurul ve iki de daire kurulması kararı yayımlanmıştı. Ülke ekonomisini ilgilendiren, ki özellikle yeni birikim stratejisinin en önemli unsuru olan ihracat, ithalat, kotalar vb. konuları ele alacak olan Koordinasyon Kurulu ve para-kredi politikalarını belirleyecek olan Para ve Kredi Kurulu oluşturulmuştu. Bu kurullar çeşitli bakanlıklara dağılmış bürokratlardan oluşurken, karar ve uygulama yetkisine sahiptiler. Kurulan daireler ise Teşvik ve Uygulama Dairesi ile Yabancı Sermaye Dairesi idi. Söz konusu dairelerin faaliyet amacı adlarından anlaşılabilecektir. Aynı daire ve kurulların, hizmetlerin daha rasyonel yürütülmesi, işlemlere çabukluk kazandırılması, görev ve yetkilerin bir merkezden yürütülmesi gibi gerekçelerle kurulduğu da belirtiliyordu. Bu gerekçelerin, neo-liberal dönem boyunca çeşitli vesilelerle devletin işleyiş biçiminin hantal olduğu iddiası ile sık sık gündeme getirildiğini ve piyasa reformlarının da gerekçesi yapıldığını biliyoruz.

24 Ocak Kararları’nın, bu kararların bir bakıma mimarı olan sermaye sınıfı tarafından alkışlanmasının temel nedeni de burada gizliydi.4 O dönem sürekli siyasi kriz üreten parlamenter sistemin işleyişinden kaynaklı olarak kendi taleplerinin gereğinin yapılamaması ya da geç hayata geçirilmesinden şikayetçilerdi. Daha sonra ülkede “Başkanlık Sistemi” tartışmalarının yine sermaye sınıfı öncülüğünde başlamasının zemini de buraya dayanmaktadır. Anahtar kelime hızdır. Sermaye birikimindeki tıkanmanın aşılması için hızlı adımlar atılmalı, bürokratik işlemlerden kaynaklı gecikmeye mahal olmamalıydı. İşte kurulan bu daireler ve kurulların faaliyetlerinin, Başbakana bağlı olarak tek merkezden yürütülmesi kararlaştırılmıştı. Ne var ki yukarıda da değindiğimiz üzere ülkede, bu hıza ulaşabilecek başbakana sahip kuvvetli bir hükümet bulunmuyor, ötesinde böylesi bir hükümet parlamento ve seçim aritmetiği nedeniyle kurulamıyordu. TÜSİAD’ın malum gazete ilanlarında vurgulanan konulardan birisi “kısa vadeli politik kaygıların, ülkenin ekonomik menfaatlerinden üstün tutulması” ve bu çerçevede “gelenek haline gelmiş politik savurganlık” idi. Bu tespitleri, sermaye sınıfının siyasi istikrar talebi olarak okuyabiliriz. 

Sermaye sınıfı ve sınıfın rafine sözcüsü TÜSİAD açısından, “ülkenin ekonomik menfaatleri” ve siyasi istikrar için “demokrasi”den bir süreliğine uzaklaşılabilirdi. Darbe hükümetinde Koç Holding İdare Komitesi Başkanı Fahir İlkel, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı olarak yer aldı. Yine holdingin yönetim kurulu üyelerinden Şahap Kocatopçu 1980-1981 yıllarında darbe hükümetinde Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı yaptı. Bu iki isim, daha sonra ANAP’ın iktidara gelmesi ile Koç Holding’teki görevlerine geri döndü.5 Aynı hükümette Ekonomiden Sorumlu Başbakan Yardımcılığı görevinde bulunan Turgut Özal MESS (Türkiye Metal Sanayicileri Sendikası) başkanlığı öncesinde Sabancı Holding’te Genel Koordinatör olarak görev almıştı. Yani darbe hükümetinin sermaye birikim süreci ile doğrudan ilgili bakanlıkları patronların ekibindendi. 

Görüldüğü gibi 1970’li yıllardan itibaren sermaye sınıfı sözcülerinin dilinde ve söyleminde, istikrar ve demokrasi sarkacı sallanmaya başladı. Bazen istikrar ağır basıyor, demokrasi geri plana atılıyor, ama başka zaman demokrasi bayrağı patronlardan başkasına neredeyse bırakılmıyordu. Darbe gerçekleştiğine ve patronlar muradına erdiğine göre artık sarkaç, demokrasiye doğru sallanabilirdi. Türkiye yakın tarihinde, liberallerin bu sarkacın hareketine göre hizalandığını söylemek yanlış olmayacaktır.

Darbe destekçiliğinden “demokrasi” talebine

Nasıl 24 Ocak Kararları’nın gereği olarak devletin, sermaye sınıfının ihtiyaçları doğrultusunda hızlı biçimde ve bunun için de mümkün olduğunca merkezileşmiş bir otorite ile işlemesi esas olduysa, parlamenter demokrasiye dönülmesinin ardından ANAP’ın tek başına iktidar olduğu dönemin sona ermesinden sonra temel tartışma konusu “darbe Anayasası ve yasaları” vesilesiyle demokratikleşme ve devamında “siyasal istikrar”ın nasıl sağlanacağı idi. Burada “siyasal istikrar” ile aslında siyasi otoritenin merkezileşmesi ve sermayenin ihtiyaçlarının hızla yerine getirilebileceği bir devlet işleyişi kast ediliyordu.

1980’li yıllarda hayata geçirilen ihracata dayalı stratejinin 1990’lı yıllara gelindiğinde sermaye açısından pazar sorununu gündeme soktuğu görüldü. Ayrıca bu durum, dış pazarlar ve finansal piyasalar ile daha fazla entegrasyon ihtiyacını dayattı. 1989 yılında sermaye hareketlerinin dış liberalizasyonunun sağlanması ve uluslararası finansal sermayenin Türkiye’ye giriş ve çıkışına konan tüm kısıtlamaların kaldırılması bununla ilgiliydi.6 Piyasaların serbestleşmesinde yeni bir kavşak dönülmüş oldu. Ancak ekonomideki yapısal zaaflar, uluslararası sermaye hareketlerinin giriş ve çıkışı nedeniyle daha da keskinleşirken ekonomi kırılgan hale geldi. Sonuç, yine krizdi. Bu süreçte, ülkede yine koalisyonlar dönemi açıldı. Türkiye kapitalizmi açısından kriz koşullarının siyasi istikrarsızlıkla el ele gittiği yeni bir dönem yaşandı. O dönemin hemen başında Türkiye’de darbenin ağır baskısına karşı işçi sınıfı da ayağa kalkmış, 1989 Bahar Eylemlilikleriyle açılan ve birkaç yıl yükselen işçi mücadelesi ile kayıplarının bir kısmını telafi edebilmişti.

Aynı yıllarda sermaye sınıfının TÜSİAD aracılığıyla darbe anayasası ve yasalarından kurtulmak gerekçesiyle ülkenin demokratikleştirilmesi konusunu sürekli gündemde tuttuğu görülüyordu. Darbeyi teşvik eden, programını yazan ve sonra gerçekleştiğinde alkışlayan patronların sarkacı, bu kez “demokrasiye” doğru salınıyordu. Bu, akademisyenlere hazırlatılan raporlar, düzenlenen paneller, seminerler vb. araçlarla sağlanıyordu. Burada üzerinde durulması gereken iki nokta var. Sermaye sınıfı istikrar talebinde olduğu gibi demokrasi talebinde de birikim sürecinin ihtiyaçları ve sermayenin genel çıkarını temel alıyordu. Ülkenin tüm kurulları ve kurallarıyla demokratikleşmesi talebinin ayrıntılarında piyasalaşmanın derinleştirilmesi, serbestleştirme, özelleştirme ve sermayenin önündeki (bürokratik) kısıtların kaldırılması gibi konular rahatlıkla seçilebiliyordu. Bu konu ve koşulların sağlanması için ise öncelikle radikal ve serbest bir tartışmanın yapılması gerekiyordu. 

Diğer nokta ise demokratikleşme talebinin ve bu yönde yaptığı çalışmaların sermaye sınıfının, özellikle 1970’li yıllarda solun yükselişinin etkisiyle oluşan toplumdaki olumsuz algısının kırılması için de olanak sunması idi. TÜSİAD darbeden önceki yıllarda “yabancı sermaye”, “kâr” ve “sermayedar/patron” konularını içeren ve toplumdaki olumsuz düşünceleri değiştirmeyi hedefleyen yayıncılık faaliyeti de yapmak durumunda kalmıştı.7 TÜSİAD’a göre yabancı sermaye düşmanlığı ile mücadele edilmeli, topluma “kâr”ın ekonomik büyümenin, refahın ve sanayileşmenin kaynağı olduğu anlatılmalı ve vatandaşın gözünde kötü patron kimliği değiştirilmeliydi. 

1989-1990 yıllarında TÜSİAD’ın başkanlığını yapmış olan Cem Boyner, liderliğini yaptığı Yeni Demokrasi Hareketi’ni (YDH) 1994 yılında 2. Cumhuriyetçiler ve liberal isimlerle birlikte kurdu. Düzen siyasetinde liberal bir çıkışı hedefleyen YDH, patronlar ve Asaf Savaş Akat, Cengiz Çandar, Can Paker, Etyen Mahçupyan, Kemal Anadol, Kemal Derviş gibi liberallerin vitrinde olduğu nadir siyasi projelerden birisiydi. Darbe ile önü açılan ekonomik liberalizasyonun, Turgut Özal’lı ANAP dönemi sonrasında siyasi, ideolojik, toplumsal açısından diri tutulması için atılan adımlardan biri olarak değerlendirmek gerekir. YDH, sermaye sınıfının demokratikleşme talebinin liberallerle birlikte “radikal” biçimde tartışılmasının araçlarından birisi olmuştu.

Söz konusu on yılın ilk döneminde “Başkanlık Sistemi” tartışmalarının kuluçkasının TÜSİAD ve yayınları olması da tesadüf değildi. 1992 yılında dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal, TÜSİAD’ın Görüş dergisinde yapılan söyleşide Türkiye için başkanlık sisteminin şart olduğunu vurgulamıştı. Aynı tartışma çeşitli araçlarla sermaye sınıfı tarafından sürdürüldü ve ülkenin “demokratikleşmesi” konusu ile iç içe ele alındı. Yine TÜSİAD’ın Can Paker’in koordinasyonunda Prof. Dr. Bülent Tanör’e hazırlattığı “Türkiye’de Demokratikleşme Perspektifleri” başlığını taşıyan rapor söz konusu tartışmalarda referans yayınlardan birisi olmuştu. Ocak 1997’de basılan raporun, Türkiye’de siyasi krizin hemen öncesinde yayımlanması elbette tesadüf değildi. Ekonomik sorunlara eşlik eden siyasi istikrarsızlık, patronlar açısından Anayasa, seçim sistemi, siyasi partiler yasası ve yerel yönetimler konusunu içeren kapsamlı bir tartışma açmanın zamanının geldiğini gösteriyordu. Nitekim 28 Şubat süreci devam ederken Tanör’ün hazırladığı raporla aynı paket içerisinde yayınlanan “Memur Yargılaması Hakkında”, “Yerel Yönetimler Yasa Taslağı”, “Ombudsman (Kamu Hakemi) Kurumu İncelemesi” ve “Dernekler Kanun Taslağı” çalışmalarının ışığında TÜSİAD tarafından Mayıs, Haziran ve Ekim aylarında ses getiren ve siyasi parti temsilcilerinin de davet edildiği üç ayrı tartışma toplantısı düzenlendi: “Siyasi Partiler Yasası” (Mayıs), “Seçimler, TBMM ve Hükümet Sistemleri” (Haziran), “Yerel Yönetimler” (Ekim).

TÜSİAD diğer sermaye örgütleri ile birlikte 28 Şubat sürecinin bir parçası olurken, 12 Eylül Darbesi öncesi siyasi tıkanma karşısında takındığı sert tavrı o dönemde de takınmıştı. Burada, sermaye sınıfı sözcülerinin bu pozisyonunun, darbe ile önü açılan serbest piyasa ekonomisinin kendilerine sunduğu kazanımların uzun dönem kalıcılığını sağlamakla ilgili olduğu bir kez daha not edilmelidir. TÜSİAD’ın organize ettiği bu tartışmalar ve müdahaleleri söz konusu kazanımları önce kalıcı hale getirmek ve sonra piyasalaşmada yeni hamle yapılması için uygun “siyasi işleyiş” arayışıdır.8 Aynı toplantılarda TÜSİAD başkanı Muharrem Kayhan, bugün Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin (CHS) temel unsurlarından olan iki turlu seçim ve ittifaklara izin veren bir modelin uygulanabileceğini söyledi. Başkanlık ve yarı-başkanlık gibi sistemlerin kriz dönemlerinde tıkanıklıkları açabilme özellikleriyle tartışılması gerektiği de yine Kayhan tarafından dile getiriliyordu. 

Türkiye’de siyasal sistemde reform ile birlikte başkanlık sistemi veya yarı-başkanlık sistemine ilişkin TÜSİAD’ın bir tartışma zemini oluşturması, yıllar sonra gündeme gelecek CHS’nin ilk meşruiyet dayanaklarından birisi olarak görülebilir. İlgili raporları hazırlayan akademisyenlerin ve TÜSİAD’ın o dönemde, başkanlık sisteminin Türkiye’de yol açabileceği bazı sakıncalara da işaret etmiş olmaları bu gerçeği değiştirmiyor.

1990’lı yıllar sermaye sözcülerinin sert uyarıları, siyasal sistemde reform ve demokratikleşme çağrıları ile kapanırken, “siyasi istikrarı” getiren gelişmeler önce 2001’de sarsıcı bir ekonomik kriz ve ardından 2002 Kasım ayında yapılan seçim ile AKP’nin tek başına iktidar olması idi. AKP’yi iktidara getiren rüzgârı üfleyen güçlerden en önemlisinin sermaye sınıfı olması, AKP’li yıllar boyunca kendini TÜSİAD ile ifade eden büyük sermayenin hükümet ile yaşadığı gerilimleri hep belli sınırlar içerisinde tuttu. Nitekim, TÜSİAD’ın AKP’li yıllarda önceki dönemlerde olduğu gibi siyasi sistemin yeniden inşa edilmesi ve kapsamlı reformlar gibi konularda ciddi bir çıkış yapmadığı görülüyordu. Çünkü AKP, 12 Eylül Darbesi’nin liberal ekonomi ve piyasalaşma konusundaki kazanımlarına sahip çıkıyor ve bu kazanımları kat be kat öteye taşıyordu. İnişli çıkışlı bir uyumdan, mutlak bir doğrultu ortaklığından bahsedilebilir. Bu ortaklık aynı zamanda, patronların 1997’de 28 Şubat sürecindeki “laik Cumhuriyet” hassasiyetinin sermaye sınıfının çıkarları söz konusu olduğunda pekâlâ geri plana itilebileceğini gösterdi.9

Sermayenin “hız” tutkusu

AKP’nin iktidar olduğu yıllarda Türkiye’de bir “siyasi istikrar” sorunu yaşanmadı. Yüksek seçmen desteği ile yoluna devam eden AKP’nin birçok sektörde başta serbestleşme ve özelleştirme politikalarıyla olmak üzere patronlara büyük kaynaklar aktarması, sermayenin geleneksel kesimleri ile AKP’nin girdiği rezonansın bir göstergesi oldu. AKP’li yıllarda yürütmenin yüksek seçmen desteği “siyasi istikrarı” sağlıyordu. Buna karşılık özellikle 15 Temmuz sonrasında daha hızlı olmak üzere devletin konsolidasyonu gibi hususlar, sermaye sınıfının hükümete dönük eleştirilerinin yeniden “demokratikleşme talebi” zeminine çekilmesini gerektirdi. Sermaye örgütlerinden zaman zaman, CHS’nin parlamentonun yetkilerinin arttırılması yönünde “denge ve denetleme mekanizmaları” ile donatılması ya da reforma tabi tutulması çağrısı yapıldı. Ancak bu çağrılar, 1970’li ve 1990’lı yıllardaki “istikrar” ya da “demokratikleşme” çağrıları kadar kuvvetli olmadı. Çünkü, sermaye sınıfı AKP’nin tek başına iktidar olduğu yıllarda elde ettiği büyük mevzileri tehlikeye sokacak bir siyasi konjonktürün oluşmasını tercih edemezdi.

2007 ve 2010 Anayasa Değişikliği referandum süreçlerinde Türkiye, hem Başkanlık Sistemini hem de yeni bir Anayasa’yı yeniden tartışmaya başladı. Özellikle ikinci referandumun ardından TÜSİAD’ın hukukçular ve akademisyenlerle organize ettiği yuvarlak masa toplantılarıyla gündeme dahil olduğu görülmekle birlikte ilgili çalışma da “iddialı” olmaktan oldukça uzaktı.10 Bu durum bir yandan sermaye sınıfının Başkanlık Sistemi ya da devlet işleyişini hızlandıracak değişikliklere özünde karşı olmamasından diğer yandan 2010 Referandumu ve Anayasa tartışmalarına, düzen siyasetine de gölgesi düşecek bir angajmanla dahil olmayı tercih etmemesinden kaynaklanıyordu. Ancak yine de raporda “2010 Anayasa değişikliği ve buna bağlı olarak çıkarılan uyum paketleri normalleşme ve sivilleşme yönünde atılan adımların” önemli olduğu vurgulanıyordu. Örneğin, HSYK’nın yapısının, görev ve yetkilerinin değiştirilmesi en azından ilgili çalışmanın koordinatörleri Prof. Dr. Ergun Özbudun ve Prof. Dr. Turgut Tarhanlı tarafından olumlu karşılanıyor, vesayet ilişkilerini ortadan kaldırmak gerekçesiyle daha sonra CHS ile gerçekleştirilecek olan Genelkurmay Başkanlığı’nın Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanması gibi öneriler yapılıyordu. Toplantıların katılımcılarının başkanlık sistemine karşı olduğu belirtilirken aslında TÜSİAD tarafından zaman zaman dillendirilen “Türk tipi” bir başkanlık sistemine karşı olunduğu vurgulanmış olunuyordu. Yani patronlar asıl olarak bir Başkan’ın sınırsız yetkilerle donatılmasına karşıydı ve o dönem Başbakan olan Tayyip Erdoğan’ın siyasi gücü düşünüldüğünde böyle bir siyasi figürün o koltuğa o yetkilerle oturmasından rahatsızlık duyuyorlardı.

Yoksa 2014 Aralık ayında dönemin TÜSİAD Başkanı Haluk Dinçer’in bir gazetede yayınlanan söyleşisinde de belirttiği gibi, patronlar “Başkanlık sistemini kategorik olarak” reddetmiyorlardı.11 CHS’nin uygulanmaya başlanmasından kısa bir süre sonra Ağustos 2018’de ise Anadolu Ajansı’na yaptığı açıklamada TÜSİAD Başkanı Erol Bilecik yeni sistemin en önemli özelliğinin hız olacağını söyledi. Bilecik, iş dünyasının yeni sistemle birlikte ekonomi kurumlarının yapısındaki sadeleşmeye dair ise şunları vurguluyordu: “Özel sektördeki en önemli nokta maliyetlerden kurtulabilmek, bunu minimuma indirebilmek. Sadeleşmenin önemli özelliklerinden bir tanesi bu; hız getirir, verimlilik getirir. Aradaki bazı katmanların ortadan kalkmasının bile bu hıza ve sadeleşmeye katkısı olur diye düşünüyoruz.” Bilecik kararların hızlı bir şekilde hayata geçirilecek olmasını önemserken küçük bir kaygısını not edip geçiyor, özellikle “iş dünyasına” ilişkin kararlar alınırken kendileriyle istişarede bulunulmasını rica ediyordu.

Ayrıntıları bir kenara bırakalım. Kendi sınıfının uzun vadeli çıkarlarını düşünen bir patronun konuya ilişkin yaklaşımını özetlemesi açısından Türkiye’nin en büyük holdingi Koç Holding Yönetim Kurulu Onursal Başkanı Rahmi Koç’a kulak verelim. 2004 yılında bir gazeteciye Başkanlık Sistemi tartışmaları ile ilgili yaptığı açıklamadaWinston Churchill’in ‘Demokrasi en fena idare tarzının en iyisidir. En iyi idare tarzı diktatörlük. Akıllı diktatörlüktür’ sözlerini hatırlatmış ve “En iyisi akıllı bir diktatör. Ama, bu devirde mümkün değil. İkinci en iyi ise başkanlık sistemi. Bu sistemde, hukukunuzun çok iyi çalışması lazım.” demişti.12 Bu sözlerin ve daha sonra CHS ile ilgili sermaye sınıfı sözcülerinin yaklaşımlarının özü şudur: Başkanlık sistemi aslında patronlar için idealdir ancak “iyi işleyen” bir hukuk sistemi ve daha genel olarak “denge ve denetleme mekanizmaları” ile Başkan’ın dizginleri patronlarda olmalıdır…

Büyük uzlaşmanın harcı yine sermaye sınıfından

24 Ocak Kararları, 12 Eylül Darbesi, 28 Şubat süreci, bir “istikrar” ve “demokrasi” projesi olarak AKP ve bugün olağanüstü yetkilerle donatılmış Cumhurbaşkanı ile CHS, birbirinin devamı ve sermaye sınıfının ihtiyaçları doğrultusunda ortaya çıkmış bir siyasi dizgenin parçaları olarak görülmelidir. Yeni anayasa gündemi ile CHS’nin ve sistemin belli ölçüde restore edilmesi bu dizgenin yeni parçası olacaktır. Yeni anayasa tartışmaları ile bir toplumsal uzlaşma ve onay çerçevesi kurulmaya çalışılacak, toplumun en azından bir yarısının gözünde oluşan meşruiyet krizinin giderilmesi hedeflenecektir.

“Sermaye aklı”nın siyasi istikrarsızlığa izin vermeden ve devletin mümkün olduğunca hızlı işlediği sistemin özünü koruyarak restore edilmesi üzerine çalışmaya başladığı görülüyor. Ama önce büyük uzlaşma zemini, yazının başında değindiğimiz üzere “makroekonomik istikrar” politikaları yani ekonomik adımlarla örülmektedir. Mehmet Şimşek ve Gaye Erkan ikilisinin uyguladığı politikalar, TÜSİAD’ın 50. Kuruluş yılı olan 2021’de yayınladığı “Yeni Bir Anlayışla Geleceği İnşa Raporu”nda “Ekonomik Kurumların Güçlendirilmesi” başlığında yer alan “Makroekonomik İstikrarın Sağlanması” için yapılan önerileri sırasıyla izlemektedir.13

Anayasa gündemi ve CHS’nin restore edilmesi sosuyla sürdürülecek yeni uzlaşma zemininin ekonomi başlığında örülmeye başlaması, işçi sınıfına sopanın daha sert sallanması ve emekçilerin daha fazla yoksullaştırılması anlamına gelecektir. Tam da bu nedenle, örgütlenen bu yeni uzlaşmanın yumuşak karnı ilk etapta işçi ve halk düşmanlığı olacaktır.

Aşkın Süzük / GELENEK 

  • 1.Selime Güzelsarı, Küresel Kapitalizm ve Devletin Dönüşümü, İstanbul: SAV Sosyal Araştırmalar Vakfı, 2008, s.96.
  • 2.Ebru Deniz Ozan, Gülme Sırası Bizde 12 Eylül’e Giderken Sermaye Sınıfı, Kriz ve Devlet, İstanbul: Metis Yayınları, 2012, s.35, 58.
  • 3.TÜSİAD, Konuşmalar 1980, Yayın No: TÜSİAD-T/80.1.63.
  • 4.24 Ocak Kararları’nın açıklanmasından sonra Mart 1980’de yayımlanan TÜSİAD’ın Görüş dergisinde, kararlar içerisinde asıl önemli bulunan adımların bu kurulların oluşturulması olduğu vurgulanıyor. Dağınık yetkilerin merkezileştirilmesinin, o dönem sermaye açısından önemi şu tespitlerle açık ediliyor: “Başbakan’ın kendine bağlı, adı geçen işlerden sorumlu ‘Bakanlar’; bu bakanların ‘teşkilatları’; bu teşkilatların ihtisas sahibi ‘elemanları’ varken, acaba neden bütün bu işlerin Başbakanlığa toplanıp oradan dar bir kadro ile yürütülmesi ihtiyacı duyulmuştur? Bunun cevabı çok açıktır: Çünkü kamu yönetimi, toplumsal gelişmenin çok gerisinde kalmıştır.” Görüş Dergisi, Cilt 8 Sayı 3 Mart 1980, TÜSİAD.
  • 5.Mustafa Sönmez, Türkiye’de Holdingler: Kırk Haramiler, 3. Baskı, Ankara: Arkadaş Yayınevi, 1988, s.149.
  • 6.Erinç Yeldan, Küreselleşme Sürecinde Türkiye Ekonomisi, 3. Baskı, İstanbul: İletişim Yayınları, 2001, s.127.
  • 7.TÜSİAD, Kâr, 1975. (https://tusiad.org/tr/yayinlar/raporlar/item/download/7915_b87ecee2d5c0…)
  • 8.TÜSİAD’ın 16 Haziran’da yapılan “Seçimler, TBMM ve Hükümet Sistemleri” başlığını taşıyan toplantısından iki gün sonra Refah Partisi lideri Başbakan Necmettin Erbakan 18 Haziran’da istifa etti. O toplantıda TÜSİAD Başkanı Muharrem Kayhan açış konuşmasında “Türkiye’de hükümetler icraat yapamamakta, parlamento ülkenin ihtiyaç duyduğu reformları gündemine alamamakta, milletin temsilcileri siyasi tıkanıklığın aşılması için kendi aralarında uzlaşamamaktadır… Bugünkü siyasi kadroların üzerlerine düşen görevleri yapmamaları, yalnızca ülkenin zaman kaybetmesine neden olmadı. Laik cumhuriyet, çoğulcu demokrasi, hukuk devleti, liberal ekonomi ve sosyal adalet gibi temel değerlerimizin sürekli erozyona uğramasına ve sonunda sistemin bitkisel hayata girmesine neden oldu.” diyerek siyasetçilere sert eleştiriler yapmış ve bitkisel hayata girdiğini tespit ettiği sistemin reforma tabi tutularak taze bir başlangıç yapılması gerektiğini belirtmişti.
  • 9.17-25 Aralık Operasyonları’ndan birkaç ay önce Fethullah Gülen’in rahatsızlığından sonra yayınlattığı gazete ilanlarında, sadece birçok patronun değil TÜSİAD’ın ve diğer patron örgütlerinin kurumsal olarak da tarikat liderine “geçmiş olsun” dileğinde bulunmak için kuyruğa girdiği ortaya çıktı. (https://haber.sol.org.tr/toplum/patronlar-fethullah-gulene-gecmis-olsun…)
  • 10.Çalışmanın sonuç raporu, yeni Anayasa’nın temel boyutlarına ilişkin hukukçu ve akademisyenlerin farklı görüşlerini kapsamış ve TÜSİAD çalışmayı, bu görüşler içerisinde birine doğru ağırlık oluşturmayan sunumla kamuoyuna duyurmuştu. Nitekim patronlar örgütü toplantılar dizisini, yeni anayasa konusunda farklı görüş ve yaklaşımlara işaret eden şu cümlelerle ifade ediyor ve uzlaşma çağrısı yapıyordu: “Toplumumuzda her kesimin yeni anayasadan beklentisinin farklı olması ve yeni anayasaya kendi önceliklerine göre anlam yüklemesi doğaldır. Ancak yeni anayasa her şeyden önce, ‘tüm vatandaşlarımızın farklılıklarıyla bir arada yaşama iradesini temsil eden, ileri demokrasilere örnek teşkil edebilecek, vatandaşla iletişim gücü yüksek ve yenilikçi bir toplum sözleşmesi’ niteliği taşımalıdır. Türkiye’nin yeni anayasaya giden yolda toplumu bölen sorunlarını çözmek için karşılıklı anlayış, empati, diyalog ve yapıcılığa ihtiyacı vardır.” – TÜSİAD, “Yeni Anayasa Yuvarlak Masa Toplantıları Dizisi: Yeni Anayasanın Beş Temel Boyutu”, Mart 2011, Yayın No: TÜSİAD-T/2011/03/513.
  • 11.https://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/muhatabimiz-cumhurbaskani-degil-bas…
  • 12.https://www.hurriyet.com.tr/gundem/en-iyisi-akilli-diktatorluk-o-da-bu-…
  • 13.Merak edenler raporun 218-220. sayfalarını inceleyebilir. Rapor bir bütün olarak incelendiğinde, AKP’li yıllarda sermaye sınıfının elde ettiği kazanımlara dayanarak patronların daha ötesini elde edebilmek için imkanları tartıştığı görülecektir. Öte yandan aynı raporda “Saygın Türkiye” başlığı altında, AKP’nin dış politikadaki yönelimleri ve pratiği ile aynı doğrultuya işaret edilmekte Türkiye’nin içinde bulunduğu coğrafyada ağırlığının artmasının önemsendiği şu tespitle vurgulanmaktadır: “Türkiye’nin çevre coğrafyada uluslararası hukuk gözetilerek ekonomik ve siyasi ağırlığını artırması, 2000’li yıllarda olduğu gibi, önümüzdeki dönemde de Türkiye hikayesinin tamamlayıcı bir ögesi olacaktır. Tarihsel ve kültürel mirasıyla Türkiye’nin Orta Doğu, Kuzey Afrika ve Orta Asya’da etkili ve saygın bir güç olma potansiyeli yüksektir.” Bu tespit aynı zamanda 1990’lı yıllarla birlikte hızlanan sermaye ihracı ihtiyacı ve pazar arayışında patronların AKP’nin dış politika çizgisinden fazlasıyla yararlanmış olması gerçeğiyle düşünülmelidir. Sermaye aklı, Türkiye’nin bölgesinde ve dünyada daha fazla yükselebileceğine inanmakta ve bu potansiyeline de işaret etmektedir. https://tusiad.org/tr/basin-bultenleri/item/10854-tusi-ad-dan-yeni-bir-…