12 Şubat 2024 Pazartesi

Cumhuriyet KÖŞEBAŞI - 12 ŞUBAT 2024 -

 

Murat Kurum’un ‘Hırsız’ diye çağrılan tanıdığı (Barış Terkoğlu)



Koca binalar betondan sanırsın. Oysa inşaatın harcına insanın ahı karışmış.

81 ilde seçim var. Ancak ana gündem tartışmasız İstanbul. En büyük vaat ise kentsel dönüşüm. Bütün adaylar "ben yaparım" diyor. Eli en güçlü olan iktidarın desteğini alan Murat Kurum. Cuma günü konuşurken "Fikirtepe’de yaptık" dedi. Örnekle "yine yaparız" diye devam ediyordu.

Kurum böyle söyleyince, depremin yıldönümünde toplanan o kalabalığı hatırladım. 6 Şubat’ta Fikirtepe’de ellerinde pankartlarla buluşmuşlardı. "Yeter artık, 3 sene dediler 10 sene oldu" yazıyordu. "Hırsız Haldız" diye bağırıyorlardı. Kastettikleri AKP Kurucusu Müteahhit Macit Haldız’dı. Yanındaki pankartta ise "Çevre ve Şehircilik Bakanı sözünü tut" yazıyordu. İşaret ettikleri Murat Kurum’dan başkası değildi.

Emlak Konut’un, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın, TOKİ’nin tabelalarının görüldüğü yarım kalmış inşaatların önünde toplanmış açıklamalarını okumuşlardı. Enkaz altındakiler gibi "sesimizi duyan var mı" diye sesleniyorlardı. Zira ortada ne kendilerine destek olacak bir muhalefet partisi ne de açıklamalarını dinleyecek bir basın mensubu vardı. Gittiğim marketin manav bölümündeki emekçi amca, "sorsan Fikirtepe’de evim var ama yıllardır kiracıyım" diye mağduriyetini anlatmasa benim de haberim olmayacaktı.

11 YILDIR BİTMEDİ        

Fikirtepe, bir zamanlar Kadıköy’ün kenar mahallesiyken, yıllar içinde şehrin göbeğinde kalmıştı. Bu kıymetli bölge müteahhitlerin ağzını sulandırıyordu. 2005 yılında "özel dönüşüm alanı", 2007’de "kentsel dönüşüm alanı" ilan edildi. Sonrasında etrafına göre oldukça avantajlı sayılabilecek planlar hazırlandı. CHP’li diye Kadıköy Belediyesi’ne bölge hakkında tek mesele bile danışılmadı, tek yetki verilmedi. Küçük sanmayın, 4 bin 500 adet parselden oluşan, toplamda 1 milyon 300 bin metrekarelik bir alandı. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın ve TOKİ’nin öncülüğünde projeler başlarken, mahalle vatandaşlara hayal satan müteahhitlerle doldu. İmzalar atıldı, binalar yıkıldı. Fikirtepe uzun ve karanlık bir harabeye döndü. Sonuç ise tam bir fiyaskoydu. Yıkılıp da yapılamayan, yarım kalan bölgeler… Bitse de tapusunu alamayan ev sahipleri… İflas eden müteahhitler… Ödenemeyen kiralar...

İşte Haldız İnşaat’ın yaptığı binalar da yarım kalanların arasında. 2 bin aile, müteahhit evimizi bitirse de otursak diye 11 yıldır bekliyor. Gelgelelim, AKP kurucusu Macit Haldız, "yapamıyorum" diyor. Bir eksiğini gördüğü yoksul vatandaşın tepesine çöken devlet ise kredi yağdırdığı müteahhitler karşısında eli kolu bağlı bekliyor.

KURUM YAPACAKTI YAPMADI

Kendi ifadeleriyle "Haldız mağdurları" ile konuştum. Cumhurbaşkanı ile iki kez görüşüp sorunlarını anlatmışlardı. Erdoğan söz vermişti. Olmadı. İki sene önce Murat Kurum’u yakalamışlardı. Kurum, Emlak Konut müdürünü çağırmış, onların yanında "gereğini yapacaksın" demişti. Bir şey değişmedi. Geçen Mayıs seçimlerinde Murat Kurum bölgeye bir kez daha söz verdi. "Biz yapacağız, tabelayı oraya dikeceğiz" dedi, Fikirtepeliler’den oy istedi. Yine bir şey olmadı. Bugün bile AKP Kadıköy Belediye Başkan Adayı Veli Arslan halkın arasında dolaşırken, vatandaşlar tarafından Haldız’ın AKP kurucusu olarak kendilerini mağdur ettiği hatırlatılıyor.

Sorsanız, "mağdur eden biz değiliz müteahhit" diyorlar. Oysa o müteahhitler için çıkardıkları yasaları, yaptıkları planları, vatandaşa çağrıları unutuyorlar. "Fikirtepe’de başardık" diyen Murat Kurum’a bir öneri… Fikirtepe sokaklarında dolaşıp duvar yazılarına baksın, "Bakanım sözünüzde durun", "seçimlerde görüşmek üzere" yazanları gözleriyle görecek.

PARA VERDİM YİNE DE ALAMADIM

Haldız’dan ibaret değil…

Kurum, Anadolu Adliyesi’ne Fikirtepe merkezli kaç dava olduğunu sorsun, rakama kendisi bile şaşıracak.

Bir tanesi önümde duruyor. Şikayetçi bölümünde Enes Karpuz yazıyor. Karpuz AKP’li. 2014 yılında, parasını vererek, Emay İnşaat’tan topraktan 10 dükkan 3 daire aldığını söylüyor. Elinde iki tarafın da imzaladığı sözleşme, parayı verirken yanında olan tanık da var. Gelgelelim anlattığına göre müteahhit inşaat bitince tapu devrini yapmamış. Olay mahkemeye taşınmış. Bilirkişi raporu da Karpuz’un lehine çıkmış. Gelgelelim müteahhit para almadığını, sözleşmeyi baskı altında imzaladığını söylemiş. Karar, şikayetçi olan Karpuz’un lehine çıkarken şirketin talebiyle hakim değişmiş. Yeni hakim bu kez müteahhit lehine karar vermiş. Dosya hem temyize gitmiş, hem de hakim HSK’ya şikayet edilmiş. İşin ilginci, bu süreçte anlaşmazlık Cumhurbaşkanlığı’na kadar taşınmış. "Bir dükkana işini çözeriz" diyen çeşitli arabulucular çıkmış.

Benzeri dava o kadar çok ki… Mağdurların WhatsApp grupları, mağdur dernekleri, toplu açtıkları davalar, eylemler var. AYM’ye, Danıştay’a, yerel mahkemelere taşınan, yıllar süren davalar var. Kısacası Murat Kurum "başardık" dese de sadece basit bir Google taraması binlerce Fikirtepe mağduru olduğunu gösteriyor. Mağdurlar, Kurum’un kendi geçmiş açıklamalarında bile görünüyor.

Göğe yükselen binaların dili olsa da konuşsa. Belki de "ben bu yükü artık taşıyamıyorum" diyecek.

                                                         /././

‘Yeni ortaçağ’da Türkiye (Ergin Yıldızoğlu)

ABD, dış politika çevrelerinde “kurala dayalı uluslararası düzenin” dağılmaya başladığı, Ukrayna’da “siper savaşlarının” yaşandığı, Çin’in yükseldiği, devlet dışı güçlerin etkinliklerinin arttığı, vekâlet savaşlarının sıklaştığı bir dönemde, yeni savunma stratejileri arayışlarını yoğunlaştırdı. ABD istihbarat yapılanmasının entelektüel kanadından “RAND Corporation”ın geçtiğimiz haftalarda yayımladığı bir rapor, ABD ile Çin arasındaki süper güç rekabetinin içerdiği riskleri anlamak için, bir “yeni ortaçağ” döneminde yaşadığımızı da anlamak gerekir diyordu. Rapora göre modernitenin kurumları, anlayışları değerleri hâlâ bizimle olduğu için, yaklaşık 2000’den bu yana artık bir “yeni ortaçağ” döneminde yaşadığımızı kavramakta zorlanıyoruz. 

KAVRAM YENİ DEĞİL

Kavram ve “yeni dönemin” başlangıç tarihi hiç yabancı gelmedi. “Yeni ortaçağ” kavramıyla ilk kez 1980’lerde, Umberto Eco’nun 1972 tarihli bir denemesinde karşılaşmıştım. Robert Kaplan’ın 1994 tarihli “Gelmekte olan anarşi” denemesi de bu konuyu işliyordu. Daha sonra, 2010’lu yıllarda Parag Khanna, küreselleşme, “Davos”un işlevi, yeni jeopolitik gibi konularda “yeni-ortaçağ” kavramına başvurdu. BlackWater ve Wagner Grup gibi özel orduları, IŞİD gibi devlet dışı aktörleri, küresel jeopolitik içinde değerlendirme çabalarında da “yeni ortaçağ” kavramına sıkça rastladım. Daha yakın zamanda Joel Kotkin “yeni feodalizm” ve Yanis Varoufakis “tekno feodalizm” kavramlarıyla “yeni ortaçağ” tartışmasının alanına girdiler.

Rapora göre “Yaklaşık olarak 2000 yılında başladığını düşündüğümüz bu dönemi, zayıflayan devletler, parçalanmış toplumlar, dengesiz ekonomiler, yaygın tehditler ve savaşın gayri resmi hale gelmesi betimliyor”. Bunlardan beni en çok ilgilendirenleri kısaca açarsam:  “Zayıflayan devletler; devletlerin iç güvenliği koruma ve halkı tatmin edecek düzeyde mal, hizmet ve fırsat sunma konularında yetersiz kaldıkça politik meşruiyetinin zayıflaması anlamına geliyor. “Parçalanmış toplumlar”; ulus devletin üzerinde yükseldiği toplumun kültür bütünlüğünü sağlayan değerlerin zayıflaması (egemen ideolojinin verimliliğini kaybetmesi-EY), toplumun bu zeminde kutuplaşmasını ifade ediyor. Ulusal devletten başka bir şeye öncelik veren çeşitli alt, uluslararası topluluklardan oluşan grup kimlikleri öne çıkarak kemikleşiyor. “Dengesiz ekonomiler”; büyümenin sadece birkaç sektörde yoğunlaştığı, ulusal gelir gittikçe artan oranda, ekonomik, siyasi hatta kültürel seçkinlerin elinde toplanırken yoksulluğun yaygınlaştığı bir ortamı betimliyor.

VE MAALESEF ÇOK TANIDIK 

Raporun, “yeni ortaçağ”ın başlangıcı olarak saptadığı “yaklaşık 2000 yılı” döneminde Türkiye’de de “yeni ortaçağ” kavramının içeriğine uygun bir süreç başladı. Siyasal İslamın iktidarını “sindire sindire” inşa edecek bir rejim değişikliği toplumdaki, farklı dini, etnik hatta cinsel kimlikleri kutuplaştırarak, kutuplaşmayı kullanarak gerçekleşti. Süreç ilerledikçe, hukuk ve parlamento işlemez, kişisel sorunlar da sık sık silahla çözülür oldu. Devlet mafyalaşır, modern seküler ilkeler üzerinde yükselmiş Cumhuriyetin, politik meşruiyeti zayıflarken “süreç olarak faşizm” şekillendi. Devlet ve toplum “iç uyumlarını”, istikrarını kaybetmeye devam etti. Bu süreç boyunca, toplumdaki egemen ideolojinin etkisi de kırıldı, ama yerine geçmeye çalışan dini ideoloji de egemen olamadı, aksine hem kutuplaşma daha da derinleşti hem de devletin meşruiyeti erimeye devam etti.

Başlangıçta dünya ekonomisindeki elverişli ortamdan kaynaklanan bol ve ucuz yabancı kaynak girişi, o ortam ortadan kalkınca durdu. Kaynaklar kurumaya başlayınca, bu “sıkıntı” yeni kurulmakta olan rejimin egemen sınıfının, ekonominin politiği ile birleşince ekonomin dengesi iyice bozuldu ve sonunda yönetilemez hale geldi.

Bu “yeni ortaçağ”ın içinden, kısa zamanda çıkılamazsa, toplumun hâlâ çoğunluğunu oluşturan kesiminin, modern, seküler cumhuriyetçi kültürü (tarzların, değerlerin, kavramların, gelecek kuşaklara, genetik olmayan yollarla aktarılması)  giderek silinecek. Ondan sonra artık ülke, eşitlik, özgürlük, sosyalizm gibi kavramları dışlayan karanlık ve istikrarsız bir “ortaçağ”  kültürüne ve ahlakına tutsak olacak.

                                                         /././

Rus iç savaşı (Mehmet Ali Güller)

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, ABD’li gazeteci Tucker Carlson ile yaptığı söyleşide, Ukrayna-Rusya savaşını bir iç savaş olarak değerlendirdi.

Rus tarihine değinen Putin, Ukraynalılar ile Rusların aynı etnisite olduğunu savundu. Ukraynalılık fikrinin daha çok Polonya’nın bugünkü Batı Ukrayna topraklarına egemen olduğu dönemde uyguladığı özel bir ayrıştırma siyaseti olduğunu belirten Putin, “Başlarda, Ukraynalı kelime olarak devletin kenarında yaşayan veya sınır muhafızlığı yapan kişi anlamına geliyordu. Bu etnik bir grup anlamını taşımıyordu” dedi. 

Putin buradan hareketle, geleceğe dair bir öngörüde bulundu: “Ne olursa olsun er ya geç anlaşacağız ve biliyor musunuz, belki de mevcut durumda kulağa garip gelebilir, ama halklar arasındaki ilişkiler eski haline dönecek.

Putin devamla, yaşanan savaşta teslim olmayı reddeden Ukraynalıların “Ruslar teslim olmaz” diye bağırarak ölümü tercih ettiğini söyledi ve şu çok dikkat çekici tezi ortaya attı: “Onlar hâlâ kendilerini Rus görüyor. Bu anlamda tüm yaşananlar iç savaş olarak gösterilebilir. Batıdakiler, bu savaşın Rus halkın bir kısmını diğerinden sonsuza kadar kopardığını düşünüyor. Hayır. Yeniden birleşme olacak.”

SAVAŞ 2014’TE BAŞLADI

Putin’in dikkat çeken bir diğer mesajı da daha önce dile getirdiği, “Savaş 2022’de değil, 2014’te başladı” teziydi: “Ukrayna’da 2014’te meydana gelen darbe, CIA desteğiyle silahlı muhalefet tarafından gerçekleştirildi. Ukrayna’daki çatışmayı bu ülkede yaşanan devlet darbesi körükledi. Ukrayna yönetimi savaşı 2014’te başlattı. Bizim amacımız bu savaşı durdurmak. 2022’de savaş başlatmadık, ona son vermeye çalıştık.”

Atlantik medyasının gözlerden uzak tutmaya çalıştığı bu gerçek, asıl nedenleri ve ABD’nin hedefini anlamak bakımından çok önemli. Rusya’nın 24 Şubat 2022’de Ukrayna’ya “özel askeri harekât” başlatmasından sadece iki gün sonra bu köşede o gerçeğe işaret etmiştim: “Rusya’nın askeri harekâtı, ‘asıl savaşı’ bitirme hedefli savunma saldırısı olarak da yorumlanabilir. Çünkü sekiz yıldır Donbass’ta zaten savaş vardı. 2014’te Amerikancı darbeyle hükümet devrildiğinde, Kırım, Donetsk ve Lugansk darbeye karşı pozisyon aldı. Kırım bağımsızlık ilan etti, referandumla Rusya’ya katıldı. Ukrayna, Donetsk ve Lugansk’a saldırdı. 2015’te Minsk Anlaşması’yla bu iki bölgeye ‘özel statü’ kararlaştırıldı ancak Ukrayna uymadı ve sekiz yıldır Donetsk ve Lugansk’ı, yani Donbass bölgesini vuruyor. Batı medyası üzerini örtse de sekiz yılın sonunda Donbass’ta 2 bin 600 sivil öldürüldü (bazı kuruluşların verilerine göre 3 bini çocuk olmak üzere 13 bini sivil, toplamda 14 bin insan öldürüldü), on binlerce insan evlerini terk etmek zorunda kaldı” (Cumhuriyet, 26.2.2022).

HEDEF RUSYA’YI ESKİ SINIRLARINA İTMEK

Aslında bu gerçeği Ukrayna da biliyor. Üç gün önce görevden alınan Ukrayna Genelkurmay Başkanı Zalujni, çok konuşulan Economist dergisindeki söyleşisinde bu gerçeğe işaret etmişti: “Bizim için, ordu için savaş 2014 yılında başladı. (...) Tüm bunlar 24 Şubat 2022’de ölçeğin artmasıyla oldu. Ondan önce 403 km’lik bir cephemiz ve 232 güçlü noktamız vardı. Ve 24 Şubat’ta bu cephe 2 bin 500 km’ye çıktı” (Economist, 15.12.2022).

Evet, bu savaşı 2014’te asıl başlatan ABD’ydi. Nedenini de ABD resmi kurumlarına  “strateji hazırlayan” Stratfor’un kurucusu George Friedman’dan aktaralım: “Eğer Batı, Ukrayna’yı kontrol altında tutabilseydi, Rusya savunmasız kalabilecekti.  Belarus’la olan güney sınırları ve Rusya’nın güneybatı sınırı açık hale gelecekti. Ukrayna ve Batı Kazakistan arası mesafe yaklaşık 400 mildir ve Rusya Kafkaslar’a gücünü bu bölgeden gösteriyordu. Rusya bu durumda  Kafkaslar’ı kontrol etme gücünü yitirecek ve Çeçenya’dan daha kuzeye çekilecekti. Ruslar, Rusya Federasyonu’nun bazı bölümlerinden çıkacak,  Rusya’nın güney sınırları çok  zayıflayacaktı.  Böylece Rusya çok eski sınırlarına çekilene kadar parçalanma sürecekti” (Gelecek 100. Yıl, Pegasus, 2009, s.103).

(Cumhuriyet)

soL - KÖŞEBAŞI - 12 ŞUBAT 2024 -


Kaos çağından çıkış (Anıl Çınar)

Aranılan o büyük savaş henüz yok ama o seferberlik şimdiden başlatıldı bile. Maaşını kabul et, faturana itiraz etme, oyunu kullanıp geç, aç kal ama sesini çıkarma.

Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Antonio Guterres “kaos çağı”na girdiğimizi ilan etti.

Bugünün dünyasında çok fazla nefret, öfke ve gürültü vardı. Her gün her yerde savaş… Dezenformasyon ve aldatmaca bu defa yapay zekayla yeni bir aşamaya erişmişti.

BM daha önce de bölünmüş ve kilitlenmişti ama şimdi en kötüsü yaşanıyordu. “Soğuk Savaş”ta bile işleyen mekanizmalar bugün çalışamaz hale gelmişti. Özetle, BM işlevini yitirmişti.

Cezasızlıkla, tehlikeli ve öngörülemez bir kanunsuzlukla karşı karşıyaydık. Bu, kaos çağına girdiğimiz anlamına geliyordu.

BM’nin işlevi geçmişte neydi? Veya BM, geçmişte, emperyalist devletlerin açtığı savaşları, katliamları ve kural tanımazlıkları cezalandırılabilmiş miydi ki bugün bunlardan bahsedilebiliyordu? Guterres herhalde oturduğu koltuğa anlam kazandırmak için konuşuyordu.

Öte yandan, dünyanın kaosa gömüldüğünü ilan eden yalnızca Guterres değil. Son bir ayda, en yetkili ağızlardan ama en çok da NATO liderlerinden ve batı medyasından yeni dünya savaşının kapıda olduğunu, hazır olunması gerektiğini dinlemedik mi?

Hazır olmak için stok yapmak, sığınak inşa etmek, olası bir nükleer felakette hayatta kalma yollarını ezberlemek gerekiyordu…

Bir de silahlanmak, silahlanmak ve silahlanmak.

Açıkçası, her dönem hortlayan dünya savaşı analizlerinin bir bölümü geniş kitleleri hareketsiz kılmak için de piyasaya sürülüyor. Öyleki bunun anketleri bile yapılıyor, “bir sonraki savaşta ülkenizin düşmanı sizce kim olacak?” diye soruluyor geniş kitlelere.

Oysa dünyanın topyekün bir savaşa ilerlediğini görmek için analist olmaya gerek yok. Bir bakıma dünya zaten savaşta. İrili ufaklı neredeyse bütün devletler dünyanın o ya da bu yerindeki sayısız çatışmanın bir parçası durumunda.

Ancak yine de eksik olan bir şeyler var.

Birincisi zamanla ilgili. Emperyalist dünyada büyük hesaplaşmaların bir hiyerarşi sorunundan kaynaklandığı biliniyor, yeni hesaplaşmanın asıl hedefinin Çin olacağı da. Halbuki dünya henüz Çin’in “seferber olduğu” bir dönemece ulaşabilmiş değil.

İkincisi, ve daha önemlisiyse kitlelerin seferberliğiyle ilgili. Vekalet savaşları, özel ordular, özel birlikler ve özel silahlar uzun süredir yeni normalimiz. Fakat bunlar bir yere kadar tanımlayıcı olabiliyor. Kitlelerin mobilizasyonu analiz değerini hâlâ koruyor.

20. yüzyılın en önemli derslerinden biri krizle, kaosla, gerilimle yüklenmiş milyonların nasıl ve hangi araçlarla kontrol altına alınacağı, “sevk ve idare” edileceği değil midir? 1914’ün yazında silaha, cepheye, fabrikaya koşan milyonların motivasyonunu, 1920’lerle Avrupa’dan yayılan faşizm rüzgarını hafife almamak gerekiyor.

Ama ilki, ikincisini çözmenin yolunu da sunuyor. 

Bizimse hatırlamamız gerekiyor.

1914’ün sıcak yazında savaşın fitili Saraybosna’da ateşlendiğinde hangi diplomatın ağzından hangi sözün çıktığı çok tartışılmıştı. Hangi ülkeler hangi gizli yöntemlerle nerede hangi krizi tetiklemişti. Kimlere ne vadedilmiş, kimler kimlerle gizli anlaşmalar yapmış, kimlere hangi sözler verilmişti.

Terörist eylemler, intihar timleri, otomobiller ve saldırı konvoyları, bombalar ve suikastler… İşin aslı 1914’ün baharı bugünün kaosunu pek de aratmayacak kadar gaddar ve de moderndi.

Ama tuhaf ve “durağan” bir kaostu bu. 

Bir yandan, dünya savaşının gelişi on yıl öncesinden belliydi. Bunu görmek için kahin olmaya gerek yoktu. Büyük tekellerin, sermayedarların ihtirasları artık kaba sığmaz hale geliyor, Almanya başta olmak üzere yeni emperyalistler hiyerarşide hak iddia ediyordu. Savaş kaçınılmaz bir çözüm yoluydu.

Öte yandan, karşılıklı el ense çekmelerin, sinir yoklamalarının sonu gelmeyecek gibiydi de. Bu, dünyanın yeni normaliydi. Hatta bazı yorumcular ön yargıları aştılar, geçmiş malzemeyi elden geçirdiler ve o günlerde bir dünya savaşının kesin olmak şöyle dursun, olanak dışı dahi gözüktüğünü yazdılar.1

Gerçekten de kaosun her zaman var olan tek bir değişkeni vardı: tesadüfler, beklenmedik olaylar veya arızalar. Nitekim kaostan dünya savaşına geçişi mümkün kılan da bu olmuştu. Zincirin kırılması için alternatiflerin zamanla aşınması, adım adım tükenmesi yetmiyordu. Aslen, dünya sistemini zorlayan “kısa şoklar” rol oynuyordu.

Yani 1914’te “Almanya sürüklendi” diyen tarihçiler bir bakıma haksız değildi.

Ama Almanya sürüklenirken Rusya da sürükleniyordu. Avrupa’da ve bütün dünyada geniş kitleler, işçiler ve köylüler yılların birikmişliğine sürükleniyordu…

Tüm bunlar bizi neden ilgilendiriyor?

Dünyaya Türkiye’den bakınca epey bir ilgilendiriyor.

Örneğin SETA Genel Koordinatörü ve Sabah yazarı Burhanettin Duran’a göre Hindistan ve diğer yükselen güçler dünyanın kaosundan kendilerini korumaya çalışmakla meşgul.2 Türkiye de bunlardan biri olarak tehlikelerin farkında. Dahası bunlara karşı “istikrar ve düzen sağlayıcı bir rol” üstlenmeye çalışıyor.

İlginç ki kaosun parçası ve kaynağı olan diğer devletler de aynı şeyi iddia ediyor. Herkes birbirini düzen bozmakla, düzene saygı duymamakla veya sınır tanımamakla suçluyor.

Bunun bir adım ilerisi sanırım şu oluyor: Aslında kimse savaş istemiyor, herkes zorunlu kalıyor. 

Demek ki, aslında kimse anayasayı ortadan kaldırmak istemiyor. Kimse olağanüstü hâl ilan etmek istemiyor. Kimse zam yapmak, maaşları budamak, grevleri yasaklamak, hapishaneleri doldurmak da istemiyor. Kimse binlerce insanı göç ettirmek, binlerce yoksulu cepheye sürüp binlerce bombayla öldürmek de istemiyor.

Kaos bunu gerektiriyor. İstikrar için düzen için sabretmek, aç kalmak ve sonunda da ölmek gerekiyor.

Yani, aranılan o büyük savaş henüz yok ama o seferberlik şimdiden başlatıldı bile. Maaşını kabul et, faturana itiraz etme, oyunu kullanıp geç, aç kal ama sesini çıkarma.

Çünkü kaos var, çünkü şartlar bunu gerektiriyor.

Kaostan kaçış mümkün değil ama çıkışın anahtarı işte önce bu “seferberliğe” meydan okumaktan geçiyor.

"Ben işte o Mahmut Bey’in toru…” demeye kalmadı, sağ yamacımda oturan yoldaş “Yapma yav!” diyerek ayağa kalkacak oldu. “Benim de dedemi Mahmut Bey’e suikast düzenlediği iddiasıyla idam etmişler!”

Başta, herkese ibret olması gereken bir anımı paylaşmak istiyorum:

Aradan sanırım on yıl geçti. Güzel bir yaz günüydü, Bir yoldaşımla birlikte TKP’nin İstanbul’daki ünlü Nâzım Hikmet Kültür Merkezi’nin bahçesinde buluştuk. İnsana huzur veren dut ağaçlarının gölgesinde, umut, enerji ve heyecan dolu sohbetlerden yükselen sesler arasında büyük bir masada kendimize oturacak bir yer bulduk. Masada bir grup yoldaş o günün meselelerini tartışıyorlardı. Aralarından biri Kafkasya’ya doğru yola çıkacakmış, onu geçirmeye gelmişler. Birlikte olduğum yoldaş onları tanıyordu. O sıralarda haftada bir soL’da yayımlanan Çarşamba Yazıları’mı okuduklarını da biliyormuş. Bu nedenle beni tanıştırdı: “Bakın işte, Cemil Fuat Hendek bu yoldaş.”

Meğer aralarından ikisi Hendek’liymiş. Tabii hemen soyadımın nereden geldiğini, o kentle ne ilişkim olduğunu sordular. Ben de kısaca anlattım: “Hendek’te Belediye Meydanı’nda bir abide var. Kurucu Meclis’in kararıyla dikilen ilk cumhuriyet şehitleri abidesi. O abide dikilirken, orada yatan 24. Kolordu Komutanı Mahmut Bey’in ailesine de Hendek soyadı verilmiş. Ben işte o Mahmut Bey’in toru…” demeye kalmadı, sağ yamacımda oturan yoldaş “Yapma yav!” diyerek ayağa kalkacak oldu. “Benim de dedemi Mahmut Bey’e suikast düzenlediği iddiasıyla idam etmişler!”

Bütün masadakiler, hep birlikte bembeyaz olduk. Bir an için donup kaldık. O yoldaş annesinden dinlediği öyküyü, dedesinin nasıl Çanakkale’de savaştığını, savaştan sonra nasıl bir ayda yürüyerek memleketine vardığını, karısının önüne koyduğu bir tas sıcak çorbaya nasıl bir damla gözyaşını akıttığını anlattı.

Mahmut Bey de Çanakkale’de savaşmış bir subaydı. (Çanakkale madalyası halen evimizde duruyor.) Belki de aynı siperlerde sırt sırta vermişler, ortak düşmana karşı savaşmışlardı. Ne var ki, sınıflar arasındaki mücadele, ileri gitme çabasında olanla geri kalmış olan arasındaki savaş ve ona bağlı bir dizi rastlantı ikisini karşıt cephelere savurmuştu.
İşte o anda herkesin ders alması gereken bir olay oldu: Kalkıp, birbirimizle kucaklaştık! Ne mutlu bize ki, karşı cephelerde hayatını kaybetmiş dedelerin iki nesil arkasından gelen torunlar yine aynı cephede buluşmuştuk. Dedelerimiz gibi, bugünün düşmanlarına karşı, aynı hedefler için birlikte mücadele etmekteydik. (Bu satırları okuyorsa selam olsun kendisine.)

                                                          ***

Biliyoruz, binlerce yıllık insanlık tarihinin her sayfası, istisnasız bütün coğrafyalarda sömürü, baskı, eziyet, savaş ve kanla yazılmış. Biz komünistler o olayların temelinde her zaman sayısız insan için ağır sonuçları olan, her çağın sınıfları arasındaki savaşların yattığını biliriz. Bu nedenle tüm acılara, kan ve gözyaşına karşın tarihin tekerleğinin ileri doğru döndüğünün bilinciyle hareket ederiz. Bizim işimiz bu acılar üzerinde sızlanıp durmak, her gündemin başına bu acıları yerleştirmek değildir, Bu bilinçle o sayfalardan ders çıkarmayı, bu dersleri emekçi yığınlara aktarmayı ve günümüz mücadelesinde cephane haline getirmeyi görev ediniriz.

Mesele işte budur ve bundan başkası, günümüzdeki baskı, sömürü ve yoksulluğa karşı mücadele cephesini zayıflatmak, hedef şaşırtmak ötesinde hiçbir işlev görmez.

                                                       /././

Putinizm (Engin Solakoğlu)

Putinizm (Engin Solakoğlu)
Rusya’nın Türkiye’de vakıfları, düşünce kuruluşları olmadığı halde en muhafazakâr kesimlere bile nasıl bu kadar başarılı biçimde ulaşabildiğini inceleyecek araştırmacılar olacaktır mutlaka.

Rusya Federasyonu Devlet Başkanı Vladimir Putin’in hafta içinde Amerikalı televizyoncu Tucker Carlson’a verdiği demeç dış politikayı takip iddiasındaki bütün mecralarda tartışıldı. Türkiye’de bu konuda benim okuyabildiğim en kapsamlı ve isabetli değerlendirmeyi ise Yiğit Günay yaptı. Bu sabah birkaç kez okudum. Sizin de okumanızı öneririm. Şu bağlantıdan ulaşabilirsiniz.

Putin’in ipe sapa gelmez tarih tezlerini, artık alışkanlık hale getirdiği SSCB’ye yönelik eleştirilerini bir yana bırakıp,  biraz Rusya ile Ukrayna arasındaki savaşın son durumuna bakalım. Savaşın başlamasından bu yana iki yıl geçti. Tarafların silahlı kuvvetleri az çok belirli bir cephe çizgisinde didişiyorlar. Bir yandan da birbirlerinin kontrolü altındaki kentlere hava saldırıları düzenliyorlar.

Putin söyledikleri içerisinde belki de en doğru hususlardan biri ABD, İngiltere ve genel olarak NATO ülkelerinin desteklediği Ukrayna’nın Rusya’yı yenilgiye uğratamadığı. Birliklerin çarpıştığı arazi resmen Ukrayna toprakları olduğuna göre, yerinde bir tespit. Aksini bekleyenler vardı belki de ama iki ülke karşılaştırıldığında bu doğal bir sonuç gibi görünüyor.

Ukrayna’nın Rusya’yı yenemediğine kuşku yok ama Rusya’nın Ukrayna’yı yenilgiye uğrattığını söyleyebilmek de pek mümkün değil. Üstün bir hava kuvveti, süpersonik, hipersonik füzeler, kağıt üzerinde denize tümüyle hakim bir donanma yetmiyor demek ki. Putin de savaştaki tüm hedeflere ulaşılamadığını söylüyor zaten. O hedef neydi anımsayalım: “Ukrayna’yı Neonazilerden temizlemek”. Sanırım bunun için savaş iki ülke arasındaki sınırların yanı sıra doğrudan Kiev’i ve Zelensky rejimini hızla düşürmeye yönelik bir operasyonla başlamıştı. 

Arazideki durumun gösterdikleri bir yana, konjonktür artık eni konu Putin’den yana dönmüş gibi. AB’nin açıkladığı Ukrayna’ya yardım paketi nihai sonucu değiştirecek bir nitelikten ziyade nafile bir dayanışma gösterisi hükmünde. Avrupa’da şu sıralar çok sözü edilen çiftçi eylemlerinin “Doğu” yüzünde Macar ve Polonyalı çiftçilerin Ukrayna tarımsal ürünlerine sağlanan kolaylıklardan duyduğu rahatsızlık var. Ne zaman biteceği meçhul, Berlin’deki üniformalı Yeşiller’in  arzu etmeyeceği gibi biteceği ise neredeyse kesin bir savaş için kimse daha fazla külfete katlanmak istemiyor.

Amerika Birleşik Devletleri yılın sonunda zor bir seçime hazırlanıyor. Zor çünkü bu kez gerçekten aşağıdaki sakal ve yukarıdaki bıyık arapsaçına dönmüş durumda. Benim gibi, ABD’nin yapısı gereği adayların birbirinden beter olmasını yadırgamayanlar için bile alışılmadık pespayelikte iki aday yarışacak Kasım ayında. Bir bunak ve bir manyak diye nitelemenin dahi yetersiz kalabileceği bir noktadayız. Yolda beklenmedik bir şeyler olmazsa ikincisinin yani Trump’ın kazanma olasılığının çok daha yüksek olduğu bir gerçek. Ele aldığımız konu bakımından önemli olan Cumhuriyetçi bir iktidarın Ukrayna konusunda Demokratlar kadar ısrarlı olup olmayacağı elbette. Şu ana kadarki işaretler Trump ve partisinin -ki bana kalırsa Cumhuriyetçi Parti’ye artık Trump partisi diyebileceğimiz noktaya çok yaklaştık- emperyalizmin sancak gemisinin burnunu Doğu Avrupa’dan Pasifik bölgesine doğru çevireceği yönünde.  

Zelensky ve savaşın iki tetikleyicisinden biri olan İngiltere açısından bir başka olumsuz unsur ise seçimin sonuçlarından bağımsız olarak ağırlığını Orta Doğu’daki sömürgeci uzantısı İsrail’den yana koyan ABD savaş sanayiinin Ukrayna’ya hesapsız ölçülerde cephane ve silah göndermekte isteksiz davranmaya başlaması. Gazze’de daha katledilecek çok Filistinli çocuk var...

Küresel ölçekte Ukrayna bakımından bir başka olumsuzluk da İsrail’in Filistin halkına karşı yürüttüğü soykırıma destek olmaya devam eden Batı İttifakı’nın içeride ve dışarıda uğradığı itibar kaybı. Bugüne kadar Rusya’nın Ukrayna’da yürüttüğü savaş konusunda çok eleştirel duruş sergileyen birçok kalem Putin’e atfedilen suçların binlerce kat fazlasını işlemesine karşın neden Netanyahu’ya farklı muamele sergilediğini açıkça sorguluyorlar. Bu da Batı’nın ahlaki üstünlük palavrasını boşa çıkardığı gibi ve Rusya’ya karşı Ukrayna’nın yanında yer almanın “meşruiyet” temelini de zayıflatıyor. 

Bütün bu göstergeler Putin’in kaybeden olmadığını ve beklenmedik bir gelişme yaşanmadığı sürece iktidarını koruyacağını ortaya koyuyor. 

Putin’in 25 yıllık politik macerasının dünyada ve Türkiye’de önemli izler bıraktığı açık. Bu izlerden belki de en önemlisi Türkiye’de siyasi yelpazenin en sağından en soluna geniş bir hayran kitlesi edinmiş olması. En solda, belki de Lenin’in tarif ettiği çocukluk hastalığının doğal sonucu olarak Putin’i Bolşevik sananlara söylenecek pek bir şey yok. Antiemperyalizmin sınıf mücadelesinden azade olamayacağı konusunu Yiğit Günay ayrıntılı biçimde anlatmış zaten yukarıdaki yazısında. Bu bağlamda yazıyı dikkatle okuması gereken bir başka kesim de ABD karşıtlığı yapacağız diye Putin’in, hatta zaman zaman hızını alamayarak İran’daki Molla rejiminin dahi arkasına hizalanan “ulusalcılar”.  

Asıl şaşırtıcı olan sayısal olarak pek bir anlam ifade etmeyen liberaller dışındaki klasik sağcıların Putin hayranlığı. Güçlü lider, aklına koyduğunu yapıyor, ABD’ye kök söktürüyor söylemleri gırla gidiyor Akepe iktidarını da kapsayan bu milliyetçi muhafazakâr kesimde. Öyle ki Suriye bağlamında ABD’nin etkin katkısıyla yaşamını yitiren TSK mensuplarının arkasından feryat eder, Washington’a haklı olarak lanet yağdırırlarken, Putin Yönetiminin de Suriye’de 34 TSK mensubunu doğrudan bir askeri saldırı sonucu öldürdüğünü, yine aynı Rusya’nın Suriye’de yer yer YPG ile ortak devriye attığını, PKK’nın Moskova’da bir temsilciliği bulunduğunu göz ardı edebiliyorlar. Aynı kesimin nicelik bakımından Türkiye’nin hava savunmasına hiçbir anlamlı katkı sağlaması mümkün olmayan S-400 füzelerinin alınmasına imza attığını ve bu alımı hâlâ “bağımsızlık” veya “güçlü Türkiye” söylemleriyle savunmaya çalıştığını da not edelim. 

Rusya’nın tarihsel olarak Türk sağının “öcü”sü , “Allahsız Moskof”u olmaktan çıkıp bu noktaya gelmesi en hafif deyimle ilgi çekici. Rusya’nın Türkiye’de vakıfları, düşünce kuruluşları filan olmadığı halde Türkiye toplumunun en muhafazakâr kesimlerine bile nasıl bu kadar başarılı biçimde ulaşabildiği ve anlatısını benimsetebildiği sorularını derinliğine inceleyen araştırmacılar olacaktır mutlaka önümüzdeki yıllarda.

                                                     /././

Evrim sürüyor: İyi ki doğdun Darwin! (Kanat Gürün)

Canlıların evrimi teorisinin temellerini atan Darwin o zamana kadar bu konuyu ele alan her türlü bilim dışı, dogmatik, metafizik savın üzerinden silindir gibi geçerek bunları yerle yeksan etmiştir.

İlk bakışta Darwin'in doğum günüyle ilgisiz gibi görünebilecek bir giriş: Varlık sürekli bir akış halindedir. Varlığın herhangi bir parçası şu an için bildiğimiz kadarıyla duramaz, durdurulamaz. Bu sürekli akış, varlığın içinde ortaya çıkmış olan öbekleri zamanla yıpratır, eskitir. Varlığın belirli parçaları, yani bu varlık öbekleri, bu sürekli hareket sonucunda sürekli bir dağılma eğilimindedir. Buna entropi denir.

Fakat işte, varlığın parçaları bir yandan da sürekli birbiriyle çarpışır, birbirine tutunur, birlikte kararlı birliktelikler oluşturmaya çalışır ve sözü geçen varlık öbeklerini oluşturur. Varlık akışı, var olan öbekleri dağıtma eğiliminde olduğu gibi daha işin başında bu öbeklerin ortaya çıkmasının da sebebidir. Varlık dağılma eğiliminde olduğu kadar öbekleşme eğilimindedir de. Varlık parçaları, adeta varlıksal bir dayanışmayla, akışın anlık halinin ve hareket kurallarının sınırları çerçevesinde birliktelikler kurup bunları sürdürmeye çalışırlar. Birbirine denk varlık öbeklerinin, eşit değerde ancak farklı işlevlere sahip parçaları olarak, bir çeşit eşitlikçi kardeşlik hukuku içinde ve bu eşitliğin çoğaldığı ölçüde özgürlüğü de artan bir biçimde bir arada durup tek ve uyumlu bütünü oluştururlar. Bu çabanın sonucunda gitgide daha karmaşık, kompleks varlık öbekleri meydana gelir. Örneğin, büyük patlamadan sonra görülebilir evrende önce atom altı parçacıklar, sonra atomlar ve moleküller, sonra gitgide yıldız ve gezegen sistemleri, en nihayetinde tüm bu cümbüşlü varlık kalabalığı ortaya çıkmıştır.

Güneş sistemi, işte bu oluşumlara bir örnek ve bizim için yuvamız olması dolayısıyla en kıymetli olanıdır. Üstelik, bildiğimiz, şimdiye kadar tespit edebildiğimiz kadarıyla çok özel ve kendine özgü bir varlıksal öbekleşme çeşidine, canlılığa ev sahipliği yapan yegâne sistemdir. Canlılık, varlıksal öbekleşme ve karmaşıklaşmanın özel bir şeklidir. Kendilerini çoğaltabilen ve taşıdıkları bilgiyi sonraki nesillere, üstelik belli değişimler sonucunda çevrelerine adapte olarak ve gelişerek aktarabilen canlıların, bu özel varlıkların, işte bu değişim ve gelişimine canlıların evrimi denir. Cansızların milyarlarca yıl boyunca bir araya gelip, ayrılıp, karışıp en sonunda canlılığı ortaya çıkarmasıyla başlayan hayat, bir noktada sonraki nesillere bilgi aktarımını dil aracılığıyla kültürel düzeyde de yapabilen ve bizim bildiğimiz, anladığımız anlamda en gelişmiş ve karmaşık canlı türü olan insanı ortaya çıkarmıştır.

Bu insanlardan biri, adı Charles Darwin olan varlık öbeğiyse 12 Şubat 1809 tarihinde ailesinin beşinci ve sondan bir önceki çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. Burada Darwin’le ilgili daha fazla ansiklopedik bilgi vermeyeceğim, bunları internette ve kitaplarda kolaylıkla bulabilirsiniz. Ancak Darwin’in ailesi tarafından yönlendirildiği tıp eğitimini doğa bilimlerine olan ilgisi sebebiyle yarım bıraktığını belirtmeliyiz. Bu ilgisi, gözlem yeteneği ve sistematik çalışması sayesinde Darwin, canlılığın nasıl ortaya çıktığını ve geliştiğini açıklayan canlıların evrimi teorisinin temellerini atmış ve o zamana kadar bu konuyu ele alan her türlü bilim dışı, dogmatik, metafizik savın üzerinden silindir gibi geçerek bunları yerle yeksan etmiştir.

Elbette insan ilerlemeyi bireysel değil toplumsal olarak sağlar. Darwin canlıların evrimini ilk akıl eden kişi olsa çalışması bu denli derinlikli olamaz yahut bu çalışmayı kimse okumasa eserinin hiçbir anlamı kalmazdı. Nitekim, canlıların evrilerek ortaya çıkıyor olabileceği iddiası Darwin’den önce de ortaya atılmıştır ki bunu öne sürenlerden biri de bizzat Darwin’in dedesi Erasmus Darwin’dir. Charles Darwin, dedesi de dahil olmak üzere kendinden önce gelenlerin fikirleri ve bulguları üzerinde yükselerek, öte yandan kendi merakı, ilgisi ve çalışkanlığıyla sistematik bir çalışma ve gözlemler serisi ortaya koyarak doğa bilimlerinde devrim niteliğinde bir sıçramanın gerçekleşmesini ve evrim konusunda o zamana kadar yapılan tahminlerin ve inançların bilimsel bir niteliğe bürünmesini sağlamıştır. Evrimi bu haliyle, bunca deliliyle birlikte sistematik bir biçimde ilk ortaya koyanın Charles Darwin olduğunu söyleyebiliriz. Fakat elbette Darwin’in bilimsel çalışması da çağının bilgisiyle sınırlıydı, haliyle pek çok eksik içeriyordu ve bu eksiklikler ancak Darwin’den sonra gelen bilim insanları tarafından giderilerek Darwin’in savlarının bilimin en sarsılmaz teorilerinden, yasalarından biri halini alması sağlanmıştır. Diyalektik materyalist felsefenin ışığında bakınca zaten bundan başka türlüsü beklenemezdi. Bireylerin dehaları ve çabaları çok değerlidir, insanlığın ilerlemesindeki en temel faktörlerden biridir. Ancak en büyük dâhi, en çalışkan bilim insanı, sanatçı ya da zanaatkar bile ancak insanlığın var olan bilgisi çerçevesinde hareket edebilir, çalışkanlık, azim ve dehaları onların ancak bu çerçevenin biraz daha genişlemesine, insanlığın toplam bilgisi olarak adlandırabileceğimiz varlık öbeğinin biraz daha karmaşıklaşıp gelişmesine nispeten daha çok katkı sunmalarını sağlayabilir.

Darwin, işte insanlığa bu büyük katkıyı sunmuş çalışkan ve azimli dâhilerden biriydi.

İnsanlığın ve bir deyişle insanlık nezdinde kendini anlama çabasında olan evrenin parladığı örneklerden biridir, Darwin'in eseri.

Evrim vardır. Evrim ve devrim -hem canlıların hem de cansızlarınki- varlık akışının doğal bir sonucu, hatta asli oluş şekli, bu şekle insanın verdiği anlam ve insanın onu anlama yoludur.

Evrim sürüyor. Varlık akışı sürüyor. Arada bir kaçınılmaz olarak meydana gelen, daha doğrusu meydana getirilen devrimsel sıçramalarla eskimiş olanı yıkıp daha kararlı, kalıcı öbekler oluşturarak ya da karşı devrimlerle, yıpranmış ve eskimiş olanın egemenliğine teslim olarak…

Darwin’i unutmayalım. Zaman ayırıp onu mutlaka okuyalım ama tek başına değil, ondan önce ve ondan sonra gelenlerle beraber… Onu, ondan öncekileri, ondan sonrakileri bir süreç içerisinde anlamaya çalışalım. Bu anlama çabası, bizim en değerli çabalarımızdan biridir. Zira Marx’ın ünlü on birinci tezinde yazdığı gibi, aslolan yorumlamak değil ama hem kendimizi hem de çevremizi, tüm varlık öbeklerini, en başta insanlığı, dayanışma, eşitlik, kardeşlik ve gerçek anlamıyla sınırları zorlayan bir özgürlük yolunda değiştirmektir. Bunu yapabilmek için de önce her tür tarihsel süreci iyi analiz etmek ve anlamak gerekir. Bilgi edinmek ve üretmekse bu yolda sahip olduğumuz imkânları genişletmemizin en etkili yöntemlerinin başında gelir.

İyi ki doğdun Darwin!

(soL)


İşte Cumhur İttifakı'nın eli kanlı adayı: TİP ve Dev-Genç'in ilçe başkanları dahil en az 7 cinayet + AKP adayından Hatay'da tekbirli yürüyüş: Aşiret liderlerini kapıda karşıladı + HÜDA PAR Hizbullahçıları aday göstermeye devam ediyor (soL)

İşte Cumhur İttifakı'nın eli kanlı adayı: TİP ve Dev-Genç'in ilçe başkanları dahil en az 7 cinayet (soL)

Cumhur İttifakı'nın Tarsus Belediye Başkan Adayı Tat'ın öldürme, yaralama, gasp ve kurşunlama gibi birçok suçun arkasındaki kontgerilla yapılanması TİT'in kurucusu olduğu ortaya çıktı.

31 Mart'ta gerçekleştirilecek olan seçimler yaklaşırken, partiler de belediye başkan adaylarını açıklamaya devam ediyor. Birçok seçim bölgesinde adayını açıklayan Cumhur İttifakı, Tarsus Belediye Başkanlığı için adaylarının Mersin Büyükşehir Belediyesi'nin MHP'li Meclis Üyesi olan Mahmut Tat olduğunu duyurmuştu.

Dönemin MHP Tarsus Gençlik Kolları Başkanı olan Mahmut Tat'ın, 1979 yılında Mersin'de öldürme, silahla yaralama, gasp ve kurşunlama gibi birçok suça imza atan kontgerilla yapılanması "Türk İntikam Tugayı"nın kurucusu olduğu ortaya çıktı.

TİP ve Dev-Genç'in ilçe başkanları dahil en az 7 cinayet

Dönem gazetelerinde yer alan haberlere göre; aralarında Cumhuriyet Savcı Yardımcısı, Türkiye İşçi Partisi İlçe Başkanı ve Tarsus Dev-Genç Başkanı'nın da bulunduğu en az 7 kişinin ortaya çıkarılan Türk İntikam Tugayları (TİT) tarafından öldürüldüğü, dönemin İçel Valisi Naim Cömertoğlu tarafından açıklanmıştı.

Cömertoğlu, söz konusu örgütün, dönemin MHP Tarsus Gençlik Kolları Başkanı Mahmut Tat tarafından kurulduğunu ve örgütün, Tat'ın emirleri doğrultusunda eylem düzenlediğini açıklamıştı.

Gerçekleştirilen operasyon kapsamında Tan'ın yakalandığını ve sorgulandığını aktaran Cömertoğlu, Tan'ın sorgusunun ardından "TİT" mensubu 9 kişiden 6'sının Tarsus Milliyetçi Hareket Partisi Gençlik Kolları binasında kendileri için ayrılan yerde yatarken yakalandığı aktarmıştı.

MHP Tarsus Gençlik Kolları binasına yapılan operasyon kapsamında, binada patlamaya hazır bir de bomba bulunmuştu.

                        Dönemin İçel Valisi Cömertoğlu'nun açıklamalarına dair haberlerden bir tanesi

TİT nedir?

12 Eylül’e doğru gidilirken faşist terör iyice gemi azıya almış ve halk düşmanı saldırılarını artırmıştı. Kontrgerilla ile doğrudan bağlantılı sivil faşist hareket, yaptığı eylemleri doğrudan sahiplenmiyor, bunun yerine birtakım sahte örgüt isimleriyle bu saldırıları üstleniyordu. Türk İntikam Tugayı (TİT), Türkiye Ülkücü Şeriatçı Komando Ordusu (TÜŞKO) ve Esir Türkleri Kurtarma Ordusu (ETKO), bu sahte örgüt isimlerinden bazılarıydı. Asıl amaç ise toplumu faşist terör aracılığıyla sindirmek ve korkutmak, yaklaşan 12 Eylül darbesine zemin hazırlamaktı. 

                                                     /././

AKP adayından Hatay'da tekbirli yürüyüş: Aşiret liderlerini kapıda karşıladı (soL)

Hatay'da AKP'nin Reyhanlı adayı, aşiret liderleriyle tekbirler eşliğinde yürüyüş gerçekleştirdi.

AKP’nin Reyhanlı Belediye Başkan adayı Ahmet Salman Yumuşak oldu. Adaylığı duyurulan Yumuşak seçim çalışmalarına aşiretlerden destek alarak başladı.

Hatay’da aşiret liderleri, AKP’nin Reyhanlı Belediye Başkan adayı Ahmet Salman Yumuşak’a destek vermek amacıyla yürüyüş gerçekleştirdi.

Tekbir getirilen ve hilafet bayraklarının açıldığı yürüyüşte kitle, AKP seçim ofisine kadar yürüdü.

Seçim ofisi önünde bekleyen Ahmet Salman Yumuşak, aşiret liderini yolda karşıladı. 

Aşiretlerin her birine teşekkür mesajlarını ileten Yumuşak, "Ailelerimiz Cumhur İttifakı Seçim Koordinasyon Merkezimizi ziyaret ederek bizleri onurlandırmıştır. Desteklerinden dolayı hepsine sonsuz şükranlarımı sunuyorum" dedi.

         
                                                                  /././                                             
HÜDA PAR Hizbullahçıları aday göstermeye devam ediyor (YALÇIN CUĞ-SOL/ÖZEL)

HÜDA PAR, 31 Mart'ta gerçekleştirilecek yerel seçimlerde Hizbullah  bağlantılı isimleri göstermeye devam ediyor. HÜDA PAR'ın Kocaeli ve Adıyaman adaylarının geçmişi dikkat çekiyor.

Düzenledikleri suikastler ve hücre evlerindeki korkunç işkencelerle onlarca insanı katleden Hizbullah'la bağlantılı HÜDA PAR, 14 Mayıs 2023'te yapılan 28. Dönem Milletvekili Seçimi'nde AKP'nin listelerinden 4 milletvekili çıkarmıştı.

Milletvekili adayları içinde Hizbullah bağlantılı isimlerin yer alması nedeniyle dikkat çeken HÜDA PAR, şimdi de 31 Mart'ta gerçekleştirilecek yerel seçimlerde Hizbullah bağlantılı isimleri aday olarak duyurmaya devam ediyor.

46 adaylarını daha açıkladılar

Geçtiğimiz günlerde Tekirdağ Büyükşehir Belediye Başkanlığı’na eski Hizbullah Şanlıurfa-Hilvan sorumlusu olarak bilinen Cemal Çınar'ı aday gösteren HÜDA PAR, dün Antep'teki aday tanıtım toplantısında, 4'ü büyükşehir, 4'ü il olmak üzere toplam 46 belediye başkan adayını açıkladı.

Açıklanan isimler içinde ise Kocaeli Büyükşehir Belediye Başkan Adayı Mehmet Eşin ve Adıyaman Belediye Başkan Adayı Mustafa Yetiş dikkat çekti.

Hizbullah'ın Türkiye sorumlusu ve askeri kanat sorumlusuyla birlikte tutuklandı

HÜDA PAR'ın Kocaeli'nden aday gösterdiği Mehmet Eşin, 2011 yılının ocak ayında İstanbul'da Hizbullah'a yönelik düzenlenen operasyonda gözaltına alınmıştı. Eşin'e düzenlenen operasyonda gözaltına alınan 5 isimin içerisinde Hizbullah'ın Türkiye sorumlusu olduğu iddia edilen Mehmet Bahattin Temel ve Hizbullah'ın askeri kanat sorumlusu olduğu belirtilen Hacı İnan'ın da bulunması dikkat çekiyor.

Soruşturma kapsamında tutuklanan ve Metris Cezaevi'ne gönderilen Eşin, Hizbullah davasının ilk duruşmasında, tutuklu yargılanan diğer 5 sanıkla birlikte tahliye edilmişti.

Eşin, şu anda güncel olarak HÜDA PAR Genel Başkan Yardımcılığı ve Dış İlişkiler Başkanlığı görevlerini yürütüyor.

10 yıl 6 ay hapis cezası adlı, 5 yıl sonra salıverildi

2004 yılında kurulan ve 2012 yılında “Hizbullah'ın amacı doğrultusunda faaliyet gösterdiği” gerekçesiyle kapatılan Mustazaflar ile Dayanışma Derneği'nin  (Mustazaf-Der) Kâhta Şube Başkanı Mustafa Yetiş de 2010 yılında gözaltına alındı.

HÜDA PAR'ın Adıyaman adayı Yetiş, 2011 tarihinde görülen 5'inci duruşmada “örgüt üyeliği”nden 10 yıl 6 ay hapis cezası aldı.

Yargıtay 9'uncu Dairesi'nin “Hizbullah üyeliği”nden aldıkları hapis cezalarını onadığı sanıklardan olan Yetiş, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı'nın 5 yıl sonra yaptığı itiraz üzerine beraat ettirilerek, salıverildi.

Şeriat, cihat, takarof, domuz bağı

Geçtiğimiz aylarda, Hizbullah dosyasını açan soL TV, "Hizbullah İktidara Hazırlanıyor! | Şeriat, Cihat, Takarof, Domuz Bağı" başlıklı bir video haber yayınlamıştı.

"Onlarca insanı katleden, suikastlar ve hücre evlerindeki korkunç işkencelerle Türkiye'yi bir dönem karanlığa sürükleyen Hizbullah'ın nasıl HÜDAPAR’a dönüşüp AKP’nin seçim ortağı olduğu detaylarıyla dosyamızda" ifadeleriyle yayınlanan haberi aşağıdaki bağlantıya tıklayarak izleyebilirsiniz.(https://youtu.be/nNrxFxRKXUQ)

Seçimden sonra hayat var mı? - Murat Batı / T24

 

İktidar tarafından sırf oya dönüşmesi adına yapılan bu tür bol keseden harcamaların artması, hem israfa hem de ciddi anlamda verimsizliğe neden olmaktadır. Ve bu durum her seçim sonrası olduğu gibi devleti bir enkaza dönüştürmektedir.

Şu aralar ülke olarak nefeslerimizi tutup yerel seçimlere kilitlendik. Henüz tam olarak belediye başkan adayları sahaya inmiş değil ama özellikle Cumhurbaşkanı Erdoğan, genel başkanı olduğu partinin ve Cumhur ittifakının adayları ile alakalı övgü dolu sözler ifade etmektedir.

Özellikle üç büyük kent belediyesini partisinin yönetimine katmaya çalışan Erdoğan hem Cumhurbaşkanı olmanın hem de iktidar partisinin başı olmanın avantajlarını kullanarak cömertçe söylemlerde bulunmaktadır.

Öte taraftan ülke yönetiminin idamesi denilen bir gerçek de varlığını hala korumaktadır. 2024 yılı bütçe kanununa göre 2024 yılında (genel bütçe) 11 trilyon TL harcama ve 8 trilyon 336 milyar TL de vergi gelir hedefi bulunmaktadır.

31 Mart seçimi için verilecek vaatlerin ne kadarının gerçekleşeceğini zaman gösterecek ama seçime kadar nelerin yapılmayacağını ve seçimden sonra nelerin olacağını tahmin etmek çok da zor olmasa gerek.

Örneğin aşağıda bulunan tabloya göre 2023 yılında tahsil edilen dahilde KDV 505 milyar 466 milyon TL’dir. Ancak 2024 yılında tahsil edilmesi hedeflenen dahilde KDV ise 1 trilyon 670 milyar 600 milyon TL yani yaklaşık yüzde 230 oranında bir artış var.

Daha basit bir ifadeyle 2023 yılında tahsil edilmiş 100 TL KDV, 2024’te 330 TL olarak tahsil edilecek. KDV ve ÖTV’nin tahsilatında ise yüzde 100 bir artış hedeflenmiş.

Aşağıdaki tabloyu siz de inceleyiniz lütfen.

Öte taraftan hedeflenen enflasyon ise yüzde 36’dır, yani 2023 yılında 100 TL olan ürünler 2024’te ortalama 136 TL olacak. Ancak bu kadarlık bir fiyat artışı yukarıdaki KDV ve ÖTV hedefini pek kesmeyecek gibi duruyor.

Hedeflenen KDV ve ÖTV tutarını yakalamak için sanıyorum Şimşek, KDV ve ÖTV oranlarını minicik değiştirecek ve/veya bu vergilerde yer alan muafiyet ve istisna kalemlerini azcık törpüleyecek ve/veya KDV iade sistemine biraz dokunacak ve/veya vergi kayıp ve kaçağına ilişkin düzenlemeler getirecek. Ancak bunlar seçimden sonra yapılacak, şimdi değil.

Ancak yukarıdaki tabloda yer alan hedeflerin Şimşek’in yapmasını düşündüklerimle sağlanabilmesine pek ihtimal vermiyorum, bu yüzden fiyat artışları da bu hedefleri besleyecek gibi.

Seçim harcamalarının faturasını kim ödeyecek?

Seçim dolayısıyla liderler tutacakları ya da tutamayacakları yüzlerce vaat vermekteler/verecekler. Bu vaatler hem devlet kasasından çıkacak paradan hem gücün teminatıyla verilecek sözlerden (ihale, borç vs) hem de alınmayacak vergilerden (vergi harcamaları) oluşacaktır.

Bu noktada atlanılan çok önemli bir husus var ki; o da bu vaatler nedeniyle seçim sonrası yapılması gereken birçok yatırım ve harcamanın aksamasıdır.

Devletin etkinlik ve verimlilik konularını dikkate almadan vatandaşların beklentilerini ölçüsüz bir şekilde karşılama ve o anda sunulan bu hizmetlerin de vatandaşlarca bedava olduğunu sanmaları çok önemli bir tehlikedir.

Seçim öncesi olduğu gibi aşırı ve ölçüsüz şekilde yapılan kamu harcamalarının maliyeti yurttaşlar tarafından maalesef algılanamamakta. İktidar tarafından sırf oya dönüşmesi adına yapılan bu tür bol keseden harcamaların artması, hem israfa hem de ciddi anlamda verimsizliğe neden olmaktadır. Ve bu durum her seçim sonrası olduğu gibi devleti bir enkaza dönüştürmektedir.  

Doğal gazın beleş olması, bayram ikramiyesinin artırılması gibi kamu harcama artışlarından vatandaşlar o an fazlasıyla memnun olmakta. Ancak bol keseden yapılan kamu harcamalarının yaratacağı bütçe açığını kapatmak için borçlanmavergi artışı, yeni vergiler ve/veya para basma gibi yöntemlerin yaratacağı enflasyon gibi kronik sorunların farkına varılmaması ise çok daha başka bir sorundur. Literatürde buna mali aldanma adı verilir. İşte seçim arifesinde verilen vaatlerin aşırı ve ölçüsüzlüğü mali aldanmaya iyi bir örnektir.

Seçim arifelerinde bol keseden yapılan harcamaların yaratacağı olumsuz resmin en önemli aktörlerinden biri yurttaşlar ve bu konuda gösterdikleri davranışlarıdır.

İnsanımız vaat yoluyla kendilerine sunulan bu mal ve hizmetlerin maliyeti hakkında fikir sahibi olmamaları nedeniyle bu mal ve hizmetlerden çok daha fazla talep ederler.

Ve maalesef devlet idaresi de bunu oya dönüştürmek için bu taleplere karşılık vererek tüm yurttaşların katlanacağı ortalama maliyeti de artırmaktadır. Ayrıca bu durum çok yakın gelecekte her bireyin üzerine düşen vergi yükünün hissedilir şekilde artmasına da neden olacaktır.

Böylece iktidarlar oylarını artırma uğruna bu tarz mal ve hizmetin miktarını artırma yoluna gidecek ve bir anda yurttaşlar kendilerini yüksek vergi yükü içinde bulacaklardır.

Ezcümle bu yazıdaki açıklamalardan sonra “seçimden sonra hayat var mı?” sorusuna cevap bulmak çok da zor olmasa gerek.

Murat Batı / T24