11 Şubat 2024 Pazar

89 İŞÇİ BAHARI (DOSYA) -11 ŞUBAT 2024 - Evrensel

 

Yeni bir ‘İşçi Baharı’na doğru mu gidiyoruz? (Seyfi Selçuk-Evrensel)

Kamu işçilerinin bugünkü durumu bizi 35 yıl geriye, Türkiye işçi sınıfının mücadele tarihinde köşe taşlarından birini oluşturan ’89 Bahar eylemlerini hatırlamaya götürüyor.
Taşkızak Tersane işçilerinin 14 Nisan 1989 tarihli eylemi (Kaynak: Türkiye Sendikacılık Ansiklopedisi) | Kamu işçilerinin ek zam eylemi (Fotoğraf: Evrensel)

Yeni bir seçim sath-ı mailine girilen günümüzde ülke gündemi bütünüyle bu konu etrafında odaklanmış bulunuyor. Sermaye cephesi ve burjuva partileri, en başta da Erdoğan ve Cumhur İttifakı, işçi sınıfı, emekçiler ve yoksul halk kitlelerinin acil talep ve beklentilerinin ve -elbette bununla bağlantısı içinde- ülkenin temel meselelerinin uzağında, deyim yerindeyse steril bir yerel seçimler ortamı oluşturmaya çalışıyor. Ne var ki, mızrak çuvala sığmıyor. İşçi sınıfı, ezilen ve sömürülen kitleler sunulmak istenenle yetinmiyorlar. Artan hayat pahalılığına alım gücünün sürekli düşmesine, maaş ve ücretlerin erimesine, ağır ve kural tanımayan çalışma koşullarına, antidemokratik uygulamalara, baskılara ve sindirme politikalarına karşı verilen mücadele hız kesmediği gibi giderek daha da yaygınlaşıyor.

Özak Tekstil, Mitaş işçileri başta olmak üzere tek tek iş yerleri düzeyinde devam eden mücadeleler sürerken şimdilerde bu mücadelenin ön cephesine farklı sektörlerde çalışan ve farklı konfederasyonlarda örgütlü bulunan kamu işçileri yerleşmiş bulunuyor.

Kamu işçileri uzun bir süredir ek zam yapılarak ücretlerinin iyileştirilmesini istiyor, bu temelde eylem ve etkinlikler yapıyor. Ve bu eylem ve etkinlikler daha farklı sektörlerde, daha fazla iş yerinde ve daha fazla sayıda işçiyi kapsayarak genişliyor.

KAMUDA OLUP BİTENLER

Bilindiği gibi 700 bin kamu işçisini kapsayan TİS Türk-İş ve Hak-İş konfederasyonları ile Türk Ağır Sanayii ve Hizmet Sektörü Kamu İşverenleri Sendikası (TÜHİS) adındaki kamu işveren sendikası arasında düzenlenen çerçeve anlaşma protokolü ile belirleniyor. Çerçeve protokoldeki ücret zamları ve diğer (sosyal) haklar hiç değiştirilmeksizin, Türk-İş ve Hak-İş’e bağlı sendikalarca yetkili oldukları iş yerlerinde uygulanan toplu iş sözleşmesine dönüştürülüyor.

En son protokol imzalandığında, tüm sendikacıların tüm grup TİS’leri için söylediği, artık alıştığımız sözlerle, “Asrın sözleşmesi, son 30 yılın en iyi sözleşmesi” denilerek duyurulmuştu. Teknik ayrıntıya girmeden özetle söylersek, imzalanan TİS kamu işçilerinin taleplerini karşılamaktan o gün de çok uzaktı; bugün ise artan hayat pahalılığı karşısında ücretler iyice kuşa dönmüş durumda. Kamu işçisi geçinebilmek için kendisini ikinci bir işte çalışmak zorunda bırakılmış bir halde buldu.

İşçilerin baskısı sonucu nihayet konfederasyon yönetimleri harekete geçti(ler)! Hükümetle yeni bir ek protokol imzalandı. Sendika bürokratları büyük bir iş başarmış edasıyla ek protokolü övedursun, günün sonunda kamu işçisi için elde var sıfır. Bu yüzden ne saray rejiminin çalışma bakanının ne de sendika ağalarının ‘Şimdilik elimizden gelen bu kadarı. Biraz sabredin ilk TİS döneminde (ocak 2025) isteklerinizi fazlasıyla karşılayacağız’ mealindeki sözlerinin kamu işçisi nezdinde bir kıymeti bulunmuyor. Çünkü pratikte bir karşılığı yok. Kamu işçileri bunun oyalamacadan başka bir anlama gelmediğini, dahası taleplerinin karşısına işverenden (Saray iktidarı) önce sendika bürokrasisinin dikildiğini bizzat kendi geçmiş deneyimleriyle çok iyi biliyor. Bu nedenle, gelinen yerde öfke oklarını işverenden daha fazla sendikal bürokrasiye yöneltiyor. Sınıf sezgisiyle sendikal bürokrasiyle arasına kalın bir çizgi çekerek, sendika bürokratlarından maaşlarını açıklamalarını istiyor, taleplerinin elde edilmesi için kendi yanında durarak mücadele etmesini, aksi takdirde bulundukları koltukları (yönetimler) terk etmelerini talep ediyorlar. Sendika bürokratları ise bu sıkışmışlık içinde çareyi aynı zamanda işveren pozisyonunda bulunan Saray iktidarının çalışma bakanına arz dilekçesi yazmakta buluyorlar: Ne olur küçücük de olsa bir lütufta bulunun, işçiyi tutamaz bir haldeyiz.

KAMU İŞÇİLERİ MÜCADELE TARİHİNDEN…. ’89 BAHARI…

Bu manzara bizi 35 yıl geriye, kamu işçilerinin -dolaysızca Türkiye işçi sınıfının- mücadele tarihinde köşe taşlarından birini oluşturan ’89 Bahar eylemlerini hatırlamaya götürüyor. Hiç şüphesiz uluslararası konjonktür başta olmak üzere farklı toplumsal, siyasal koşulların ve farklı sınıf güç ilişkilerinin hüküm sürdüğü dönemler arasında birebir analojiler kurmak doğru değildir. Fakat, bağlamı içinde temkini elden bırakmadan söylenmesi gerekenler de mutlaka söylenmelidir. Söylenmelidir, çünkü tarih bilincinden yoksun olanın sınıf bilinci de oluşmaz. Sınıf bilinci ki, bugün kamu işçilerinin sermaye iktidarı ve iş birlikçi sendikal bürokrasiye karşı verdiği kavgada en çok ihtiyaç duyduğu şeydir. Ve bu durum ’89 eylemlerinin örgütleyicileri ile bugünkü mücadeleyi omuzlayan öncü işçiler arasındaki en belirgin farkı, bir anlamda bugünkü mücadelede en büyük handikaplardan birini oluşturmaktadır.

’89 Baharı neydi? Önce buradan başlayalım. O, görünüşte kamu işçilerinin 12 Eylül sürecinde yaşadıkları kayıpları geri alacak bir ücret artışı talebiyle ayağa kalkması olsa da özü itibarıyla temelleri 24 Ocak kararlarıyla atılan ve 12 Eylül faşist cuntası tarafından en katı haliyle hayata geçirilen neoliberal dönüşüm ve onun beraberinde getirdiği yeni emek rejiminin sebep olduğu tahribatlara karşı işçi sınıfı cephesinden verilen güçlü bir yanıttır.

Emekli Pendik Tersane İşçisi Necdet Altun bu durumu şu sözlerle ifade etmektedir. “Dönemin iktidarları tarafından IMF’nin baskısıyla başlatılan özelleştirme, taşeronlaştırma ve esnek çalışma uygulamaları, kamuda ve özel sektörde çalışan emekçileri huzursuz etmişti. Çalışanlar açısından ekonomik sıkıntıların had safhada olduğu, bıçağın kemiğe dayandığı bir dönemdi. Yaşanan ekonomik sıkıntılar nedeniyle bilakis kamuda çalışanlar, hafta sonu tatili bile yapmayarak ek işler yapmak zorunda bırakılmışlardı.”

Bu nedenle ’89 Bahar eylemlerini salt bir TİS süreci ve işçilerin iktidar ve sendika bürokrasinin direncini kırarak ücretlerde büyük bir artış sağlamasıyla sınırlı görmek sığ bir yaklaşımdır. Evet, o dönem kamu işçilerinin 12 Eylül sürecinde yaşadıkları kayıpları geri alacak bir ücret artışı talebi karşısında Özal iktidarı yüzde 40 artışta diretirken sendika bürokrasisinin bu oranın yüzde 60 seviyesine çıkartılması için yalvar yakar olduğu bir ortamda örgütlenen eylemler sonucunda yüzde 142 düzeyinde artış sağlanmıştır. Fakat yanı sıra bu süreç IMF politikalarının tavizsiz uygulayıcısı olan Özal ve ANAP iktidarını çöküşe götüren sürecin de başlangıcını oluşturmuştur.

Kamu işçilerinin bugünkü mücadeleleri de gerçekte tekelci burjuvazi ve onun Saray iktidarının inşa ettikleri ucuz emek sömürüsüne dayanan ekonomi modeline karşı bir harekettir. Denebilirse bu açılardan bugün ile ’89 Baharı arasında bir süreklilik söz konusudur. Kopuş ise işçi sınıfı ile burjuvazi (sermaye-hükümet) arasındaki sınıf güç ilişkilerinde işçi sınıfı aleyhine yaşanan değişim noktasında söz konusudur. Bu nedenle bugünle ’89 Baharı arasındaki köprü tam da bu noktadan kurulmak durumundadır.

KAVRANILACAK HALKA

Öyleyse kamu işçilerinin kendi mücadele tarihinden öğreneceği, dahası bugünkü mücadelesinde kullanmak üzere ‘89 Bahar eylemleri hazinesinden çekip alacağı silah(lar) nedir?

Bu sorunun en kestirme yanıtı ’89 eylemcilerinin herkesten önce kendi öz gücüne güvenme ve buradan hareketle baştan sona mücadelenin her aşamasında inisiyatifi elde tutma ve son noktayı kendisinin koymaktaki kararlılığı olabilir ancak. Hareketin örgütleyicisi öncü işçi kuşağı bu ücret mücadelesinde yola çıkarken karşılarında uluslararası sermayenin, onun IMF, DB gibi mali kurumlarının dayatmalarının ve iş birlikçi politik iktidarın (hükümet) olduğunun büyük oranda farkındaydılar. Farkında oldukları bir diğer husus ise sendikal bürokrasinin bu süreçte oynayacağı uğursuz roldü. Bu gerçekler ışığında hareket ettiler. Karşılarındaki gücün büyüklüğü karşısında karamsarlığa düşmediler; adım adım o gücü alt edebilecek bir güç yığınağı oluşturmaya yöneldiler. Tek tek iş yerlerinden başlayarak basitten karmaşığa, küçükten büyüğe eylemler örgütlendi. Sonra en yakında olan farklı sektörlerden iş yerleri birleşerek ortak eylemler örgütlediler. İş giriş çıkışlarında, öğlen paydoslarında üretimi aksatacak biçimde bulundukları bölgelerin meydanlarına yürüyerek gösteriler örgütlediler, hareket kentler düzeyinde birleşti, ülke düzeyinde yaygınlaştı. Özel sektör, kamu emekçileri gibi sınıf kardeşlerinin, halkın desteğini alarak gün gün eylemleri büyütürken mücadele biçimini de giderek sertleştirdiler. Bütün bu süreç boyunca en geniş desteği almak için azami çaba gösterilirken, kendilerini bölecek girişimlerden de özenle uzak durdular. Sendika yönetimlerini sürükleyebildikleri noktaya kadar sürüklediler. Sendika bürokrasisinin uğursuz rolünün farkındaydılar ve fakat sendikal bürokrasiye karşı mücadelenin anlık değil uzun soluklu bir mücadele olduğu gerçeğinden hareketle o aşamada teşhir edebildikleri her noktada bunu yaparak, savaş anında ikinci bir cephe açmanın aleyhlerine olduğunu görerek sendikal bürokrasiyle kesin hesaplaşmayı sonraya ertelediler. Nitekim kısa süre sonra gerçekleşen kongrelerde bahar eylemlerinin yarattığı birikim ve öne çıkan işçi önderleri önemli bir değişime imza attı. Türk-iş’e bağlı sendikalarda şube başkanlarının yüzde 48’i, genel merkez yöneticilerinin yüzde 49’u, 32 genel başkanın 15’i değişti. Temel yaklaşımları sendikalarını mücadeleci temelde dönüştürmekti. Bunu ne ölçüde gerçekleştirebildiler ayrı bir tartışmanın konusudur.

SENDİKA DEĞİŞTİRME KOLAYCILIĞI

Tam bu noktada günümüzün ‘mahalle kopukları’na dair bir parantez açmak gerekir. Başını toplumsal hareket sendikacılığının çektiği anarko sendikalist akımlar işçi sınıfının harekete geçtiği her durumda hariçten gazel okumayı adet edindiler. İşçi hareketine somut durumla uzak yakın ilgisi olmayan örgüt ve eylem biçimi dayatmaktan bir türlü vazgeçmediler. Ki, bunların başında ‘Sendika değiştirme kolaycılığı’ gelmekte. Şimdi aynı sorumsuzluğu ve aymazlığı kamu işçileri karşısında da gösteriyorlar. Bu arkadaşların anlamadığı hamam, tas, tellak metaforudur, elden ne gelir!

BİRLİK, DAYANIŞMA MÜCADELE

’89 Baharı’nda kamu işçileri kazanabilmek için mücadelede kendilerine iki hat çizdiler ve oradan ilerlediler. Bunlardan ilki sağlam birlikler oluşturmak ve hareketi önce iş yeri sonra yerel ve giderek ülke düzeyinde birleştirerek ilerlemek. Bunu başardılar. Birleştiler, dayanıştılar, mücadele ettiler… İkinci olarak güç analizi yaptılar, kendi güçlerinin sınırlarını bilerek hareket ettiler, gerekmedikçe cepheyi büyütmekten kaçındılar. Bunların başında sendikal bürokrasi geliyordu. Mevcut durumda onları harekete geçmek üzere sonuna kadar zorladılar, kıvırdıkları her noktada işçilerle karşı karşıya getirerek işçi kitlelerinin gözünde teşhir olmalarını sağladılar ve kendilerini bir sendikal muhalefet hareketi olarak sürekli büyüttüler, günü geldiğinde de sendikal bürokrasinin ipini çekmek üzere harekete geçtiler.

Yukarıda da vurguladığımız gibi iki dönem arasında birebir ilişki kurmak doğru olmayacaktır. Hiç şüphesiz günümüzde kamu işçilerinin işi ’89 Bahar eylemcilerine nazaran çok daha fazla zorluklar içeriyor. Fakat onlardan öğrenebilirler ve onların birikimini bugünün somut koşullarına uyarlayabilirler. Başlıktaki, ‘Yeni bir bahara doğru mu?’ sorusuna evet diyebilmek için henüz erken, zira net cevaplar verebilmek büyük ölçüde kamu işçilerinin bunu ne ölçüde yapabilecekleriyle yakından ilintili. Bu yüzden gelinen yerde herkes bu temelde kamu işçilerine gerekli destek ve yardımı sunmalıdır.

                                                       /././

‘89 Baharı'nda eylem biçimleri ve işçi sınıfı kültürü(Şeyma AKCAN-Evrensel)

'89 Bahar eylemlerinin biçimleri ve yankılanan sloganlar dönemin kültürel atmosferini yansıtıyordu.
                                                         
Fotoğraf: Mehmet Özer

12 Eylül’ün baskı koşullarını kıran dönüm noktalarından biri ‘89 Bahar eylemleri oldu. Daha önce denenmemiş eylem biçimleri, direniş alanlarında yankılanan sloganlar ‘89 Baharı’na dair bir kültür yaratırken bu kültür işçilerin bir araya gelmesinde de önemli rol oynadı.

Daha ‘89 Baharı’na gelinmeden yapılan ve ‘89’un öncüsü kabul edilen NETAŞ grevi sendika bürokrasisinin “Mevcut yasalarla grev yapılamaz” iddiasını çöpe attı. 93 günün ardından kazanımla sonuçlanan grevin sermayenin dönemsel yönelimlerine indirdiği darbe, işçilerin grev alanında söylediği “aşk olsun da Netaş (işçileri) sana aşk olsun, iki kaşın arasına taş koydun” şarkısına yansımıştı.

Saç ve bıyık kesme, sakal bırakma, siyah gömlek giyme, siyah çelenk bırakma, telgraf çekme, açlık grevi, yemek boykotu gibi üretimi etkilemeyen eylemlerden, toplu viziteye çıkma, işe geç başlama, iş yavaşlatma gibi üretimi doğrudan etkileyen eylemlere kadar pek çok eylem biçimi işçi sınıfının günlük mücadelesinin önemli bir parçası olmuştu.

“Büyük Madenci Yürüyüşü: Zonguldak’ın Büyük Grevi (1990-1991)” Kitabının Yazarı Dr. Akın Bakioğlu, ‘89 Baharı’nı Türkiye’nin sosyal ve politik atmosferinde önemli bir dönemeç olarak tanımlarken bu eylemlerin kültürel boyutunun da dikkat çekici olduğunu vurguluyor. Bu eylemler, sadece ekonomik talepleri değil, aynı zamanda demokratik hak ve özgürlükler gibi daha geniş sosyal ve siyasi talepleri de içeriyordu. Kamuda işçilerinin başlattığı eylemlere kısa sürede özel sektör işçileri de katıldı ve eylem biçimleri çeşitlendi.

Eylem çeşitliliğine değinen Bakioğlu, “Grev, miting, yürüyüş gibi klasik eylemlerin yanı sıra toplu boşanma davaları, yemek boykotları, iş yerlerinde komitelerin oluşturulması gibi pek çok farklı eylem bulunmaktaydı. Özellikle işçilerin sokaklara dökülmeleri, geniş kitlelere seslerini duyurmayı ve taleplerini dile getirmeyi amaçlıyordu. Ayrıca farklı yerlerdeki işçi eylemleri ile dayanışma eylemleri de yapıldı” diyor.

Eylemlerde yankılanan sloganların da dönemin kültürel atmosferini yansıttığını söyleyen Bakioğlu, “‘İşçiler el ele, genel greve’, ‘İşçiler birleşin, iktidara yerleşin’, ‘Çankaya’nın şişmanı işçi düşmanı’ gibi sloganlar, eylemlerin kültürel boyutunu oluşturuyordu. Aynı zamanda, işçilerin birlikte yürüttükleri eylemler, onlara öz güven kazandırıyor ve sınıf bilincini güçlendiriyordu” ifadelerini kullanıyor.

‘89 Baharı’nın özelleştirmelerin sorgulanmasına da yol açtığına dikkat çeken Bakioğlu, “Bu eylemler, sadece ekonomik taleplerin değil, aynı zamanda demokrasi, adalet ve özgürlük gibi daha geniş sosyal ve siyasi taleplerin de bir ifadesiydi. Dolayısıyla, bu eylemler, sadece ekonomik bir mücadele değil, aynı zamanda toplumsal ve kültürel bir hareketin de parçasıydı” diyor. Eylemlerin işçilerin günlük yaşam pratiklerinde de dönüşüme yol açtığını söyleyen Bakioğlu, “Özellikle eylemlerin gerçekleştiği dönemde işçiler arasında var olan ön yargıların yıkılması önemli bir sonuç olarak ortaya çıktı” yorumunda bulunuyor. Bunun işçiler arasında birlik duygusunu artırdığını ve ortak talepler için mücadelenin zeminini sağladığını söyleyen Bakioğlu, “Ancak, 5 Nisan 1994 kararları sonrasında hükümetin aldığı ekonomik önlemler ve politikalar işçi sınıfının elde ettiği bazı kazanımları geri almak, eylemleri kriminalize etmek ve özelleştirmelere ivme vermek yönünde oldu. Taşeronlaşma, rödovans gibi yöntemler kamu sektörlerinde hakim üretim tarzına dönüştü” ifadelerine yer veriyor.

Bakioğlu, ‘89 Baharı’nın dönemin siyasetine olan etkisini ise “Hükümet, işçilerin taleplerini karşılamak zorunda kaldı ve seçimlerde de bu eylemlerin etkisi hissedildi. Toplu iş sözleşmelerinde dolayısıyla da işçilerin satın alma güçlerinde ciddi artışlar oldu. 1989 seçimlerinde, bir önceki seçimde en çok oy alan parti olan Anavatan Partisi ülke genelinde ciddi oy kaybetti” diye anlatıyor.

                                                        /././

Çıkış yolu arayışına örnek: ’89 Baharı kamu emekçilerinin de önünü açtı (Fevzi AYBER-Evrensel)

Yaratıcı eylemler, fiili iş bırakmalar, grevler kamu emekçilerinde örgütlenme ve mücadele arzusunu açığa çıkardı.

12 Eylül faşist diktatörlüğünün karanlığı, uzunca bir süre devam ettikten sonra durgun geçen yılların sonuna gelinmişti.  “1987 NETAŞ Grevi” ile ilk kıvılcım çakılmış, işçi sınıfının hareketlenmesi 1988 yılı boyunca genişleyerek sürmüştü. “1989 İşçi Sınıfının Bahar Eylemleri” olarak adlandırılan dönem ise, bir başka iklime dönüştü. İşçilerin yaratıcı alan eylemleri, yürüyüşleri, yasak duvarlarını yıkan fiili iş bırakmalar, grevler ve direnişler bütün emekçilerde örgütlenme ve mücadele arzusunu açığa vurmaya başladı.

12 Eylül faşizminin baskıları ile yasaklarının, işkencelerinin ve zindanlarının teslim almadığı 1970’li yılların devrimci kadroları açısından da ‘89 Bahar Eylemleri’, umudu ve özgüveni büyüten duygu yoğunlaşmasına yol açtı. Kamu emekçileri örgütlenmesine öncülük eden kadroların önemli bir bölümü, 1970’li yılların kamu emekçileri mücadelesinde yer almış ve bedel ödemiş deneyimli/ birikimli devrimcilerdi. Bu kadrolar, kesintiye uğrayan geçmiş mücadelenin umutsuzluğuna son vermek ve puslu/dumanlı ortamından çıkmak için arayış içindeydiler. Umudu ve mücadele azmini örgütlülüğe dönüştürecek arayışlar, işçilerin hareketliliğinin rüzgarını arkasına alarak heyecanlı buluşmalara dönüştü. Buluşmanın adresi EĞİT DER’di. Yoğun tartışmalar yaşanıyordu. “Dernekten sendikaya” fikri, tartışmaların merkezine oturdu. Yaygınlaşan işçi eylemleri ile giderek büyüyen mücadele eğilimi, EĞİT DER’deki tartışmalara heyecan katıyordu. “Haklar Yasalardan Önce Gelir” ve “Hak Verilmez, Alınır” gibi ön açıcı vurgular, siyasal birikim ve adanmışlık iradesi, kamu emekçilerinin örgütlenmesinin çıtasını yükseltti.

Devletin yasal ve idari yasakçı engelleri, kamu emekçileri örgütlenmesi ve mücadelesinin önüne set çekmişti. Soru şuydu: Yasaklarla inşa edilen bu set nasıl aşılacaktı? Soruşturmalar, cezalar, sürgünler ardı ardına geliyordu. Baskılar karşısında kamu emekçileri, her riski göğüsleyerek, direngen ve kararlı bir mücadeleye atıldılar. İşçi sınıfının mücadele azmi ve kararlığı sonuç almaya başlamıştı. Kamu emekçilerinin geçmiş deneyimleri ve birikimleri de vardı.

FİİLİ MEŞRU MÜCADELE ÇİZGİSİ

Kamu emekçileri sendikalarının ilk kuruluş yıllarındaki atılan her adım, bir sonraki adımı güçlendirerek ilerledi. Bir gedik açılmıştı, örgütlenme atağına geçtiler. Sermaye çevrelerinin sınıf çıkarları, onların kurumsal yapısı olan devletin ideolojik-politik çizgisiyle mücadele çetindi. Bu gerçeklikle hareket ediliyordu. ‘89 Bahar Eylemleri’nde olduğu gibi, talepler doğrultusunda “fiili ve meşru” mücadele çizgisi belirleyici olacaktı. Nitekim öyle oldu ve kamu emekçileri sendikaları (KESK’i oluşturacak olan) böyle doğdu. Mücadeleci sendikaların kamu emekçileri kitlesiyle buluşması, devletin kurumsal yapısı ve merkezi/yerel bürokrasisini tedirgin etti. Örgütlenme ve mücadele isteği kitlesel bir talebe dönüşünce, sendikaların meşruiyeti tanınmak zorunda kalındı.

Devlet ve onun tüm kurumsal yapısının bir başka planı devreye girdi. Bizzat devletin bürokratik yerel ve merkezi yöneticilerinin de işin başında olduğu “devlet destekli memur sendikaları” türedi. Bu ‘sendikalar’, kamu emekçilerinin sorunları ve bu sorunların çözümüne yönelik politikaların derdinde değillerdi. “Devletin ulu çıkarlarını zedelemeden koltuk değnekçiliği yapma” prensibi ile ayrıştırma ve bölme hamlesi başlatıldı. Kamu emekçilerinin taleplerinden ziyade, ‘milliyetçi-ırkçı’ ya da ‘dinci-gerici’ siyasal partilere odaklı çalışmalara hız verdiler. Özellikle MHP’nin geçmiş pratiğinin deneyimli kadroları bürokratik kademelerdeydiler ve bu tezgahta önemli sorumluluklar aldılar. Başında ‘Türk’ ile başlayan sendikalar, “mantar” gibi çoğaldılar. Türkiye Kamu Sen’i oluşturan ‘sendikaları’ yaratan böylesi bir süreç oldu. Kısa bir süre sonra, “dinci-gerici” politikalar da devreye sokuldu. AKP öncesi “siyasal İslamcı partilerin” güdümünde Memur Sen’i oluşturacak olan ‘sendikalar’ doğdu.

Sendikacılıktan öte, devlet kurumlarının bürokratik üst mevkilerine atanmanın ve siyasal mevzi elde etmenin sıçrama tahtası olarak kullanılan bu sendikalar, iktidar yanlısı yerel ve merkezi yöneticilerin tehdit ve şantajlarıyla büyüdüler. Yıllar geçtikçe; KESK ve üye sendikaların iç işleyişlerindeki sakatlıklardan, sendikal politikalardaki sapmalar ve pratik mücadelelerdeki kitlesellikten uzaklaşma eğilimleri de “güdümlü” sendikaların güçlenmesinin dayanaklarından bir diğeri oldu. 1989 Bahar Eylemlerinin yarattığı rüzgar ile öne atılan kamu emekçileri örgütlülüğü, ‘90’lı yılların sonu ve özellikle 2002 yılında AKP iktidarıyla birlikte güç kaybetmeye başladı. KESK ve KESK’i yaratan mücadeleci çizgiyi zaafa uğratacak sendikal rekabet işyerlerine taşındı. Kamu emekçilerinin kendi içlerinde ayrışan ve birlikten/birleşik mücadeleden uzaklaşan, bölünmüş- parçalı haliyle kamu emekçileri sendikal hareketini etkisizleştirdi. İşçi sendikalarında yaşanan rekabet, kamu emekçileri hareketini de böldü ve ayrıştırdı.

BİRLEŞİK MÜCADELE PLATFORMLARI

Fakat bütün olumsuzluklara rağmen, “89 Bahar Eylemleri”nin etkisi devam ediyordu. İşçi sınıfının devrimci siyasal çizgisinden yana kadroların mücadeleci çabaları, mücadele birliğini sağladığında, birleşik mücadelenin pratiğe dönüşen olumlu örnekleri ortaya çıktı. İşçi ve emekçilerin güveni sağlandığında; sınıf dışı tutumların engelleri aşılıyor ve pratik örgütsel adımlara(değişik adlarda platformlar)dönüşüyordu. Kamu emekçilerinin benimsediği ve katkısının olduğu alttan gelen basınçlar, yerellerde değişik adlarda oluşan ‘birleşik mücadele platformlarını’ ortaya çıkarıyor ve sınıf mücadelesinin ilerletilmesine katkı sunuyordu.

Bu dönemin en etkili örneği, Zonguldak maden işçilerinin halkla birleşerek gerçekleştirdikleri büyük yürüyüştür. Bu eylem süreci, kamu emekçilerini heyecanlandırmış ve mücadele direncini yükseltmiştir.  4 Ocak 1991’de başlayan “Büyük Madenci Yürüyüşü”, sadece Zonguldak ve çevresinde değil, bütün bir ülkede heyecan yarattı. On binlerce işçi ve işçi aileleri, tek vücut oldu. İşçi sınıfı, bir kez daha sınıf kararlılığının birleştirici ve değiştirici gücünü ilan etti kamuoyuna. ‘Büyük Madenci Yürüyüşü’, hak arayışında olan tüm emekçilere olduğu gibi kamu emekçilerinin fiili ve meşru mücadelesine de ışık tuttu. Bu yürüyüşten dört ay sonra, 3 Temmuz 1991 günü gerçekleşen eğitim emekçilerinin ‘Merkezi Ankara Eylemi’, 12 Eylül sonrasında, sokaklarda hak aramanın kamu emekçileri açısında ilk merkezi alan eylem adımıydı.

14 Eylül 1991 “Mühürleri Kırma Eylemi” , ardı ardına gelen 1992 yılındaki 15 Şubat, 16/22 Haziran, 21 Aralık Ankara yürüyüşleri ve merkezi Ankara eylemleri; güvenlikçi anlayıştan kaynaklanan yasaklar ve engellere rağmen 15 Ocak 1993 günü yöneticilerin iş bırakma eylemi ile “fiili grevi”nin kilidinin açılmasını sağladı. “Memurun sendikası mı olurmuş?”, “memur grev mi yaparmış?” gibi… alaylı sorulara verilen ilk yanıtlar riskliydi. Fakat bedel ödemeye değer kararlardı.

Kamu emekçilerinin ana gövdesi, hiçbir sendikaya üye olmasa da “Kamu Çalışanları Sendikaları Platformunun (KÇSP) çağrılarını ciddiye alıyordu. Güven duyguları henüz sarsılmamıştı. Etkinlik ve eylem çağrıları karşılık buluyor ve kitle katılımı sağlanıyordu. Ancak kaşınan kimi “dini ve milliyetçi” hassas duygular, soru işaretlerini de çoğaltmıyor değildi. Devleti yöneten siyasal iktidarların ve sermaye medyasının “güdümlü sendikalara” desteği ve kamu emekçilerinin mücadele örgütlerine karşı yıkıcı yönelimleri kamu emekçilerindeki iç tartışmaları ve ayrışmaları hızlandırdı.

Sendikal örgütlenmenin hız kazandığı 1990-1994 yılları, devletin başta Kürt halkı olmak üzere, tüm aydın ve demokratik çevrelere karşı kontra örgütleriyle sürdürdüğü saldırgan politikalarının doruğa çıktığı yıllardı. Sendikal kadrolar da bu saldırılardan fazlasıyla nasibini alıyordu. Kürt illerindeki şubeler başta olmak üzere, tüm Türkiye’deki işçi ve kamu emekçisi sendikalarının ileri kadrolarıyla gençlik önderleri; sık sık tutuklanıyor ya da sürgüne gönderiliyordu. Birçok sendika üyesi ve yöneticisi, aydın ve demokrat kişi, “faili meçhule” uğradı veya yaşamını yitirdi.

Bu süreçte mücadeleci kamu emekçileri sendikaları, konfederasyona varacak sürecin ilk adımlarını KÇSKK(Kamu Çalışanları Sendikaları Konfederasyonlaşma Kurulu) ile attılar. Tarihe geçen KÇSKK’nin en ses getirici eylemi, 20 Aralık 1994 “Genel İş Bırakma” eylemi oldu. KİT’lerin (Kamu İktisadi Teşekkülleri) tasfiyesi, kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi adımları hız kazanmıştı. Bütçenin halka düşman hükümleri, soygun ve talan bütçesi olması, halkın bütününü karşısına alıyordu. Siyasal iktidara karşı öfke ile eyleme katılım, ulusal basında yüz binlerle ifade edildi. Sadece iş bırakma ile yetinilmedi, iş bırakan kamu emekçileri halkın katılımını da sağlayarak il ve ilçe meydanlarını doldurdu. Ülke çapında, meşruiyeti tartışıl(a)mayan ve kamuoyunda kabul gören önemli bir eylem olarak tarihte yerini aldı. Yine kitleselliği açısından; ‘15-16 Haziran Direnişi’nin yıldönümüne denk getirilerek, 17-18 Haziran 1995’teki iki günlük ‘Kızılay Meydanı’ndaki buluşma, o güne kadar yapılan eylemlerin en kitlesel ve iki güne yayılan en görkemli alan eylemiydi. Yüz bini aşkın kitle, ‘Kızılay Meydanı’nı, kitlesel işgal eylemine dönüştürdü.

‘İŞÇİ MEMUR EL ELE GENEL GREVE’

Birleşik bir mücadeleye yönelim ihtiyacı, tüm işçi ve emekçilerin duygusuydu. İşçi hareketliliği ve kamu emekçilerinin mücadelesi, demokrasi ve özgürlükler için mücadele eden halkların eylemleriyle birleşme talebi, parçalı mücadelelerin birleşik bir mücadeleye dönüşmesi yönünde bir çabaya dönüştü. Her işçi eylemi ve fabrikada ortaya çıkan hareketlenmeler, kamu emekçilerinin de gündemine taşındı. Bunlardan iki örnek önemliydi; SEKA direnişi ve Bergama köylülerinin siyanürlü altın madeni işletmeciliğine karşı topraklarını savunma mücadelesi… İşçi Memur El Ele Genel Greve” sloganı, SEKA eyleminin ötesine geçerek ülkenin diğer mücadele alanlarında da yankılanıyordu.  Sınıf mücadelesinin düzeyi yükseldikçe, işçi ve emekçilerin değişik adlar altında birleşik mücadele birlikleri kurulmaya başlandı. Marmara işçi havzası başta olmak üzere işçi yoğunluklu kentlerdeki ‘Sendikalar Birliği’ gibi örgütlenmeler arttı.

Kamu emekçilerine “Sahte Sendika Yasası” dayatıldı. Sendikal örgütlülük ve kazanımlar tehdit altındaydı. Kamu emekçileri ve sendikal mücadelesi, birçok bedel ödenerek gelinen bu aşamada gerçek bir sendika yasası değil, dernek statüsünün altında bir kıskaç içine sokulmak isteniyordu. Yasanın bu haliyle meclis gündeminden geri çekilmesi, öncelikli talep haline geldi. Fakat “dernek” statüsünde bir ‘sendika yasası’ için Hükümet ve Türkiye Kamu Sen ısrar ediyordu.  Bu süreçte “nasıl bir sendika yasası ?” sorusunun karşılığında alınan örgütsel çizgi farklılığı net olarak ortaya çıkmıştı. Türkiye Kamu Sen Genel Başkanı Resul Akay ve yöneticiler, TİS ve GREV hakkı olmayan sahte sendika yasasının çıkması için büyük bir çaba içine girdiler. KESK ise, 4 Mart 1998 günü kamu emekçilerini Ankara’ya çağırdı. Sinirler gerilmiş, önlerine dikilen polis engeli aşılmıştı. Yasa mecliste görüşülürken, kamu emekçileri, Kızılay Meydanı’nda trafiği kapatıp oturma eylemi başlattılar. Akşam saatlerine doğru yoğun polis saldırısı, tazyikli su ve coplu müdahale püskürtüldü. Kamu emekçileri biber gazı ve gaz bombaları ile tanıştılar. Gece boyunca süren direniş, tüm Türkiye’ye yayıldı. Bir kez daha “hak verilmez alınır ve haklar yasalardan önce gelir” öğretisinin mücadeleci çizgisi kazandı. Direnişin büyümesi ve yaygınlaşması siyasal iktidara geri adım attırdı ve yasa geri çekildi. Mücadele edenler kazanmıştı, ama geçiciydi. 2001 yılında bu yasa çıkartıldı, kamu emekçilerinin hak alma mücadelesinin zaafa uğramasının dayanaklarından oldu.

Dünya Ticaret Örgütü(DTÖ), Dünya Bankası(DB), Uluslar arası Para Fonu(IMF) vb uluslar arası sermaye örgütlerinin emperyalist-kapitalist politikaları Türkiye’yi kıskaç içine almıştı. Özelleştirmeler, kamu hizmetlerinin tasfiyesi, sendikasızlaştırma politikaları işçi sendikaları ve kamu emekçileri sendikalarını olumsuz etkiledi. Özellikle kamuda çalışan işçiler ile kamu emekçileri, nicelik ve nitelik açısından kayıplar yaşadılar. Ama işçi sendikalarının başına çöreklenen sendikal bürokrasi, işçi sınıfının hareketlenmesine takoz olmuştu. Devletin yedeğine düşen diğer memur sendikaları da öyle... Mücadelenin yükseldiği anlarda, “kutsal devlet” koruyuculuğu öne çıkıyordu hemen.  Yapılan eylemlerin altı boşaltılıyor, mücadelenin birleştirilmesi güçsüzleştiriliyordu. Mücadelenin düzeyinin yükselişe geçtiği anlarda ise, sembolik olarak yer alıyorlardı. En ağır saldırı, emeklilik ve sosyal güvenlik haklarına yönelik olanıydı. Emeklilik yaşını yükseltmeyi esas alan “Mezarda Emeklilik Yasası” TBMM gündemine getirildiğinde işçi sınıfı yeniden hareketlendi. Sosyal güvenlik hakkına yönelik bu saldırgan düzenlemelere karşı kamu emekçileri de suskun kalmadı. Kamu emekçileri ile işçi sınıfının ortak talepleri, birleşik bir mücadelenin zeminini güçlendirdi. Sendikaların, “zorunlu“ kalarak yaptıkları ortak eylem çağrıları, kitlesel karşılık bulmaya başladı. Dağılmaya yüz tutmuş birçok platform ve birlikler, yeniden toparlandı. Birleşik mücadele, diğer emekçilerin örgütlü ve örgütsüz kitleleriyle buluşarak büyüdü.

Emek Platformu ihtiyacı, tam bu süreçte gündeme geldi. ‘Kocaeli Sendikalar Birliği’, ‘Gebze Sendikalar Birliği’, ‘İstanbul İşçi Sendikaları Şubeler Platformu’ başta olmak üzere; İzmir, Ankara ve diğer büyük sanayi illerinde, sanayi havzalarında oluşan değişik adlardaki birliklerin ve platformların çağrılara yanıtları, mücadelenin yükseltilmesini sağladı. 1999 yılının yaz aylarında yoğunlaşan eylemler, ‘Emek Platformu’nun kurulması süreciyle birlikte yürüdü. Emek Platformu çağrısıyla 24 Temmuz 1999 Ankara Eylemi, ortak mücadelenin gücünü doruğa çıkartan eylem oldu. Yüz binlerce işçi ve kamu emekçisiyle demokrasi güçlerinin görkemli ‘Ankara Buluşması’, Hükümeti sarstı ve koalisyon dağıldı.

2002 yılında iktidara gelen AKP, uluslararası ve Türkiye sermayenin sözcülüğünde kusur etmedi. İşçi ve emekçilere yönelik saldırıların ardı arkası kesilmedi. Özelleştirmeler ve kamunun tasfiyesi süreci hızlandırıldı. Sendikaları işlevsizleştirecek yasal ve idari yeni engeller ortaya çıktı. Sendikal rekabetin işyerlerine kadar inen ayrıştırıcı politikalardan dolayı parçalı duruşlar, birleşik mücadelenin zayıflaması, yeniden işçi-memur ayrımının kışkırtılması, var olan etnik ve inançsal farklılıkların kaşınması vb politikalar sendikaları geriletti; işçi ve emekçilerin mücadelesinin düşmesine yol açtı.

BUGÜNE İKİ DERS

Sonuç Olarak; burjuva ekonomistlerin/analistlerin “Tarihin Sonu” ya da “Tek Kutuplu Savaşsız Bir Dünya” vb gibi beyinleri teslim almaya dönük ideolojik-politik-teorik tezlerin yaygınlaştığı dönemde ‘1989 Bahar Eylemleri’ yol gösterici olmuştu.  “İşçi sınıfı mı kaldı?” ya da “sınıf mücadelesi bitmiştir” türünden dil ve kültürel kirliliğe karşı kurtuluşa giden yolun çizgisini belirlemişti. Topluma egemen olan umutsuzluk sürecinden, yeniden birleşmenin ve örgütlenmenin önemini öğretmişti. Dünyanın birçok ülkesinde olduğu gibi, Türkiye’de de tersine rüzgarların esmeye başlamasına işçi sınıfı önderlik etmişti.

İşçi sınıfının yol göstericiliğinde 1990’larda başlayan kamu emekçileri sendikalarının bugünkü görüntüsü vahimdir. Sadece KESK içinde değil, kamu emekçilerinin bütününde yeterince dağılıp dökülme vardır. Kamu emekçileri ana kitlesinde var olan ayrışmaları gidermek, gerginlikleri ve rekabetçi tartışmaları terk etmek ve birleşmenin önüne geçecek her bozuşturucu adımı engellemek sendikal hareket için zorunlu hale gelmiştir. Sınıf mücadelesinin tarihinden öğrenmek elbette öncelikli görevdir. Bunca deneyim ve birikim vardır. Kavramlar ve kuramlar üzerinde kelime oyunları yaparak “yeni” bir şey üretilemeyeceği açıktır. Yaşanan sorunlardan çıkış yolu arayışlarına, ’89 Bahar Eylemleri’ ve yarattığı etki önemli bir örnektir. Mücadele deneyiminin ateşleyicisi işçi sınıfına, kamu emekçileri de çok şey borçludur. Önümüzdeki süreçte;

1) KESK ve üye sendikalar, daha etkisizleşen ve kitlesel mücadele örgütü olmaktan çıkarak marijinal bir örgüt görüntüsünden kurtulmalı; geçmiş mücadeleci çizgisinden öğrenerek, sınıf sendikacılığı rotasına girmelidir. Elbette KESK’e egemen olan, devlet ile “işbirlikçilik” tarzında var olan bir sendikal bürokratizm değildir. Fakat sınıf dışı sendikal çizgilerin KESK’i getirdiği yer, bir tür STK’ya dönüştürme halidir. KESK’i bir sınıf örgütü olmaktan çıkarmaktadır. Bugün KESK’in itildiği köşeden çıkması gerekiyor. KESK’teki mevcut durumdan kurtulmak isteyen kamu emekçileri ve sendikal odaklar, kamu emekçilerinin geniş kesimlerini ‘hangi sendikaya üye’, ‘sendikalı mı sendikasız mı’ olduğuna bakmadan acil talepleri etrafında birleştirmesi göreviyle karşı karşıyadırlar.

2) “Oluşumunda hangi faktörler rol oynamıştır?” sorusunu tali plana iterek; T.KAMU SEN, MEMUR SEN, BİRLEŞİK KAMU İŞ gibi konfederasyonlarla kurulacak ilişkiler yeniden değerlendirmeye alınmalıdır. Artık bu “konfederasyonlar “ üye sendikalarının ulaştığı kitlesellikle yüz binlerce üyeyi bünyelerinde bulunduruyorlar. Yüz binlerce üyesi olan bu örgütlenmeleri görmeden onların içinde de çalışmadan, işyerlerinde kamu emekçilerinin birliği ve birleşik mücadelesi nasıl hayat bulacaktır? Bir gerçeğinde görülmesi gerekiyor. Fabrikalardaki işçiler arasında örgütlenme ve talepleri üzerinden mücadele yürütürken, “işçiler hangi sendikanın üyesidir?” takıntısına girilmiyor ve ön yargılarla davranılmıyorsa, kamu emekçileri içindeki çalışmada da aynı rota izlenmelidir. Herhangi bir ön koşul aranmaksızın farklı sendikaların üyeleriyle bağ kurmak, onlarla her tartışmayı açıkça yapabilmek cesaretini göstermek; sendikaların yeniden inşası açısından bir diğer adımdır. Bu adımlar atıldığında, işçi ya da kamu emekçileri sendikaları konfederasyonları ve onlara üye sendikaların yönetimleri bugünkü görüntülerinden başka bir rotaya girebilirler. Dağılma ve ayrışmalar yaşanabileceği gibi, birinden diğerine akışlarda olabilir. Dışarıdan rekabetçi ve dağıtıcı kışkırtmalar ise, sadece bir tuzaktır. İşçi ve emekçilerin birleşmesinin ve birleşik mücadelesinin önünde engeldir.

Çalışma ilişkileri açısından ayrıştırıcı politikalar, işyerlerinde rekabetçiliği ve bireyciliği fazlasıyla teşvik etmektedir. Genel olarak toplumu bölmeye hizmet eden ülkenin temel konularındaki ayrışmalar ise; inançsal ve etnik kışkırtmalardan, ötekileştirici yapay düşmanlıklardan kaynaklanmaktadır. Toplamı açısından işyerlerinde ve ülke çapında, işçi sınıfı ve kamu emekçilerine egemen olan bu bölünmüşlük; siyasal iktidarların emekçiler aleyhine sürdürdükleri politikaların devamını kolaylaştırmaktadır. İşçi sınıfı ve kamu emekçilerinin yaşamsal ortak taleplerinin gerçekleşmesini hedefleyen mücadele birliğinden örgütsel birliğe gidilecektir. Geçmiş mücadele deneyimlerinden öğrenerek böylesi bir rotadan ilerlenebilinir. Konfederasyon ayrımı yapmadan, sendikaların üyelerinin işyerlerinde birliğini gerçekleştiren ve bu birlikteliğin mücadele birliğine dönüştürülmesiyle sendikal bürokrasi de etkisizleşecektir.

Kamu işçisi nereden nereye ve ne istiyor? (Ömer YALÇINTAŞ-Evrensel)

İşçilerin kendi deneyimlerinden başka silahı yoktur. Öğrendikçe, denedikçe kendi yolunu daha kolay açacaktır işçiler.
                                                 
Mehmet Özer

Sürekli söylenirdi, “Kamu işçileri çok fazla maaş alıyor, sosyal hakları çok fazla” diye. Gökten zembille inmedi kuşkusuz bu haklar. Ama bu yaklaşım maalesef bazı emekçiler açısından kamu işçileriyle aralarında bir bölünme ve statü farkı gibi görülür, ayrışmalara neden olurdu. Olurdu diyoruz, çünkü şimdilerde durum değişmişe benziyor. Ortak hareket etme, birleşik mücadele konusunda sorunlar devam etse ve bu farklı bir yazının konusu olsa da, nesnel olarak aradaki farklar erimişe benziyor.

NELER OLUYOR?

700 bin işçiyi ilgilendiren ve 2023-24 dönemini kapsayan Kamu Toplu İş Sözleşmesi Çerçeve Protokolü ile maaşlara yansıyan zamlar, hükümetin izlediği ekonomi stratejisiyle eridi. Bu da kamu işçilerinin tepkisini arttırdı. Asgari ücrete yapılan zammın ardından kamu işçisi de aynı oranda zam istemişti. Çünkü TİS ile alınan zamlar vergi diliminin yükselecek olması, enflasyon vb. nedenlerle ceplere girmeden eriyecekti/eridi. Ek zam, seyyanen zam ve vergide adalet gibi temel talepleri olan kamu işçileri birçok iş kolunda Türk-İş’e bağlı sendikaların harekete geçmesini istedi.

Uzun yıllardır işçi hareketindeki gerilik, özellikle de kamuda çalışan işçilerin uzun sessizliği böylelikle aşılmaya başlandı. Evet, yukarıda bahsi geçen taleplerinin acilliği, yakıcılığı kamu işçisinin hareketlenmesine vesile oldu. Kuşku yok ki daha alacağı çok mesafe var. Ama ‘Şimşek ekonomisi’ ivmeyi artıracak gibi görünüyor. İşçiler gerekli dersleri çıkarabilirse, hem iktidara hem de onun en büyük yancısı sendika bürokrasisine karşı hareketin sürekliliği sağlanacaktır.

İşçi sınıfının mücadele tarihinin birazdan değineceğimiz güçlü örnekleri, eksiklerin nasıl aşıldığını göstermesi açısından bugüne ışık tutmaktadır.

GİT 1989’A, GEL 2024’E!

İşçiler kendi mücadele tarihinden öğrenecektir demiştik. Bu noktada özellikle kamu işçilerinin başrol oynadığı bazı deneyimleri aktarmak iyi olacaktır.

Bahar eylemleri olarak bilinen ve 1989 yılının mart, nisan, mayıs aylarını kapsayan işçi mücadeleleri; belli iş yerlerinden ve ücret zammı talepleriyle başlamış olması bakımından bugünle benzerlikler gösteriyor. 89 eylemlerine özel sektörde çalışan sendikalı ve sendikasız işçilerin de katılması etkiyi genişletti. Bahar eylemlerine 1.5 milyon civarında işçi katıldı. O dönemin en belirgin özelliği ‘80 askeri darbesinin işçi örgütlerini dağıtması, grevlerini, mitinglerini yasaklaması ve neoliberal sermaye programının Özal hükümeti tarafından hayata geçirilmesiydi.

Ağır baskı yıllarının üzerinden çok geçmeden 1986 Netaş işçileri (3 bin 150 işçi) aylar süren grevi ile grev yasaklarının aşılabileceğini, 1987’de ambar işçileri 9 ay süren grevleri ile patrondan yüzde 214 zam alınabileceğini, aynı yıl Kazlıçeşme’de deri işçileri miting yaparak miting yasaklarını işlevsiz kılabileceğini gösterdiler. Ve ardından Türkiye tarihinin bu anlamda en etkili ve yaygın eylemlerinin işaret fişeği çakıldı: 1989’da yüz binlerce işçinin kol kola girmesiyle, kamunun (hükümetin) inadı kırıldı ve yüzde 140 zam vermeye mecbur bırakıldı.

Bahar 1989 eylemleri ücret talebiyle başlamıştı. Ama ANAP hükümetine ve onun neoliberal uygulamalarına karşı politik bir mücadeleye genişledi. Etkisi, sadece seçimlere bakıldığında bile görülecektir. 27 Mart 1989’da yapılan yerel seçimde oy oranı yüzde 35’ten 21’e düşen ANAP, 1991 genel seçiminde iktidarı kaybetti.

Günümüzün de en önemli eksikliği olan iş yeri örgütlenmeleri o dönemin önemli kazanımları oldular. (Hiç kuşkusuz o dönem kısmen komiteler kurulmuştu ama çoğunlukla solcu, muhalif işçilerden oluşmaktaydı ama dar oldukları söylenemez, geniş işçi yığınlarını harekete geçirebiliyorlardı). Kendi iş yeri örgütlenmelerine, gücüne dayanan işçiler bu sayede sendika yönetimine uyguladıkları baskıyla Türk-İş’in 900 yöneticisinin değişmesini sağlamışlardı. İş yerlerindeki bu örgütlenme ve komiteleri ile 1987’te oluşturulan şubeler platformu üzerinden sözleşmeler işçiye sormadan imzalanamadı o dönem. Buna uymayan Demiryol-İş’in birçok şubesini basan işçiler 25 yıl sendika başkanlığı yapmış Zafer Boyer’i istifa ettirmişlerdir.

Hükümetin ‘ancak yüzde 40 veririm’, Türk-İş’in de ‘yüzde 70 alırım’ dediği koşullarda işçilerin birleşik gücü yüzde 140 zam alınmasını sağlamıştır.

GELELİM 2024’E…

Bunca birikimi, deneyimi yaratmış sınıfımızın genç kuşaklarının bu deneyimlerden faydalanması gerekir. Bugün uygulanan ekonomik program benzerdir. Baskılar devam etmektedir. Sendika ağalığı/bürokrasisi belki daha da etkin haldedir. Geçmişteki Türk-İş bürokrasisine bugün Hak-İş de eklenmiştir. Diğer en önemli gerçek ise sömürünün katmerleşerek artmış olmasıdır.

O dönem çok çeşitli eylem biçimlerine başvuran işçiler özellikle bir ders çıkarmıştı. Neydi bu? Elbette küçümsemiyoruz, ama sakal bırakma, işe siyahlar giyerek gitme, yemek yememe, fabrika önünde soğan ekmek yeme, çocuklarını evlatlık verme, açlık grevi gibi eylemlerle sınırlı kalarak kazanmanın mümkün olmadığı dersi...

Nitekim ikinci aşama üretim sürecini etkileyen eylemler oldu: Viziteye çıkma, iş yavaşlatma, makine başında oturma, turnikelerden yavaş geçme, servislerden uzakta inerek iş yerlerine geç gitme gibi çeşitli yaratıcı eylemlerle üretimden gelen gücünün doruğu olan grev-genel grev aşamalarına taşıdı kendisini.

Bu dönemde de benzer bazı eylemler yapıyor kamu işçileri. Yemekhanede çatal kaşık vurma, mola ve yemek aralarında yürüyüşler gibi. Eylemler sendikacıları protesto etmeye genişliyor, hatta bazı sonuçlar da alıyor: Sivas Demiryol-İş şube başkanı ve temsilci istifa etmek zorunda kaldı, ya da Türk-İş merkezi öfkeyi azaltmak adına görevden aldı. Ankara’da kitlesel miting yapılması da dahil illerde 2010’dan beri eylem kararı almayan Türk-İş yönetimi son yılların en kalabalık ve yaygın eylemlerinin önünü kesemedi. Dipten gelen dalga bürokratları da eylemlere katılmak zorunda bıraktı.

Bir genel miting yapılması da kuşkusuz iyi olacaktır. Ama kimi zaman sendikal bürokrasinin de tercihi olabiliyor bu tür eylemler, işçilerin öfkesinin boşaltılmasına vesile ediliyor. Bunu bilmek, buna uygun plan yapmak da işçilere kalıyor elbette.

Tüm eylem biçimlerini reddetmeden ama ’89’dan belki de bizlere miras olsun diye verdiğimiz örneklerden edinilecek en önemli iş; iş yerlerinde işçilerin birliklerini, komitelerini seçerek adım atmaları, “Sendikalar işçinindir ve yönetimlerine işçiler gelmelidir”, “Sendikacı maaşları en yüksek işçi maaşını geçmemelidir” diyerek sendika bürokratlarından temizliğe girişmeleri olacaktır.

Kamu işçilerinin geçmiş dönemlerdeki işçi önderleri artık yerlerini daha genç, kısmen deneyim eksiklikleri taşıyan bir kuşağa bıraktı. İşçilerin kendi deneyimlerinden başka silahı yoktur. Öğrendikçe, denedikçe kendi yolunu daha kolay açacaktır işçiler. Bugün askeri iş kolundan demir yollarına, enerjiden gıda iş koluna haklarının ilerletilmesi mücadelesine girmiş işçiler, öğreniyor. Sendikacıları sıkıştırıp adımlar attırıyor. İktidarla hemhal olmuş yüzler binler halindeki işçi grupları kendilerine yutturulmaya çalışılan sahte düzen politikaları yerine gerçek bir işçi politikası olan “iş ekmek ve özgürlük” mücadelesinin kaçınılmazlığını daha ileriden kavrıyor.

                                                    /././

1.5 milyon işçinin yarattığı bahar (Evrensel)

Netaş grevi, deri işçilerinin Kazlıçeşme mitingi, tersane işçilerinin yürüyüşleri, kara yolu işçilerinin toplu boşanma davaları...
                                                       
Mehmet Özer

12 Eylül 1980 darbesinin ardından işçi sınıfı NETAŞ işçilerinin greviyle sessizliği böldü. 1989’da “Bahar eylemleri”nin ve ardından kamu emekçilerinin sendikalaşma mücadelelerinin yolu açıldı.

1986’daki NETAŞ grevi tetikledi, işçiler komiteler kurarak mücadeleye yeniden iş bırakmalarla atıldı.

Kazlıçeşme’de 1987’de deri işçilerinin grev kararına karşı patronlar lokavt ilan etti. Patronlara karşı Bayrampaşa’da 12 Eylül sonrasının ilk mitingi gerçekleştirildi. 1980’den sonra getirilen miting yasağı delindi.

Ambarlardaki liman işçileri aynı yıl greve çıktı ve grevleri 9 ay sürdü. İşçi ücretlerine yüzde 214 zam yapıldı. 1 Mayıslar izin günü sayıldı.

İşçi sınıfının mücadelesi, 1989’a gelindiğinde kamu emekçilerinin mücadelesini yükseltmelerinin yolunu açtı.

Sayıları 600 bini bulan kamu işçilerinin yürüttükleri görüşmelerin tıkanması, “Bahar eylemleri” olarak bilinen ve bahar ayları boyunca sürecek eylemleri tetikledi.

İşçiler talepleri için çeşitli eylem biçimlerine başvurdular ve 3 ay süren mücadeleleri boyunca sık sık devletin kolluk güçleriyle karşı karşıya geldiler.

* 30 bin 153 kamu işçisinin greve çıktığı yıl oldu. Karabük ve İskenderun’da çalışan 20 bin demir çelik işçisi, tarihlerinde ilk defa çıktıkları grevi 137 gün sürdürdü.

* Bahar eylemlerinin başlamasından 16 gün sonra Türk-İş yönetimi, 22 Mart’ta 22 sendika ve 478 bin işçi adına pasif direniş kararı almak zorunda kaldı.

* 21 Mart’ta Haliç ve Camialtı Tersanesi işçileri yemek boykotu ve Kasımpaşa Meydanı’nda eylem yaptı. Haliç Tersanesinden Kasımpaşa Meydanı’nda yürüyen 1500 işçi, sol koldan gelen Camialtı işçileriyle birlikte “Yaşasın işçilerin birliği”, “İşçiler el ele genel greve” sloganlarını attı.

* 13 Nisan’da Taşkızak Tersanesi, Sahil Güvenlik Bakım Onarım işçileri ile Camialtı Tersanesinden işçiler öğle tatilinde Kasımpaşa Meydanı’na gitmek üzere yola çıktı. İşçilere Haliç Tersanesi işçileri de katıldı. İşçilerin önünü polis kesti.

* 12 Nisan’da Cibali ve Cevizli Sigara, Üsküdar, Bomonti Bira, Mecidiyeköy Likör, Paşabahçe Rakı, TEKEL Genel Müdürlüğü, Vergisiz Satışlar iş yerlerinden 15 binin üzerinde işçi aynı saatlerde viziteye çıktı.

* Cevizli TEKEL Fabrikasında çalışan 8 bin işçi Kartal SSK Hastanesine kadar yaklaşık 4 kilometrelik yolu 4 saatte yürüdü. Yürüyüş boyunca halk balkonlara, yol kenarlarına dökülerek işçileri alkışladı. TEKEL işçilerini kara yolu işçileri karşıladı.

* 4 Nisan’da “Haklarımızı alamazsak, Türkiye’yi karanlığa boğarız” diyen 86 bin TEK işçisi, yemek boykotu yaptı.

* 24 bin çelik işçisi şubat ayından itibaren 3 ay boyunca kesintisiz iş yavaşlatma, vizite, yürüyüş, sakal bırakma, yemek ve servis boykotu gibi eylemler gerçekleştirdi. İşçiler mayıs ayında greve çıktı.

* Mayıs ayında 1500 kara yolu işçisi Diyarbakır’da, ‘toplu boşanma davası’ açtı.

* Askeri dikimevlerinde çalışan işçiler, eylemlerin öncülerindendi. Eylemler kısa zamanda ülkenin diğer bölgelerindeki askeri iş yerlerine yayıldı. Ustabaşlarına “komutanım” demek zorunda bırakılan işçiler eylemler sırasında yol kesti, kolluk şiddetine karşı birlikte direndi.

* Nisan 89’da başlayan Bahar eylemlerine 1.5 milyon civarında işçi katıldı. 1988-92 tarihleri arasında geçekleşen grevler, katılan işçi sayısı ve kaybolan iş günü sayısı bakımından ’80 öncesinde yapılan grevleri dahi aştı.

* Kendi iş yeri komitelerini kuran işçiler bu sayede sendika yönetimine uyguladıkları baskıyla Türk-İş’in 900 yöneticisinin değişmesini sağladı.

* 1985’te oluşturulan şubeler platformunun kararına göre işçilere sorulmadan sözleşmeler imzalanmayacaktı. Bu karara rağmen işçileri bilgilendirmeden ve kötü koşullarda sözleşme imzalanmasını, demir yolu işçileri, Demiryol-İş sendikasının birçok şubesini basarak protesto etti. Demiryol-İş’in 25 yıllık Şube Başkanı Zafer Boyer, genel merkezin bu kararına uymayarak, işçilere sormadan sözleşme imzaladı ve işçilerin bu duruma gösterdikleri tepkiler karşısında istifa etmek zorunda kaldı.

* Yüzde 40 gibi bir ücret zammıyla sözleşmeyi bağıtlamak isteyen hükümet yüzde 140 oranında zam yapmak zorunda kaldı. Türk-İş’in önerisi yüzde 70-80 idi.

* 12 Eylül yasakları delindi. Ekonomik taleplerle başlayan mücadele, hükümet karşıtı bir karaktere bürünmüştü. Böylelikle 27 Mart 1989’da yapılan seçimlerde ANAP’ın oy oranı yüzde 35’ten yüzde 21’e düştü. 1991 genel seçimlerinde ANAP iktidarı düştü ve işçi hareketine görece yakınlık gösteren SHP ile seçim vaatlerini neredeyse sosyal demokrat bir hatta çeken Süleyman Demirel’in DYP’si koalisyonla işbaşına geldi. İşçi sınıfının 89’da başlayan eylemleri 90’lar başında Türkiye merkez siyasetinin de rengini belirlemişti. 

                                                   /././

‘89 Baharı’nın tanıkları anlatıyor: Ücret zamları yüzde 140’ı buldu, bu kadar güçlüydük (Zeliş IRMAK-Evrensel)

’89 Baharı eylemlerine tanıklık eden, örgütleyen işçiler anlattı. "Fabrikayı boşalttık. Yolları kapattık. Desteğe gelenlerle büyüdükçe büyüdü eylem. O yıl sözleşmelerde zamlar yüzde 140’ı buldu.
                               
Cibali işçilerinin vizite eylemi | Fotoğraf, Hatice Görgü'nün kişisel arşivi

1989’lardaki en yaygın eylemlere nasıl gelindi? Dalga dalga büyüyen bu eylemlerin fitili nasıl ateşlendi? Kolay mıydı sendikal bürokrasiyle mücadele etmek, hükümete kafa tutmak?

Onlar bugün bizim anlatıcılarımız, ancak bir tanıktan daha fazlası durumundalar. Dönemin öncü işçileri, mücadeleci sendikacıları, eylemlerin örgütleyicileri çeşitli vesilelerle yaşadıklarını anlattılar. Biz de 35. Yılına girerken ’89 Bahar eylemlerinde yer alan iki işçiyle konuştuk.

Tanıklarımızdan ilki Hatice Görgü. 12 Eylül 1980 darbesinin hemen ardından işe başlıyor, İstanbul’da Cibali Tütün Fabrikasında. 8 aylık çocuğu var. Ülkenin ekonomisi ağır. Evin geçindirilmesi lazım: “O dönem geçim koşulları ağırlaştı. Kira var, çocuk bakımı var. Ev geçindirme derdi var. Çalışmam gerekiyordu.” Çocuk için kreş lazım. “Cibali’deki fabrikada kreş var” diyorlar. Pek çok işçi gibi bu sebeple burayı tercih ediyor.

“Darbeden sonra, ülkenin ekonomik koşulları da ağırdı, siyasi koşulları da. Fabrika bahçesinde özel güvenlik noktaları vardı örneğin. Ben 8 sene dokuma işçisi olarak çalıştım. İşe girer girmez sendikalı oluyordu işçiler. Türk-İş’e bağlı Tek Gıda-İş örgütlüydü fabrikada. Ancak işçiler sessizdi, neredeyse 1985’lere kadar. Çünkü darbe sonrasıydı, mücadeleci sendikalar dahil herkes sindirilmişti. 1986’da Netaş grevini hatırlıyorum. Onun dışında işçilerin genelinde eylemsizliğe mahkum olmuş bir durum vardı. Oysa hayat pahalı, ücretler çok düşüktü. 80 bin lira ücret alıyordum neredeyse asgari ücret düzeyindeydi. Ev kiram 90 bin liraydı. Çocuğun kreş parası 8 bin lira civarındaydı. Sendika da sözleşmelerde yüzde 6, yüzde 7 gibi zamlara imza atıyordu. Neye yeterdi bu zam? Enflasyon yüksek, hayat pahalıydı. Özetle hiçbir şeye yetmiyordu paramız.”

’89’u ateşleyen eylemler sözleşme dönemi olan mart ayında başlıyor.

Dokuma bölümünde çalışan çoğunluğu kadın işçiler, gidişata ilişkin makine başında çok yoğun sohbet etmeseler de fabrika koşulları onları mücadeleye itiyor: “Yaklaşık 40 kadın işçi aynı dönem hamile kaldık. Kreş meselesi en öncelikli gündem haline geldi haliyle. ‘Kreş yetersiz’ dediler, sıraya aldılar bizi ama bir türlü sıra gelmiyordu. Biz de bu böyle olmaz dedik, yeni kreş için imza toplayıp sosyal sigortalara dilekçe verdik. Bir de bağlantı bulup Cumhuriyet gazetesine haber yaptırdık. İki hafta sonra müfettişler geldi fabrikaya, kısa bir süre sonra da kreş yapıldı.”

Enflasyon yükseldikçe yükseliyor, hayat zorluyordu işçileri. Ancak bir kıvılcım yakalamışlardı, kreş sorununu çözmüşlerdi. Artık daha özgüvenliydiler. Şimdi ülkenin gidişatına ilişkin sohbetler artmaya başlıyordu makine başlarında. Fabrikada da sorunlar devam ediyordu. Sendika ise “hiçbir şey” yapmıyordu. Peki işçiler ne yapabilirlerdi ki?

"SENİN SAÇ BAKIM PARAN KADAR MAAŞ ALIYORUM BEN"

“Bir grup işçi kafa kafaya verdik. Sendikacı olalım dedik. Bu hareket fabrikada yankılandı tabii.”

Darbe hükümetine can suyu olacak kadar geri sendikacıların olduğu bir dönemde nasıl olacaktı?

“Sendikanın ‘S’sinden anlamıyorduk. Ama bir şey biliyorduk: Değiştirmeliydik. En önce diğer bölümlerle iletişim kurmamız gerekiyordu. Fakat fabrika içinde bölümler arası gezmek yasaktı. Biz de bir yöntem bulduk. Orta parası... Ortak para toplanır, her ay kura çekilir kuradan kim çıkarsa ortak para ona verilir. Kendi bölümümüzde başladık, diğer bölümlere de haber yolladık. Onlar da katıldı. Her ay kura çekimi yapılması gerektiği için bu bahaneyle bütün bölümlere girebiliyorduk. Böylece diğer işçilerle tanıştık. Sendikaya talip olduğumuzu söyledik. Tabii bu sendikacıların kulağına gidince kıyamet koptu. Nasıl bırakırlardı koltuğu, üstelik kadınlara…”

Sendika yönetimine muhalif birkaç işçi, üstelik çoğunluğu kadın. “Fabrikada herkesin ilgisini çekiyordu, fakat kimse adını açık etmeye cesaret edemiyordu.”

Sendikal bürokrasi aman vermiyordu elbette. Ancak işçiler iddialıydı. Delege toplamak bir dertti. Toplasalar oy kullandırmak bir dertti. Oyları korumak ayrı bir dertti. Her birini aşmanın yolunu buluyorlardı çünkü kolektif hareket ediyorlardı.

“Sıra listelere oy vermeye gelince aşmamız gereken bir sorun daha vardı. İşçilerin okuma yazma bilme oranı düşüktü. Nasıl bulacaklardı bizim listeyi? Düşündük yine kafa kafaya verdik onun da yolunu bulduk: Oylar yeşil listeye.”

13 yıla yakın sendika seçimi bile görmemiş işçiler, oy kullanıyor, oy sayıyor, sandık koruyordu. Kolay olmamıştı ancak ’89 Baharı’na giderken Cibali’de Tütün Fabrikasında sendikal bürokrasiye bir çelme takmışlardı. Seçimleri kazandılar. Hatice Görgü Tek Gıda-İş İstanbul 1 No’lu şube başkanlığına ve Kezban Oral şube sekreterliğine seçildi.

Diğer fabrikalarda da sendika seçimleri muhalif listeler tarafından kazanılıyor, fabrikalarda yemek boykotları, sakal uzatma eylemleri, fabrika içi yürüyüşler yapılıyordu.

“Biz seçimleri kazandıktan sonra Anavatan Partili Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı İmren Aykut ‘kadınlar semineri’ düzenledi. Bunu duyan farklı iş kollarından, fabrikadan işçiler otobüsler tutup salona geldiler, Bakanı protesto etmeye. Cibali’den bizim dokuma işçisi Şerife, Bakanı yakalamış ‘Senin saç bakım paran kadar maaş alıyorum ben’ diye bağırdı. ’89 eylemleri aynı zamanda hükümet protestosuna da dönüşmüştü.”

EYLEMLER HÜKÜMET PROTESTOLARINA YÖNELİYOR

“Artık büyük eylemler oluyor, her fabrika bir diğerinin eylemine desteğe gidiyordu. Kimi zaman uzun yürüyüşlerle kimi zaman araçlar tutarak yüzlerce işçi oluyorduk. Biz tütüncüler çok büyük vizite eylemi yaptık. Fabrikayı boşalttık. Yolları kapattık. Desteğe gelenlerle büyüdükçe büyüdü eylem. O yıl sözleşmelerde zamlar yüzde 140’ı buldu. Bizim 80 bin lira olan ücretimiz 400 bin liraya çıkmıştı. Bu kadar güçlüydük.”

Eylemler giderek hükümet protestolarına yöneliyordu.

“Birlik mücadele sloganını unutmam. Her eylemde ‘Hükümet istifa’ sloganı da atılıyordu. ‘Çankaya’nın şişmanı, işçi düşmanı’ sloganı tüm Türkiye’ye yayılmıştı. Biz kamu işçilerinin eylemleri özel sektörü de hareketlendirmişti. Özel sektörde çalışan işçilerden de eylemlere katılanlar oluyordu. Onlar da ek zam taleplerini dile getiriyordu.”

İşçiler öğrenerek ilerliyordu. Daha güçlü örgütlenme ve eylemler için İstanbul İşçi Sendikaları Şubeler Platformu oluşturulmuştu.

“Şubeler Platformu 1991 1 Mayıs’ında ‘Her meydan 1 Mayıs alanıdır’ kararı aldı. Herkes işçileri kendi fabrikalarından çıkaracak, her yer 1 Mayıs alanı olacak dedik. Biz Coca Cola’yı çıkardık, Cibali’yi çıkardık. Ancak Coca Cola işçileri ve şube sekreterimiz gözaltına alındı. Muhalif yönetimlerin tasfiyesi ondan sonra başladı…”

AŞAĞIDAN YUKARIYA BASKI

Dönemin işçi hareketinin kuvvetli olmasının bir diğer önemli unsuru da işçiler arasındaki güveni ve birlikteliği sağlayabilmekti. Küçükyalı Karayolları Bölge Müdürlüğünde çalışan Kamu İşçisi Hamdi Gökdeniz anlatıyor:

“1980’den 1984’e kadar sessizlik vardı. Sendikalarda kayyumlar vardı. Herkes sinmiş vaziyetteydi. Ancak Netaş grevinden sonra iş yerlerinde bir kıpırdanma başladı. Bizim iş yerinde 1984’te muvakkat (geçici) işçi almaya başladılar. Bu işçilerin kadro talebi vardı. Bu bizim alanımızda temel talep haline gelmişti. İşçiler arası dayanışmayı sağlamalıydık. Ne yapabiliriz diye konuştuk. Bir yöntemde karar kıldık. Sendikayı da devreye sokarak işçilerin yakacak sorununu çözmeye çalıştık. Kömürler o zaman Kemerburgaz’dan geliyordu. Bir gün saat 04.00’te Kemerburgaz’a gidip kömür alıp üyelerimize dağıtmaya başladık. Amacımız işçileri evlerinde ziyaret etmek, onlarla iletişim kurabilmek, dayanışmayı güçlendirmek ve aynı zamanda dayanışma halinde olunca neler yapılabileceğini göstermekti. Bu sayede sendikayı da biraz harekete geçirmek istiyorduk. Aşağıdan yukarıya doğru bir baskı yaptık biz. İşe yaramıştı. Örgütlülüğü sağlayınca sözleşme taslaklarını da işçilerle birlikte hazırladık. Taleplerimiz için iş yerlerinde yürüyüşler yapıyorduk.”

Muvakkat işçilerin kadroya alınması, yüzde 140 oranında zam, işçi sağlığı ve iş güvenliği gibi temel talepleri vardı kara yolu işçilerinin.

“Eylem yapan, greve çıkan iş yerlerine dayanışmaya gidiyorduk. Diğer iş yerlerinin temsilcileriyle haberleşiyorduk. Birlikte ne yapabiliriz diye konuşuyorduk. Tekel işçilerinin toplu iş sözleşmesi için yaptıkları eyleme çok büyük bir katılım sağladık. Küçükyalı’dan çıkarak Cevizli’ye kadar gittik. Korkan ve çekinen arkadaşlarımız kitleselliği ve coşkuyu görünce eylemlere katılmaya başladılar. Eylemler durmadı ülke düzeyine yayıldı.”

’89 Baharı’nın işçilere öğrettiği bir diğer şey ise süreklilik.

“Biz taleplerimizden hiç vazgeçmedik. Taleplerimizin arkasında durduk. SEKA grevine çok güçlü katılım sağlamıştık. O zaman Türk-İş bir karar almıştı, SEKA işçilerine bir ekmek parası, diye. Ekmek 200 liraydı. Biz bunu az bulmuş protesto etmiştik. Daha fazla para toplayıp SEKA işçilerine dayanışmaya gittik. Bizim iş kolumuz hizmet iş koluydu. Üretim içerisinde elbette daha aktif iş bırakıldı. Ancak biz de eylemlere giderken tüm iş yerini boşaltıp, kapıları kilitleyip gidiyorduk. İşveren birlikteliğimizi kırmaya çalıştı, kimi arkadaşlarımızı görevden almaya çalıştı. Ancak toplanıp bölge müdürlüğüne yürüyünce geri adım attılar.”

Dönemin tanıklarının ortak fikri ise yeterli örgütlülük sağlanamayınca dönemin sona erdiği.

“Bu dönemle benzerlikler taşıdığını düşünüyorum. Biz sendikal bürokrasiyle mücadele etmiştik, ama tabandan yeterli örgütlülüğü sağlayamayınca sonunu getiremedik. Öğrendiğim şu ki yılmadan mücadele etmek gerekiyor.”

                                                       /././

Karabük demir çelik işçileri: Mehmet Özer’e fotoğraf makinesi alınacak (Mehmet Özer-Evrensel)

Grev bitince işçiler ilk maaşlarından para topladı. O liste benim onur belgemdir.

                                                      Mehmet Özer

1989 yılında greve giden demir-çelik işçilerinin grevi 137 gün sürdü. Direniş boyunca her gün demir çelik işçilerinin fotoğraflarını çektim. Fabrika işgaline katıldım, kamyonun üzerine çıkıp şiirler okudum. Direniş boyunca çelik işçisi olmayı öğrendim, ruhumu ve bilincimi biçimlendirdim. Çektiğim fotoğraflar uluslararası kamuoyunda yayımlandı. İngiliz demir çelik işçileri fotoğrafımı “sınıfın öfkesi” adıyla paylaştı. 

Grev bitince işçiler ilk maaşlarını almak için vezneye gidince, işyeri temsilcisi kendi adının ve ayırdığı para miktarını yazdığı “Mehmet Özer’e fotoğraf makinesi alınacak” başlıklı bir kağıt bıraktı. Ardından gelen işçiler de adlarını yazmaya devam ettiler. Hatırı sayılır bir para toplanmıştı. Bir fotoğraf makinesi, bir de gösterilerde kullanmak için projeksiyon makinesi aldım. O liste benim onur belgemdir. Benim demir çelik işçisi olduğumu gösteren ödülümdür.

(Evrensel)

Devrimci sinemanın 'kurtarılmış mekânı': Türk Sinemateki ve Onat Kutlar - Sevgi Saklamaz / soL-Söyleşi

 Aşk, Ateş ve Anarşi Günleri, Sinematek’in Türkiye’deki etkisinin ve gelişiminin izini sürerken Onat Kutlar’ın yaşam öyküsünü de beyazperdeye taşıyor.

Sanat filmi deniyordu, bugünlerde "arthouse sinema" olarak tarif ediyoruz. Ana akım olmayan, “bağımsız”, bugün adını dahi tam olarak koyamadığımız, sanat sinemasına ulaşımda pek sorun yaşamıyoruz. Ancak bir zamanlar Türkiye’de durum öyle değildi. Avrupa’ya gitmemiş birinin sanat sinemasını görme fırsatı olmuyordu. Ta ki, 1965’te Türk Sinematek Derneği kurulana kadar.

Sanat sinemasını ülkemize getiren, çeşitli ülke sinemalarından, çok sayıda yönetmenden filmler gösteren Sinematek Derneği, yürütücüleri hatta seyircileri için “kültür emperyalizminin ajanları” bile dendi. Oysa bu filmleri göstererek Türk sinemasına kafa tutmayı, onu aşağılamayı değil; yeni bir sinemanın, devrimci sinemanın, Türkiye’de de mümkün olduğunu anlatmaya çalışıyorlardı. Yeni Sinema Dergisi'ni bu sebeple çıkarmaya başladılar, Sinematek’i bu sebeple kurdular. 12 Eylül Darbesi’nden sonra kapatılana kadar da "sanat sinemasının tanıklığı ve kültürel değişimin mekanı olmayı sürdürdü". 

Türk Sinematek Derneği’nin kurucusu senarist, yazar, “sinemacı” Onat Kutlar, aramızdan ayrılalı 29 yıl oldu. 30 Aralık 1994’te The Marmara Otelinin kafesine bırakılan bombanın patlamasıyla ağır yaralanarak 11 Ocak 1995’te hayatını kaybetti. "Aşk, Ateş ve Anarşi Günleri: Türk Sinemateki ve Onat Kutlar" belgeseli de 29 yıl sonra aynı gün 11 Ocak 2024’te MUBİ Türkiye’de yayına girdi. Yönetmen Önder Esmer’in ilk uzun metrajı olan belgesel film, İstanbul ve Ankara Film Festivallerinden sonra ilk kez yaygın olarak gösterime girmiş oldu. Belgeselin yönetmeni Önder Esmer ile konuştuk.

Filmi 11 Ocak’ta MUBİ’de gösterime girmesiyle izleme fırsatı buldum. Eline sağlık diyerek başlayayım. Okuduğum kadarıyla senin yüksek lisans konun da Türk Sinematek Derneği ve Onat Kutlar üzerine. Yüksek lisans teziyle yetinmeyip bunu bir de belgesel olarak sunma isteğini merak ediyorum.  Neden bunu tercih ettin, başından itibaren plan bu muydu?

Öncelikle beğeninize ve ilginize çok teşekkür ederim. Aslında paralel yürütülen bir çabaydı, tezi daha erken teslim etme durumu söz konusu olduğundan daha hızlı bitirmek gerekti. Burada hem hikâye tarafını konuşmacılar üzerinden aktarmak hem de teori tarafını metin olarak işleme gayreti diyebilirim. İlerleyen zamanların planı da, Türk Sinematek Derneği’nden geriye kalan açık oturum bantlarını deşifre ederek bir kitap haline getirebilmek. Hazırladığım tezi de konuşmacılardan edindiğim bilgilerle yeniden düzenleyip bir önsöz/giriş formunda sunabilmek. Bu sayede ikinci adımı da tamamlayıp konu hakkında yeni bir kaynak oluşturmayı hedefliyorum. 

                                     Sinematek Derneği'nde düzenlenen bir açık oturum

Belgeselde, Sinematek Derneği’nin ilk üyelerinden, derneğin işlerini yürüten kişilere veya yalnızca izleyici olarak “film gösterileri”ne gelen kişilere kadar çok fazla isim görüyoruz. Bu insanları bir araya getirmek zor oldu mu, belgesel projesini duyduklarında ilk tepkileri ne oldu?

İlk dönemlerde hazırlık aşamasının etraflıca okumalarını tamamlayıp sonrasında kolektif imkânı yaratıp başlayabileceğimiz güveni nihayet kendimizde görebildik. Tabii burada yeterli olup-olmadığınızın bir sorgusunu da bilmek istersiniz. Cevat Çapan ile yaptığımız ön görüşme sonrası epey cesaretlendik diyebilirim. Bu konuda çalışması bulunan Hakkı Başgüney’in de yönlendirmeleri çok fayda sağlamıştır. Nihayetinde Filiz Kutlar ve Seza Kutlar Aksoy’un gönül izinlerini de kazanmak bizim için kıymetliydi. Bunları aktarıyorum çünkü kişilere ulaşabilmek gibi bir sorunumuz olduğunu hatırlamıyorum. Her konuşmacımız ayrı bir özenle destekleyici ve yönlendirici olmuştur. Bu sebepten o heyecanı da bölüştük diyebilirim. 

'Onat Kutlar aydın kimliğiyle hayatın her alanında buzkıran işlevi gördü'

Filmin ismi Aşk, Ateş ve Anarşi Günleri. Kabaca 50'lerin sonu, 80'lerin başı gibi bir aralıktan söz edebiliriz. Bu aralık, Türkiye siyasi tarihinin en hareketli dönemi. Film de adını bu sebeple alıyor sanırım. Sinematek Derneği’nin Türkiye’nin politik atmosferine, o atmosferin de Sinematek’e etkisini nasıl görüyorsun? 

Filmin ismi, Onat Kutlar’ın, “Sinema Bir Şenliktir” kitabında geçen: "Bu yüzden bu kitap, her şey değildir. O ‘aşk, ateş ve anarşi günleri’nden benimle birlikte altın çıkaranlara bir küçük merhabadır. O kadar.” sözünden bir alıntılamadır. Çağın betimini aktaran bu sözün anlamlı bir yeri olacağını düşünerek tercih ettik. 

Yeni Sinema 1966 - 1970 yılları arasında Türk Sinematek Derneği'nin yayın organı olarak yayımlandı. 1980 yılında iki sayı daha basılan dergi, 12 Eylül darbesinin ardından bir daha çıkmamak üzere kapandı.

Dönemin devrim inancı yükselirken, diğer kültür kurumları gibi, elbette ki önemli bir yeri tarifler. Sinemaya dair devrimci söylemin çıkış aldığı “kurtarılmış mekândır” nihayetinde Sinematek. Kendilerini tıpkı 1917 Sovyet Devrimi öncesinde konumlanan rönesans sanatçıları olarak atıflamaları boşuna değildir. Bir devrim olacak ve bizler bu devrimin kurucu sanatçıları olacağız inancı. Kendilerinden sonra gelecek kuşağın devrimci sinema çizgisini aralayan söylem, teoride bir geleneği de başlatacaktır. 

“Boyun eğmemiz gerek dedikleri bugünün ekonomik düzeni gerçekte değişmesini istediğimiz düzendir. Ve özellikle sanatçı karşı koymak, düzenin isteklerine direnmekle yükümlüdür.” Onat Kutlar, Yeni Sinema Dergisi (17), 1968

Onat Kutlar’ın edebiyatta, sinemada ve aydın kimliğiyle hayatın her alanında buzkıran işlevi gördüğünü, yeniye ve aykırı görülene öncülük ettiğini belgeselde de görüyoruz. Bugüne geldiğimizde ondan “geriye kalan” nedir? “Onat Kutlar’ın mirası” ne ifade ediyor senin için?

Düşünceleriyle erdemli bir yol/yön arayışıma belirleyici bir etkisi olmuş kültür insanıdır. Onat Kutlar, çağının sorgusuna “üçüncü bir dilin” ağırlığı ile meydan okuyan öncü bir duruşu simgeler bana göre. Yaşamının değişen iklimi boyunca disiplinlerarası bir sanat anlayışını sürdüren, edebiyat ve sinema alanlarında önemli eserler bırakmanın yanında politik fikirlerince Marksizmi savunan bir aydındır. 

Tarafımca, bu çok yönlü bakışın mirasında, sinemaya dair çizgisini özetlemek istersem: 

Onat Kutlar’ın ve Türk Sinemateki tarafının çağına dair yüklendikleri sorumluluk bilinci, gelecek kuşağın yol izahına da belirleyici bir tarif bırakır. Türkiye’de sinemanın yerli karakteristiğinde yatan “ruh ve espriyi” kavrayan ve evrensel değerde yakalanan “teknik ve deneysel” kazanımla inşa edilecek “iyi sinema” düşüncesidir.  Ve sadece eserin teoride metinlerini salık vermeden sanatçı bireyin erdemli duruşuna da bir değer atfeder. Bu seçim: “Çarkın dişlilerinden biri olmayı” kabul eden yahut “onu yaratan toplumsal birikimi” sürdürecek olanın seçimidir. O vakit sinema sanatında adımlanacak kişiselliği de geçerli görür. 

                                                            Önder Esmer

'Bunu sürdürmek de, yozlaştırmak da bizim elimizde'

Türk Sinematek Derneği 1965’te kuruluyor ve 80 darbesiyle kapatılıyor. Uzunca bir aradan sonra Sinematek / Sinema Evi olarak Kadıköy Belediyesi bünyesinde yeniden faaliyete geçti. Sinematek Derneği ve Sinema Evi’ni nasıl ilişkilendiriyorsun, belgesel sürecinde katkısı oldu mu yeni Sinema Evi’nin?

Türk Sinematek Derneği’nin geçmişte faaliyette bulunduğu politik atmosfer ve özerk yapısı ile Sinematek/Sinema Evi’nin günümüzde süregelen baskı rejimi altında ve belediye bağında aynı çıkarımların doğmasını beklemek söz konusu olamaz tabii. Ama tarihsel mirası devralmada kuruluşa giden yolu inşa eden ve Türk Sinematek Derneği’nde yetişen Jak Şalom’un öncülüğünde hayata geçirilmiş olmasını elbette ki anlamlı bulurum. “Bunu sürdürmek de, yozlaştırmak da bizim elimizde.”

Zannediyorum belgesel sürecinin başlangıcı ile Sinematek/Sinema Evi’nin kuruluş aşamaları aynı zamanlara denk gelir. Haliyle o zamandan bu yana ilişkilerimiz hep iyi olmuştur ve çokça katkılarını görmüşüzdür.  

Son olarak şu anda neler yaptığını sorayım. Üzerinde çalıştığın fikirler, projeler var mı? Önümüzdeki süreçte senden neler izleyeceğiz?

Henüz kararında bir çabaya başladığım söylenemez. Planlarımı uzun vadeli düşünürüm. Henüz erken.


Sevgi Saklamaz / soL-Söyleşi

Putin’i anlamamanın iki yolu - Yiğit Günay / soL-Analiz

 Kendi ülkesini dönüştürebileceğini tahayyül edemeyen, başka ülkelerin dönüşebileceğini de düşünemiyor. Uluslararası siyaset, ülkelerin içlerindeki sınıf mücadelelerinden azade gözükmeye başlıyor.

Yıllar yılı, hem dünyada hem ülkemizde en fazla gizemlileştirilen, anlaşılması güç bir kapalı kutu gibi resmedilen liderler listesinin başına koyabiliriz Putin’i.

Oysa ortada bir gizem yok. Daha doğrusu, her kapitalist devlet ne kadar gizemliyse, Rusya da Putin yönetiminde o kadar gizemli. Bunu, şöyle de okuyabiliriz: Her kapitalist için geçerli olan temel kurallar nelerse, Rusya için de geçerli.

Anlaşılmayacak bir şey yok. Fakat, anlamayan çok.

Batı, anlamıyor değil. Çarpıtıyor. Bilerek, isteyerek. Bu yüzden, fikir dünyasının gıdasını batıdan alanların Putin’i anlama şansı yok.

Fakat bir de, bir kesim “anti-emperyalist” var, hem dünyada hem ülkemizde. Onlar için dünya, devletler arası bir savaş meydanı. Baktıklarında, emperyalizmin baş aktörü ABD’nin gerilemesi gerektiğini görüyorlar. Geriletecek gücü, ancak Rusya gibi devletlerde buluyorlar. Bu tarafgirlik, giderek Rusya’daki iktidarı bütün olarak kollamaya kapıyı aralıyor. Dünyaya böyle bakanlar da Putin’i anlamıyor.

                                                    * * *

İlk kesimden başlayalım.

Bu hafta Trump destekçisi, ABD’li sağcı gazeteci Tucker Carlson, Moskova’da Vladimir Putin’le iki saatin üzerinde bir mülakat yaptı. Basına, özellikle dış basına bu tarzda mülakatları pek az veren Putin’in sözleri, haliyle tüm dünyanın ilgisini çekti.

The Washington Post’ta mülakata dair değerlendirme, bizim buraların liberal yayını Oksijen tarafından da haberleştirildi. Söz konusu yazıda, mülakat şöyle tarif edildi:

“Sözünü kestiğinde Carlson'ı uyaran Putin, Ukrayna'daki savaştan ABD ile ilişkilere, hapisteki Amerikalı muhabir Evan Gershkovich'in durumundan yapay zekaya kadar her konuda ahkam kesti. Görüşmenin sonunda Putin'in Ukrayna'ya karşı yürüttüğü acımasız savaşı sona erdirmeye hiç niyeti olmadığı anlaşıldı.”

Bir devletin devlet başkanının, o devletin dahil olduğu savaşa, ABD’yle ülkesinin ilişkilerine dair konuşmasına “ahkam kesmek” demek… Bir de “yapay zeka” eklenmiş, ki, Putin Carlson’un bu konudaki sorusuna “yanıtlamak için uzman olmanız gerekir” diye cevap veriyor. Batı’nın en saygın gazetelerinde, lise mecmuası üslubuyla kara çalınıyor, Türkiye liberalleri de haber olarak bunları tercih ediyor.

Not edip geçmek yeter, üzerinde durmaya değmez.

                                                      * * *

İkinci kesim, bizim açımızdan daha önemli.

“Dış habercilik”te on yıllardır hem dünyada hem ülkemizde İngilizce, hakim dil. Batı propagandasına karşı İngilizce’de bilgi, veri, görüş, yorum üreten kesimlerde, ABD ve Kanada’daki kimi çevreler uzun süre büyük emek verdi. Ülkemiz dış haberciliğinde de bu kaynaklar hep yakından takip edildi.

Bu çevrelerin bir özelliği, dünyaya bakış ve analizlerinde zaman içinde kaçınılmaz bir savrulmaya yol açtı: ABD ve Kanada’nın “antiemperyalist” aydınları, ülkelerindeki nesnellik nedeniyle, yine on yıllardır kendi ülkelerinde bir işçi sınıfı iktidarı tahayyülünü tümüyle elden bırakmış durumdalar. Birçoğu örgütlü değil. Marksizmle ilişkileri, varsa, çoğunlukla işin kitabi kısmından ibaret—başka türlü söylersek, bohçalarında Marx’a yer var, fakat Lenin’e yok. Öte yandan, bu iki ülke dışında, ve ülkemizde de, birçok kişinin benzer durumda olduğunu söylemeye de gerek yok.

Ülkesinde işçi sınıfı iktidarını aramayan aydın, kendi topraklarıyla sağlıklı bir ilişki kuramaz. Nitekim, bu aydınların önemli bir kısmı, kendi ülkeleri için “madem değişmeyecek, yok olsun, insanlık için daha iyi” diye hissediyor.

Bu hissin kendisini yargılarken, haksızlık etmemeli. Emperyalist yalanlara merkez topraklarda kafa tutmanın kendisi, takdir edilesi.

Ama yetmiyor. Kendi ülkesini dönüştürebileceğini tahayyül edemeyen, başka ülkelerin dönüşebileceğini de düşünemiyor. Uluslararası siyaset, ülkelerin içlerindeki sınıf mücadelelerinden azade, devletler arası bir itiş kakış olarak gözükmeye başlıyor. Böyle olunca, ABD çetesine karşı hamle yapan, direnç gösteren tüm aktörler, “bizim tarafta” gibi algılanıyor.

İşte özellikle bu ikinci kesimin Putin-Carlson mülakatını, bir adım geri atıp, anlamaya çalışarak okuması gerekiyor.

                                                   * * *

Karşımızda, en pespaye milliyetçi argümanlarla yayılmacı bir politika tutturan, emperyalizm sevdalısı bir politikacı var: Vladimir Putin.

Rus lider, ABD’li gazeteciyle söyleşisinin ilk bölümünü, tümüyle “tarih tezleri”ne ayırdı. Bu yazıda irdeleyeceğimiz kısım, tam da burası.

Putin, Rusya’nın Ukrayna müdahalesinin gerekçesi olarak mülakat boyunca birbirinden ayrı (ve birbirini tam olarak tamamlamayan, yer yer de çelişen) gerekçeler dile getiriyor. Bunlar dört kategoriye ayrılabilir:

  1. Ne Ukraynalı diye bir halk, ne de Ukrayna diye bir ülke yok, olmamalı.
  2. Her şey 2014’te Maydan’daki kanlı olaylar nedeniyle oldu.
  3. Konumuz ve hedefimiz Nazilerden arındırma.
  4. Savaş NATO’nun genişlemesi nedeniyle oldu.

Görüleceği üzere, biri milliyetçi bir idealizmle ilgili, biri Ukrayna’nın iç politikasıyla ilgili, biri ideolojik sebeplerle ilgili, biri de Batılı güçlerin politikalarıyla ilgili dört ana gerekçe var. Son üç gerekçe, birbirinden farklı siyasi hedefler ve eylemler gerektirecek gerekçeler. Fakat ilk gerekçe, aslında diğer tümünü yersiz kılıyor, zira Putin, Ukrayna diye bir devletin varlığının zeminini sorguluyor.

Burayı açmalıyız, ve Putin’in sözlerini aktarmalıyız:

“Başlangıçta Ukraynalı kelimesi, kişinin devletin eteklerinde, sınır boylarında yaşadığı ya da sınır devriyesi hizmetinde bulunduğu anlamına geliyordu. Belirli bir etnik grup anlamına gelmiyordu.”

Kendi tarihimizden bildiğimiz “kart-kurt-Kürt” pespayeliğinin farklı bir versiyonuyla giriyor konuya Putin: Ukraynalı dediğiniz [bin yıldan fazla zaman önce!] aslında halk değildi. Sonrasında Ortaçağ’da Ukrayna topraklarında olan bitene dair tezlerini aktarıyor. Hatta, bir ulusun var olmadığını kanıtlamak için, ABD’li gazeteciye “belgeler” de veriyor: 1654 yılında Ukrayna topraklarındaki hükümdarın mektupları—neyi kanıtlayacaksa…

Bir noktada, “Ukrayna ulusu” fikrinin aslında Avusturya istihbaratı tarafından yaratıldığını söylüyor: “Böylece Polonya’a ortaya çıkan, o bölgede yaşayan insanların aslında Rus olmadığı, aksine özel bir etnik grup olan Ukraynalılara ait olduğu fikri Avusturya Genelkurmayı tarafından yayılmaya başladı.”

Ama asıl büyük fatura, Bolşeviklere kesiliyor: “Stalin bu cumhuriyetlerin özerk oluşumlar olarak SSCB’ye dahil edilmesinde ısrar etti. Sovyet devletinin kurucusu Lenin ise açıklanamayan bir nedenden ötürü bu cumhuriyetlerin SSCB’den ayrılma hakkına sahip olmasında ısrar etti. (...) Ve yine bilinmeyen nedenlerle Bolşevikler Ukraynalılaştırma faaliyetlerine giriştiler. Bunun nedeni sadece Sovyet liderliğinin büyük ölçüde Ukrayna kökenlilerden oluşması değildi. Daha ziyade, Sovyetler Birliği tarafından izlenen genel yerlileştirme politikasıyla açıklanıyordu. Diğer Sovyet cumhuriyetlerinde de aynı şeyler yapıldı. Bu, ulusal dillerin ve ulusal kültürlerin desteklenmesini içeriyordu ki bu prensipte kötü bir şey değildi. (...) Bu anlamda, Ukrayna’nın Stalin’in iradesiyle şekillendirilmiş yapay bir devlet olduğunu doğrulamak için her türlü nedene sahibiz.

                                                      * * *

Önce, olgulara bakmadan, mantıksal olana işaret edelim: Putin’e göre 1914’ten hemen önce Avusturya, bölgede yaşayanların Rus değil Ukraynalı olduğu fikrini yaymaya başladı. Yani bunlar, Putin’e göre, aslında Rus’tu. Ama birkaç yıl sonra Bolşevikler iktidara gelip Ukrayna’nın özerkliğini tanıdığında, sebep, Sovyet liderliğinin “büyük ölçüde Ukrayna kökenli” olmasıydı. Ukrayna yoksa ve bunlar zaten Rus’sa, Bolşevikler de Avusturya ajanı mı, yoksa Putin’in argümanları gelişigüzel mi?

Asıl sıkıntıysa, olgularda. Daha doğrusu, olguları okumakta, dünyaya bakışta. Nasıl ki sömürgecilik döneminde İngiliz imparatorluğu sözcüleri dünya halklarını aşağı görüp milletten saymıyordu, Putin de dünyadaki ulusları sabit bir tarihsel hiyerarşi içine koyup hak ve yetki dağıtıyor. Sıkıntı şurada: Modern anlamda uluslaşma, zaten birkaç asırlık bir olgu. Fransız Devrimi olduğunda Fransa’da Fransızca konuşanlar azınlıktaydı. Uluslar tarih içinde oluştular ve tarih, akışını sürdürüyor. Putin’in Ruslar gibi kimi ulusları ezelden ebede tarihsel bir üstünlüğe sahip görmesi, ancak hüsnükuruntu olarak kalmaya mahkûm.

Ulus tanımı, hâlâ sosyal bilimlerde çok tartışılan bir konu. Biz, Putin’in “yapay bir Ukrayna devleti” yaratmakla “suçladığı” Stalin’in tanımını hatırlayalım: “Ulus, tarihsel olarak oluşmuş, ortak bir dil, toprak, ekonomik hayat ve kendini ortak bir kültürde bütünleyen ruhsal biçimleniş temelinde ortaya çıkan, istikrarlı bir insan topluluğudur.”

Bu tanımın alameti farikası, tarihsel ve dinamik olmasıdır. İyi bir marksist olarak Stalin, ulusların oluşum sürecinin 20’nci asırda da sürdüğünü biliyordu.

Bunu, Putin’le kıyaslayalım: On milyonlarca insan kendisini Ukraynalı olarak tanımlıyor, bir arada yaşıyorlar, devletleri var, hatta senin ülkene karşı savaşıyorlar… Ama senin gözünde bir “ulus” olmayı hak etmiyorlar, çünkü… 1654 yılından kalma bu mektubu görmüş müydünüz?

Bu pespaye bir milliyetçiliktir ve bunca pespayelik, ancak cahillikle mümkündür. Putin kendisi cahil olmasa bile, başkaları bilmesin istemektedir. Yoksa, “Lenin ise açıklanamayan bir nedenden ötürü bu cumhuriyetlerin SSCB’den ayrılma hakkına sahip olmasında ısrar etti” demek, pek mümkün değildir. Lenin’in “halklar hapishanesi” olarak ün salmış Çarlık Rusyası’ndaki ulusal politikaya yaklaşımının nedenleri, tarihçiler tarafından en çok açıklanmış ve tartışılmış konulardan biri olabilir.

Kime ne? Sonuçta Putin’in işine gelmemektedir.

                                                     * * *

Yalnız, tüm dünyaya, bir halkın aslında olmadığını, devletlerinin de gayrımeşru olduğunu defalarca ilan ettikten sonra, dilerseniz mülakatın geri kalanında uzun uzun Ukrayna’yla olan savaşın diğer gerekçelerini, sizin aslında çözümden yana olduğunuzu anlatın… Kendi kendinizi boşa düşürmüş olursunuz.

Madem Ukrayna’nın varlığı zaten gayrımeşru, hatta “Ukrayna topraklarının bir kısmında Macarların da hakkı var” diyeceğiniz kadar sorunlu, 2014 Maydan olaylarının ne önemi var ki?

Yok, eğer mesele “Nazilerden arındırma” gerekçesiyse, Putin’in mülakatta dile getirdiği ve niyeyse pek kimsenin üzerinde durmadığı şu skandal ifadelere dikkat çekmemiz lazım:

“Polonya İkinci Dünya Savaşı öncesinde Hitler ile işbirliği yaptı, ama sonrasında Hitler’in taleplerine uymadı. Danzig koridorunu Hitler’e bırakmayarak Polonyalılar kozlarını fazla zorladılar ve Hitler’i Polonya’ya saldırarak İkinci Dünya Savaşı’nı başlatmaya ittirdiler.”

“İttirdiler”, evet, Putin’e göre İkinci Dünya Savaşı, Polonyalılar birazcık toprağı Hitler’e bırakmadıkları için, Hitler’i zorladıkları için başlamış. Böyle düşünen Putin, Ukrayna ve dünyayı nazizmden arındıracakmış.

Ukrayna’da gerçek bir nazi hareketi yok mu? Var. Bunların temizlenmesi gerekiyor mu? Evet. Ama faşizm karşıtı mücadelenin kahramanlığını Putin’e bahşetmeye pek hevesli olanların, Putin’i anladıklarını söylemek zor.

Faşizm, sonuçta, bir ulusun egemen sınıflarının ihtiyaçlarının sonucudur. Kendi ulusunun patron sınıfının çıkarlarını savunan biri, elbette dönem dönem yarar sağlayacaksa antifaşist söylem tutturabilir, ama teorik olarak tutarlı bir faşizm karşıtlığına sahip olamaz. 

Başta dediğimiz gibi, her kapitalist ülke için geçerli olan temel kurallar nelerse, Rusya için de geçerli.

Bu kurallardan biri de, milliyetçilikle liberalizmin kardeşliği… Kardeşler, çünkü sonuçta, ikisi de bir ulusu oluşturan sınıfların, yani patronlar ve emekçilerin ortak çıkarları olduğunda hemfikir.

Neydi Putin’in diğer Ukrayna’yla savaş gerekçesi? NATO’nun genişlemesi.

NATO bir suç örgütü mü? Evet. Genişlemesinin durdurulması bir yana, ortadan kaldırılması gerekiyor mu? Evet.

Peki aynı Putin, mülakat boyunca, Yeltsin’le birlikte Sovyetler’i yıktıktan sonra defalarca NATO’ya kendilerinin de katılmak istediğini anlatırken nerede NATO karşıtlığı? Batı izin vermedi, Rusya’yı baskı altına aldı. Batılı emperyalist kutbun parçası olmaya teşneydiler. Kulübe girişlerine izin verilmedi, üstlerine gidildi, mecburen karşıtlık geliştirdiler.

                                                  * * *

Emperyalizme karşı mücadele, olmazsa olmaz. Ama sınıf mücadelesini gözden kaçırınca, emperyalizm karşıtlığı da içeriksiz bir şeye dönüşüyor.

Unutmamalı: Pek “gizemli”, “kapalı kutu”, “emperyalizme kafa tutan”, “köklü bir ulus bilinci olan” Rusya’da 1917’de devrim, halk Rus ordusuna karşı bozgunculuğa başlayınca, cephedeki askerler silah bırakınca, barış isteği kitlesel isyana varınca yaşandı.

Evet, Sovyet liderliğinin bir kısmı “Ukraynalı’ydı”. Bir kısmı Polonyalı, Gürcü, Azeri, Ermeni, Tatar ve daha başka uluslardandı. Milliyetçi değillerdi.

Ama “maalesef savaşa ittirilen” Hitler’in karşısında verdikleri otuz milyon canla kanıtladıkları üzere, insanlık tarihinin gördüğü en büyük yurtseverlerdi.

Bir ulusa baktıklarında çoğunluğu oluşturan emekçileri görüyor, gönül bağı kuruyorlardı. Bir de onların sırtından zenginleşen, gerektiğinde onların hayatlarını da harcamaktan imtina etmeyen patronları görüyor, nasıl tepelerine bineceklerini hesaplıyorlardı. 

Dünyayı değiştirmek istiyorlardı. Ama bunun yolunun, kendi ülkelerini değiştirmekten geçtiğini iyi biliyorlardı.

Yiğit Günay / soL-Analiz

                                                         

Timur Soykan: Şamil Tayyar depremde binlerce insanımızı öldüren rant çetesinin liderlerinden - duvaR


AK Partili Şamil Tayyar'ın müteahhitlerle bağlantılarını anlatan gazeteci Timur Soykan, "Tayyar'a deprem konutu verilmiş. Depremde binlerce insanımızı öldüren rant çetesinin liderlerinden" dedi.

Maraş'ta 6 Şubat 2023 günü meydana gelen deprem yıkım yaşanan Antep'te deprem konutları için kura çekimi yapıldı. Kurada eski AK Parti milletvekili Şamil Tayyar'a da deprem konutu çıktı. 

Tepkilerin ardından açıklama yapan Şamil Tayyar, "Kurada 2+1 85 metrekare ev çıktı. Babamın iki katlı bahçeli bir evi vardı. Ev benim üzerime kayıtlıydı ve ağır hasar raporu vermişlerdi. Bir süre sonra da yıkıldı. Hak sahibi olarak deprem konutuna başvurduk" dedi.

Tayyar'a konut çıkmasının ardından sosyal medya hesabından paylaşım yapan gazeteci ve Birgün gazetesi yazarı Timur Soykan, "Yuh be... 'Bu kadar olmaz' sözünün bir karşılığı yok artık Türkçede. Şamil Tayyar'a deprem konutu verilmiş. Şamil Tayyar depremde binlerce insanımızı öldüren rant çetesinin liderlerinden. Aşağıdaki bilgiseli lütfen okuyun. Depremzedeler çadırda, konteynerdeyken ona ev verildi" dedi.

Soykan, 19 Mart 2023'te yaptığı ve Şamil Tayyar'ın müteahhitlerle olan bağlantılarına dair paylaşımlarını hatırlattı:

'NURDAĞI VE İSLAHİYE'DE KİMLE KONUŞURSANIZ TAYYAR'IN MÜTEAHHİTLERLE İLİŞKİSİNDEN BAHSEDİYOR'

"YIKIM PORTRELERİ (İSLAHİYE) Depremle ilgili 284 tutuklunun 102’si müteahhit, 151’i yapı sorumlusu, 13’ü yapı sahibi, 18’i binada değişiklik yapan kişi. Müteahhitlerin ortağı siyasiler, bürokratlar, rant çeteleri gizleniyor. Bu bilgiselle onları arşivleyeceğiz. Adalet için… Gaziantep İslahiye’den başlıyoruz. Daha sonra ilçe ilçe devam edeceğiz. İslahiye ve Nurdağı’nda kiminle konuşsanız Şamil Tayyar’ın müteahhitlerle ilişkisinden bahsediyor. Müteahhitlerin, AKP il ya da ilçe yönetimi ile belediyelerdeki aile bağları çok aşikar."

'AHMET TEKİN'İN İNŞA ETTİĞİ 6-7 YILLIK BİNALAR BİLE YIKILDI'

"Ahmet Tekin, İslahiye’nin büyük müteahhitlerindendi. İnşa ettiği 6-7 yıllık apartmanlar bile yıkıldı onlarca insan öldü. Kardeşi Veysi Tekin, AKP ilçe yöneticisiydi. İslahiye Belediyesi ve Gaziantep Büyükşehir Belediyesi Meclis Üyesi olmuştu. Şamil Tayyar’a çok yakın isimler. Kardeşi belediye meclisindeyken Ahmet Tekin, imar planı değişip kat izni 4’ten 7’ye çıkan alanlarda devreye giriyordu. Belediye bağlantılı bu işlerle büyük paralar kazandılar. Ahmet Tekin ve Veysi Tekin tutuklandı. Onların gizli ortakları yargılanmayacak mı?"

'TAYYAR, TEKİN’İN KIZININ NİKAH ŞAHİDİYDİ'

"Ahmet Tekin’in kızı, müteahhit Şaban Doğan’ın oğlu ile evlendi. Nikahı Fatma Şahin kıydı Şamil Tayyar şahitler arasındaydı. Şaban Doğan eski AKP İslahiye İlçe Başkanı’ydı. Son yıllarda Tayyar ile arası bozulmuştu. Depremde yeni yaptığı binalar yıkılmadı ama ağır hasar gördü.

Müteahhit Hüseyin Erdoğan, Şamil Tayyar’a çok yakın isimdi. Kardeşi İbrahim Doğan, eski AKP İslahiye İlçe Başkanı’ydı. İnşa ettiği Hüseyin Tayyip Erdoğan Apartmanı yıkıldı, ailesinden çok sayıda insan öldü. Tayyar, ona sarıldığı fotoğrafı paylaştı. Hüseyin Erdoğan tutuklandı."

'YAPTIĞI BİNALAR AĞIR HASAR GÖREN MİDEOĞLU, TAYYAR'IN SAĞ KOLU OLARAK BİLİNİYOR'

"Müteahhit Murat Ergin Mideoğlu ise Şamil Tayyar’ın İslahiye’deki sağ kolu olarak biliniyor. Henüz bir yıllık binaları depremde ağır hasar gördü. Mideoğlu, aslında öğretmen ve eski İlçe Milli Eğitim Müdürü. Tayyar milletvekiliyken İslahiye Belediye Başkan Yardımcılığı koltuğunda oturdu.

Mideoğlu’nun yeşil alanken konut ve ticari alana çevrilen yerlere binalar yaptığı öne sürülüyor. Şamil Tayyar’ın kardeşiyle gizli ortak olduğu iddiası var. Mideoğlu gibi; milli eğitim müdürüyken müteahhitlerle iş yapıp inşaat işine giren çok örnek var.

Müteahhit İzzet Aytekin onlarca insanın öldüğü Müge Yapı Kooperatifi’nin yönetim kurulu üyesiydi. AKP’li İslahiye Belediye Başkan Yardımcısıyken eşine ait görünen inşaat şirketi vardı. Yeni yaptığı binalar depremde ağır hasar gördü. O da Tayyar ile yakındı. Fotoğrafta solda. İslahiye’de yıkılan pek çok binanın denetim raporunda Kadir Ateş’in 3T Yapı Denetim Şirketi’nin imzası vardı. Hatta ağabeyine ait Bahadır İnşaat’ın binalarını da güya denetlemişti. Tabii ki ortaktılar. Sefa Apartmanı’nın da arasında olduğu binalarında onlarca insan öldü."

'RANTA TAYYAR'LA BİR BELEDİYE BAŞKAN YARDIMCISININ YÖN VERDİĞİ ÖNE SÜRÜLÜYOR'

"Ateş kardeşlerin, Gaziantep Belediyesi’ndeki bir başkan yardımcısıyla çok yakın oldukları iddia ediliyor. Kadir Ateş’i AKP’li Antakya Belediye Başkanı İzzettin Yılmaz da ziyaret etmiş. Kadir Ateş ve Ali Ateş aranıyor ve yurt dışına kaçtıkları belirlendi. Elbette İslahiye Belediye Başkanı Kemal Vural’ın (soldan dördüncü), ilçede kat artırımları yapılıp imar planları değişirken rant çetesinden uzak olması mümkün değil. Şamil Tayyar ve Murat Ergin Mideoğlu ile fotoğraftaki gibi sık sık yan yana geliyor.

İslahiye’de Şamil Tayyar’ın yanı sıra AKP’li Gaziantep Belediyesi’nin bir başkan yardımcısının ranta yön verdiği öne sürülüyor. Bu başkan yardımcısıyla ilişkili Gaziantep Belediyesi Meclis üyesi avukatın imar işlerini rüşvet karşılığı çözdüğü konuşuluyor."