17 Şubat 2024 Cumartesi

Cumhuriyet KÖŞEBAŞI - 17 ŞUBAT 2024 -

 

CHP’de aslında ne yaşanıyor (Barış Pehlivan)

“CHP’deki bazı önemli isimler içten içe İstanbul’un kaybedilmesini istiyor! Keza, Kılıçdaroğlu’nun karşısında birleşen birçok kişi şimdi memnun değil durumdan. Ama bakıyorsunuz, memnuniyetsizliğin nedeni belediye adaylığına kendilerine yakın isimlerin seçilmemesinden...”

CHP koridorlarını uzun yıllardır soluyan bir isimden duydum bunu. Ne üzücü bir iddiaydı. Ülkenin kurucu partisinde sırf istediği koltuğa oturmak için, İstanbul’u yeniden yağma düzenine sokmayı arzulayanlar vardı.

Kırgınlıkların, suçlamaların ve istifaların vaatlerden daha çok konuşulduğu bir seçim süreci yaşıyor CHP. Parti içinde hangi cepheden biriyle konuşsam, en büyük ortak noktaları memnuniyetsizlik. İşin daha acı yanı, yaşanan mutsuzluğun kaynağı memleketle değil parti içindeki güç dengesiyle ilgili.

Peki, aslında ne oluyordu?

Biliyorsunuz, CHP’nin önemli isimlerinden Gürsel Tekin partisinden istifa etti. Tekin, İstanbul’un Kadıköy ilçesine belediye başkanı olmak istiyordu ama aday gösterilmedi. O da çok ağır sözlerle vedasını duyurdu.

Haliyle şu soru yanıt bekliyordu: Eğer, Gürsel Tekin aday gösterilseydi CHP’ye böylesi sert eleştiriler yapacak mıydı? Aradım, sordum, özetle şunları duydum:

“Benim 40. yılım CHP’de. Hiçbir dönem adaylaşma üzerinden derdim olmadı. Partimde hep müşahit ve mücahit olarak kaldım. Asla müteahhit olmadım. Bir tek belediye başkanı beni sevmez CHP’de... Niçin sevmiyorlar, hayırdır? Ne kötülük yapmışım? İmar çetesiyle mücadele etmek kötü bir şey midir?”

Tekin şu kırgınlığını da gizlemiyordu: “Yahu hayatımı verdiğim bu partide, 20 gündür ben CHP’nin genel başkanına ve Ekrem İmamoğlu’na ulaşamadım. Bu nasıl bir şeydir? Ben insan değil miyim?”

Bu arada, Özgür Özel ise gazetecilere yaptığı açıklamada Gürsel Tekin’i birkaç gün sonra arayacağını belirtti.

BAŞARIR: KİM KAYBETTİĞİ İÇİN KURULTAYI TOPLADI?

CHP’nin etkili kurmaylarından, grup başkanvekili Ali Mahir Başarır’ı da aradım, “CHP’de büyük bir kazan mı kaynıyor yoksa abartıldığını mı düşünüyorsunuz” diye sordum, şu yanıtı aldım: “İnanın sokakla, sosyal medya ve basının tartıştığı konular çok farklı. Adam 3-4 dönem belediye başkanı olmuş, şimdi aday gösterilmemiş ve istifa ediyor. Etsin. Zaten örgüt onu istemediği için gidiyor. Yani burada mı kazan kaynıyor? 15-20 yıl vekillik yapacaksın, üç dönem belediye başkanlığı yapacaksın, hep de atamayla geleceksin ama şimdi de istifa edeceksin! Sizce bu kaynama mı?”

Peki, yerel seçim sonrası CHP’de olağanüstü kurultay olacağı iddiaları? Başarır’ın bunu dillendirenlere ise şöyle bir yanıtı vardı: “Bu partide 13 sene boyunca kaç seçim kaybedildi? Kim kaybettiği için kurultayı topladı? Bakın, İstanbul’dan Ankara’ya kadar tüm illeri yine alacağız. Ona rağmen kurultaya gitmek isteyenler olacaktır. İşte tüzük orada...”

AKP ANKETLERİ NE DİYOR?

Evet, CHP’de herkesin en fazla göz diktiği yer İstanbul’du. Peki, partide önemli bir güç haline gelen Ekrem İmamoğlu cephesi bu tartışmalara ne diyordu?

Öncelikle, İBB cephesi iddia edildiğinin aksine “Özgür Özel ile Ekrem İmamoğlu arasında nokta kadar bir anlaşmazlık, terslik, çatışma alanı yok” diye vurguluyordu. Ya “1 Nisan’da CHP’de olağanüstü kurultay süreci başlar” tezine nasıl bakıyorlardı? Şu yanıtı duyuyorum: “20 yıldır AKP’yi iktidarda tutan insanlar bu hazırlık söylentilerini yayıyor. Biz 1 Nisan’da yine belediyeleri yönetiyor olacağız, onlar 45 gün daha hayal kursunlar...”

İBB cephesi seçimde bekledikleri sonucu ise şöyle aktarıyordu:

“Biz kampanyamızı sağlıklı yapar ve derdimizi iyi anlatırsak 1-3 puan arası farkla bu seçimi alırız. Keza AKP’nin son dört anketinde bile İmamoğlu önde. Panik yapacak da ‘Biz kesin alıyoruz’ diyecek bir durum da yok.”

KILIÇDAROĞLU CEPHESİ NASIL BAKIYOR?

Son olarak... Eski lider Kemal Kılıçdaroğlu’na çok yakın isimlerle konuştum. Onların tüm bu yaşananlara bakışı şöyleydi: “Kurumların çok zayıf düştüğü yerde, CHP’nin çok güçlü olması gerekiyor. Partinin zayıflıyormuş gibi görünmesi üzüyor. Yaşadığımız bir seçim süreci. Ya demokratikleşmeyi büyüteceğiz ya da totaliterliğin iktidarı meşruluk sağlayacak. Bu anlamda da süreci baltalayacak, sürece ve adaylara zarar verebilecek ya da seçimlerle ilgili zayıflığa işaret edecek hiçbir polemiği onar halde olamayız.

CHP 1 Nisan kurultayına hazırlanmıyor ama hızla o yöne doğru yöneltiliyor. Yani ister istemez bu duygu hali oluşmaya başladı. Bu sadece Kemal Bey ile ilgili de değil. Farklı bakış açıları çok var ve öyle ya da böyle bir kurultay süreci ihtimali yüksek olmaya başladı. Özetle, adayları yıpratmadan bütün görevlerimizi yaparız. Ama 1 Nisan’da yeniden yürümek gereken bir yol varsa yine birbirimize sarılarak çözeriz...”

                                                       /././

Rabiacılık rafta, pragmatizme devam (Mehmet Ali Güller)

Normal şartlarda siyasette “U sınıfı” ehliyet yoktur. Ancak iktidarın şansı, kendisine U dönüşlerinde bedel ödetebilecek bir muhalefetin bulunmamasıdır.

Erdoğan 21 yılda, 21 temel iç ve dış politikada U dönüşü yaptı. Bu U dönüşlerinin Türkiye’ye ekonomik faturası milyarlarca dolar tuttu ama siyasi faturası olmadı.

Mısır bu U dönüşlerinden biri. 12 yıl sonra Erdoğan Sisi’yle normalleşti ve 14 Şubat’ta Kahire’yi ziyaret etti.

Türkiye Mısır’la neden bozuşmuştu? Çünkü Erdoğan, Türkiye, Suriye, Filistin, Mısır, Libya hattında Müslüman Kardeşler (İhvan) rejimleri istiyor, kendisini de “İhvan coğrafyasının” siyasi lideri olarak konumlandırıyordu. Sisi, İhvancı Mursi’yi devirince, Erdoğan koltuğun İhvan’a devredilmesini istedi ve Türkiye-Mısır ilişkilerini kopardı.

YALNIZLIĞIN MALİYETİ

Peki ne oldu ne değişti de Erdoğan 12 yıl sonra Kahire’ye gitmeyi kabul etti? Mısır cephesinde hiçbir değişiklik yok: Erdoğan’ın desteklediği Mursi mahkeme salonunda geçirdiği baygınlık sonrasında öldü, Müslüman Kardeşler (İhvan) önemli oranda tasfiye edildi, Mursi’yi deviren Sisi hâlâ cumhurbaşkanı...

Kısacası Mısır cephesinde bir değişiklik yok ama Erdoğan, uluslararası ilişkilerde yalnızlığın iddia edildiği gibi “değerli” olmadığını gördü. Dahası, iyice bozduğu ekonomi bu yalnızlığı kaldıramayacak duruma geldi.

Erdoğan’ın “İhvan eksenli Ortadoğu inşası” hayali, Türkiye’nin güneyle ticaretini mahvetti. Türk TIR’ları, Suriye üzerinden Ürdün’e, oradan Suudi Arabistan ve Körfez’e mal taşıyordu. Erdoğan’ın Suriye politikası o yolu tıkadı. Türk TIR’ları için daha maliyetli yeni rota, Ro-Ro ile Mısır limanına, oradan önce karayolu sonra denizyoluyla Suudi Arabistan’a ve Körfez’e oldu. Erdoğan’ın Mısır politikası o yolu da kapattı. Üçüncü rota denizyoluyla İsrail limanı, oradan Ürdün üzerinden Suudi Arabistan ve Körfez oldu.

Ancak artık Türk ekonomisi bu maliyetleri kaldıracak durumda değil. Sisi değişmediği halde, Erdoğan’ı ettiği tüm sözleri yutarak Sisi’yle normalleşmeye iten ekonomik neden işte bu.

SİSİ’Yİ SEÇİME ALET ETTİLER

İktidarın Mısır’la ilişkileri neden bozduğunu sorgulamaya kalktığınızda hep şöyle dediler: “Dış politika milli meseledir. İç politikaya alet edilmemelidir. İçeride siyasi çekişme olur ama dışarıda birlik, beraberlik...”

İyi de dış politikayı iç politikaya asıl alet eden iktidar değil mi? Anımsayın, bir önceki yerel seçimde Erdoğan miting meydanlarında “Ya Binali Yıldırım’a oy vereceksiniz ya Sisi’ye” diyerek İmamoğlu ile “katil, zalim, darbeci” dediği Sisi’yi eşitlemişti.

Peki ders alınmış mıdır bundan? Birkaç hafta sonra seçim meydanlarında “Ya Murat Kurum’a oy vereceksiniz ya Netanyahu’ya” demezse, belki...

ASIL GÖSTERGE SURİYE

Mısır’la ilişkilerin bozulmasını eleştirenler, yıllardır iktidara “Mısır’ı kimin yönettiği Mısırlıların sorunudur” diyordu, “Önemli olan ilkelerdir ve Türkiye’nin çıkarlarıdır” diyordu, Mısır’la ilişkilerin bozulmasının ekonomik ve siyasi maliyetine işaret ediyordu. İktidar ise bunları söyleyenlere “Sisici, darbeci” sıfatı yapıştırıyordu.

Bugün Erdoğan Mısır dönüşü uçakta şöyle diyor: “Dış politika, karşılıklı çıkar eksenli inşa edilir ve o zeminde yönetilir.” (AA, 16.2.2024)

Neyse, keşke dersler çıkarılsa ama dersler çıkarılıp çıkarılmadığının temel göstergesi ne Körfez’dir ne de Mısır’dır, Suriye’dir. Suriye’yle normalleşme, Türk dış politikasının en önemli ihtiyacıdır; terörle mücadeleden sığınmacı sorununa, Doğu Akdeniz’de enerji-politik güç mücadelesinden ABD’nin bölge siyasetine kadar her konunun asıl öznesi Suriye’dir.

Orada ısrar ettiklerine göre, “Erdoğan Rabiacılığı rafa kaldırdı, pragmatizme devam ediyor” diyebiliriz.

                                                    /././

Madenler devletleştirilsin (Miyase İlknur)

Tükiye’de en çok değişen iki kanundan biri Kamu İhale Yasası diğeri ise Maden Yasası’dır. Kamu yararına ise bu değişiklikler amenna. Ama gelin görün ki bu iki kanun da sermayenin yararına sürekli değiştirilir. Daha çok kazanç elde edebilmeleri için kanunda önlerine çıkan engelleri bertaraf etmek adına sermayenin talepleri derhal yerine getirilir.

Karşılıksız mı?

Değil tabii. Bu değişiklikleri yapanlar, onaylayanlar ve itiraz etmesi gerekenlerin, yeri göğü inletmesi beklenenlerin suskunluklarının da bir karşılığı var elbette. O karşılık, kamudan ihale alan, maden arama ruhsatına sahip şirketler tarafından önceden ödenir. Hani Rıza Sarraf’ın “O...nun bahşişini peşin ödeyeceksin” dediği gibi.

Çokuluslu maden şirketleri, girecekleri ülkelerde önce lobisini oluşturur. Bu lobi sayesinde maden kanunu, kendi istekleri doğrultusunda değiştirilir. Kanun değişikliği için sadece iktidar partisinden değil, muhalefet partilerinden de adam devşirilir. Basın bir ayağıdır bunun. En sona madenin aranacağı bölgenin eşrafı, muhtarı, sivil toplum örgütleri, köy ahalisi ve yerel basın bırakılır. Satın alınamayan kişi ve kurumlar itiraz ettiğinde dev bir koro anında “Madenler çıkarılmasın mı, yeraltında yatan bu kaynaklardan ülke olarak yararlanmayalım mı?” diye feverana başlar.

ÖZEL SEKTÖR OLMADAN MADENLER ÇIKARILMADI MI?

Sanki madenler özelleştirilmeden önce yeraltındaki kaynaklarımız çıkarılmıyordu. Cumhuriyetin ilanından sonra hükümetler, bağımsız bir ekonomiye kavuşmak amacıyla öncelikle madenciliğin millileştirilmesi ve yeraltı kaynaklarının aranıp işletilmesi düşüncesini yaşama geçirmişlerdir. 1930’lu yıllar Türkiye madenciliğinin atılım yıllarıdır.

Türkiye’de madenlerin aranması için MTA (Maden Tetkik Arama Enstitüsü) ile işletilmesi için de Etibank’ın kuruluşu Cumhuriyetin ilanından on yıl sonraya rastlar. 14 Haziran 1935 tarihinde bizzat Atatürk’ün talimatıyla kurulan MTA, ekonomik değere sahip sahaları ilgili bakanlık kanalıyla Etibank’a devretmeye, Etibank da bu kaynakları işletmeye zorunlu kılınmıştır.

1936 yılında tam anlamıyla faaliyete geçen Etibank, öncelikli olarak yabancıların elinde olan maden şirketlerini devlet adına satın alarak millileştirme politikası takip etmiştir. Krom, bakır, demir, kömür madenleri yabancı şirketlerden satın alınarak devletleştirilmiş, MTA tarafından keşfedilen yeni madenler de işletmeye açılmıştır.

ENGELLER TEK TEK KALDIRILDI

Türkiye’de 1980 öncesinde MTA ve Etibank gibi kuruluşlar aracılığıyla devlet eliyle yürütülen madencilik faaliyetleri, 1985’te dönemin başbakanı Turgut Özal’ın politikalarıyla özel sektöre açıldı. Özel sektörün koşullarına uygun olarak değiştirilen kanunlarda 2000’lerden beri yapılan değişikliklerle günümüzde koruma altında olması gereken pek çok yer madencilik faaliyetlerine açık hale getirildi.

Kanunun 7. maddesi, maden faaliyetlerine kapalı tutulması gereken su havzaları, orman alanları, tabiat parkları, sit alanları gibi koruma altına alınacak alanlara ilişkin kısıtlamaları düzenler. Maden Kanunu’nda 2001 yılından beri yapılan 21 değişiklikten beş tanesi 7. maddede yapılıyor.

Maden aramada “kamu yararı” maddesinin getirilmesi ile orman alanları, su havzaları, zeytinlikler, tarım alanlarının talan edilmesinin önü açılıyor.

Doğanın tahrip edilmesi, siyanürle toprakların, havanın zehirlenmesi, iş güvenliğindeki ihmaller nedeniyle ölümler de cabası. Özel şirketlerin çıkardığı madenlerden elde ettiğimiz katma değer ise tahrip edilen katma değerin milyonda biri bile değil.

O nedenle madenlerimiz amasız, fakatsız derhal kamulaştırılmalıdır.

                                                    /././


Bırakınız yaksınlar bırakınız yıksınlar! (Murat Ağırel)

En son yazacağımı en başta yazıyorum.

Erzincan İliç, Çöpler madenini kapatın! Bunu iki sene önce de söylüyordum. Gittim yerinde inceledim büyük bir tehdit olduğunu bölgedeki herkes biliyordu. 

Bu yaşanan bir felaket değil göz göre gelen bir cinayet.

Sedat Cezayirlioğlu ve doğayı korumaya kendisini adamış avukatı İsmail Hakkı Atal, Ümit Özdağ ve az sayıda siyasetçi, bilim insanları, uzmanlar tehlikenin büyüklüğü hususunda uyardı. Yüksek Metalurji Mühendisi Cemalettin Küçük yaşanacakları 10 yıl önce anlattı. Gazeteci İbrahim Gündüz, “Altın Ölüm” (Galeati Yayıncılık) kitabında tüm ayrıntılarını anlattı. Oraya gidene kadar tehlikenin bu kadar büyük olduğunu fark etmemiştim.

ABD’YE İKNA TURLARI

Rio Tinto, Anatolia Minerals, Çukurdere Madencilik, Lidya Madencilik, Avoca Resources, Alacer, SSR Mining...

Bu isimler Çöpler’i işleten şirketlerin listesi. Maden şirketi üç tur şeklinde halkı ikna edebilmek için birçok kişiyi ABD’ye götürdü. Dönemin kaymakamı, belediye başkanı, ticaret odası başkanı, muhtarlar, siyasetçiler katıldı bu gezilere. Çöpler Köyü Muhtarı Cahit Keklik, “Gezi sonrası madenin çevreye zarar vermeyeceği konusunda tatmin olduk. Arazinin dönümünü 5 bin liraya verdik 55 modern ev yapılacak” diye belirtiyor. AKP İliç İlçe Başkanı Mustafa Gürbüz de “Gönül rahatlığıyla izin verdik” diyordu.

KORKUNÇ RAKAMLAR

İktidar madenin açılması için dört koldan harekete geçti. Milyonlarca lira akıtıldı, rüşvetler verildi. 

Maden sahası Fırat’ın hemen dibinde. Madenin kendi raporlarına göre maden sahasının hemen dibinde dereler var ve iki sondaj kuyusu dahil olmak üzere madene saniyede 130 litrelik bir su girişi var. Yani dakikada 7 bin 800 litre. Bir saatte 468 bin litre. Bir günde 11 milyon 232 bin litre. Bir yılda 4 milyar litre.

Erzincan ilinde ise vatandaşlara saniyede 295 litre su veriliyor. Yani maden tek başına koca Erzincan’ın yarısı kadar su tüketiyor.

Maden sondaj yapmaya devam ediyor. Dağları tepeleri tek tek gezdim. Kemaliye’ye kadar uzanan bölgede dağlar delik deşik edilmiş durumda. Ağıl, Harmankaya, Dilli ve Çanakçı köylerinde altın sondajları yapıldı. Bir ton kömür için yaklaşık bir ton kömür cevheri kazılır. Bir ton demir için, iki üç ton demir cevheri kazılır. Bir ton bakır için 150-300 ton bakır cevheri kazılır. Ancak bir ton dore altın için yaklaşık 5 milyon ton cevher kazılır. Elde edilmek istenen altın için doğa geri döndürülemez şekilde yok edilecek ve geriye milyonlarca ton atık, “asit maden drenajı” denen ölümcül sıvı başka bir deyişle sülfirik asit ve ağır metal kirliliği çıkacak. Avrupa Parlamentosu, 2010 yılında Avrupa Komisyonu’nu siyanür madenciliğinin tamamen yasaklanması için harekete geçmeye çağıran bir karar tasarısını oyladı. Bizim ülkemizde ise Uşak, Gümüşhane, Kütahya, Sivas, Kayseri, Niğde, Konya ve Balıkesir illeri de dahil 19 maden işletmesinde siyanürle altın ayrıştırması yapılıyor. Şöyle anlatayım: Bir adet basit altın yüzük için 30-50 ton kaya parçalanarak çıkarılıyor. Çıkarılan parçaların içinden zehirli bileşik siyanür geçiriliyor ve içinden 31 gram (1 ons) altın çıkarılıyor sonra geriye 30-50 ton zehirlenmiş “pasa” çevreye bırakılıyor. Kendi ülkesinde, kendi topraklarında siyanürle arama yapamayan şirketler soluğu bizim topraklarımızda alıyor. Vahşi madenciliği ülkemizde gerçekleştiriyorlar.

Yaşanan bir kaza değildir. Göz göre göre gelen bir cinayettir. 2000 yılından itibaren Türkiye’de çıkarılan toplam altın tutarı 500 ton!

Cemalettin Küçük aynen şöyle söyledi: “Bu 500 ton altının ağırlığında para basılsın sadece İliç madeninin çevreye verdiği zararı önleyemezsiniz.” 

“Altın Ölüm” kitabının yazarı gazeteci İbrahim Gündüz, işin ideolojik yanına da dikkat çekerek şunları anlatıyor: “SSR Mining’in çok dikkat çekici bir de şirket logosu var. Eski Yunan ve Bizans sembolleri olan yarım ay ve güneşi kullanıyor. Yani bugün Erzincan dağlarında SSR Mining’in eski Yunan ve Bizans sembolleriyle süslenmiş bayrağı dalgalanıyor. Kaderin ve tarihin cilvesine bak: Şirketin sembolünü kullandığı Bizans İmparatorluğu, uzun yıllar Erzincan’ın da içinde olduğu bölgede hâkim bir güçtü. 26 Ağustos 1071’e kadar. Yani Malazgirt Ovası’ndan Diyojen, Alparslan’a boyun eğene kadar. Kim derdi ki tam 949 yıl sonra hem de muhafazakâr-milliyetçi olduğunu söyleyen bir iktidar döneminde Bizans’ın sembolleri Anadolu’da yeniden dalgalansın. Herhalde kartellerin yeni dünya düzenini, küreselleşmeyi, neoliberalizmi ve ‘neoişgali’ bundan daha iyi anlatacak bir ironi bulunamazdı.”

Belki birkaç tane mühendisin üzerine işi yıkacaklar. Ama Kanadalı, ABD’li, para babası üst düzey şirket yöneticilerine kimse dokunmayacak.

Soma’da aynısı olmadı mı?

Neoliberalizmin iktidarının mottosudur: Bırakınız yaksınlar, bırakınız yıksınlar!

                                                  /././

Siyanürlü altın katliamları ile de dünya birincisiyiz (Şükran Soner)

İliç’teki yaratılmış çevre katliamının ağırlıklı ülkemiz, dünya çapında çevreye vermiş olduğu zararların boyutları hakkında henüz ciddi hiçbir bilginin sahibi değiliz. Yıllar sonrasında bile ne kadar insanın canına, malına, çevre kirliliğine verdiği, vereceği zararları öğrenebileceğimiz kanısında da hiç değilim. Kirli para, kirli yüksek kârlılıklarla, rüşvetle kapatılabilecek suçluluklarının boyutlarını ancak kaygı içinde öngörebiliyoruz.

Sabahın köründe, ilk haberlerden bir şeyler öğrenebilme çabası içinde iken elimde olmadan anılarım 2. sayfa köşe yazarımız sevgili Prof. Dr. Mümtaz Soysal’ın öncülüğündeki tanıklıklarıma kayıverdi. KİGEM’in kuruculuğunda öncülük yapmıştı. Açılımında yanlışlık yapmamak üzere düğmeye bastım. “Türkiye’nin ilk kişisel gelişim merkezi” karşılığını buldum. Hemen sosyal açılımı sendikaların çatıları altında hep çalışmayı seçmiş, çılgın boyutunda çalışkan sevgili Ayla Eğilmez arkadaşımızın koşturmacalarında yapılan işleri bir bir anımsamaya başladım.

O dönemlerin siyanürlü altın üretiminde öncü uluslararası şirketler, ülkemizdeki kirli ortaklıkları ağırlıklı Ege sahillerimizdeki inadına üretimleriyle öne çıkmışlardı. Doğal olarak Bergama bölgesi köylüleri, öncelikli de kadınlarının baş kaldıran güçlü direnişleri, eylemlerinin peşine takılmamak olanaksızdı.

Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin genel başkan yardımcısı, yine yazarımız sevgili Prof. Dr. Türkel Minibaş, yine yazarımız gazetecilik enstitüsünden de hocam sevgili Prof. Dr. İzzettin Önder’le en çok, siyanürlü altın üretimine karşıt etkinlikler panellerin tarihi, yerlerine göre değişen, ağırlıklı İTÜ çevreci mühendisleri profesörlerimiz olmak üzere koşturup duruyorduk. Doğrusu ülkemiz insanlarını uyandırabilir, duyarlı kılabilirsek siyanürlü altın madenciliği üretimindeki kirli katliamları durdurabileceğimizi, en kötüsü ile güvenlikli üretim yollarına zorlayabileceğimize inanıyorduk.

Vurgunu vurup kaçmak yolları açıkken ülkemizde her sorumluluk noktasındaki yönetim kadroları, siyasi güç odakları, bu kadar kolay suç ortaklığına gönüllü olabilirlerken o dönemlerde de Bergamalı köylüler içinden bile köylülerin satın alınmaları örnekleri öylesine kolay yaşanmışken... İliç köylüleri ile yapılmış, canımızı, en çok da onları yakan, geleceğe yönelik yakacakları çok daha ağır olacağı tartışmasız, kirli sözleşmelere şaşırabilir miyiz?

                                                 ***

İlk çıkarımım, acı acı gülümsememe yol açan gerçeğimizi, yazının başlığına taşıdım. Hani uzunca bir geçmişe dayalı olarak, yaşamın her alanına dönük, deprem yıkımlarından, yoksullaşma, yoksunlaşma rekorlarına uzanan, dünyanın en geri kalmış ülkeler listelerinde bizi olumsuz anlamda rekorlara koşturan gerçeklerin birisi ile daha yüzleşmiş olduk. Ağırlığı kaldıramayan siyanürlü altın havuzunun çökmesi ile ortaya çıkmış zararların şöyle bir boyutunu düşünmeye kalkıştığımızda duyduğumuz çarpıcı gerçeklerden bir ikisini aktarmamak olmaz.

Siyanürlü altın havuzunun ürküten ağırlıklı birikimi, üstüne üstlük deprem çatlağı üzerindeymiş. Şimdiden akan zehrin boyutlarını düşünebiliyor muyuz? Hızla körfezlere doğru akan Dicle-Fırat üzerinden tonları sayılamayan ölçeklerde zehirli suyun durdurulamayacağı olasılığı? Bir umut dünya, insanlık, teknolojinin gelişmiş olanakları ile de çareler arayabilir, bulabilir mi? Kirli çıkar ellerindeki para kaynakları insanlık adına olumlu kullanılabilir mi? Bizden sorumlulara dönük umudum yok? Doğrusu bugünün kirli çıkar düzeni içinde dünya üzerinden de henüz hiç yok.

Varabildiğim tek olumlu sonuç, paylaşım, insan olmaya ilişkin değerlerinden vazgeçmeyeceklerin, sil baştan örgütlü, güçlü işbirliği...

                                              /././

Eros, adalet ve çelişkiler...(Zülal Kalkandelen)

Küçükçekmece’de bir sitenin otoparkında dünyaya gelen ve sitede yaşayanların ilgilendiği Eros adlı kedi, 1 Ocak günü soğuk havada apartmanın asansörüne bindi. Aynı anda sitede oturan İbrahim Keloğlan da asansöre adımını attı ve kediyi tekmelemeye başladı. Can havliyle kaçan Eros’un arkasından giderek altı dakika boyunca şiddet uygulayarak öldürdü. Vahşet, sitenin kamera kayıtları sayesinde ortaya çıktı.

Sitede yaşayanların şikâyeti üzerine gözaltına alınıp adli kontrolle serbest bırakılan Keloğlan hakkında dava açıldı. 8 Şubat’ta Küçükçekmece 16. Asliye Ceza Mahkemesi’nde görülen ilk duruşmasında, olay günü moralinin bozuk olduğunu belirtip ilk önce kedinin ona saldırdığını iddia etti.

İbrahim Keloğlan’ı suçlu bularak 1 yıl 6 ay ceza veren mahkeme, “iyi hal indirimi” uygulayarak cezayı üç ay daha indirdi ve hükmün açıklanmasını geri bıraktı. O günden beri Türkiye’deki hayvan hakları savunucuları ve vicdanı rahatsız olanlar ayakta!

2021’de çıkarılan 7332 sayılı kanunla “Bir ev hayvanını veya evcil hayvanı kasten öldüren kişi altı aydan dört yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır” maddesi kabul edilmişti. Buna göre mahkeme cezayı üst sınırdan verse ve iyi hal indirimi uygulamasa katil bugün hapiste olabilirdi. 

Soruyoruz: Neyin iyi hali bu?! 

O şiddet videosunu izleyen bir hukukçunun, böylesine korkunç bir cinayeti işleyen kişinin bu ceza ile ıslah olamayacağını, toplum içine karışmasının zararlı olduğunu bilmesi gerekmiyor mu?

NORMALLEŞTİRİLEN ŞİDDET 

Bu olay dolayısıyla yinelemek istediğim bir husus var: 2021 tarihli aynı yasa düzenlemesine göre hayvanlara cinsel saldırıda bulunan veya tecavüz eden kişi altı aydan üç yıla kadar hapis ve 100 günden az olmamak üzere adli para cezası ile cezalandırılıyor. Bu maddeyi yazanlar, Ceza Muhakemesi Kanunu’na göre üç yılın altındaki hapis cezalarının yatarının olmadığını bildikleri için böyle yazdılar. 

Bu yasa çıkmadan önce TBMM’de AKP milletvekilleri ile toplantı yapıldığında, “Tecavüz cezasız kalamaz!” diye direttiğimde, AKP Grup Başkanvekili Özlem Zengin, “Hiçbir yasa şiddeti önlemez” diye yanıt verdi.

O dönemde, “Hayvanlara şiddet ve tecavüz suçlularının hepsine hapis cezası verilirse, adliyelerin yükü çok artar ve hapishanelerde yer kalmaz. Üstelik insanlara yönelik şiddet ve tecavüz suçlarında bile bazı durumlarda hapis cezası olmuyor” dendi. Anadolu’da hayvana tecavüzün yaygın olduğu dile getirildi!

7332 sayılı yasa TBMM’de kabul edildiğinde, kanal kanal dolaşıp ne kadar iyi bir yasa olduğunu anlatan hukukçular, sözde “hayvan hakları” savunucuları ve federasyon başkanları vardı. Yandaş medya “Hayvana şiddet artık cezasız kalmayacak!” diye manşetler attı. Bunlar olurken muhalefet de işin gerçeğini dile getirmedi.

SİYASETİN HAYVAN HAKLARI SINAVI

Eros kedi cinayetinde hangi partinin sesi çıktı? Sol partiler niye sessiz kaldı? 

Solun en gerici olduğu konu ne yazık ki hayvan hakları. Bu mücadelede hiç yoklar. Oysa hayvan hakları, 21. yüzyılda temel toplumsal adalet mücadelelerinden biridir. Bu konuda konuşmak kimseyi önemsizleştirmez.

Acaba hayvanları önemsiz bulduklarından mı susuyorlar? Yoksa hayvan hakları konusunda konuştuklarında sergileyecekleri tutarsızlık daha görünür olacağı için mi çekiniyorlar? 

Çünkü hayvanların yaşam hakkı arasında yapılan ayrımın yarattığı çelişki ile yüzleşmeleri gerekecek. Kendisi değişmek istemeyenlerin değişim isteme mantıksızlığı ve sömürüye karşı olduğunu söyleyenlerin kendi hayatlarının sömürüye dayalı olduğu çıkacak ortaya...

Toplumsal şiddetin en çok yöneldiği kesim olan hayvanları savunmayacaksanız, birini korurken diğerini öldürmeyi normalleştirecekseniz, şiddetle nasıl mücadele edeceksiniz?

(Cumhuriyet)

soL KÖŞEBAŞI - 17 ŞUBAT 2024 -

Gelen gideni…(Aydemir Güler)

Cumhuriyetin tasfiye sürecine zorunlu olarak eşlik eden tepkileri kontrol ve dejenere etmeye memur edilmişti CHP.

Özgür Özel’in getirdiği yenilik meğer aday belirlenmesinde yapay zekâ teknolojisine başvurulmasıymış! 

Kamuoyu Kemal Kılıçdaroğlu’nun CHP’nin tepesine tırmanışındaki ilginçliğe fazla takılmamış, “umut arayışına” daha fazla itibar etmişti. Onu önceleyen Deniz Baykal zamanında gençti ve pek yakışıklı sayılıyordu; kongre kürsüsüne popstar dumanları arasından çıkardı. Emanetçi oldukları zaten belli olanları geçiyorum; bir önceki umut “İkinci İnönü geliyooorrr” diye anons edilmişti miting meydanlarında! 

Türkiye siyasetinin bir sabitidir “CHP umudu.” Dikkat: Bu seslenme hep sola doğru yapılmalıdır. 

CHP solcu olduğu için değil, ama sermaye düzeninin ülkemizde halkçılığı, yurtseverliği, aydınlanmacılığı kemirdiği tarihsel süreçte, açığa çıkması zorunlu olan halkçı, yurtsever, aydınlanmacı tepkilerin kontrol altına alınması zorunlu olduğu için, “CHP umudu” sola dönük olmalıdır. 

Daha net konuşalım; kemirgenlerin karşısına devrimciler çıkmasın, emekçi halk ve ilerici aydınlar sosyalizme yönelmesin diye kullanılan bir dalgakırandır CHP. 

Şöyle de formüle edebiliriz: Düzenin iki siyasi akımı 1960’lardan beri “iktidar adayı” olmadılar, başka fonksiyonlar üstlendiler. Defalarca hükümete gelmiş olmaları bu durumu değiştirmiyor…

Biri, esas temsilcisi MHP olagelen faşist harekettir. Faşizm bir siyasi parti olarak iktidarı fethetmek üzere kurgulanmamıştır. Düzenin omurgasının daha sağa çekilmesi ve sola çekmek isteyenlerin her yoldan tepelenmesi için bir silahtır faşist parti. Faşizm, düzenin ve devletin işidir! 12 Mart’ta, MC hükümetleri zamanında, 12 Eylül’de, ANAP veya AKP iktidarında düzenin kaç doz faşizme ihtiyaç duyduğuna faşist bir “uç” değil “merkez” karar vermiştir hep. 

Kemalizm ve sosyal-demokrasinin bir sentezi olan CHP’nin karakteristiği de, benzer biçimde “iktidara yabancılıktır.” Ecevit’in romantizmi, şairliğinde falan değil, 1970’lerde bir ara “sosyal-demokrat Türkiye” hayali görmesindeydi. Ama gerçek, yaşamının sonuna yaklaşırken yaptığı itiraftı: En büyük başarısı sorulduğunda komünizmin önlenmesinde kendine pay çıkartmıştı!

Ta o zamanlardan beri, daha doğrusu Cumhuriyet’in kurucu partisinin kapitalist inşanın bayrağını cumhuriyet düşmanlarına bıraktığı 1950’lerden başlayarak, söz konusu hareket, kendi solunun önüne çekilen bir duvardan ibarettir.

Faşistleri geçelim; işte sosyal-demokrasi bu tarihsel misyon sınırlaması nedeniyle bu haldedir. Payına düşen “iktidar alanı” sendikal kurumlardan, en modernleşmiş yerleşimlerin belediyelerinden, coğrafi olarak en aydınlanmış bölgelerden ibarettir. Bu alanlar cumhuriyet karşıtlığına kolay kolay yar olmayacak özellikler taşımaktadır. Bir tarafta sağ, cumhuriyetçilikle bağlantılı tüm değerleri imha ederken, bunun becerilemeyeceği yerleri de CHP dejenere etmektedir. Bu bir işbölümüdür. Sağ bütün ülkenin yağmalanmasını örgütler. CHP başta yerel yönetimler olmak üzere, kendi iktidar alanının yağmalanmasını ayarlar…

Yıllar geçer ve gelenler gidenleri aratır! 

Nedeni yukarıda çizilen çerçevede anlaşılabilir. Yenilerin daha iyisini yapması, geçmiş pratikleri aşması için, önce, o hareketin toplumu dönüştürmeyi amaçlaması gerekir. Oysa dönüştürenler sağcılardır. CHP ise buna duyulan tepkileri boş umutlara bağlayarak sağcı dönüşüme ayak uydurur. İşi budur!

İmamoğlu-Özel CHP’si, bir maça benzeteceksek, daha ısınma hareketleri sırasında sakatlandı. Aday belirleme skandallarının suçunu yapay zekâya yüklemek de kurtarmaz!

Murat Kurum ve Tayyip Erdoğan neredeyse rakibin sahaya çıkmamasıyla hükmen kazanacakları bir maça hazırlanırken, talihin onları siyanür havuzuna düşürmesine yanıyor olmalılar. Kuşkusuz olay, AKP açısından trajik bir şanssızlık değil kaçınılmaz kaderdir. Ama zamanlamasının seçime denk gelmesi hiç de zorunlu değildi! Eğer İmamoğlu-Özel dönemi görülmemiş bir fiyaskoyla sonuçlanmazsa, bu, CHP’nin becerisinden değil, AKP’nin tepesine başka yıldırımların düşmesinden kaynaklanacaktır… Hal böyleyken DEM Parti’nin, Ali Kenanoğlu’nun tarifiyle 31 Mart’ı CHP ile, 1 Nisan’ı AKP ile görüşüyor olması sadece oportünizmin manifestosu sayılmamalıdır. Demek ki DEM ve aslında bütün düzen partileri, seçim gecesi tablo ne olursa olsun, temel aktörün AKP olacağını kabul etmekteler. Özetle, herhangi bir seçenekte CHP için gerçek bir kazanç olmayacaktır. En büyük başarı teknenin batışını ertelemekten ibarettir!

Yani teknenin batması artık abartı içeren bir dramatizasyon değil, gerçek anlamıyla gündemdedir. Cumhuriyetin tasfiye sürecine zorunlu olarak eşlik eden tepkileri kontrol ve dejenere etmeye memur edilmişti CHP.

Dejenerasyonda öyle bir başarı kaydetti ki, “kontrol işlevini” kimse hatırlamaz oldu. Herkes batan geminin mallarıyla ilgileniyor artık. 

CHP’nin kendi yarattığı kötü kadere sevinecek değiliz. İlk elde tarikatların zafer turu atacak olmasında olumlu ne olabilir ki! 

Ama biz de 1 Nisan’ı düşünmek ve görüşmek durumundayız. Cumhuriyetin tasfiyesinin karşısında devrimci bir seçeneğin örgütlenmesini, aynı derdi paylaşanlarla birlikte düşünmekten, görüşmekten söz ediyorum. İşte bu noktada, ortada umut bağlanacak bir CHP’nin kalmamasına üzülecek de değiliz. 

                                                         /././

AKP yönetimi ABD’ye mi yanaşıyor? (Erhan Nalçacı)            

Şu anda Türkiye sermayesinin ve onun baş aktörü AKP’nin en zayıf karnının Montrö Anlaşması’nın ihlaline dönük basınç olduğu anlaşılıyor.

AKP 2000’lerin başında tasarlandığında ve ileri sürüldüğünde ABD’den başka pusulası yoktu ve Türkiye ABD’ye ekonomik ve siyasi olarak bağımlı tipik bir ülkeydi.

Sonraki 24 yılda çok şey yaşandı, burada ayrıntılandırmadan genelleyebiliriz ancak.

AKP eliyle gerçekleşen kamu mallarına sermayenin çökmesine dayalı yağma büyük bir sermaye birikimi sağladı. Emeğin örgütlülüğünün dağıtılması ve yargının tekellerin hizmetine verilmesi ise Türkiye’ye yurt dışından hatırı sayılır bir sermaye akışına neden oldu. Böyle bir birikime yaslanan Türkiye sermaye sınıfı yurtdışına sermaye ihracatına başladı.

ABD ise 2008’deki mali çöküşünden sonra bariz bir hegemonya erozyonuna sürüklendi, eskiden kendine bağlı olan devletleri etrafında tutamaz hale geldi.

Bu siyasi boşlukta sermaye sınıfının yurtdışı iştahı “Kendi için emperyalist olma” eğilimini yükseltti. “ABD’ye bağımlı bir emperyalist unsur” olmanın belirlediği ABD-Fethullah darbesinin 2016’da başarılı olmaması bu eğilimi serbest bıraktı.

Ancak devletin ve AKP’nin içinde “kendi için emperyalist olma” ile “ABD için emperyalist bir unsur olma” çelişkisi inişli çıkışlı olmak üzere hep var oldu.

Türkiye sermayesi 2024 içinde ödenmesi gereken çoğu Batı emperyalizmine ait bankalardan alınmış kısa vadeli borçlara ve cari açığına baktığı zaman bu fay hattı yeniden depreşiyor.

Kendi için emperyalist olmak bazılarının kulağına hoş geliyor olabilir ama bu komşu halkların ve emekçi sınıfların zararına olan siyasetin eninde sonunda kendi emekçi halkımızı vuracağını biliyoruz. ABD için emperyalist unsur olmak ise kuzeyimizdeki savaşa bodoslama girmek anlamına gelebilir.

Şimdi bu koşullarda AKP ABD’ye yanaşıyor mu diye son dönemde ortaya çıkan olaylara bakalım bir kez.

İsveç’in NATO’ya kabulüne geçit verme ve Türkiye’ye F-16 satışına ABD’den izin çıkması sonrası ABD ile görüşme trafiğinde yoğunluk yaşandı. Nelerin görüşüldüğünü tam olarak bilmiyoruz. Dışarıya yansıyan olaylardan bir eksen değişikliği olup olmadığını anlamaya çalışacağız.

Putin’in Şubat’ta planlanan Türkiye ziyareti iptal oldu

Türkiye sermayesinin kendi için emperyalist olma eğiliminin en belirgin özelliklerinden biri ABD ile büyük bir karşıtlık içinde olan Rusya ile iktisadi-siyasi ilişkilerin yoğunlaşmasıydı. Şu sayılar konuyu daha iyi anlamamıza yardımcı olacaktır. 2016 darbe girişiminden sonra Erdoğan ve Putin değişik vesilelerle 30 kez bir araya gelmiş ve 25 kez telefonda görüşmüşler.

Bu sefer Putin’in Türkiye’ye gelişi Batılı ülkelerde “Putin Ukrayna savaşı sonrası ilk kez bir NATO ülkesine gidiyor” diye mercek altına alınmış ve örtülü bir baskı ortamı yaratılmıştı. Ziyaretin Türkiye’nin önerisi ile iptal edilmesi olası gözüküyor.

Öte yandan bu veri ABD’ye yanaşma açısından çok güvenilir değil. Trakya’da Rus doğal gazının biriktirileceği büyük bir istasyon ve buradan Avrupa’ya gaz sevkiyatı söz konusu. Ayrıca Türkiye ve Rusya arasındaki giderek büyüyen ticari ilişkide Batı mali sisteminin yasakları nedeniyle ödeme güçlüğü yaşanıyor ve bir Rusya-Türkiye Ortak Bankası’nın kurulması gündemde.

Dolayısı ile burada ne olduğunu anlamak için seçim sonrasını beklemek zorunda kalacağız.

Fethullahçı olduğu suçlaması ile yargılanan 450 yargı mensubunun göreve iadesi ile ilgili Danıştay’ın aldığı karar
ABD’ye yanaşmanın hemen göze çarpacak bir belirtisi Fethullahçı olanların hapisten çıkması veya devletteki görevlerine dönmesidir. Bu yüzden Danıştay’ın tam bu dönemde aldığı karar çok dikkat çekti. Öte yandan HSK tarafından aynı gerekçeyle görevine son verilmiş 4.500 kişiden 450’sinin haksız yere suçlanma olasılığını ve Danıştay’ın siyasetle ilgili olamayan bir karar verme olasılığını göz önünde tutmalıyız.

Buna karşılık Erdoğan’ın bu karara çok sinirlenmesi ve basına bunu ifade etmesi devlet ve AKP içindeki bahsettiğimiz malum fay hattına denk gelme olma olasılığını güçlendiriyor.

Baykar’ın Kiev yakınlarında SİHA fabrikası kurduğunu açıklaması

Ukrayna savaşı boyunca Türkiye’nin çok çelişik bir pozisyonu oldu. Bir yandan Rusya ile ekonomik ilişkiler geliştirilerek sürdürülürken diğer yandan Ukrayna’nın silah sağlayıcıları arasında Türkiye de vardı. Ancak Türkiye sermayesi bu alanda NATO unsuru olmaktan çok Ukrayna motorlarına ulaşmaya çalışan ve NATO’dan bağımsız bir silah üretme kapasitesi geliştirmeye çalışan bir görüntü verdi.

Bilmiyoruz, Putin ile olan görüşmelerde Erdoğan” Bizim çocukların fabrikalarını bombalamasınız” diye rica ediyor mudur? Ancak Rusya bu durumu bir şekilde sindirmiş gözüküyor. Savaştan önce başlayan bu askeri işbirliği ABD’ye yanaşmanın kesin bir belirtisi olarak alınamaz yeni veriler gelene kadar.

S-400’lere karşı F-35 teklifi

İsveç’in NATO’ya girişinin Meclis’te oylanmasından sonra ABD emperyalizminin en berbat figürlerinden olan Dışişleri Başkan yardımcısı Victoria Nuland Türkiye’yi ziyaret etti. ABD’nin ahlaksız teklifi olan “S-400’leri Ukrayna’ya verin”i dile getirdi mi bu görüşmede, bilmiyoruz. Ancak “S-400 bataryasından bir şekilde kurtulun sizi tekrar F-35 programına alalım”ı öne sürdüğü basına yansıdı.

Türkiye ve Yunanistan arasında eşitsizlik yaratarak yönetme çabası ABD emperyalizminin eski bir taktiğidir. Sonuçta Yunanistan 2030’ların başında F-16’lardan daha gelişkin olan F-35’leri alacak. Ancak Türkiye sermayesi 2030’lara kadar çok zaman olduğunu ve Türkiye’nin savaş uçağı üretme kapasitesine ulaşacağını umuyor.

Dolayısı ile buradan da kesin bir eksen değişikliği kanıtı bulamıyoruz.

ABD’nin Suriye ve Irak’tan asker çekme olasılığı 

ABD’nin Irak’ta 2500, Suriye’de 900 kadar askeri bulunuyor. Ancak İsrail’in Gazze’de giriştiği katliamdan sonra ABD askerlerinin bulunduğu üsler sürekli saldırı altında kaldı. Ayrıca Irak devleti ABD askerlerini istemiyor, Suriye devletini söylemeye gerek yok. Ancak bütün bu işgalci pozisyon ve risklere rağmen ABD şimdilik asker çekmeyi göze alamıyor gözüküyor. Oysa birçok sermayeye bağlı köşe yazarı Kürtleri bırak bizi al diye yazıp duruyorlar. Yine de bu alanda hızlı bir değişim ufukta gözükmüyor.

Karadeniz’de mayın avlama merakı

Bütün bu gelişmelerin içinde fay hattını en çok zorlayan olay ABD’nin ve NATO’nun Karadeniz’e girmek için sürekli plan yapması ve Türkiye sermayesini basınç altında bırakması olarak gözüküyor. 

Birkaç hafta önce üç NATO ülkesi arasında (Türkiye-Romanya-Bulgaristan) Karadeniz mayınlarını temizleme konusunda anlaşmanın ne anlama gelebileceğini yazmıştık. Mayınları döşeyen ve serbest bırakan NATO, temizlemek için Montrö’yü delmeye çalışan yine NATO.

Şimdi de NATO Sekreterinin 20 NATO üyesi ülkenin mayın temizleme koalisyonu kurduğunu bildirmesi bu konunun nasıl bu alçaklarda saplantı haline geldiğini bize gösteriyor.

NATO sekreteri ya sayı saymayı bilmiyor ya da gerçekten kana susamış olmalı. Çünkü açıklamasında Ukrayna’ya 1 milyon SİHA vereceklerini de bildirmiş. Bu gerçek olabilir mi? Dünyanın hiçbir hava savunması 1 milyon SİHA’yı durduramaz ve bu açık savaş ilanı anlamına geliyor.

Bu açıklama NATO’nun soğuk savaştan bu yana yürüttüğü 90 bin askerin katılımıyla en büyük NATO tatbikatı esnasında yapılıyor.

Şu anda Türkiye sermayesinin ve onun baş aktörü AKP’nin en zayıf karnının Montrö Anlaşması’nın ihlaline dönük basınç olduğu anlaşılıyor.

Türkiye emekçi sınıfları bu süreci yakından izlemeli ve bir felakete dönüşecek tavize karşı örgütlü bir uyanıklık göstermeliler.                                                   

                                                            /././

İslamcı rejimin emperyalist rejisi (Orhan Gökdemir)

Yoksuluz ama kaynaklarımızın olmamasından değil bu; taşımızın toprağımızın bir avuç asalak tarafından yağmalanmasına izin vermemizden. Rejimin rejisi soyuyor hepimizi.

Yağma deyince 19. yüzyıldan bakiye kavramlar geliyor aklımıza. Bunlardan biri “Düyunu Umumiye”dir. “Genel Borçlar” ödenemeyecek düzeye gelmişti, alacaklı Avrupa devletleri, 1878’de, Osmanlı maliyesini borçları ödeyecek şekilde yönetmek üzere uluslararası bir mali komisyon kurulmasına karar verdi. Devlet bütçesini bu komisyon yapacak ve uygulamasını denetleyecekti. Düyunu Umumiye, Avrupalı yatırımcıların çıkarlarını garanti altına almak üzere devlet gelirlerinin büyük bir kısmına el koymuştur. Elinde tuttuğu paraları yabancı tahvillere yatırmış hatta İtalyanların Trablusgarp savaşının finansmanına katılmıştır. Bu işgal gücünün vergi gelirlerine el koymasına ancak Lozan Anlaşması ile son verilebilmiştir. Geriye kalan borçları genç Türkiye Cumhuriyeti üstlendi. Son taksitini, Menderes seçimi kazanmadan bir yol önce, 1954’te ödediler, kapattılar. Yeni Osmanlıcılığın başlangıcıdır. 

İkincisi “reji”dir. Reji de, regie-idare, Duyunu Umumiye ile bağlantılıdır. Düyunu Umumiye devlet gelirlerine el koymakla kalmamış aynı zamanda işletmecilik yapmaya girişmiştir. Tuz ve tütün tekeli idarenin elindeydi. Tuzu kendisi işletti, tütünü ise Viyana ve Berlin merkezli iki bankanın kurduğu bir şirkete devretti. Bu şirket imparatorluktaki bütün tütün ticaretine el koydu. Tütünü kendi tespit ettiği fiyatlarla alıyor, işliyor ve satıyordu. Haliyle ucuza alıyor, pahalıya satıyordu; tekel diyoruz. Böylece tütün tüccar ve imalatçıları açıkta kaldı. Haliyle kaçakçılık baş gösterdi. Reji bunu engellemek üzere bir kanun çıkarttırdı, bir jandarma örgütü kurdurttu, köylerde terör estirmeye başladı. Köylü rejiden yarım kilo tütün saklasa vurulma tehlikesiyle karşı karşıya kalıyordu. Reji jandarması bu sebeplerle binlerce kişiyi öldürdü. Bu jandarmalı reji şirketine son vermek de cumhuriyet kuruluna kadar mümkün olmadı. 

Sonra Amerikalılar da fark etti yağmanın tadını. “Chester Projesi” ile alana şaşalı bir giriş yaptı. “Osmanlı-Amerikan Kalkınma Şirketi”nin aldığı imtiyaza göre şirket Doğuda Musul’u da kapsayan çok geniş bir bölgede demiryolu inşa edecek ve demiryolunun iki yanında kalan yirmişer kilometrelik alanda bütün madenleri işletecekti. Osmanlı mülkünün yarı sömürgeleşmesinin adımlarıdır.

Kapanışı şöyle yapalım; bu yağmanın sürdüğü dönemin önemli bir bölümünde şimdi sofuluğu nedeniyle kutsanmaya çalışan Abdülhamit iktidardaydı. Olup biteni seyretti, iktidarına zarar vermediği sürece her gelene yol verdi. Osmanlı tarihinin son yüzyılı İngiliz ve Alman Emperyalizminin itiş kakış tarihidir. 

Düyunu Umumiyesiyle, rejisiyle, imtiyazıyla, topuyla tüfeğiyle cumhuriyette kovuldular ve cumhuriyet çökünce geri döndüler. Kavramları farklı ve ancak yağma aynıdır. 

***

Yağmanın olduğu yerde mutlaka iki oyuncu görürsünüz. Birincisi çeşitli kılıklara girmiş uluslararası tekellerdir. İkincisi o tekellere yol açan yerel işbirlikçilerdir. Bu ikincilere komprador veya acente diyoruz. İliç’te yol açtıkları felaket nedeniyle bunlarla bir kez daha yüzleşiyoruz.

Ayrıntısı şöyle: Çöken madenin işleticisi Anagold, Kanadalı “SSR Mining” adlı altın şirketi ve “Çalık Holding” tarafından kurulan bir ortaklık. Büyük ortak Kanadalı SSR Mining. Merkezi Kanada olan, içinde Amerika, Avustralya, İngiltere’nin de olduğu uluslararası bir kartel bu. Yüzde 20’lik ortağı ise bulduğu yerel işbirlikçi...

Anagold Şirketi’nin çöken madeni Çöpler köyünün tam üstünde. Şirket yılda 9 bin sülfürik asit, 7 bin ton siyanür ve 5 bin silika boca ediyor köylülerin üzerine. Ormanları kesiyor, milyonlarca ton taş-toprağı binlerce ton dinamitle doğanın bağrından söküp alıyor.

Bu şirket üç sene önce üç köylüye dava açtı. Borç batağında, ürünleri para etmeyen, traktörleri haczedilen köylüler; bir yandan da köylerini, topraklarını, ormanlarını, meralarını uluslararası tekele ve yerli işbirlikçilerine karşı korumak için savaşmak zorunda kaldı. O köylülerden birini, maden çökünce koşup gözaltına aldılar, sonra baktılar olmayacak saldılar. “Reji”nin modern halidir. 

Sadece sopayla olmaz, biraz da havuç gerek tabii. Şirket, bölge halkını ikna etmek için milletvekilinden, belediye başkanına, muhtarından, emniyet müdürüne bölgede yetkili-etkili kim varsa Amerika’ya taşıdı. Beslediği gazeteciler var. Yaklaşık 100 köylüye şirkete dava açmamaları şartıyla 130’ar bin lira dağıttı. Madenin harında boğulacak köylüleri az ötede yaptırdığı baraj manzaralı “villalara” taşıdı. Yoksulluğu satın almak her zaman ucuzdur. Bu yöntemlerle “minnoş” Kanada kapitalizmi başka hiçbir yerde uygulamayacakları vahşi yöntemlerle Anadolu'nun dağını taşını yağmalamaya başladı. Tabii kompradorlar marifetiyle...

Yani vatan taşını toprağını savunma mücadelesi Kurtuluş Savaşı yıllarından çetindir. İşgalcilerin işbirlikçileri o günkünden güçlü, direniş o günkünden zayıf çünkü. İşte sonuç ortada…

***

Yağma gerçekleştiği yerde bir habitat da oluşturuyor. Erzincan’da bir Binali Yıldırım Üniversitesi var örneğin. Üniversitenin “yumuşak g” yazamayan son başbakanın adını taşıması rastlantı değil. Sponsoru İliç’teki madeni işleten Anagold. Yani esasında Anagold Üniversitesi, Binali Yıldırım sadece paravan. Bir de şehirde yerleşik 24 Erzincanspor var. Anagold ona da sponsor olmuş, takımın adı “Anagold 24 Erzincanspor” olmuş. Takımın hamisi Binali Yıldırım. Yıldırım, Anagold ile şehir arasında bir tür arabulucu. Eleman aynı zamanda Angold’un ikinci ortağı olan Çalıklarla çok yakın. Aktif politikadayken Ahmet Çalık’ın sahibi olduğu Çalık Holding’in özel uçağı ile uçuyordu sık sık. Malum eleman Saraya da çok yakın. Bunun Çalık Holding’de de karşılığı var. 2007’de Şirketin CEO’luğuna Damat Berat Albayrak getirildi. O tarihten sonra Çalık Grubu’nun adı Albayrak ile anılır oldu. Devlet destekli birçok projeyi alarak hızla büyüyen Çalık Grubu, TMSF’nin Aralık 2007’de satışa çıkardığı Sabah-atv’yi 1,1 milyar dolara kapattı. Kredi için devlet imkânları seferber edildi, Halkbank ve Vakıfbank’tan sınırsız kaynak aktarıldı. Çalık’ın bu medya tekeline konmasına da Binali Yıldırım aracılık etti. Majestelerinin işaretiyle devreye girip AKP ihaleleriyle semiren patronlardan para topladı, Çalıklara aktardı. İliç’te halkın üzerine çöken işte bu habitattır. 

İliç’teki madende bugünkü yıkımı haber veren bir önceki kazadan sonra öfkelenen elaman protestocu köylüleri algı operasyonu yapmakla suçlamıştı. “Burada bir bilgi kirliliği var. Bilgi kirliliğinin sebebi şu. Bir takım küçük menfaatlerine halel gelenler ne yazık ki olumsuz propagandaları körüklüyorlar. Madenin ciddi anlamda İliç’e desteği var” demiş, köylüleri terslemişti. Sahibinin sesidir. 

***

Yağma her zaman vardı ama sınırsız yağmanın mucidi AKP iktidarıdır. 2004’te çıkardıkları “Maden Kanunu” ile yolu açtılar. 2005’ten itibaren Türkiye’de maden aramak için ruhsat isteyen yabancı şirket sayısında büyük artış oldu. Türkiye’nin bugün yabancılara verdiği “maden ruhsatları”, Osmanlı’nın 19. yüzyılda yabancılara verdiği maden imtiyazlarının tıpkısıdır. 

Şöyle özetleyelim sonucunu; 2019’da 118 farklı yabancı firmaya ait 593 maden ruhsatı vardı. Bu firmaların gözdesi altın madenciliğidir. Çoğunun kökü dışarıdadır. Bunlardan biri olan Fronteer Eurasia, Cayman Adaları merkezli bir şirkettir. Ariana (ABD), Odyssey (Kanada), Stratex (ABD), Tüprag Madencilik (Kanada), Eldorado Gold (Kanada), Teck Cominco (Kanada), Galata Madencilik (İngiltere), Doğu Truva Madencilik (Cayman Adaları), Kuzey Truva Madencilik (Cayman Adaları) çıkışlıdır. “Getirisini” de not edelim; 2019’da 39 ton altın çıkaran yabancı maden şirketleri devlete 1 ton altın verdi, geri kalan 38 ton altını ise ceplerine indirdi. Yağma bu kadar sınırsızdır. 

***

İliç'teki çökme AKP kurucusu, fındık tüccarı, uluslararası tekellerin marifetli danışmanı Cüneyt Zapsu’nun şikayetiyle basın savcılığına çağrıldığım günün ertesine denk geldi. soL’da yayımlanan “Karadeniz yolcuları için son çağrı” başlıkla yazı soruşturuluyordu. AKP kurucusu şerefli bir iş adamına “yağmacı” deyip huzurunu kaçırmıştık. 

Bir kez daha anlattım bu vesileyle; Dünyadaki fındık alanlarının yaklaşık yüzde 75’ine sahibiz ama ne fındıkçı ne de devlet kazanabiliyor bundan. Bütün fındık ihracatımız sadece 2,5 milyar Dolar civarında. Bizim fındığımızı işleyip satan fındık tekeli Ferrero’nun cirosu 10 milyar Avro. Yani bir tekelin geliri koca ülkenin gelirinden dört kat fazla. Ülke dünya fındığının yüzde 75’ini üretiyor ama o fındığın da yüzde 75’ini tek başına Ferrero alıyor. O sayede fındık fiyatını istediği gibi belirliyor. Fındık fiyatının baskılanması bu düzenin olmazsa olmazı haliyle. Adı konulmamış fındık “reji”sidir. 

Tekel o kadar pervasız ki kendisini hem ülkenin hem fındığının sahibi sayıyor artık. Bu da AKP sayesinde oldu. Sıradan bir örnek; Ferrero, ülkede ihtiyaçtan 3 kat fazla fındık kırma tesisi varken, Düzce'de kırma tesisi kurmaya karar verdi. Başlarken AKP iktidarından 680 milyon TL destek aldı. Devlet desteğiyle kurulan o tesis bütün kırma sektörünün bir yılda yaptığı işi üç ayda yapacak kapasitedeydi. Ferrero’ya “yerli ve milli” sanayiyi bitirsin diye teşvik veren hükumet o tarihte fındık üreticisi için verdiği teşviki dokuz yıldır bir lira bile arttırmadı. 

***

Yoksuluz ama kaynaklarımızın olmamasından değil bu; taşımızın toprağımızın bir avuç asalak tarafından yağmalanmasına izin vermemizden. Rejimin rejisi soyuyor hepimizi. Tekelleri kovsak, kompradorları kovalasak, topraklarımıza el koysak, yağmayı durdursak bütün ülkeyi cennete çevirebiliriz. 

Kalk kardeşim öyleyse, bırak hesap kitap yapmayı, düş yola. Kapitalizmi ve emperyalizmi tepelemekle başlayacak her şey!

                                                            /././

Öğretmenin rolü ve gelişimi!(Rıfat Okçabol)

Eğitim ve öğretmen konularıyla ilgili sorunları ortaya çıkarmadan, Eğitim ve Öğretimde Öğretmenin Rolü ve Gelişimi konusunda 148 sayfanın nasıl yazılabildiğini düşündüren bir rapor niteliğini taşıyor.

Eğitim bakanlığının son zamanlarda hazırladığı bir başka rapor da, ‘Cumhuriyetin İkinci Yüzyılı Olan Türkiye Yüzyılında: Eğitim ve Öğretimde Öğretmenin Rolü ve Gelişimi1 adını taşıyor.

Raporun ilk sayfasında, raporu hazırlayan ekip tanıtılıyor. Rapor, profesör olan Talim ve Terbiye Kurulu (TTK) başkanının genel koordinatörlüğünde hazırlanmış. TTK başkanlığında ‘Eğitim Araştırmaları Daire Başkanı’ olan ve internette onun adıyla yazılmış ‘Muhammet Aziz Lahbabi’nin Özgürlük Felsefesi’ başlıklı kitabı bulanan akademisyen de koordinatörlük yapmış. Dördü doktor unvanı olan beş bakanlık uzmanı raporun yazarları arasında yer almış. Raporun danışmanları arasında ikisi TTK başkanlığında çalışan üçüncüsü de ölçme ve değerlendirme uzmanı olan üç profesör bulunuyor. TTK uzmanlarından biri raporun ‘Grafik Tasarımı’nı, bir diğeri de ‘Dil Okuma’sını yapmış.

Bu sayfadan sonra, bakan ile Talim ve Terbiye Kurulu başkanının resmi ve yazıları olan sayfalar geliyor. Cumhurbaşkanı’nın resmine yine yer verilmiyor. Geçen haftaki raporun aksine, bu sayfaların başında sırasıyla ‘Takdim’ ve ‘Önsöz’ sözcükleri ile sayfaların altında yazarların adları bulunuyor.

Takdim sayfasında bakan, “Millî Eğitim Bakanlığı olarak Türk eğitim sistemini temel insani ilkelerle uyumlu, kendi medeniyetimiz ve değerlerimizle örtüşen biçimde daha da geliştirmek için önemli adımlar atmaktayız ve atmaya devam edeceğiz. … Türkiye Yüzyılı’nda Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan liderliğinde yazacağımız başarı hikâyesinin ana unsurları olan öğretmenlerimizle birlikte cumhuriyetimizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün gösterdiği hedefler doğrultusunda daha güçlü ve başarılı bir geleceğe doğru ilerlemeye devam edeceğiz” diyor. Gel de inanma!

Önsöz sayfasında da TTK başkanı, “Bu rapor öğretmenlerimizin görüş, beklenti ve önerilerini kapsamlı bir biçimde ortaya koymakta ve eğitimde Türkiye Yüzyılı hedeflerine destek verme gayesi taşımaktadır” diyor.

Bu rapor 8 bölümden oluşuyor. ‘Giriş I’ bölümünde, kavramsal çerçeveyi oluşturmak amacıyla alan yazın taraması özetlenip araştırma sorularına yer veriliyor. ‘Araştırma Modeli II’ bölümü, araştırmanın metodolojisi, örneklem seçimi, örneklemin demografik özellikleri, veri toplama araçları hakkındaki bilgileri içeriyor. ‘Eğitim ve Geleceğe İlişkin Bulgular III’, ‘Öğretmenlik Mesleğine İlişkin Bulgular IV’, ‘Mesleki Gelişime İlişkin Bulgular V’ ve ‘Genel Olarak Öğretime İlişkin Bulgular VI’ bölümlerinde ise, bu bölümlerin konusu olan araştırma sorularından elde edilen bulgular sunuluyor. ‘Sonuçlar VII ’ bölümünde, dört araştırma sorusuna ilişkin bulgular irdelenip yorumlanıyor ve son bölümde de önerilere yer veriliyor.

Ancak bu araştırma, çeşitli açılardan yetersiz kalıyor ve sonuçlarına güvenilemeyecek ögeler içeriyor. Örneğin

  • Raporun ilk bölümünde kullanılan kaynaklar arasında, eğitim sistemine ve öğretmen konusuna eleştirel yaklaşan ya da iktidardan farklı gözle bakan kaynaklara hemen hemen hiç yer verilmiyor.
  • İstanbul’un nüfusu genel nüfusun yüzde 18’i kadardır. İstanbul’dan örnekleme giren öğretmen oranının bu orana yakın bir değerde olması beklenir. Ancak araştırmada bu oran yüzde 7’yi geçmiyor.
  • Araştırmada, beden eğitimi öğretmenleri ile din kültürü ve ahlak bilgisi (DKAB) dersi öğretmenleri, ‘Genel Bilgi/Kültür dersleri öğretmenleri’ olarak adlandırılan grup içine alınmıştır. Bu derslerin genel bilgi/kültür dersi sayılması, pek anlamlı ve eğitsel bir yaklaşım olmuyor!  
  • Örnekleme giren meslek dersi öğretmeni oranı (yüzde 5) küçük bir orandır. Bu araştırmada, imam hatiplerdeki meslek dersi öğretmenleri de meslek dersi öğretmen grubu içinde ele alınmıştır. Bu yaklaşım da anlamlı ve eğitsel bir yaklaşım değildir. Çünkü imam hatiplerdeki meslek dersi öğretmenleri de DKAB dersi öğretmenleri gibi, diğer öğretmenlerden farklı dünyaları, beklentileri ve yaklaşımları olan öğretmenlerdir.
  • Araştırmada kullanılan öğretmen gruplamaları, bu araştırmadan elde edilecek bulguların niteliğini ve önemini de sınırlamıştır. Bu araştırma sonunda örneğin gerçekten meslek lisesi öğretmenleri ile din dersleri öğretmenlerinin hangi konularda benzer hangi konularda ayrı düşündüklerini öğrenmek mümkün olmuyor. Bu tür gruplama, farklı nitelikteki öğretmenlerin ne düşündüğünü öğrenmemek için yapılmış gibi oluyor.
  • Bilindiği gibi eğitim sistemimizin temel sorunlarının başında laiklik, bilimsellik, ezbere öğretim, müfredat, seçme sınavları, ders kitapları, gerici kuruluşlarla yapılan protokoller ile laik ve bilimsel anlayışlara tepkili olan öğretmenler gibi sorunlar geliyor. Ancak bu araştırmada, bu tür temel sorunlarla ilgili soruların sorulmadığı görülüyor.  Nasıl oluyorsa araştırmanın bulguları içinde bu konulara ilişkin bilgiler de yer almıyor. 1,2 milyon dolayında olan öğretmenler içinde bu konuları dile getiren öğretmen olmadığını düşünmek de anlamlı olmuyor.

Dolayısıyla bu rapor, eğitim ve öğretmen konularıyla ilgili temel sorunları ortaya çıkarmadan, Eğitim ve Öğretimde Öğretmenin Rolü ve Gelişimi konusunda 148 sayfanın nasıl yazılabildiğini düşündüren bir rapor niteliğini taşıyor.

(soL)

T24 KÖŞEBAŞI - 17 ŞUBAT 2024 -

 

ABD elçisinden İliç'e uzanan yol: ÇED raporundaki itiraflar (Gökçer Tahincioğlu)

Set çöküyor, toprak kayıyor, madenler işçilere mezar oluyor ama cümleler hiç değişmiyor: "Tehlike yoktur, sızma olmamıştır, ülkemiz için yararlıdır, karşı çıkanlar bellidir…"

Bergama direnişinin yavaş yavaş sönümlendiği zamanlar…

Toprağını, köyünü kurtarmak için yola çıkan, sivil itaatsizlik eylemleriyle bütün ülkenin sempatisini kazanan Bergama köylülerinin neredeyse hain ilan edildiği, Alman vakıflarının parasıyla sokağa çıktıklarının gündeme getirildiği dönemler…

Ve bir yandan, Bergama'daki altın madeninin en güçlü PR faaliyetlerini yürüttüğü yıllar…

Ege Ordu Komutanı'ndan DGM Savcısı'na, yerel idarecilerden gazetecilere kadar uzanan ziyaretçiler, altın madenine davet ediliyor ve madenden başkalaşmış bir biçimde çıkıyorlardı.

Her ne hikmetse, hepsi altın madeninin ulusal bir mesele olduğu söylemiyle ayrılıyordu madenden.

Bergamalılar kullanılıyorlardı! Alman vakıfları, direnişi örgütlüyordu!

Erzincan'ın İliç ilçesinde Anagold şirketine ait Çöpler Altın Madeni'nin bulunduğu alanda, 13 Şubat saat 13.00 sıralarında toprak kayması meydana geldi.

* * *

Nasıl bugün bir anda insanlar benzer hezeyanlarla linç ediliyorsa, o dönemde de aynısı yaşandı.

Altın madenini gezen DGM Savcısı, sonradan beraatle sonuçlanan Alman Vakıfları Davası'nı açtı.

Hak savunucuları, ajanlık suçlamasıyla karşı karşıya kaldı.

Dönemin Başbakanı Bülent Ecevit'in bile inandırıldığı, "Lozan'ın süresi 2023'te bitiyor, Bor madenini çıkartacağız" tezine benzer tez şuydu:

"Bergama'da çıkartılacak altın, Türkiye'nin kaderini değiştirebilecek boyutta. Bu nedenle Almanya altının çıkartılmasını istemiyor. Alman vakıfları bu yüzden devreye sokuldu."

Sene 2024…

Bergama ve çevresinde artık altın çıkartılmayan bölge kalmadı. Hedef yeni bölgeler, yeni madenler haline geldi.

* * *

Bergama Altın Madeni'nin patronları açısından her şey yolunda giderken, Danıştay'dan, çevresel etki nedeniyle yürütmeyi durdurma ve iptal kararları geldi.

Ülke öyle bir etki halindeydi ki yürütmeyi durdurma ve iptal kararlarını geçersiz kılmak için Bakanlar Kurulu prensip kararı bile aldı.

Almanya'ya karşı ulusal kurtuluş mücadelesi veriliyormuş gibi bir atmosfer oluşturulmuştu. Kimsenin gözü ne ajanlıkla suçlananlar hakkındaki beraat kararını ne de Bergamalılar'ın direnişini görüyordu.

* * *

Bir başka sorun imarla ilgiliydi.

Danıştay'ın 2004'te verdiği iptal kararıyla Çevre Bakanlığı izni iptal edilince maden mühürlendi. Madeni işleten konsorsiyum yine faaliyetteydi. Durmaksızın önlerine çıkartılan engellerden şikâyet ediyordu. Ve derken apar topar imar planı hazırlandı, hızla gerekli izinler verildi. Şaşırtıcı bu hızın nedenini Evrensel Gazetesi'nden Özer Akdemir açığa çıkarttı.

Halen hak ettiği kadar konuşulmayan değerdeki habere göre, ulusal bağımsızlık mücadelesi gibi gösterilen sürece ABD de dahil olmuştu.

Dönemin ABD Büyükelçisi Eric Edelman, imar planlarının bir an önce hazırlanmasını istemiş, bu konuda bir mektup yazmış, hükümete ve İzmir Valiliği'ne gönderilen mektuptan sonra gerekli tüm işlemler yapılmıştı.

Edelman'ın mektubunda, Eurogold, Normandy ve Nevmont'un işlettiği altın madeninde kaç Türk işçinin çalıştığı bile yazıyordu.

Maden yeniden çalışmaya başlamıştı.

Almanya'nın sözde ajanlarını linç edenler, ABD elçisinin mektubuyla açılan maden için ağızlarını bile açmamıştı

* * *

Bergama'dan İliç'e uzanan yolu, görevde olduğu dönemde bu madenin soruşturulması talimatını veren, sonrasında başına gelmedik kalmayan eski Erzincan Başsavcısı İlhan Cihaner, Birgün gazetesindeki dünkü yazısında net biçimde özetledi:

…bu süreç Altın madenlerinde "vahşi madencilik/sömürge madenciliği" diye tanımlanan pratiği ortaya çıkardı. Çok basit bir şablonları var: önce ilgili kamu kurumları çalışmaz, hantal, zarar eden ve düzeltilemez olarak gösteriliyor. İtiraz eden meslek kuruluşları hain ilan ediliyor. Bunun için medya ve "popüler uzmanlar" kullanılıp raporlar yazılıp sempozyumlar düzenleniyor. Sermaye ve özel sektör kutsallaştırılıyor. Mevzuat değişiklikleri yapılıyor. Sonra aynı mekanizmalar falanca yerde "100 milyarlarca dolarlık altının" atıl vaziyette beklediğini, çıkarılırsa nasıl zenginleşeceğimizi propaganda ediyorlar. Yöre halkının istihdam edileceğini, çevreye zerre zararının olmayacağı anlatılıyor. Yörenin gazetecileri, bürokratları ödül gezilere götürülüyor. Güçlü siyasi figürler ortak ediliyor. Daha fizibilite aşamasında yeni konutlar inşa edilip, camilere, spor kulüplerine bağışlar yapılıyor. Böylece yerel itirazlar minimize ediliyor. İtiraz edenler davalarla yıldırılıyor, yok sayılıp meczuplaştırılıyor. Gerekirse rüşvetler veriliyor. Yetersiz kalınan yerde "güvenlik kuvvetleri" ve yargı devreye giriyor, tabiiki sermayenin yanında! İliç, emekçi ve eko-kırımına da aynen bu şablon hatta "suç yolu" (İnter Crimis) getirdi bizi.

* * *

Erzincan İliç'teki Anagold Madencilik'in 2010'dan bu yana altın üretimi yaptığı Çöpler Madeni'nde daha önce atık depolama alanındaki set çöktü.

Hep bir ağızdan toprağa, suya zehirli kimyasalların karışmadığını haykırdı yetkililer.

Kapasite defalarca artırıldı madende. Uyarılara ve risklere rağmen… Son kapasite arttırımı ile ilgili ÇED raporuna da bakanlık, madende yaşananlara rağmen onay verdi.

* * *

ÇED raporu da ilginç… Misal, "riskler" sıralanırken, heyelan ihtimalinin bulunmadığı şu ifadelerle belirtiliyor:

- Toprak kayması riski genellikle kayaların çok çatlaklı olduğu, sıvılaşmaya hazır yüzeysel topraklar, killer ve siltlerin bulunduğu yerlerde daha yüksektir. Çalışma alanı düşük miktarda yağış aldığından ve yüzeyde bitki örtüsü az masif kireçtaşı ve mermer kütleleri bulunduğundan heyelan potansiyeli taşımamaktadır.

Ancak raporun bir başka bölümünde, erozyon riski şöyle anlatılıyor:

- Çalışma alanı erozyon riski olan alanlar arasına girmektedir. Erozyon açısından 2. dereceden 4. dereceye (çok yüksek) değişen erozyona tabiidir.

* * *

Madenlerin Türkiye genelinde tarım ve hayvancılığı nasıl öldürdüğü, köylüleri nasıl buralarda çalışmaya mecbur bıraktığı daha önce Konya'da, Soma'daki maden kazalarından sonra gündeme geldi.

İliç'te de benzer bir tablonun olduğu, ÇED raporunda şöyle ifade ediliyor:

- Mevcut ve inşa edilen projeler sonucu proje sahası ve çevresinde arazi kullanım amacı ve türleri değişime uğrayacaktır. Bu değişim en yoğun olarak Çöpler Köyü civarında olacaktır. Projede olacak genişleme sonucu Çöpler köyü sınırları içindeki alanın yaklaşık yüzde 74,9'u maden arazisine çevrilecektir. Bu miktarda bir değişim oldukça önemli kabul edilebilir. Arazi kullanımındaki planlanan bu değişim sonucu tarım ve hayvancılık için kullanılabilecek alan önemli ölçüde azalacaktır. Bu azalma proje ömrü olan 10+3 yıl boyunca en fazla olacaktır. Maden kapatma ve rehabilitasyonu sonucu maden tarafından kullanılan arazilerin bir kısmı tekrar genel kullanıma uygun hale gelecektir.

- Bu nedenle bazı önlemler alınacaktır. Bunlar, işletme sürecinde köy için değişik iş ve gelir kaynakları yaratılarak, köyün hayvancılık ve tarıma gelir kaynağı olarak bağımlılığı azaltılacaktır. Yeni gelir kaynakları madencilik, madene çeşitli konularda hizmet (bakım, onarım, lojistik destek, malzeme temin vs.) ve küçük çaplı üretim olarak sıralanabilir. Maden tarafından düzenlenecek olan eğitim programları ile Çöpler köyü sakinlerine değişik zanaatlar (halıcılık, tahta ve metal işleri vs.) kazandırılabilecek, oluşturulan kooperatifler üzerinden hizmet ve mal alımı yapılarak ticaret kapasitesi arttırılacaktır.

Raporun bir başka bölümünde ise arıcılığın nasıl teşvik edildiği, modern tarım ve hayvancılık yöntemlerinin nasıl öğretildiği sıralana sıralana bitirilemiyor.

Türkiye'nin garipliği, bir köylünün, tarım ve hayvancılığın olumsuz etkilendiği iddiasıyla açtığı davayı ise ÇED raporundaki ifadelere rağmen Danıştay reddetmiş. Kazadan kısa süre önce Anayasa Mahkemesi, Danıştay'ın bu kararı için "hak ihlali" kararı vermiş.

Çelişkiler yumağı…

* * *

İşçiler tonlarca ton toprağın altında kaldı. Siyasetçiler kürsüden biraz ağlayıp, biraz bağırıp önlerine bakacaklar.

Ve sonra diğer madenlerin nasıl zararsız olduğu, karşı çıkanların hain ve gerizekalı oldukları, Türkiye'nin nasıl zenginleştiği anlatılacak. Karşı tezler hiç dinlenmeden. Alternatif yöntemler hiç araştırılmadan.

ÇED raporunda, daha önce çöken atık depolama setini insanın aklına getiren bir ifade daha var. Risk bölümünde anlatılıyor:

- Atık depolama tesisinde depolanacak malzemeden önlem alınmaz ise meydana gelecek sızma, yeraltı suyu kalitesini olumsuz etkileyecektir.

* * *

Set çöküyor, toprak kayıyor, madenler işçilere mezar oluyor ama cümleler hiç değişmiyor.

"Tehlike yoktur, sızma olmamıştır, ülkemiz için yararlıdır, karşı çıkanlar bellidir…"

                                                          /././

İliç'te yaşananlar bir "toplumsal cinayet"tir (Mustafa Durmuş)

İliç'te yaşananlar tam da bir zamanlar F. Engels'in 19'ncı yüzyıl İngiltere'sindeki vahşi kapitalizm döneminde işlenen iş cinayetlerini tanımlarken kullandığı, taammüden işlenmiş toplumsal bir cinayetten başka bir şey değil

Bundan dört gün önce, Erzincan'ın İliç ilçesinde yer alan Çöpler Madeninde yığın liç alanında kayma meydana geldi ve bunun sonucunda 9 işçi 10 milyon metreküplük kütlenin altında kaldı. Dahası arama bölgesinde çatlaklar oluştu ve yeni heyelan riski ortaya çıktı.

İliç'teki altın madeni ile ilgili olarak yaşananlar, son 22 yıllık neoliberal-siyasal İslamcı AKP iktidarları döneminde, uluslararası sermaye ve onun ülkedeki işbirlikçisi yerli sermaye şirketlerinin ve onların siyasal iktidardaki temsilcilerinin halka, işçi sınıfına ve ekolojiye karşı, özü doğa ve emek talanı üzerinden devasa kârlar sağlamak olan, sınıfsal saldırılarından sadece biri.

Keza, bu madende siyanürle yapılan altın arama çalışmaları insana, içme suyuna ve toprağa zarar verdiği gibi, yer altı sularının ağır biçimde kullanılması yüzünden tarıma da zarar veriyor. Aynı zamanda çiftçilerin göç etmesine neden olurken, gıda güvenliğimizi de tehdit ediyor.

İliç'te yaşananlar tam da bir zamanlar F. Engels'in 19'ncı yüzyıl İngiltere'sindeki vahşi kapitalizm döneminde işlenen iş cinayetlerini tanımlarken kullandığı, taammüden işlenmiş toplumsal bir cinayetten başka bir şey değil

Bundan dört gün önce, Erzincan'ın İliç ilçesinde yer alan Çöpler Madeninde yığın liç alanında kayma meydana geldi ve bunun sonucunda 9 işçi 10 milyon metreküplük kütlenin altında kaldı. Dahası arama bölgesinde çatlaklar oluştu ve yeni heyelan riski ortaya çıktı.

İliç'teki altın madeni ile ilgili olarak yaşananlar, son 22 yıllık neoliberal-siyasal İslamcı AKP iktidarları döneminde, uluslararası sermaye ve onun ülkedeki işbirlikçisi yerli sermaye şirketlerinin ve onların siyasal iktidardaki temsilcilerinin halka, işçi sınıfına ve ekolojiye karşı, özü doğa ve emek talanı üzerinden devasa kârlar sağlamak olan, sınıfsal saldırılarından sadece biri.

Keza, bu madende siyanürle yapılan altın arama çalışmaları insana, içme suyuna ve toprağa zarar verdiği gibi, yer altı sularının ağır biçimde kullanılması yüzünden tarıma da zarar veriyor. Aynı zamanda çiftçilerin göç etmesine neden olurken, gıda güvenliğimizi de tehdit ediyor.

İşçilerinin ölüm riski altındaki şirketin devasa kârları

Bir yandan, altın madenciliği sektöründe faaliyet gösteren çok uluslu büyük sermaye şirketleri (başta yabancı sermayeli olmak üzere) devasa kârlar elde ederken, diğer yandan bu madenlerde çok güç koşullarda ve artık geçinilemeyecek, hatta açlık sınırının dahi altında ücretler karşılığında işçiler bu ölüm ocaklarında çok büyük riskler altında çalıştırılıyorlar. Şirket ise 2021 yılında 5,4 milyar TL ve 2022 yılında 5,9 milyar TL satış geliri elde etti. (1)

Yüzlerce milyon liralık teşvik

Madeni işleten şirket 15 Haziran 2012 tarihli Bakanlar Kurulu Kararı ile (1 Ocak 2012 tarihinden geçerli olmak üzere); Büyük Ölçekli Yatırımların Teşviki, Bölgesel Teşvik Uygulamaları, Genel Teşvik Uygulamaları ve Stratejik Yatırım Teşvik Uygulamaları adı altında dört farklı teşvikten yararlanıyor.

Öyle ki 118829 numaralı teşvik belgesi kapsamında, yatırımı teşvik amaçlı indirimli kurumlar vergisi oranları uygulanıyor (son iki yılda sırasıyla yüzde 50 ve yüzde 70). Böylece şirketin 2021 ve 2022 yıllarında kurumlar vergisinden indirim şeklinde kullandığı toplam vergi teşviki tutarı sırasıyla 744 milyon TL ve 257 milyon TL oldu. (2)

Faizsiz evlilik kredisinin kaynağı maden faaliyeti gelirleri

Şirketin bu faaliyetlerinden, siyasal iktidarın 3213 Sayılı Maden Kanunu çerçevesinde Devlet Maden Hakkı karşılığı olarak sağladığı gelir ise 2021 yılında 304 milyon TL ve 2022 yılında 168 milyon TL oldu.

Bu şirketin 2024 yılından bu yana elde edeceği gelirin yüzde 20'si ise yakınlarda kurulan ve amacının "evlenecek kişileri maddi olarak desteklemek" olduğu ileri sürülen Aile ve Gençlik Fonu'na aktarılacak. (3)

Yani yeraltı kaynaklarımızın talanı yerli ve yabancı sermaye ve siyasal iktidar işbirliğinde yürürken, 15 Şubat tarihinden başlamak üzere, bir sus payı ve muhafazakârlaşmayı teşvik etmek amaçlı olarak, evlenemeyen gençlere bu faaliyetlerden elde edilen gelirin bir kısmı, faizsiz evlilik kredisi olarak verilecek (150 bin TL).

Özcesi, işçilerin canı ve doğanın talanı pahasına elde edilen bir gelir, aile kurumu üzerinden toplumu kontrol altında tutmak amaçlı olarak kullanılacak.

"Toplumsal cinayet"

İliç'te yaşananlar tam da bir zamanlar F. Engels'in 19'ncı yüzyıl İngiltere'sindeki vahşi kapitalizm döneminde işlenen iş cinayetlerini tanımlarken kullandığı, taammüden işlenmiş toplumsal bir cinayetten (social murders) (4) başka bir şey değil.

Bu yüzden de, bundan sadece birkaç yıl önce aynı maden bölgesindeki siyanür sızıntısı karşısında duyarsız kalan, hatta şirketin bölgedeki altın arama kapasitesinin artırılmasına izin veren ve gerekli denetimleri yapmayan dönemin Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ve Bakanı Murat Kurum bu gelişmelerden sorumlu tutulmalı, yargılanmalı ve bu ve benzeri maden ocakları derhal kapatılmalıdır.

Hesap sorulmalı

İşçi kayıplarının yanı sıra, siyanür kaynaklı zehrin Fırat Nehri'ne ulaşmış olabileceği ve bunun da ölümcül sonuçlarının ortaya çıkabileceği gerçeğini kabul etmeyen İktidar Bloku ve Anagold şirketi, onun emperyalist Kanadalı ortağı SSR Mining ve Türk ortağı Lidya Madencilik (Çalık Holding) ve iktidar medyası olmak üzere bu sömürü ve talan düzeninden nemalananlar; emek, toplum ve doğaya dönük bu katliamdaki kendi hatalarını ve sorumluluklarını gizlemeye çalışarak halkımızı yine "kaza", "kader", "fıtrat" gibi sözcüklerle uyutmaya ve birkaç şirket çalışanını gözaltına aldırarak olayı geçiştirmeye çalışıyorlar.

İşin daha da kötüsü, bu ve benzeri facialar gelecekte de ortaya çıkacaktır zira etkisiz ve dağınık siyasal muhalefetin varlığında, iyice cesaretlenen İktidar Bloku yerel seçimlerin ardından emek ve doğa talanını ön planda tutan faaliyetlerini artırarak sürdürecektir.

Sonuç: Birlikte mücadele şart!

Bu yüzden de, emek ve doğa mücadelesinin demokrasi ve barış mücadelesinden ayrı tutulmaması gerektiğinin bilincinde olarak, başta işçi sendikaları, diğer emek ve meslek örgütleri, toplumsal mücadele veren örgütler, ekoloji mücadelesi yürüten örgütler ve kadın örgütleri olmak üzere, tüm Türkiye toplumunun emekçilerimizi ve doğamızı korumak için, böyle toplumsal cinayetlere ve doğa talanına karşı birlikte mücadele etmesi kaçınılmazdır.


Dipnotlar:

(1) Anagold Madencilik Sanayi ve Ticaret A.Ş, 1 Ocak - 31 Aralık 2021 ve 2022 Hesap dönemlerine ait finansal tablolar ve bağımsız denetçi raporları, https://www.anagold.com.tr/tr/company/bilgi_toplum_hizmetleri.html (16 Şubat 2024).

Arg.

(3) 22 Kasım 2023'te TBMM'de kabul edilen 7474 sayılı "Aile ve Gençlik Fonu Kurulması Hakkında Kanun.

(4) https://marxistsociology.org/2022/09/why-a-19th-century-concept-of-social-murder-is-very-much-relevant-today (16 Şubat 2024).

                                                           /././

Tuzla Piyade Okulu'ndaki fotoğraf krizi (II): "Atatürk'ü sevmiyorum ama saygı duyuyorum" (Tolga Şardan)

"Bana zorbalık yapıyorlar. O yüzden takmadım"

Türk Silahlı Kuvvetleri'ne (TSK) piyade sınıfında subay yetiştiren Tuzla Piyade Okulu'nda 10 Kasım'daki Atatürk'ü Anma Programı sırasında kursiyer teğmenler arasında "Atatürk'ün fotoğrafının üniformaya iğnelenmesi" konusunda başlayan olayın 13 Kasım günü öğle saatlerinde devamının yaşandığı ortaya çıktı.

10 Kasım'daki olayın kamuoyuna yansıması sonrasında Kara Kuvvetleri Komutanlığı'nca (KKK) Tuzla Piyade Okulu'nda başlatılan disiplin soruşturmasını konu alan askeri raporun bir bölümünü Büyüteç'te dün kaleme almıştım.

Bugün, KKK Eğitim ve Doktrin Komutanı (EDOK) Korgeneral Zorlu Topaloğlu  başkanlığındaki özel soruşturma heyetinin gün ışığına çıkardığı yeni bilgileri aktaracağım.

Dünkü Büyüteç'teki iki notu bir kez daha tekrar edeyim okuyamayanlar için.

Raporda tüm isimler açık halde olmasına karşın üst komuta kademesi dışındaki TSK mensuplarının isimlerinin kodlanması ve ifadelerde açık biçimde geçen küfürlü bölümlerin olduğu gibi yazıya alınmaması, bu satırların yazarının tercihi.

Atatürk fotoğrafını takmayan kursiyere müdahale eden Atatürkçü subaylar

Kaldığım yerden devam ediyorum.

Dün ilk yazıda Atatürk fotoğrafını takmayan Piyade Teğmen A.A. ve iki arkadaşın olayla ilgili verdikleri ifadeden özet aktardım.

Şimdi ise; Piyade Teğmen A.A.'nın davranışı sonrasında kendisiyle görüşen kursiyer teğmenlerin anlatımlarına yer verdim.

İlk anlatım; Atatürk'ü Anma Töreni içtimasında Atatürk'ün fotoğrafını üniformasına takmayan Piyade Teğmen A.A.'ya yeni fotoğraf ve iğne vermek isteyen Piyade Teğmen A.K.Ş'e ait.

Teğmen A.K.Ş., soruşturma heyetine özetle şu bilgiyi verdi:

"(...) 10 Kasım sabahı önce saat 08:00- 08:30 sıralarında içtima alanında törene gitmek için kamuflaj kıyafetli toplandık. Ben, üçüncü bölük personeli olarak büyük tören alanındaki törene katılacaktım. Bölük komutanı ve takım komutanları tüm personele iğne ve Atatürk fotoğrafı dağıtarak yakamıza takmamız konusunda emir verdiler. İğne ve fotoğraf herkese yetecek şekilde fazlasıyla vardı. Ben ve tüm arkadaşlarımız içtima alanında iken fotoğrafları yakamıza taktık.

İçtima alanında iken kısım kısım ikişerli sıra yaptığımız için Teğmen A.A.'yı görmedim. Çünkü yanımda değildi. Tören alanına geçince dörderli sıra şeklinde düzen alınca Teğmen A.A. sol yanıma denk geldi. İlk gördüğümde fotoğrafı olmadığını fark ettim. Önden arkaya doğru Piyade Teğmen U.Ç. ve hatırlamadığım bir arkadaşımız iğnesini düşüren veya fotoğrafı takarken zarar görenlere yeni iğne ve fotoğraf dağıtıyordu.

Ben de 'Teğmen A.A. alır' düşüncesiyle başta bir şey demedim. Teğmen U.Ç. onun yanına gelince neden takmadığını sordu. A.A. 'fotoğrafım yok' şeklinde cevap verdi. Bunun üzerine U.Ç. bir fotoğraf verdi. A.A. kendisine verilen fotoğrafı elinde buruşturup direkt cebine koydu. Ardından birisi tekrar 'niye takmadın?' diye sordu. Ona da 'iğnem yok' dedi. Bunun üzerine arkadaş ona iğne verdi. Ben hemen araya girerek 'Cebine koyduğun fotoğrafı ver, ben takıp sana yardım edeyim' dedim. A.A., 'gerek yok, ben takarım' dedi. İki – üç dakika bekledim, takmadığını görünce yine sordum. Bu kez yine aynı şekilde 'ben takarım gerek yok' dedi.

Törenin başlamasına çok az bir süre kalmıştı. Ben öncesinde A.A.'i tanımıyordum. Nasıl bir fikir yapısı olduğunda bilmiyordum ama fotoğrafı buruşturup cebine koyması ve ısrarla takmaması beni şüphelendirdi ve rahatsız etti. Ona 'niye takmıyorsun? Atatürk'le bir sorunun mu var?' dedim. Bana 'Bir sorunum varsa ne olacak? Sen mi çözeceksin? Zorla taktıramazsınız' dedi. Bir zorlama yapmadım. Ama bana bu şekilde cevap vermesi beni sinirlendirdi. Ben, 'Takmayacaksan tören alanı terk et, burada işin yok. Defol' dedim ama kesinlikle hakaret etmedim. Fiziksel bir temasta bulunmadım. Biz bölümün orta sıralarında idik.

Seslerimiz yükselince bunu duyan Piyade Teğmen İ. K. ön sırada bulunan Y. Üsteğmen'e olayı haber vermiş. Y. Üsteğmen, A.A.'yı yanına flamanın olduğu yere çağırdı. Bir süre konuştular. A.A. en arka sıraya geçti. Yerine geçerken de yakasında Atatürk fotoğrafı yoktu. Dönüp baktığımda arka sıraya geçtikten sonra Piyade Teğmen U.Ç.'nin yardımıyla yakasına Atatürk fotoğrafı taktığını gördüm. Daha sonra tören başladı o gün ve sonrasında herhangi bir görüşmemiz olmadı. (...)"

"Atatürk'ü sevmiyorum ama saygı duyuyorum"

Anma töreni için gelinen alanda Piyade Teğmen A.A'yla Atatürk resmi takılması konusunda tartışan Piyade Teğmen U.T.'nin anlatımı ise soruşturma raporunda özetle şöyle yer aldı:

"(...) 10 Kasım günü Atatürk'ü Anma Töreni sebebiyle ben de törene katıldım. Ancak birinci bölükte olduğum için Piyade Teğmen A.A.'nın fotoğraf takmama olayına ben bizzat şahit olmadım. Sonradan arkadaşların anlattığı kadarıyla öğrendim.

Törenden hemen sonra 1 saat boşluk vardı, o esnada kitap ve defterlerimizi almak üzere koğuşlara geldik. Ben, samimi arkadaşım Piyade Teğmen A.K.'nın yanına çıkmak için olayların yaşandığı dördüncü kata çıktım. Koridora çıkınca 405 numaralı koğuşun kapısındaki kalabalığı gördüm. Odanın önünden geçerken kapı açık olduğundan içerdeki A.A.'yi gördüm. Kalabalığın sabah içtimadaki fotoğraf olayından toplandığını o an anladım. Ben de bu olaydan rahatsız olduğum için sakin bir üslupla neden böyle bir şey yaptığını sormak için koğuşa girdim.

Piyade Teğmen S.Y. yanımdaydı onunla beraber girdik. Hatırladığım kadarıyla koğuşta yatan üç kişiyle birlikte bizden başka Piyade Teğmen S.Ç. içerideydi. Aynı anda üçümüz birden A.A.'ey 'Bu olay oldu mu? Neden takmadın?' diye sorduk. A.A. 'Bana zorbalık yapıyorlar. O yüzden takmadım' dedi. Bunun üzerine S.K. Teğmen, 'Sen tepkini sana zorbalık yapanlara göster. Senin derdin Atatürk ile değil, saygısızlık yapma' dedi.

Bunun üzerine A.A. bize, 'Atatürk'ü sevmiyorum ama saygı duyuyorum' ifadelerini kullandı. Bu kez S.Y. 'Atatürk'ü sevmekten ve saygı duymaktan imtina etmemelisin' şeklinde bir söz sarf etti. A.A. sessiz kaldı. Suçlu psikolojisi içindeydi. Sonra ben lafa girerek 'A.A., benden tavsiye hiçbir zaman yediğin kaba pisleme' sözlerini sarf ettim. Son olarak S.Ç. Teğmen 'Bir gün gelecek Atatürk'ü sevmeyen herkes Atatürk'e biat edecek' dedi.

Ardından koğuşta çıktık. Çıktıktan sonra koridorda herkesin duyacağı şekilde ortalığa hitaben S.Ç. Teğmen; 'Atatürk'ü sevmeyenin a... s....' şeklinde küfür etti. Bundan sonra ben oradan ayrıldım o gün başka bir olaya karışmadım ve tanık olmadım. Piyade Teğmen M.F.Ş. ve Piyade Teğmen F.A.'ya yönelik olarak 'Ya seve seve ya da s... s... takacaksın' dediğim ithamını kabul etmiyorum, böyle bir söylemde bulunmadım. (...)"

Piyade Teğmen S.Y. anlatıyor

Soruşturma çerçevesinde Korgeneral Topaloğlu başkanlığındaki heyete ifade veren ve olay sırasında 405 numaralı koğuşta bulunan Piyade Teğmen S.Y. yaşadıklarını şu cümlelerle anlattı:

"(...) Ben birinci bölük personeliyim. 10 Kasım sabahı tören esnasında olan olayları görmedim. O gün tören sonrası koğuşa giderken arkadaşlardan olayı duydum. Koğuşa çıktığımda yanımda Piyade Teğmen U.T. vardı. Birlikte niçin böyle davrandığını sormak üzere 405 numaralı koğuşa Piyade Teğmen A.A.'ın yanına gittik.

Koğuşa girdiğimizde içeride A.A., M.F.Ş. ve F.A. vardı. S.Ç. da hemen bizim peşimizde içeri girdi. İlk olarak ben A.A.'a 'Atatürk'ün fotoğrafını neden takmadın?' dedim. A.A., bana 'Zorbalık yapıldığı için takmadım' şeklinde cevap verdi. S.Ç., 'senin derdin sana zorbalık yapanlarla olsun. Atatürk'le ne derdin var?' dedi.

Sonra ben, 'Atatürk'ün fotoğrafını takmaktan imtina etmeyeceksiniz' dedim. A.A., 'Ben Atatürk'ü sevmiyorum, ama saygı duyuyorum' dedi. Ben, 'ne saygı duyması? Seveceksin aynı zamanda' dedim. Piyade Teğmen U.T., A.A.'e 'Yediğiniz kaba pisliyorsunuz' dedi. S.Ç., 'Atatürk'ü sevmeyen herkes bir gün Atatürk'e biat edecek' dedi. Sonra biz oradan çıktık ve koğuştan ayrıldık. 10 Kasım tarihinde başka bir olaya tanıklık etmedim ve karışmadım."

         Kaldığım yerden yarın devam...

(T24)