26 Şubat 2024 Pazartesi

DEMİRYOLU (DOSYA)-Evrensel / 26 Şubat 2024

 

Ray ve lojistik: Türkiye kapitalizminin damarları (Kansu YILDIRIM)

Tüm üretim üslerini bağlayan yollar, Türkiye’nin siyasal geleceğini karakterize ediyor. Üretimin ve sömürünün eş zamanlı yayıldığı bu lojistik damarlar, sadece sermaye sınıfına kan pompalıyor.

Kapitalizmin sürekliliğinde yeni pazarların yaratılması ve mevcut pazarlara ulaşım çok önemlidir. Yığınsal meta üretiminin bir dünya sistemi haline gelişinde ticaret ağlarının ve lojistik güzergahlarının etkisi çok büyüktür. Her ticaret ağı, genel olarak kapitalist üretim tarzının, özel olarak ise hakim üretim paradigmasının başka coğrafyalara yayılışını hızlandırır.

Ticaret ağları ve ulaşım yolları aracılığıyla sadece mal ve hizmet transferi ile parasal akış yani sermaye ihracı gerçekleşmez. Marx’ın özellikle vurguladığı üzere, sermayenin bir ilişki biçimi olmasından ötürü her ticari faaliyet, ekonomik bağlantılarla birlikte, siyasal temsilini de yanında götürür. Uluslararası mal ve hizmet ticaretini sağlayan ulaştırma ve lojistik kanalları, sermaye birikim rejiminin yayılışında ve emperyalistlerin siyasi egemenliğinin başka devletlerde kök salmasında önemli araçlardır. Siyasal egemenlik, sadece silah ve savaşla sağlanmaz; toplumsal üretim ilişkilerinin ve sermaye birikim modelinin ihracıyla da şekillenir.

Çağdaş ticaret modellerini kapitalizm öncesi ticaretten farklılaştıran şey, kapitalist yeniden üretimin karakteridir. Massimo De Angelis, çağdaş ticaretin belirli bir pazar ölçeğinde mübadele ve rant ilişkilerini üretmesinin dışında, her alanı metalaştırarak ticaret vasıtasıyla kapitalizmin etkinlik alanını genişlettiğini söyler. Ticari faaliyetler, ister lokal ölçekte ister küresel çapta olsun, şirketler arası olmaktan çıkarak, sermayenin ve devletin uluslararasılaşmasının seyrine göre biçim kazanır. Örnek olarak, ABD’nin dünya sisteminde hegemon konuma gelmesinde, Amerikanizm ve Fordizmin hakim üretim konsepti ve birikim rejimi olarak başka coğrafyalarda siyasi zor eşliğinde benimsetilmesi hatırlanabilir.

Günümüzde ağ tipi lojistik altyapılar ve tedarik zincirleri aracılığıyla gerçekleşen meta dolaşımının yönetimi, çağdaş kapitalizmin temelidir. Bu sisteme entegre olan her devlet, emperyalist iş bölümüne uygun olarak ticaret ve lojistik ağların lideri ya da uğrağı olma çabasındadır.

Çin’in Kuşak ve Yol’una rakip olarak Hindistan-Orta Doğu-Avrupa Ekonomik Koridoru (IMEC) projesi, Türkiye’nin de yer aldığı Irak Kalkınma Yolu Projesi, AB’nin Trans-Avrupa Ulaşım Ağı (TEN-T), Körfez İşbirliği Konseyi üyesi ülkeleri birbirine bağlayacak Körfez Demiryolu projesi veya AB’nin “Küresel Geçit” (Global Gateway) projesi gibi ticaret ve lojistik kanalları, siyasi egemenliğin vasıtalarındandır.

ABD ile Çin arasında başlayan ticaret savaşları, Güney Asya Pasifik bölgesinde yaşanan siyasi gerilimler, Brexit-İngiltere’nin AB’den ayrılışı, salgın dönemindeki kapanmaların tedarik zincirlerini etkilemesi, AB üyesi ülkeler içerisindeki birlik tartışmaları, Ukrayna-Rusya savaşı gibi kısa bir zaman aralığında yaşanan olayların tümü, devletlerin ticaret ve lojistik politikalarının yeniden düzenlenmesine yol açmıştır.

Türkiye kapitalizminin, Çin’den Avrupa’ya doğu-batı koridorlarındaki ve Afrika’dan Rusya’ya kuzey-güney koridorlarında değer zincirlerindeki konumunu güçlendirmeye dönük adımların başında, ticaretin ve sevkiyatın atar ve kılcal damarlarını oluşturan lojistik politikaları gelir.

Bu doğrultuda Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı tarafından hazırlanan “2053 ulaştırma ve lojistik ana planı”; Türkiye’nin mevcut transit gelirleri, ihracatın artırılması ve buna bağlı olarak nakliyat ve sevkiyat maliyetlerinin düşürülmesi, uluslararası ticari koridorlara göre ulaştırma ve lojistik merkezlerinin konumlandırılması, lojistik yatırımlarının planlanması gibi pek çok başlığı içerir.

Ana plan incelendiğinde kapitalizmin Anadolu coğrafyasına dağılımı, yani sermayenin mekansallaşmasına göre üretimin ve ulaşımın yeniden düzenlenmesinin izleri görülebilir. Türkiye’nin hem kara-hava-demir yolu taşımacılığında transit geçiş̧ ülkesi olması, hem de navlunların menşei veya varış yeri olması, uluslararası ticarette ve taşımacılıkta önemli bir uğrağa dönüştürür. Asya ile Avrupa arasında yıllık ortalama 75 milyar dolarlık taşımacılık değeri de Türkiye lojistik haritasını şekillendiren önemli bir faktördür. Bu bağlamda raporda dikkat çeken başlıklardan birisi, demir yollarının inşasına ayrılan kaynak ve yeni hatların yapımıdır.

Yolcu ve yük taşımacılığında demir yolu taşımacılığının diğer ulaşım şekillerine göre daha düşük maliyetli olması, Türkiye’nin ray haritasını büyütmektedir: 2023 yılında 35 milyar dolarlık ulaştırma yatırımının 30 milyar doları demir yoluna, 2 milyar doları kara yoluna, 3 milyar doları da deniz yoluna harcanırken; 2035 yılında hedeflenen 94 milyar doların 77 milyar doları demir yoluna, 9 milyar doları kara yoluna, 8 milyar doları da deniz yoluna ayrılmıştır. 2053 hedefinde ise, 110 milyar doların 82 milyar doları demir yoluna, 18 milyar doları kara yoluna, 10 milyar doları da deniz yoluna ayrılmıştır.

Ana plana göre; 2053 yılına kadar 6 bin 425 km hızlı tren güzergahı, 1474 km konvansiyonel güzergah, 393 km yüksek hızlı tren ve 262 km çok yüksek hızlı tren güzergahı olmak üzere toplam 8 bin 554 km’lik demiry olu güzergahı inşası planlanıyor. Meta dolaşımı ve ham madde sevkiyatı açısından yük taşımacılığında demir yollarının daha efektif kullanılması amacıyla 2023-2029 aralığında Kapıkule-Ankara-Mersin arası 1179 km’lik güzergahın, 2029-2035 aralığında Ankara-Zengezur (Azerbaycan) arası 1097 km’lik güzergahın RO-LA taşımacılığına elverişli olması için rehabilite edilmesi yer alıyor.

Ticaret ve tedarik altyapılarının demir yolu taşımacılığıyla birlikte geliştirilmesi planlanırken, buna yeni lojistik merkezlerin kurulması eşlik ediyor. Ulaştırma Bakanlığının verilerine göre şu ana kadar 13 lojistik merkez işletmeye açılmış veya yapımı tamamlanmışken, 13 merkezin de planlama ve yapım süreçlerine devam ediliyor. Ana planda lojistik merkezlerin kurulması ve işletilmesi için, kamu özel sektör iş birliği çerçevesinde yeni iş modelleri oluşturularak özel sektörün yatırım payının artırılması da yer alıyor.

Lojistik merkezler, ulusal ve uluslararası meta ve tedarik zincirinde kritik role sahiptir. Bu nedenle Ana pla’da büyük limanların OSB, lojistik merkez, maden ve büyük işletmelere demir yoluyla bağlanması gerektiği belirtilmiştir. 2023 ile 2035 yılları arasında Samsun-Mersin (Kuzey-Güney koridoru demir yolu), Erzincan-Trabzon demir yolu, Habur- Mardin- Şanlıurfa- Gaziantep demir yolu, Kayseri- Antalya yeni demir yolu yatırımı planlanırken, bu güzergahların hepsi (Batı ve İç Ege, Kuzey Marmara, Orta, Doğu ve Güney Anadolu illerindeki) lojistik merkezlerle kesişmektedir.

Meta dolaşımının demir yolu ve lojistik merkezlerin inşasıyla hızlanmasına paralel olarak ihracat kapasitesinin artması öngörülmektedir. İhracatı 1 milyar doları aşan il sayısının 2035’te 27’ye, 2053’te ise 50’ye yükseltilmesi hedeflenmektedir. 2035 yılında 27 olarak hedeflenen lojistik merkez sayısı ise 2053 yılı hedeflerine göre 29’a ulaşacaktır.

Anadolu coğrafyası, Çin’den Irak’a, Mısır’dan Almanya’ya, Libya’dan Kanada’ya uzanan ticaret ve tedarik ağlarının ortasında dev bir küresel fabrikaya dönüşürken, tüm üretim üslerini ve lojistik merkezleri bağlayan yollar, Türkiye’nin siyasal geleceğini de karakterize etmektedir. Üretimin ve sömürünün eş zamanlı yayıldığı lojistik damarlar, sadece sermaye sınıfına kan pompalamaktadır.(https://www.uab.gov.tr/uploads/pages/bakanlik-yayinlari/2053-ulastirma-ve-lojistik-ana-plani-rev.pdf)

                                                               /././

Yeni demir ağlar, yeni arayışlar, yeni bağımlılıklar…(Kerem GÖKTEN)

Finansman derdine Çin’in derman olabileceği beklentisi var. Bu beklentiye iktidar ile simbiyotik ilişkileri olan, maliyetli projelerin yüklenicisi sermaye fraksiyonları da sahip.

Kovid 19 pandemisi sırasında “Hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağına” dair bir dizi görüş ileri sürüldü. Devletlerin ekonomideki rolü büyüyecek, sağlık sisteminin metalaşması sorgulanacak, insanlığın genelini etkileyen tehditler karşısında kısa bir tepki gecikmesinin ardından uluslararası dayanışma güçlenecekti. Gelinen noktada küresel kapitalizmin hasar kontrolü sürecini tamamladığı, pandemi öncesi günlük ve sistemik rutinlere geri dönüşün gerçekleştiğini söylemek mümkün gözüküyor. Eskisi gibi kalmayacağa benzeyen belki de en önemli alan tedarik zincirleri. Pandemi sonrasında kırılan tedarik zincirlerinin yeniden tesis edilmesi çabaları kadar riski dağıtma, bağımlılığı azaltma, daha kısa tedarik zincirleri yaratma arayışları da gündemde. Bu arayışlar artan hegemonik geçiş, çok kutuplu uluslararası düzen tartışmaları ve jeopolitik gerginlikler tarafından besleniyor. Sınırların ortadan kalktığı bir dünya yerini her büyük gücün hatta her alt emperyal gücün kendi lojistik ve ulaştırma projesini ilan ettiği bir dünyaya bıraktı. Kimsenin karşılıklı bağımlılığı açıktan reddetmediği ama kendi alternatifini yaratmaya çalıştığı, “Herkesi birden seçmeye” dayalı akışkan bir devletlerarası konjonktür oluşmuş durumda.

Küreselleşmenin ortadan kalkmasa bile duraklama evresine girdiği bu dönemde yeni ulaştırma rotaları ve bağlanırlık girişimleri gündemi meşgul ediyor. Küresel ticarette ortaya çıkan tıkanıklıklar demir yollarını yeniden cazip hale getirdi. Bunun yanı sıra demir yolları günlük yaşamda ve iş yaşamında etkisi artan dijitalleşme sürecine belki de en uygun taşıma modu. Demir yolları, tonaj açısından deniz yollarına rakip olamayacak olsa da hız vadediyor. Güvenlik standartlarının geliştiği, trafik yönetiminin iyileştiği koşullar altında daha fazla yolcu ve yük taşınıyor ve karbon emisyonları azaltılabiliyor.

Türkiye’nin sermaye birikim modelinin ulaştırma yatırımlarına güçlü bir zaafı olduğu çok açık. Ulaştırma ve lojistik alanındaki yeni arayışlar ile Türkiye’nin öncelikleri örtüşmekte. İhale süreçleri, tamamlanma süreleri, finansman modelleri ve bu modellerin ülke hazinesine getirdiği yükümlülükler etrafında dönen tartışmalar sürse de kara yolları ağı birkaç önemli şehir dışında belirli düzeye gelmiş durumda. Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Ulaştırma Bakanı Adil Karaismailoğlu’nun son dönemlerdeki açıklamaları demir yolları yatırımlarına yoğunlaşıldığını gösteriyor. Hızlı tren hat uzunluğu 2 bin kilometrenin üzerine çıkarken, 3 bin 500 kilometre uzunluğunda hızlı tren hattı yapım çalışmaları devam ediyor. Yüksek hızlı ve hızlı demir yolu hatlarının inşası ve mevcut sistemin modernizasyonuna yatırım bütçesinin yarısı ayrılmış durumda[1]. On yıllardır sıcak tutulan Edirne-Kars hızlı demir yolu ile ülkenin baştan başa geçilmesi hedefi kamuoyunun malumu. Karadeniz kıyısını boydan boya aşacak, İç Anadolu’nun küçük illerinin bağlanırlığını güçlendirecek bir dizi proje 2053 gibi oldukça uzak bir yıla tarihlense de ulaştırma ana plan hedeflerine girmiş durumda. Demir yolu yatırımları sağ iktidarların pek duyarlı olmadığı bir konu olsa da mesele AKP iktidarının iş yapma biçimleri çerçevesinde ele alınınca daha anlaşılır hale geliyor. Yatırım bütçesi içinde demir yollarına ayrılan pay her ne kadar artmış olsa da projelerin hayata geçirilmesinde kamu özel iş birliği (KÖİ) tercihi ve dış finansman ihtiyacı hayati önemde. Demir yollarının özel sektörce işletilmesinin bir hedef olarak bakanlık düzeyinde dile getiriliyor olması rastlantı değil. Tıpkı ticaret ve sanayi odası başkanlarının, demir yolu yatırımı çekmek için rekabet eden OSB yönetimlerinin TCDD bölge müdürlerine ziyaretlerindeki artışın rastlantı olmadığı gibi.

Demir yolu yatırımları ve finansmanı söz konusu olunca son yıllarda akla Çin geliyor. Yaygın bir yüksek hızlı demir yolu ağını etkileyici bir çabuklukla tamamlayan Çin, deneyimini, tasarım ve teknik standartlarını dünyaya kabul ettirmeye başladı[2]. Çin, dünyanın en önemli kreditörü olarak öne çıkarken, Kuşak ve Yol Girişimi (KYG) kapsamındaki doğrudan yatırımları ile Küresel Güney’in “ideolojisiz önderi” olma yolunda. Türkiye’nin özellikle altyapı yatırımlarının finansmanı derdine Çin’in derman olabileceği beklentisi bulunuyor. Bu beklentiye madencilik, ulaştırma, inşaat gibi sektörlerde güçlü biçimde kök salan, iktidar ile simbiyotik ilişkiler içerisinde bulunan, maliyetli ve riskli dev projelerin yüklenicisi sermaye fraksiyonlarının da sahip olduğunu söylemek mümkün.

Ancak yukarıda özetlenen beklentilerin hayata geçmesinin önünde hem öteden beri süregelen hem de yeni bir dizi engel bulunuyor. Bir kere Türkiye, KYG’nin ilk on yılında öne çıkan bir yatırım destinasyonu olamadı. Gerek hükümet gerek sermaye çevreleri Türkiye’nin jeopolitik öneminden, Asya-Avrupa arasında köprü olma niteliğinden dem vursa da gelişmeler bu tezleri doğrulamadı. Türkiye başta Yunanistan olmak üzere KYG’ye daha sonra katılmış ülkelerin gölgesinde kaldı. KYG çatısı altındaki Orta-Batı Asya Ekonomik Koridoru ile bir Türkiye inisiyatifi olan Orta Koridor uyumlulaştırma anlaşmaları gerçekleşmedi, Çin sermayesinin Orta Koridor güzergahına ilgisi minimum düzeyde kaldı. KYG kapsamında projelendirilmiş bağımsız yatırımlara ev sahipliği yapılamadı, Kumport örneğinde dikkati çeken faal tesislerin satın alınması ile yetinildi. Türkiye’nin dolaysız sermaye yatırımı çektiği ülkeler arasında ekonomik büyüklüğü ile kıyaslandığında oldukça geri sıralarda kalan Çin; daha çok küçük, hatta kısa sürede ülkeyi terk eden yatırımlara yöneldi. Başta Kanal İstanbul olmak üzere mega projelere finansal destek sunma konusunda isteksiz davranan Çin firmaları Türkiye’nin beklentilerini boşa çıkarırken, ilgi gösterdikleri rüzgar ve güneş enerjisi ihalelerinde ise hayal kırıklığına uğradı. İki ülke arasındaki iş yapma kültürü farklılıkları, Uygur sorunundan kaynaklanan güven sorunu, Türkiye’nin ekonomik istikrardan uzak görüntüsü nedeniyle Çin sermayesinin katkısı ICBC ve Bank of China aracılığıyla gerçekleşen küçük proje kredileri biçiminde olmuştur.

AKP iktidarının TOBB, MÜSİAD ve TÜSİAD tarafından da güçlü biçimde desteklenen lojistik “hub” olma, küresel tedarik zincirleri içindeki konumunu güçlendirme hedefine Çin katkısının önündeki kısıtların bir bölümü ise Çin’den kaynaklanıyor. Ülke eksik tüketim, yüksek borçluluk, yatırımcı güveni eksikliği ve demografik iniş kombinasyonu ile yüz yüze. İki haneli büyüme oranlarından önce yüzde 6-7 bandına, ardından yüzde 5 dolaylarına hızlı bir düşüş yaşayan Çin’in bu yazı sınırlarını aşan bir dizi nedenle KYG yatırımlarına bakışı değişiyor. ÇKP liderliği, KYG’yi “daha küçük, daha yeşil, daha dijital” yatırımları önceleyecek, jeopolitik rekabeti açıktan körüklemeyecek, kültürel tepkiyi azaltacak bir doğrultuda revize ediyor. Yüksek katma değerli üretim alanında iddiası olmayan, kapsamlı bir yeşil dönüşüm ve iklim değişikliği politikası ve farkındalığı geliştirmede pek hızlı davranmayan Türkiye’nin büyük altyapı projelerinin Çin sermayesi tarafından ilgi görmesi artık daha da güç gözüküyor. Otoriteryen iş birliğini öne çıkaranları yanlışlarcasına; ihalelerin babayiğitlere, finansman yükünün topluma kaldığı bir işleyişin finansörlüğünün Batılı/geleneksel müttefiklerimizce üstlenildiği örnekler çoğalacağa benziyor[3]

Kovid 19 pandemisi sırasında “Hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağına” dair bir dizi görüş ileri sürüldü. Devletlerin ekonomideki rolü büyüyecek, sağlık sisteminin metalaşması sorgulanacak, insanlığın genelini etkileyen tehditler karşısında kısa bir tepki gecikmesinin ardından uluslararası dayanışma güçlenecekti. Gelinen noktada küresel kapitalizmin hasar kontrolü sürecini tamamladığı, pandemi öncesi günlük ve sistemik rutinlere geri dönüşün gerçekleştiğini söylemek mümkün gözüküyor. Eskisi gibi kalmayacağa benzeyen belki de en önemli alan tedarik zincirleri. Pandemi sonrasında kırılan tedarik zincirlerinin yeniden tesis edilmesi çabaları kadar riski dağıtma, bağımlılığı azaltma, daha kısa tedarik zincirleri yaratma arayışları da gündemde. Bu arayışlar artan hegemonik geçiş, çok kutuplu uluslararası düzen tartışmaları ve jeopolitik gerginlikler tarafından besleniyor. Sınırların ortadan kalktığı bir dünya yerini her büyük gücün hatta her alt emperyal gücün kendi lojistik ve ulaştırma projesini ilan ettiği bir dünyaya bıraktı. Kimsenin karşılıklı bağımlılığı açıktan reddetmediği ama kendi alternatifini yaratmaya çalıştığı, “Herkesi birden seçmeye” dayalı akışkan bir devletlerarası konjonktür oluşmuş durumda.

Küreselleşmenin ortadan kalkmasa bile duraklama evresine girdiği bu dönemde yeni ulaştırma rotaları ve bağlanırlık girişimleri gündemi meşgul ediyor. Küresel ticarette ortaya çıkan tıkanıklıklar demir yollarını yeniden cazip hale getirdi. Bunun yanı sıra demir yolları günlük yaşamda ve iş yaşamında etkisi artan dijitalleşme sürecine belki de en uygun taşıma modu. Demir yolları, tonaj açısından deniz yollarına rakip olamayacak olsa da hız vadediyor. Güvenlik standartlarının geliştiği, trafik yönetiminin iyileştiği koşullar altında daha fazla yolcu ve yük taşınıyor ve karbon emisyonları azaltılabiliyor.

Türkiye’nin sermaye birikim modelinin ulaştırma yatırımlarına güçlü bir zaafı olduğu çok açık. Ulaştırma ve lojistik alanındaki yeni arayışlar ile Türkiye’nin öncelikleri örtüşmekte. İhale süreçleri, tamamlanma süreleri, finansman modelleri ve bu modellerin ülke hazinesine getirdiği yükümlülükler etrafında dönen tartışmalar sürse de kara yolları ağı birkaç önemli şehir dışında belirli düzeye gelmiş durumda. Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Ulaştırma Bakanı Adil Karaismailoğlu’nun son dönemlerdeki açıklamaları demir yolları yatırımlarına yoğunlaşıldığını gösteriyor. Hızlı tren hat uzunluğu 2 bin kilometrenin üzerine çıkarken, 3 bin 500 kilometre uzunluğunda hızlı tren hattı yapım çalışmaları devam ediyor. Yüksek hızlı ve hızlı demir yolu hatlarının inşası ve mevcut sistemin modernizasyonuna yatırım bütçesinin yarısı ayrılmış durumda[1]. On yıllardır sıcak tutulan Edirne-Kars hızlı demir yolu ile ülkenin baştan başa geçilmesi hedefi kamuoyunun malumu. Karadeniz kıyısını boydan boya aşacak, İç Anadolu’nun küçük illerinin bağlanırlığını güçlendirecek bir dizi proje 2053 gibi oldukça uzak bir yıla tarihlense de ulaştırma ana plan hedeflerine girmiş durumda. Demir yolu yatırımları sağ iktidarların pek duyarlı olmadığı bir konu olsa da mesele AKP iktidarının iş yapma biçimleri çerçevesinde ele alınınca daha anlaşılır hale geliyor. Yatırım bütçesi içinde demir yollarına ayrılan pay her ne kadar artmış olsa da projelerin hayata geçirilmesinde kamu özel iş birliği (KÖİ) tercihi ve dış finansman ihtiyacı hayati önemde. Demir yollarının özel sektörce işletilmesinin bir hedef olarak bakanlık düzeyinde dile getiriliyor olması rastlantı değil. Tıpkı ticaret ve sanayi odası başkanlarının, demir yolu yatırımı çekmek için rekabet eden OSB yönetimlerinin TCDD bölge müdürlerine ziyaretlerindeki artışın rastlantı olmadığı gibi.

Demir yolu yatırımları ve finansmanı söz konusu olunca son yıllarda akla Çin geliyor. Yaygın bir yüksek hızlı demir yolu ağını etkileyici bir çabuklukla tamamlayan Çin, deneyimini, tasarım ve teknik standartlarını dünyaya kabul ettirmeye başladı[2]. Çin, dünyanın en önemli kreditörü olarak öne çıkarken, Kuşak ve Yol Girişimi (KYG) kapsamındaki doğrudan yatırımları ile Küresel Güney’in “ideolojisiz önderi” olma yolunda. Türkiye’nin özellikle altyapı yatırımlarının finansmanı derdine Çin’in derman olabileceği beklentisi bulunuyor. Bu beklentiye madencilik, ulaştırma, inşaat gibi sektörlerde güçlü biçimde kök salan, iktidar ile simbiyotik ilişkiler içerisinde bulunan, maliyetli ve riskli dev projelerin yüklenicisi sermaye fraksiyonlarının da sahip olduğunu söylemek mümkün.

Ancak yukarıda özetlenen beklentilerin hayata geçmesinin önünde hem öteden beri süregelen hem de yeni bir dizi engel bulunuyor. Bir kere Türkiye, KYG’nin ilk on yılında öne çıkan bir yatırım destinasyonu olamadı. Gerek hükümet gerek sermaye çevreleri Türkiye’nin jeopolitik öneminden, Asya-Avrupa arasında köprü olma niteliğinden dem vursa da gelişmeler bu tezleri doğrulamadı. Türkiye başta Yunanistan olmak üzere KYG’ye daha sonra katılmış ülkelerin gölgesinde kaldı. KYG çatısı altındaki Orta-Batı Asya Ekonomik Koridoru ile bir Türkiye inisiyatifi olan Orta Koridor uyumlulaştırma anlaşmaları gerçekleşmedi, Çin sermayesinin Orta Koridor güzergahına ilgisi minimum düzeyde kaldı. KYG kapsamında projelendirilmiş bağımsız yatırımlara ev sahipliği yapılamadı, Kumport örneğinde dikkati çeken faal tesislerin satın alınması ile yetinildi. Türkiye’nin dolaysız sermaye yatırımı çektiği ülkeler arasında ekonomik büyüklüğü ile kıyaslandığında oldukça geri sıralarda kalan Çin; daha çok küçük, hatta kısa sürede ülkeyi terk eden yatırımlara yöneldi. Başta Kanal İstanbul olmak üzere mega projelere finansal destek sunma konusunda isteksiz davranan Çin firmaları Türkiye’nin beklentilerini boşa çıkarırken, ilgi gösterdikleri rüzgar ve güneş enerjisi ihalelerinde ise hayal kırıklığına uğradı. İki ülke arasındaki iş yapma kültürü farklılıkları, Uygur sorunundan kaynaklanan güven sorunu, Türkiye’nin ekonomik istikrardan uzak görüntüsü nedeniyle Çin sermayesinin katkısı ICBC ve Bank of China aracılığıyla gerçekleşen küçük proje kredileri biçiminde olmuştur.

AKP iktidarının TOBB, MÜSİAD ve TÜSİAD tarafından da güçlü biçimde desteklenen lojistik “hub” olma, küresel tedarik zincirleri içindeki konumunu güçlendirme hedefine Çin katkısının önündeki kısıtların bir bölümü ise Çin’den kaynaklanıyor. Ülke eksik tüketim, yüksek borçluluk, yatırımcı güveni eksikliği ve demografik iniş kombinasyonu ile yüz yüze. İki haneli büyüme oranlarından önce yüzde 6-7 bandına, ardından yüzde 5 dolaylarına hızlı bir düşüş yaşayan Çin’in bu yazı sınırlarını aşan bir dizi nedenle KYG yatırımlarına bakışı değişiyor. ÇKP liderliği, KYG’yi “daha küçük, daha yeşil, daha dijital” yatırımları önceleyecek, jeopolitik rekabeti açıktan körüklemeyecek, kültürel tepkiyi azaltacak bir doğrultuda revize ediyor. Yüksek katma değerli üretim alanında iddiası olmayan, kapsamlı bir yeşil dönüşüm ve iklim değişikliği politikası ve farkındalığı geliştirmede pek hızlı davranmayan Türkiye’nin büyük altyapı projelerinin Çin sermayesi tarafından ilgi görmesi artık daha da güç gözüküyor. Otoriteryen iş birliğini öne çıkaranları yanlışlarcasına; ihalelerin babayiğitlere, finansman yükünün topluma kaldığı bir işleyişin finansörlüğünün Batılı/geleneksel müttefiklerimizce üstlenildiği örnekler çoğalacağa benziyor[3].

[1] Bayram,A. Manisa OSB Lojistik Merkez Manisa OSB Manisa OSB Lojistik Merkezi'nden 11 bin 501'inci yük treni törenle uğurlandı, AA, 27.05.2022

[2] Wangshu,L. Chinese rail design standards win intl approval, China Daily, 19.07.2022

[3] Özgür, B., AKP’nin demir ağları: İmtiyaz İngiliz’e, Propaganda Türk’e, Gazete Duvar, 12.01.2024

                                                         /././

Tren türküleri mi, rant öyküleri mi? (Yücel Demirer)

Türkiye’nin dört bir yanındaki demir yolu ve lokomotif müzeleri, hatırasını canlı tutmak için kurulduğu ulaşım tarihine ilişkin bilgi sunuyor. Bu müzeler, her ne kadar trenin zirvede olduğu dönemin ileri teknolojisini, coşkusunu ve atılım enerjisini ifade etme hevesiyle kurulmuş olsalar da, önüne geçilemeyen bir gündem dışılık ve modası geçmişlik hissi uyandırmaktan kurtulamıyor.

Tren müzelerinden doğan izlenim aslında rastlantı değil.

Cumhuriyetin kuruluş dönemi kalkınma politikalarının uygulanma sürecinde ulaştırma alanında demir yolu öncelikli tercih oluyor. Yabancıların elindeki demir yolu şirketleri devletleştirilirken bir yandan da binlerce kilometre uzunluğunda demir yolu hattı inşa ediliyor. Demir yolları, iktisadi kalkınma, toplumsal gelişme ve savunmanın temel unsurlarından birisi olarak kabul ediliyor. Dönemin pul resimlerinde, 1926-1930 arasında her yıl demir yolu konulu pulların çıkarılmış olması bunun kanıtı.

İkinci Dünya Savaşı sonrasına kadar devam eden bu süreç, savaş sonrasında iktidarın Amerika Birleşik Devletleri’ne yakınlaşmasına paralel olarak hızla yavaşlıyor. Türkiye’de 1930-1940 döneminde uygulanan devletçi politikaların yerini liberal ekonomik düzene bırakmasıyla ulaştırma sektöründe kara yolu ön plana çıkarılıyor. Tarihçi Zafer Toprak’ın 2007 yılında kaleme aldığı “Cumhuriyet, Demiryolu ve Laiklik: Bir Modernite Metaforu” başlıklı makaleden öğrendiğimize göre, çok partili dönemde kara yolunun modernitenin temsilciliğini üstlenmesi ve devletçilik ile demir yollarının özdeşleştirilmesi, demir yollarının geride kalmasının asıl nedeni oluyor. 1950-1960 arasında ülkenin kara yolu ağına 15 bin kilometre civarında yol eklenirken, inşa edilen demir yolu hattı birkaç yüz kilometre ile sınırlı kalıyor.

1960’lı yıllarda geçilen planlı dönemde, ulaştırma sistemleri arasında toplumsal ve ekonomik gelişmenin gerektirdiği koordinasyonun sağlanması hedeflense de plan öncesi dönemin kara yolu öncelikli uygulamaları sürdürülüyor. Araç sayısı arttıkça kara yolu yapımına hız veriliyor, yanlış bir başka yanlışı doğuruyor.

Bu dönüşüm, ekonomik tercihleri kökünden sarstığı gibi toplumsal ve siyasal alanda da önemli değişikliklerin önünü açıyor. Kapitalist merkezlere bağımlılık düzeyini artırıyor. Kara yolu yapımı seçim kampanyalarının en önemli maddesi haline gelirken, demir yolu projeleri “Sovyetik” ilan edilerek karalanıyor.

Adalet ve Kalkınma Partisi iktidara gelişinden itibaren kara yolu ağırlıklı sağ mirası memnuniyetle devralıyor. Kudret Emiroğlu’nun 2021 tarihini taşıyan “Demiryolunun Anlamı ve Araştırılması” başlıklı makalesinde belirttiğine göre, 2000-2017 yılları arasında yeni hatlar inşa edilmesine rağmen, bu yıllar arasında demir yolu yolcu taşıma oranı yüzde 2.2’den yüzde 1’e, yük taşıma oranı yüzde 5.3’ten yüzde 4.3’e düşüyor. Bu dönemde “demir ağlarla ördük anayurdu dört baştan” tercihine karşı geliştirilen kara yolu önceliği koyulaştırılıyor. ‘Duble yol’larla çizilen bir rant haritası baskın hale geliyor.

                                                    ***

Son dönemde bu yaklaşımdan hızlı bir geriye dönüş yaşandığı, iktidar söyleminde demir yollarına ilişkin daha farklı bir politikanın sergilendiği gözleniyor. Bu alanda çizilen “Türkiye Yüzyılı” rotasına göre demir yolu yatırımlarına hız verileceği söyleniyor. Önümüzdeki beş yılda 3 bin kilometreyi aşan yeni hattın inşası ve 2028 yılı itibarıyla demir yolu ağının 17 bin kilometreye ulaştırılması planlanıyor. Ancak görünen o ki planlanan yeni hatlar, sağlayacağı milyonlarca tonluk yük taşıma kapasitesi artışı ile sadece şehirleri birbirine bağlamakla kalmayacak, bölgeleri ve limanları da bağlayarak müthiş bir ekonomik ve toplumsal dönüşümün ve kaynak aktarımının da kapısını açacak.

Adalet ve Kalkınma Partisinin 2017 yılında hedef yılı 2035 olan ‘ulaştırma ana planı’ hazırladığını biliyoruz. Bu plan daha sonra lojistik sektörü de süreç kapsamına alınarak revize edilmişti. 2022 yılında kamuoyuna sunulan ve hedef yılı 2053 yılı olan yeni planın temel öncelikleri şu şekilde sıralanıyor: “Havalimanları, deniz limanları, demiryolu, metro ve otobüs terminalleri birbirine bağlanmalı ve çok modlu bağlantı platformları oluşturulmalıdır. Ülkemizde lojistik alanında farklı kamu otoritelerince yönetilen farklı görevlerin ve tüm lojistik hizmetlerin düzenleme, denetim ve geliştirme çalışmalarının tek noktadan yönetimi sağlanarak, kurumlar arası planlama, izleme ve raporlama gerçekleştirilmelidir.

Düne kadar kara yolunu öne çıkaran iktidar aklının, bugün özellikle demir yolu alanında ciddi bir yapısal dönüşüm anlamı taşıyan planları hazırlaması ve kriz koşullarında gündeme getirmesi akıllara soru işaretleri getiriyor. Küresel ticaret koridorlarının Türkiye üzerinden birleştirilmesi hedefine dayandığını düşündürten söz konusu planların, Erdoğan rejiminin otoriter siyaseti ve klientalist (kayırmacı) ekonomi politikaları akıldan çıkarılmadan dikkatle incelenmesi gerekiyor. Eşiğinde olduğumuz büyük rant pastası dağıtım sürecinde, benzeri süreçlerde biriktirilen muhalif deneyimden organize bir biçimde yararlanılması büyük önem taşıyor.

Demir yolu inşa sürecinin, hattın geçtiği yerlerdeki ekonomik, sosyal ve kültürel ilişkileri dönüştürdüğü, şekillendirdiği biliniyor. Dolayısıyla karar vericiye büyük bir iktidar alanı açan planların uygulanma sürecinin boş bırakılmadan izlenmesi görevi bir zorunluluk haline geliyor.

Demir yollarının çok katmanlı işlevi yalnızca ekonomik alanı ilgilendiren bir sorun değil. Christopher Harvie, “The Politics of German Railway Design - Alman Demiryolu Tasarımının Siyaseti” başlıklı makalesinde, sonradan Bismarck’ın ulusal birlik savaşlarında genelkurmay başkanı olacak Helmut von Moltke’nin, 1843 gibi erken bir tarihte demir yolunun askeri harekatlardaki önemini kavradığını hatırlatıyor. 1860’ların başlarından 1914’e kadar savaş planlarının demir yolu tarifelerine göre hazırlandığının altını çiziyor. Bu doğrultuda tren istasyonlarının yolcuya hizmet vermenin ötesinde, ordunun tedarik, tahliye ve düzenlemelerine uygun olarak inşa edildiğini belirtiyor.

Demir yolu ağının genişlemesi sonrasında merkez ve yerel aktörler arasında oluşan eşitsizliğin artacağını, her türden hareketlilik üzerinde merkezin denetiminin maksimum düzeye çıkacağını tahmin etmek zor değil. Demir yolunun eşitlikçi olduğu şeklindeki ön yargının aksine, mekanın kontrolü açısından işçi sınıfı karşısında sermaye sahibine sunduğu avantaja ve demir yolu sayesinde sermayenin elde ettiği toplumsal denetim gücüne karşı dikkati elden bırakmamak gerekiyor.

                                                     ***

Gerek yük gerekse yolcu taşımacılığında açık ara önde olan kara yolu ulaşımının demir ve deniz yolu ile dengelenmesi hem daha adaletli bir ekonomik yapı hem de doğaya verilen zararın en aza indirilmesi açısından büyük önem taşıyor. Ancak kara yoluna mahkum olmaktan kurtulayım derken yeni bir rant girdabına girilmemesi konusunda dikkatli olmak şart. 2000’li yıllardan itibaren neoliberal politikalar ekseninde birçok ülkede gözlenen demir yolu özelleştirmelerinin de kader olmadığı unutulmamalı.

Demir yollarının 150. yılı için hazırlanmış ve 18 türküden oluşan ‘Tren Türküleri’ albümü, trene bitişik sevdalar, hasretlikler, gurbet acısı ve ölümle dolu. Halkımızın sevinç ve kederini dinleyenin odasına dolduruyor, ‘kara tren’ zamanının ruhunu yansıtıyor. Yıllar sonra bir gün, ‘İçinden hızlı tren geçen şarkılar-türküler albümü’ dinlemek yerine, tren hatları üzerinden yapılan talanın öyküsünü okumak istemiyorsak davranmak gerekiyor.

                                                          /././

İstanbul’dan Bağdat’a demir yolu imtiyazları (Zeliş IRMAK)

"Osmanlı’da köylüler, Alman sermayesinin birikim yükünü, demir yolu yatırımları ile oluşan artı-değerin faiz ödemesini yaparak sırtlanmışlardı."

Rosa Luxemburg’un “Kapitalist iktisatta modern iletişim araçları -demir yolu, posta, telgraf- birincil rol oynamaktadırlar” tezi hem ekonomide hem de siyasette demir yolunun kaçınılmaz önemini hatırlatıyor. 1830’larda İngiltere’de başlayan demir yolu serüveni kısa bir sürede, Avrupa’nın birçok ülkesine yayılmış ve neredeyse 19. yüzyılın ortalarında hakim ulaşım aracı olmuştur.

Dünyada gelişen demir yolları Osmanlı’da henüz gündem değildi. Osmanlı’da demir yolu inşası, emperyalist ülkelerin yeni sömürü alanları arayışıyla baş göstermişti. İngiltere bunun ilk örneği: Hindistan’a ulaşabilmek için Osmanlı topraklarından demir yolu geçmeliydi. Osmanlı İmparatorluğu’nda demir yolu serüveni İngilizlerin Bağdat-Basra üzerinden Hindistan ve Asya’daki sömürgelerine uzanan yolu güvencede tutma çabalarıyla başlamıştı.

Osmanlı’da ilk demir yolu yapımına 1856’da başlandı. Köstence-Çernovodo hattı ve İzmir-Aydın hattı 1860’da tamamlanarak işletmeye açıldı. Demir yolları II. Abdülhamit döneminde yaygınlaştı. 1800’lerin son on yılında yapılması için izin verilen demir yolu hattının uzunluğu 5 bin km’den fazla.

Demir yolu için ülke topraklarını emperyalistlere açmakta beis görmeyen II. Abdülhamid hatıralarında şunu anlatıyor: “Bütün kuvvetimle Anadolu demir yollarının inşasına hız verdim. Bu yolun gayesi Mezopotamya ve Bağdat’ı, Anadolu’ya bağlamak; Basra Körfezi’ne kadar ulaşmaktır. Alman yardımı sayesinde bu başarılmıştır. Eskiden tarlalarda çürüyen hububat, şimdi iyi sürüm bulmaktadır, madenlerimiz dünya piyasasına arz edilmektedir. Anadolu için iyi bir istikbal hazırlanmıştır. Her ne kadar büyük devletler itiraf etmek istemiyorlarsa da demir yollarının ehemmiyeti yalnızca iktisadi değil, aynı zamanda siyasîdir.”

Osmanlı’da demir yolu imtiyazı İngiliz, Fransız ve Almanlara verildi. Fransa; Yunanistan, Batı ve Güney Anadolu ile Suriye’de, İngiltere; Romanya, Batı Anadolu, Irak ve Basra Körfezi’nde, Almanya; Trakya, İç Anadolu ve Mezopotamya’da sömürgeler oluşturdu. Kilometre başına kâr güvencesi, demir yolunun 20 kilometre çevresindeki maden ocaklarının işletilmesi gibi imtiyazlar da alan yabancı şirketler demir yolu inşaatlarını yaygınlaştırdı.

Luxemburg özellikle Alman sermayesinin Anadolu egemenliğini “Osmanlı coğrafyasını Alman sermayesinin nüfuz alanı haline getirmiş, ekonomide üretilen artığa Alman sermayesi Osmanlı Devleti ile birlikte ortak olmuştur. Osmanlı’da köylüler, Alman sermayesinin birikim yükünü, demir yolu yatırımları ile oluşan artı-değerin faiz ödemesini yaparak sırtlanmışlardı” diyerek ifade ediyordu.

Osmanlı’da imtiyazlarla yabancı sermayeye verilen demir yolları Kurtuluş Savaşı’nın ardından devletleştirme projesi olarak ele alındı. 1932 yılında 1. beş yıllık sanayi planında ve özellikle 1936 yılında hazırlanan 2. beş yıllık sanayileşme planında Türkiye yolcu ulaşımı sorununu çözmek ve temel sanayi girdilerinin yüklerini taşımak amacıyla bilinçli bir demir yolu politikası izledi. Böylece cumhuriyetin ilk dönemlerinde demir yolları yapımı hızla gerçekleştirildi. 1950’den sonra ise demir yolu inşası neredeyse durdu.

TARİHSEL AKIŞ

1850 - Bugünkü sınırlar içinde 130 kilometrelik ilk demir yolu hattı İzmir-Aydın arasında İngiliz şirketi tarafından kuruldu.

1851 - 1851-1856 yılları arasında Kahire-İskenderiye arasında demir yolu inşası yapıldı.

1863 - İngiliz şirketi, İzmir-Basmane-Kasaba (Turgutlu) demir yolu hattı inşasına başladı. Hat 1866’da hizmete girdi.

1871 -  İstanbul-Ankara demir yolu hattı için ferman çıkarıldı; hattın Haydarpaşa-İzmit kısmı 1873’te hizmete girdi.

1888 -  Yeni ferman çıkarılarak İstanbul-Ankara demir yolu hattının tamamlanmayan kısmı için Alman şirketine imtiyaz verildi.

1893 - Eskişehir-Konya demir yolu hattının inşasına başlandı; hat 1896’da hizmete girdi.

1896 - Almanya’ya tanınan yapım ve işletme imtiyazı ile İstanbul’un Avrupa ile demir yolu bağlantısı sağlandı.

1903 – Fransız şirkete tanınan imtiyaz ile Bağdat Demir Yolu olarak adlandırılan demir yolu hattının Konya-Bağdat kısmının inşasına başlandı. Araya giren dünya savaşı nedeniyle hat 1940’lı yıllarda tamamlanabildi.

1914 - Haliç-Karadeniz demir yolu hattı kuruldu. Hat İstanbul’da faaliyet gösteren Silahtarağa Elektrik Santraliyle şehrin kuzeyindeki linyit ocakları arasındaki bağı sağlıyordu.

İLK LOKOMOTİF FABRİKASI

Anadolu’da ilk lokomotif fabrikası ise 1894’te Almanlar tarafından Bağdat Demir Yolu’nun Anadolu’dan geçen hattındaki buharlı lokomotif ve vagon ihtiyacını karşılamak üzere Anadolu - Osmanlı Kumpanyası adı ile kuruldu. Lokomotif kazanları tamir için Almanya’ya gönderilse de diğer parçalar ithal edilerek bu atölyede tamir ediliyordu.

Kurtuluş Savaşı sırasında İngilizler tarafından işgal edilen fabrika; 3 Mart 2020’de Cumhurbaşkanı kararıyla kurulan Türkiye Raylı Sistem Araçları Sanayii Anonim Şirketi (TÜRASAŞ) bünyesine, TCDD’nin diğer şirketleri TÜDEMSAŞ ve TÜVASAŞ’la beraber dahil edilerek tasfiye edildi.

Yararlanılan kaynaklar:

19. Yüzyıl Osmanlı Ekonomisinde Devlet-Sermaye İlişkileri: Yabancı Demiryolları Örneği

Ulaşımda demiryolu gerçeği

                                                      /././

Sömürge demir yolları hakkındaki gerçek: İngiliz altyapısı Hint halkına gerçekten fayda sağladı mı? (Anand JC)

Sömürge demir yolları, İngilizler tarafından Hintlilere bahşedilen bir nimet olmaktan çok uzak, bizzat İngilizlerin sistematik yağma ve sömürüsünün göze çarpan bir örneğidir.

Biz (İngilizler) Hindistan’da yalnızca iç barışı, can ve mal güvenliğini sağlamakla kalmadık, aynı zamanda Hindistan’ın en belirgin niteliğini de derinden değiştirdik…”

Bu sözler, 2 Aralık 1911’de haftalık İngiliz gazetesi The Sphere’in, Hindistan’a demir yollarını, sulama sistemini ve İngilizce dilini ‘hediye ettiği’ için The Crown’u gösterişli bir şekilde övdüğü sırada söylediği sözlerdi. O zamandan bu yana geçen onlarca yıl geçti. İngilizlerin Hintlilere fayda sağlayan demir yolları inşa ettiği görüşü tamamen çöpe atıldı. Amaç şimdi çok net görüldü: İngilizler, kendi ihtiyaçlarını karşılamak için Hindistan’ın kaynaklarını kendilerine aktardı ve demir yolları burada temel işlev gördü.

ÇIKARCI ALTYAPI

Eski Hindistan Genel Valisi Lord Hardinge, 1843’te Hindistan’da demir yolları inşa etmenin “ülkenin ticaretine, hükümetine ve askeri kontrolüne” faydalı olacağını söylemişti. Manchester ve Glasgow Ticaret Odaları ile Kalküta ve Bombay’daki Avrupa Ticaret Odaları, İngilizlerin neden Hindistan’da demir yolları inşa ettiğinin altını şöyle çizmişti: Ham madde kullanımını daha verimli hale getirmek için!İngiliz sermayesi Hindistan demir yollarını ilk kez 1840’larda inşa etti ve onları başlangıçta tamamen, daha sonra kısmen kontrol etti. 1947’de Hindistan hükümeti demir yollarını kontrol altına aldı. İngiliz sermayesinin amacı basitti: Hindistan’dan tarımsal ham madde ithal etmek ve ucuza üretilen ürünleri Avrupa’dan Hindistan’a ihraç etmek. Ancak Britanyalı patronlar, derinlemesine ayrımcılığın yaşandığı “geri kalmış” bir ülkede sağlam bir demir yolu ağı kurmak için The Crown tarafından yönetilen Hindistan eyaletinden ‘kapitülasyonlar’ aradılar ve bu kapitülasyonlar Hintli vergi mükellefleri -yani halk- tarafından finanse edildi.

Yaygın olarak eleştirilen bu ‘kapitülasyonlar’ kapsamında, özel şirketlere, kâr veya zarara bakılmaksızın Hindistan’daki vergi mükellefleri tarafından ödenecek bir gelir sözü veriliyordu.

Hindistan’daki ticaretten en çok Avrupalılar ve Avrupa ülkeleri kazançlı çıkarken, zararın yükünü tamamen Hintliler üstlenmek zorunda kaldı. Ekonomistler Dan Bogart ve Latika Chaudhary, sömürge demir yolları üzerine yaptıkları araştırmada, demir yolu hatlarının inşası nedeniyle ağır borç yükü altına gömülen Kraliyet’in 1880’den itibaren daha fazla kontrol sahibi olduğunu ve kamu-özel mülkiyetinin önünü açtığını ortaya koydu. Dahası, Hindistan demir yollarıyla bağlantılı sözleşmeler yalnızca İngiliz şirketlerine verildi. Hint sermayesi bu pazardan mahrum bırakıldı.

SÖMÜRGE TİCARETİ, BAHARATA DEZAVANTAJ

Demir yolu ağının ortaya çıkışı Hindistan’ı küresel pazara açtı ve tahıl, yağlı tohumlar, bakliyat, pamuk, çay ve jüt gibi emtialar da dahil olmak üzere ham madde ve gıda maddelerinin ihracatında artışa yol açtı. Bununla birlikte, yüzyıllardır yerli sanatlar ve zanaatlardaki uzmanlıklarıyla ünlü olan Hindistan’ın zanaatkarları, ucuz üretilmiş malların akın etmesiyle yavaş yavaş ortadan kayboldu.Tekstil sektörüyle tanınan Hindistan, 1750’de dünya sanayi üretiminin yaklaşık yüzde 25’ini üretti ve bu oran 1900’de yüzde 2’ye düştü. Rai Saheb Chandrika Prasada Tiwari, 1921’de yazdığı ‘Hindistan Demiryolları: Tarihi, Ekonomik ve İdari Yönleri’ adlı kitabında anlattı: İngilizler, Hintlileri modern sanayi ve ticaret için eğitmenin bir görev olduğunu düşünmüyordu. Ama aynı zamanda ülke halkı da gafil avlanmıştı. Milyonlarca kişi yoksulluğa mahkum edildi. 

Demir yollarının desteğiyle tarımsal ürün ihracatının artması sonucunda en azından çiftçilerin kazançlı çıkacağı düşünülüyordu. Ancak gerçek farklıydı. Tarihçiler, ihracat ticaretinden elde edilen kârın çoğunun, çoğu Hintli olmayan tüccarlara gitmesi nedeniyle Hintli çiftçilerin kendi ürünlerini daha yüksek bir fiyatlarla satın aldıklarını belirtiyor.

HİNDİSTAN İÇİN ÖNEMLİ AMA HİNTLİLER İÇİN DEĞİL

Raj yönetimi altında Hindistan’ın lojistik manzarasının, yüksek ulaşım maliyetlerine sahip birçok parçalı pazardan, demir yolları ile birbirine ve dünyaya bağlanan yerel merkezlere sahip bir yapıya dönüştüğü tartışmasızdır. Tarihçiler, 1919’da Hindistan demir yolu gelirlerinin milli gelirin yüzde 3.2’sini temsil ettiğini ve bu rakamın 1939’da kademeli olarak yüzde 4.9’a yükseldiğini belirtiyor.

Üstelik daha yüksek fiyatlar, ortalama Hintli köylünün demir yolu yolculuğunun avantajlarından yararlanamayacağı anlamına geliyordu. Uzmanlar, yüksek tarifelerin demir yolu ücretleri ile halkın ekonomik koşulları arasında bir farklılık olduğunu gösterdiğini söylüyor. Hindistan gibi kitlelerin yoksul, finansman marjının dar olduğu bir ülkede fiyatların daha da düşürülmesi gerekiyordu.Teorik olarak demir yolları gibi devrim niteliğinde bir ulaşım seçeneği ideal olarak halkın yaşam standardını iyileştirmelidir. Ancak Avrupa’nın öncelikleri Hintlilerin meyvelerini alamamaları anlamına geliyordu. Dan Bogart, Latika Chaudhary ve Alfonso Herranz-Loncán, ‘demir yolu çağının’ zirvesinde Hindistan’ın diğer ekonomilerin gerisinde kaldığına dikkat çekti. Sömürgeci güçler tarafından yönetilmeyen Meksika, Brezilya ve Uruguay gibi Latin Amerika ülkeleri, 1870 ile 1910 yılları arasında kişi başına ortalama gelirlerinde yüzde 110 artış görürken, Hindistan’ınki sadece yüzde 31 arttı.

GERÇEK ORTAYA ÇIKTI

Birleşik Krallık’ta 2019 yılında yapılan bir YouGov anketinde, yanıt verenlerin yaklaşık yüzde 32’si Britanya İmparatorluğu ile gurur duymaları gerektiğini düşünüyordu ve benzer sayıda yanıt veren, sömürgeleştirilmiş ülkelerin İngilizler tarafından daha iyi durumda bırakıldığını düşünüyordu.The Sphere, 1911 tarihli makalesinde şöyle yazıyordu: “John Stuart Mill’in Hindistan’daki yönetimimize ilişkin anlayışına yalnızca niyeti en saf olanlardan biri değil, aynı zamanda insanlık arasında şimdiye kadar bilinen en hayırsever eylemlerden biri olarak sadakatle bağlı kaldık.”

Ancak sömürge demir yolları, İngilizler tarafından Hintlilere bahşedilen bir nimet olmaktan çok uzak, bizzat İngilizlerin sistematik yağma ve sömürüsünün göze çarpan bir örneğidir. Bu aynı zamanda, İngilizler olmasaydı Hindistan’ın demir yolları gibi modern altyapıya bu kadar erken sahip olamayacağı yönündeki saf inancı da yalanlıyor.

HİNTLİLER LOKOMOTİF TASARLAYAMIYOR MUYDU?

Bengal’deki Jamalpur’da ve Rajputana’daki Ajmer’deki demir yolu atölyeleri, trenlerin bakımını yapmak için 1862’de kuruldu. Kongre Lideri Shashi Tharoor’un ‘Soysuz İmparatorluk’ adlı kitabında, Hintli tamircilerin 1878’de kendi lokomotiflerini tasarlamaya ve inşa etmeye başlayacak kadar ustalaşması İngilizleri şaşırttı.

Hindistan lokomotifleri İngiliz yapımı lokomotifler kadar iyi ve onlardan çok daha ucuz olduğundan, başarıları İngilizleri giderek daha fazla alarma geçirdi. Bu nedenle 1912’de İngilizler, Hint atölyelerinin lokomotiflerini açıkça imkansız hale getiren bir parlamento yasasını kabul etti. Lokomotif tasarlama ve üretme 1854 ile 1947 yılları arasında Hindistan, İngiltere’den yaklaşık 14 bin 400, Kanada, ABD ve Almanya’dan ise 3 bin lokomotif ithal etti, ancak 1912’den sonra Hindistan’da hiç lokomotif üretmedi. Tharoor, “Hindistan Demiryolları’nın Hindistan’da yeniden bir lokomotif fabrikası kurma konusunda İngilizlere rehberlik etmek zorunda kalması Hindistan’a tamamen kaybettirdi” diye yazıyor. Temel olarak konuşursak, nihai sonucu ne olursa olsun, toplumun belirli kesimlerinin bir ekonomi politikasından belirli bir dereceye kadar faydalanması kaçınılmazdır. Ancak bu tek başına resmin tamamını boyamayabilir. Britanya Hindistanı’nın savunucuları, genel gerçekliği çürütmek için argümanlarını bu tür faydalara dayandırıyorlar.(Umut Genç-India Times/Çeviri)

(EVRENSEL)





25 Şubat 2024 Pazar

Cumhuriyet KÖŞEBAŞI - 25 ŞUBAT 2024 -

 

Daha neler olacak? (Ali Sirmen)

Sevgili,

Tok açın halinden anlamazmış. Sağlıklı da sağlıksızın halinden anlamıyor. Hasta adam, harikalar atfettiği ilaçlarına bağımlı. Sanki onlar kesilse bugünden yarına ölecek veya yatak döşek serilecek gibi görüyor kendini. Tuhaf bir ruh hali. Kaç kez hasta dostlarıma nasılsın dediğimde, dostlarımın “Bu hazır oldukça şimdilik iyiyim” der gibi ilaçlara doğru kaçamak bir bakış fırlattıklarını gördüğümü hatırlıyorum. Neyse ben de bir süredir öyleyim. İlaçlara bağımlı bir yaşam.

İlaç tedarikinde herhangi bir aksaklık oldu mu hemen bir telaş: “Acaba bizim temel ilaç bulunabilecek mi?”

Dövizin değerinin durmadan yükselmesi ya da daha doğrusu Türk Lirası’ndaki baş döndürücü düşüş ilaç tedarikini güçleştiriyor. Çoğu dışarıdan gelen ilaçların döviz olarak karşılığı ödenmediğinden ithal ilaç getirtilemiyor. Bu durumda devlet ilaç ithalatına özgü döviz kurunu saptıyor, akış sağlanıyor.

                                                    ***

Tabii ülkemizde her konu cumhurbaşkanının kararına bağlı olduğundan bu işi cumhurbaşkanı yapıyor. Resmi Gazete’de yayımlanan son Cumhurbaşkanlığı kararnamesinde ilaç fiyatlandırılmasında kullanılacak sabit Avro kurunun bu yılın bütçesinde artırılamayacağı belirtildi. İlaç fiyatlarının her yıl şubatın ikinci haftasında güncellendiğinin altını çizen Türk Eczacıları Birliği Merkez Heyeti Üyesi Taner Ercanlı, “Geçen yılın aralık ayında tekrar bir kur düzenlemesi olmuştu. İlaç sanayisine döviz kuru dünyadaki ilaç girdi madde fiyatlarının üretim ve işçi maliyetlerindeki artışlara paralel olarak şiddetli bir artış yansıtmıştı. Birçok ilacın bu nedenle Türkiye’ye alımları durduruldu” diyor ve ekliyor: “Türkiye’de otuz bin eczacımız 7 gün 24 saat ilaç hizmeti veriyor. İlaca erişim aksamaktadır. Önümüzdeki günlerde durum daha da ağırlaşacak. Bu duruma bir çare bulmak lazım.”

Bu uyarıyla çokça karşılaşıyoruz. Hasta ya da sağlıklı herkes gelecekte düzenli şekilde ilaca ulaşıp ulaşamayacağını merak ediyor. 

Hastalar bir yana sağlıklılar da ekmek kuyruklarında bile yeni güçlüklerle karşılaşabilirler. 10-11 yaşındaki küçücük kızların elinden ekmek paralarının herkesin gözü önünde zorla çekilip alınması kuyruklarda yeni olayların habercisidir. 

Türk Lirası’nın düşüşü durmuyor. Fiyatlar bu durumda bir türlü istikrara kavuşmuyor. Şimdilik olay fiyatlarda görünüyor. Ama bir de bir adım daha ileri giderse...

                                                   ***

Bu sağlık sisteminin AKP’ce “sağlıkta devrim” diye sunulduğunu ve bütün dünyadan övgüler aldığının söylendiğini dün gibi hatırlıyoruz. Sağlık sisteminin büyük bir çöküşe gittiği hep söylenmiş, şehir hastaneleri fiyaskosunun da akılları başlarına getirmediği görülmüştür. AKP enflasyonu kontrol edemiyor, sağlık sistemini çalıştıramıyor. Her alanda kendini gösteren bu iflas böyle sürdükçe AKP sandığa nasıl gidecek? Bu halktan nasıl oy isteyecek? Şimdilik bindirilmiş yığma kitlelerin yaratacağı baskı ve teröre bel bağlamış görünüyor. Tarikat, cemaat oluşumlarını gençleri kullanarak ileri sürmeye çalışıyor. Bu çok tehlikeli bir politikadır. Herhangi bir alanda herhangi bir kıvılcım şiddetle ateş alabilir. Onun için gerginliği daha fazla derinleştirmemekte yarar var. 

O da güç. Şu İstanbul Büyükşehir Belediye başkan adayı Kurum’un düştüğü hallere bakın! Geçmişi peşini bırakmıyor ki!... Mecburen sürekli somurtuyor ve hamasi nutuklar atıyor. Hastane, eczane, ekmek kuyruklarında durum ağırlaşırken AKP’nin kışkırtıcı politikaları da popülizm dozunu çoğaltıyor. Bunlar enflasyonu denetlemeye yaramayacaktır. Seçimlerden sonra durum daha da vahimleşecektir. Bu durumda sokakta ve kuyruklarda kontrol edilemez sıçramalara yol açması muhtemel kışkırtmalardan kaçınmak ilk yapılacak şeydir. 

Görülüyor ki toplumun ortak değerlerine saldırı sonuç vermiyor. Osmanlı’yı kullanarak yapılmak istenen kışkırtma bizzat Osmanlı ailesinin tepkisini çekmiştir. Kimsenin desteğini alması da beklenemez.

                                                   /././

Hayal kurmak da mı yasak! (Işıl Özgentürk)

Sevgili okurlarım kitaplarımı karıştırırken Rus şair Mayakovski’nin şiir kitabına rastladım. Ve birden onun 1917 Devrimi sırasında devrim karşıtlarını bastırmak için yola çıkmış yüzlerce genç insanın olduğu bir trende şiir okurken çekilmiş fotoğrafı aklıma düştü. Sonra Sovyet Devrimi günlerine gittim ve kendime hayal kurmak için izin verdim. Şöyle ülkemizde öyle bir rüzgâr esmiş ki muhalefet partileri istediğimiz muhalefet partileri oluvermiş. Geyik derisi koltuklarını bırakıp Meclis’i cümleten terk edip sokaklara çıkmışlar. Milletvekilleri, ilçe başkanları, belediye başkan adayları sokaktaki insanlarla birlikte yürüyor ve hiç durmadan sorun dinleyip çözüm üretiyorlar. 

Örneğin şimdiye dek hiçbir partiye oy vermemiş binlerce genç insan onları dinliyor. Yeni istihdam alanları üstüne konuşuyorlar. Tarım alanlarındaki işsiz gençler tarım arazilerinin nasıl değerlendirileceğini soruyorlar, 2B kapsamında tarım ve orman arazisi olmaktan çıkarılmış toprakların kimleri zengin ettiğini konuşuyorlar. Kıyılardaki orman yangınları sonrası oralarda kimler yedi yıldızlı oteller yapacak? Yabancı şirketlere verilen binlerce altın arama ruhsatının şimdiden yaptığı doğa tahribatı nasıl onarılacak? Silinen vergiler nasıl geri alınacak? NATO daha ne kadar ülkemizde konuşlanacak? Yurtdışında nereyi, neyi bekledikleri belirsiz askerlerimiz ne zaman ülkemize dönecek? 

Birileri hayvancılığı soruyor. Binlerce köy ve mezra öylece bırakıldı, et fiyatları alıp başını gitti, köylerinde hayvancılık yapanlar kentlerde işsiz kaldı. Şimdi soruyorlar: “Muhalefet olarak siz bu işin üstesinden nasıl geleceksiniz? Bize yapacaklarınızı tek tek ve sade bir dille anlatın. Çünkü biz daha oy vermedik, ilk kez bu seçimde oy kullanacağız.”

“Meslek liselerinden mezun olanlar için hangi istihdam alanları açmayı düşünüyorsunuz? Biz nerelerde mesleğimizi icra edeceğiz? Daha çok bilgiyi nerelerde bulacağız? Biz ülkemizde insanca yaşamak istiyoruz; kendimizi bize yabancı ülkelere sürgün etmek istemiyoruz! Bunun için hangi fonlardan yararlanıp nasıl bir yöntem izleyeceksiniz? Bunlar belki parti programında yazıyor ama biz sizden duymak istiyoruz. İçki içmek, dizi izlemek umurumuzda değil, kendi geleceğimiz söz konusu. Bu konuda bizi bilgilendirin.”

“Özürlüyüm ve on iki milyona yakın özürlü gibi ben de evde kalmaya ve başkalarına mahkûmum. Bu mahkûmiyetimi nasıl sonlandıracaksınız? Hâlâ en azından kamuda binlerce özürlü kadrosu boş duruyor.” 

“Ben, özürlü oğlum ve özürlü kızım için oy vereceğim! Onların daha insanca koşullarda yaşaması için ne öneriyorsunuz? Özürlü arabalarının giremediği banka kapıları için değişiklik öneriyor musunuz? Ya da kaldırımları özürlüler için düzeltecek misiniz? Belediyelerde özürlüler için tuvalet yapacak mısınız?”

“Şu yüzümdeki morluğa bakın, kocam yaptı. İşsiz ve kendini kumara verdi. Mısır Çarşısı’ndan on yemeni aldım beş liradan. Bunu komşulara on liraya satıp para kazanacağım. Ev işi de yaparım. Benim için ne yapacaksınız? Ev kadını olarak sigortalı mı olacağım ya da her ay elime işsizlik maaşı mı geçecek? Benim için ne yapacaksınız? Kendim için, çocuklarım için birilerine oy vermek gerek. Kime, neden oy vermeliyim? Hadi bana lafı dolandırmadan anlatın. Benim için ne yapacaksınız?”

Emekliler bankanın önünde dizilmiş soruyorlar: “Emekli maaşlarını eşitleyecek misiniz, bunu nasıl yapacaksınız? Anlatın bize çünkü ben kendimi dünyaya daha erken geldim ve daha erken emekli olduğum için cezalandırılıyormuş gibi hissediyorum. Kefen parası gibi verdiğiniz sadakayı kabul etmiyorum. Hakkımı istiyorum!”

“Küçücük bir çocuğum ben, neler başıma gelecek kim bilir. Yaşıtlarım gibi anaokuluna gidebilecek miyim? İyi okullarda okuyabilecek miyim? Anneme babama bunları söyleyin, ‘Şöyle şöyle olacak’ deyin. Onların üzülmesini istemiyorum çünkü kavga ediyorlar anaokulu parası çok diye. Oysa ben anaokuluna gitmek istiyorum. Bunu bedava yapabilecek misiniz söyleyin? Ben altı yaşında bir çocuğum.”

Yazarlar, şairler, müzikçiler, senaryo yazarları, film çekenler soruyorlar: “Valilerin, belediye başkanlarının bir sözüyle yasaklanan konserlerimizi, politik olduğu için her kuruldan dönen senaryolarımızı ne zaman, nasıl özgürleştireceksiniz? Bizler zaten yeterince kendimizi sansürlemekten utanıyoruz, bu utancı terk etmek istiyoruz. Nedir önerileriniz?” 

Vay canına alıp başımı gitmişim. Kendim de yazdıklarıma şaşıyorum. Ve kendi kendime söylenirken buluyorum: “Bizi bizden başka kimse kurtaramaz! Yeter ki ellerimizi birleştirip ayağa kalkalım! Çok mu zor!”

Yazarın notu: Bazen kendi kendime soruyorum “Şiir nedir?” diye. Şiir barikatlarda, direniş alanlarında hayal kurmak ve dövüşmek için hava kadar, su kadar önemli bir şeydir!

                                                /././

Bizde 70 sayfa, Amerika’da 800 sayfa: İş güvenliği (Orhan Bursalı)

Mesaj attı, Çöpler Madeni üzerine yazdığım yazı üzerine konuşmak istiyordu. Sonunda WhatsApp üzerinden 1 saate yakın konuştuk. İsim yazma, dedi. 45 yıldır dışarıda, ağırlıklı ABD’de, madencilik üzerine önemli pozisyonlarda bulunmuş ve emekli olmuştu. Türkiye’de konuyu çok yakından izliyordu. Ve pek çok şey de biliyordu. Önce bazı düzeltmeler yaptı:

Anagold her şeyden önce tamamen Amerikan şirketiydi, Kanadalılıkla ilgisi yoktu.

BAŞKA YÖNTEM YOK

Altın, en gelişmiş ülkelerde bile sadece siyanür kullanılarak elde edilebiliyordu. Başka bir yöntemi yoktu. Güney Afrika gibi ender ülkelerde 3 bin metre derinliklerde “altın damarları” vardı ve buralarda damarlar kırılarak, patlatılarak altın çıkarılıyordu.

Yani siyanürün yerini alan başka bir yöntem yoktu.

Siyanürü Avrupa Birliği yasaklamamış, sadece üç ülke Macaristan, Çekya ve Almanya yasaklamış, Avrupa parlamentosunda tartışmalar yaşanmıştı.

Anagold’u bir Amerikalı jeolog kurmuştu. Çöpler bölgesindeki topraklarda altın varlığını keşfeden de oydu. Kendi döneminde işler gayet iyi gidiyordu. Fakat sonra işi devretti ve çekildi, sorunlar ondan sonra başladı...

Anagold’un milyarlarca dolar buradan kâr ettiği de yalan ve abartılıydı.

ŞİRKET TAMAMEN HATALI

Evet bu düzeltmelerden sonra olayın esasına girebiliriz.

Şirket liç dağının çökmesinde tamamen hatalı, dedi.

Radarla, altını alınmış toprakların yığılmasıyla oluşan liç dağında 1 santimlik kayma saptandıktan sonra, orada çalışmaların hemen ve derhal kesilmesi gerekirdi. Bu altın kuraldı. Acaba başka kayma var mı, kayma büyüdü mü gibi merak ve kontrol etmenin zerre bilimsel yanı yoktu. ABD’de 1 santimlik kaymanın görüldüğü madende çalışmalar kesilmiş ve üç gün içinde de kayma meydana gelmişti.

Çöpler Madeni’ndeki olayda suçlu tamamen şirket ve yöneticileriydi. Zaten daha önce de borular patlamış ve çalışmalara ara verilmişti. Bu durum, şirketin kötü yönetildiğinin delilleriydi. Kayma saptandıktan sonra hiçbir çalışan sahaya sürülemezdi. Dokuz can kaybı şirketin kötü yönetiminin kurbanıydı.

70 SAYFALIK İŞ GÜVENLİĞİ ZIRVALIĞI

Geldik iş kazalarına tabii ki. Dedi ki Türkiye’de madenlerde ve işyerlerinde büyük kazalar oluyor. Can ucuz. Bunun bir nedeni, Türkiye’de iş güvenliği ile ilgili alınacak önlemleri anlatan yasaların ve yönergelerin sıradan olmasından kaynaklanıyor. Hepsi topu topu 70 sayfa. ABD’de (ve gelişmiş ülkelerde) ise iş güvenliği ile ilgili uyulması gereken kuralların bütünü 800 sayfa tutar. Her şey çalışanların mümkün olduğunca can güvenliğini sağlamaya yöneliktir. Güvenlikte açık görülürse hemen tamamlanır.

İşveren tüm bunlara uymak zorundadır. Uymadığının saptanması, şirkete çok pahalıya mal olur. Muazzam tazminatlar öder.

KAZA NASIL OLDU BİLE BİLİNMİYOR

Evet biz de ise Soma’da bir kazada 301 madencinin ölümüyle sonuçlanır.

Dedi ki: Soma kazasını inceledim. Bir şey söyleyeyim mi, Soma’da kazanın nasıl olduğu bile bilimsel olarak henüz ortaya çıkarılmış değil.

Düşünebiliyor musun? Devletin başka bir madeninde kaza oluyor, madenin ana hava sisteminin arızalandığı bilindiği halde, çalışmalar sürdürülebiliyor!

Yarın devam: Dananın kuyruğu devlet yönetiminde kopuyor: Uzmanı bile yok!

                                                           /././

Şeriat çıkmazı (Özdemir İnce)

Şeriatı övmek ve onu dokunulmaz saymak “Halkı kin ve düşmanlığa tahrik etme” suçudur. Türk Ceza Kanunu’nun 216. maddesinin birinci bendi bu suçu şöyle tanımlar: “Halkın sosyal sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge bakımından farklı özelliklere sahip bir kesimini, diğer bir kesimi aleyhine kin ve düşmanlığa alenen tahrik eden kimse, bu nedenle kamu güvenliği açısından açık ve yakın bir tehlikenin ortaya çıkması halinde, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.”

Bunu bir kenara yazalım. Yazdık! Bir de şu satırları okuyalım: 8 Nisan 1924 tarihli ve 469 sayılı Mehakimi Şeriyenin İlgasına ve Mehakimin [Mahkemelerin] Teşkilatına Ait Ahkâmı Muaddil Kanun var, ki Cumhuriyetimizin yargı alanında gerçekleştirdiği en önemli devrimlerden biridir. Ve bu yasaya göre şeriatı savunmak ve istemek yasal suçtur.

469 sayılı kanun ne yapmış? TBMM çıkardığı 469 sayılı yasa ile “şeriye (şeriat) mahkemeleri”ni kaldırmış. Bu mahkemelerin dayandığı din kurallarının yasa olarak kullanılmasını yasaklamış. Bu yasadan sonra Kuran ayetleri, hadisler, icmai ümmet ve kıyas-ı fukaha esasları üzerine kurulmuş olan din kuralları artık YASA değildir.

TBMM’nin çıkardığı yasa ile şeriat mahkemeleri kaldırılmış, yerine Cumhuriyet mahkemeleri kurulmuştur ve bu mahkemeler TBMM tarafından çıkarılan yasalara göre karar vermektedir. Buna göre adliye binaları içinde “Yaşasın şeriat!” diye bangırdayarak gösteri yapmak hem anayasaya hem de 8 Nisan 2024 günü 100. yılını kutlayacağımız yasaya ve TCK’nin 216. maddesinin birinci bendine göre suçtur. Ayrıca bir adalet sarayında “Yaşasın şeriat!” diye böğürerek Cumhuriyete karşı isyan suçu işleyen güruh hakkında dava açmamak da büyük bir suçtur. 

Şeriye mahkemelerinin kaldırılmasının ve çağdaş mahkemelerin kurulmasının 100. yıldönümünü 8 Nisan 2024 günü kutlayacağız. Şeriat sistemi tamı tamına 100 yıldır ölüdür. Bu cesedi diriltmeye çalışmak 100 yıldır suçtur.

Demokratik, laik ve devrimci Cumhuriyetin yasalarına göre, “Yaşasın şeriat!” diye haykırmak “Kahrolsun Cumhuriyet!” diye nara atmaya eşdeğerdir ve “Halkın sosyal sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge bakımından farklı özelliklere sahip bir kesimini, diğer bir kesimi aleyhine kin ve düşmanlığa alenen tahrik etmektir” ki “Kahrolsun laikler!”, “Gebersin Cumhuriyetçiler (Cumhuriyet)!” anlamına gelmektedir.

Şeriat nedir? Bizzat İslam dini midir? Eğer İslam olsaydı birden fazla şeriat olmazdı. İslam dini tektir ama şeriat tek değildir. Zaman içinde eklemeler ve çıkarmalar yapıldığına göre kutsal da değildir. Öte yandan Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş ve yapısını kabul etmez; başta ikinci maddesi olmak üzere Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’na karşıdır, onu kabul etmez. Durum böyle olduğuna göre şeriatın dokunulmaz nitelikli bir kutsallığa sahip olduğu gibi bir yorum yaparak vatandaşlar hakkında dava açmanın uygun olmaması gerekir.

Kuran’ı, hadisi, şeriatı 2024 yılında bir demokratik ve laik ülkede yasa ve kural haline getirmek bu statüko içinde kesinlikle mümkün değil. Haydi bakalım, “Müşrikleri nerede görürseniz öldürün” diyen Tevbe Suresi 5. ayete göre herhangi bir müşriki (Tanrı’ya ortak koşan) öldürün de görelim!

Bir de şu var: AKP ve Genel Başkanı “totaliter” bir rejim kurmuşlardır ama “teokratik” bir düzen kurmaya özenip Cumhuriyetin demokratik devletini “teokratik” bir düzene dönüştürebilirler mi? “Deneyemezler” diyemem ama olacakların altında kalırlar.

Şeriat konusunun kuramsal yanına burada nokta koyup bazı şeri örnekleri ele alalım:

Şeriat sistemi köleliği savunur: “Beğendiğiniz (veya size helal olan) kadınlardan ikişer, üçer, dörder alın...” (Nisa, 3)

Şeriat sistemi eşitsizliği savunur: “Allah rızk verirken kiminizi diğerlerine üstün tutmuştur.” (Nahl, 71)

Şeriat sistemi kadını aşağılar: “Erkekler kadınlara üstündür.” (Bakara, 228)

Son söz: Şeriat, Osmanlı’nın şeriat devletinde kutsaldı. Ama Cumhuriyet döneminde 100 yıldır kutsal değil!

                                                 /././

İnsanın din özgürlüğü değil, hayvanın yaşam hakkı! (Zülal Kalkandelen)

Le Monde’da 13 Şubat’ta bir haber çıktı. “Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) Belçika’nın bayıltmadan ritüel kesim yasağını onayladı” başlıklı haberde, “din özgürlüğünü koruyan ‘Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 9. maddesinin ihlal edilmediğine karar verildiği” belirtildi.

Belçika’nın Flaman ile Valon bölgelerinde kabul edilen ve dinsel gerekçelerle hayvanların bayıltılmadan öldürülmesine (helal kesim) son veren kararnameler, bazı Belçika vatandaşları, Müslüman ve Yahudi topluluklarını temsil eden kuruluşlar tarafından mahkemeye taşınmıştı. AİHM’nin kararı, Belçika’nın yasağı uygulamakla haklı olduğuna hükmetti.

AİHM, tartışmalar üzerine, “‘hayvan refahını teşvik etme’ ve ‘din özgürlüğüne saygı gösterme’ hedeflerinin uzlaştırılması için çaba gösterildiğini” açıkladı. 

HAYVANCILIK SEKTÖRÜ İLE İŞBİRLİĞİ YAPAN REFAHÇILAR

Meselenin bamteli de burası. Hayvan refahçılarının “insani/acısız kesim”, adıyla savunduğu yöntem, gerçekte bayıltarak katletmedir. İnternetin yaygınlaşmasından sonra hayvan hakları savunucularının hayvanların nasıl öldürüldüklerini ortaya çıkarması, birçok insanda hayvan yeme konusunda çekince yarattı.

Tepkinin özellikle genç kuşaklarda karşılık bulması, hayvancılık sektörünü endişelendirince yeni kavramlar ortaya attılar ki hayvansal tüketim eskisi gibi sürsün. “Hayvan refahı”, “acısız/insani kesim”, “serbest gezen”, “kafessiz yumurta” vb. kavramlar, doğrudan endüstri tarafından geliştirildi. Bu doğrultuda, esaret ve katliam koşullarında “iyileştirme” olması için hayvancılık endüstrisi ile işbirliği yapanlar da hayvan refahçıları oldu. 

Ve hayvan hakları mücadelesinde derin bir yarılma yaşandı. Çünkü insanın ve insan dışı hayvanın bu dünyaya gelmekle kazandığı en temel hak yaşam hakkıdır. Onu korumayıp, sadece sömürü ve öldürmenin daha az acıyla yapılmasına çalıştığınızda hayvanların yaşam hakkını savunmuyorsunuz demektir. 

Hayvan özgürlüğü mücadelesi ise her türlü sömürüyü ve zulmü hiçbir ayrım yapmadan tüm hayvanlar için savunduğundan hayvan refahçıları ile tamamen ayrıdır.

DİN ÜZERİNDEN HAYVAN HAKLARI SAVUNULAMAZ

Bir canın alınmasına, “Nasılsa öldürülecek, en azından bayıltılarak öldürülsün” diyerek karşılık veriyorsanız sizi ilk alkışlayanlar hayvan bedeni üzerinden ticaret yapanlar olur.

Bu nedenle de din üzerinden hayvan hakları savunusu yapılamaz. Çünkü meseleyi inanca bağlarsanız, kurban zamanında susmanız gerekir. Siz bazı hayvanlar yararına olduğunu düşündüğünüz bir hadis söylersiniz, diğeri karşıtı bir yorum sürer ortaya, tarikatın biri çıkar köpeklere “mekruh” der.

Hukuk devletinde yasalar geçerlidir, hayvan hakları da bir toplumsal adalet mücadelesi olduğundan yasal mevzuat konusudur. Ancak yaşadığımız türcü dünyada hiçbir yasa mezbahada öldürülen hayvanları korumaz. O nedenle hayvan özgürlüğü felsefesi açısından, gerçek anlamda hayvan haklarını savunmak ancak vegan olmakla mümkündür. 

Belçika vatandaşları, AİHM’nin “etik bir karar” aldığını iddia edebilirler. Oysa insan gibi bilinci ve duyguları olan hayvanları metalaştırmanın “etik” olması hiçbir koşulda mümkün değildir. Yaşamak için çırpınan bir hayvanı önce eşya üretir gibi “yapay dölleme” denen yolla üretmek, esir edip köleleştirmek, sonra aylarca doğasına aykırı bir ortamda tutmak, yavrularından ayırıp işkence etmek ve en sonunda da bayıltarak ya da farklı bir yöntemle öldürmek aklanamaz.

Sorun, hayvanların nasıl öldürüleceğine dair bir kararın “din özgürlüğü”  kapsamında “insan hakkı” olarak ele alınmasıdır. Oysa asıl konu, pazarlık unsuru yapılmaması gereken yaşam hakkıdır.

Gerçek nettir: Hiçbir katliam “insani” olamaz!

(Cumhuriyet)


Bilimsel eğitimin temellerine dinamit: Biyoloji dersine 'yaratılış' müdahalesine tepkiler artıyor - Burcu Günüşen / soL-Özel

 

Müfredattan evrimi tümden silemeyen MEB biyoloji dersinin odağına 'yaratılış' kavramını koymaya çalışıyor. Bilim insanları gericilikte bu yeni aşamaya karşı güçlü bir duruş sergilemeye çağırıyor.

Milli Eğitim Bakanlığı'nın önümüzdeki günlerde kamuoyuna açıklaması beklenen yeni müfredat değişikliği kapsamında, biyoloji dersinin merkezine bilim dışı “yaratılışçılık” kavramını koyduğu ortaya çıktı.

Bilim insanları ve eğitimciler bu skandala karşı kamuoyunu güçlü bir tepki vermeye çağırıyor, müfredatın bu şekilde geçmesi halinde bilimsel eğitime son noktanın konulmuş olacağına dikkat çekiyor.

Eğitime evrim karşıtı, gerici müdahaleler MEB’in hazırladığı ve önceki gün kamuoyuna sızan müfredat değişikliğiyle yeni bir boyut kazandı.

Sızan belgeye göre yeni müfredatta “Biyoloji Dersi Öğretim Programı’nın Temel Felsefesi ve Özel Amaçları” başlığı altında “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli kapsamında geliştirilen biyoloji dersi öğretim programıyla yürütülen eğitim öğretim süreçlerinde yaratılış teorisi benimsenmektedir” denildi.

Bu hamle 12 Eylül sonrası evrim düşmanı milli eğitim bakanlarından Vehbi Dinçerler’in yapmak isteyip de yapamadığının gerçekleşmesi, Adnan Oktar’ın, Fethullah Gülen’in yıllarca propagandasını yaptığı “yaratılışçılık” kavramının biyoloji dersinin merkezine çakılması anlamına gelecek.

Komisyon üyeleri de tepkili: 'Böyle geçerse istifa ederiz'

soL’un edindiği bilgiye göre müfredat içeriğini hazırlayan MEB’deki komisyon üyeleri de bu hamlenin kendilerinden değil yukarıdan geldiğini ve metne sonradan eklendiğini belirtiyor. Duruma tepki gösteren bazı komisyon üyeleri içerik böyle geçerse istifa edeceklerini dile getiriyor.

Öte yandan metne yaratılışla ilgili bu ifadelerin eklenmesinin arkasında yılların yeminli evrim düşmanı, botanik profesörü Adem Tatlı’nın ve ekibinin olduğu ileri sürülüyor. 

Tatlı daha önce 2005 yılında Dumlupınar Üniversitesi’nde görev yaparken yazdığı “Evrim ve Yaratılış” adlı kitaptaki bilim dışı ifadeleri nedeniyle YÖK tarafından görevden uzaklaştırılmış ardından mahkeme kararıyla göreve geri dönmüştü.

Prof. Dr. Tavşanoğlu: Türkiye adına bir utanç kaynağı

Hacettepe Üniversitesi Biyoloji Bölümü Ekoloji Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Çağatay Tavşanoğlu, lise biyoloji müfredatının temel felsefesinin, bilimsel hiçbir geçerliliği olmayan "yaratılış" kavramı üzerine oturtulacağına ilişkin ifadelerin yer aldığı taslak metni “tek kelime ile skandal” diye niteledi.

Tavşanoğlu “Bu metin, bilim düşmanlığının aşı karşıtlığı, düz dünyacılık vb. şeklinde toplumda farklı şekillerde yer bulduğu bir dönemde, devlet eliyle evrim karşıtlığının meşrulaştırılmaya çalışıldığı bir girişim olarak Türkiye adına bir utanç kaynağı olmalıdır” dedi.

Bu girişimin evrimsel biyolojiye ilişkin kavramların biyoloji müfredatından kaldırılması açısından bir ilk olmadığını dile getiren Tavşanoğlu, 2017 yılında daha kapsamlı bir değişimle, evrim kavramının biyoloji müfredatından tümden ayıklanmasının sözkonusu olduğunu hatırlattı.

O dönemde, Ekoloji ve Evrimsel Biyoloji Derneği olarak yürüttükleri kampanya sayesinde, Milli Eğitim Bakan yardımcısıyla görüşme ve konuyla ilgili tartışmaların yürüdüğü Talim Terbiye Kurulu toplantısında evrimsel kavramlara ilişkin görüş ve önerilerini ifade etme şansı bulduklarını anlatan Tavşanoğlu “Toplantıda müfredattan ayıklanmış evrim kavramlarının birçoğunu müfredata geri yerleştirebilmiştik, ancak ‘evrim’ sözcüğünün sansürlendiğine de şahit olmuştuk” dedi.

Tavşanoğlu “Bu örnek, Türkiye'de bilimsel bir müfredata erişme konusunda, bilim insanları olarak hep tetikte olmamız gerektiğinin ve bilimde gerilemeye yönelik çabalara geri adım attırabileceğimizin de bir göstergesi. Bu kez de bu çaba sonuçsuz kalmayacak ve genç beyinlerimiz temel bilim derslerinde bilim dışı fikirlere maruz kalmayacaklar diye umuyorum” ifadelerini kullandı.

Dr. Altınışık: Çok güçlü bir şekilde karşı çıkılmalı

Hacettepe Üniversitesi’nden Dr. Öğretim Üyesi Ezgi Altınışık da 2017’deki müfredat değişikliğinde evrimin büyük ölçüde tırpanlandığını ancak Ekoloji ve Evrimsel Biyoloji Derneği’nin girişimleriyle bazı evrimsel kavramların yeniden müfredata eklenmesinin başarıldığını söyledi.Ancak o dönemde yaratılışın müfredata eklenmediğini söyleyen Altınışık’a göre evrim tedrici olarak zaman içerisinde müfredattan silindi. Bu girişimlerin geçmişiyse Adnan Menderes dönemine kadar uzanıyor. 12 Eylül sonrası 80’lerde bizzat dönemin milli eğitim bakanı Vehbi Dinçerler’in eliyle evrimin tırpanlanması işine girişildiğini ve buna izin vermemeye çalışan öğretmenlerin fişlendiklerini aktaran Altınışık, evrime yönelik bu düşmanlığın politik sebepleri olduğunu dile getirdi.

Geldiğimiz süreçte müfredatta “artık zaten kırıntıları kalmış olan” evrimsel kavramların bağlamından koparılmış olduğunu, öğrencilerin bunu öğrendiklerinde herhangi bir bağlantı kuramadıklarını belirten Altınışık “Bugün artık müfredata yaratılış kavramının girdiğini, bunun Milli Eğitim Bakanlığı tarafından benimsendiğini görüyoruz. Bunun günümüz politik durumu ve MEB’in politik durumuyla ilişkisi var” dedi.

MEB’in ÇEDES projesi, tarikat ve cemaatlerle işbirliğinin de bunun bir yansıması olduğuna işaret eden Altınışık müfredattan evrimin silinmesinin aynı zamanda bilimsel düşünce tarzının silinmesi anlamına geldiğini vurgulayarak “Bu da gelecekte yapılacak bilimsel çalışmaları etkileyecek” dedi.

Bugün üniversiteye gelen öğrencilerde bu eksik bilgileri çok net bir şekilde gördüklerini söyleyen Altınışık da müfredatın bu şekilde geçmeyebileceği görüşünde:

“Türkiye kamuoyunun, bütün velilerin, bütün aydınların çok güçlü bir şekilde karşı çıkması gereken bir sürecin içerisindeyiz. Ben müfredatın bu şekilde geçmeyebileceğine inanıyorum."

Doç. Dr. Şeker: Nedenselliği yok sayan eğitim sistemi sizi başka ülkelere sömürge yapar

Bilkent Üniversitesi Ulusal Nanoteknoloji Araştırma Merkezi’nden Doç. Dr. Urartu Özgür Şafak Şeker’e müfredat böyle geçerse gelecek kuşakları ve Türkiye’yi neyin beklediğini sorduk.

Çocukların ortaokulda, lisede aldıkları bilgilerin üniversiteye geldiklerinde anlamsız olduğunu göreceklerini belirten Şeker "Çünkü eğer o müfredatın kendilerine verdiği bilgiyle devam etmek isterlerse herhangi birisinin moleküler biyoloji ya da biyoloji bölümlerinde okuması mümkün değil” dedi.

Evrimi yok sayan bir ülkenin ne aşı ne ilaç yapabileceğine dikkat çeken Şeker “Şimdi siz çocuğa ortaokul ve lisede evrim yoktur diyorsunuz, ondan sonra bu çocuk üniversiteye geliyor, ama bak diyorsunuz insan genom projesi yapıldı, insana ait bütün genlerin nasıl birbiriyle ilişkili olduğunu biliyoruz, diyorsunuz. Nasıl biliyoruz bunu? Birisi mi söyledi bize? Hayır biz bunu yaptık. Nasıl yaptık? Evrimsel ilişkilerden yola çıkarak, oradaki varsayımları kullanarak yaptık. Bu çok büyük bir kafa karışıklığına neden olacak. Ayrıca çocuğu sanki ilk defa hayatında biyoloji öğreniyor seviyesine getireceğiz. Bu da öncesindeki bütün eğitimin çöpe atılması demek. Yani boşu boşuna ülke kaynaklarını heba ediyorsunuz” ifadelerini kullandı.

Organizmalar arasında evrimsel ilişkiler kullanılarak oluşturulan data bankalarından birinin Amerikan Sağlık Bakanlığı’na ait Ulusal Biyoenformatik Merkezi olduğunu söyleyen Şeker “Buraya bakmadan herhangi bir genetik çalışma yapmanız imkansız. Bir enzim mi üreteceksiniz endüstri için, bir protein mi üreteceksiniz ilaç için, oraya bakmanız gerekiyor. Orası nasıl oluşturulmuş? Tamamen organizmalar arasında evrimsel ilişkiler kullanılarak oluşturulmuş bir data bankası. Şimdi siz buna yok dediğiniz zaman, nasıl aşı yapacaksınız, nasıl ilaç yapacaksınız? Hiçbirisini yapamayacaksınız bu bu kadar basit” dedi.

Küba’nın kendi aşısını yaptığını, kendi ilacını ürettiğini hatırlatan Şeker evrimi yok sayarak bunların hiçbirinin yapılamayacağına işaret etti:

“Çünkü siz temel bilgiyi yok sayıyorsunuz. Bu şuna benziyor: Siz uzaya çıkmak istiyorsunuz ama diyorsunuz ki yerçekimi diye bir şey yok. Yerçekimi diye bir şey yoksa o zaman bir yay basitçe sizi yukarı zıplatabilir. Uçak yapmak istiyorsunuz ama diyorsunuz ki yukarıda termal akımlar yok. Neden? Çünkü o bir teori diyorsunuz. Kuantum hesaplama yapacaksınız, diyorsunuz ki atom altı parçacık diye zaten bir şey yok, bunlar hep yalan dolan diyorsunuz. Bunlardan hiçbir farkı yok.”

Şeker “Nedensellik bilmeyen, nedenselliği yok sayan eğitim sisteminin de günün sonunda götüreceği yer sizi başka ülkelere sömürge yapmaktan ileri gitmeyecektir. O zaman da işte İliç’te olduğu gibi madenlerinizi gelir yağmalarlar, siz de aptal aptal bakarsınız” ifadelerini kullandı.

Prof. Dr. Ozan: ’Aziz Sancar böyle derse Cemaat artıkları ne yapmaz ki!’

ODTÜ Matematik Bölümü’nden Prof. Dr. Yıldıray Ozan ise MEB’in biyoloji derslerinde evrim teorisi yerine gerici anlayışın ürünü olan ve hiçbir bilimsel temele dayanmayan yaratılış teorisinin ön plana çıkartılması için çalışmasını yakın tarihte yaşanan bazı önemli olaylarla bağdaştırmamanın zor olduğunu belirterek Aziz Sancar örneğini verdi.

Ozan, Nobel Kimya Ödüllü ABD’li Türk akademisyen Aziz Sancar’ın 16 Haziran 2017 tarihinde yaptığı açıklamada şunları kaydettiğini hatırlattı:

Ben Müslümanım ve Müslüman olduğumu her yerde söylüyorum. Müslümanlığımla övünüyorum. Türkiye’de olan ‘evrimi ne zaman öğretelim’ kavgası beni çok üzdü. Türkiye'nin çok sorunu var. Bir krizden öbürüne geçiyoruz. Ben Allah'a inanıyorum. Evrim olmuş olmamış fark etmez. İsteyen evrime inanır, isteyen inanmaz ama bunu kalkıp büyük devlet, millet sorunu yapıp kavga ederek bütün enerjimizi boşa harcıyoruz.”

Bu açıklamanın özellikle gerici çevrelerde ve basında büyük yankı bulduğunu ve beğenildiğini belirten Ozan, Sancar’ın daha sonra çark edişiniyse şu sözlerle aktardı:

“Ne de olsa Nobel ödüllü tek bilim insanımız özetle, evrimi kabul edip etmemek size kalmış, bir zorunluluk yok demişti. Fakat kısa süre sonra, muhtemelen meslektaşlarına bu sözleri açıklayamayacağını düşünerek çark etmiş ve ‘sözlerim çarpıtıldı’ demişti. Hatta Orhan Bursalı’ya bir demeç vererek kendini temize çıkartmaya çalıştı."

"Aziz Sancar’ın samimiyetine inanmak biraz zor, şöyle ki tek tutarsızlığı bu değil" diyen Ozan, "Kendisi Nobel ödülünü Anıtkabir’e bağışlamıştı ama Mustafa Kemal’in kurucusu olduğu Türkiye Cumhuriyeti’nin tabutuna son çiviyi çakma törenini sahneden izlemekten geri durmadı" diye belirtti.

Ekoloji ve Evrimsel Biyoloji Derneği: Konunun takipçisiyiz

Ekoloji ve Evrimsel Biyoloji Derneği de yazılı bir açıklama yaparak biyoloji eğitimine yapılan bilim dışı müdahaleye tepki gösterdi.

Dernekten yapılan açıklamada bilimin konusu olmayan “yaratılış” kavramının, biyoloji gibi bir temel bilim dalının öğretim programının temel felsefesini betimleyen bir metinde yer almasının 21. yüzyılın çağdaş, laik ve bilimsel eğitim anlayışı ile çeliştiği belirtildi.

Açıklamada “Ekoloji ve Evrimsel Biyoloji Derneği olarak, geçmişte olduğu gibi, bugün de biyoloji eğitimine yapılan bu tür bilim dışı müdahalelerin karşısında olduğumuzu ve konunun takipçisi olacağımızı ifade etme gereği duyuyoruz. Biyoloji ders programının tüm unsurlarının bilimsel temele dayanan bir bakış açısıyla yeniden düzenlenmesini talep ediyoruz” denildi.

TKP: Bilimsel ve laik eğitimin temellerine konan bu dinamiti kabul etmiyoruz

Türkiye Komünist Partisi (TKP) de konuya ilişkin yaptığı açıklamada “Bakanlığın yaratmaya çalıştığı bu karanlığı reddediyor, bilimsel ve laik eğitimin temellerine konan bu dinamiti kabul etmiyoruz! Tarikat ve cemaatlerin yuvası haline dönen Milli Eğitim Bakanlığı çocuklarımızın bilimsel eğitim hakkı önünde en büyük engellerden biridir. Eğitimi piyasacılığa, emekçi çocuklarını gericiliğe teslim eden iktidarı uyarıyoruz: Konunun takipçisiyiz. Laik, parasız ve bilimsel eğitim için gereken mücadeleyi öreceğiz!” ifadelerine yer verdi.

Burcu Günüşen / soL-Özel



24 Şubat 2024 Cumartesi

KISA GÜNDEM BAŞLIKLARI - 24 ŞUBAT 2024 -

 Erdoğan’ın eli patronlara çalıştı (Evrensel)

Erdoğan imzasını yine işçiler aleyhine, patronlar lehine attı. İşsizlik Fonundaki yağmayı artıracak imzayı atan Erdoğan, vergi kaçıran patronlara karşı 18 yıldır hamle yapmadı.(https://www.evrensel.net/haber/511502)

1,5 milyonun hakkı da işverene gitti: İşsize kaynak yok (Birgün)
İşsizlik Sigortası Fonu prim gelirinin oranının yüzde 50’ye çıkarılmasıyla işverene daha çok kaynak aktarılacak. İşveren desteği, işsizlik ödeneğinin 3,6 katına ulaşırken bu kaynak ayda 1,5 milyon işsize deva olabilirdi.

İŞSİZLİK SİGORTASI FONU GİDERİ 

 202120222023
Toplam gider58,455,5117,2
İşsizlik ödeneği5,512,121,6
Teşvik ve destek ödemeleri21,628,539,9
İşbaşı eğitim programları3,610,138,6

(https://www.birgun.net/haber/1-5-milyonun-hakki-da-isverene-gitti-issize-kaynak-yok-509015)

Futbolda Ağar gölgesi (Eren Tutel-Birgün)
                                 Mehmet Ağar’ın ziyarette bulunduğu Eyüpspor 1. Lig’in en bütçeli takımı.

Mehmet Ağar’ın Eyüpspor’a ziyareti ülke futbolundaki birçok şaibeyi yeniden gündeme getirdi. Futbol dünyasına ‘yatırımcı’ olarak giren ve hakkında birçok usulsüzlük iddiası bulunan isimlerin arkasından hep Ağar’ın ismi çıkıyor.

Adı birçok faili meçhule karışan ve ülkenin en karanlık dönemlerinin mimarlarından eski İçişleri Bakanı Mehmet Ağar, önceki gün Eyüpspor’u ziyaret etti. Ziyaret sırasında kulübün teknik direktörü Arda Turan’la oldukça samimi pozlar veren Ağar’ın özellikle son 30 yılda ülke futbolunun üzerindeki etkisi inkâr edilemez bir boyutta.

Ağar’ın futbolla ilişkisi Fatih Terim’le beraber başlıyor. 90’lı yılların ortasında iki yakın arkadaş kariyer zirvelerini beraber yaşadı. Terim ile olan dostluğu sayesinde futbol üzerinde hatırı sayılır bir isim haline gelen Mehmet Ağar, bambaşka bir jenerasyonun figürü olan Arda Turan’la da aynı ilişkileri kurdu. Öyle ki Ağar hapishanedeyken ziyaretini esirgemeyen Arda Turan, 2018’de Terim ile arası bozukken Ağar tarafından Fatih Terim ile barıştırılmaya dahi çalışıldı. Bu çaba o dönem çeşitli medya organlarına da yansıdı.

      Eyüpspor Teknik Direktörü Turan ve Westerlo kulübünün sahibi Ercan (Fotoğraflar: Eyüpspor)

KİM BU OKTAY ERCAN?

Yukarıda bilgiler defalarca kamuoyunun gündemine geldi ancak Mehmet Ağar’ın futbol üzerinden yeniden gündeme gelmesi pek de sürpriz değil. Türkiye’de futbol özellikle son 2-3 yıldır ciddi ithamlar altında ve ithamların birçoğunun altında Mehmet Ağar’ın gölgesi fazlasıyla hissedilebilir. Küçük bir örnek dün Ağar’la beraber Eyüpspor’u ziyaret eden Oktay Ercan futbol üzerinde oldukça aktif. 2019 yılında Belçika ekibi Westerlo’yu satın alan Ercan, bir zamanlar ismi Olgun Peker olan Olgun Aydın’la olan yakın ilişkileri sayesinde Balkan kulüpleri üzerinde de etkili. Ercan’ın CV’si de bir hayli etkileyici.

Dünya Türk İş Konseyi’nde yer alan bilgilere göre 1968 yılında Bolu’da doğan Ercan, 1990 yılında tekstil işine başlıyor, 1993’te ise kendi işini kuruyor. 1999’da Türkiye’deki ilk çadır fabrikasını açan Oktay Ercan, Kızılay için 30 bin çadır üretimi yapmış. Tekstilcilikle başlayan serüveni ise 2000’li yılların başında bambaşka bir boyuta evriliyor. 2001 yılında Sudan Ordusu’nun tüm ihtiyaçlarını imal eden ve yurtdışından karşılayan Sur Military Clothing Factory şirketini kuruyor. Sudan’da 2019 yılındaki darbeyle iktidardan indirilen Ömer el-Beşir ile yakın ilişkileri olduğu iddia edilen Oktay Ercan, Arap ve Müslüman İş Odaları Federasyonu Başkanı görevini de sürdürüyor. Ercan Nijer ve Nijerya ordusuyla da iş yapıyor. Kamu ihaleleri de aldığı iddia edilen Oktay Ercan, AKP döneminde servetine servet katan isimlerden.

‘PELERİNSİZ KAHRAMAN’

Ercan’ın yanı sıra Eyüpspor’un başkanı Murat Özkaya da ülke futbolunun en tartışmalı figürlerinden biri. Özkaya, kâğıt üzerinde sadece Eyüpspor’un başkanı, Galatasaray’ın ise yönetim kurulu üyesi. Ancak Özkaya’nın Pendikspor ve Tuzlaspor ile de resmi olmayan bağları olduğu iddia ediliyor. Bir yandan Mauro Icardi’nin transferi için elinden gelen her şeyi yapacağını söylerken diğer yandan Eyüpspor’a Luka Modric’i getirmek için uğraşıyor. Pendikspor’a gölge olarak tarihinin en büyük transferlerini yapmak için yardım ediyor. Bazı takımlar için adeta ‘pelerinsiz’ bir kahraman haline gelen Özkaya’nın bağlantısı olduğu iddia edilen kulüplerden biri olan Tuzlaspor hakkında gazeteci Murat Ağırel’in haberleri hâlâ hafızalarda. Ağırel’in iddiaları sonrası kulüp hakkında soruşturma başlatılmıştı. Ancak açılan soruşturma hakkında güncel bir gelişme yok. Soruşturmayı açan savcı Gökalp Kökçü’nün ise görev yeri değiştirildi.

Belli çevrelere ve özellikle AKP’ye yakın olan ‘iş insanlarının’ bugünlerde futbola duyduğu özel ilgi gözlerden kaçmıyor. Ancak göz ardı edilemeyecek bir gerçek varsa Mehmet Ağar’a yakın olan bu isimlerin futbol piyasasına girişiyle birçok şaibe ve yasa dışı bahis iddialarının daha yüksek sesle ifade edilir olduğu.