13 Mart 2024 Çarşamba

Cumhuriyet KÖŞEBAŞI - 13 MART 2024 -

 

Seksin mizahından hapse giden yol (Barış Pehlivan)

11 çocuğun kaçak tarikat yurdunda yakılması değil... 

Polisin ve savcının uyuşturucu kaçakçısı çıkması değil... 

Parası ve dayısı olanın özgür, hapis yatanımızın fakirden ve kimsesiz olması değil...

6 yaşındaki çocuğun evlendirilmesi ve yıllarca istismar edilmesi değil...

Rüşvet alanın büyükelçi, baronların dostunun bakan, cinayet azmettiricisinin milletvekili olması değil...

Nedense bunların hiçbiri bizi incitmiyor, ahlakımıza aykırı olmuyor.

Ancak çiziminin “müstehcen” olduğu iddiasıyla bir karikatüristin üç yıla kadar hapsi isteniyor. 

Nasıl mı, anlatayım.

Leman dergisini okuyanlar Zehra Ömeroğlu’nu tanır. İlişkiler üzerine çizimleriyle bilinir.

Pandemi döneminde yani 2020’de yine en iyi bildiği şeyi yaptı, Leman’a haftalık çizimini gönderdi. “Pandemide Seks” başlıklı karikatüründe, salgın sürecinde seks yapan bir çifti çizmişti.

                                                   Gündemde ki karikatür

Gelin görün ki hassas terazi gibi olan yargımız hemen harekete geçti ve iddianame düzenlendi. Çizer Ömeroğlu’nun “müstehcen yayınların yayımlanmasına aracılık etmek” suçundan üç yıla kadar hapis ve para ile cezalandırılması istendi. 

İstanbul 2. Asliye Ceza Mahkemesi’nde süren yargılamada, Zehra Ömeroğlu’nun avukatları özetle şunu dedi: “Dava konusu karikatürde; cinsi arzuları tahrik ve istismar eden hiçbir ibare yer almıyor. Aksine bu arzular tiye alınarak kapsamından uzaklaştırılıyor ve sıradan, komik biçimde bir tespit resmediliyor. Karikatürde cinsel uzuv sergilenmemekte, cinsel ilişki tasvir edilmemekte, yalnızca insani bir sahne yer almaktadır. Çizimde cinsel bölgeler de iç çamaşırı ile kapatılarak resmedilmiştir. Pornografik ve hatta erotik bir sahne dahi yer almamaktadır.”

Sonunda mahkeme Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kurulu’na başvurdu. Ve kurul da yaklaşık iki yıldır beklenen raporunu yazdı.

TAMAMEN ÇIPLAKMIŞ!

Şimdi bir çizime dair hazırlanan ve dava dosyasına yeni giren iki sayfalık raporu okuyorum.

Ya benim gözlerim iyice bozuldu ya da kurul üyeleri özel güçleriyle görünmeyeni fark edebiliyor.

Zira raporda aynen şöyle yazıyor: “Leman Dergisi’nden alınan 1 sayfa resimde; tamamen çıplak bir kadının tamamen çıplak vaziyette dizlerinin üstüne oturduğu bir erkeğin ise kadının cinsel organ bölgesine ağzıyla tahrik ettiği görüntü yer almaktadır.” 

Cümle düşüklüğü beş kişilik kurul üyelerine ait. Lakin, anlıyorum ne demek istediklerini. Gelin görün ki bir cümlede iki kez “tamamen çıplak” dedikleri insanı, inceledikleri karikatürde ben göremiyorum. Zira çizimde seks yapan kadının pembe alt iç çamaşırı var. Erkeğin de “tamamen çıplak” olduğuna dair geçtim görüntüsünü, bir ima dahi yok. Rapordan anladığım kadarıyla, kurul üyeleri kadının cinsel organının nerede olduğunu dahi pek bilmiyorlar.

Nihayetinde...

Muzır Neşriyat Kurulu, dava konusu karikatürden uzak bu garip iddialarıyla süslediği raporunu şöyle bitiriyor: “Leman Dergisi’nden alınan 1 sayfa resim görüntüsünün; Türk Ceza Kanunu’nun 226’ncı maddesinde yer alan unsurları taşıdığı; halkın ar ve hayâ duygularını incittiği, cinsi arzuları tahrik ve istismar eder nitelikte genel ahlaka aykırı olduğu, müstehcen bulunduğu oy birliği ile mütalâa edilmiştir.”

Bu da demek oluyor ki...

Mahkeme, eğer tüm hatalarına rağmen bu raporu dikkate alırsa, karikatürist Zehra Ömeroğlu çiziminden dolayı hapse girecek. Böylece adına “yargı” dedikleri sistem bir türlü sarsılmayan o sağır vicdanını yine rahatlatacak.

Ne güzel demiş Mark Twain: Mizah duyarlılığından yoksun insan yaysız bir arabaya benzer. Yoluna çıkan minicik taşlarda bile sarsılır.

                                                        /././

Merkezden yerinden yönetime örgüte yetki (Öztin Akgüç)

Olağan koşullarda başarı ya da başarısızlığın ana nedeni yönetimdir. Yönetimin, belli bir anlayışı, filozofisi, ilke ve kuralları vardır. Siyasal partiler için de ilke ve kurallar geçerlidir. Siyasal partilerin geniş örgütleri olduğunda genel merkez örgüt ilişkilerinin düzenlenmesi, kurallara bağlı olması, merkezden ve yerinden yönetiminin bağdaştırılması, işlevlerinin belirli olması gerekir. Siyasal partiler için de yönetimin genel kuralları geçerlidir.

CHP’de değişim, yönetim anlayışı ve uygulamasıyla gerçekleştirilmeli, yönetim katılımcı hale gelmeli; örgüt yönetim ve uygulamada daha fazla yetki ve sorumluluk almalıdır. 1992’de partinin yeniden faaliyete geçişi sonrası tüzük değişiklikleriyle, Baykal ve Kılıçdaroğlu’nun tercihleriyle; partinin yönetimi, karar alma yetkisi merkezde, fiilen başkan ve çevresinde toplanması, örgütün karar alma sürecine katılma etkinliğinin azalması, partinin oy oranında gerileyişin, siyasal başarı eksikliğinin belirleyici etkenlerindendir. Önseçim yerine merkez yoklamasıyla aday vekilin yerel yöneticilerin seçimi değil, atanması sonucuna neden olduğunda partinin ayırıcı özelliği demokratik yapıdan uzaklaşmasına yol açtı. Yönetim anlayışı, örgütün, karar alma sürecine etkin şekilde katılması, merkez ve örgütün yetki ve sorumluluklarının belirlenmesi yönünde değişmelidir.

Geniş, yaygın örgütsel yapıda özellikle siyasal partilerde yerel örgüt, partinin altyapısını, fidanlığını oluşturur; partinin öz insan kaynağıdır. Transfer değerler, spor kulüplerinin profesyonelleri gibidir. Kişisel beklentileriyle ya da bir şekilde dışlandıkları siyasal örgüte tepki olarak partiye katılırlar. Transfer değerlerle uzun süreli başarı sağlama, kalıcılık yoktur. Örneğin geçmişte seçim kazanmış, ANAP, DP, DSP günümüzde ya yoktur, ya da tabela partisi konumuna gerilemişlerdir. CHP, seçim kayıplarına, iç ve dış engellere hatta kumpaslara 1981-1992 döneminde kapalı tutulmasına, yöneticilerinin gözaltına alınmasına, siyaset yasağı getirilmesine, zaman zaman partiden önemli istifalar almasına karşın, CHP yine de ülke yönetiminde iddia ve etkisini sürdürmüş, ülkenin bağımsızlığını, çıkarlarını korumuştur.

1950 seçimini kazanarak on yıl ülkeyi yöneten DP’nin günümüzdeki vekillerinin CHP listesinden TBMM’ye girişi de tarihin bir cilvesidir. 1967 kurultayı sonrası 48 vekil partiden istifa etmiş; başbakan yardımcılığı parti genel sekreterliği yapmış Turhan Feyzioğlu, Kemal Satır gibi dönemin siyasal ağır topları partiden ayrılmış, Feyzioğlu Güven Partisi’ni kurmuş, 33 yıl partinin genel başkanlığını yapmış, Mudanya Mütarekesi ve Lozan Antlaşması’nı ülkeye kazandırmış Batı Cephesi Kumandanı İsmet Paşa partiyle ilişiğini kesmiş, partiyi iki kez birinci olarak iktidara taşımış, Kıbrıs Barış Harekâtı’nı gerçekleştirmiş Bülent Ecevit 1983 yılında DSP’yi desteklemiş; tüm bu gelişmeler CHP’nin varlığını etkilememiştir. Yerel seçim öncesi istifaları, 1 Nisan sonucunu bekleyenleri yandaş abartısına karşın önemsememek gerekir. Önemli olan partinin kurucu ilke ve misyonudur.

CHP’nin örgütünü geliştirip daha etkin hale getirmek için, üye sayısını artırmak, önseçimi ilke olarak eksiksiz uygulamak, Halkevleri odalarını yeniden oluşturmak, sanatsal yarışmaları ödüllendirmek, öğrencilere burs, eğitim olanağı sağlamak, partiye üye kabulünde genel merkezin gözetiminde yetkili kalmak yerinde olur.

Başarı için karakter, dürüstlük, dik duruş, vakar, ödün vermeme gerekli özelliklerdir. Kurucu CHP günümüzde ülkeyi emperyalizmin tuzaklarından, Cumhur İttifakı’nın boyunduruğundan kurtarıcı olmalıdır.

                                                        /././

Kadınlar Halk Fırkası’ndan Türk Kadınlar Birliği’ne (Sinan Meydan)

8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nü geride bıraktık. Ben de bugünkü yazımda, Türkiye’de kadın hakları tarihi söz konusu olunca ya göz ardı edilen veya çarpıtılan bir konudan; Kadınlar Halk Fırkası’ndan ve Türk Kadınlar Birliği’nden söz edeceğim.

KADININ SEÇİM HAKKI TARTIŞMASI

Türkiye’de ilk kez, 15 Kasım 1921’de, TBMM’de, “Köy ve Bucak Yönetimi Kanun Tasarısı” görüşülürken kadınların siyasal hakları Meclis gündemine geldi. O Meclis oturumunda Hüseyin Avni Bey (Erzurum), kadınların hayata katıldığını ve vergi verdiğini, dolayısıyla Meclis’e de girmeleri gerektiğini söyledi. Bu sözler üzerine Meclis’te tartışma çıktı. Tunalı Hilmi Bey, Hüseyin Avni Bey’i destekleyerek kadınlara seçim hakkı verilmesini savunurken bazı milletvekilleri “şeriat hükümlerinin buna izin vermediğini” ileri sürerek kadınların seçim hakkına karşı çıktılar. Sonunda 1921’de, tamamı erkeklerden oluşan Meclis, kadınlara seçim hakkı verilmesini kabul etmedi.

Bu tartışmalardan yaklaşık iki yıl sonra, 1923’te, Kadınlar Halk Fırkası kurulacaktı. 

16-17 Ocak 1923’te İzmit Basın Toplantısı’nda, Vakit gazetesi yazarı Ahmet Emin Yalman’ın, “Halide Edip Hanımefendi’yi milletvekili görecek miyiz?” sorusuna, Atatürk şöyle yanıt verdi: “Kanunlara göre şimdiye kadar 50 bin erkek nüfusa 1 milletvekili çıkmıyor mu? Şimdi genel olarak 50 binde 1 milletvekili dersek o zaman bu şekilde erkeklerle birlikte kadınlar da söz konusu olur. Bu tabir ile kadınlara da seçim hakkı verilmiş olur.”

Bunun üzerine Halide Edip Hanım, “Paşam, bu kararı bu Meclis mi verir, yoksa ikinci bir Meclis mi verir?” diye sordu. Atatürk, Halide Edip Hanım’ın bu sorusuna da şu yanıtı verdi: “Bu noktayı ben bazıları ile konuştum. Buna henüz itiraz edenler var. Fakat er geç olacaktır. (...) Bizde her yerde fazla mı taassup vardır, nedir?” 

KADINLAR HALK FIRKASI

TBMM, 1 Nisan 1923’te seçim kararı aldı. Milletvekili Seçimi Kanunu’na göre “18 yaşını dolduran 20 bin erkek nüfus için 1 milletvekili seçilecekti.” (Daha önce 50 bin erkek nüfus 1 milletvekili çıkarıyordu.) Osmanlı’da, II. Meşrutiyet’in özgürlük ortamında bazı öncü kadınların liderliğinde bir kadın hareketi ortaya çıkmıştı. Bu hareket, 30 Mayıs 1923’te Nezihe Muhittin Hanım’ın öncülüğünde bir kongre düzenledi. 

Daha Halk Fırkası kurulmadan, cumhuriyet ilan edilmeden, Medeni Kanun ortada yokken ve kadınlar hiçbir siyasi hakka sahip değilken, 16 Haziran 1923’te, İstanbul’da Darülfünun’da toplanan kadınlar şûrasında, Kadınlar Halk Fırkası kuruldu. Nezihe Muhittin’in başkanlığında kurulan partinin ikinci başkanı Nimet Remide Hanım’dı. Partide, Latife Bekir, Şükufe Nihal gibi isimler de görev aldı. Partinin, 27 maddelik kuruluş bildirisinde kadınların, toplumsal, hukuki ve siyasi haklarını elde etmek için mücadele edileceği belirtiliyordu.

O zamanki Milletvekili Seçimi Kanunu’nda kadınların seçme seçilme hakkı olmadığı için Kadınlar Halk Fırkası tescil edilmedi. Ayrıca Atatürk, 6 Aralık 1922’de Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’ni siyasi parti haline getireceğini, adının da “Halk Fırkası” olacağını ilan etmişti. Dahası, Kadınlar Halk Fırkası, “cinsiyet temelli” bir parti olarak düşünülmüştü. Oysa Atatürk, hiçbir ayrım yapmadan halkın tamamını kucaklayan bir “Halk Fırkası” kurmak istiyordu. 

Atatürk, Türk kadınlarının medeni ve siyasal haklara kavuşmalarını istiyor, bunun için kadınların mücadelesini önemsiyordu. Bu nedenle hükümet, o sırada yasal olarak parti kurmaları mümkün olmayan kadınlara, cemiyet kurmalarını önerdi. 

HER ERKEK TÜRK 

Bu arada 1924 Anayasası hazırlanırken oluşturulan anayasa taslağında -Atatürk’ün, 1923’te İzmit Basın Toplantısı’nda dile getirdiği formülle- anayasanın 10. ve 11. maddeleri, “18 yaşını dolduran her Türk milletvekili seçme, 30 yaşını dolduran her Türk milletvekili seçilme hakkına sahiptir” biçiminde düzenlenerek kadınlara seçme ve seçilme hakkı verilmek istendi. 16 Mart 1924’te Meclis’te bu maddeler bu haliyle tartışılmadan oybirliğiyle kabul edildi. Fakat daha sonra “Her Türk” denilerek kadınlara da seçme ve seçilme hakkı verilmek istendiği fark edilerek buna itiraz edildi. Tartışmalardan sonra anayasa taslağının 10 ve 11. maddelerindeki “Her Türk” ifadesi çıkarıldı, yerine “Her erkek Türk” ifadesi konuldu ve maddeler bu haliyle kabul edildi. Atatürk’ün isteğine rağmen 1924’te kadınlara seçme ve seçilme hakkı verilemedi. Bunun için daha 10 yıl mücadele etmek gerekecekti.

TÜRK KADINLAR BİRLİĞİ

7 Şubat 1924’te, Kadınlar Halk Fırkası’nın tüzüğü değiştirilerek yine Nezihe Muhittin başkanlığında, Türk Kadınlar Birliği kuruldu. 23 maddeden oluşan tüzüğe göre Türk Kadınlar Birliği, kadınlığı “fikri ve sosyal alanlarda” yükselterek ileri bir düzeye ulaştırmayı amaçlıyordu. 28 Haziran 1925 kararnamesi ile kamuya yararlı dernek sayılan Türk Kadınlar Birliği, 1924-1927 yıllarında İstanbul dışında da örgütlenerek Denizli, Afyonkarahisar ve Diyarbakır’da şubeler açtı. Üye sayısı kısa sürede 500’ü buldu.

Türk Kadınlar Birliği, “Türk Kadın Yolu” adlı bir dergi çıkardı. Kadınlara yönelik bilgilendirici kurslar açtı, konferanslar yaptı. Kadınların çeşitli meslekleri yapabilmeleri için girişimlerde bulundu. Anadolu’dan İstanbul’a okumaya gelen genç kızlara yardım etti. Fakir ve kimsesiz öğrencilere yemek verdi. Yabancı dil öğrenmek isteyen kadınlar için kurslar açtı. Kadınları çağdaş kılık kıyafete özendirdi. Balolar düzenledi.

1926’da Türk Medeni Kanunu kabul edildi. Böylece Türk kadını en temel medeni haklarına kavuştu. Şimdi sıra, siyasal haklara gelmişti. 

Türk Kadınlar Birliği, 1927’de tüzüğüne bir madde ekleyerek kadınlara siyasi haklar sağlamayı temel amaçlarından biri haline getirdi. Birlik, bir kadın adayla 1927 seçimlerine katılmak istediğini bildirdi. Ancak anayasaya ve seçim kanuna göre “sadece erkek Türklerin seçme ve seçilme hakkı” olduğu için bu istekleri gerçekleşmedi. Bunun üzerine birlik, feminist olduğu gerekçesiyle, İstanbul Vilayeti Hukuk İşleri Müdürü Kenan Bey’i kadınlar adına Halk Fırkası’na aday olarak önerdi. Bu süreçte Türk Kadınlar Birliği, Ankara’ya bir heyet gönderip Atatürk’le görüştü. 

3 Nisan 1930’da kadınlara belediye seçimlerine katılma hakkı tanındı. Türk Kadınlar Birliği, bunu kutlamak için 11 Nisan 1930’da İstanbul’da bir miting düzenledi ve seçimlere katılma kararı aldı. Eski başkan Nezihe Muhittin Serbest Cumhuriyet Fırkası’ndan, yeni başkan Latife Bekir ise Cumhuriyet Halk Fırkası’ndan İstanbul Şehir Meclisi’ne aday gösterildiler. Seçim sonucunda Eminönü’nden Rana Sanıyaver ve Refika Hulusi Behçet, Beyoğlu’ndan Nakiye Elgün ve Latife Bekir, Beykoz’dan ise Seniye İsmail Hakkı Cumhuriyet Halk Fırkası’ndan İstanbul Şehir Meclisi üyesi seçildiler.

26 Ekim 1933’te kadınlara köy ihtiyar heyeti ve muhtar seçimlerinde seçme ve seçilme hakkı tanındı.

5 Aralık 1934’te de kadınlara milletvekili seçme ve seçilme hakkı tanıdı.

Türk Kadınlar Birliği, Beyazıt Meydanı’nda düzenlediği bir toplantıyla bunu kutladı.

Kadınlar, Cumhuriyetin verdiği bu hakkı ilk kez 8 Şubat 1935’teki milletvekili seçimlerinde kullandılar. 1 Mart 1935’te toplanan TBMM’ye 18 kadın milletvekili girdiğinde henüz İsviçre, Belçika, Fransa gibi ülkelerin parlamentolarında hiç kadın milletvekili yoktu. 

ULUSLARARASI KADINLAR BİRLİĞİ KONGRESİ

Cumhuriyet hükümeti, Türk Kadınlar Birliği’nin uluslararası toplantılara katılmasını destekledi, bu konuda birliğe gerekli yardımı yaptı.

Türk Kadınlar Birliği, 1926 Paris Kongresi’nde Uluslararası Kadınlar Birliği’ne kabul edildi. 1929’da Berlin’de toplanan 11. Uluslararası Kadınlar Birliği Kongresi’nde Türkiye’yi Türk Kadınlar Birliği adına Eyzayiş Suat temsil etti. Türk Kadınlar Birliği’nin davetiyle Uluslararası Kadınlar Birliği, 12. kongresini 1935’te İstanbul’da toplamaya karar verdi. Bunun nedeni Türkiye’de 1934’te kadınlara siyasal hakların verilmesiydi.

Atatürk, Türk Kadınlar Birliği’nin ev sahipliğinde İstanbul’da düzenlenen bu kongreye büyük önem verdi. Birlik üyelerinin İstanbul’da konaklama, ulaşım, haberleşme gibi tüm ihtiyaçlarını Türk hükümeti karşıladı. Türkiye Cumhuriyeti konsoloslukları kongreye katılacak delegelere ücretsiz vize verdi. Ayrıca hükümet, kongre anısına özel posta pulları (15 çeşit) çıkardı. Gazete ve dergiler “feminizm kongresi” dedikleri kongreye geniş yer ayırdı. 

40 kadar ülkeden 500’e yakın temsilcinin katıldığı 12. Uluslararası Kadınlar Birliği Kongresi, 18-24 Nisan 1935’te İstanbul’da toplandı.

Kongrede, Uluslararası Kadınlar Birliği delegeleri, kadınlara siyasal haklar veren Türkiye’den övgüyle söz ettiler. Mısır Heyeti Başkanı Hoda Şaravi,“Şark’ta kadınlığın kurtuluşunu Atatürk’e borçluyuz” dedi. Türk Kadınlar Birliği Başkanı Latife Bekir ise “Son zamanlara kadar yalnız erkeklere mahsus olan medeni ve siyasal bütün haklardan büyük şefimiz Atatürk sayesinde bugün yararlanan Türk kadınlığı adına söz aldığını” belirtti. Bekir sözlerini, “Türk kız kardeşlerimizin dileklerini yerine getiren dâhi (Atatürk), bizim için yalnız bir vatan kurtarıcısı değil, aynı zamanda Türk kadınının kurtarıcısıdır” diye bitirdi.

1935’te birlik başkanının, “Kadın Birliği ülkülerine kavuşmuştur. Türk kadınlığına bütün haklar tanınmıştır. Bundan sonra Kadın Birliği’ne ihtiyaç yoktur” sözleri ile Türk Kadınlar Birliği kapatıldı. Bu konudaki boşluk Cumhuriyet Halk Fırkası’nın kadın kolları şubesinin oluşturulmasıyla doldurulmaya çalışıldı. Türk Kadınlar Birliği, 19949’da yeniden kuruldu. 

                                                ***

Atatürk Cumhuriyeti, 10 yıl içinde kadınlara önce medeni, sonra siyasal haklarını verdi. Bu süreçte Türk Kadınlar Birliği, kadın hakları konusunda farkındalık yaratılmasına, kamuoyu oluşmasına katkıda bulundu. Cumhuriyet hükümeti de genelde tbirliğe destek oldu. Türk kadını haklarını, -o haklar için mücadele eden öncü kadınların hep hatırlanacak çabasıyla birlikte- Atatürk’e ve Cumhuriyet Devrimi’ne borçludur. Bu gerçeği Türk kadın hareketinin öncülerinden Nezihe Muhittin şöyle ifade etmiştir: “Cumhuriyet hükümetimiz bu ihtiyacı hissetmiş ve kadınlara bu hakkı vermiştir. Bu hak, alınmamış verilmiştir.”

Dipnotlar:

  1. TBMM Zabıt Ceridesi, D1, C.14, s. 221-224.
  2. Arı İnan, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün 1923 Eskişehir-İzmit Konuşmaları, Ankara, 1982, s. 85.
  3. Zafer Toprak, “Türkiye’de Siyaset ve Kadın: Kadınlar Halk Fırkası’ndan ‘Arşıulusal Kadınlar Birliği Kongresi’ne (1923-1935)”, Kadın Araştırmaları Dergisi, Ocak 2012, s. 6.
  4. Toprak, s.8; Aliye Kaçar, Kadınlar Halk Fırkası’ndan Türk kadınlar Birliği’ne Kadın Hareketi ve Basına Yansıması, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Bursa, 2020, s. 48,56.
  5. TBMM Zabıt Ceridesi, D.2, C.7,İ.13, s. 540.
  6. TBMM Zabıt Ceridesi, D.2, C.7,İ.13, s. 542- 543.
  7. Ahmet Mumcu, Atatürkçülükte Temel İlkeler, İstanbul, 2000, s. 4.
  8. Toprak, s. 8.
  9. “Kadın Birliği Dün Gazi Hazretlerine Arz-ı Tazimat Etti, Milliyet, 4 Temmuz 1927, s.1.
  10. “Seçilen Belediye Azaları”, Cumhuriyet, 29 Teşrin-i Evvel 1930, s.1.
  11.  BCA, 30.18.01.02.49.79.14.
  12. BCA, 30.18.1.2.52.14.6.
  13. Toprak, s. 11-12.
  14. Toprak, s. 12; Kaçar, s. 124-126; Ayten Sezer Arığ, “Türk Kadınlar Birliği”,

          https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/

                                                                           /././

İşine gelince helal, gelmeyince vebal (Zülal Kalkandelen)

Diyanet TV’de “Diyanet’e Soralım” adlı programa katılan Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu üyesi İdris Bozkurt’a bir seyirci, “Alkol satışı olan bir otel ya da markette çalışsak, aldığımız maaşta sakınca olur mu?” diye sormuş.

“Sadece içeni değil, üreteni, ürettireni, taşıyanı, sunanı, kendisi için taşıtanı, servis edileni, hatta bunun parasını değerlendireni ve parasından istifade edenin hepsini peygamberimiz lanetliyor. ‘Allah’ın rahmetinden uzak olsunlar’ diyor. Böyle bir müessesede çalışan insan da bir şekilde alkol gelirinden istifade ediyor. Bu durumda olan insanın oraya verdiği emek veya mesaisinin karşılığında aldığı ücret kendisine helaldir. Ama yapılan işlerden mesuliyeti, vebali yoktur diyemeyiz. Alternatif iş bulana kadar orada çalışabilir. Ama ‘Helal kazancıma dolaylı da olsa vebal olmasın istiyorum’ diyorsa alternatif işlere baksın.”

Şubat ayında aynı programa katılan Bozkurt, torpille işe girmek hakkında, “Vebaldir, mesuliyeti vardır” diyerek ardından şunları da eklemişti: “İşe girdikten sonra elde edeceğimiz kazanç tamamen meşrudur. Yapılan iş de meşrudur, elde edilen kazanç helaldir.”

Kopya çekmenin ise “haksız bir kazanım, hırsızlık” olduğunu söyleyip sonrasındaki kazanç hakkında “Yapılan iş yanlıştır fakat yaptığımız işin karşılığında emek vererek aldığımız maaş helaldir” demişti. 

Torpille işe girip sınavlarda kopya çekenlerin neden olduğu adaletsizliği, “Sonradan verilen emekle elde edilen kazanç helaldir” diyerek aklayacaksınız ama alkol satılan mekânda emeğiyle yaşam mücadelesi veren insanın kazancına vebal karıştığını söyleyeceksiniz.

Ve aynı anda kendiniz de o alkollü içkilerin satışından gelen vergilerin de katkısıyla oluşan bütçeden maaş alacaksınız!

Azerbaycan’dan sıfır gümrük vergisiyle yılda 1.5 milyon litre şarap ve fermente edilmiş alkollü içki ithal edilmesi TBMM’de kabul edilecek, sonra da bir kamu kurumunun yöneticisi çıkıp alkollü içki tüketenler “Lanetlenmiştir” diyecek.

Ve herkes bu çelişkileri görüp susacak, öyle mi?

Alkollü içkinin zararlarını anlatabilirsiniz, karşı olduğunuzu söyleyebilirsiniz ancak alkollü içki satışı olan yerleri işletenleri, oralarda çalışanları ve sosyal bir içici olarak alkollü içki tüketenleri hedef gösterecek şekilde konuşamazsınız. Türkiye Cumhuriyeti anayasasında devletin laik olduğu yazıyorsa “Biz kimsenin hayat tarzına karışmadık” diyenlerin, bunun gereğini yapmaları gerekir.

                                                 ***

İsteyen oruç tutar, istemeyen tutmaz. İsteyen alkollü içki tüketir, istemeyen tüketmez. İsteyen inanır, istemeyen farklı bir inanca yönelir ya da inanmaz. 21. yüzyılda inançla ilgili konuların sürekli ayrıştırıcı bir şekilde gündeme getirilmesi, halk arasında düşmanlığı kışkırtır.

Birilerine lanet okuyacaksanız, çocuk istismarcılarının ve tecavüzcülerin cirit attığı tarikatları ve cemaatleri lanetleyin.

Çocuk yaşta yaptırılan evlilikleri lanetleyin.

Kadın katillerini lanetleyin.

Vatandaş açlıkla savaşırken, kamu bütçesiyle lüks harcamalar yapanları, en pahalı arabalara binenleri lanetleyin.

Halkın birikimini ve ülkenin topraklarını emperyalistlere peşkeş çekenleri lanetleyin!

(Cumhuriyet)

Birgün KÖŞEBAŞI - 13 MART 2024 -

 


‘Güçlendirilen’ okulları yağmalamışlar (Timur Soykan)
Bursa eski Milli Eğitim Müdürü’nün şikayeti üzerine başlayan müfettiş incelemesi depreme karşı güçlendirilen okullardan çıkan milyonlarca liralık malzemenin yağmalandığını ortaya koydu. İl milli eğitim müdürlüğündeki yetkililer, hurdaları müteahhitlere peşkeş çekmiş. Aynı dönemde müteahhitlere ihalesiz, sözleşmesiz 63 milyon TL’lik iş verilmiş. Ama suçlanan İl Milli Eğitim Müdür Yardımcısı’na dokunulmuyor.

6 Şubat depremlerinden sonra kentlerdeki rant çetelerini incelerken il milli eğitim müdürlüğü yöneticiliğinden müteahhitliğe geçen bazı isimler dikkatimi çekmişti. Yüzlerce okuldaki inşaat, tadilat, mal alımı gibi işler, kentlerdeki bazı muslukların başına geçmelerini sağlıyordu. İhaleler karşılığında bazı müteahhitlerle ortak olan milli eğitim bürokratları vardı. Bursa’daki bir müfettiş incelemesi bu çarkların nasıl döndüğünü ortaya koydu. Tek adam rejiminde ülkeyi şirket gibi yönetenler ne ihale sistemi bırakmış ne de kural. 

En baştan anlatalım:

İstanbul İl Milli Eğitim Müdür Yardımcısı Serkan Gür, Eylül 2021’de Bursa İl Milli Eğitim Müdürü olarak atandı. Kendisinden önceki dönemde yapılan ihaleleri inceleyen Serkan Gür’e bir okul müdürü ihbarda bulundu.

Okulun deposuna önceden yıkılan ya da güçlendirilen okullardan çıkarılan hurdaların konulduğunu ve bunların müteahhit tarafından diğer okulların inşaatlarında kullanıldığını söyledi. Okuldaki deponun anahtarına sahip olan müteahhit eski bir öğretmendi ve il milli eğitim müdürlüğünden özellikle okullardaki tesisat işlerini alıyordu. Müteahhidin okullardan çıkan eski tesisatları, yeni aldığı işlerde okullara döşediği öne sürülüyordu.

Serkan Gür

MİLLİ EMLAK’A TESLİM EDİLMELİYDİ

Oysa okulların depreme karşı güçlendirilmesi ya da yıkılıp yeniden yapılması için verilen ihalelerde sözleşme çok açıktı; bu okullardan çıkan hurdalar, Milli Emlak Mal Müdürlüğü’ne teslim edilmeliydi. Yeni İl Milli Eğitim Müdürü Serkan Gür pek çok okuldan çıkan hurdaların müteahhitlere verildiğini ortaya koydu. Milli Eğitim Bakanlığı Teftiş Kurulu’nun müfettiş görevlendirmesini talep etti. Bu konuda sorumlu olan Bursa İl Milli Eğitim Müdürlüğü İnşaat ve Emlak Şubesi İnşaat Birimi’nden sorumlu Müdür Yardımcısı Necdet Sezer’di. 

Necdet Sezer

HURDA VURGUNU

MEB müfettişleri, 2019 ile 2022 yılları arasında yaptırılan bakım, onarım, güçlendirme işleriyle yıkılıp yeniden yapılan okulları incelemeye aldı. 5 Temmuz 2023’te tamamlanan rapor, inşaat işleri yapılan neredeyse tüm okullardaki hurda vurgununu ortaya koydu.

Bu tarihlerde Bursa’daki 123 okulun, bakım, onarım, deprem güçlendirmesi yapılmıştı. Bu okullardan ekonomik değeri olan söküm ve demontaj malzemeleri alınmıştı. Bunların toplam değeri; 2019-2022 yılları arasında 12 milyon 626 bin TL’ydi. Sadece 1 milyon 401 bin TL’lik kısmı hurda olarak satılarak okul aile birliğine gelir oldu, okulda bekletildi ya da Milli Emlak Müdürlüğü’ne teslim edildi. 11 milyon 225 bin TL’lik hurda ise müteahhitlere verildi. Hatta bu hurdaları Milli Eğitim Müdürlüğü’nden aldıkları yeni inşaat işlerinde kullandılar.

Müfettişlerin raporunda 123 okuldaki vurgun tek tek sıralandı. Biz birkaç örnek verelim:

• Bursa İnegöl’deki Kocatepe İl ve Ortaokulu deprem güçlendirme işinde 375 bin TL’lik hurda çıktı. 16 bin TL değerindeki kısmı hurda olarak satılarak okul aile birliğine gelir kaydedildi. 359 bin TL ise müteahhidin cebine gitti.

• Bursa Osmangazi’deki Şükrü Şankaya Anadolu Lisesi’nin deprem güçlendirme çalışmalarında 303 bin TL’lik hurda çıktı. Hurdanın 20 bin TL’lik kısmı satılarak okul aile birliğine gelir kaydedildi. 283 bin TL’lik kısmı ise müteahhit tarafından alındı.

• 2021’de Bursa Osmangazi Necatibey Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi’nin güçlendirme ve onarım işinden 598 bin 667 TL’lik hurda çıktı. Milli Emlak Genel Müdürlüğü’ne aktarılması gereken bu hurdanın tamamı müteahhide verildi.

Toplam 123 okuldaki hurdaların büyük çoğunluğundan okul aile birliğine tek kuruş bile verilmedi, Bu malzemeler, Milli Emlak Genel Müdürlüğü’ne de aktarılmadı. Müfettiş raporunda bu müteahhitler tek tek sıralanarak hurda bedellerinin alınması istendi.

Bu suçlamayla ilgili ifadesi alınan Bursa İl Milli Eğitim Müdür Yardımcısı Necdet Sezer, “Yapılan güçlendirme, bakım, onarım ve değişim işlerinde ortaya çıkan malzeme ve hurdaların okul müdürlerine teslim edilmesi gerektiğini kontrolörlere söylüyordum. Onlar da aynı şeyi yüklenicilere söylüyorlardı. Bundan sonraki takibin okul müdürleri tarafından yapılması gerekiyordu” dedi.

Raporda Necdet Sezer ile birlikte 20 kontrolörün kamu zararına neden oldukları belirlendi.

İHALESİZ 63 MİLYON TL’LİK İŞ DAĞITMIŞLAR

Eski Bursa İl Milli Eğitim Müdürü Serkan Gür, yaptığı incelemelerde müteahhitlere sözleşmeye bağlanmadan ve ihale yapılmadan çok sayıda iş verildiğini tespit etmişti. Bu konuyu da bakanlığa bildirmişti. Müfettişler, büyük çoğunluğu 2022 yılında toplam 62 milyon 911 bin TL’lik işin ihaleye çıkılmadan keyfi şekilde verildiğini tespit etti. Bu işlere başlanıyor, daha sonra evrak düzenlenerek ihale yapılmış gibi gösteriliyordu. Yani İl Milli Eğitim Müdürlüğü’nde geçmişe dönük sahte evrak düzenlendiği müfettişler tarafından tespit edildi. Bir örnekte 2021 yılı Ekim ayında başlayan işin ihalesinin Nisan 2022’de yapıldığı belirlendi.

Bursa’nın ilçelerinde ihalesiz yapılan işlerin toplamı.

Bir yöntem daha vardı: Müteahhide parası, doğrudan temin limitinde parçalara bölünerek ödeniyordu. Mesela; 2022 yılında ihale açılmadan, doğrudan temin için üst limit 218 bin 395 TL’ydi. 1 milyon TL’lik iş bir firmaya yaptırılıyor ve daha sonra 5 ayrı doğrudan alım sözleşmesi düzenlenerek para ödeniyordu. 

Mesela; Fatih Sultan Mehmet Ortaokulu’nun dış cephe boyası, tavan sıvası, tuvalet seramiklerinin yapılması için Şensoy İnşaat’a doğrudan temin parçalarına bölünerek 6 milyon 750 bin TL ödenmişti. 

Orhangazi 15 Temmuz Şehitleri Anadolu Lisesi, istinat duvarı, çevre düzenlemesi ve küçük onarımlar yine ihalesiz ve sözleşmesiz olarak RİAŞ isimli şirkete verilmiş, 7.5 milyon TL ödenmişti.

‘İHALESİZ İŞLER YAPTIRDIM’

İl Milli Eğitim Müdür Yardımcısı Necdet Sezer, ihalesiz güçlendirme, onarım işleri verdiğini kabul etti. Acil durumlarda bu yola başvurduğunu söyledi. Ancak müteahhitler acil olmayan işlerin ihalesiz verildiğini ortaya koydu. Serkan Gür, İl Milli Eğitim Müdürü olup Necdet Sezer’i görevden aldığında inşaat işini ihaleye girmeden yapmış ama parası ödenmemiş müteahhitler vardı. Necdet Sezer, “Görevde kalsaydım, bu müteahhitlere ödemelerini ödenek gelince yapacaktım” dedi.

‘PARÇALA, BÖL, GÖTÜR’ YÖNTEMİ 

Bursa İl Milli Eğitim Müdürlüğü hakkındaki bir soruşturma konusu daha vardı. Devlet her yıl kurumların ihaleye çıkmadan yaptırabileceği işler için bir bedel belirliyor. Buna doğrudan temin deniliyor ve küçük işler ihalesiz, daha hızlı yapılabiliyor. Bursa’daki okul ve kurumlarda ihaleye çıkılması gereken yapım ve onarım işleri, kısımlara bölünerek doğrudan temin usulü ile müteahhitlere verilmişti. Böylece rekabet ortadan kaldırılmış ve ihaleler adrese teslim olmuştu. .

Müfettiş raporlarında bu konudaki çarpıcı örnekler sıralandı.

Mesela: Nilüfer ilçesinde Zeki Müren Güzel Sanatlar Lisesi duvara korkuluk yapılması yaklaşık 430 bin TL’ye mal olacak. Bunun için ihale açılması gerekiyor. Doğrudan temin limiti 2022’de 218 bin 395 TL. Yani iş ikiye bölünerek doğrudan temin ile yaptırılabilir ve istenilen müteahhide verilebilir. Böyle yapılıyor. Diğer teklif veren şirketlerin ayarlandığı öne sürülüyor.

Müfettişler, işlerin nasıl doğrudan temin limitine bölünüp dağıtıldığını tablo ile gözler önüne serdi.

2021 yılında ise doğrudan temin limiti 121 bin 405 TL’ye çıkarılmıştı. Bursa’daki 12 okulun güçlendirme projelerinin hazırlanması işi 4 parçaya bölündü. Hepsinin maliyet hesabı 121 bin 405 TL’nin altında tutuldu. Böylece 4 ayrı doğrudan temin ile TÜMAŞ isimli şirkete verildi. Oysa 12 okul için ihalenin birlikte yapılması ve bir rekabet oluşması gerekiyordu. Ama doğrudan temin olunca hep aynı iki firma TÜMAŞ’tan daha yüksek teklif vererek işin adrese teslim olmasını sağladı. Daha sonra aynı ‘kıyak’ onlara yapılacaktı.

Doğrudan temin oyunları tabloda çok net anlaşılıyor.

Müfettişlerin raporunda benzer çok sayıda örnek sıralandı. Hatta 2020’de başlayıp 2021’de biten doğrudan teminlerde yıllara göre limitler hep ayarlanmıştı.

2020’de ve 2021’deki maliyetler hep doğrudan temine göre ayarlanmış.

Bu suçlamada doğrudan teminlerin yapıldığı dönemde Bursa İl Milli Eğitim Müdürü olan Serkan Gür ve Sabahattin Dülger de kınama cezası verilmesi istendi. Eski müdürler, 1 milyon TL altındaki harcamaların Necdet Sezer’in yetkisinde olduğunu ve kendilerinin iş yoğunluğunda bu doğrudan teminleri denetlemesinin imkansız olduğunu savundu. Ancak kınama cezası aldılar. Serkan Gür, “Bu suçları ben tespit ederek inceleme başlatılmasını sağladım. Bana ceza verilmesini aklım almıyor” dedi ve cezaya karşı yargı yoluna başvurdu.

MÜFETTİŞLER: YÖNETİCİLİK YAPAMAZ

Müfettişler, ayrıca yapılmayan ya da eksik yapılan işlere 2 milyon 804 bin TL ödeme yapıldığını tespit etti. Temmuz 2023’te Milli Eğitim Bakanı’na sunulan raporda Milli Eğitim Müdür Yardımcısı Necdet Sezer’e kınama cezası, aylıktan kesme, 1 yıl süre ile kademe ilerlemesinin durdurulmasının arasında olduğu yaptırımların uygulanmasını istedi. Rapor, Necdet Sezer ile ilgili şu cümleyle bitti:

“Yönetim zaafı içine düştüğünden kamu yararı ve hizmetin gereği olarak yöneticilik görevinin üzerinden alınarak durumuna uygun bir göreve atanmasının uygun olacağı yönündeki kanaatimizi arz ederiz.”

MÜDÜR GİTTİ, ONA KİMSE DOKUNMADI

Serkan Gür, il milli eğitim müdürüyken 6 Şubat depremi yaşandı. Müdürlüğün şirketlerden çadır satın alıp bunları meslek liselerinde üretilmiş gibi deprem bölgesine gönderdiği ortaya çıktı. Bir süre Hatay’da görev yapan Serkan Gür’ün görev yeri değiştirildi ve ardından istifa etti. Necdet Sezer ise yeniden İl Milli Eğitim Müdür Yardımcısı oldu. Müfettişlerin 8 ay önce görevden alınmasını istediği Necdet Sezer halen Bursa İl Milli Eğitim Müdür Yardımcısı makamında oturuyor. Milli Eğitim Bakanı, müfettişlerin raporunun gereğini yapmıyor. Necdet Sezer’i özellikle Milli Eğitim’in içinde örgütlenmiş bir yapının koruduğu rivayeti kulaktan kulağa yayılıyor. Hatta Serkan Gür’ün çadır olayı nedeniyle değil, bu soruşturmayı başlattığı için koltuğunu kaybettiği öne sürülüyor.

ATM’DEN GELEN PARALAR

Müfettişler, Bursa İl Milli Eğitim Müdürlüğü’nde Veri Hazırlama ve Kontrol İşletmeni Yusuf Ö., ve Bursa İl Milli Eğitim Müdürlüğü İnşaat Birimi Şefi Özgür P.’nin banka hesaplarına yüklü para girişleri tespit etti. Bu paralar ATM’lerden yatırılmıştı. Yusuf Ö., Japonya’daki kardeşi ve ABD’deki arkadaşının ticari işlerini takip ettiği için paraların hesabına yattığını savundu. Müfettişler ise iki kamu görevlisinin paranın kaynağını açıklayamadığını belirterek savcılığa suç duyurusunda bulundu.

                                                        /././

CHP’de sağ-sol muamması (Berkant Gültekin)

2023 seçimlerindeki yenilginin ardından CHP bir değişim sürecine girmiş ve yeni Genel Başkan Özgür Özel’in adaylığını açıklarken kamuoyuyla paylaştığı tutum belgesi, partinin yeni yol haritasının köşe taşlarını dizen bir metin olarak kabul edilmişti.

Tutum belgesinde dikkat çekici vurgular yer alıyordu. Bunlardan biri de sağ-sol meselesine dair benimsenen tutumdu. İsim vermeden Kemal Kılıçdaroğlu’nun “Sağ sol kavramları, 18. yüzyıla ait. 18. yüzyılın kavramlarıyla 21. yüzyılın sorunları çözülmez” sözünü eleştiren Özel, “Sağ ve sol kavramının 18’inci yüzyıla ait olduğunu ve 21’inci yüzyılın sorunlarını çözemeyeceğini iddia eden yaklaşımı kesin bir dille reddediyoruz” demiş, 21. yüzyılda emekçilerin, güvencesizlerin ve yoksulların artan sorunlarına karşı sol-sosyal demokrat bir anlayışla umut olunabileceğini söylemişti.

Özel’in sol temalı manifestosu önemliydi çünkü o güne kadar farklı siyasi geleneklerin bir arada durmasından öte güçlü bir politik hat inşa edemeyen CHP’nin politik karakteri net, yeni bir iddiayla hareket etmesi gerektiğini savunuyordu. Aynı zamanda geçmişin de esaslı bir eleştirisini içeriyordu. Bu çıkıştan sonra merak edilen, Özel’in kaptan köşkünde oturduğu yeni CHP’nin sol-sosyal demokrat çizgiyi nasıl ve ne şekilde güçlendireceği olmaya başladı.

Ancak yerel seçimlere günler kala İstanbul’da Ekrem İmamoğlu’nun kampanyasında Özel’in ana hatlarını belirlediği politik doğrultuyu boşa düşüren bir slogan ortaya çıktı: “Yok bu işin sağı-solu, aklın yolu İmamoğlu.” Sözün, direksiyonu sola kırmaya çalışan Özel CHP’sinden çok Kılıçdaroğlu CHP’sinin koordinatlarına daha uygun olduğunu söylemek yanlış olmaz. Tema aynı, isim farklı.

Öyle anlaşılıyor ki bu, CHP Genel Merkezi’nin değil İmamoğlu ekibinin sahiplendiği bir slogan. İlk olarak Meral Akşener’in eski danışmanı Murat İde’nin İmamoğlu için yazdığı ve seslendirdiği seçim şarkısında yer aldı. Şarkının sözlerinde “Yok bu işin sağı-solu” kısmı yoktu ama klibin sonundaki görselde slogan tam haliyle yer aldı. Sosyal medyada da İmamoğlu’nun ekibiyle bağlantılı hesaplar/kişiler tarafından yaygınlaştırıldı. Daha sonra hazırlanan farklı videolara iliştirildi ve kentin birçok noktasında duvarlara yazıldı.

CHP’nin başına “Sorunların çözümü solda” diyen Özel geldi ama İmamoğlu kanadı “Bu işin sağı-solu yok” diyor. Mesele sıradan bir adayın görüşü olsaydı, çelişkinin üstünde durmaya fazla gerek olmayabilirdi. Ancak Genel Başkan’ın paradigmasını esneten alelade bir kişi değil, Türkiye’nin en büyük kentini yöneten ve bir sonraki Cumhurbaşkanlığı seçiminde muhalefetin adayı olması beklenen İmamoğlu; partinin içindeki en güçlü aktörlerden biri, belki de en güçlüsü.

Haliyle akılda şu soru beliriyor: CHP, 21. yüzyılın sorunlarına sol-sosyal demokrat bir siyasal programla mı çözüm üretecek yoksa İmamoğlu isminin sürükleyiciliği altında ideolojik bir çerçeve olmaksızın iktidara gelmeyi mi hedefleyecek? Bu doğrudan 31 Mart’ın sorusu değil ancak cevapta muhalefetin nasıl bir Türkiye istediğinin ipuçları saklı olacak.

                                                            /././

Hukuku “tangır tungur etmek” (Nurcan Gökdemir)
İktidar, terör örgütü üyesi olmayanların örgüt üyelerinden daha ağır cezalandırılmasını düzenleyen hükmü iptal eden AYM kararının arkasından dolandı. Maddeyi düzenleme gerekçesiyle iki kez ceza almanın önü açıldı.

TCK’nin 146’ncı maddesi bir kuşağın başına bela oldu. 12 Mart’ta Deniz Gezmiş, Hüseyin, İnan, Yusuf Aslan’ın, 12 Eylül sonrası da birçok devrimcinin cezalandırıldığı meşhur 146’ncı Madde,  2005’te madde numarası 309 olarak değiştirilerek yeniden düzenlendi.  Son düzenlemede sadeleştirilen bu maddede yazılı, “Anayasa’yı tağyir, tebdil ve ilga etmek…” sözcükleri ifade etmenin güçlüğü nedeniyle  “Anayasa’yı tangır tungur etme…” diye değiştirilerek kullanılıyordu.

Bu çocuk tekerlemesi gibi anlatılan madde kapsamında yapılan yargılamalarda kalemler art arda kırılıyor, egemenler istediği herkesi kolaylıkla darağacına gönderebiliyordu. 146’ncı madde 2005’te 309’uncu madde olarak değiştirilirken “idam” cezası da “ağırlaştırılmış müebbete” dönüştürüldü.

309 yine muktedirlerin muhaliflerine karşı kullanma kolaylığı nedeniyle en sevdiği maddelerden biri oldu ama ülke bu suçun ülkeyi yönetenler tarafından işlendiğine daha çok tanıklık etti. 12 Eylül sonrası başbakanlarından Turgut Özal’ın “Bir kez çiğnense bir şey olmaz” dediği Anayasa sürekli ayaklar altına alındı, yok sayıldı.

YİNE ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİ

AKP hükümetleri döneminde de bu alışkanlık hiç üstü örtülme, gizlenme, yokmuş gibi yapmaya bile ihtiyaç duyulmadan pervasızca sürdürüldü.

AKP iktidarı ve lideri Recep Tayyip Erdoğan’ın genellikle iktidarını sürdürmek için çiğnediği Anayasa’nın bir kez daha değiştirilmesinin konuşulduğu günlerdeyiz. Erdoğan, Anayasa’daki yeniden adaylığını engelleyen hükmü son seçimde çiğnememiş gibi normal tarihi 2028 olan bir sonraki seçimde bir kez daha aday olabilmek için Anayasa engelini kaldırma arzusunu gösteren açıklamalar yapmaya başladı. Erdoğan’ın zemin yoklamalarına genellikle olduğu gibi başta Bekir Bozdağ olmak üzere AKP’den “Siz yeter ki isteyin” mealinde yanıtlar verilmeye başlandı bile…

AKP’NİN ANAYASA’YI ÇİĞNEME ALIŞKANLIĞI

Türkiye yerel seçim gündemiyle eş zamanlı olarak Anayasa değişikliği, Erdoğan’ın yeniden adaylığı tartışmalarını yürütürken TBMM’den geçen bir düzenleme Cumhurbaşkanlığı tarafından onaylanarak yürürlüğe girdi. Yine Anayasa tangır tungur edilerek, yine Anayasa’nın arkasından dolaşılarak…

AKP’nin hukuk anlayışını, mevzuatı hiçbir kural tanımadan sadece kendi isteklerini dikkate alarak düzenleme, muhaliflerine tahammülsüzlüğünü gösteren bu olayı hatırlayalım. Ağrı Patnos Ağır Ceza Mahkemesi ile İstanbul 22. Ağır Ceza Mahkemesi, Türk Ceza Kanunu’nun 220’nci maddesinin 6’ncı fıkrasındaki “Örgüte üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işleyen kişi, ayrıca örgüte üye olmak suçundan da cezalandırılır. Örgüte üye olmak suçundan dolayı verilecek ceza yarısına kadar indirilebilir. Bu fıkra hükmü sadece silahlı örgütler hakkında uygulanır” düzenlemesini Anayasa Mahkemesi’ne getirdi. Mahkemeler “sanıklar hakkında silahlı terör örgütüne üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işleme suçundan açılan davalarda uygulanan bu hükmün Anayasa’ya aykırı olduğu” gerekçesiyle iptal edilmesini istedi.

AYM oybirliğiyle “bu suçtan ceza alanların örgüte üye oldukları kanıtlanamamasına rağmen örgüte üye olanlardan daha fazla hapis cezasıyla cezalandırılmasına” neden olduğu gerekçesiyle bu hükmü iptal etti.

AYM Aralık ayında aldığı karar dolayısıyla uygulamada boşluk olmaması için TBMM’ye yeni düzenleme yapması için dört ay süre verdi.

İKTİDAR VAZGEÇMEDİ

Bir protesto gösterisine katılmak, slogan atmak, zafer işareti yapmak gerekçeleriyle her protesto hakkını kullananın, itiraz edenin, iktidara muhalif olanın cezalandırılmasına olanak sağlayan bu maddeden iktidar vazgeçmedi. Kimine göre AYM kararının arkasından dolandı, kimine göre göstermelik bir düzenleme yaptı…

AYM’nin, bu düzenlemeyi örgüte üye olmayan ve fakat örgüt adına suç işleyen kişinin eyleminin ağırlığı dikkate alınmaksızın örgüte üye olmak suçuyla cezalandırılmasının “keyfiliğe yol açtığı” temel gerekçesi yok sayıldı.

Sözde AYM’nin kararı doğrultusunda düzenleme yapan teklifin kabulü ile TCK 314’e bir fıkra eklendi ve örgüte üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işleyen kişiye 5 yıldan 10 yıla kadar hapis cezası verilebileceği düzenlendi.

AYM kararına uyum gibi gösterilen düzenleme ile Terörle Mücadele Kanunu’ndan ceza verilen bir kişiye iptale konu olan TCK 220-6’dan ceza verilebilmesinin yolu açıldı. CHP’nin teklife yönelik hazırladığı muhalefet şerhinde bu düzenlemeye itiraz şöyle ifade edildi:

“Terör örgütüne üye olmamakla birlikte örgüt adına TMK’nin 7. Maddesinin 5. fıkrasında tanımlanan suçlar bakımından cezalar açısından Anayasa Mahkemesi kararında da belirtildiği üzere toplantı ve ifade özgürlüğü haklarını kısıtlayıcı ve belirsiz nitelikte olan gerekçeler nedeniyle kişi özgürlüğü zedelenirken TCK 220’den ceza verilemeyeceği hükmünün kaldırılması Anayasa Mahkemesi kararının gerekçesini bertaraf etme ve daha ağır bir çifte cezalandırmaya yönelik düzenleme olarak karşımıza çıkmaktadır.”

Anayasa’yı, kanunları çiğneme konusundaki pervasızlığının, hukuka siyasi iktidarını tahkim edecek, muhaliflerini cezalandıracak bir araç olarak baktığının sayısız örneğine tanıklık ettiğimiz AKP iktidarının yerel seçim sonrası bir kez daha “Hadi Anayasa’yı sivilleştirelim” deme ihtimali yüksek. Burada yapılması gereken sadece yukarda yazılan örnek olaydan bile hareketle “Seninle olmaz” demek…

                                                              /././

Nükleer enerji tuzağı (Özer Gürbüz)

Enerji Bakanı Alparslan Bayraktar, hükümete yakınlığıyla bilinen Turkuvaz Medya Grubu’nun düzenlediği bir toplantıda, Akkuyu Nükleer Santralı’nın ilk ünitesinin yıl sonunda elektrik üretmeye başlayacağını söyledi. Bayraktar, diğer nükleer santrallar için adı geçen Sinop ve Kırklareli konusunda da ilgilenen ülkelerin adlarını açıkladı. Sinop’a Rusya ve Güney Kore, Kırklareli’ne ise Çin’in talip olduğunu ve müzakerelerin sürdüğünü söyledi. Toplantıyı yöneten iki “gazeteci” Enerji Bakanı’na “Türkiye’nin neden güneş ve rüzgârdan çok daha pahalıya elektrik üreten nükleer santral yapmak istediğini ve nükleer santralların atıklarının ne olacağını sormadı. Deprem ile kaza riski, Rusya’ya bağımlılık konularıysa hiç gündeme gelmedi. Şaşırmadık tabii.

Enerji Bakanı’nın konuşmasında tereddütle açıkladığı bir bilgi de vardı. Rusya’nın karşı karşıya kaldığı yaptırımların Akkuyu’da sorun yarattığını açıkladı. Bayraktar, “…ama süreçte karşı karşıya olduğumuz açık ve kapalı bazı yaptırımlar var. Özellikle Rosatom’un karşı karşıya olduğu bazı sıkıntılı durumlar var, onları sahaya yansıtmadan çözmeye çalışıyoruz” dedi. Cumhuriyet’in 100. yılına yetiştirilemeyen Akkuyu’nun gecikme sebeplerinden birini öğrendik. İlk reaktör resmi olarak inşaata başlayalı altı yıl oldu. Bu gecikmenin maliyetini ve santralın sahibi Rusya’nın bu farkı “çeşitli yollarla” bizden tahsil edip etmeyeceğini ise henüz bilmiyoruz

KÜÇÜK REAKTÖRLER

Bakan Bayraktar, küçük modüler nükleer reaktörlerden de bahsetti ama dünyada bu tanıma uyan bir reaktörün olmadığını söylemedi. Fukuşima sonrası iyice köşeye sıkışan nükleer endüstrinin son pazarlama hamlesi modüler reaktörlerin değil bir örneği, imalatı bile yok. Bizim de dilimize yapışan “Küçük Modüler Nükleer Reaktör” tanımı aslında nükleer enerjinin yeni reklam kampanyasının sloganı. Her başları sıkıştığında yeni bir şey bulmuş gibi yapan nükleer lobi şimdi de küçük modüler reaktör kavramını ortaya attı. Halihazırda inşaatına başlanan, modüler üretimi yapılan bir reaktör yok ama herkes varmış gibi yazıyor. Bahsedilen aslında küçük güçte nükleer reaktörlerden başka bir şey değil. Atık sorunu aynı, kaza riski aynı üstelik daha da pahalı olacak gibi görünüyor. Küçük reaktörlerin en büyük pazarlamacısı ABD ancak ülkede bir inşaat bile yok. Tasarım aşamasında kalan NuScale projesi de yattı. İlk açıklanan maliyeti ile son maliyet arasında 250 kat fark çıkınca Idaho’da düşünülen projede kapatıldı.

NÜKLEER RÖNESANS HAYALLERİ

Nükleer lobi, Çernobil’den bu yana elektrik üretiminde nükleer enerjiyi yeniden bir seçenek yapacak araçlar arıyor. 2000’lerin ortasında “nükleer rönesans” sloganıyla dev reaktörleri pazara sürmüş, bunların çok ucuza elektrik üreteceğini iddia etmişlerdi. Başını Fransa’nın çektiği rönesans atağı, Finlandiya’da bir reaktörün 17 yılda bitirilmesi, Fransa’daki ikizinin ise 17 yıla rağmen bitirilememesiyle yola çıkamadan çakıldı. Bu yıl bitirileceği söylenen Flamanville-3 reaktörünün maliyeti ilk duyurulduğunda 3 milyar dolardı. Fransız şirketin son tahmini ise 14 milyar doları geçti. Nükleer rönesans reaktörünün maliyetinin faizlerle beraber 21 milyar doları bulacağı tahmin ediliyor. 

NÜKLEER 6 KAT PAHALI

Santralların ilk yatırım maliyetlerindeki artış elektrik üretim maliyetlerine de yansıyor haliyle. Dünyaca bilinen finansal danışmanlık şirketlerinden Lazard’ın seviyelendirilmiş elektrik maliyetleri analizi nükleer enerjinin çaresizliğini de ortaya koyuyor. Seviyelendirilmiş elektrik maliyeti, yapımdan yakıta tüm maliyetlerin hesaplanarak bir kilovatsaat elektrik üretiminin maliyetini size veriyor. Sübvansiyonların hesaba katılmadığı bu analize göre, mevcut teknolojiler içinde en ucuza elektrik üretebilecek kaynaklar rüzgâr ve güneş. Kilovatsaat maliyeti 2,4 dolar sente kadar düşebiliyor. Nükleer enerjide ise en düşük fiyat 14,1 dolar sent olabiliyor. Nükleer santrallar rüzgâr ve güneşe göre altı kat daha pahalıya elektrik üretiyor. Nükleer santraldan elektrik üretmenin maliyeti 22 sente kadar çıkabiliyor. Türkiye’nin Rusya’ya ödeyeceği fiyatın 12,35 dolar sent olduğunu da hatırlatalım. Analizin gerçek fiyatlara ne kadar yakın olduğunu görüyoruz.

Rüzgâr ve güneş santrallarına depolama üniteleri ekleyip, kesinti sorununu ortadan kaldırmak isterseniz de maliyetler en düşük 4,2, en yüksek 11,4 sent oluyor. Nükleer santralların en iyi örneğinden ve Akkuyu için Rusya’ya ödeyeceğimiz fiyattan hâlâ daha ucuz. Kim daha pahalı elektrik ister sorusuna yanıt vermek için parmaklarınızla iktidarı gösterebilirsiniz. Bu hükümete oy verenlerin elektrik faturalarından şikâyet etme hakkı yok.

Mevcut iktidar düştüğü nükleer tuzaktan kendini çıkaracak politik cesarete sahip değil. Nükleer belayı Sinop ve Kırklareli’ne de yaymaya çalışarak hem dışa bağımlılığı hem de nükleer riski artırıyor. Muhalefetin büyük bir kesimi de partisinden medyasına kadar “nükleer teknoloji iyidir” önyargısı nedeniyle sessiz. Televizyonlarda tartışma programı bile yok! Halkın büyük çoğunluğu nükleere karşı iken, nükleer karşıtlığını politikalarına taşıyamamanın bedelini hepimize ödetiyorlar.

                                                             /././

Yusuf Cengiz’i anarken: Şehirler, kurumları ve işlevleri (Şükrü Aslan)

‘Ticaret ve Sanayi Odaları’, kuşkusuz birer sivil yapı olmaktan daha fazla önemi/anlamı olan kurumlardır. Devletin kamusal hizmet alanından adım adım çekilmesi ile bazı sivil kurumların toplumsal dayanışmacı işlevleri giderek öne çıkmıştır ki Ticaret Sanayi Odaları onlar içinde özel bir yere sahiptir. Gerek kimi üyelerin ve gerekse kurum olarak odaların ekonomik gücü, devletin dışındaki yapılara muhtaç hale getirilmiş milyonlarca insan için bir ‘kurtarıcı’ algıyı inşa etmiştir.

Diğer yandan Ticaret ve Sanayi Odaları, sadece iktisadi işlevleriyle değil, belki de bundan daha fazla toplumsal/politik işlevleriyle de dikkat çeken kurumlardır. Bulundukları şehirlerde sanayi ve ticaretin etki alanı nedeniyle çoğu kez iktisadi olmayan taleplerin de hem muhatabı hem de savunucusu olmuşlardır. Özellikle politik-kültürel gerilimlerin gündelik hayatı doğrudan etkilediği kentlerde bu durum daha belirgindir. Bu yüzden herhangi bir konuda resmi kurumların tutumu kadar Ticaret ve Sanayi Odalarının ne dediği de toplumsal ilginin konusu olmuştur.

∗∗∗

Akademik toplantılar nedeniyle gittiğim şehirlerde, bu Odaların daha özgün deneyimlerine de tanıklık ettiğimi belirtmek isterim. Tunceli Ticaret Sanayi Odası bunların başında gelir. Her şeyden önce ‘sanayi’ ile hiç tanışmamış bir şehrin ‘sanayi odası’dır. Ama ‘ticaret’ için de durum farklı değildir. Bu şehir, geçmiş yıllarda evine çay, şeker alan herhangi bir vatandaşa, ‘Neden iki paketten fazlasını aldın’ gibi sorularla, hesap vermeye mecbur edilmiş insanların şehridir. Yani aynı zamanda ‘kısıtlanmış’ bir ticari deneyime sahiptir. Dünyanın her yerinde şehir ve ticaret arasındaki geliştirici ilişki, burada bilhassa politik karar ve faktörlerin etkisiyle aynı işlevi yerine getirememiştir. Dolayısıyla böyle bir şehirde ‘Ticaret Odası’ ve Oda’nın yöneticisi olmak da aslında görünmez bir gerilimin orta yerinde durmak demektir.

Ben, Tunceli Ticaret ve Sanayi Odası’nı ve başkanı Yusuf Cengiz’i 2000’li yılların başlarında tanımıştım. Dersim o yıllarda da farklı aktörlerin, yaklaşımların, resmi ya da muhalif politik kurumların gerilim alanıydı ve Yusuf Cengiz kentteki en önemli STK’nın başkanıydı. Sadece bu özelliği nedeniyle şehrin hemen her türlü sorunu ona intikal ediyordu. Dolayısıyla ülkenin herhangi bir şehrindeki odanın taleplerinden farklı olarak Tunceli Ticaret Sanayi Odası’nın talepleri çok daha kendine özgüydü. Oda başkanı olarak Yusuf Cengiz, katıldığı hemen tüm toplantılarda şu talepleri dile getirirdi: “İlimize Dersim adı, ilçe ve köylerimize eski isimleri verilmeli, eski ve yeni isimler birlikte kullanılmalıdır. 15 Kasım 1937’de idam edilen Seyit Rıza ve diğer Dersimli altı kişinin mezar yerleri açıklanmalıdır. TBMM Dilekçe Komisyonu arşivinde toplanmış bulunan Dersim’le ilgili belgeler araştırmacılara açılmalıdır. Munzur ve Pülümür vadisindeki HES ve baraj projeleri iptal edilmelidir. İlimiz merkezinde bulunan kışla, onarılarak Dersim kimlik ve kültürünü yansıtacak bir müzeye dönüştürülmelidir. Çarşı merkezinde bulunan eski hükümet konağı boşaltılarak, kültürel amaçlı kullanıma açılmalıdır. Daha önce Öğretmen Lisesi olarak kullanılan, 1980 darbesinden sonra Bölge Komutanlığı’na tahsis edilen okul ve arazi boşaltılmalı ve yeniden eğitim kurumlarına tahsis edilmelidir”.

∗∗∗

Benzer kurum yöneticileri ilgili toplantılarda bu talepleri dinlerken ne düşünürlerdi bilemem ama Tunceli Ticaret Sanayi Odası’nın böyle daha onlarca talebi olduğunu biliyordum. Zira Oda yöneticileri iktisadi-politik-kültürel pek çok sorundan oluşan bir gerilim yumağının adeta merkezinde duruyorlardı. Dolayısıyla bu coğrafyada bir oda başkanı olmak, pek çok güçlüğün kavşağında olmak demekti. Gündelik hayatta ağır sorumlulukları vardı. Yusuf Cengiz, temsil ettiği kurumun ötesinde, bireysel olarak bu sorumlulukların bilincindeydi ve sıkboğaz edildiği tüm zamanlarda kendi toplumunun; Dersim’in nefesi ve sesiydi. 11 Mart 2018’de, erken bir zamanda hayata veda ederken, bambaşka bir kamuculuğa dair bir muazzam deneyimler ve değerli bir miras bıraktı. Şehrin, hafızasına dair arayışında ışık olacak bir deneyim ve miras.

                                                        /././

Yükümüz ağır ama birlikte başaracağız (Yaşar Aydın)

                                                  Dr. Cemil Tugay BirGünTv’nin konuğu oldu.

CHP’nin adayının da netleşmesiyle gecikmeli de olsa İzmir yerel seçim havasına girdi. CHP’nin İBB Başkan Adayı Dr. Cemil Tugay “Tüm ülkeye karşı yüklendiğimiz sorumluluğun farkındayız. Bu zorlu görevin altından İzmirliler olarak kalkacağımıza eminim” dedi.

Yerel seçimlerde son düzlüğe girildi. Partiler açısından seçim başarısının çıtası İstanbul, Ankara ve İzmir’de alınacak oylarla belirlenecek. CHP üç büyük kent içerisinde en son İzmir adayını açıkladı. Dolayısıyla seçim yarışına en son dahil olan aday Cemil Tugay oldu. İzmir Büyükşehir Belediyesi Başkan Adayı Dr. Cemil Tugay’la aday olma sürecini, projelerini, gelecek beş yıl içinde İzmir’e ve ülkeye dair hayallerini anlattı:

KARŞIYAKA ÖNEMLİ DENEYİM

Karşıyaka’da başkan olarak geçirdiğim 5 yıl çok önemli deneyim oldu. Deprem, pandemi ve süreklileşen ekonomik kriz hepimize zor bir 5 yıl yaşattı. Ama aynı zamanda da her sürece hazırladı. Karşıyaka’da uzun süre neredeyse tek gündem kentsel dönüşüm oldu. Türkiye ve dünyadaki tüm örnekleri inceledik, modeller geliştirdik. Yetkimiz çerçevesinde elimizden geleni yapmaya çalıştık. Ancak bu dönemde yerel yönetimin ne olduğunu kentte ve insana dokunmanın yollarını bize öğretti. Değişmesi gerekenleri ve geleceğin belediyeciliğinin nasıl olması gerektiği yaşayarak öğrendik.

TARTIŞMALAR BİTTİ

Aday belirlenirken mevcut başkanımızın devam edip etmeyeceğiyle ilgili değerlendirmenin yapılması gerekiyordu ve o süreçte ister istemez uzadı. Uzayan sürecin gerilimlere de yol açtığını söylemek lazım. Bu görelim sadece CHP örgütlerine değil kamuoyuna da yansıdı. Kafa karışıklıklarına neden oldu. Süreç içinde hızlı sayılabilecek bir sürede sorunların önemli bölümü aşıldı. Şu anda örgüt içinde yüzde 99 oranında bir ortaklaşma olduğunu söyleyebiliriz. Bu duyguyu kamuoyunda da görmeye başladık. Yaptırdığımız kamuoyu yoklamalarında da bu durumu görebiliyoruz. İsmimizin açıklama anında rakibimizle fark 9-10 puan civarındaydı. Gelinen noktada bu rakamın oldukça üzerine çıkıldığını ölçebiliyoruz.

PLANLAMA ÖN ANAHTAR

İzmir uzun süredir sosyal demokrat bir belediyecilik anlayışıyla yönetiliyor. Dolayısıyla sıfırdan başlamayacağız. Bunun avantajını cebimize koyarak yola çıkıyoruz. Yapılacaklar arasında kuşkusuz trafik sorunundan altyapı hizmetlere kadar birçok başlık var. Ama her şeyden önce ilk sıraya koyulması gereken planlama. İzmir’in bölge illerini de atlamayan bir master plana ihtiyacı var. Tek başına imar planını kastetmiyorum. Sanayiden tarıma, ticarete kadar uzanan geniş bir planlamadan bahsediyorum. Enerjiden ekolojiye birçok başlıkta planlama gerekiyor. Bu konuda da ciddi hazırlıklarımızın olduğunu belirtelim.

Bununla birlikte hemen aksiyon almamız gereken ilk iş kentin trafiği. Çok hızlı şekilde kavşak düzenlemeleri, akıllı trafik sistemi uygulamaları, köprülü kavşaklar, alt geçit üst geçit gibi bazı hamlelerle ana arteri üzerindeki akışı rahatlatmak gerekiyor. Bu ve benzerler konuları için hemen harekete geçeceğiz. Ama dediğim gibi en önemlisi planlamayı baştan yapıp hem bugünü hem de geleceği kurtarmak. Biz 25 yıllık perspektif koyduk. 2050 yılına kadar İzmir'in nasıl bir kent düzeni içerisinde olacağını planlamaya çalıştık.

İzmir sadece turizm anlamında değil tarihi ve kültürel dokusu, tarımı ile Türkiye açısından başka bir öneme sahip. O yüzden bir yandan turizmi, sanayiyi geliştirirken tarım alanlarını da korumak zorundasınız. İzmir bitkisel üretimde üçüncü hayvancılıkta ise ikinci sırada. Yani bizim için vazgeçilmez noktada. Planlama tüm bunlar için olmazsa olmazımız.

İBB Başkan Adayı Tugay, seçim sonrası ilk aksiyon alınacak alanlardan biri olarak kent içi ulaşımı rahatlatmayı hedef koydu. Yapılacak projeler de hazır hale getirildi.

BELEDİYE TANIMI DEĞİŞTİ

Ekonomik kriz derinleşerek devam edecek. Çözümün iktidarın değişimi ile mümkün olduğunu söyleyelim. Bu nedenle yerel yönetimlerin yurttaşa karşı görevleri iki kat daha arttı. Çünkü insanların aç olduğu ortamda yapacağınız hiçbir belediyecilik faaliyeti ya da tesisleşme karşılık bulmaz. Aç bir insanın spor yapmasını, opera izlemesini, tiyatroyla ilgilenmesini bekleyemezsiniz. Beslenme, barınma, sağlık gibi emel meseleleri var. Bunları karşılamak için devletin eksik kaldığı konularda, derinleşen yoksulluk ve yoksunluk ortamında ihtiyaç neyse onla ilgilenen bir belediyecilik yapmak zorundayız.

Ayrıca İzmir’de gizli yoksulluğun da olduğunu ifade etmek isterim. Neyi kastediyorum. Emekli olup da yalnız yaşayan insanlar ilk sırada. Gerçekten temel ihtiyaçları ile karşılamakta zorlanıyorlar. Genç insanlar. Öğrenci ya da yeni mezun yani ailesinden uzaktaki gençler. Barınma, beslenme ihtiyacı var. Elindeki para çok kısıtlı gerçekten çok ciddi sorunlar yaşayan genç bir kitle var. Tüm bunları düşünen çözüm üreten bir noktada olmalıyız. Sosyal belediyecilik artık birkaç koliyle vatandaşın kapısına gitmek değil.

AKP’Yİ TAŞIYAMIYORUZ

Hepimiz biliyoruz ki ülkenin içine sürüklendiği tüm bu sorunlardan çıkış öncelikle AKP iktidarından kurtulmaktan geçtiğini söylememiz gerekiyor. Acilen ülkenin gerçek sorunlarını en doğru haliyle gören ve kamucu bakış açısıyla halkı biran önce bu cendereden çıkaracak partiye ihtiyaç var. Cumhuriyet Halk Partisi buna adaydır. Yerel yönetimlerin görevi de ülkede var olan bu değişim talebine yanıt vermek olmalıdır. Bu anlamda göstereceğimiz etkinlik ve başarı değişim sürecini kolaylaştıracaktır.

Gerçekten karakterli, ahlaklı şekilde işinizi yapmalı sorunları çözme konusunda gerçek bir yurtsever duruşla, insana insan değeri verdiğinizi, toplumun sadece bugününü değil geleceğini de düşündüğünüz sadece benim şehrim benim mahallem değil aynı zamanda tüm ülkeyi hatta tüm dünyayı düşündüğünüzü göstermeniz gerekiyor.

İşte tam burada yıllardır toplumu kutuplaştırmak için konuşan kutuplaştırmadan medet uman insanları değişik sahipler üzerinden Alevi-Sünni, Kürt-Türk karşı karşıya getirerek siyaset yapıldı. Devlet tüm yurttaşlarına eşit gözle bakmak ve eşit hizmet götürmek zorundadır. Bizim bakış açımız da budur. Bu ayrıştırma yetmezmiş gibi ülkede yoksulluğu kalıcı hale getiren bir iktidarla karşı karşıyayız. Bir iktidar düşünün ki 20 milyon insan sosyal yardım vermekle övünüyor. Asıl sorun bu kadar insanın yoksul kalması için izlenen politikalarda aranmalı. Ama burayı konuşmayan, sadece yardımları anlatan bir iktidar var. Onlar bir veriyorsa biz iki üç katı yardım yaparız. Yapmalıyız da. Ama aynı zamanda bu yoksulluğun ortadan kalkması için mücadele vermeliyiz. Önce refahı artırmanın, bu refahı adil biçimde bölüşmenin yollarını bulmak zorundayız.

Bu anlamıyla bizim İzmir’de görevimiz bir anlamıyla genel iktidarı aldığımızda tüm bunları yapabileceğimiz göstermek olacaktır. Bu konuda iddialı olduğumuzun da altını çizmek isterim. 

İZMİR’İN TERCİHİ BELLİ

Şunu ifade etmek isterim ki İzmir Türkiye'nin en güçlü belediyelerinden biri. Uzun yıllardır birçok konuda öncülük etti, yol gösterdi. Bundan sonrada aynı özgüvenle yoluna devam edecek. Biz yaptıklarımız abartarak anlatmayı, işin şovunu yapmayı çok sevmeyiz. Uzaktan bakınca bu yüzden fazla bir şey yapılmadı olarak görülebilir. Bu algı doğru değil. İzmirliler yıllardır CHP’yi tercih ediyor. Yine CHP’yi tercih edecek. Bunun en temel nedeni sadece yaşam tarzı değil aynı zamanda aldığı hizmetten aynı zamanda duyduğu memnuniyettir. Geçen 5 yılın sıkıntılı olduğunu kabul ediyoruz. Pandemi, deprem, ekonomik krizin etkileri küçümsenmemeli. Önümüzdeki dönem tüm bu koşullarla birlikte daha iyi bir belediyecilik nasıl yapabiliriz bunun gayreti içinde olacağız. İzmir’le güven ilişkimiz üst boyutta. Çok başarılı bir seçim dönemi ve çok başarılı bir beş yıl geçireceğiz.

KURULTAY YARASI SARILDI

CHP önemli bir değişim yaşandı. Bu değişimin seçim öncesi sıkıntılara yol açmasını son derece doğal buluyorum Eleştiriler de olacak. Bunlar da çok doğal. Ama CHP üyesi olup ta partinin kazanmaması için uğraşanları anlamıyorum ve affetmiyorum. Düşünün AKP uyduruk bir anket üzerinden bir algı çalışması yapıyor. Bazı CHP üyeleri hemen bunun üzerine o koroya katılıyor. Oysa kent gerçekliği ile hiç ilgisi olmayan bir durum. Bu söylemler aslında bize de partiye de çok büyük haksızlık. Ortada sorun varsa bu sorun ifade edilecek ve bu soruna karşı mücadele edilecektir. Bu kadar doğal bir ey olmaz. Ama bunlar seçime 3 hafta kala yapılacak işler değildir. CHP Kurultay'da genel başkanı değiştirmiş bir parti. Yani eleştiri ve değişim kanalları açık. Bundan sonra da böyle olmaya devam edecek. CHP’ye oy kaybettirelim, AKP ya da başka partiler kazansın, diye çalışanlar varsa ki var bunların yaptığı affedilmez.

YURTTAŞ İNİSİYATİF ALDI

Yerel seçim çalışmalarına başladığımızda 14-28 Mayıs’ın olumsuz etkisini çok ağır şekilde hissettik. Sahada “Sandığa gitmeyiz” diyen çok fazla tepkili yurttaşla karşılaştık. Bunu görmek ve anlamak lazım. Halkın siyasetle ilgili değişim talebi olduğunu gördükten sonra partimizin bu değişimden uzak kalması beklenemezdi. Ben de bunun parçası oldum. Halk bize baktığında tam olarak istediğinin olmadığını gördü ve oy vermedi. Çok çalıştık ama başaramadık. Ama olmadı. Çünkü halk bize baktığı zaman tam olarak istediğine sahip olduğumuzu görmedi yani bunu kabul etmemiz gerekiyor. Halk kadroların yenilenmesini istiyor. Demokratik partiler istiyor, kapsayıcılık istiyor daha özgürlükçü bakış açısı istiyor. Biz toplumun talebini anlamış kulak vermiş ve gereğini yerine getirmiş olmak durumundayız.

Halk bu konuda da inisiyatif aldı. Bizi değişime doğru itti. Şu anda da her geçen gün daha fazla kararlılıkla bizimle birlikte olduklarına tanıklık ediyoruz.

Halkın yıllardır gösterdiği kararlılık karşısında bizim de sorumluluklarımızın farkına varmamız gerekiyor. Ülkenin demokratik ortama kavuşması ve sosyal adaletin sağlanması gerekiyor. Toplumda adaletin sağlanması, düşünce, ifade ve örgütlenme özgürlüğünün sağlaması gerekiyor. Hep birlikte bunun için mücadele etmemiz lazım. Sokakta görenler artık büyük bir coşkuyla "Kazacaksın" diyorlar. Ben de “Biz kazanacağız” diyerek karşılık veriyorum. Çünkü hep beraber kazanacağız. Bu benim kişisel davam değil. Kendimi bir yerde ispatlamaya falan çalışıyor da değilim. Sorumluluk alarak önemli bir görevi yükleniyorum. Başarılı olmak zorundayız. Bu en başta ülkemize karşı sorumluluğumuz. Ben bu sürece katkıda bulunmak için buradayım ama tek başıma hiçbir şey yapamayacağımın farkındayım. Kimsenin durup kenardan seyretme lüksü olmadığını düşünüyorum. Beraber yapmamız gerekiyor. Tüm İzmirlileri ülkemize, halkımıza ve insanlığa karşı olan sorumluluğumuzla hep birlikte bu yükü omuzlamaya çağırıyorum.

(BİRGÜN)