Biraz iktisattan konuşalım. Havada elektrik var. Değişecek. Ya fırtına şiddetlenecek ya da yaprağın kıpırdamadığı kuraklık gelecek. Toplum fırtınaya ve kuraklığa yakalanınca yön bulabilir mi? Bakalım.
Şeytan dürttü!
Ciddi iktisatçılarımızdan üçü ortak bir çalışma yaptılar. Korkut Boratav, Erinç Yeldan ve Ahmet Haşim Köse’nin “Türkiye’de Derinleşen Yapısal Kriz Eğilimi ve Kâr İtilimli Enflasyonun Dinamikleri” başlıklı önemli çalışması geçen aralık ayında yayımlandı: İktisat ve Toplum, Sayı 158. Girişinde, Bakan Şimşek’in “ücretleri enflasyonun temel nedeni olarak göstermesi” üzerine yaptıkları vurgulanıyor. Okuyunca diyorsunuz ki Şimşek iyi ki böyle konuşmuş, iktisatçılarımıza ve esasında meslektaşlarımızın tümüne bir büyük kapı açmış! Buyurun, iktisadın merkezine inin, demiş sanki!
Şimşek, elbette istemeden, şeytan tarafından dürtülmüş. Çünkü iktisadın merkezinde “bölüşüm” ve onun yapışık kardeşi “üretim” var. Toplumun bilgi, görgü ve kapasitesiyle (tarım, sanayi ve diğer sektörlerde) ürettiği “toplam hasıla”dan kimin payına ne kadar verildiğine “bölüşüm” diyoruz. Gelirleri en yüksek yüzdeden en düşük yüzdeye kadar sıralayan, teknik deyişle “gelir dağılımı” bunu yansıtıyor, denilebilir. Ama “servet”i (özel mülkiyet stokunu) kapsamıyor. Bunlara girmeyelim.
Kapitalizmde iktisadın merkezi olan “bölüşüm”e adım atınca ufuk açılır. Pandora’nın Kutusu gibi açılır. Bölüşüm tablosuna bakınca ister istemez iktisatçıya çeşitli sorular doğar. O da sorar: Bu gelir paylarının değişmesi, birinin artıp ötekinin azalması galiba birinin gelirinin ve tasarruflarının ötekine aktarılışını yansıtıyor; öyle değil mi? Geliri kolayca izleyebiliriz de tasarruflar deyince “likid” (yani, para ve benzeri “akışkan” varlıklar) ve “likid olmayan” (taşınmazlar, otolar, vs.) varlıkların isteyerek/istemeyerek el değiştirme macerası için biraz derine dalmak lazım. O iktisatçının aklına takılır. Çünkü “Merkez”den, yani “bölüşüm”den bakınca, kapitalist ekonominin toplumdan alıp sermayeye veren süreçleri seyrine doyum olmaz bir TV dizisi gibi izlenecektir. Heyecanlıdır, yaratıcıdır.
Ana yemek ve ara sıcaklar
Boratav, Yeldan ve Köse’nin hem 20 yılın, hem de son yılların “bölüşüm” seyrini gösteren tabloları var. İkisini buraya alıyorum. Çarpıcıdır. Kapitalizme, kısa bir süre olan, son 20 yılda büyük mesafe aldıran, adeta ustura keskinliğiyle işleyen süreçlerinin fotoğrafıdır. Öğreticidir. Bölüşümün bu radikal fotoğrafı usturanın fiyatlarla “serbestçe” işleyebilmesiyle şekillenmiştir.
Para ve maliye politikaları, iç ve dış açıklar, krediler, döviz kuru ve faizler üzerinden “Merkez”e, yani “bölüşüm”e varırız. Nasıl varırız? Bunların tümünün taşıdığı fiyatlarla. Fiyatlar “tarafsız hakem” değildir. Taşıyıcıdır. Gelirleri, tasarrufları ve mülkiyeti taşırlar. Sermaye, “bölüşüm”e yansıyan payını fiyatlarla büyütür. Kısaca, kapitalizmde “ilk ve son tahlilde” “bölüşüm”ün bu ayarı fiyatlarla yapılır.
Yeldan, Köse ve Boratav gösteriyorlar, fiyatların taşıyıcı rolünün ekonominin tümünde etkileyici olduğu imalat sanayisinde (sanayinin kalbinde) bir “tekelimsi” yapı (oligopol) oluşmuştur ve bu oluşurken maliyetin üzerine eklenen ve fiyata (fiyatın sahibine) “kadiri mutlak” gücü veren bir prim (“kâr katsayısı”) (“mark-up”) de oluşmuştur. Sermaye için o prim “anasının ak sütü gibi helal”dir. Ekonomide fırtına (enflasyon) ya da kuraklık (deflasyon) halinde bunu kılıç gibi kullanarak kendini diri tutar.
Sermayenin gücü bundan ibaret değildir. Türkiye’nin son 20 yıllık kapitalizminde öğrenilmiş olmalıdır, ücretlerin düzeyini (emeğin “fiyatı”nı) sermaye belirler. Asgari ücretin toplam ücret yapısının yüzde 40’ında kemikleşmiş olması ve böylece tüm ücretleri aşağı çekmesi elbette sermayenin sınıfsal zaferidir. Ekonomik olarak bir “zafer”midir? O ayrı konu.
Kısaca, tüm iç fiyatlar yapısını sermaye belirler. Her fiyatı teker teker değil elbette. İktisatçının “göreli fiyatlar” dediği, “hangi ürünün ve hizmetin bir başka ürüne ve hizmete göre fiyatının ne olacağı” işin esasıdır. Bu sermaye için “olmazsa olmaz” ve temyizi kabil olmayan karar konusudur. Çünkü fiyatlar meselesinin özü burada yatar. Sermayenin fiyatlar üzerinde bu belirleyici gücü yoksa hiç gücü yok demektir. Elbette bu güç sermaye içinde çekişmelerle doğar. Ama orada doğar. Başka yerde değil.
Tüm iç fiyatlar dedik, ama gerçekçi olalım. Son 20 yılda kapitalizmimiz öyle yapılandı ki iç fiyatları esas olarak döviz kurunu belirleyen “dış dünya” şekillendiriyor. Demek ki “kâr katsayısı”ndan başlayıp, emeğin “fiyatı” ücretten geçerek döviz kurunun (yapışık kardeşi faizle birlikte) son noktayı koyduğu fiyatlara eriştiğimiz zaman kapitalizmimiz “bölüşüm”e ayar vermek üzere çift değil, üç dikiş atmış oluyor. Bu düğüme, daha önceki yazılarda anlatmış olduğumuz “ortakyaşam” gerçeğini, yani siyasal boyutu da eklersek (“Grevi sizler için yasakladık!”, 2016), “bölüşüm”ün tam, ince ayarına erişiriz.
Kısacası, ana yemek “üretim” ve “bölüşüm”dür. Birlikte servis edilir, birlikte yenir. Batı’da, kapitalizmin olgunlaşıp şaha kalktığı zamanlarda, ta 200 yıl önce o günün üstat iktisatçıları bu ana yemeğe “değer ve bölüşüm” diyorlardı. Şimdi, dünya sermayesinin kamçısıyla bizde kapitalizmin gemi azıya aldığı zamandayız. Bir bakıma onların 200 yıl önceki tablosundayız! Akdeniz’i yeniden keşfe girişmeyelim. İşin özünü kavramakta boşuna zorlanmayalım. Bilelim ki diğerleri, yani iç ve dış açıklar, krediler vs. iktisatçı için “ara sıcaklar”dır.
Geçiş
Ana yemekte “üretim” ve “bölüşüm”den, birinden ötekine geçiş “harcamalar”la (tüketim ve yatırım harcamaları) yapılır. Tüketim yapılacak ki üretilen ve üretilecek her şey alıcı bulsun, yani “hasıla”ya dönüşsün. Böyle bakınca görürüz ki tüketim harcamalarının (talebinin) hemen tümü emekçilere aittir. Yani, ilk sorun üretim hacmini sağlayacak işgücü için emekçinin ne kadar tüketim yapacağıdır. Kapitalizmde “ücret”in düzeyi buna ayarlanır. Sermaye sahiplerinin tüketimi (“lüks” tüketim) “toplam hasıla”nın hacmini belirleyecek büyüklükte değildir. Ama kapitalizmde sermaye sahipliğine verilen asıl rol onun “toplam hasıla”yı sürekli büyütecek ve ekonomiyi geliştirecek yatırım harcamalarının (yatırım talebinin) sahibi, sistemin “yatırım ajanı” olmasıdır. Türkiye kapitalizminde bu rol hakkıyla sahip bulmuş mu? Buna şimdi girmeyelim.
Yirminci yüzyılın bir üstat iktisatçısı, Michal Kalecki harcamalarla sürdürülen bu geçişi bir özdeyişle sunmuştur: “Emekçiler kazandıklarını harcarlar, kapitalistler harcadıklarını kazanırlar!” Bu bir “flaş bellek” özelliği taşıyor. İçinde üstadın tüm modelleri var!
Şunu vurgulayalım: Her kapitalizmde üretime katılmadığı halde “bölüşüm”den pay alanlar ya da kapanlar vardır. Onlara rantiye deniyor. Üretim sürecinde yer almazlar, “bölüşüm”de yer alırlar! “Toplam hasıla”yı büyütmezler, o “hasıla”dan yerler. Kapitalizm onları besler. Fırtınada iştahları açılır, kuraklıkta açlık çekmezler. Yani, “son tahlilde” kâr ve rant aynı sepettedir.
Sevgili Ali Sirmen’i dostça, sevgiyle, saygıyla anacağız.
Dönülmez akşamın ufku?
Kapitalizmimizde gelirler yapısını ve ücretin oradaki özelliğini bilmemiz lazım. Bununla iç içe, fiyatların “bölüşüm”ü nasıl şekillendirdiğini de bilmemiz lazım. Bunları bilmezsek, iktisatçı olarak havanda su döveriz.
Bunun bir genel bilgi yanı var: Emek kendi “fiyatı”nı (ücreti) üretimdeki verimliliğine göre belirleyemez. Sermaye kendi fiyatını (kâr katsayısı ile) belirlediği gibi, sistem ölçeğinde emeğinkini de belirler. Üretim sektörlerindeki fiyatlar da sermayenin ekonomi tablosundaki yerlerine göre sıralanırlar.
Emekçinin tüketimini, iktisatçı deyişiyle “ücret malları”nı sermaye üretir. “Kâr katsayısı”nı ve fiyatını koyar, kâr eder. İster ki emekçi ücreti kabilse tamamı ile bunları alsın. Öteki fiyatlar, faizler (paranın “fiyatı”) ve döviz kuru (paranın “dış fiyatı”) bu kolaylığı sağlasın ister. “Yatırım malları”nı (makineler gibi) üreten sermaye de çalıştırdığı emeğin ücretini ayarlamak için böyle bakar. Ücretlinin tüketimi ne kadar ucuza gelirse, ücret de o kadar aşağıda tutulabilir. İşin bu kısmı genel bilgi yanı.
Kapitalizmin dünyada 20. yüzyılın ikinci yarısında, bizde de takvim 2000’i gösterdiğinde geçtiği, ücretliyi etkileyen yeni bir “tarihi zaman” var. Buna, yine 20. yüzyılın üstat iktisatçılarından Josef Steindl dikkati çekmiş (1982). Kısaca, emekçi artık kapitalizmde borçlanmak zorundadır. Böylece, yukarıda vurguladığımız genel bilgi değişmeksizin, ücretli için yepyeni bir gelirler ve ödemeler sorunsalı vardır. Artık kendi gelirlerine ve ödemelerine hâkim değildir. Daima artan bir borçlanma yükümlülüğü ile karşı karşıyadır. Tüm fiyatları değiştirebilen sermaye artık emeğin gelirleri ve harcamalarını bir borçlanma süreci içinde değiştirerek “bölüşüm”ü iyice kilitleyebilmektedir! Fiyatların da borçların da yöneticisidir. Fırtınada da kuraklıkta da.
Steindl, “Bu gelirler yapısının irrasyonelliği o kadar güçlüdür ki tüm reform baskılarına karşı dayanıklıdır!” diyor. Gerçek irrasyonelliğin kapitalizmin bağrında yattığını ve kendi “yeni zamanları”na geçtikçe bu dokunun pekişeceğini söylemiş oluyor. Acaba dönülmez akşamın ufkunda mıyız?
Not: Son 20 küsur yılın iktisatçılıkta moda olan ana ekseni “para-faiz-kur” ile kurgulandığı için, genç iktisatçılarımız “reel dünya”ya geçişte sıkıntı yaşayabilirler. “Enflasyonun kaynağı nerede” gibi sislerle örtülen bir soruda, dünyanın “Onursal Merkez Bankası” sayılacak BIS’te fırından yeni çıkmış bir çalışmayı kendilerine öneririm: E. Kharroubi and F. Smets, “Monetary Policy with Profit-Driven Inflation”, BIS Working Papers, No. 1167, February 2024.
/././
Direniş neden etkili olamıyor? (Ergin Yıldızoğlu)
Avrupa’da “süreç olarak faşizmin” ilerleyişini tartıştığım yazımdan sonra, sosyal medyada sordum: “Sol neden ‘süreç olarak faşizme’ karşı engelleyici bir direnç sergileyemiyor?” Sosyal medyada ve “e-mail” ile gelen cevaplar, solun bölünmüşlüğüne, kimlik siyasetinin parçalayan, işçi sınıfının enerjisini canlandırmayı zorlaştıran etkisini vurguluyorlardı. Bu cevaplar yanlış değildi ama bence önemli bir etken gözden kaçıyordu: “Bugün” (son 25 yıl) solun karşısında, dün (1990’lara kadar) olandan farklı bir kitle (mavi/beyaz yakalı işçi ya da işsiz, potansiyel işçi/ öğrenci gençlik) var. Bu nedenle dün belli bir başarı (kitle desteği) getirmiş söylem, çalışma tarzı, örgütlenme biçimleri “bugün” etkili olamıyor. Solun “Arap isyanları”, “Gezi olayı” sırasında yaşadığı deneyimler bu gerçeği bilinçlere çıkarmalıydı...
Dün dünle gitti...
Yukarıda değindiğim “fark” bir seri tarihsel değişimin ürünüdür: Son 30 yılda kapitalizmin ekonomi yönetim modeli değişti, neoliberalizm egemen oldu. Bir tür sosyalizm olarak kabul edilen model çöktü. “Lider teknoloji” değişmeye başladı.
Neoliberalizm yalnızca hayatın her alanını metalaştırmayı amaçlayan bir ekonomik model değildi; aynı zamanda egemen ideolojide radikal bir dönüşümü de getiriyordu. Neoliberalizm, kendine uygun insan öznelliğini sınıf, toplumsal çıkar, planlama, dayanışma, ilerleme, eşitlik kavramlarını bastıran, birey, haz, mutluluk, rekabet gibi kavramlarla kurulmuş bir ideolojiyle üretiyordu. Bu öznelliği, metaları işlevlerinden öte haz nesnelerine dönüştüren “hazlara dayalı tüketim tarzı” içinde yeniden üretiyordu. Solun karşısında artık, hazlarını, burada ve hemen tatmin etmeye odaklanmış özne vardı. Var olan “sosyalizmin”, üstelik de kendi halklarının elinde, çökerek “vahşi kapitalizme” dönüşmesi, bu çöküşü öngöremeyen, söylemini ona göre düzenleyemeyen solun savlarının çoğunun inandırıcılığını, gençler, işçiler arasında yok etti. Nihayet teknolojik gelişmeler: İnternet, daha sonra akıllı telefon bu ikisi üzerinde gelişen “sosyal medya” platformları bireyler arasındaki ilişkileri, zaman kullanma tarzlarını değiştirdi. “Gösteri toplumu” daha da derinleşti, medya felaket haberleri üzerinden sansasyon ile izleyici, okuyucu kapma yarışı, bu yarışın anne ve anne-babalarda yarattığı korku ortamı çocukların yetişme koşullarını da etkiledi. Çocuğun, sosyal medya, bilgisayar oyunu eline terk edilerek eve kapanma süreci hızlandı, sokakta oyunlarla sosyalleşme adeta tarihe karıştı.
Bir psikolog dostum (Prof. V) 2000’li yılların başında bana “Karşımıza yeni bir genç kuşak geliyor ne dertlerini tam olarak anlayabiliyoruz ne de nasıl ilgileneceğimizi bilebiliyoruz” demişti; hem tıbbi açıdan hem de olası siyasi sonuçları açısından çok kaygılıydı. Sol hareket, bu yeni kuşağın özelliklerini ne zamanında kavrayabildi ne de bu gelişmeye hazırlanabildi.
...bugün anksiyete...
Bu “yeni” kuşağın ruh halini en iyi “anksiyete” kavramı tanımlıyor: “Anksiyete”, korkudan farklı olarak birey arzu nesnesine ulaşmanın imkânsızlığına inandıkça, egemen ideoloji verimliliğini verili anlamlar sistemi de istikrarını kaybettikçe, günlük yaşamda irili ufaklı travmalar yaşandıkça (medyada hazlara dayalı tüketimin reklamları-gerçek yaşamda güvencesizlik, yoksulluk), bireyin kendisi hakkındaki algısıyla dışındaki dünyadaki konumu arasındaki fark açıldıkça, tatmin ve mutluluk getireceğini düşündüğü nesneler düş kırıklığı (tatminsizlik) yarattıkça gelişen giderek derinleşen bir durumdur
Bu anksiyete, kurulu düzeni yönetenlere güvensizlik, komplo teorilerinin açıklamalarına yatkınlık, kimliğindeki istikrarsızlığı ırk, milliyet, cinsiyetçilik gibi, görüntüsüyle ya da deklarasyonuyla “kolayca” betimlenebilen aidiyetlere dayanarak (sığınarak ya da hedef alarak) aşma eğilimi, bu kuşağı “radikal” değişim, kolay-hızlı çözüm vaatlerine duyarlı hale getirir.
Solun bu yeni durumu uygun çalışma tarzı, söylem ve örgütlenme biçimlerini geliştirmedeki başarısızlığı, bu “yeni kuşağın” “süreç olarak faşizmin” çekim alanına girmesini kolaylaştırdı.
Sol bu kuşağın içinden gelen, kültürel havasını soluyan (habitusunun parçası) yeni liderler çıkaramadıkça bu kuşağa uyum sağlayamıyor, “süreç olarak faşizmi” geri çeviremiyor!
/././
Stratejik kapan (Mehmet Ali Güller)
Türkiye’nin sosyalistleri, 70 yıldır o gerçeğe işaret ediyordu. Bugün bizzat NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg söylüyor. NATO içinde hiçbir ülkenin kendi başına savunma planlaması yapamayacağını, kimin hangi savunmayı yapacağından hangi silahı üreteceğine NATO’nun karar vereceğini belirtiyor...
Anımsayacaksınız, Savunma Sanayii Başkanı Haluk Örgün, 18 Şubat’ta Antalya’da yaptığı konuşmada, başkanlık bünyesinde bir NATO müdürlüğü kuracaklarını müjdelemiş, ben de 19 Şubat’ta bu köşede, “Nereden çıktı bu NATO müdürlüğü” diye itiraz etmiştim.
İtiraz etmiştim çünkü bir NATO müdürlüğü, belki de en çok Savunma Sanayii Başkanlığı bünyesine tersti! Çünkü bu kurum, ABD’nin silah ambargosuyla yüzleşilen acı durum karşısında bulunan ASELSAN (1975) ve HAVELSAN (1982) çarelerinin üzerinde inşa olmuştu 1985’te...
Silahta ABD/NATO’ya bağımlılığın acı faturası karşısında bağımsız ve ulusal silahlanma demekti. 40 yıl sonra oraya bir NATO müdürlüğü yerleştirmek, vahimdir.
BAĞCIOĞLU’NUN İTİRAZI
Peki nereden çıkmıştı bu NATO müdürlüğü? Doğrusu konu ne siyasette ne de basında hak ettiği önemi bulmadı.
Neyse ki bir hafta sonra CHP’nin Milli Savunma Bakanlığından Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı emekli Tümamiral Yankı Bağcıoğlu gazetemizden bu girişime önemli bir itirazda bulundu. Gerekçeleriyle bu girişimin yanlışlığına işaret etti. (Cumhuriyet, 26.2.2024).
Ancak “yerli ve milli” iktidarın temsilcileri, Savunma Sanayii Başkanlığı’nda bir “NATO müdürlüğüne” neden ihtiyaç duyulduğunu bir türlü doyurucu şekilde açıklamadılar.Ama yanıtı yaklaşık bir ay sonra ortaya çıkacaktı... Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Öncü Keçeli, “7. TürkiyeABD Stratejik Mekanizma Toplantısı”nda, savunma sanayisi alanında işbirliğine odaklı bir diyalog grubunun kurulduğunu duyurdu. (AA, 13.3.2024).
JEFFREY’İN MESAJLARI
Açık ki ABD stratejik mekanizmayı, stratejik kapan gibi kullanıyordu.
“Türkiye-ABD Savunma Ticareti Diyaloğu”ve Savunma Sanayii Başkanlığı’nda “NATO müdürlüğü”, Türk-Amerikan ilişkilerindeki “S-400-F-35” tıkanmasını açacak kilit olarak görülüyor olmalı...
Baksanıza, tam da bu süreçte, ABD’nin eski Ankara Büyükelçisi James Jeffrey sahneye çıktı ve ilginç mesajlar verdi. Türkiye’de 80’lerin ortalarından itibaren çeşitli düzeyde ABD memurluğu yapan deneyimli Jeffrey, TRT Haber’de şunları söyledi:
CAATSA yaptırımlarının modası geçmiş durumda. Zaten Rusya’yla ilgiliydi, Türkiye ile alakası yoktu.
Türkiye’nin S-400 satın almasının stratejik bir önemi yok, Türkiye’ye Rus silah akışı yok. Sorun yok.
S-400 meselesini halletmenin bir yolunu bulabiliriz. S-400 sistemi hiç devreye alınmadı. Kapatılması durumunda F-35’ten elde edebileceğiniz istihbarat üzerinde hiçbir etkisi olmayacaktır. Diplomatik veya siyasi bir önemi yoktur.
Suriye’de çalışmak için tercih edilen ortak Türkiye’dir.
Orta Asya’nın tamamen Rusya ya da Çin’in kontrolüne geçmesini nasıl önleyebiliriz? Türkiye ile çalışmak, daha çok savunma ile ilgili...
ABD’NİN ÇALIŞTIĞI OYUN PLANI
Denilebilir ki bunlar ABD’nin bir emekli memurunun görüşleridir. Elbette öyle ama Jeffrey’in şu sözleri, bu görüşlerin ağırlık kazanmaya başladığına işaret ediyor: “Ama Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Victoria Nuland’ın Türkiye’de olası bir F-35 seçeneğinden bahsederken herkesi şaşırtacak kadar iyimser olduğunu fark ettim.” (TRT Haber, 11.3.2024).
Irak ve Suriye’den çekilmeye zorlanan ABD’nin, hele de Türkiye-Irak güvenlik görüşmeleri sürecinde yeni bir oyun planı çalıştığı anlaşılıyor. Washington’un, savunma-silahlanma kartı ile Ankara üzerinde kontrol oluşturabilmeyi hesapladığı görülüyor. Baksanıza bir anda uçak motoru dahil pek çok konuda “ortak üretim” havuçları basına servis edildi!
/././
Yaşamdan kesitler (Müjdat Gezen)
İnsan, kendi yaşamından kesitler yazarken biraz zorlanıyor. Şunu mu yazsam, bunu yazmasam mı? Acaba daha önce yazmış mıydım? Bir süre takılıyor adamın aklına. Ayrıca, kişileri yazarken inanılmaz bir sansür beliriveriyor kafanızda. Şu kişiyi yazıp da bu kişiyi yazmazsam, acaba yazmadıklarım alınırlar mı? Mesela kızımı yazıp, ablamı yazmayabilirim. O anda öyle gelmiş olabilir. Ablamın oğlunu yazıp, ağabeyimin oğlunu yazmazsam acaba bana küser mi? Böyle olunca, mahalle arkadaşlarımı yazayım mı, yazmayayım mı diye düşünürüm. Ya birini unutursam? Yakınlarım için de bu düşünceler geçti kafamdan.
İnsanları kırmaktan çok korkarım. Kimse üzülsün istemem. Bu yazı, o anda kafama gelenleri anlatan bir tür. Programı, sırası, tarihsel akışı falan yok. Benim yazdığım bu gazeteyi alan okurum, yaşamımla ilgili pek çok şeyi biliyor olabilir. O nedenle burada bilmedikleri veya az bildikleri şeyleri söyleyip okurun ilgisini ayakta tutmak istiyorum. Benimle ilgili merak ettikleri varsa, burada bulabilsin. Ne düşünüyorum, hayata dair fikirlerim ne, ideolojik inancım ne, yaşama bakışım ne, pek çok konuda ben nasıl davranıyorum? Bu ve buna benzer soruları yanıtlamaya çalışacağım. Dediğim gibi, belli bir programım yok. Ama tamamen de programsız değilim. Not defterlerim var yanı başımda. Onlara başvuruyorum. Unuttuklarım olursa (kişi veya olay), ömrüm de yeterse, onları da başka bir yazımda yazarım. Ellerim tutarsa, aklım yerinde kalmışsa...
Kültür
Komünizm suçundan yargılandım 1981 yılında. Oysa ben komünist değildim. Sosyal demokrat hiç değilim. Sosyalist tanımı bana iyi geliyor. Eskiden komünist sözcüğünden çekinen komünistler sosyalist olduklarını söylerlerdi. O koca ülkenin adı da rejimi komünist olduğu halde adı Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği idi. Sosyalizm bence bir gün dünyanın dönüp dolaşıp varacağı son durak olacak. Ben eğitim, yol, sağlık hizmetlerinin ve buna benzer pek çok şeyin sosyalizmle var olabileceğini, düşünüyorum. Bunu daha önce hiç bu kadar açık dile getirmedim. Açıkça söylüyorum: Ateist değilim. Beni ayakta tutan bir gücün varlığına inananlardanım. Dünyayı iki kez turladım. Sosyalist ülkelerin hemen hepsine gittim. Asya, Avrupa, Amerika, Avustralya, Afrika bu kıtaların tümünü ziyaret ettim. Avrupa’da çok fazla ama diğerlerinde çok ülke gezdiğim söylenemez.
Sovyetler Birliği’ne ilk gittiğim 1976 yılında hayran kalmıştım. Sadece iki şehir görebildim. Moskova ve Leningrad (St. Petersburg). İkisi de muhteşemdi. Zaten oldum olası Rus kültürüne hayranımdır. Müzikte ve edebiyatta, balede, tiyatroda, dünyanın en büyük sanatçılarını yetiştirmişlerdir. Barışnikov, Nureyev balede dünya yıldızı oldular. Edebiyatçıları buraya sığdıramam ama Çehov’un yeri, Tolstoy’un yeri, Puşkin’in yeri, Turgenyev’in yeri (saymakla bitmeyecek) bir ayrıdır bende. Müzikte Çaykovski, Korsakov, Borodin (besteciler buraya sığmayacak) dünya çapındadır. Nâzım Hikmet’e yoldaş olmuş Mayakovsky hâlâ dünyanın en büyük şairlerinden olarak anılır. Stanislavski dünyanın en büyük tiyatro kuramcısı olarak bilinir. Bu kültüre saygı duymamak imkân dışıdır.
Atatürk diyor ki: “Bir adam ki memleketin ve milletin saadetini düşünmekten ziyade kendini düşünür, bu adamın kıymeti ikinci İ derecedir.”
Gerçek nedir?
Bu denli hızla değişen dünyada kuşkusuz felsefe de klasik kuralların ve kuramların dışına çıkıyor ara sıra... Mesela: İnek kutsal bir hayvan mıdır? Şarap haram mıdır? Kime göre? Neden? Kapıyı biraz aralayıp değişik köşelerden baktığımızda klasik yanıtlar kifayetsiz kalıyor. Bir Fenerbahçe taraftarına en büyük takımın Galatasaray olduğunu kabul ettirebilir misiniz? Bir siyasi partiye körü körüne oy veren birinin gözünü açmak kolay mıdır? Peki, o zaman gerçek nedir? İnsanın tıkandığı sorular vardır ya hani. Yanıtlamak için ıkınır sıkınırsınız, bir türlü tam bir cevap çıkmaz ağzınızdan. Gerçek nedir? Oturun düşünün şimdi.
Ağaç kesilmedikçe talaş dökülmez. Bu sözü neye dayanarak söylediğimi tam anımsamıyorum ama defterime yazmışım. Demek ki beğenmişim. İyi de ne demek istemişim acaba? Bir olay olmuş, ben de bu sözcükleri yumurtlamışım. Ara sıra böyle şeyler yapıyorum ya. “Kendine yalan söyleme.” “İnsan biriktirin.” “Diyorsun ki (tiyatroya okumuş yazmışlar gidiyor zaten) bu kötü bir şey değil ki.” “Elma ile armut toplanmaz” lafı yanlıştır. İki kilo elma, üç kilo armut aldım, sepette kaç kilo meyve var? Cevap: Beş kilo. İşte elmalarla armutlar toplandı. Önemli olan oradaki soru. “Daha elveda demeden hoş geldin faşizm.” “Korkutmak gün gelir, korkutanı da korkutur”... Böyle aklıma geldikçe karaladığım pek çok şey var. Yine, aklıma geldikçe yazarım buraya... Ama ta o baştaki “Ağaç kesilmedikçe talaş dökülmez” sözlerini neden yazdığımı anımsayamadım. Artık siz buna bir yanıt bulursunuz.
Kurum
Geçenlerde AKP’nin İstanbul Belediye başkanı adayını televizyonda izledim. Henüz reşit değilken ehliyetsiz araba kullanmış. Demek ki ehliyetsiz iş yapma alışkanlığı o yaşlarda başlamış çocukta. Çünkü yine ehliyetsiz işler yapıyor. Belediyecilik konusunda ehliyeti yok.
AKP'NİN BÜYÜKŞEHİR BELEDİYE BAŞKAN ADAYI MURAT KURUM, DÜNYADA EN İYİ 8 ADIM SAYAN ADAM. BUNU BİR SİRKTE YAPSA BÜYÜK İLGİ TOPLAR.
Fıkra
İki minik çocuk konuşuyormuş.
Biri demiş ki: “Hakan benim babam senin babanı döver.”
Öbür çocuk cevap vermiş: “Erkan saçmalama biz ikiziz.”
BİRTANEM
SEN ÜZÜLME BİRTANEM / BEN ÜZÜLÜRÜM / SENİN YERİNE / SEN YÜRÜME
TAŞLI YOLLARDA / AYAĞINA TAŞ BATMASIN / BEN YÜRÜRÜM / SENİN YERİNE
VE DUYARSAM Kİ BİRGÜN / HASTALANMIŞSIN / SEN YAŞA BİRTANEM / BEN ÖLÜRÜM
SENİN YERİNE
(Canım Karıma)
2 Mart 2024
HER ŞEYE HAKKINIZ OLABİLİR UMUTSUZ OLMAYA ASLA!
/././
Yavaş özünde CHP’li değil mi? (Orhan Bursalı)
Bir tartışmaya değinmeden geçemeyeceğim. Ankara’nın gönlünü beş yıllık uygulamaları, tüm Ankaralıları kucaklaması ve Ankara’nın bütçesini halkın ihtiyaç ve çıkarları doğrultusunda harcamaları ile tartışmasız yeniden seçilecek büyükşehir belediye başkanı konumuna ulaşan Mansur Yavaş üzerine kısa bir gazeteci polemiği yaşandı. Yavaş’ın CHP’li olmasına rağmen özünde CHP’li olmadığı dile getirildi.
Yavaş’ın gelişimine bakılacak olursa, CHP gençliğinden veya üyeliğinden gelmediğini zaten biliyoruz. İki dönem (1999 ve 2004) MHP Ankara Beypazarı Belediye başkanlığı yaptı. Yine aynı partiden 2009 Ankara Büyükşehir adaylığında 3. oldu. 2014 seçimlerinde partisi aday göstermedi.
Kılıçdaroğlu o yıl büyükşehir adaylığı önerdi. Partiye katıldı. 32 bin oyla kaybetti. İki yıl sonra partiden ayrıldı.
Ama Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı’na seçilecek en yakın aday konumuna yükselmişti. 2019 yerel seçimlerinde Millet İttifakı’nın adayı olacaktı. Kılıçdaroğlu’nun çağrısıyla 2018’de yeniden CHP’ye katıldı. Oyların yüzde 50’sinden fazlasını aldı.
KEMAL BEY’İN KAZANÇLARI
Mansur Yavaş ve Ekrem İmamoğlu, Kemal Kılıçdaroğlu’nun Türkiye’ye kazandırdığı en önemli iki siyasi kimliktir. Biri Ankara’yı birleştirdi halkın gönlünü kazandı, Ankara 25 yıl sonra düzgün bir insanla karşılaşınca kendisine sarıldığı ve bu seçimde İYİ Parti liderinin tüm karalamalarına karşı zirvede duruyor.
Diğeri ise adeta Türkiye’nin beklediği niteliklere sahip, yine kucaklayıcı bir CHP politikacısı olarak yaşadığımız beş yıl içinde büyüdü. Bu seçimleri da olasılıkla alacak. Kampanyasında ufak tefek düzeltmeler yapılır ve İstanbul’u yeniden kucaklar. Bazı anket şirketlerinin oyunu özelikle düşük göstermesine aldanmayın.
KONUMUZA DÖNELİM
Mansur Yavaş özünde CHP’li değil. Ama uygulamaları, halkçılığı, Atatürkçülüğü, yönetim anlayışı, tüm Ankaralıları kucaklayıcı politikaları ve Ankaralıların bütçesine olan sadakati ve dürüstlüğü ile çok iyi bir CHP’lidir. Tüm CHP’li yöneticilerin ve CHP’lilerin olmaları gerektiği gibi. Dahası fazlasıyla.
BAŞARI GEÇMİŞİ
Bugünkü başarısı rastlantı değil: “Beypazarı Belyediye başkanı olduğu dönemde tarihi Beypazarı konaklarının restorasyonu ve binlerce yıllık Beypazarı tarihini koruma çalışmalarıyla ‘2001 Yılının En İyi Yerel Yöneticisi’, Türk Dil Kurumu tarafından Türkçenin korunması nedeniyle verilen onur ödülü, doğa savaşçılarının ‘Çevre Ödülü’ gibi ödüller aldı. 24 Eylül 2004 tarihinde TÜSİAV tarafından ‘Yılın Belediye Başkanı’ seçildi. 9 Aralık 2020 tarihinde Uluslararası Şeffaflık Derneği tarafından ‘9 Aralık Dünya Yolsuzlukla Mücadele Günü’ kapsamında ‘2020 Şeffaflık Ödülüne’ layık görüldü. 14 Eylül 2021’de ‘Dünya Belediye Başkanı Başkent Ödülü’nü kazandı.”
Demek Kılıçdaroğlu boşuna ısrar etmemiş.
Beypazarı ise daha sonra AKP’ye geçti.
(Cumhuriyet)