8 Nisan 2024 Pazartesi

T24 KÖŞEBAŞI - 8 Nisan 2024 -

 

Asgari ücret artacak mı? (Murat Batı)

Erdoğan, emeklilerden sonra asgari ücretlileri de kaybetmeyi göze alabilir mi sizce? Elbette hayır ama yakın tarihte bir seçim olmadığı için bu cevabı bir daha düşünmek zorunda kalıyoruz

Ülkemizde milyonlarca asgari ücretli bulunmaktadır. Bunların çok büyük bir kısmı gerçekten asgari ücretli; bir kısmı -duyduğumuz kadarıyla- yüksek maaş alıp asgari ücrete kadar olan kısmı kayıtlı olanlar; bir kısmı ise asgari ücretli görünüp daha az bir maaşla çalışanlar. Üç durum da ülkem adına çok ama çok vahim.

Asgari ücret, 4857 sayılı İş Kanunu’nun 39’uncu maddesinde düzenlenmektedir. Kanunda asgari ücretin, kanun kapsamında olup olmadığına bakılmaksızın iş sözleşmesiyle çalışan her türlü işçiye uygulanacağı, ücretin en geç iki yılda bir belirleneceği ve asgari ücret komisyonu ile ilgili usul ve esasların yönetmelikle düzenleneceği açıklanmıştır. Asgari Ücret Yönetmeliği’nin 4/d maddesine göre asgari ücret, “İşçilere normal bir çalışma günü karşılığı ödenen ve işçinin gıda, konut, giyim, sağlık, ulaşım ve kültür gibi zorunlu ihtiyaçlarını günün fiyatları üzerinden asgari düzeyde karşılamaya yetecek ücreti,” şeklinde tanımlanmıştır.

Görüldüğü üzere asgari ücret bir işçinin o günlük ekonomik koşullarda sinemaya, tiyatroya, maça gidebileceği; sağlıklı beslenebileceği, barınma sorununu çözebileceği kadar yani bunlara yetebilecek bir ücret düzeyidir.

Şu an uygulanan asgari ücret ise 17 bin 2 TL’dir. Hissedilen enflasyondan, fiyatların ne derece el yaktığından, konut kiralarının ne denli uçtuğundan bahsetmeme gerek yok sanıyorum.

Ancak 2023 yılında, 2024 yılında uygulanacak asgari ücret tahmini yapılırken iktidar partisi kurmayları 2024 yılı için asgari ücret bir sefer artacak, daha fazla artmayacak şeklinde hep bir ağızdan aynı cümleleri tekrar edip durdular.

Şimşek, Orta Vadeli Program’ı işaret ederek her seferinde mali disiplinden vazgeçilmeyeceğini ısrarla vurgularken Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası da hükümete bir mektup yazarak önerilerini iletti. Bu öneriler arasında aman ha asgari ücreti artırmaya kalkmayın önerisi de vardı. Zaten Şimşek de ücret artışlarını enflasyonun nedenleri arasında görmekte dolayısıyla da bu artışa pek sıcak bakmamakta.   

Ancak 31 Mart yerel seçimleri sonucunda AKP’nin başarısızlığının müsebbipleri arasında bu ekonomi/mali politikalar gösterilirken emekliye zam verilseydi bu sonuç olmayacaktı şeklindeki gerekçe birçok kişi tarafından söylenmekte.

Peki Erdoğan, emeklilerden sonra asgari ücretlileri de kaybetmeyi göze alabilir mi sizce? Elbette hayır ama yakın tarihte bir seçim olmadığı için bu cevabı bir daha düşünmek zorunda kalıyoruz. Erdoğan’ın seçim taktiği seçimin olmadığı dönemlerde vergi ve fiyat artışlarına müsamaha gösterdiği ama seçime yakın tarihlerde ise kesenin ağzını açtığını söyleyebiliriz.

Bu nedenle en yakın seçime dört (4) yıl kaldığını düşünürsek ve ekonomi de Şimşek ve kurmaylarına emanet edildiğinden şu an asgari ücretin Temmuz’da artması için olumlu bir neden yok gibi görünüyor. Zaten işverenlerin de bu konuda olumlu bir söylemi yok.

Ancak bunu konuşmak için henüz erken olduğunun da altını çizmek isterim. Özellikle bu konuda kamuoyunun oluşumu ve Mayıs verileriyle birlikte en erken Mayıs ayı sonu ve Haziran ayı başları gibi bir tarihte bu konu daha da olgunlaşacak ve aşağıda bahsettiğim nedenler baki kalmak kaydıyla ibre çalışanların lehine de dönebilecektir.

Aşağıdaki tabloda değişim seyrine baktığınızda özellikle son iki yılda asgari ücret yılda iki kez arttı. Hatta ilgili bakanlar her seferinde hayır artmayacak dedi ve Erdoğan seçimlerin olmasından da kaynaklı olarak asgari ücreti artırın talimatını vermişti. O nedenle Mayıs ayı sonunu bekleyelim derim. O tarihte çok daha net tahminde bulunabiliriz; artacak ya da artmayacak diye.

 Asgari ücretin artmama ihtimalinin diğer nedenleri

Bu sorunun cevabı işveren maliyeti, asgari ücrete kadar gelir ve damga vergisi istisnası nedeniyle Devletin mahrum kalacağı vergi tutarı, kayıt dışılığın varlığı ve Bakan Şimşek’in ekonomik tedbirleridir.

 -Olayın SGK (maliyet) boyutu

Asgari ücret her ne kadar gelir ve damga vergisinden istisna edilse de SGK hesaplamalarında bir istisna uygulaması bulunmamaktadır.  

Asgari ücretin 2024 yılının ikinci yarısı için brüt 25 bin TL (net 21.250 TL) olması durumunda 

3.500 TL SGK işçi payı ve 250 TL’lik işçi işsizlik fon payı;

3.875 TL SGK işveren payı ve 500 TL işveren işsizlik fon payı olacak. Yani net maaştan başka 8.125 TL (bir maliyet) daha oluşacak. Böylece bir asgari ücretlinin işverene toplam maliyeti 29.375 TL olacak.   

 -“Asgari ücrete kadar ücret istisnası” daha fazla artışa engeldir

25 Aralık 2021’de yayımlanan 7349 sayılı Yasa ile Gelir Vergisi Kanunu’nun 23’üncü maddesinin 18’inci fıkrasına asgari ücrete kadar olan ücret istisnası hükmü eklendi ve bu hüküm 1 Ocak 2022’de hayatımıza girdi. Buna göre net asgari ücrete kadar gelir vergisi, brüt asgari ücrete kadar ise de damga vergisi istisnası uygulanmaktadır. 15 Aralık 2023 tarihli TRT’de bir programda Cevdet Yılmaz ücretlilerin asgari ücrete kadar olan gelirinden 2024 yılında 590 milyar TL vergi alınmayacağını ifade etti.

Buna göre asgari ücret ne kadar yüksek olursa asgari ücretten fazla ücret geliri elde edenlerin asgari ücrete kadar olan ücretleri hem gelir hem de damga vergisinden istisna edileceğinden Hazinenin bir vergi kaybı olacaktır.

 -Kayıt dışılık artabilir

Asgari ücretin yükselmesiyle birlikte kayıt dışı istihdam çanları da çalmaya başlayacaktır. Bunun kontrolünü yapmak elbette Devletin görevidir. Ayrıca çalışanların da buna müsamaha etmemeleri gerekir ama işsizlik tehdidi çalışanları kayıt dışı çalışmaya mecbur bırakabilir.

-Enflasyon etkisi

 Bakan Şimşek enflasyonun nedenlerini sayarken her seferinde dolaylı vergi artışları ile ücretleri göstermektedir. Bu nedenle artık ortalama ücret haline gelmiş olan asgari ücretin talep baskısı yaratacağını düşüneceğinden artmasını istemeyecektir.

                                                                   /././

Yine yakmış yar mektubun ucunu (Mustafa Durmuş)

"T.C. Merkez Bankası önce kendi kasasının ve Hazine’nin kasasının neden tam takır olduğunu, neden görülmemiş düzeyde zarar ettiğini ve bunlara sebebiyet verenlerin kimler olduğunu sorgulamalı"

Bugünlerde, yerel seçim sonuçlarının yanı sıra, T.C. Merkez Bankası’nın Hazine ve Maliye Bakanı M. Şimşek’e, dolayısıyla da ekonomi yönetimine yazdığı mektup konuşuluyor.

Zira bu mektupta: “Dezenflasyon sürecinde para ve maliye politikalarının eş güdümü büyük önem arz etmekte olup öngörülebilirliğin artmasını sağlayan Orta Vadeli Program (OVP, 2024-2026) ile somutlaşmış olan kamu politikalarına dair varsayımlar TCMB’nin enflasyon tahminlerine yansıtılmıştır. Bu kapsamda, asgari ücretin yılda bir kez güncellenmesi, yönetilen/yönlendirilen fiyatlar ile ücret ve vergi ayarlamalarında OVP’de sunulan enflasyon tahminlerinin gözetilmesi ve para politikasındaki sıkı duruşun ihtiyatlı maliye politikası ile desteklenmesi, öngörülen dezenflasyon patikasının tesis edilmesi açısından kritik bir önem taşımaktadır” (1) deniliyor.

Yine ücretliler mi kusurlu?

Kısaca, Merkez Bankası, Hazine ve Maliye Bakanı’na “asgari ücretin yılın ikinci yarısında tekrar artırılmasını sakın düşünmeyin, aksi takdirde enflasyonu düşüremeyiz” diyor.

Ücret artışlarının enflasyona neden olduğu yaklaşımı, ana akım iktisatçıların ve burjuva siyasetçilerin pek çoğu tarafından benimsenen ama bilimselliği de oldukça tartışmalı, daha ziyade ideolojik bir yaklaşım. 

Bu nedenle de yoksulluk içinde kıvranan, hatta açlık çeken işçiler, emekçiler, emekliler ve onların aileleri ne zaman enflasyona karşı korunmak için bile olsa ücret artışı talep etseler, hemen burjuva ideologları ortaya çıkarlar ve bu artışların aslında emekçilerin aleyhine olduğunu anlatmaya ve emekçileri bu taleplerinden vazgeçirmeye çalışırlar.

Oysa IMF bile, son bir iki yıldır,  ücret artışlarından ziyade kur artışı ya da diğer arz yönlü sorunların günümüzde enflasyonun esas nedeni olduğunu ortaya koyan çalışmalar yayınlıyor. (2)

Mektup enflasyonun asıl nedenini gizliyor

Kaldı ki Merkez Bankası bu mektubunda, Nas referans gösterilerek 2021 Eylül- 2023 Mayıs döneminde uygulanan yanlış faiz politikalarının ya da (kendi bünyesinde yapılan bir araştırmanın ortaya koyduğu gibi), tekel konumundaki iskonto marketlerin fiyatlama davranışlarının, yani ek kâr fırsatçılığının enflasyona neden olduğu gerçeğinden (3) hiç söz etmiyor.

Bu tür mektuplar daha önce de yazıldı ama bu içerikte bir mektup ilk defa gönderiliyor. Bu durum da iktidar blokunun nasıl bir iktisadi sıkışmışlık içinde olduğunu ortaya koyuyor.

Bu mektupla Şimşek’in özellikle de yerel seçimlerden sonra, halka acı ilacı içirme biçimindeki politikalarına bir destek söz konusu olabilir ya da kemer sıkma politikalarının uygulanacağına dair IMF’ye verilmiş sözler etkili olmuş olabilir. 

Merkez Bankası önce kendine bakmalı

Merkez Bankası 2022 yılında 93 milyar TL ve 2021 yılında 74 milyar TL kâr elde ederek, en fazla kurumlar vergisi ödeyen bir kuruluş iken (Hazineye aktardığı kâr payı ve ihtiyaç akçesi dışında), 2023 yılını zararla kapattı. Öyle ki geçen yılki bilançosuna göre 850 milyar TL’nin üzerinde bir zararı mevcut (büyük ölçüde negatif döviz rezervleri altında ortaya çıkan kur farklarından kaynaklanan). 

Ayrıca, hatırlayalım,  geçen yıllarda Kur Korumalı Mevduat uygulamasının faiz-kur farkı biçimindeki on milyarlarca liralık mali yükü Hazine ve Maliye Bakanlığından alınıp Merkez Bankasına aktarılmıştı ve Merkez Bankası yetkilileri buna ses çıkarmamışlardı.

Merkez Bankası tarihsel zararda

Böylece, bir de henüz bilançoya yansıtılmamış olan 800 milyar TL civarında olduğu tahmin edilen, KKM’den kaynaklı zarar riskinin söz konusu olabileceği ileri sürülüyor. (4)

Merkez Bankası zararı, bankanın Hazineye kurumlar vergisi ve kâr payı gibi ödemeleri sonlandırarak kamu maliyesini olumsuz etkiler, zordaki Hazineyi daha da zora sokar.

Böyle bir durumda Merkez Bankası Hazineden borçlanarak zararını telafi edebilir mi? Teorik olarak bu mümkün ama dün açıklanan Hazine nakit dengesi verilerine göre bu da sıkıntılı görünüyor. Zira (Mart ayında 167 milyar TL olmak üzere) bu yılın ilk üç ayındaki toplam Hazine nakit açığı 570 milyar TL’yi aşıyor. Nitekim bu açığı kapatmak için Hazine bu üç ayda 337 milyar TL’den fazla borçlanmaya gitti. (5)

Kelin ilacı olsa…

Ayrıca Hazine, tarihinde belki de hiç olmadığı kadar borçlu durumda. Zira 2023 yılı sonu itibarıyla toplam iç ve dış borcu 6,7 trilyon TL’yi aşıyor. 2024’ün Şubat ayı itibarıyla ise bu borç; 3,4 trilyon TL’si iç borç ve 3,8 trilyon TL’si dış borç olmak üzere toplam 7,2 trilyon TL’ye yükseldi. Bu borç 2017 yılından bu yana 6,3 milyar TL ve sadece 2022 yılından bu yana ise 3,2 milyar TL arttı.

Bu borçlara Merkez Bankasının kısa vadeli dış borçlarını (yaklaşık 1,5 trilyon TL), eski adıyla görev zararı, yeni adıyla “görevlendirme gideri” adı altında üstlenilen KİT’lerin yaklaşık 800 milyar TL ve belediyelerin 175 milyar TL olan borçlarını da eklediğimizde yaklaşık 10 trilyon TL’yi bulan bir kamu kesimi (Genel Yönetim) toplam borcundan söz ediyoruz (buna bankalar ve reel kesimin borçları da eklendiğinde bu borç 30 trilyon TL’yi aşıyor). (6)

Öncelik kâr değil ama

Kuşkusuz merkez bankalarının önceliği kâr elde etmek ya da kârını maksimize etmek değil, ekonomideki fiyat istikrarı ve finansal istikrarı sağlamaktır. Keza merkez bankaları sermaye yeterliliği gerekliliklerine veya iflas prosedürlerine tabi değildir ve Şili, Çek Cumhuriyeti, İsrail ve Meksika merkez bankalarının birkaç yıldır yaptığı gibi negatif öz kaynaklarla bile etkin bir şekilde çalışabilirler.

Bununla birlikte, örneğin, devlet tahvillerini satmak yerine elde tutmak gibi bazı politika kararları, belirli politika emirlerini yerine getirmeye yönelik eylemlerden ziyade zararı kontrol altına alma arzusuyla motive edildiği şeklinde yanlış yorumlanabilir veya negatif sermaye değeri iletişim zorlukları doğurabilir. Aynı şekilde, merkez bankasının sermaye pozisyonlarını güçlendirmeye yönelik eylemler de dâhil olmak üzere, hükümetten gelen mali kaynaklar, merkez bankası bağımsızlığı ile tutarsızlık içerdiği biçiminde değerlendirilir. Tüm bunlar merkez bankasının kredibilitesini azaltır. (7)

Bu durum da, özellikle de dış kaynak için yanıp tutuşan bir ekonomi için iyi bir şey değildir.

Sonuç olarak

T.C. Merkez Bankası, Hazine'ye mektup yazarak ekonomik ve politik krizin bedelini işçilere, emekçilere ve emeklilere ödettirilmesini talep etmeden önce kendi kasasının ve Hazine’nin kasasının neden tam takır olduğunu, nasıl bu kadar borçlu bir duruma düşürüldüklerini, neden görülmemiş düzeyde zarar ettiğini ve bunlara sebebiyet verenlerin kimler olduğunu sorgulamalı ve kendi üstüne düşen kısmı ile ilgili olarak hesap vermelidir.

Merkez Bankası yöneticileri de, iktidardaki oligarşinin değil, başta işçiler, emekçiler, yoksul köylüler, esnaf ve küçük işletmeler olmak üzere tüm toplumsal kesimlerin çıkarlarını gözetmek zorunda olduğunu aklından çıkarmamalıdır. Ülkenin ihtiyacı halkına sırtını dönmüş değil, halkından yana kararlar alan bir demokratik ve şeffaf merkez bankasıdır.


Dip notlar:

(1) TCMB, “Bankamız Kanunu'nun 42. Maddesi Uyarınca Hükûmete Gönderilen Açık Mektup (2024-18)”, https://www.tcmb.gov.tr (5 Nisan 2024).

(2) https://www.imf.org/en/Publications/WEO/Issues/2022/10/11/world-economic-outlook-october-2022, s. 53-68.

(3) Muhammed Bahça, Tunç Bayram, Huzeyfe Torun, “Gıda Perakende Sektöründe Fiyat Belirleme ve Değiştirme Dinamikleri, TCMB Ekonomi Notları Sayı: 2023-10  (5 Aralık 2023).

(4) https://www.ekonomim.com/ekonomi/tcmb-olaganustu-kurulda-850-milyar-zarar-aciklayacak-haberi (12 Mart 2024).

(5) 2024 Yılı Hazine Nakit Gerçekleşmeleri (Şubat 2024), https://www.hmb.gov.tr (7 Mart 2024).

(6) Hazine ve Maliye Bakanlığı ve T.C. Merkez Bankası borç stoku verileri.

(7) Nobukazu Ono and Álvaro Pina, https://oecdecoscope.blog/do-central-bank-losses-matter (6 July 2023).

(T24)

Cumhuriyet KÖŞEBAŞI - 8 Nisan 2024 -

 

Menzil de yenildi İsmailağa da (Barış Terkoğlu)

Demokrasi aptal bir rejim midir?

Suyuna ilaç katıp uyutulabilir mi?

Kalbi, beyni, ciğeri sökülebilir mi?

Sandıkların kapanmasını beklerken elimdeki kitabın sayfalarını çeviriyordum. Genç gazeteci İsmail Arı“Menzil’in Kasası”nı yazmış. Holdingleşmiş bir cemaatin fotoğrafını çekmiş.

Arı, Adıyaman Menzil’deki seçim sandıkları konusunda bilgi veriyor. Buna göre resmi nüfusu 3 bin olan cemaat köyünün, geçen yıl 14 Mayıs seçimlerindeki seçmen sayısı 1814. Geçen seçim, köyde 5 ayrı sandık varmış. Erdoğan oyların neredeyse tamamını, 1769’unu almış. Kılıçdaroğlu’na 4, Sinan Oğan’a ise 1 oy çıkmış.

Daha da ilginci...

Beş sandıktan üçünde oyların tamamı Erdoğan’a çıkmış. Belli ki muhalefet Menzil’deki sandıklarda yoktu.

Kitapta, bir Menzilci, nasıl oy kullanıldıklarını anlatmış:

“Menzil’de normalde kadınlar oy kullanmaz. Toplu oy kullanılır, sandığa atılır. Zaten muhalefetin de sandık görevlisi gelmez. Devletin atadığı sandık görevlileri de genelde Menzil mensubu olur.”

ERDOĞAN'I DESTEKLEYEN CEMAATLER

Necmettin Erbakan’ın cemaat liderlerine Başbakanlık’ta verdiği iftar yıllarca konuşuldu. Oysa Erbakan, siyasette, cemaatlerin desteğini pek az hissetti. Bir zamanlar parçası olduğu İskenderpaşacıların hocası Esad Coşan’ın 1991 seçimlerindeki sözleri nasıl unutulur: “Mercedeslere kurulup saltanat sürüyorsun”“Almanya’dan valizlerle gelen paralarla zenginleşmiş insan”“Kardeşlerimizin parasıyla bütçesi kabarmış, şişmiş insan”“Ne ayet bilirsin ne Arapça bilirsin”...

Sebebi belli. Tarikatlar inanca değil hep devlete susadı. Devlete yakın olmak, devletten beslenmek, devletin kanatları altında örgütlenmek asıl tutkuları oldu. Çünkü güçlerinin kaynağı uhrevi değil, dünyevi idi. Kimin daha çok parası, daha çok bürokratı, daha çok yargıcı varsa onun şeyhi daha çok uçtu. Erbakan’ı değil ANAP’ı ya da DYP’yi desteklemelerinin altında da bu vardı. İdealler ile gerçekler arasındaki dengeyi kuran ise Erdoğan oldu. Cemaatlerin Erdoğan’a desteğinin nedeni, dinden daha çok, elinde tuttuğu iktidar gücüydü. Bu yüzden, Erdoğan’a desteklerini açıktan yapıyor, hatta birbirleriyle yarış yapıyorlar.

Gelelim bugüne...

İKİ TARİKATIN KAVGASI

31 Mart’a doğru yeni bir durumla karşılaştık. Hem Menzil hem İsmailağa bölündü. Ortak noktası, şeyhlerinin ölümüydü. İsmailağa Şeyhi Mahmut Ustaosmanoğlu da Menzil Şeyhi Abdulbaki Erol da yakın zamanda hayatını kaybetti. İki cemaat de iç savaşa tutuştu.

Menzil şeyhi, dokuz halife bırakmıştı. Altısı hayattaydı. Üçü şeyhin çocuğuydu. Bir cemaat klasiği yaşandı. Öteki halifelerin esamesi okunmadı. Şeyhin mirasını üç çocuğu bölüştü. Eski tövbeler iptal olurken her mürit seçtiği bir çocuğa yeniden biat etti. Öyle ki bütün İslam ümmetini birleştireceği söyleyen cemaatçiler, Menzil köyünde üç kardeşin üç ayrı camisinde üç ayrı namaz kıldırdı. Kurumlar adlarıyla, binalarıyla ayrıştı. En son seçim haftasında sokak ortasında gruplar kavgaya tutuştu. Ama sürecin şimdilik galibi, Erdoğan’ın ve medyasının desteğiyle, ölen şeyhin büyük oğlu Saki Erol oldu.

İsmalağa’daki ise iki yıl önce ölen şeyhin ardından ertelenmiş bir kavgaydı. Cemaat içinden güçlü bir lider çıkaramayınca, mezardaki Mahmut Hoca’ya rabıta devam ettirilmişti. Ama farklı güç odakları baş gösteriyordu. Cübbeli Ahmet, resmi açıklamayla aforoz edildi. Tarikat, AKP desteğiyle, Mahmut Hoca’nın dünürü Hasan Efendi’nin liderliğine geçti.

31 Mart’a giderken hem Menzil’deki hem İsmailağa’daki kavgada kazananı siyaset belirledi. Erdoğan, seçimden bir gün önce, Hasan Kılıç’ı ziyaret ederek açıkça tarafını belli etti. İşin ilginci kenara itilenler de tasfiye olmamak için “en Erdoğancı benim” pozisyonu aldı. O kadar ki Cübbeli Ahmet, AKP-MHP’ye oy vermeyenlerin günahkâr olacağına dair fetva bile verdi.

BABALARININ MALLARI  

Tarikatların liderliklerine artık Erdoğan karar veriyor. Erdoğan’ın elini tuttuğu lider olurken ötekiler lanetlenmemek için Erdoğan’ın ceketinden tutmaya devam ediyor.

“Allah için” diyerek mal, kadro, mürit biriktiren cemaatler; güçlerini her seçim iktidara pazarlıyor. Toplu oy kullanmaya dayalı, hür iradeyi ortadan kaldıran, din ile korkutarak yurttaşlara zorla mühür bastıran topluluklar seçimi aracı kılıp demokrasiyi yok ediyor. Kandırılan, örselenen, parçalanan demokrasi ve yurttaşlar oluyor.

31 Mart bir başka kırılmaya da işaret ediyor. İstanbul ve Adıyaman dahil, cemaatlerin etkili olduğunu iddia ettiği havzaları açık farkla muhalefet kazandı. 31 Mart seçimlerdeki yenilgi sadece AKP’ye değil, müritlerini siyasete pazarlayan tarikatlara da tokat oldu!

Demokrasi akıllandığı gün, din tüccarları da ortada kalmayacak.

                                                /././

İktisat topluma yarar mı? (II) (Bilsay Kuruç)

İktisat konuşmaya devam edelim. Herkesin bildiği iki fiyata bakalım. Bizi nereye götürüyorlar?

İKİ FİYATIN ÖYKÜSÜ

Kapitalizmdeyiz. Önce iki fiyatı görüyoruz, sonra diğerlerini görürüz. Biri “para”nın fiyatı, faiz. Öteki emeğin “fiyatı”, ücret. Yaşadığımız kapitalizmde bazı meslektaşlarımız “para”nın fiyatının her şeyden önce ve kesintisiz konuşulması gerek diyorlar. İzleyelim.

Daha önceki yazıları yinelemeyeyim. Şunu biliyoruz: Türkiye 20 küsur yıl önce dünya kapitalizmine bağlandı. Bir sermaye-siyaset ittifakı ile. Giydiği kapitalizm modelinin sahibi bir sermaye-siyaset ittifakıdır. Bu organik ortaklığa “ortakyaşam” diyoruz. Burada para meselesi önde, insan arkadadır. Kapitalizmimizin ana damarı paranın yönetimi Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’na (TCMB) aittir. “Para”nın bu modelde iki fiyatı var: TL fiyatı, faiz ve “dolar” fiyatı, döviz kuru. TCMB’ye paranın yönetiminde, böylece iki temel iş birden yüklenmiştir ve şöyle olmuştur: Bir, ekonominin tüm faizleri için kılavuz olan, TL cinsi “politika faizi”ni ayarlamak. İki, ekonominin tüm “dolar” (döviz) likiditesini (akışkanlığını) yönetmek. (Para “akan”, likit bir şeydir!)

Çetin iş. Niçin? Çünkü bu ülkenin kapitalizmi kendi üretim gücü ile “net” dolar kazanamıyor. Giydiği model ülkeye daha yüksek üretim gücü vermiyor. Götürdüğü dolar, daima getirdiğinden çoktur ve böylece ülke ekonomisi hep açık verir. Şöyle diyelim: İktisatçının “Reel kesim” dediği şirketler dünyası hep “döviz pozisyon açığı” taşır. Ülkenin dış açığının kaynağı burada yatar. Bu açık TCMB’nin, para yönetimi için muhtaç olduğu döviz (dolar) rezervini baskı altında tutar, zorlaştırır, eritir.

İKİNCİ DEVRE

Senaryo 2000’lerin başında, şok yaratan bir dolar ve mal girişiyle başlamış, bu yapay bollukla yerleşmişti. O birinci devre idi. Açıklar ise yapısaldı, sürekliydi. Şirketler daha fazla dolar getiremiyordu ve borç stokları artıyordu. Zorluklar 2017-18’den başlayarak yerleşti, arttı. Ve ikinci devre başladı. TCMB’nin üzerine ağır yük bindi. Şirket borçlarını kapatmak için TCMB kendi rezervlerini eritti ( Şu 128 milyar dolar!). Ve rezerv tutabilmek için kısa vadeli dolar borçlanmasına (“swap”) başladı. Bu pratik (“eksi”ye geçiş) artarak sürdü ve anlaşıldığına göre, bugün rezerv tablosu “eksi 70 milyar dolar”dan az olmayan bir tutarı gösteriyor.

Modelin sahipliği, yani “ortakyaşam” bir çıkarlar ortaklığıdır. Dolar girişleri bunu perçinler. Dolar gelmezse ortaklık “Dolar yok, TL verelim” noktasına dayanır. Bedeli ne ise ödenecektir. Nasıl bir yol bulunacak, bedeli kim ödeyecek? İkinci devrenin özelliği bu oldu. “Faiz sebep, enflasyon sonuç” doktrinini yarattı. Pratiği, kredi faizlerini olabildiğince düşürerek parayı ucuzlatmaktı. Sermayeyi sıkıntıdan uzak tutmak yetmezdi, ona bir kazanç kapısı da açmak gerekiyordu.

“Faiz sebep” doktrini TCMB’nin “politika faizi”ni “ortakyaşam”ın devamı için en hassas gösterge yapıyor. O kapitalizmimizin “asgari faizi”, kılavuzu demektir. Bunu, TCMB’nin ayda bir toplanan Para Piyasası Kurulu (PPK) söyleyecektir. Bankaların gecelik borçlanma faizinden Hazine’nin tahvillerine kadar tüm faizler silsilesi önce kılavuza bakacaktır. TCMB’nin kapitalizmimizin ikinci devresindeki “makûs talihi” böyle başlıyor. “Ortakyaşam”ın yüksek yerlerinden gelen “faiz sebep” görüşü “politika faizi”nin olabildiğince düşürülmesi, düşük tutulmasıdır. Yani, TL’nin olabildiğince ucuzlatılmasıdır. “Dolar”a duyarlılığı gitgide artan ekonomide TL’nin ucuzlayıvermesi birdenbire enflasyona gebe kalması ile sonuçlanır ve öyle oldu. TCMB bir yandan rezervlerini tüketip “eksi”ye geçerken bir yandan da ucuzlayan TL ile “ortakyaşam” için kredi bolluğu perdesi açıldı. 2021’in son ayları o günden bugüne uzanan bir ilginç iktisat pratiğinin, “enflasyon senaryosu”nun başlangıcı oldu. Bu “dolar yok, TL verelim”in doruğu idi. Bedeli kim ödeyecek sorusunun yanıtı ise açık değil mi? “İkinci fiyat” öder. Aşağıda.

Sermaye ucuz krediyi sever. Doğaldır. İş yapabilmek, yatırımla “yeni varlıklar” yaratabilmek için fırsattır. Ancak bu kez tablo farklıydı. Tüm katmanlarıyla kredilendi ve “mevcut varlıklar” üzerinden kazandıran bir “varlık enflasyonu” doğdu. Önce taşınmazlar ve konut fiyatları zirve yaptı. Bu dalga dalga yayıldı. BİST’e bulaştı. Dünya borsaları sürekli düşerken orası yılda yüzde 150 artışa oturdu. Katılımcılar bir milyondan sekiz milyona çıktı! Kısaca, “mevcut varlıklar” üzerinden servet yolu açan bir “enflasyon senaryosu” sermaye için dört başı mamur bir “rant ziyafeti” oldu. İktisatçı için dikkate değer olan, bu “varlık enflasyonu”nun nasıl TÜFE’yi gecikmeksizin pompaladığı ve topluma “klasik enflasyon”u yerleştirdiğidir. Bunu ayrı konuşmak lazım. İktisat-toplum bağlantısını merak ediyorsak, gözden kaçırılmayacak nokta ise kapitalizmimizde “paranın fiyatı”nın sermaye ve siyaset hesabına nasıl serbestçe kullanıldığıdır. Geçen haziran ayına bu serbestlikle gelindi. Şu soru doğdu: Sonra? Üçüncü devre mi, uzatmalar mı?

‘PEYNİRE KÜSTÜK MÜ?’

Kapitalizmimizdeki ikinci fiyatın nasıl oluştuğunu uluslararası alanın bilgisine de hakkıyla vakıf olan nadir bilim insanı Prof. Dr. Mesut Gülmez en ince ayrıntılarla bizlere anlatıyor. Çarpıcıdır. Ve düşündürücü, hatta acı tarafı Prof. Dr. Gülmez’den başka bir araştırmacı bilim insanının buradaki çıplak gerçekleri anlatmamış, üzerinde durmamış olmasıdır. Budur.

Kapitalizmimizin birinci fiyatı bir “asgari” olan paranın “politika faizi” idi. İkincisi ise burada emeğin “fiyatı” olan “asgari ücret”tir. Biliyoruz, asgari ücret topluma öncelikle sosyal politikalarla bakabilmenin özelliği, kalitesi olarak 20. yüzyılın dönemecinde doğmuştur. İlginçtir, düşündürücüdür, bizde ilk ciddi sosyal politika atılımı Milli Mücadele’nin en çetin günlerinde, Sakarya savaşı sırasında yapılmıştır: 10 Eylül 1921 tarihli, 151 sayılı Zonguldak Havza-i Fahmiye (Kömür Havzası) Amele Kanunu ile! Emekçiye sekiz saatlik iş gününü, sosyal hakları ve asgari ücret anlayışını getirerek. Yaklaşan Cumhuriyetin erdemidir. Oradan 1932’de İktisat Vekili Mustafa Şeref Bey’in 192 maddelik ilk iş kanunu taslağına ve oradan da 1936’nın asgari ücreti yasalaştıran İş Kanunu’na gidilecek. Kurallar ve yetkiler açık seçiktir. Uygulama zaman boyunca geliştirilir ve 1970’lerde İLO Sözleşmesi’ne konulan imza ile günün uygarlığında beklenen yerini alır. Sosyal bakıştan, haklardan ve kurallardan uzaklaşan kapitalizmimiz ise ucuz emeği sever. Seçim zamanlarında siyasetin tribünlerinden yayılan “enflasyona ezdirmeyeceğiz!” sesleri duyduğumuz sırada asgari ücret çoktan sosyal politika boyutundan “arındırılmış”tır. Sadece rakam olarak vardır. “Ortakyaşam”ın ucuz emek temelli iktisat politikasına aittir. O kadar.

Prof. Dr. Gülmez kısa süre önce usta kuyumcu titizliğini ve insani değerlerde ödün vermez kimliğini yansıtan iki yazı yazdı: “Aralık 2023 Süreci: (1) Asgari Ücret Tiyatrosu’nun İkinci Perdesi: İlk Toplantı ve Sonrası; (2) Asgari Ücret Tiyatrosu’nun Rüzgâr Gibi Geçen’ Üçüncü Perdesi: ‘...Çarşamba Öğleden Sonrasından Bellidir.” Bunları ibretle okumak lazım. Aşağı yukarı sekiz milyon civarında ve sendikasız olan asgari ücretli kuralların yok olduğu, kendini fiilen ilga etmiş görünen bir “Asgari Ücret Komisyonu”ndan haber bekliyor. Buna, ülkede ücretlerin en az yüzde 40’ının “asgari” oluşuyla tüm ücret skalasını aşağı çekişini de ekleyebiliriz. Medya “Rakam kaç çıkacak?” dışında tümüyle duyarsızdır ve yasal olarak asgari ücret üzerinde herhangi bir yetkiye sahip bulunmayan cumhurbaşkanının “kaç para vereceğini” beklemektedir! Haber değeri olan tek şey o rakamdır! Şu bile ilgi çekici değildir: Türk-İş heyetinde bu yıl yer bulan asgari ücretli işçilerden biri toplantıda yaptığı konuşmada “çocuklarının kendisine ‘peynire küstük mü?’ diye sorduğunu” anlatıyor; bir başkası da “Oğlum geldi dedi ki ‘Baba, okulda Öğretmenler Günü kutlayacağız. Bana 10 lira verir misin?’ dedi. Ben de dedim ki ‘Oğlum 10 lira param yok.’ ‘Bizde neden para olmuyor?’ dedi. Sabaha kadar uyuyamadım. Bir yerlerden, çocuğuma 10 lira verebilmek için borç aldım”, bunu anlatıyor.

TCMB “politika faizi”ni ayda bir açıklar. “Asgari ücret” ise yılda bir açıklanır!

“Gelecek yazı: İktisat topluma yarar mı (3), Seçimde ne oldu?”

DOGSBOROUGH, DULLFEET, GIUSEPPE VIOLA VE DİĞERLERİ

Geçen hazirandan sonra kimi yetkili ağızlardan ve hatta birkaç meslektaştan “Enflasyonun nedeni ücret artışlarıdır!” gibi ifadeler duyulmuştu. Devam ediyor mu, bilmiyorum. Bunları bilim terazisinde tartmaya girişmek insanın kendini hafife alması demek olur. Bu ifadelerin adresinin sadece “bir şeyler” beklenen dünya finans piyasaları olduğunu, “Ücretleri donduracağız!” mealinde birer mesaj taşıdığını tahmin etmek gerçeğe yakındır, eğer mesajların alıcısı varsa. İktisat pek şaka da kaldırmaz. Diyelim ki bir genç meslektaşıma “Arazi, konut gibi taşınmazlardaki büyük fiyat artışlarını asgari ücret artışları ile açıklayabilir miyiz? Bir ekonometrik çalışma yapabilir misin” diye sorsam, önce yüzüme tuhaf tuhaf bakacağını, sonra da nezaket dışına çıkmadan “Böyle şaka yapmayın, lütfen” diyeceğini düşünmek zor değildir.

Yukarıdaki adlar, biliyorsunuz, Berthold Brecht’in yarattığı karakterlerindir. Siyasetçi, iktisatçı, maliyeci, bankacı, mühendis eksikliği çekiyor muyuz? Bilmiyorum. Yanıtlar farklı olabilir. En çok bir Berthold Brecht eksikliği çektiğimizi düşünüyorum. Neyin içinde yaşadığını çok iyi gözleyerek, bilerek, düşünce dünyasına bunu kendi malzemesiyle sunmayı, yerleştirmeyi görev edinen bir insan.

                                                            /././

Odadaki filler (Ergin Yıldızoğlu)

Bir haftadır, “Peki şimdi ne oldu-ne olacak?” türünden tartışmaların yapıldığı “odanın” ortasındaki, üçü yetişkin, bir de yeni büyümeye başlayan dört “fil” var. Bu “fillerin” varlığını yadsıyarak o sorulara doğru cevaplar bulunamaz. “Süreç olarak faşizm” durdurulamaz.

Birinci “fil”, siyasal İslam: Sİ aslında bir toplumsal hareket (çok parçalı yapısı bu gerçeği değiştirmez) , 20+yıldır, “bağımlı kapitalist” bir ekonomik/siyasi zemin üzerinde devleti, ekonomiyi, toplumu dönüştürerek kendi siyasi ideolojik egemenliğini inşa ediyor. Bu dönüşümün, özellikle son genel seçimlerden sonra hızlanan sonuçları, dikkate almadan ilerlenemez. Örneğin, “adam” giderse “hareket” ve “dönüşümler” eriyip gider beklentisi, onu orada tutan güç ilişkilerini, toplumsal “artık-değeri” edinen ve bölüştüren, yaygın ve derin “sosyal/ kültürel sermaye” dinamiklerini görmezden geliyor. Bu dinamikler bir “adamın” gitmesiyle sönümlenmez.

Neoliberalizm: Siyasal İslamın kökleri 1970’lere, Soğuk Savaş ilişkilerine, hatta Cumhuriyetin ilk yıllarındaki iktidar savaşlarına kadar gider ama devleti ele geçirmesi, neoliberalizmle yapılandırılarak uluslararası sermayenin kullanımına tamamen açılmış, “bağımlı” Türkiye kapitalizminin içinde gerçekleşmiştir.

Son ekonomik krizin gelişme sürecine bakınca (uluslararası mali piyasalardaki dalgalanmaların bu “bağımlı” kapitalizmin dış kaynak edinme kapasitesi üzerindeki etkileri bir yana), siyasal İslamın toplumsal “artık-değerin” bölüşümü üzerinde etkisi arttıkça kaynakları, kendi egemen sınıfının özelliklerine uygun bir iktidarı inşa etme, devleti dönüştürme yolunda kullanmaya başlamasıyla, krizin derinleşmesinin örtüştüğü görülür: Siyasal İslam, “artık-değeri” edinme süreçlerini, “bağımlı” Türkiye kapitalizminin krizinin yönetimine değil de kendi siyasi-kültürel sermayesini üretmeye yönlendirdikçe ekonomik kriz daha da derinleşti. Karşımızda, “irrasyonel”, yanlış ekonomi bir yönetimi değil, farklı sınıfların farklı rasyonaliteleri arasındaki, adeta yaşamsal uyumsuzluk var.

Uluslararası sermaye ve yerli uzantıları, yüksek faiz, kamu harcamalarında kısıntı, ücret artışlarında sınırlama, hâlâ kaldıysa özelleştirme, kısacası tüm kaynakların borç servisine yönlendirileceği konusunda güvence istiyorlar. Ancak, bu ekonomik model krizi, dolayısıyla yoksullaşmayı daha da derinleştirmekle kalmayacak, toplumsal dokuyu seyreltirken, siyasal İslamın “artık-değer” edinme, paylaşma düzeninin direnişine de çarpacaktır.

Odadaki 3. “fil” devlettir. Siyasal İslam 2002’den bu yana devleti, moleküler (kadro, teknoloji, ideoloji, finans...) düzeyde ve kimi zaman cepheden ataklarla (anayasa, başkanlık sistemine geçiş, 15 Temmuz sonrasındaki büyük “temizlik”) yeniden şekillendiriyor. Bu sürecin getirdiklerinin, “güçler ayrılığının” ortadan kalkmasında, seçimlerde devlet kadrolarının rejim için çalışmasında, yargının bir cezalandırma aracına dönüşmesinde, adaletin keyfileşmesinde, polisin siyasal İslamın militanlarının, tarikatların gösteri yürüyüşlerini seyrederken sosyalistlerin ve Kürtlerinkini şiddetle bastırması gibi pratiklerde görüyoruz.

Bu üç “fil”, rejimin tepesindeki “sıkışma”, ekonomide çözümsüzlük, devletin aldığı özgün biçim“bağımlı” Türkiye kapitalizminin uluslararası sermaye açısından kullanılamaz duruma geldiğini gösteriyor.

Bu da bizi yeni büyümeye başlayan “fil”e getiriyor. “Bağımlı” Türkiye kapitalizminin tarihine bakınca, finans oligarşisinin (yerli ve yabancı) çıkarlarına önce 1960 anayasasının dar geldiğini görüyoruz; sonra taleplerini 1980 anayasasına sığdıramadılar. Son yıllarda, ekonomik krizin toplumsal krize dönüşme riski artıyor, oligarşi de siyasal İslamın 2010 anayasasının düzenine yerleşmiş görünüyordu. Ancak mart seçimlerine giderken siyasal İslamın ekonomik ve kültürel düzenine karşı öfke yükselince, sanırım oligarşi, Leopard romanındaki aristokratın deyimiyle “Şeylerin aynı kalmasını istiyorsak şeyler değişmek zorunda kalacak” noktasına geldi, şimdi devletin başına politikalarını benimsemeye hazır ama siyasal İslamla da uyumlu yeni bir “adam” arıyor. Sosyalistlerin ve laik demokratik Cumhuriyetçilerin, Kürt siyasi hareketinin dikkatine sunulur.

                                                    /././

Atlantik-Avrasya hattındaki yeni sorun (Mehmet Ali Güller)

NATO 5 Nisan günü Brüksel’de 75. yaşını kutladı. Kutlama programına katılan dışişleri bakanları, dört ay sonra yapılacak zirvede alınacak kararların ilk taslakları üzerinde görüş alışverişi yaptı.

ABD/NATO’nun önünde iki temel konu var: 1) NATO AsyaPasifik’e nasıl genişletilecek? 2) Ukrayna’daki “uzun savaş” nasıl sürdürülebilecek?

Bir de NATO’nun önünde yeni genel sekreterin belirlenmesi sorunu var. 16 Mart’ta yazmıştım: “ABD, İngiltere ve Almanya’nın adayı Hollanda Başbakanı Mark Rutte. Ancak Romanya Devlet Başkanı Klaus Iohannis de adaylığını açıkladı. Genel sekreter oybirliğiyle seçileceğinden ve Romanya kendine oy vereceğinden, bir uzlaşma olmadığı takdirde bir tıkanma yaşanacağı görülüyor. Bu, 2014’ten beri genel sekreter olan Jens Stoltenberg’in belki de beşinci uzatma almasına neden olacak.”

Yeni bir seçenek daha belirmiş görünüyor: Estonya Başbakanı Kaja Kallas’ın ABD, İngiltere, Fransa ve Almanya’nın desteğiyle NATO’nun yeni genel sekreteri olabileceği değerlendiriliyor.

ABD’NİN NATO’YU PASİFİK’E GENİŞLETME ÇABASI

NATO’nun Asya-Pasifik’e nasıl genişletilebileceği konusu, ABD açısından en önemli konu. Çünkü ABD gelecekte hesaplaşacağı asıl rakibinin Çin olduğu gerçeğine göre hazırlık yapıyor. Bu amaçla AUKUS, QUAD gibi ittifaklar kurdu, Japonya ve Güney Kore’yi bir savunma ortaklığı içinde askerileştirmeye başladı.

Ancak NATO’nun kuruluş tüzüğü, ABD’nin elini sıkıştırıyor. Çünkü NATO bir “Kuzey Atlantik” örgütü. Washington bunu dolaylı aşmak için iki hamle yaptı:

1) Japonya ve Güney Kore’yi NATO ortağı yapıp bu ilişkileri koordine edebilmek için de Tokyo’ya “NATO irtibat ofisi” açmaya çalıştı. Fransa’nın itirazı nedeniyle ofis şimdilik kurulamadı.

2) ABD’nin 50. eyaleti Hawaii, Pasifik’te bulunduğu için ve NATO da tüzüğü gereği Kuzey Atlantik örgütü olduğu için, 5. maddenin kapsamı dışındaydı. ABD’nin Hawaii Adaları’nı sorumluluk alanına katabileceği öne sürüldü.

UKRAYNA’DA NATO ORTAK MİSYONU

Fakat ABD açısından daha sıcak ve yakın konu ise ikincisi; Ukrayna’da “uzun savaş” stratejisini sürdürebilmek.

ABD Dışişleri Bakanı Anthony Blinken, “Ukrayna’nın eninde sonunda NATO üyesi olacağını, bunun için net bir yol haritasının şimdiden belirlenmesi gerektiğini” söyledi. NATO Genel Sekreteri Stoltenberg de “Ukrayna’yı uzun yıllar boyunca desteklememiz gerekiyor” dedi.

Ancak Trump’ın ayak seslerinin de duyulmaya başladığı Washington’da Ukrayna konusunda Biden politikalarına itirazlar yükseliyor. Bu durumda Ukrayna nasıl desteklenecek?

ABD’nin buna bulduğu “yol” şu: Ukrayna’da NATO ortak misyon kurmak! Bunu “Savaşa gireceğimiz anlamına gelmiyor, NATO’nun koordinasyon, eğitim, planlama imkânlarını Ukrayna’yı desteklemekte kullanmak anlamına geliyor” diye sunuyorlar. ABD’nin bu tarz hamlelerinin bir bütünlük içinde olduğunu da belirtelim. Zira daha önce de NATO ile Ukrayna’nın Polonya’da “Taktik-Analiz Merkezi” kurması ele alınmıştı.

CHP’NİN ÖNÜNDEKİ SORUN

Meselenin bizi ilgilendiren kısmı öncelikle şu: “Savaşa girmeyeceğiz” denilerek kurulsa bile, Ukrayna topraklarında “NATO ortak misyonu” kurmak, Moskova açısından NATO’nun savaşa iyice dahil olması anlamına gelir. Diğer yandan Ukrayna cephesindeki eksik mühimmat için ABD’nin Türkiye ile “ortak üretim” yoluna girmesi, Türkiye’yi bu savaşa iyice bulaştırmış olacaktır.

Yani Erdoğan’ın Beyaz Saray’daki 9 Mayıs programı, ülkemiz için risklerle doludur. Dolayısıyla Türkiye’nin yeni birinci partisinin, Atlantik’te ağırlık artırmaya çalışan ikinci partisi üzerinde bağımsızlıkçı, bölgeci ve Atlantik-Avrasya hattında dengeci bir basınç oluşturup oluşturmayacağı kritik önemdedir.

                                                     /././

Millet faturayı Saray’a kesti; Saray aşağılara bakıyor (Orhan Bursalı)

Postacı seçim sonuçlarını halkın mektubu olarak Saray’a bıraktı, tabii ki. RTE evirip çeviriyor, bu bize mi diye bakıyor.

                                                ***

AKP, seçimlerde ağır yenilginin faturasını kime kesecek, laflarını dinliyoruz. Bir Saray bakışı bu, aslında fatura isme yazılı: AKP başkanı ve cumhurbaşkanı, adres Saray.

Tabii RTE de tek başına değil, Saray ve çevresindeki konglomera yönetimi, memur bakanlar, AKP yönetimi...

Hepsi RTE’nin seçimi, adamları. Hepsi bu ülkeyi yönetiyor. Ekonomiyi yönetiyor. Sosyal hayatı, ideolojiyi, dış politikayı, güvenliği... Sayın sayabildiğiniz kadar.

Sayılamayanlar da var: Mülteci meselesi, kaçakçılar ülkesi, uyuşturucukarapara ülkesi, azgın emek sömürücülüğü; yoksulluk, eşitsizlik, kayırıcılık, hukuksuzluk, anayasa tanımazlık, daha sayın sayabildiğiniz kadar.

Bunları da yönetenlere fatura kesildi.

POSTA SİZE!

Şimdi postacı kapısı çalarak seçim faturasını Saray’ın eline tutuşturdu.

Bu kadar ağır faturayı Saray yanlış adres olarak görüyor. Postacı çoktan gitmiş. AKP içinde kime bu fatura tartışması var. Kimi devlet parmağı sallama diyor vb.

Ama hiçbiri Saraybaşına bakmıyor. Çünkü orası dokunulmaz, bağışıklık kazanmış ve tüm tartışmaların dışında. Onu hedef alacak ve tasarruflarını tartışacak tek kişi yok partide, böyle bir süreç başlarsa, AKP ne olur?

Saray eline tutuşturulan faturayı halka havale etti bile. 81 ilde halka sorulacakmış bu fatura neden diye?

Gerek mi var sormaya, ülkeye baksınlar, AKP’li belediyelere baksınlar, halka baksınlar, ülkenin tüm alanlardaki uluslararası endekslerine baksınlar, hepsi görür.

MİLLETTE YANLIŞLIK MI VAR

Taksim’de, İsrail ile ticaretin kesilmesini isteyen gençlere ağır polis müdahalesi yapılıyor ve ters kelepçe ile götürülüyorlar, oraya baksınlar. İsrail’de milyonlar hükümetlerini protesto edebilirken burada ise insanların seslerini İsrail adına mı yoksa ticareti yapan iktidar sermayesi adına mı, boğuyorlar?

Saray ve çevresi her şey yolunda gidiyor aslında, neden böyle oldu, millette bir yanlışlık var havasında.

Yenilgiyi yanlış bir algı yönetimi olarak görüyor olabilirler.

Veya Büyük Türkiye, Türkiye Yüzyılı, 2071’e yürüyüş hayallerini satışları çok mu bulutların ötesinde, göğün en üst katlarında asılı kaldı?

Eskisi gibi milletin dilindeki çalıyorlar ama çalışıyorlar düşüncesi, acaba yerini sadece çalıyorlar düşüncesine mi bıraktı. Buna da bakabilirler.

Saray’ın içinde ve çevresinde tartışan figürlere bakıyorum, sadece AKP ve iktidarına, halka karşı bir kibir oluşmasına takılıp kalmışlar. Kibir, tabii ki görülmemiş ölçekte.. Ama sorunu salt buraya indirirseniz, başka bir kibre takılı kalırsınız.

Türkiye’nin, milletin hali pürmelaline odaklanacaklarına kibir tartışması tartışan tarafların ne kadar boş işlerle uğraştıklarının da belgesidir.

Şimdilik Saray’ın tümü, yenilginin ana nedenlerini zerre dikkate almadan, halka neden bana oy vermedin sorgulamasına girişecek gibi.

Yarın: AKP’nin oy oranını kim 35.5 gösteriyor?

(Cumhuriyet)

KISA KISA GÜNDEM - 8 NİSAN 2024 -

 

Gazze'ye gitmek isteyen MHP'li vekil İsrailli firmanın Türkiye ortağı çıktı (duvaR)

Gazze için "İnsanlık mevziisine girmek için yola revan olmazsam namerdim" diyen MHP Milletvekili Durgun'un, İsrailli Haifa Group'un Türkiye distribütörlüğünü yapan şirketin sahibi olduğu ortaya çıktı.(https://www.gazeteduvar.com.tr/gazzeye-gitmek-isteyen-mhpli-vekil-israilli-firmanin-turkiye-ortagi-cikti-haber-1682534)

Vali Gül İsrail karşıtı eylemlere 'Şer odaklarının 5. kol faaliyeti' dedi (duvaR)

İstanbul'da İsrail'le ticaretin kesilmesini isteyen gençlerin darp edilmesinin ardından Vali Gül açıklama yaptı: Katil aranıyorsa İsrail'e ve kendilerine destek veren dış güçlere baksınlar...(https://www.gazeteduvar.com.tr/vali-gul-israil-karsiti-eylemlere-ser-odaklarinin-5-kol-faaliyeti-dedi-haber-1682557)

İşçiye, emekliye bayram yok (Olcay SAL-Evrensel)

Bayrama günler kala görüştüğümüz işçiler, bayrama borç batağında girdiklerini, emekliler ise arifeyi bayram alışverişinde değil, ekmek kuyruklarında geçirdiklerini söylüyor.(https://www.evrensel.net/haber/515327)

Manisa: MHP'li eski başkan seçim haftası çereze 1 milyon TL ödemiş (duvaR)
Manisa: MHP'li eski başkan seçim haftası çereze 1 milyon TL ödemiş

CHP'li Ferdi Zeyrek(solda), MHP'li Cengiz Ergün'den görevi devraldı. (Fotoğraf: AA)

74 yıl sonra CHP'nin kazandığı Manisa'da yeni büyükşehir belediye başkanı Zeyrek, eski yönetimin 26-29 Mart arasında 416 milyon 587 bin TL ödeme yaptığını açıkladı: Kuruyemiş faturası 1 milyon TL...(https://www.gazeteduvar.com.tr/manisa-mhpli-eski-baskan-secim-haftasi-cereze-1-milyon-tl-odemis-haber-1682547)