Solda CHP’cilik (Aydemir Güler)
Türkiye solu yeni bir CHP’cilik evresine kesinkes girdi. Solda bu işe soyunanların zorlanacağı açık; çünkü muhatapları ne emekçilere dönük manevralara ne de Cumhuriyeti savunmaya niyetli.
Türkiye solu yeni bir CHP’cilik evresine girmiş bulunuyor. Her zaman siyasetini, düzenin sol sayılan penceresini gözeterek tayin eden sosyalist kesimler olur. Böyle kesimlerin var olması ile siyasette CHP’ciliğin geçer akçe haline gelmesi farklı olgular. Bugün ikincisini yaşıyoruz.
CHP’ye solculuk atfetmeksizin solda CHP’cilik yapılamaz. Ancak bu açıdan bir zorlukla karşı karşıyayız. CHP uzun zamandır kendisine solculuk yakıştırmamaktadır!
Geçmiş örnekler böyle değildi…
CHP’nin kendisini solda tanımlaması, devrimci hareketin altın yıllarına denk gelir. Sosyalizmin yükselişe geçişi 1965 itibariyle, dönemin Türkiye İşçi Partisi’nin yüzde üçlük oy oranıyla tescillenmişti. Öncesinde işçi sınıfı hareketlenmiş, aydınlar bariz biçimde sola dönmüş, gençlik bu ikisini coşkuyla izlemeye koyulmuştu. Onların ardından Kürt ve Alevi dinamiklerinin geleceği seçilebiliyordu. CHP bu koşullarda kendisini “ortanın solu” olarak adlandırdı. Hemen akla geleceği gibi, asıl maksat toplumun sola kayışını devrimci, komünist harekete teslim etmemekti. O zamana kadarki uzun politik yaşamında sol bir yönelimine hiç rastlanmayan İsmet Paşa bile bu misyondan uzak kalamazdı.
Misyonu alıp bir adım ileriye taşıyansa Ecevit oldu. Ama Ecevit’in “demokratik sol” kavramlaştırması ne kadar ileri gidileceğini de ifade ediyordu: “Demokratik olmayan solun” önü ne yapıp ne edip kapatılmalıydı. Adını koyalım, bu operasyonun özü sağcıdır.
Siyasette bu tür projelere her zaman yer olsa da, siyaset projelere sığmaz. CHP’nin solun önünü kapatma manevrasının etiketine solculuk diye yazılınca, gerçekten de toplumun sol dinamikleri bu çatı altında da yeşermeye başladı. CHP solun üstünde basınç kurdu ve çekim merkezi oluşturdu. Solculuğu içerisine çekti. Yani CHP sağcı bir projeyi hayata geçirirken kısmen solculaştı. Elbette düzen içi bir solculuk…
CHP’nin içinde samimi solcuların yer tutması, CHP’nin solculuğunu takiyye olmaktan bir an bile çıkarmamıştır. Ecevit’in yaşamının sonlarına doğru, yaptığı en önemli işin komünizmi engellemek olduğunu beyan etmesi samimidir. Ama biz başa dönersek, 1965’ten başlayarak CHP’ye solculuk atfedilmesinin kamuoyuna inandırıcı gelen gerekçeleri olmuştur.
2024’te bu yoktur. “Yok bu işin sağı solu” diye kampanya yürüten İmamoğlu, “sol-sağ ayrımı 19.yüzyılda kaldı” diyen Kılıçdaroğlu’nun, CHP’yi laiklik yükünden kurtarmak için elinde rozet kara çarşaf arayan Baykal’ın sürdürücüsüdür. CHP geleneği 1980’lerin SODEP-SHP deneyimlerinden sonra solculuk iddiasını geri çekmiştir.
Bu partinin solcu olduğu iddiası, bir kesim sosyaliste aittir! Bu durum saçmadır!
Kuşkusuz CHP’de Türkiye’ye özgü bir sosyal-demokrasinin izi sürülebilir. Batı’nın klasik modelinde sosyal-demokrasi burjuva düzenine karşı mücadele eden işçi sınıfından çıkmıştır. Bizde ise burjuva devriminin ve düzeninin kurucu akımının içinden… Olabilir, çünkü işlev aynıdır. Bizdeki ve başka yerdeki sosyal-demokrasiler işçi sınıfı hareketini dejenere etmek, sosyalizmi önlemek için icat edilmiştir.
Solda CHP’cilik akımı sosyal-demokrasiyi sol olarak resmederken, tam da bu icadın başarısına kanıt oluşturmaktadır. Sosyal-demokrasi işçi sınıfı hareketinin hainidir ve çoktan sermaye sınıfının kütüğüne kayıt yaptırmıştır. İlle solcu denilecekse sahte-solcu diye düzeltilmesi gerekir.
Üstelik 2024’te bu sosyal-demokrasi düpedüz neo-liberaldir. Muhalif partinin yönetimi, iktidarın ekonomi politikalarına giderek daha bir sevecen yaklaşmaktadır. Bu çizginin soldan aklanmasıyla karşı karşıyayız.
Türkiye özgünlüğünde CHP’nin kökleri Kurtuluş Savaşı’na ve Cumhuriyet Devrimi’ne uzanır. Oradan yükselen ve her zaman sol bir tını veren yurtsever, halkçı ve laik dalların üstüne defalarca asit dökülmüştür. Komünist-sosyalist sol da bu “ihanete uğrayan devrimin” esas sahibi, sürdürücüsü olarak toplumsal sahnede yerini almıştır.
Solun pozisyonu, burjuvaziyle kurduğu ilişki üstünden başkalaşan CHP’yi aşmak olmalıydı. Oysa uzun tarihimizde sol, sıklıkla, emekçi halkın sosyalist iktidarını gerçekçi bulmayarak veya buna cüret edemeyerek CHP’yi sola çekmek türünden olmayacak bir duaya âmin demiştir. Solda CHP’cilik akımı kendini Cumhuriyet değerleriyle de gerekçelendiremez. Gerçekçi bir cumhuriyetçilik sosyalist olmak zorundadır.
Toparlarsam, solda CHP’cilik her zaman yanlış olmakla birlikte belirli dönemlerde akıl çelici olabilmiştir. Bugünse neo-liberalizmi benimseyen, laikliği bir kusur, NATO’yu zorunluluk sayan bir partide solculuk keşfetmek, tekrar edeyim, saçmadır.
Ancak Türkiye solu yeni bir CHP’cilik evresine kesinkes girdi. Solda bu işe soyunanların zorlanacağı açık; çünkü muhatapları ne emekçilere dönük manevralara ne de Cumhuriyeti savunmaya niyetli. Ama zorluk o kadarla da kalmıyor. Bir de, Türkiye’de sosyalist iktidar perspektifiyle hareket eden, yıkılan Cumhuriyetin kazanımlarını sosyalizme bağlayarak güncelleyen bir parti var. Solda CHP’cilik bu nedenle de tutmayacaktır.
/././
NATO’ya yaklaşan AKP’nin Güney Kafkasya açmazı (Erhan Nalçacı)
Dünya emekçi halkları sosyalizmi özlüyor. Emperyalizmden ve rekabetinden arınmış bir dünyada tüm halkları en yararlı şekilde birbirine bağlamak mümkünken şu akıldışılığa bakın.
ABD’nin şemsiyesi altında İsrail’in Gazze’de bu kadar rahat cinayet işlemesiyle dünyada artık hiç kimsenin güvenlik altında olmayacağını yazmıştık. Suriye’de İran Elçiliğinin ve diplomatik misyonunun bombalanması ile bu iddia bir kez daha doğrulandı.
Şimdi herkes nefesini kesmiş İran’ın misillemesini bekliyor. Dünya bir kez daha kanlı ve yıkıcı bir savaşın eşiğine sürüklendi. Bu akılsızlığı durduracak tek gücün işçi sınıfı siyasetinin dünya çapında örgütlülüğü olduğunu biliyoruz, ancak henüz müdahale edecek güce kavuşmadığını da görüyoruz. Sonuçta tüm ülkelerde Gazze katliamının en tutarlı ve kararlı protestocuları işçi sınıfı siyasetleri oldu. Ancak bu çapta bir komployu durduracak ve kafalarına yıkacak devletleşmiş ve uluslararasılaşmış bir işçi sınıfından bahsedemiyoruz. Bir tarafta İran sermayesine bağlı mollalar, diğer tarafta İsrail tekelci sermayesine bağlı Siyonistler, arkasında tüm emekçi halklarının düşmanı ABD tekelleri.
Belki bu yazı yayınlandığında başka bir dünya ile karşılacağız ve gündem tamamen değişecek.
Ancak olası saldırıya ilişkin spekülasyonlarla uğraşmak yerine sağlam gidelim ve bir süredir AKP’nin ABD ve NATO’ya yanaşma eğilimine ilişkin diziye devam edelim. Bu eğilimin muhtemel sonuçlarını; Avrupa’da , Irak’ta, Afrika Boynuzu’nda, Karadeniz’de tartıştık.
Bu sefer Güney Kafkaslara bakalım.
Türkiye gibi orta büyüklükteki bir kapitalist ülkenin sermaye sınıfı yayılmacılık konusunda ne kadar hırslı olursa olsun, kendi için emperyalist bir devlete sahip olarak kalamaz. Eninde sonunda emperyalist düzende bir hegemon devlete yanaşmak zorundadır.
Türkiye son 10 yıldır, diğer devletlerin iç işlerine karışma, iç veya uluslararası savaşlara etki etme, silah bağımlılığı yaratma, askeri birlik bulundurma, yardımlar- televizyon dizileri- burslar, okullarının vb. ile kültürel bir hegemonya inşa etme, siyasi ittifak ilişkileri geliştirme ve sermaye yatırımları ile ekonomik yönlendirme konusunda çoğu kez alnımızda bir leke olarak kalan birçok yetenek kazandı.
Şimdi bu yetenekleri pazarlık masasına koyuyor. Erdoğan’ın Mayıs başında yapacağı ABD ziyaretinden sonra Türkiye sermayesinin nasıl bir angajmana girdiğini daha net göreceğiz.
Türkiye sermayesi Balkanlara, Ortadoğu’ya ve Afrika’ya olduğu kadar özellikle Türki Cumhuriyetler üzerinden Orta Asya’ya da yayılmaya çalıştı. Bu yayılmanın en önemli kapısı dünyanın en karmaşık sorunlarına sahip bölgelerinden biri olan Güney Kafkaslardı.
2020’deki Dağlık Karabağ savaşında Azerbaycan’a verdiği askeri destek sonrası Orta Asya ile doğrudan bağlantı olanağı artmış gözüküyordu.
Şimdi aşağıdaki haritadan bölgedeki coğrafi dinamikleri hatırlayabiliriz.
Haritada görüldüğü gibi Türkiye sermayesinin Orta Asya ile ilişkilenmesinin önünde Sovyetler Birliği döneminde şekillenmiş Güney Kafkasya siyasi coğrafyası bulunuyordu. Ermenistan ile sınırlı diplomatik ilişki coğrafi değil ama siyasi bir engel oluşturuyordu. Ermenilerin Syunik, Azerbaycanlıların Zengezur dediği bölge Ermenistan’ın İran ile bağlantısını sağlıyor, ancak Türkiye’nin Nahçıvan üzerinden Azerbaycan’a, oradan Hazar üzerinden Orta Asya’ya ulaşımını engelliyordu.Haritada izlenen Ermenistan’a bağlı Zengezur bölgesinde oluşturulacak demiryolu ve karayoluyla Türkiye Azerbaycan ve oradan Hazar Denizi üzerinden Orta Asya ile ilişkilenecekti. Bunun aynı zamanda Çin’in hegemonya projesi olan Yeni İpek Yolu’nun önemli bir hattını oluşturarak Türkiye sermayesine katkı yapacağı düşünülüyordu. Türkiye sermayesinin Orta Asya’da kendine göre bir hegemonya inşası anlamını da taşıyordu.
Ancak engeller vardı. Hala Ermenistan Zengezur Koridoruna izin vermiş değil. Ayrıca söz konusu koridor İran’ın tepkisini çekmişti.
Ermenistan’a Zengezur üzerinden bağlanan İran hem buradan Kuzey Kafkasya’ya ulaşıyor, hem Ermenistan ile ticaret yapıyor hem de Azerbaycan’a karşı bir denge unsuru oluşturuyordu.
Tüm hikâyeyi bu kısa yazıya sıkıştırmak mümkün değil ama olayın karmaşıklığını anlamak için Azerbaycan’ın İsrail ile müttefik olduğunu, İran ve Azerbaycan’ın karşılıklı birbirlerini iç işlerine karışmakla suçladıkları biliniyor. Bir de Türkiye’nin her durumda NATO üyesi olduğu düşünülürse İran’ın Kuzeyindeki ekonomik koridoru bir tehdit olarak algılaması anlaşılabilir.
Bunun üzerine Türkiye İran’a 2023’te koridorun İran tarafında ve sınır oluşturan Aras Nehri’nin güneyinde açılmasını teklif etti. 2023 Ekim’inde İran’ın bu teklifi kabul etmesiyle anlaşmaya varıldı ve gerilim hafiflemiş oldu.
BRICS’e kabul edilen İran üzerinden Yeni İpek Yolunun işlevli bir hattının inşası tüm taraf ülkelerin sermaye sınıflarının işine gelmişti. Sonuçta bu hat Bakü-Tiflis-Kars yoluna göre 300 km kadar daha kısa ve ekonomikti.
Ancak bir süredir gelişen başka bir dinamik kendini gösterdi. ABD ve genel olarak Batı emperyalizmi Rusya’yı kuşatma ve Kafkaslarda etkin hale gelme planının parçası olarak Ermenistan’ı kendi müttefiki haline getirme konusunda yol aldı. 5 Nisan’da Ermenistan Başbakanı Peşinyan’ı Brüksel’de ağırlayan Avrupa Birliği, ABD Dışişleri Bakanı Blinken’ın da bulunduğu toplantıda Ermenistan’a hatırı sayılır bir yardım paketi açıkladı.
Bir de buna Türkiye’nin ABD için bir emperyalist unsur haline gelme eğilimi eklendi.
Bu gelişme İran için büyük bir güvenlik açığı anlamına geliyor. Rusya için de öyle. Çin ise Yeni İpek Yolu’nun daha açılmadan önemli bir hattının Batı emperyalizminin etki alanında kaldığını görüyor.
Şimdi Türkiye sermayesi ne yapsın, kimin için Güney Kafkasya’da kazandığı yetenekleri kullansın? Emperyalist dünyanın cilveleri!
Dünya emekçi halkları sosyalizmi özlüyor. Emperyalizmden ve rekabetinden arınmış bir dünyada tüm halkları en yararlı şekilde birbirine bağlamak mümkünken şu akıldışılığa bakın.
/././.
Sosyal Demokrat İslam (Orhan Gökdemir)
“Medeniyet”in ortaya çıkması için hemen her yerde dinin dizginlenmesi gerekmiştir. Halk ve dolayısıyla sınıf, laikliğin getirisidir. Laiklik olmadan medeniyet de sol da olmaz.
Özkan Öztaş ve Yiğit Günay soL’da “Demirtaş’ın yeni çizgisi: Kürt-İslam sentezi” başlıklı yazılarıyla önemli bir tartışmanın kapısını araladı. Yazarlar, “Kobane Davası”ndaki savunması vesilesiyle, Selahattin Demirtaş’ın “yeni çizgisi”ni masaya yatırıyordu. Demirtaş, savunması ile, cumhuriyeti ve laikliği reddediyor, yeni bir Kürt-İslam sentezi çağrısı yapıyordu. Yazının özeti budur.
Demirtaş, Kürt toplumunun “çimento”sunun İslam dini olduğunun, Kürtlerde bunun Peygamber dönemindeki “en saf halinin”, asrı saadettir, bulunduğunun altını çiziyor. Tabii bu İslam anlayışıyla Abdullah Öcalan’ın “demokratik konfederalizm” anlayışı birebir örtüşmektedir, aksini düşünemeyiz. Yolu İslam’la çizen Demirtaş’a göre laiklik tarihi bir hata, Türkiye Cumhuriyeti kuruluşundan itibaren yanlış inşa edildi, zemini hatalı, temeli hatalı. Neden? Mustafa Kemal Kürt şeyhlerine “Cumhuriyeti kurup halifeliği kaldıracağız” dememiş çünkü, tam tersine “Halife uğruna savaşıyoruz” demiş. Şeyh Said de işte bu ihanete isyan etmiş. Demirtaş’a göre Şeyh Sait haklı, baştan söylememelerine rağmen cumhuriyeti kurup laikliği getiren Kemalist hükümet hatalı. Yazıdan özetledim.
Demirtaş savunmasıyla İslam’ı hayalindeki ideal topluma en uygun anlayış olarak belirliyor. Tabii bu İslam ötekilere benzemeyen saf “Kürt İslamı”dır. İçinde İslamcılık ile birlikte bir parça hilafetçilik de var. Hilafetçilik, Şeyh Sait’i rehabilite etmenin kalıntısıdır ve hepsi birlikte Demirtaş tarzı Kürt-İslam Sentezidir.
Yalnız, “Kürt İslam’ı” en az “Türk İslam’ı” kadar tarife muhtaç bir tanımlama. Bileşiminin ne olduğunu bilemiyoruz. Demirtaş da söylemiyor zaten. İslam “saf haliyle”, İhsan Eliaçık metinleri hariç, hiçbir yerde bulunamıyor çünkü. İçinde mutlaka mezhepler ve tarikatlar var. İslam doğuşundan bu yana bu bölmelerinin yorumu ve katkılarıyla şekillendi. Yorumlardan kurtulmak amacıyla “asrı saadet”e dönersek IŞİD’e ulaşıyoruz ki bu yorum aşağı yukarı saf haline en yakın yorumu. Haliyle “Kürt İslamı”nın bir miktar tartışılmaya ihtiyacı var, yoksa siyaset için pek kullanışsızdır.
***
Tabii, bu sentezi tek başına Selahattin Demirtaş’ın hanesine yazamayız. Kürt siyasal hareketinin “İslam açılımı” 1990’lı yıllarda başladı. PKK, o yıllarda Kürtlüğün merkezinde durduğu yeni bir tarih yazmaya çalışıyordu. Ama geçmiş, umduklarının tersine, pek dinsel görünüyordu, ulusun değil ümmetin işleriydi kayda geçenler. Şeyh Sait o yazım çabası sırasında keşfedildi. Sait, her ne kadar Nakşi-Halidi Şeyhi olsa da sonuç itibariyle bir Kürt’tü. Cumhuriyet düşmanı bir yobaz olması ise bu şartlarda rahatlıkla görmezden gelinebilirdi. Şeyh Sait oldu “Kürt ulusal önderi” Sait. Ümmetten ulus yaratma girişiminin cilveleridir.
Nakşi-Halidi Şeyhlerini rehabilite etmek amacıyla bazı diplomatik adımlar da atıldı. Murat Karayılan, 2011’de, Süleymaniye kentinde yaşayan Nakşibendi-Halidi şeyhinin kapısını çaldı. Çıkışta açıklama yaptı, “Nakşibendi tarikatının merkezi Süleymaniye’dir. Tarikatın en büyük şeyhi de Şeyh Şebendi’dir” dedi. Karayılan, Nakşibendilerin Kürtlerin haklarına sahip çıkmaları gerektiğine inanıyordu. Bu aynı zamanda Nakşi-Halidi Tarikatını tanıma adımıydı.
Bu görüşmeden birkaç yıl sonra Diyarbakır’da, Abdullah Öcalan’ın çağrısıyla, “Demokratik İslam Kongresi” toplandı. Kuran okunarak açılan kongrenin birinci gününde “Medine Sözleşmesi”, “İslam’da zalim, mazlum ve adalet kavramları”, “Ortadoğu’da barış arayışı ve Kürt sorunu çözümü”, “İslam’da savaş, hukuk, barışın inşası” ve “Kadının İslam’daki yeri” başlıklarında oturumlar yapıldı. Söylenenlere göre Kuran'da ve peygamberin sünnetinde “çok kimliklilik, çok dillilik ve çok renklilik” gibi kavramlar bulunuyordu. Medine Sözleşmesi, “bir arada yaşama ve yönetime kolektif katılmanın” yazılı anayasasıydı. İslam Türkleri ve Kürtleri birleştirebilirdi, ima edilen buydu.
Öcalan kongreye gönderdiği “mümin kardeşlerim” diye başlayan mesajında “bazılarının” PKK’nın temsil ettiği Kürt hareketini “Ateist, Komünist, Materyalist olarak” tanımladıklarını ama bu tanımların “Batılı kavramlar” olduğunu söylüyordu. O “bazıları”na “kavram kölesi” demek daha uygun düşerdi. Zaten ümmet birliği de millet birliği demekti. PKK hareketini, “dini-laik ikilemine boğmamak” gerekiyordu. İslam’ın kendisini de “dini-laik bağlamına sıkıştırmak” yanlıştı… Kavram kölesi olmayınca kavram cambazı olursun. Kavramların belini kırmadan, ümmetten ulusa ulaşamazsınız, bunun için kıvraklık şarttır!
***
Malum, Nakşibendilik de şişede durduğu gibi durmaz, dal budak salar, kollara ayrılır. Süleymaniye’de yerleşik tarikat Nakşiliğin Halidiye koludur. Bu kola adını veren Molla Halid-i Bağdadi, Kadiri tarikatı mensubu Berzenci aşiretinin içinde yetişti. Neden sonra Nakşibendiliğe geçti. Süleymaniye’de kurduğu ilk Nakşi tekkesi Kürtlerin geleceğini de şekillendirecekti.
Osmanlı Molla Halid’in Kürtleri bölmesinden memnundu, böylece “Kadiri” Kürt beyliği Berzenciler’e karşı sadık bir müttefik bulmuştu. Molla Halid, Osmanlıya yaslanarak etkisini genişletti. İmparatorluğun merkezinde de talih Nakşilere gülüyordu. Yeniçerileri ve Bektaşileri ezen Osmanlı, Bektaşilerden doğan boşluğu onlarla doldurdu, Nakşibendiliği “resmi tarikat” olarak benimsedi. Nakşiler imparatorluğun her tarafında etkisini arttırıyordu. Önü devlet marifetiyle açılan Halidiler, Osmanlının yıkılışına kadar sadece bir tarikat değil bir siyasi parti gibi örgütlendi, bir idare aygıtı gibi davrandı. Osmanlının tasfiye ettiği aşiretlerin yerini artık Halidiye dolduruyordu. Halidiye’nin desteklediği küçük aşiretlere de gün doğmuştu. Barzani aşireti, Halid’in halifesi Şeyh Taceddin sayesinde Halidiye tarikatına katıldı. Barzaniler tarih sahnesine böyle çıktı. Özerk Kürt yönetiminin kökeninde bu tarikat-aşiret ortaklığının büyük payı var.
Murat Karayılan, “Nakşiler Kürtlerin haklarına sahip çıksın” derken bu tarihe göndermede bulunuyordu. Nakşibendi tarikatı, Kürtler ve Türkleri birleştiren somut bir bağ haline dönüşmüştü çünkü. Sadece Süleymaniye’de değil, Ankara ve İstanbul’da da Nakşibendiliğin borusu ötüyordu artık.
Bugün Türkiye’nin içine itildiği karanlığın sorumlusu olan pek çok tarikat, Menzil- İskenderpaşa-Erenköy-İsmailağa-Süleymancılar-Işıkçılar, Süleymaniyeli Kürt Halid’in paltosundan çıktı. Cumhuriyet döneminde isyan eden bütün Nakşi şeyhleri Molla Halid’in tohumlarını ekip yeşerttiği Halidi-Nakşibendi geleneğine yaslanır.
Saltanatın-hilafetin ilgası ve Cumhuriyet’in ilan edilmesiyle başlayan yeni dönem Halidiye için karanlık bir dönemdi. Cumhuriyetle birlikte devlet desteğinden mahrum kalmışlardı. Hilafetin kaldırılmasından bir yıl sonra Halidi Şeyh Said, yeni doğan cumhuriyete karşı işte bu saiklerle ayaklandı. Şeyh Said’ten, Menemen’deki ayaklanmayı organize ettiği iddia edilen Şeyh Esad Erbili’ye kadar Cumhuriyet Türkiye’sinde gerici isyana kalkışanların tamamı Nakşibendi-Halidiye şeyhleriydi. Haliyle Cumhuriyet de Halidileri bulduğu her yerde kovaladı. Şimdi “Kürt davası” olarak gösterilen olayların tamamı Nakşi-Halidi kalkışmasının bir uzantısıdır, çatışmanın esası budur.
***
1908’de Hürriyet ilan edildi, birkaç ay sonra Halidilerin başını çektiği gerici bir güruh Hürriyet’e karşı ayaklandı. İttihatçıların komuta ettiği Hareket Ordusu marifetiyle bastırıldı. 1923’te Cumhuriyet kuruldu. Cumhuriyetle sonuçlanan uzun iç savaş boyunca Halidiye şeyhleri pek çok ayaklanma çıkardı. Bu hareketlilik cumhuriyetin kuruluşundan sonra da devam etti, savaş içinde savaştır. Kürtlük, o tarihte büyük ölçüde bu tarikatların temsil ettiği bir şeydi, doğuşunda hürriyette ve cumhuriyete duyulan nefret var.
1960’lı yıllardan itibaren sokağa sol hâkim olunca içinde Kürtlük yeniden yeşerdi. Haliyle solla birlikte Kürtler de acımasız bir biçimde ezildi. Sonucu önce cumhuriyetten, sonra laiklikten kesin bir kopuş oldu. “Atatürkçü” görünümlü 12 Eylül darbesi bu kopuşu derinleştirdi. Halbuki cunta hem cumhuriyetten hem laiklikten kurtulmak ve Türklüğü İslam ile tahkim etmek için önemli adımlar atmaya hazırlanıyordu. Bütün bunlar mağduriyetin laik cumhuriyetten kaynaklandığı algısını düzeltmeye yetmedi.
***
“Laiklik aşırı, cumhuriyet hatalıydı…” Şimdi düşük Kemal Kılıçdaroğlu da söylüyor bunu. Din-tarikat zaviyesinden bakarsanız görüp göreceğiniz tek şey budur. Kılıçdaroğlu ve Demirtaş’ın aynı şeyi görmesini, demek ki, rastlantı sayamayız. Baktıkları yer aynıdır. Senteze gelince, herhalde Kılıçdaroğlu bakiyesi CHP'yi de artık "Türk İslam Sentezi" çizgisinde saymamız gerek. Demirtaş misyonu ile birlikte değerlendirirsek bir "sosyal demokrat İslam’a" ulaşıyoruz. Açıktır, İslam’ın “sosyalist” olması mümkün değildi ama sosyal demokrat olması için bir imkân var.
“Millet” Ortadoğu’da “kuruluş” için yeterli bir malzeme değildir, onu dinle tahkim etmek gerekir. Ancak ne var ki yapının içindeki din her defasında millete galebe çalar, ümmet milliyeti siler. Tek başına "Türklük" yetmemişti, tek başına "Kürtlük" de yetmemiştir, sonucunu böyle özetleyebiliriz. Türk İslam Sentezi, Kürt İslam Sentezi’nin geleceğidir.
Demirtaş’ın “Bu toprakların medeniyeti İslam medeniyetidir. Türkiye sosyalistinin bir kısmı bunları bilmez, bilmediği için de topluma ulaşamaz” tezini ise ciddiye alamıyoruz. “Medeniyet”in ortaya çıkması için hemen her yerde dinin dizginlenmesi gerekmiştir. Halk ve dolayısıyla sınıf, laikliğin getirisidir. Laiklik olmadan medeniyet de sol da olmaz.
(soL)