14 Nisan 2024 Pazar

Bretton Woods ikizleri (IMF ve Dünya Bankası) ve Türkiye - (Binhan Elif Yılmaz/T24)

Dünya Bankası'nın Türkiye'ye açtığı krediler ve iş birlikleri ile ilgili örnekler çoğaltılabilir. Ancak projenin onaylanması tamamlanacağı anlamına gelmez. Beş yıl süreyle banka tüm süreci takip ediyor, projenin aşamalarında bir sorun yoksa devam eden projenin bütçesini kullandırtıyor. Haliyle hem kamu hem de özel sektörün borçluluğu artıyor, brüt dış borç stoku 500 milyar dolara ulaştı. Özel sektör dış borç stoku 250 milyar iken kamu sektörününki 202,5 milyar dolar

Dünya üzerinde birbirini bazen tamamlayan bazen dışlayan iki farklı yapı olduğu hiç kimsenin gözünden kaçmıyor. Bir yanda rezerv paraya sahip ve elinde büyük fonlar bulunduran bir yapı, diğer yanda ise kalkınmasını kendi olanakları ile finanse edemeyen ve dış finansmana ihtiyaç duyan bir yapı.

Bu iki yapı coğrafi olarak birbirinden uzak. Finansal ilişki olarak ise bir "tık"lama kadar yakın. Ancak birbirlerine güvenmedikleri için güvenilir kurumların aracılığına ve garantörlüğüne ihtiyaç duyuluyor. Bu da çoğunlukla IMF, Dünya Bankası gibi uluslararası finans kuruluşlarının iş birliğini, kredi derecelendirme kuruluşlarının değerlendirmelerini ön planda tutuyor.

Uluslararası finans kuruluşları, kuruluşu ve sermayesine birden fazla ülkenin katıldığı, finansal faaliyetlerinden de birden fazla ülkenin yararlandığı kuruluşlardır.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında Bretton Woods anlaşmasının imzalanması, IMF ve Dünya Bankası'nın başını çektiği Uluslararası Finans Kurumu (IFC), Uluslararası Kalkınma Birliği (IDA), Avrupa Yatırım Bankası (EIB), İktisadi İş birliği ve Kalkınma Teşkilatı (OECD), İslam Kalkınma Bankası (IDB) gibi uluslararası finansal aktörlerin birbiri ardına kurulması, dış borçlanmaların bu kuruluşlar aracılığıyla yürütülmesine neden oldu.

Uluslararası finans kuruluşlarının gelişmekte olan ülkeler nezdinde en popüler olanları, IMF (Uluslararası Para Fonu) ve Dünya Bankası'dır. Bu iki kuruluş, Bretton Woods İkizleri olarak da bilinir. 1944 yılında toplanan Bretton Woods Konferansı'nda kabul edilen esaslar üzerine kurulup, 1947'de finansal operasyonlarına başladılar, Türkiye de o tarihte bu iki kuruluşa birden üye oldu.

IMF, ülkeler arasında ticaretin devamını sağlamak ve uluslararası refahın düşmesini önlemek için ödemeler dengesi sorunu yaşayan ülkelerle, en bilinen imkanlarının başında gelen stand-by anlaşmaları imzalar. IMF o ülkenin borcunu ödemesini sağlayacak önlemleri almak kaydıyla, maddi destek sağlar. O nedenle IMF'nin destek sağladığı ülkeye uygulattığı ekonomi politikası önerilerinin arasında; dış ticaretin ve sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesi, devalüasyona gidilmesi, sıkı maliye ve para politikalarının uygulanması, bazen daha da ileri giderek ücretlerin dondurulması yer alır. İşte IMF'nin stand-by anlaşmaları, bu kararların uygulandığı ülkelerde "acı reçete" olarak hafızalarda yerini korur.   

Türkiye IMF ile ilk kez 1958 moratoryumu ile tanıştı. Günümüze kadar 19 stand-by anlaşması imzaladı. 22 yıldır iktidarda olan AKP yönetimi, seçimle iktidara geldiğinde IMF ile devam eden bir stand-by anlaşması vardı. Ayrıca ilerleyen yıllarda AKP iktidarı IMF ile yeni bir stand-by anlaşması daha yaptı.

Dünya Bankası ise gelişmiş ülkelerin mali olanaklarını gelişmekte olan ülkelere kanalize ederek dünya genelinde yaşam kalitesini artırmak ve yoksulluğu azaltmak için proje ve program kredileri verir. Banka finanse edilecek projeleri, ekonomik, teknik, idari, mali ve işletmecilik açılarından ayrıntılı olarak inceler, kredi verildikten sonra da yürütülen projeyi takip edip, her aşamada rapor ister ve gönderilen uzmanlar aracılığıyla yerinde denetler.

Dünya Bankası aslında bir şemsiye kuruluş, onunla özdeşleşen beş kuruluş var: Bunlar; Uluslararası İmar ve Kalkınma Bankası (IBRD) Uluslararası Kalkınma Birliği (IDA), Uluslararası Finans Kurumu (IFC), Çoktaraflı Yatırımlar Garanti Ajansı (MIGA) ve Uluslararası Yatırım Anlaşmazlıkları Çözüm Merkezi (ICSID).  

Dünya Bankası Türkiye'nin de dahil olduğu kalkınma çabası içinde olan Mozambik, Pakistan, Burundi, Ürdün, Ukrayna, Etiyopya, Tanzanya, Moritanya, Somali, Cibuti, Zimbabwe ve benzeri gelişmekte olan (azgelişmiş ülke tanımı kullanılmadığı için gelişmekte olan ülke denmekte) ülkelere program ve proje kredisi vermeye devam ediyor.

Dünya Bankası'nın şu anda aktif 2570 projesi var. Bu projeler 152 ülkede uygulanmaya devam ediyor. Devam eden projelerin toplam büyüklüğü ise 342,5 milyar dolar.

Türkiye'de Dünya Bankası grubunun 39 projesi devam ediyor. Bu projeler ile sağlanan toplam kaynak 11,1 milyar dolar. Onaylanan son projeler, yeşil enerji alanında.

Türkiye, Dünya Bankası kaynaklarından uzun yıllardır yararlanıyor. Ekonomiden sağlığa, sosyal güvenlik sisteminden kamu mali yönetimine kadar ekonomik ve sosyal yapımızın dönüştürülmesinde hep iş birliği yapıldı. Örneğin 1980 dönüşümü ve 24 Ocak kararlarının uygulanması için 3 ayrı yapısal uyum kredisini veren Dünya Bankasıdır.

Dünya Bankası kredilerinin son 20 yılda sayısı ve hacmi giderek artmış durumda. Ama hâlâ kalkınamadık.

2010 sonrası Dünya Bankası grubundan IBRD ile yapılan anlaşmaların hangi kamu kurumlarıyla yapıldığı, tutarı gibi bilgilerin yer aldığı bir tablo hazırladım, yazının sonunda yer alıyor, inceleyebilirsiniz.

Hazine ve Maliye Bakanı Sn. Şimşek, Dünya Bankasından sağlanan 18 milyar dolarlık bir kredi anlaşmasına varıldığını duyurdu. Bu anlaşmalar, 2023 yılının yaz aylarında başvurusu yapılan ve şubat ayı sonundan itibaren sonuçlandırılan projeler. Konuları ise, yeşil ihracat, endüstriyel emisyonların azaltılması, sosyal kapsayıcı yeşil dönüşüm ile ilgili. Türkiye'nin kalkınırken çevresel sosyal etkilere dikkat etmesi gerekecek.

IBRD'den sağlanan kaynağı elde edecek kuruluşlar arasında, Türkiye Kalkınma ve Yatırım Bankası ile Çevre ve Şehircilik Bakanlığı bulunuyor. Bu projelerle hedeflenen; Türkiye'nin seçilmiş illerinde kilit sektörlerden kaynaklanan öncelikle hava kirleticilerinin ve sera gazlarının emisyonlarını azaltmak.

Görüldüğü gibi IBRD kamu kurumlarının projelerine kredi açıyor. Dolayısıyla kamu sektörü borç stokunu artırıcı özelliğe sahip. Dünya Bankası grubunda ayrıca özel sektör projelerine kredi veren bir de IFC bulunuyor.  

IFC, Antalya Havalimanının kapasitesinin yeşil dönüşümle artırılması için TAV ile toplam 1,9 milyar Euro'luk bir anlaşma gerçekleştirildi. Şu anda 62,5 milyon Euro'luk kısmı verilmiş durumda. IFC'nin Türkiye'deki KOBİ'lere verdiği destek de var. 4 Nisan günü onaylanan dijitalleşme ile ilgili bir projenin kapsamı bir yazılım için (İkas). IFC'nin aralık 2023'te onayladığı bir proje, Türkiye'de elektrikli araç üretimi ve ihracatının desteklenmesiyle ilgili. Karsan ile yapılan iş birliği kapsamında 35 milyon Euro'luk destek sağlanacak. Ayrıca aynı günlerde depremin hasarının giderilmesi ve sürdürülebilirlik çerçevesinde Sanko holdinge de 350 milyon Euro'luk bir kaynağı IFC onaylamış durumda.

Dünya Bankası'nın Türkiye'ye açtığı krediler ve iş birlikleri ile ilgili örnekler çoğaltılabilir. Ancak projenin onaylanması tamamlanacağı anlamına gelmez. Beş yıl süreyle banka tüm süreci takip ediyor, projenin aşamalarında bir sorun yoksa devam eden projenin bütçesini kullandırtıyor. Haliyle hem kamu hem de özel sektörün borçluluğu artıyor, brüt dış borç stoku 500 milyar dolara ulaştı. Özel sektör dış borç stoku 250 milyar iken kamu sektörününki 202,5 milyar dolar.

Gerek yukarıda bahsettiğim Dünya Bankası'nın çalışma prensibinden gerekse aşağıdaki tablodan gördüğünüz gibi, bu krediler ile (Sn. Şimşek'in bahsettiği 18 milyar dolar) sağlanan meblağ piyasaya girerek kurun düşmesine yardımcı olacak özelliğe sahip değil. Ama önemli bir özelliği var; o da brüt dış borç stokunu artırmak.  

            Binhan Elif Yılmaz/T24                                                 

13 Nisan 2024 Cumartesi

soL KÖŞEBAŞI - 13 Nisan 2024 -

 

Solda CHP’cilik (Aydemir Güler)

Türkiye solu yeni bir CHP’cilik evresine kesinkes girdi. Solda bu işe soyunanların zorlanacağı açık; çünkü muhatapları ne emekçilere dönük manevralara ne de Cumhuriyeti savunmaya niyetli.

Türkiye solu yeni bir CHP’cilik evresine girmiş bulunuyor. Her zaman siyasetini, düzenin sol sayılan penceresini gözeterek tayin eden sosyalist kesimler olur. Böyle kesimlerin var olması ile siyasette CHP’ciliğin geçer akçe haline gelmesi farklı olgular. Bugün ikincisini yaşıyoruz.

CHP’ye solculuk atfetmeksizin solda CHP’cilik yapılamaz. Ancak bu açıdan bir zorlukla karşı karşıyayız. CHP uzun zamandır kendisine solculuk yakıştırmamaktadır! 

Geçmiş örnekler böyle değildi…

CHP’nin kendisini solda tanımlaması, devrimci hareketin altın yıllarına denk gelir. Sosyalizmin yükselişe geçişi 1965 itibariyle, dönemin Türkiye İşçi Partisi’nin yüzde üçlük oy oranıyla tescillenmişti. Öncesinde işçi sınıfı hareketlenmiş, aydınlar bariz biçimde sola dönmüş, gençlik bu ikisini coşkuyla izlemeye koyulmuştu. Onların ardından Kürt ve Alevi dinamiklerinin geleceği seçilebiliyordu. CHP bu koşullarda kendisini “ortanın solu” olarak adlandırdı. Hemen akla geleceği gibi, asıl maksat toplumun sola kayışını devrimci, komünist harekete teslim etmemekti. O zamana kadarki uzun politik yaşamında sol bir yönelimine hiç rastlanmayan İsmet Paşa bile bu misyondan uzak kalamazdı.

Misyonu alıp bir adım ileriye taşıyansa Ecevit oldu. Ama Ecevit’in “demokratik sol” kavramlaştırması ne kadar ileri gidileceğini de ifade ediyordu: “Demokratik olmayan solun” önü ne yapıp ne edip kapatılmalıydı. Adını koyalım, bu operasyonun özü sağcıdır.

Siyasette bu tür projelere her zaman yer olsa da, siyaset projelere sığmaz. CHP’nin solun önünü kapatma manevrasının etiketine solculuk diye yazılınca, gerçekten de toplumun sol dinamikleri bu çatı altında da yeşermeye başladı. CHP solun üstünde basınç kurdu ve çekim merkezi oluşturdu. Solculuğu içerisine çekti. Yani CHP sağcı bir projeyi hayata geçirirken kısmen solculaştı. Elbette düzen içi bir solculuk…

CHP’nin içinde samimi solcuların yer tutması, CHP’nin solculuğunu takiyye olmaktan bir an bile çıkarmamıştır. Ecevit’in yaşamının sonlarına doğru, yaptığı en önemli işin komünizmi engellemek olduğunu beyan etmesi samimidir. Ama biz başa dönersek, 1965’ten başlayarak CHP’ye solculuk atfedilmesinin kamuoyuna inandırıcı gelen gerekçeleri olmuştur. 

2024’te bu yoktur. “Yok bu işin sağı solu” diye kampanya yürüten İmamoğlu, “sol-sağ ayrımı 19.yüzyılda kaldı” diyen Kılıçdaroğlu’nun, CHP’yi laiklik yükünden kurtarmak için elinde rozet kara çarşaf arayan Baykal’ın sürdürücüsüdür. CHP geleneği 1980’lerin SODEP-SHP deneyimlerinden sonra solculuk iddiasını geri çekmiştir. 

Bu partinin solcu olduğu iddiası, bir kesim sosyaliste aittir! Bu durum saçmadır!

Kuşkusuz CHP’de Türkiye’ye özgü bir sosyal-demokrasinin izi sürülebilir. Batı’nın klasik modelinde sosyal-demokrasi burjuva düzenine karşı mücadele eden işçi sınıfından çıkmıştır. Bizde ise burjuva devriminin ve düzeninin kurucu akımının içinden… Olabilir, çünkü işlev aynıdır. Bizdeki ve başka yerdeki sosyal-demokrasiler işçi sınıfı hareketini dejenere etmek, sosyalizmi önlemek için icat edilmiştir. 

Solda CHP’cilik akımı sosyal-demokrasiyi sol olarak resmederken, tam da bu icadın başarısına kanıt oluşturmaktadır. Sosyal-demokrasi işçi sınıfı hareketinin hainidir ve çoktan sermaye sınıfının kütüğüne kayıt yaptırmıştır. İlle solcu denilecekse sahte-solcu diye düzeltilmesi gerekir. 

Üstelik 2024’te bu sosyal-demokrasi düpedüz neo-liberaldir. Muhalif partinin yönetimi, iktidarın ekonomi politikalarına giderek daha bir sevecen yaklaşmaktadır. Bu çizginin soldan aklanmasıyla karşı karşıyayız.

Türkiye özgünlüğünde CHP’nin kökleri Kurtuluş Savaşı’na ve Cumhuriyet Devrimi’ne uzanır. Oradan yükselen ve her zaman sol bir tını veren yurtsever, halkçı ve laik dalların üstüne defalarca asit dökülmüştür. Komünist-sosyalist sol da bu “ihanete uğrayan devrimin” esas sahibi, sürdürücüsü olarak toplumsal sahnede yerini almıştır. 

Solun pozisyonu, burjuvaziyle kurduğu ilişki üstünden başkalaşan CHP’yi aşmak olmalıydı. Oysa uzun tarihimizde sol, sıklıkla, emekçi halkın sosyalist iktidarını gerçekçi bulmayarak veya buna cüret edemeyerek CHP’yi sola çekmek türünden olmayacak bir duaya âmin demiştir. Solda CHP’cilik akımı kendini Cumhuriyet değerleriyle de gerekçelendiremez. Gerçekçi bir cumhuriyetçilik sosyalist olmak zorundadır. 

Toparlarsam, solda CHP’cilik her zaman yanlış olmakla birlikte belirli dönemlerde akıl çelici olabilmiştir. Bugünse neo-liberalizmi benimseyen, laikliği bir kusur, NATO’yu zorunluluk sayan bir partide solculuk keşfetmek, tekrar edeyim, saçmadır.

Ancak Türkiye solu yeni bir CHP’cilik evresine kesinkes girdi. Solda bu işe soyunanların zorlanacağı açık; çünkü muhatapları ne emekçilere dönük manevralara ne de Cumhuriyeti savunmaya niyetli. Ama zorluk o kadarla da kalmıyor. Bir de, Türkiye’de sosyalist iktidar perspektifiyle hareket eden, yıkılan Cumhuriyetin kazanımlarını sosyalizme bağlayarak güncelleyen bir parti var. Solda CHP’cilik bu nedenle de tutmayacaktır. 

                                                             /././

NATO’ya yaklaşan AKP’nin Güney Kafkasya açmazı (Erhan Nalçacı)

Dünya emekçi halkları sosyalizmi özlüyor. Emperyalizmden ve rekabetinden arınmış bir dünyada tüm halkları en yararlı şekilde birbirine bağlamak mümkünken şu akıldışılığa bakın.

ABD’nin şemsiyesi altında İsrail’in Gazze’de bu kadar rahat cinayet işlemesiyle dünyada artık hiç kimsenin güvenlik altında olmayacağını yazmıştık. Suriye’de İran Elçiliğinin ve diplomatik misyonunun bombalanması ile bu iddia bir kez daha doğrulandı. 

Şimdi herkes nefesini kesmiş İran’ın misillemesini bekliyor. Dünya bir kez daha kanlı ve yıkıcı bir savaşın eşiğine sürüklendi. Bu akılsızlığı durduracak tek gücün işçi sınıfı siyasetinin dünya çapında örgütlülüğü olduğunu biliyoruz, ancak henüz müdahale edecek güce kavuşmadığını da görüyoruz. Sonuçta tüm ülkelerde Gazze katliamının en tutarlı ve kararlı protestocuları işçi sınıfı siyasetleri oldu. Ancak bu çapta bir komployu durduracak ve kafalarına yıkacak devletleşmiş ve uluslararasılaşmış bir işçi sınıfından bahsedemiyoruz. Bir tarafta İran sermayesine bağlı mollalar, diğer tarafta İsrail tekelci sermayesine bağlı Siyonistler, arkasında tüm emekçi halklarının düşmanı ABD tekelleri.

Belki bu yazı yayınlandığında başka bir dünya ile karşılacağız ve gündem tamamen değişecek.

Ancak olası saldırıya ilişkin spekülasyonlarla uğraşmak yerine sağlam gidelim ve bir süredir AKP’nin ABD ve NATO’ya yanaşma eğilimine ilişkin diziye devam edelim. Bu eğilimin muhtemel sonuçlarını; Avrupa’da1 , Irak’ta2, Afrika Boynuzu’nda3, Karadeniz’de4 tartıştık. 

Bu sefer Güney Kafkaslara bakalım.

Türkiye gibi orta büyüklükteki bir kapitalist ülkenin sermaye sınıfı yayılmacılık konusunda ne kadar hırslı olursa olsun, kendi için emperyalist bir devlete sahip olarak kalamaz. Eninde sonunda emperyalist düzende bir hegemon devlete yanaşmak zorundadır. 

Türkiye son 10 yıldır, diğer devletlerin iç işlerine karışma, iç veya uluslararası savaşlara etki etme, silah bağımlılığı yaratma, askeri birlik bulundurma, yardımlar- televizyon dizileri- burslar, okullarının vb. ile kültürel bir hegemonya inşa etme, siyasi ittifak ilişkileri geliştirme ve sermaye yatırımları ile ekonomik yönlendirme konusunda çoğu kez alnımızda bir leke olarak kalan birçok yetenek kazandı.

Şimdi bu yetenekleri pazarlık masasına koyuyor. Erdoğan’ın Mayıs başında yapacağı ABD ziyaretinden sonra Türkiye sermayesinin nasıl bir angajmana girdiğini daha net göreceğiz.

Türkiye sermayesi Balkanlara, Ortadoğu’ya ve Afrika’ya olduğu kadar özellikle Türki Cumhuriyetler üzerinden Orta Asya’ya da yayılmaya çalıştı. Bu yayılmanın en önemli kapısı dünyanın en karmaşık sorunlarına sahip bölgelerinden biri olan Güney Kafkaslardı. 

2020’deki Dağlık Karabağ savaşında Azerbaycan’a verdiği askeri destek sonrası Orta Asya ile doğrudan bağlantı olanağı artmış gözüküyordu.

Şimdi aşağıdaki haritadan bölgedeki coğrafi dinamikleri hatırlayabiliriz.

Haritada görüldüğü gibi Türkiye sermayesinin Orta Asya ile ilişkilenmesinin önünde Sovyetler Birliği döneminde şekillenmiş Güney Kafkasya siyasi coğrafyası bulunuyordu. Ermenistan ile sınırlı diplomatik ilişki coğrafi değil ama siyasi bir engel oluşturuyordu.  Ermenilerin Syunik, Azerbaycanlıların Zengezur dediği bölge Ermenistan’ın İran ile bağlantısını sağlıyor, ancak Türkiye’nin Nahçıvan üzerinden Azerbaycan’a, oradan Hazar üzerinden Orta Asya’ya ulaşımını engelliyordu.

Haritada izlenen Ermenistan’a bağlı Zengezur bölgesinde oluşturulacak demiryolu ve karayoluyla Türkiye Azerbaycan ve oradan Hazar Denizi üzerinden Orta Asya ile ilişkilenecekti. Bunun aynı zamanda Çin’in hegemonya projesi olan Yeni İpek Yolu’nun önemli bir hattını oluşturarak Türkiye sermayesine katkı yapacağı düşünülüyordu. Türkiye sermayesinin Orta Asya’da kendine göre bir hegemonya inşası anlamını da taşıyordu.

Ancak engeller vardı. Hala Ermenistan Zengezur Koridoruna izin vermiş değil. Ayrıca söz konusu koridor İran’ın tepkisini çekmişti. 

Ermenistan’a Zengezur üzerinden bağlanan İran hem buradan Kuzey Kafkasya’ya ulaşıyor, hem Ermenistan ile ticaret yapıyor hem de Azerbaycan’a karşı bir denge unsuru oluşturuyordu. 

Tüm hikâyeyi bu kısa yazıya sıkıştırmak mümkün değil ama olayın karmaşıklığını anlamak için Azerbaycan’ın İsrail ile müttefik olduğunu, İran ve Azerbaycan’ın karşılıklı birbirlerini iç işlerine karışmakla suçladıkları biliniyor. Bir de Türkiye’nin her durumda NATO üyesi olduğu düşünülürse İran’ın Kuzeyindeki ekonomik koridoru bir tehdit olarak algılaması anlaşılabilir.

Bunun üzerine Türkiye İran’a 2023’te koridorun İran tarafında ve sınır oluşturan Aras Nehri’nin güneyinde açılmasını teklif etti. 2023 Ekim’inde İran’ın bu teklifi kabul etmesiyle anlaşmaya varıldı ve gerilim hafiflemiş oldu.

BRICS’e kabul edilen İran üzerinden Yeni İpek Yolunun işlevli bir hattının inşası tüm taraf ülkelerin sermaye sınıflarının işine gelmişti. Sonuçta bu hat Bakü-Tiflis-Kars yoluna göre 300 km kadar daha kısa ve ekonomikti.

Ancak bir süredir gelişen başka bir dinamik kendini gösterdi. ABD ve genel olarak Batı emperyalizmi Rusya’yı kuşatma ve Kafkaslarda etkin hale gelme planının parçası olarak Ermenistan’ı kendi müttefiki haline getirme konusunda yol aldı. 5 Nisan’da Ermenistan Başbakanı Peşinyan’ı Brüksel’de ağırlayan Avrupa Birliği, ABD Dışişleri Bakanı Blinken’ın da bulunduğu toplantıda Ermenistan’a hatırı sayılır bir yardım paketi açıkladı. 

Bir de buna Türkiye’nin ABD için bir emperyalist unsur haline gelme eğilimi eklendi.

Bu gelişme İran için büyük bir güvenlik açığı anlamına geliyor. Rusya için de öyle. Çin ise Yeni İpek Yolu’nun daha açılmadan önemli bir hattının Batı emperyalizminin etki alanında kaldığını görüyor.

Şimdi Türkiye sermayesi ne yapsın, kimin için Güney Kafkasya’da kazandığı yetenekleri kullansın? Emperyalist dünyanın cilveleri!

Dünya emekçi halkları sosyalizmi özlüyor. Emperyalizmden ve rekabetinden arınmış bir dünyada tüm halkları en yararlı şekilde birbirine bağlamak mümkünken şu akıldışılığa bakın.

                                                                 /././.
Sosyal Demokrat İslam (Orhan Gökdemir)

“Medeniyet”in ortaya çıkması için hemen her yerde dinin dizginlenmesi gerekmiştir. Halk ve dolayısıyla sınıf, laikliğin getirisidir. Laiklik olmadan medeniyet de sol da olmaz.

Özkan Öztaş ve Yiğit Günay soL’da “Demirtaş’ın yeni çizgisi: Kürt-İslam sentezi”1 başlıklı yazılarıyla önemli bir tartışmanın kapısını araladı. Yazarlar, “Kobane Davası”ndaki savunması vesilesiyle, Selahattin Demirtaş’ın “yeni çizgisi”ni masaya yatırıyordu. Demirtaş, savunması ile, cumhuriyeti ve laikliği reddediyor, yeni bir Kürt-İslam sentezi çağrısı yapıyordu. Yazının özeti budur. 

Demirtaş, Kürt toplumunun “çimento”sunun İslam dini olduğunun, Kürtlerde bunun Peygamber dönemindeki “en saf halinin”, asrı saadettir, bulunduğunun altını çiziyor. Tabii bu İslam anlayışıyla Abdullah Öcalan’ın “demokratik konfederalizm” anlayışı birebir örtüşmektedir, aksini düşünemeyiz. Yolu İslam’la çizen Demirtaş’a göre laiklik tarihi bir hata, Türkiye Cumhuriyeti kuruluşundan itibaren yanlış inşa edildi, zemini hatalı, temeli hatalı. Neden? Mustafa Kemal Kürt şeyhlerine “Cumhuriyeti kurup halifeliği kaldıracağız” dememiş çünkü, tam tersine “Halife uğruna savaşıyoruz” demiş. Şeyh Said de işte bu ihanete isyan etmiş. Demirtaş’a göre Şeyh Sait haklı, baştan söylememelerine rağmen cumhuriyeti kurup laikliği getiren Kemalist hükümet hatalı. Yazıdan özetledim. 

Demirtaş savunmasıyla İslam’ı hayalindeki ideal topluma en uygun anlayış olarak belirliyor. Tabii bu İslam ötekilere benzemeyen saf “Kürt İslamı”dır. İçinde İslamcılık ile birlikte bir parça hilafetçilik de var. Hilafetçilik, Şeyh Sait’i rehabilite etmenin kalıntısıdır ve hepsi birlikte Demirtaş tarzı Kürt-İslam Sentezidir.

Yalnız, “Kürt İslam’ı” en az “Türk İslam’ı” kadar tarife muhtaç bir tanımlama. Bileşiminin ne olduğunu bilemiyoruz. Demirtaş da söylemiyor zaten. İslam “saf haliyle”, İhsan Eliaçık metinleri hariç, hiçbir yerde bulunamıyor çünkü. İçinde mutlaka mezhepler ve tarikatlar var. İslam doğuşundan bu yana bu bölmelerinin yorumu ve katkılarıyla şekillendi. Yorumlardan kurtulmak amacıyla “asrı saadet”e dönersek IŞİD’e ulaşıyoruz ki bu yorum aşağı yukarı saf haline en yakın yorumu. Haliyle “Kürt İslamı”nın bir miktar tartışılmaya ihtiyacı var, yoksa siyaset için pek kullanışsızdır. 

                                                     ***

Tabii, bu sentezi tek başına Selahattin Demirtaş’ın hanesine yazamayız. Kürt siyasal hareketinin “İslam açılımı” 1990’lı yıllarda başladı. PKK, o yıllarda Kürtlüğün merkezinde durduğu yeni bir tarih yazmaya çalışıyordu. Ama geçmiş, umduklarının tersine, pek dinsel görünüyordu, ulusun değil ümmetin işleriydi kayda geçenler. Şeyh Sait o yazım çabası sırasında keşfedildi. Sait, her ne kadar Nakşi-Halidi Şeyhi olsa da sonuç itibariyle bir Kürt’tü. Cumhuriyet düşmanı bir yobaz olması ise bu şartlarda rahatlıkla görmezden gelinebilirdi. Şeyh Sait oldu “Kürt ulusal önderi” Sait. Ümmetten ulus yaratma girişiminin cilveleridir.

Nakşi-Halidi Şeyhlerini rehabilite etmek amacıyla bazı diplomatik adımlar da atıldı. Murat Karayılan, 2011’de, Süleymaniye kentinde yaşayan Nakşibendi-Halidi şeyhinin kapısını çaldı. Çıkışta açıklama yaptı, “Nakşibendi tarikatının merkezi Süleymaniye’dir. Tarikatın en büyük şeyhi de Şeyh Şebendi’dir” dedi. Karayılan, Nakşibendilerin Kürtlerin haklarına sahip çıkmaları gerektiğine inanıyordu. Bu aynı zamanda Nakşi-Halidi Tarikatını tanıma adımıydı. 

Bu görüşmeden birkaç yıl sonra Diyarbakır’da, Abdullah Öcalan’ın çağrısıyla, “Demokratik İslam Kongresi” toplandı. Kuran okunarak açılan kongrenin birinci gününde “Medine Sözleşmesi”, “İslam’da zalim, mazlum ve adalet kavramları”, “Ortadoğu’da barış arayışı ve Kürt sorunu çözümü”, “İslam’da savaş, hukuk, barışın inşası” ve “Kadının İslam’daki yeri” başlıklarında oturumlar yapıldı. Söylenenlere göre Kuran'da ve peygamberin sünnetinde “çok kimliklilik, çok dillilik ve çok renklilik” gibi kavramlar bulunuyordu. Medine Sözleşmesi, “bir arada yaşama ve yönetime kolektif katılmanın” yazılı anayasasıydı. İslam Türkleri ve Kürtleri birleştirebilirdi, ima edilen buydu.

Öcalan kongreye gönderdiği “mümin kardeşlerim” diye başlayan mesajında “bazılarının” PKK’nın temsil ettiği Kürt hareketini “Ateist, Komünist, Materyalist olarak” tanımladıklarını ama bu tanımların “Batılı kavramlar” olduğunu söylüyordu. O “bazıları”na “kavram kölesi” demek daha uygun düşerdi. Zaten ümmet birliği de millet birliği demekti. PKK hareketini, “dini-laik ikilemine boğmamak” gerekiyordu. İslam’ın kendisini de “dini-laik bağlamına sıkıştırmak” yanlıştı… Kavram kölesi olmayınca kavram cambazı olursun. Kavramların belini kırmadan, ümmetten ulusa ulaşamazsınız, bunun için kıvraklık şarttır!

                                                    ***

Malum, Nakşibendilik de şişede durduğu gibi durmaz, dal budak salar, kollara ayrılır. Süleymaniye’de yerleşik tarikat Nakşiliğin Halidiye koludur. Bu kola adını veren Molla Halid-i Bağdadi, Kadiri tarikatı mensubu Berzenci aşiretinin içinde yetişti. Neden sonra Nakşibendiliğe geçti. Süleymaniye’de kurduğu ilk Nakşi tekkesi Kürtlerin geleceğini de şekillendirecekti.

Osmanlı Molla Halid’in Kürtleri bölmesinden memnundu, böylece “Kadiri” Kürt beyliği Berzenciler’e karşı sadık bir müttefik bulmuştu. Molla Halid, Osmanlıya yaslanarak etkisini genişletti. İmparatorluğun merkezinde de talih Nakşilere gülüyordu. Yeniçerileri ve Bektaşileri ezen Osmanlı, Bektaşilerden doğan boşluğu onlarla doldurdu, Nakşibendiliği “resmi tarikat” olarak benimsedi. Nakşiler imparatorluğun her tarafında etkisini arttırıyordu. Önü devlet marifetiyle açılan Halidiler, Osmanlının yıkılışına kadar sadece bir tarikat değil bir siyasi parti gibi örgütlendi, bir idare aygıtı gibi davrandı. Osmanlının tasfiye ettiği aşiretlerin yerini artık Halidiye dolduruyordu. Halidiye’nin desteklediği küçük aşiretlere de gün doğmuştu. Barzani aşireti, Halid’in halifesi Şeyh Taceddin sayesinde Halidiye tarikatına katıldı. Barzaniler tarih sahnesine böyle çıktı. Özerk Kürt yönetiminin kökeninde bu tarikat-aşiret ortaklığının büyük payı var.

Murat Karayılan, “Nakşiler Kürtlerin haklarına sahip çıksın” derken bu tarihe göndermede bulunuyordu. Nakşibendi tarikatı, Kürtler ve Türkleri birleştiren somut bir bağ haline dönüşmüştü çünkü. Sadece Süleymaniye’de değil, Ankara ve İstanbul’da da Nakşibendiliğin borusu ötüyordu artık. 

Bugün Türkiye’nin içine itildiği karanlığın sorumlusu olan pek çok tarikat, Menzil- İskenderpaşa-Erenköy-İsmailağa-Süleymancılar-Işıkçılar, Süleymaniyeli Kürt Halid’in paltosundan çıktı. Cumhuriyet döneminde isyan eden bütün Nakşi şeyhleri Molla Halid’in tohumlarını ekip yeşerttiği Halidi-Nakşibendi geleneğine yaslanır. 

Saltanatın-hilafetin ilgası ve Cumhuriyet’in ilan edilmesiyle başlayan yeni dönem Halidiye için karanlık bir dönemdi. Cumhuriyetle birlikte devlet desteğinden mahrum kalmışlardı. Hilafetin kaldırılmasından bir yıl sonra Halidi Şeyh Said, yeni doğan cumhuriyete karşı işte bu saiklerle ayaklandı. Şeyh Said’ten, Menemen’deki ayaklanmayı organize ettiği iddia edilen Şeyh Esad Erbili’ye kadar Cumhuriyet Türkiye’sinde gerici isyana kalkışanların tamamı Nakşibendi-Halidiye şeyhleriydi. Haliyle Cumhuriyet de Halidileri bulduğu her yerde kovaladı. Şimdi “Kürt davası” olarak gösterilen olayların tamamı Nakşi-Halidi kalkışmasının bir uzantısıdır, çatışmanın esası budur. 

                                                      ***

1908’de Hürriyet ilan edildi, birkaç ay sonra Halidilerin başını çektiği gerici bir güruh Hürriyet’e karşı ayaklandı. İttihatçıların komuta ettiği Hareket Ordusu marifetiyle bastırıldı. 1923’te Cumhuriyet kuruldu. Cumhuriyetle sonuçlanan uzun iç savaş boyunca Halidiye şeyhleri pek çok ayaklanma çıkardı. Bu hareketlilik cumhuriyetin kuruluşundan sonra da devam etti, savaş içinde savaştır. Kürtlük, o tarihte büyük ölçüde bu tarikatların temsil ettiği bir şeydi, doğuşunda hürriyette ve cumhuriyete duyulan nefret var.  

1960’lı yıllardan itibaren sokağa sol hâkim olunca içinde Kürtlük yeniden yeşerdi. Haliyle solla birlikte Kürtler de acımasız bir biçimde ezildi. Sonucu önce cumhuriyetten, sonra laiklikten kesin bir kopuş oldu. “Atatürkçü” görünümlü 12 Eylül darbesi bu kopuşu derinleştirdi. Halbuki cunta hem cumhuriyetten hem laiklikten kurtulmak ve Türklüğü İslam ile tahkim etmek için önemli adımlar atmaya hazırlanıyordu. Bütün bunlar mağduriyetin laik cumhuriyetten kaynaklandığı algısını düzeltmeye yetmedi.

                                                   ***

“Laiklik aşırı, cumhuriyet hatalıydı…” Şimdi düşük Kemal Kılıçdaroğlu da söylüyor bunu. Din-tarikat zaviyesinden bakarsanız görüp göreceğiniz tek şey budur. Kılıçdaroğlu ve Demirtaş’ın aynı şeyi görmesini, demek ki, rastlantı sayamayız. Baktıkları yer aynıdır. Senteze gelince, herhalde Kılıçdaroğlu bakiyesi CHP'yi de artık "Türk İslam Sentezi" çizgisinde saymamız gerek. Demirtaş misyonu ile birlikte değerlendirirsek bir "sosyal demokrat İslam’a" ulaşıyoruz. Açıktır, İslam’ın “sosyalist” olması mümkün değildi ama sosyal demokrat olması için bir imkân var. 

“Millet” Ortadoğu’da “kuruluş” için yeterli bir malzeme değildir, onu dinle tahkim etmek gerekir. Ancak ne var ki yapının içindeki din her defasında millete galebe çalar, ümmet milliyeti siler. Tek başına "Türklük" yetmemişti, tek başına "Kürtlük" de yetmemiştir, sonucunu böyle özetleyebiliriz. Türk İslam Sentezi, Kürt İslam Sentezi’nin geleceğidir. 

Demirtaş’ın “Bu toprakların medeniyeti İslam medeniyetidir. Türkiye sosyalistinin bir kısmı bunları bilmez, bilmediği için de topluma ulaşamaz” tezini ise ciddiye alamıyoruz. “Medeniyet”in ortaya çıkması için hemen her yerde dinin dizginlenmesi gerekmiştir. Halk ve dolayısıyla sınıf, laikliğin getirisidir. Laiklik olmadan medeniyet de sol da olmaz.

(soL)

12 Nisan 2024 Cuma

KISA KISA GÜNDEM BAŞLIKLARI - 12 Nisan 2024 -

 

Muhalefetle polemik, iktidara destek: Bayraktarların gücü Saray’dan geliyor (Öncü Durmuş -Birgün)

Daha önce Kılıçdaroğlu ile polemiğe giren Bayraktarların yeni hedefi İmamoğlu. Bayraktarların dokunulmazlık zırhının kaynağı ise AKP iktidarı. CHP Grup Başkanvekili Günaydın, “Siyasetin içerisinde kendilerine yer arıyorlar. Erdoğan sonrasına hazırlanıyorlarsa şimdi ortaya çıksınlar” dedi.

İsrail’in Gazze’ye saldırıları karşısında iktidarın, halkın tepkisini bastırmak amacıyla göstermelik aldığı ticari kısıtlama kararının tartışmaları sürüyor. Kararın ardından İsrail’e gönderilen ticari kalemlerin ortaya çıkarması ile beraber Bayraktar ailesi ise bir kez daha siyasetin gündemine girdi. 

AKP’li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın damadı Selçuk Bayraktar ve kardeşi Haluk Bayraktar’ın yönettiği Baykar adlı şirketin İsrail’e satılan jet uçağı yakıtını sağladığı iddiaları sıkça konuşulmaya başladı. 

İddialar sonrası Baykar Genel Müdürü Haluk Bayraktar önceki gün İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nu hedef alarak hakaretler savurdu. Bayraktar’a cevap İBB resmi hesabından ‘Suç duyurusunda bulunacağız’ açıklaması ile verildi. 

Haluk Bayraktar’ın terör söylemleri üzerinden İmamoğlu’nu ve danışmanını hedef alması ise gözleri bir kez daha Bayraktar ailesine çevirdi. 

Savunma sanayi alanında faaliyet yürüten Bayraktar ailesi, sık sık kamuoyunun önünde parlatılarak, ‘hava savunma sistemlerinde üstün başarı’ sloganları ile iktidarın toplumda artırmaya çalıştığı milliyetçilik duygusunun aracısı kılındı. Baykar şirketine bağlı üretilen İHA ve SİHA’lar özellikle iktidarın savaş politikaları doğrultusunda eleştiriye kapalı bir alan olarak pazarlandı. 

GÖRÜNMEZ BİR ZIRHLARI VAR

Siyaset üstü bir konumlanışa getirilen Bayraktar ailesine, AKP iktidarı ile kurduğu ilişki düzleminde görünülmez bir zırh bahşedildi. Eleştirildiği an yargının devreye girdiği, binlerce trolün saldırıya geçtiği bir durum oluşturuldu. 

Baykar şirketini yöneten iki kardeş olan Haluk ve Selçuk Bayraktar’ın isimleri ise siyasetten hiçbir zaman ayrılmadı. 

AKP’li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın da damadı olması ile öne çıkan Selçuk Bayraktar sık sık siyaset hedefim yok dese bile ülkenin en kritik zamanlarında siyasetin en çok konuşulduğu aktörlerden birisi oldu. Bir dönem Erdoğan’ın kendisinden sonra Selçuk Bayraktar’ı hazırlıyor iddiası bile gündemde kendine uzun bir dönem yer buldu. 

Ancak siyasetin göbeğinde olan bu figürlerin en önemli özelliği Erdoğan’ın her kritik seçim öncesinde muhalefete yönelttiği terör suçlamalarına verdiği destek oldu.   

Mayıs seçimleri öncesinde Haluk Bayraktar’ın Kılıçdaroğlu’nu hedef alarak başlattığı tartışma Selçuk Bayraktar’ın da o dönem Millet İttifakı içerisinde bulunan Deva Partisi Genel Başkanı Ali Babacan’a ‘Engelleme’ imaları ile devam ettirildi. 

YURTTAŞIN ÇOCUKLARI İŞSİZ

Öte yandan Bayraktar ailesinin AKP iktidarı dönemindeki büyümesi de dikkat çekici. Geçtiğimiz haftalarda açıklanan Forbes’in ‘En zenginler listesi’ne giren damat Selçuk Bayraktar, Türkiye’de 24, dünyada 2 bin 410’uncu zengini oldu. Bayraktar’ın iktidarla birlikte büyüyen gelişimi ise her dönem ona belirli ayrıcalıkların yolunu açtı. 

ABD Büyükelçisi Jeffry Flake’in ile beraber ABD donanmasına ait dünyanın en büyük uçak gemisi USS Gerald R. Ford’u incelemeye giden Türkiye’deki komutan ve subayların bulunduğu ekibe eşlik eden Bayraktar’ın ziyareti bunun en somut örneklerinden olmuştu. 

Öte yandan halkın içerisinde özel bir konuma getirilen Bayraktar ailesi zenginliğine zenginlik katarken ülkedeki ekonomik krizi derinleştiren AKP iktidarı, emekliyi, işçiyi, gençleri, kadınları sefalet ücretlerine mahkûm etmeye devam ediyor. Yandaşlar ise Bayraktar’a vergi rekortmeni sıfatıyla övgüler düzüyor. 

CHP Grup Başkanvekili ve İstanbul Milletvekili Gökhan Günaydın yaşanan son gelişmeleri değerlendirdi. 

Savunma sanayinde ilk  

4 ŞİRKET, KAMU ŞİRKETİ 

Bayraktar grubunun AKP döneminde parlatıldığını belirten Günaydın, pazarlandığının tersine ülkenin en başarılı şirketlerinin kamu kuruluşları olduğunu belirtti. Günaydın, “Dünya sıralamasında bu alanda Türkiye’den ilk 100’e giren 4 şirketimiz var. Ve bütün bu şirketlerimiz kamuya ait. Hatta bunlardan 3’ü AKP dönemi öncesinde kurulan şirketler olurken 1’i AKP’nin döneminde kuruldu. O da 100’üncü olarak listede” dedi. 

Bayraktarların savunma sanayinde haksız desteklerle ve büyük kaynaklarla yükseltildiğini belirten Günaydın, şöyle konuştu: 

“İhracatta çok ciddi desteklerle AKP iktidarının en önemli nem alıcısı olan bu grup kritik zamanlarda siyaseten yarattıkları polemiklerle ortaya çıkıyorlar. Siyasi değiliz söylemlerinin arkasına sığınarak siyasetin içerisinde kendilerine yer alıyorlar. Şu ana kadar muhatap olarak kabul etmedik bundan sonra da etmeyeceğiz. Ancak Erdoğan sonrası bir döneme hazırlanma düşünceleri var ise şimdiden ortaya çıksınlar. Böyle CHP Genel Başkanı Özgür Özel’i ve İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’nu hedef alarak kendilerine yol aramasınlar” 

7 Ekimden bu yana İsrail ile 2 milyar dolarlık ihracat yapıldığının da altını çizen Günaydın, “Bunlar kalem kalem listeli ancak kimin ne oranda ne yaptığını tam olarak bilmiyoruz. Yine de herkes bilsin ki yanlış yapılan ne varsa, bu ülke hukuk devletine tekrar kavuştuğunda her şeyin kovuşturması da hesabı da sorulacaktır” ifadelerine yer verdi.

Mücadele bütün Datça kıyıları için (Berkay Sağol-Birgün)
Ülkedeki kıyılar özel işletmeler tarafından işgal edilerek halkın ücretsiz kullanımına kapatılıyor. Şezlongsuz Datça İnisiyatifi, Datça’da kıyıların hukuksuz bir şekilde kiralanmasına karşı geçen yıldan beri mücadele ediyor.(https://www.birgun.net/makale/mucadele-butun-datca-kiyilari-icin-521272)

Yanan ormanlara RES dikecekler (Aycan KARADAĞ -Birgün)

Muğla’nın Bodrum ve Milas ilçelerinde geçmiş yıllarda yanan ormanlık alanların bir kısmının da içinde bulunduğu bölgeye 45 adet rüzgâr enerji santralı (RES) kurulması için yürütülen süreçte sona gelindi.(https://www.birgun.net/makale/yanan-ormanlara-res-dikecekler-521258)

 İktidarın hareket alanı daraldı: Erdoğan iktidarının dönüm noktası (Havva Gümüşkaya-Birgün)

İktisatçı Prof. Dr. Boratav, yerel seçim sonuçlarının ekonomiye olası etkilerini değerlendirdi: “Erdoğan iktidarının dönüm noktası olabilir. CHP’nin, tüm Türkiye için tasarlayacağı alternatif önem taşıyor.”

Kemer sıkma programı seçim sonuçlarını etkiledi mi? Yerel seçim sonuçlarının ardından iktidarın ekonomik ve siyasi anlamda alanı daraldı mı? Seçim sonuçlarının ardından muhalefetin önüne koyması gerekenler neler? 

Türkiye’nin önde gelen iktisatçılarından Prof. Dr. Korkut Boratav, seçim sonuçlarına ilişkin “SHP’yi ilk parti konumuna getiren 1989 yerel seçim sonuçları, Turgut Özal dönemine son veren kritik aşamayı başlatmıştı.

2024 seçim sonuçları, Erdoğan dönemi için de benzer bir dönüm noktası olabilir” öngörüsünde bulundu. Boratav, bugünkü ortamı yaratan neoliberal/Şimşek programına karşı iktidar adaylığını üstlenen CHP’nin, yerel yönetimlerin dışında tüm Türkiye için tasarlayacağı alternatifin önem taşıdığını vurguladı. 

YÖNETİM KADROSU ETKİLİ 

AKP'nin yenilgisinde yüksek enflasyon nedeniyle toplumdaki yoksullaşma etkili oldu mu? Olduysa uzun süredir artan yoksulluk ve hayat pahalılığı gündemdeyken neden 14 Mayıs seçimlerinde değil de şimdi etkili oldu? 

Mayıs 2023 ve Mart 2024 seçimlerinin sınıfsal dökümünün karşılaştırılması henüz yapılmadı. Ama on aylık süre içinde AKP galibiyetinin yenilgiye dönüşmesinde halk sınıflarında yoksullaşmayı sürdüren ekonomik etkenlerin belirleyici olduğu söylenebilir. Temel farkın yoksullaşma olgusunda değil, bu olgunun algılanmasında olduğunu düşünüyorum.  

Oyların dağılımındaki değişimlerle ilgili bazı genel tespitler yapmakla başlayalım. Trakya’dan Adana’ya uzanan kıyı şeridinde, Güneydoğu Anadolu’da, ayrıca Eskişehir ve Ankara’da Cumhurbaşkanlığı seçiminde Erdoğan azınlıkta kalmıştı. Yerel seçimlerde Saray iktidarının azınlığa düştüğü coğrafyaya Karadeniz’den, İç-Ege’den ve Orta Anadolu’dan iller de eklendi.  

On ay içinde yapılan iki seçime katılım oranı 5,7 puan geriledi. Bu gerilemenin partilere yansımasının büyük ölçüde Saray’a dönük seçmen desteğinin erimesi biçiminde gerçekleştiği anlaşılıyor. Bu tespit, 2019 ve 2024 yerel seçimleri karşılaştırıldığında somut olarak ortaya çıkıyor. Beş yılda AKP oyları 4,3 milyon azalmıştır. 

Mayıs 2023 seçimi yapıldığında Türkiye’nin tüm emekçi katmanları, son yıllara damgasını vuran, enflasyonun hızlandırdığı ağır bir bölüşüm şokundan geçmekteydi. Bu şok, kentli nüfusun örgütsüz emekçi katmanlarında gelir düzeylerinin de erimesine, yani mutlak yoksullaşma boyutuna ulaşmıştı. Bu vahim olgunun sorumluluğu açıkça iktidara düşmekteydi.  

Bu olgu ve iktidarın sorumluluğu algılanmadıkça oylara yansıyamaz. Muhalefetin tespitleri, aktarılması, iletişim yöntemleri eleştirilebilir. Ama bunların algılanmasını frenleyen temel etken, toplumun en yoksul katmanlarında tutucu-İslamcı ideolojinin hegemonyası olmuştur. Bu hegemonya başta eğitim sistemi olmak üzere devlet aygıtlarının, kamu kaynaklarınca beslenen İslamcı sermayenin, medyanın, cemaat-tarikat, AKP örgütlerinin 20 yıllık birikimli etkileri ile sağlandı.  

Mayıs 2023 ile Mart 2024 arasında değişen nedir? Olgular (özellikle enflasyon) ideolojik yanılsamayı aşındıracak boyuta ulaşmış olabilir. Mansur Yavaş, Ekrem İmamoğlu gibi karizmatik yerel liderler önem kazandı; “içi boş ideolojik söylemlerin kullanım tarihinin geçtiğini” açığa çıkardı. CHP’de yönetim kadrosunun yenilenmesi de ayrıca  etkili oldu.  

4 yıllık seçimsiz dönemde AKP’nin ekonomide ve siyasal anlamda atacağı ne gibi adımlar bekleniyor? Anayasa tartışmaları yeniden gündeme gelir mi? Bu anlamda iktidarın alanı daraldı mı? 

SHP’yi ilk parti konumuna getiren 1989 yerel seçim sonuçları, Turgut Özal dönemine son veren kritik aşamayı başlatmıştı. 2024 seçim sonuçlarının, Erdoğan dönemi için de benzer bir dönüm noktası olabilir.  

Ekonomide ve siyasette iktidarın hareket alanı daralmıştır. İktidar, kısa vadeli iktisat politikalarında Mehmet Şimşek’in temsil ettiği reçeteye mahkûmdur. Bu yenilgi ortamında Saray’ın (özellikle Erdoğan’ın adaylığını mümkün kılan) bir Anayasa değişikliği için siyasal enerji toparlaması mümkün görülmüyor. Büyük bir sürpriz olmazsa TBMM’nin bileşimi de buna imkân vermiyor.  

EKONOMİ KÜÇÜLECEK 

Seçimsiz geçireceği dönemde gelir dağılımındaki bozulmaya ilişkin beklentileriniz nedir? 

Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in uyguladığı reçete, enflasyona ekonomiyi küçülterek son vermeyi öngörüyor. Şimşek, ekonomi yönetimini devraldığı günden bugüne “gelirler politikasını” ısrarla vurgulamaktadır; bu önceliği Orta Vadeli Programlar’a (OVP) da taşımıştır.  

Bugünün ekonomik ortamı, 1990’lı yılların enflasyonuna benzemektedir. 1998 sonrasında kapsamlı bir IMF programı o enflasyona son verdi. Ekonomiyi iki yıl (1990 ve 2001’de) küçülterek ve  AKP’yi iktidara getiren bir toplumsal bunalım yaratarak…  

Şimşek’in programı da benzer bir senaryoyu içeriyor: Ücret ve emekli gelirleri enflasyonun gerisinde seyredecek; parasal daralma ve eşitsizlikleri artıran bir malî disiplin iç talebi çökertecek; ekonomi küçülecektir. Emek payının gerilemesine istihdam kayıplarının yaratacağı ilave yoksullaşma eklenecektir. 2002’de IMF programları içinde iktidar değişikliğine yol açan ekonomik, toplumsal ortam tekrar gündeme gelecektir.   

REÇETEDE DURGUNLAŞMA 

Seçim sonrası ekonomi yönetiminden gelen ilk açıklamalarda mevcut ekonomik reçetenin uygulanmasına devam edileceği yönünde. Büyük yenilgi yaşamış iktidar durgunluk ve ekonomide küçülmeyi göze alabilir mi? 

Mevcut reçete durgunlaşma ve küçülme içeriyor. Erdoğan’ın temsil ettiği Saray iktidarı, bu reçeteyi içeren dört yıl sabretmeyi becerebilecek mi? Yerel seçim sonuçlarının yarattığı ortam, yeniden aday olmasına imkân veren bir anayasa değişikliğini gündem-dışına taşımıştır.  

2015 sonrasında Saray, “ne pahasına olursa olsun büyümeye” öncelik verdi; şirketlere dönük bir kredi pompalaması ile neoliberal istikrar ilkelerini çiğnedi. Uluslararası finans kapital bu sapkınlığı “cezalandırmadı”; dış kredi akımlarını sürdürdü. Ekonomi bu sayede büyüdü; ama ağır bir bölüşüm şoku yaratarak… Önceki politikalara dönüşe izin verilmeyeceğini uluslararası finans çevreleri artık açıkça vurgulamaktadır. Dış kaynak akımlarının tıkanması onların elindedir; bir ödemeler dengesi ve dış borç krizi anlamına gelir. 

Bu uyarılar nasıl bir gelecek öneriyor? Şimşek programı sonunda enflasyon son bulacaktır; ama 2002’deki Ecevit koalisyonunu iktidardan uzaklaştıran ekonomik ortamın (toplumsal bunalımın) bir benzerini yeniden yaratarak…  

En geç 2028’de “yeni”, yani AKP’yi içermeyen bir iktidar, ekonomiyi onarmaya başlayacaktır. Bu tür bir “onarma”nın ekonomik çerçevesi IMF’nin Türkiye için orta dönemli öngörülerinde  yer alıyor: “Ilımlı” (yüzde 3 civarına yerleşen) bir büyüme temposunun sağlayacağı istikrar senaryosu tasarlanıyor… İşsizlik, cari işlem açıkları, enflasyon oranları da istikrar içinde (“ılımlı”) seyredecek; dış kaynak girişleri bu ortamın sürdürülmesini mümkün kılacaktır. Şimşek programının bitiminde oluşan toplumsal bunalım ortamını sürekli kılan bir durgunlaşma… 

Türkiye’nin geleceği olarak bu ekonomik ortam önerilmektedir…  

Büyük bir zafer elde eden muhalefetin en büyük vaadi sosyal yardımlar oldu. Türkiye artık sosyal yardıma bağımlı bir ülke mi oluyor? Bu durumun bir tehlikesi var mıdır? 

İktidarın makro-ekonomik politikalarının sistematik olarak emek-karşıtı olduğu bir ortamda muhalif yerel yönetimler telafi edici sosyal yardımlara öncelik vermek zorundadır. Sorudaki tespit, bu zorunluluktan kaynaklanıyor.  

Öte yandan, bugünkü ortamı yaratmakta olan neoliberal/Şimşek programına karşı iktidara adaylığı üstlenmiş olan CHP’nin, yerel yönetimlerin dışında tüm Türkiye için tasarlayacağı alternatif önem taşıyor. Yukarıda betimlediğim neoliberal durgunlaşma modeline teslimiyet olasılığı gündemdedir. Bu yönelişin dış siyasette ABD yörüngesine sürüklenmeyi içeren bir seçenekle bütünleşmesi söz konusu olabilir.  

Sol, sosyalist, devrimci, Cumhuriyetçi iktisatçılar, sosyal bilimciler, uzmanlar, emekli diplomat ve subaylar Türkiye’nin bu ikili teslimiyet cenderesine sürüklenmesine karşı dinamik alternatifleri tartışmak, oluşturmak durumundadır. İktidara aday olan CHP tabanında, örgütlerinde, bugünkü yönetimi içinde de aynı arayış vardır. Bunların birleştirilmesi gerekiyor.   

Türkiye, çeyrek yüzyıla yaklaşan gri/karanlık bir dönemden geçti. Karanlığa kökten itiraz, Haziran 2013’te Gezi kalkışması ile ortaya çıktı; güncel siyasete taşınamadı. Sahipsiz kaldı. 

2019 ve Mart 2024 yerel seçimleri, bu itirazın canlı devamıdır; hayatiyetinin sürdüğünü göstermiştir. Bir anlamda “geçici bir adres olarak” CHP’ye yönelmiştir. CHP’nin bu yönelişi özümsemesi büyük önem taşıyacaktır. Sadece CHP’nin değil, Cumhuriyetçi Sol’un sorunudur. Elbirliğiyle katkılar gereklidir.

ATM'lerde bayram sonrası yeni dönem başlıyor (Birgün)
Banka ATM'lerinde bayram sonrası yeni dönem başlıyor. Bankalar tarafından alınan karar sonrasında ATM'lerde 10 ve 20 TL'lik banknotlar artık olmayacak.(https://www.birgun.net/haber/atm-lerde-bayram-sonrasi-yeni-donem-basliyor-521297)

Kulis: MEB, yeni bir müfredat açıklayacak (Birgün)
Milli Eğitim Bakanlığı’nın yeni bir eğitim müfredattı hazırladığı öne sürüldü. Eğitim-İş Genel Başkanı Kadem Özbay, “Müfredat değişikliklerini de eğitimin bileşenleriyle paylaşmadan, büyük bir gizlilikle yürüttüğü ortaya çıktı” dedi.(https://www.birgun.net/haber/kulis-meb-yeni-bir-mufredat-aciklayacak-521281)

Bir rica da Erdoğan’dan: Bahçeli’den sonra cumhurbaşkanı da Akşener’e ‘Partinin başında kal’ çağrısı yaptı (Selda Güneysu-Cumhuriyet)

Olağanüstü kurultay kararı alan İYİ Parti Genel başkanı Meral Akşener’e, Şeker Bayramı dolayısıyla yapılan telefon görüşmesinde Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın “Ayrılmayın” dediği ileri sürüldü.(https://www.cumhuriyet.com.tr/siyaset/bir-rica-da-erdogandan-bahceliden-sonra-cumhurbaskani-da-aksenere-2195438)

İGA, CHP'ye geçen Bursa Büyükşehir Belediyesi ile olan sözleşmesini sonlandıracak (Cumhuriyet)

İktidarın CHP'li belediyelere yönelik maddi engellemeleri hız kesmeden devam ediyor. Son olarak bir engel de; 31 Mart'taki yerel seçimlerde yıllar sonra CHP'ye geçen Bursa Büyükşehir Belediyesi'ne gelmek üzere.(İGA 'SÖZLEŞMEYİ SONLANDIRACAK' İDDİASI) Buna göre İstanbul Havalimanı'nın işletmecisi İGA, Bursa Büyükşehir Belediyesi ile olan sözleşmesini sonlandırma kararı aldı. Bursa Büyükşehir Belediyesi, 15 Nisan'dan itibaren Bursa-İstanbul Havalimanı seferlerini sonlandırmak zorunda kalacak.

(derleyen: mstfkrc)