16 Nisan 2024 Salı

T24 KÖŞEBAŞI - 16 Nisan 2024 -

 

Mart ayı bütçe görünümü (Binhan Elif Yılmaz)

Bütçe gelir ve giderlerinin her kalemi incelenmeyi hak ediyor ama gelen son verilerden biri, bir dönem bütçe giderleri arasında yer alan oldukça tartışmalı KKM kur farklarını hatırlattı. İşte o veri TCMB 2023 zararı ile ilgili.

Mart ayı merkezi yönetim bütçe gerçekleşmeleri açıklandı. Genel görünüm, bütçe gelir ve giderlerinde uyumdan uzaklaşıldığına, mali disiplinin sağlanabilmesindeki zorluklara işaret ediyor.

Öncelikle mali disiplin açısından iki temel göstergeye bakalım: İlki bütçe açığı. Mart ayı bütçe açığı şubat ayına göre yüzde 36 oranında artarak 209 milyar TL’ye ulaştı. Üç aylık kümülatif bütçe açığı ise 513,5 milyar TL oldu. Oysa 2023’ün aynı ayında bütçe açığı 47,2 milyar TL idi.

Mali disiplinin diğer göstergesi de faiz dışı denge. Bütçe açığından iç ve dış borç faiz giderleri düşüldüğünde denge ya da fazla elde ediliyorsa, borçluluğun yarattığı faiz ödemeleri bütçe üzerinde baskı yaratmıyor demektir. Tersi durumda, yani faiz dışı açık varsa borç düzeyine ve faiz yüküne bakmak gerekir.

En son 2017 yılında faiz dışı fazla elde edilmişti. Faiz dışı açık geçen yıl 1,3 trilyon TL’yi aşmış ve bütçe tahmininin iki katı olarak gerçekleşmişti. 2024 yılı bütçe tahmininde de faiz dışı açık 1,4 trilyon TL.

Ama sadece bir ayda bütçedeki borç faiz giderleri yüzde 37 oranında artış gösterdi. Öte yandan brüt dış borç stoku 500 milyar dolara ulaşırken, iç borç stoku son bir yılda 1 trilyon TL daha artarak 4 trilyon TL’yi aştı.

2024 mart ayından itibaren iç ve dış borç faiz ödeme projeksiyonunu gösteren aşağıdaki grafikleri incelerseniz, bu yılki bütçe tahmininin oldukça üzerinde bir faiz dışı açıkla karşılaşmak şaşırtıcı olmayacaktır.

Bütçe gelir ve giderlerinin her kalemi incelenmeyi hak ediyor ama gelen son verilerden biri, bir dönem bütçe giderleri arasında yer alan oldukça tartışmalı KKM kur farklarını hatırlattı.

İşte o veri TCMB 2023 zararı ile ilgili. 2021’de 57,5, 2022’de 72 milyar TL kâr açıklayan TCMB, 2023 yılını 818,2 milyar TL zararla kapattı.

2023 ağustos ayına kadar TL’den KKM’ye dönenlerin kur farkları bütçeden ödenirken, dövizden KKM’ye dönenlerinki TCMB tarafından karşılandı. TL’den dönen mevduata 2022 mart-2023 temmuz arasında kur farkları bütçeden ödendi, en son temmuz 2023 itibariyle bütçeden 34,5 milyar TL’lik ödeme yapıldı.

Sonra Ağustos 2023’te TL’den dönen KKM’nin ödemelerini TCMB üstlendi. Çünkü genel seçimler bitmiş ve TL’de değer kaybı başlamıştı. Dolar/TL genel seçimler öncesinde (13 mayıs) 15,5 TL’den, iki ay sonra (13 temmuz) 26 TL’nin üzerine çıkmıştı.

OVP’ye göre bütçe açığının GSYH’ye oranı zaten deprem harcamaları öngörülerek yüzde 6,4 olarak yüksek programlanmıştı. Ancak bütçe bu kur artışı karşısında KKM’nin yükünü daha fazla taşıyamayacaktı.

TCMB de o esnada genel seçimler sonrasında artık sıkı para politikasına geçmişti. Politika faizini kademeli olarak arttırıyor, ardından mevduat faizi de arttıkça TL’ye güven tesis edilmesini bekliyordu. Bu ortamda KKM hesapları hızla çözülecekti. Para ikamesi son bulacaktı.

Ancak 2021 aralık ayı sonunda kur riskine karşı kendisine güvence arayanlar için bir finansal araç olan KKM, ulaştığı hacimle ve çözülme sürecindeki zorluklarla gündemde kaldı. Enflasyon da düşmedi, para ikamesi devam etti. Ekonomiye güven oluşmadıkça döviz KKM’ler varlığını devam ettirdi. Şimdi izlerini en son TCMB zararında görebiliriz. Bu zararda KKM kur farkının kaç milyar TL olduğu kadar, ekonomiye olan güvensizlik ve gelir dağılımında adaletsizliğin boyutu ve izleri de önem taşıyor.

Mart ayı bütçe açığını görünce insanın aklına geliyor. Peki TL’den ya da dövizden dönen KKM kur farkları bütçeden ödenseydi ne olurdu?

MB, Kamu Borç Yönetimi Raporu, Mart, 2024

                                                                      /././

Ocak-Mart dönemi bütçe verileri açıklandı: Tahsil edilen her 100 TL'lik verginin 60 lirası KDV ve ÖTV'den oluşuyor (Murat Batı)

Merkezi yönetim bütçesi 2024 yılı Ocak-Mart döneminde 513 milyar 482 milyon TL açık verdi

Hazine ve Maliye Bakanlığı kendi internet sitesinde 2024 yılı Ocak-Mart dönemi bütçe gerçekleşmelerini 15 Nisan günü yayımladı. Aşağıda detaylı şekilde göreceğiniz üzere vergi gelirlerinin yüzde 60.13'ü KDV ve ÖTV tahsilatı oluşturmaktadır.

Dolaylı vergilerin payı Ocak-Mart döneminde yüzde 76,56; dolaysız vergilerin payı ise yüzde 23,44 gerçekleşti.

Merkezi yönetim bütçesi 2024 yılı Ocak-Mart döneminde 513 milyar 482 milyon TL açık verdi.

Diğer kalemlerin akıbetini ise aşağıda izah etmeye çalışayım.

2024 Mart ayı bütçe gerçekleşmeleri

2024 yılı Mart ayında merkezi yönetim bütçe giderleri 692,8 milyar TL, bütçe gelirleri 483,8 milyar TL ve bütçe açığı 209 milyar TL olarak gerçekleşmiştir. Ayrıca, faiz dışı bütçe giderleri 618,3 milyar TL ve faiz dışı açık ise 134,4 milyar TL olarak gerçekleşmiştir.

Genel görünüm aşağıdaki tabloda bulunmaktadır.

Aşağıdaki tabloda Mart 2023 ile Mart 2024 bütçe gerçekleşmeleri karşılaştırılmıştır.

* 7457 sayılı Kanunla eklenen ödenek ve gelir tahminleri dahil

Yukarıdaki tabloda da görüldüğü üzere merkezi yönetim bütçesi 2023 yılı Mart ayında 47 milyar 223 milyon TL açık vermiş iken 2024 yılı Mart ayında 208 milyar 965 milyon TL açık vermiştir. 2023 yılı Mart ayında 2 milyar 148 milyon TL faiz dışı açık verilmiş iken 2024 yılı Mart ayında 134 milyar 412 milyon TL faiz dışı açık verilmiştir.

2024 Ocak-Mart dönemi bütçe giderleri

2024 yılı Ocak-Mart döneminde merkezi yönetim bütçe giderleri 2 trilyon 150,7 milyar TL, bütçe gelirleri 1 trilyon 637,2 milyar TL ve bütçe açığı 513,5 milyar TL olarak gerçekleşmiştir. Ayrıca, faiz dışı bütçe giderleri 1 trilyon 900,2 milyar TL ve faiz dışı açık ise 263 milyar TL olarak gerçekleşmiştir.

Merkezi yönetim bütçesi 2023 yılı Ocak-Mart döneminde 250 milyar 25 milyon TL açık vermiş iken 2024 yılı Ocak-Mart döneminde 513 milyar 482 milyon TL açık vermiştir. 2023 yılı Ocak-Mart döneminde 149 milyar 367 milyon TL faiz dışı açık verilmiş iken 2024 yılı Ocak-Mart döneminde 263 milyar 6 milyon TL faiz dışı açık verilmiştir

2024 yılı Ocak-Mart döneminde merkezi yönetim bütçe giderleri geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 105,9 oranında artarak 2 trilyon 150 milyar 680 milyon TL olarak gerçekleşmiştir. Faiz hariç bütçe giderleri geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 101,3 oranında artarak 1 trilyon 900 milyar 204 milyon TL olarak gerçekleşmiştir. 

2024 Ocak-Mart dönemi bütçe gelir gerçekleşmeleri

Merkezi yönetim bütçe gelirleri Ocak-Mart dönemi itibarıyla 1 trilyon 637 milyar 198 milyon TL olarak gerçekleşmiştir. Vergi gelirleri 1 trilyon 343 milyar 960 milyon TL, genel bütçe vergi dışı gelirleri ise 233 milyar 929 milyon TL olmuştur. 

Aşağıdaki tabloda 2024 Ocak-Mart dönemi vergi gelirleri ve bu vergilerin toplam vergi gelirleri içindeki payları gösterilmiştir.

 Yukarıdaki tabloda da görüldüğü üzere 2024 Ocak-Mart döneminde KDV ve ÖTV'nin toplam vergi gelirleri içindeki payı yüzde 60,13; dolaylı vergilerin payı yüzde 76,56 ve dolaysız vergilerin payı ise yüzde 23,44 olarak gerçekleşti.

Ocak-Mart 2024 ile geçen yıl aynı dönem vergi tahsilatı karşılaştırılması

2023 yılı Ocak-Mart döneminde bütçe gelirleri 794 milyar 728 milyon TL iken 2024 yılının aynı döneminde yüzde 106 oranında artarak 1 trilyon 637 milyar 198 milyon TL olarak gerçekleşmiştir.

2024 yılı Ocak-Mart dönemi vergi gelirleri tahsilatı geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 113 oranında artarak 1 trilyon 343 milyar 960 milyon TL olmuştur.

Aşağıdaki tabloda vergi kalemleri bazında Ocak-Mart 2024 tahsilat tutarları ile geçen yılın aynı dönemdeki tahsilat tutarları ve değişim oranları bulunmaktadır.

Yukarıdaki tabloya göre 2024 Ocak-Mart döneminde geçen yıl aynı döneme nazaran tahsilat oranı en fazla olan gelir kalemi konaklama vergisi, petrol ve doğalgazdan alınan ÖTV, BSMV, dahilde alınan KDV ile şans oyunları vergisidir.

Petrolden ve doğalgazdan alınan ÖTV yüzde 330,6, şans oyunları vergisi yüzde 149,9 ve konaklama vergisi ise yüzde 238,4 oranında artmıştır. Diğerlerinin artış oranları yukarıdaki tabloda görülmektedir.

ÖTV genel toplamı ise geçen yıl aynı döneme göre yüzde 109,3 oranında artmış.

Dâhilde alınan KDV yüzde 215,6; BSMV yüzde 194,6; harçlar yüzde 76,4; damga vergisi ise yüzde 85,1 oranında artmıştır.

                                                             /././

Ayhan Bora Kaplan, polis muhbiri oldu mu? (Tolga Şardan)

17 - 25 Aralık 2013'te Gülen cemaatinin emniyetten tasfiyeye başlanması sonrasındaki personel değişimi sırasında yeni göreve gelen ekipler, Ankara'yı kasıp kavuran Aramaz'ı bir türlü yakalayamazken, muhbir olmak amacıyla şubeye gelen genç, Aranmaz'la ilgili önemli bir bilgiyi polise aktardı...

Her ne kadar Susurluk süreci kadar olmasa da ona yakın bir dönemin soruşturulması sonucunda ortaya çıkarılan dosyanın yargılamasına dün Ankara'da başlandı.

Ankara'yı son yıllardaki kasıp kavuran organize suç örgütünün lideri olduğu iddiasıyla tutuklanan Ayhan Bora Kaplan'ın yargılanmasından söz ediyorum.

Esenboğa Havalimanı'ndan yurt dışına çıkış yapacağı sırada geçen Eylül'de gözaltına alınan Kaplan ve örgütünün, epeyce bağlantıları gün yüzüne çıktı.

Hemen her suç örgütünde olduğu gibi Kaplan ve adamlarının da devletin önemli noktalarında görev yapan savcılar, hakimler, polislerle bağlantıları eylülden buyana kamuoyuna yansıyor.

Mafya - polis - yargı üçgenini net biçinde ortaya koyan tespitler var.

Bu kadarla kalsa iyi. Daha sırada üst düzey yargı mensupları, bürokratlar ve siyasi isimler konuşuluyor.

Hatta biraz daha ilerisini aktarayım; Yargıtay'da halen devam eden başkanlık seçimlerinde siyaset ve cemaatler kadar "Kaplan'la ilişkisi olduğu öne sürülen üst düzey yargı mensupları" konusunun da etkili olduğu söylemek yanlış olmaz.

Kaldı ki; Kaplan'la ilgili tek dosya yok Ankara Adliyesi'nde. Kara para aklama iddiasından tutun, kamu personelinen rüşvet vermek iddiasına kadar farklı soruşturmalar yürütülüyor.

Geçmişte örnekleri olduğu üzere; sıradan bir korsan CD satıcısıyken, devlet içindeki kimilerinin yol göstermesi ve görmemezliği sayesinde diğer çete başlarına alternatif olarak suç örgütü liderliğine kadar yükseldi Kaplan. Belki de, "yükseltildi" demek daha doğru olacak.

Çete liderinin yakalanması için polise yapılan ihbar

Ne demek istediğimi yakın tarihte, yaklaşık 10 yıl önce yaşanan bir dizi olayı aktarmak, daha kolay anlaşılmayı sağlayacak.

O günlerde henüz sokağa daha yeni çıkmaya başlayan Kaplan pek tanınmıyor. Hırsızlık ve esrar satmaktan sabıkası var polis kayıtlarında.

O zamana kadar Ankara'daki uyuşturucu ticaretini elinde bulunduran Kadir İnan, yakalanıp cezaevine girince meydan Kaplan'a kaldı.

Hatta bir iddiaya göre; Kaplan, İnan'a ait olan uyuşturucunun sahibi oldu. 2012'ye kadar korsan CD ticareti yapan Kaplan, 2014'te İnan'ın "malının" sahibi olduktan sonra sermayesini artırıp sokaklara hakim olmaya başladı.

Aynı zamanda Ankara'nın gece eğlencesinin adreslerinden Akay Caddesi'nde bir gece kulübünün de işletmeciliğini başkasının adıyla aldı.

Bu arada, Ankara'nın sokaklarında bir isim daha vardı: Bülent Aramaz.

"Öksüz Ahmet" lakabıyla bilinen Ahmet Aramaz'ın yeğeni olarak ünlenen Bülent Aramaz, başkentte canının istediği yere kurşun yağdırıyordu.

Tabii şunu da belirtmek gerekir ki; Ankara'nın yeraltı dünyası, İstanbul'daki mafya kadar ünlü olmadı.

Ne Bülent Aramaz, ne Kadir İnan, ne de Ayhan Bora Kaplan; Alaaddin Çakıcı, Sedat Peker, Sedat Şahin, Kürşat Yılmaz ve diğerleri kadar tanındı.

Ancak başkent olması sebebiyle devletle iç içe olanlar da Ankaralılar oldu hep.

Gazetelerde üçüncü sayfa haberi olmaktan öteye gidemeyen olaylar, ülke gündemine girmese de tıpkı Kaplan olayında olduğu gibi günü gelince epeyce önemli hale dönüştü.

Devam edeyim...

Tarih, Ağustos 2014, ayın 22. günü.

Ankara Emniyeti Organize Suçlarla Mücadele Şube Müdürlüğü'ne, tanıdığı bir polis memuru aracılığıyla bir genç, Bülent Aramaz konusunda ihbarda bulunmaya geldi.

17 - 25 Aralık 2013'te Gülen cemaatinin emniyetten tasfiyeye başlanması sonrasındaki personel değişimi sırasında yeni göreve gelen ekipler, Ankara'yı kasıp kavuran Aramaz'ı bir türlü yakalayamazken, muhbir olmak amacıyla şubeye gelen genç, Aramaz'la ilgili önemli bir bilgiyi polise aktardı.

Bu genç; Aramaz'ın ertesi gün, yani 23 Ağustos'ta Ankara'nın Akyurt ilçesindeki bir kır düğününe katılacağını anlattı polise. 

Aramaz, gerçekten söz konusu düğüne geldi. Ankara Emniyeti, düğüne operasyon yaptığı sırada Aramaz kaçmayı başardı.

Ancak ertesi gün 24 Ağustos'ta bu kez Dikmen'de bir evde kıstırıldı. Evden kaçmaya çalışan Aramaz, peşindeki polislerle girdiği silahlı çatışmada sokak ortasında vurularak öldürüldü.

Gelelim, Aramaz'la ilgili ihbarı yapan delikanlıya.

O delikanlı; dün, Ankara 32. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargı heyeti önüne çıkan Ayhan Bora Kaplan'dı.

Kaplan'ın muhbir olduğunun belgesi, bugün emniyet arşivlerinde. Üstelik hem Ankara Emniyeti Organize Şube Müdürlüğü, hem de Emniyet Genel Müdürlüğü KOM Başkanlığı kayıtlarında mevcut.

Hem sokakta hakimiyet, hem de devlette tanıdıklar

Önce Kadir İnan, sonrasında da Bülent Aramaz'ın saf dışı kalması sonrasında meydan tam anlamıyla Kaplan'a kaldı.

Zaten sonrasında, 15 Temmuz gecesi TRT Genel Müdürlüğü'ne davet edilmesi ve beraberinde bir grup silahlı adamıyla "darbe girişimin önlenmesinde görev alması" yolunun açılmasını sağladı.

Adı, önceki İçişleri Bakanı Süleyman Soylu ve ekibiyle sıkça anıldı. Ayrıca, dönemin Ankara Cumhuriyet Başsavcısı Yüksel Kocaman'la bağlantıları konusunda kamuoyuna yansıyan iddialar mevcut. Halen Yargıtay Başkanı olarak görev yapan Mehmet Akarca'nın, Kaplan'ın yargıdaki bağlantıları çerçevesinde Ankara Emniyet Müdürü Engin Dinç'le Yargıtay'daki makamında görüştüğünü de hatırlatayım.

Ruhsatsız silahlara ne oldu?

Bir başka iddiaya göre; Kaplan, 15 Temmuz'dan önce ve sonra ruhsatsız silahlarla yakalandı. 15 Temmuz öncesinde aracında ele geçirilen ruhsatsız silahı, şoförü üstlendi. 15 Temmuz sonrasında ise işlettiği gece kulübünde tam 7 tane ruhsatsız tabanca ele geçirildi. Ancak bu tabancaları da çalışanlar üstlenince Kaplan, hem polisten, hem de adliyeden kurtulmayı başardı!

Kaplan, 2017'de de bir ruhsatsız silahla yakalandı fakat bu kez de işin içinden başka bir oyun çıktı.

İddiaya göre; Kaplan'ın üzerinde yakalanan silahın mekanizması kullanılma hale getirildi. Elbette, para karşılığında!

Kaplan kendisini ruhsatsız silahla yakalayan ve bozulan mekanizma karşılığında 400 bin lira rüşvet verdi.

Silahın "çalışamaz" hale gelmesiyle, yine öncekilerde olduğu gibi polis ve adliyeden kurtuluverdi.

* * *

Kaplan, hakkında başlatılan tüm dosyalarda ifade verdi / verecek.

Dünden itibaren ilk yargılamada hakim önüne çıktı. Bildiklerini ne kadar anlatacak, henüz belli değil. Hakkında sadece bu dosyadan istenilen ceza, biri ağırlaştırılmış ikişer kez müebbet ve 169 yıl 6 ay hapis cezası.

Sırada diğer dosyalar var.

Acaba "Ben yandım, sizleri de yakarım" der mi?

(T24)


15 Nisan 2024 Pazartesi

Birgün KÖŞEBAŞI - 15 Nisan 2024 -

 

10 maddede seçim sonrası emeği bekleyen tehlikeler (Aziz Çelik)

“Seçimlerden sonra yoksullaştırıcı neoliberal ekonomi politikası derinleşerek devam edecek. Pahalılık artarken kemerler daha da sıkılacak ve emek gelirleri düşecek. Borç sarmalı daha da derinleşecek. İşsizlik tehlikesi büyük. Bu iç karartıcı tablodan çıkış için toplumsal muhalefetin yükselişi ve erken seçim talebi çok önemli”

31 Mart 2024 seçimleri siyasi iktidarın ve onun izlediği ekonomi politikasının yenilgisiyle bitti. Emekçiler, dar gelirliler yoksullaştıran politikalara kırmızı kart gösterdi. 9 günlük bayram tatili de bitti.

Şimdi yeni bir dönem başlıyor.

Halk desteğini kaybetmiş hükümet ne yapacak? Hükümet halkın gösterdiği kırmızı kartın gereğini yapar mı? Yoksullaştıran ekonomi politikalardan vazgeçer mi? Hiç sanmıyorum. Bu yönde hiçbir belirti yok. Hükümet şimdi seçimsiz bir 3-4 yılın hesabını yapıyor ve bu seçimsiz dönemde acı reçeteyi uygulamak niyetinde. 

Ancak toplumsal olayları mühendislik gibi tasarlayamazsınız. Toplumsal gelimeler sadece hesap kitap işi değildir. 31 Mart gibi beklenmedik tepkiler ortaya çıkabilir. Detaylı verilere ve istatistiklere gerek yok. Hükümetin izlediği ekonomi politikası emekçi sınıfları daha da yoksullaştırdı. Fiyatlar dizginlerinden boşaldı. Gelirler ve fiyatlar arasındaki bağ iyice koptu.  Geleceksizlik duygusu, umutsuzluk artıyor. Borç sarmalı derinleşiyor. Maalesef bu politikalarında önemli bir değişiklik olmayacak. Önümüzdeki dönemde olabilecekleri on maddede yazmaya çalıştım. 

1-Pahalılık artacak 

Seçimden sonra enflasyon artmaya devam edecek. Başta elektrik ve doğalgaz olmak üzere ertelenen zamlar yapılmaya başlanacak. Simit fiyatının dahi baskı yapılarak ertelendiği düşünülecek olursa seçim sonrası zam yağmuru şaşırtıcı olmayacak.  Zamlar sadece kamunun yönlendirdiği fiyatlar için söz konusu olmayacak. Vergi artışları da özellikle KDV artışları şaşırtıcı olmayacak. Hem baz etkisi hem de fiyat artışları nedeniyle enflasyon tırmanacak. Yüzde 36’lık yıllık enflasyon hedefinin tutması mucize olacak. Enflasyon tahmininde revizyon gecikse de enflasyonun kendisi gecikmeyecek.  

TÜİK’in özellikle temmuz ayı öncesinde enflasyon ölçümünde nesnel olup olmayacağı belli değil. Özellikle son birkaç yıllık enflasyon ölçümündeki şaibeler TÜİK’in enflasyon ölçümü konusunda güven vermiyor. Pek çok emek gelirinde TÜFE belirleyici olduğu için TÜİK’in enflasyonu doğru ölçmemesi yoksullaşmayı daha da artıracak. 

2-Kemer daha da sıkılaşacak/kamu harcamaları kısılacak 

Hükümetin enflasyonla mücadeledeki yegane yaklaşımı sıkılaştırma ve talebin kısılması. Bunun kamu harcamaları ve emek gelirleri üzerinde doğrudan olumsuz etkisi olacak. Bir yandan memur maaşlarını, emekli aylıklarını kısacaklar, bütçe içindeki paylarını düşürecekler öte yandan diğer kamu harcamalarında da kısıntıya gidecekler. 

Merkez Bankası tarafından 5 Nisan 2024’te Hükümete yollanan mektupta yer alan  “asgari ücretin yılda bir kez güncellenmesi, yönetilen/yönlendirilen fiyatlar ile ücret ve vergi ayarlamalarında OVP’de sunulan enflasyon tahminlerinin gözetilmesi ve para politikasındaki sıkı duruşun ihtiyatlı maliye politikası ile desteklenmesi, öngörülen dezenflasyon patikasının tesis edilmesi açısından kritik bir önem taşımaktadır” ifadesi izlenecek politikanın özüdür. 

Hükümetin ise elinde sadece çekiç var. O çekiç “talebi kısalım, enflasyon düşsün” ezberidir. Ellerinde sadece çekiç olduğu için herkesi çivi sanıyorlar. Başka araçları yok, başka yol bilmiyorlar. “Kamuda tasarruf” söylemi bu yaklaşımın sonucu. Kamu şirket değil. “Kamu tasarruf etsin” demek, kamu hizmetinden tasarruf edilsin halka hizmet azalsın demektir. Kamu harcamalarının kompozisyonun yeniden düzenlenmesi, yeniden yapılandırılması ve önceliklerinin değişmesi başka şeydir kamu harcamalarını kısmak başka şeydir.  

3-Asgari ücret temmuzda artmayacak 

Asgari ücret uzun bir aradan sonra 2022 ve 2023 yıllarında ocak ve temmuz aylarında yılda iki kez artırıldı. Gerek seçimler gerekse yüksek enflasyon nedeniyle asgari ücretin yılda iki kez artırılması kaçınılmaz oldu. Öte yandan bu asgari ücret artışlarının bizzat hükümet dahası Cumhurbaşkanı tarafından yapıldığı algısı yaratıldı ve asgari ücretin saptama yöntemi laçkaya döndü. 2022 ve 2023 yıllarında yapılan dört asgari ücret artışı Mayıs 2023 seçimleri açısından önemli bir rol oynadı.  

Ancak 31 Mart 2024 seçimlerine gidilirken asgari ücrete Temmuz 2024’te ara zam yapılmayacağı ilan edildi. Bu tutum izlenen ekonomi politikasının beklenen bir sonucuydu. Nitekim Merkez Bankası da seçimden sonra hükümete yolladığı mektupta asgari ücrete ikinci bir zam yapılmaması istendi.  İşverenler de asgari ücrete ikinci bir zamma karşı. Türk-İş’in asgari ücret için yeri göğü inletmesi ise beklenmiyor. Tersine sendikalı işçi ücretlerinin asgari ücrete yakınsaması nedeniyle asgari ücret artışında çok ısrarlı değiller. Bu durumda temmuzda asgari ücret zammı mümkün görünmüyor. 

3-Emeklilere ara zam olmayacak 

Seçimden önce emeklilere dönük çok sayıda müjde balonu uçuruldu. AKP yöneticileri sahada emeklilerin öfkesinin büyük olduğunu gördüler. Ancak hükümet sıkı para politikasından taviz vermedi ve seçimden önce emeklilere dönük iyileştirme yapılmadı. Emekli bayram ikramiyesi de beklenenin çok atında kaldı. Bunun yerine banka promosyonu gibi uydurma müjdeleri devreye soktular. Emeklilere seçim öncesi zam yapılmaması izlenen kemer sıkma politikasının katılığını gösteriyor. Kritik bir seçim eşiğinde emeklilerin oy davranışını etkileyecek adımı atmayan hükümet seçim sonrasında hiçbir adım atmaz. Temmuz ayı öncesinde emekli aylıklarında bir düzeltme ihtimali sıfırdır. Temmuzda ise yasa gereği işçi ve Bağ-Kur emeklilerine 6 aylık resmi enflasyon oranında zam yapılacak.  

Emekliler açısından kritik unsur ise halen 10 bin TL’ye tamamlanan emekli aylıklarında temmuzda yeni bir tamamlama işlemi yapılıp yapılmayacağıdır. Eğer yeni bir tamamlama işlemi yapılmazsa ve 10 bin TL TÜFE oranında artmazsa emeklilerin bir bölümü resmi enflasyon kadar bile zam alamayacaklar. 

4-Memur ve emeklileri enflasyon altında ezilecek 

Temmuz ayında kamu görevlilerini ve onların emeklilerini büyük bir sürpriz bekliyor. Enflasyonun yaklaşık 5 puan altında zam alacaklar. 18 Mart 2023’te BirGün’de yazdığım “Memurlar ve emeklileri için büyük kayıp kapıda: Tehlikenin farkında mısınız?” başlıklı yazımda Temmuz 2024’te memurları ve memur emeklileri bekleyen tehlikeyi yazmıştım. İsteyenler yazının ayrıntılarına bakabilir: tinyurl.com/2dcat8bl   

Memur-Sen, Hükümet ve Hakem Kurulunun ortak ürünü olan toplu sözleşmedeki zam formülü nedeniyle temmuz ayında memurlar ve memur emeklileri resmi enflasyon kadar bile zam alamayacak. İzlenen ekonomi politikası nedeniyle hükümetin bu kaybı telafi edecek bir yasal düzenleme yapması mümkün değil. Öte yandan Temmuz 2023’te memurlara yapılan ilave ödemenin (halen 12 bin 147 TL) emekli aylıklarına ve ikramiyelerine yansıtılmaması nedeniyle memur emekli aylıklarının maaşa oranı düşmeye devam edecek. 

5-Borç sarmalı derinleşecek 

Hükümet talebi baskılamak için kredi ve kredi kartı faizlerini yükseltse de alım gücü düşen vatandaş kredi kartına yükleniyor. Bireysel kredi kartı borçları Mart 2024 sonu itibarıyla 1 trilyon 400 milyar liraya yaklaştı. Taksitsiz borçlar 780 milyar TL oldu. Mart 2023’te kredi kartı borcu 550 milyar TL, taksitsiz borç ise 271 milyar TL idi. Böylece kredi kartı borcu bir yılda yüzde 150, taksitsiz kredi karı borcu da yüzde 187 oranında artmış oldu. Dikkat çekici olan artan kredi kartı faizlerine rağmen borçlanmanın derinleşmesidir. Derinleşen yoksulluk nedeniyle bu tefecilik sisteminin daha da derinleşeceği ve borç krizinin dahada büyüyeceğini söylemek kehanet değil. Finans kapital kazanırken dar gelirliler daha da yoksullaşacak. 

6-Emeklilikte adalet başka bahara kaldı 

Gerek kademeli emeklilik gerekse emeklilik sistemindeki diğer adaletsizlikler kolay kolay düzelmeyecek. Çünkü sosyal güvenlik sisteminin giderlerini kısmayı hedefliyorlar. Bu yüzden EYT sonrası gündeme gelen “1 gün farkla 17 yıl geç emeklik” gibi adaletsizliklerin düzelmesi ve kademeli emeklilik konusunda adım atılması kısa vadede söz konusu değil. Yeni EYT benzeri bir emeklilik düzenlemesi en azından seçime kadar gündeme gelmeyecek.  Ayrıca emekliler arasında giderek derinleşen emekli aylığı adaletsizliğini giderecek bir intibak düzenlemesi de gündemde değil. 

7-İşsizlik tehlikesi 

Seçimler öncesinde istihdam düzeyi korunmuş ve artmış olmasına rağmen buna çok kıymet atfedilmediği, bir diğer ifadeyle istihdamı korumak ve artırmanın AKP’nin oylarını korumaya ve artırmaya yetmediği görüldü. Bakılması gereken yer doğrudan istihdamdan ziyade geniş tanımlı işsiz sayısı ve oranındaki artıştır. 2024'te geniş tanımlı işsizlik pandemi dönemi hariç en yüksek düzey ve orana ulaştı. Pandemi öncesinde yüzde 20’nin altında olan geniş tanımlı işsizlik oranı pandemide yüzde 29’a kadar çıktı ve ardından Ocak 2023’te yüzde 21’e kadar geriledi. Ancak Ocak 2024’te yüzde 26,5’a yükseldi. 2023 Ocak ayında 8,3 milyon olan geniş tanımlı işsiz sayısı Ocak 2024’te 10,5 milyona yaklaştı. 1,4 milyon olan zamana bağlı eksik istihdam sayısı 3,2 milyona çıktı. 

Düzensiz ve daha kısa sürelerle çalışanlar artan ekonomik sıkıntılar karşısında daha fazla çalışmak istediler. 2023 Ocak ayında 2,9 milyon olan potansiyel işgücü 2024 Ocak ayında 4 milyonu geçti. Potansiyel işgücü iş bulma ümidini kaybeden işsizler ile referans haftasında iş aramayan ama iş bulursa çalışmaya hazır olanları ifade ediyor. Seçimler üzerinde asıl etkili olanın istihdam düzeyinden ziyade geniş tanımlı işsizlikteki hızlı artış olduğu görülüyor. Hükümetim izlediği yüksek faiz ve sıkılaştırma politikalarının işsizliği artırıcı yönde bir etki yaratacağını söylemek mümkün. Önümüzdeki dönemde hem açık hem de geniş işsizlikte artış şaşırtıcı olmayacak 

8-Daha fazla esneklik kapıda-Kıdem tazminatı yine hedefte 

Seçim sonrasında çalışma hayatında daha esnek ve güvencesiz çalışma biçimlerinin artırılması gündeme gelecek. Bir süredir Cumhurbaşkanlığı Hukuk Politikaları Kurulu ve Bakanlık tarafından hazırlıkları yapılan çalışma mevzuatı değişikliklerinin esnekliği artıracağı sır değil. Orta Vadeli Programda öngörülen esnek düzenlemeler belirli süreli iş sözleşmesinin yaygınlaştırılması gibi işverenlerin uzun süredir talep ettiği düzenlemeler yanında kıdem tazminatının Tamamlayıcı Emeklilik Sistemine (TES) aktarılarak tasfiye edilmesini de içeriyor. Seçim sonrasında bu hazıklıkların hızlanması şaşırtıcı olmayacak. İşçilere verilecek sembolik bazı tavizler karşılığında bu tip köklü değişiklikler gündeme gelebilir. 

9-Hukuksuzluk artacak 

Hükümetin hukuka dönmesi ve otoriter rejimden vazgeçmesi yönünde işaret yok. Yarattıkları yargı aygıtı adalet dağıtmıyor. AKP’nin “Kopenhag kriterleri, “AB üyeliği” diye çıktığı yolda evrensel hukuk kurallarını ve hukuk devletini “gayri milli” ilan eden Carl Schmitt özentisi bürokratik oligarşinin yargı sistemini belirlediği ucube bir yapı ortaya çıktı. İşin ironik yanı hukukta içe kapanan bu zihniyetin iktisadi alanda pespaye bir neoliberalizmin koruyucusu işlevi görmesi. Bunca yoksulluğu, adaletsizliği ve eşitsizliği hukuk devletiyle sürdürmek zor. O yüzden neoliberalizm (acı reçete) daha otoriter bir rejime ihtiyaç duyuyor. Yukarıdaki sert yoksullaştırmanın hukuk içinde yapılması zor. O yüzden daha fazla hukuksuzluğa ihtiyaç duruyorlar. 

10-Toplumsal muhalefetin rolü ve erken seçim 

Emeği bekleyen bu yakın tehlikeler karşısında birbiriyle bağlantılı iki çıkış yolu var: demokratik muhalefetin yükselişi ve erken seçim. Demokratik bir rejimin olmazsa olmazı olan toplu hak arama yolları rejimin bürokratik oligarşisi tarafından kriminalize edilmeye çalışılsa da emeğin toplu eylem yoluyla hakkını araması temel anayasal ve evrensel bir haktır. Sendikal hareketin fazlasıyla hükümet kontrolünde olması önemli bir dezavantaj olmasına rağmen “güneş çarığı çarık ayağı sıkacaktır”. Yoksullaştırıcı politikalara karşı toplumsal tepki artacaktır. 

Öte yandan hükümetin seçimlerde aldığı ağır yenilgi kısa bir süre sonra erken seçim tartışmasını gündeme getirecektir. İzlenen ekonomik politikanın yaratacağı tahribat erken seçim beklentisini artıracak ve hükümetin meşruiyetini zayıflatacaktır. Dolayısıyla önümüzdeki günlerde Türkiye’nin gündemi yapay bir Anayasa tartışması değil erken seçim olacaktır. 

                                                      *** 

BirGün’ün 20 yılı kutlu olsun! 

BirGün onca zorluğa rağmen 20 yılı geride bıraktı. Otoriter bir rejim altında 20 yıldır emekten, hukuktan ve gerçekten yana gazetecilik yapmak kolay iş değil.  Yayına başlamasından kısa bir süre sonra yaklaşık 20 yıldır düzenli olarak yazdığım BirGün’ün 20. yaşını kutluyorum. BirGün’ü bugünlere taşıyan emekçilere ve okurlara alkışlar. Nice 20 yıllara! 

                                                            /././

İran’ın İsrail’e misillemesinin anlattıkları (İbrahim Varlı)

Beklenen oldu, İran günler öncesinden duyurduğu “misilleme” saldırısını gerçekleştirdi.

300’ün üzerinde İHA, seyir füzesi ve balistik füzeyle gerçekleştirilen saldırı 1 Nisan’da İsrail’in Suriye’de İran konsolosluğunu vurmasına bir yanıttı.

Ortadoğu’da savaş çanlarının çalmasına neden olan saldırıyı pek çok açıdan okumak mümkün.

>> Bu bir “kontrollü” saldırı mıydı?

Saldırı 8 Ocak 2020’de Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani’nin intikamını almak için Irak’taki Amerikan üslerine yönelik “haberli” saldırının benzeri. İran, ABD’ye dolaylı şekilde Erbil ve Anbar’daki üslerini vuracağını bildirmiş ve saldırı sınırlı kalmıştı. Benzer şekilde dün gece pek çok noktadan havalanan Şahid dronları da adrese teslim şekilde İsrail’deki noktaları hedef aldı. Askeri hedefler dışında bir yeri vurmayacağını açıklayan Tahran’ın 48 saat içerisinde İsrail’i hedef alacağını Amerikan kaynakları günler öncesinden duyurmuştu. Tarafların tümü neredeyse saldırının kapsamı, hacmi ve planı konusunda bilgi sahibiydi. İran Genelkurmay Başkanı Bakıri de sivil yerleşim yerleri ile ekonomik bölgelerin vurulmadığını kaydederek, çok daha fazla füze atabilme kabiliyetine sahip olmalarına rağmen İsrail'e saldırının uyarı seviyesinde kalmasına çaba gösterdiklerini kaydetti. İran Dışişleri Bakanı Hüseyin Emir Abdullahiyan da ABD ve bölge ülkelerini saldırıdan 72 saat önce misillemenin mahiyeti konusunda bilgilendirdiklerini açıkladı.

>> Misilleme amacına ulaştı mı?

İran kamikaze İHA’ları ve balistik füzeleri İsrail “demir kubbesi” ve Amerikan uçakları tarafından büyük oranda havada imha edildi. Tahran saldırının amacına ulaştığı kanaatinde. Genelkurmay Başkanı Muhammed Bakıri ve İran’ın BM temsilciliği de askeri operasyonun başarıyla sonuçlandığını devamını amaçlamadıklarını açıklayarak kontrollü bir müdahaleyi teyit ettiler. Buna karşılık İsrail de savunma sisteminin başarılı olduğunu duyurdu. Kamikaze İHA’lar ve füzeler ABD desteğiyle büyük oranda imha edilmiş olsa da misillemenin amacına ulaştığı söylenebilir. Bu bir askeri gözdağıydı ve sonuçlarından bağımsız olarak mesaj yerine ulaşmış oldu.

>> Netantahu’nun planı işledi mi?

7 Ekim’den bu yana Gazze’ye ölüm yağdıran Netanyahu yönetimi her geçen gün uluslararası destek ve “meşruiyeti”ni yitiriyordu. Birçok batılı ülke İsrail’le ilişkisini sorgulamaya başladı. İspanya, Norveç gibi ülkeler bağımsız bir Filistin devletinin kurulması için seslerini yükseltiyor. Belçika, Hollanda, İtalya, Kanada ve İspanya, İsrail’le silah anlaşmalarını askıya almış durumda. İçeride ise Netanyahu’ya karşı öfke seli büyüyor. Ülke ikiye bölünmüş durumda, “Bibi”nin ülkeyi uçuruma sürüklediğini söyleyenlerin sesi çoğalıyor. Netanyahu’nun bu sıkışmışlığı aşmak için çatışmaları yayma planı içe yaramış gibi.

>> Türkiye’nin sessizliğinin nedeni?

AKP iktidarı neredeyse gün boyu sessizliğe büründü. İsrail ile ticaretin köşeye sıkıştırdığı iktidarın bu edilgen tutumunun pek çok nedeni var. Bir NATO ülkesi olarak İsrail ve İran arasında sıkışan AKP, bekle gör politikası izliyor. Para arayışındaki Saray rejimi yüzünü batıya dönmüş durumda ve 9 Mayıs’ta ABD’ye gidecek olan Erdoğan İsrail’e yüksek perdeden söz söyleyebilecek durumda değil.

>> İsrail’in İran'a karşı psikolojik üstünlüğü aşındı mı?

Bu saldırının en büyük sonucu şu oldu; İsrail, yıllardır İran'a karşı psikolojik bir üstünlüğe sahipti. Gerek İran içlerinde gerekse de Suriye, Irak, Lübnan gibi bölge ülkelerinde sık sık İran hedeflerini dilediği gibi hedef alabiliyordu. Tıpkı 7 Ekim’deki Hamas saldırısında olduğu gibi 13 Nisan misillemesi de bir eşik oldu, o psikolojik üstünlüğü yerle bir etti.

>> ‘Dokunulamaz’ İsrail efsanesi yıkıldı mı?

Bir diğer önemli sonuç ise; “dokunulamaz” denilen İsrail efsanesine darbe vurulmuş olması. 1973’teki Arap-İsrail savaşından bu yana ilk kez bir ülke İsrail’i resmen hedef aldı. Bu saldırıyla İran prestijini artırdı, Filistin’in “gerçek” hamisinin kendisinin olduğunu Arap ülkelerine gösterdi.

Tahran’daki Filistin Meydanı'nda bulunan duvar afişi, İran’ın İsrail’e İHA ve füzelerle yaptığı saldırının ardından değiştirilerek “bir sonraki tokat daha sert olacak” başlığıyla yeniden asıldı.

>> Tahran’ın Ortadoğu’daki pozisyonu nasıl etkilenir?

İran bu saldırı ile Ortadoğu’daki pozisyonunu güçlendirdi. Aynı zamanda “İran, intikam alacağız diyor ama yaptığı bir şey de yok" söylemlerine de son vermiş oldu. İçeride ekonomik kriz, toplumsal huzursuzluklar gibi nedenlerle zorlu bir dönemden geçen Molla rejimi intikam isteyen kendi kamuoyunun gazını aldı. Toplumsal sorunları bir süreliğine de olsa “güvenlik” şemsiyesi altında görünmez kılmayı başardı. Benzer şekilde Hizbullah’tan Husiler’e, Haşdi Şabi’den Filistin’deki İslamcı örgütlere “vekil aktörler”i de cesaretlendirdi.

>> Ne İsrail Siyonizmi ne Molla despotizmi mi?

Ne kendi halklarına kan kusturan İran’daki Molla rejiminin ne de İsrail’deki aşırı sağcı faşist Netanyahu yönetiminin savunulacak yanları var. Bu iki gerici despotik rejimin kapışmasından da insanlık yararına bir şey çıkmaz. Ancak İran veya farklı bir aktörün sırtını ABD emperyalizmine dayamış İsrail gibi devletlere yanıt vermesi önemli. Gerek Amerikan emperyalizmine gerekse de bu gücün desteğini arkasına alarak Filistin’e kan kusturan Siyonist İsrail yönetimine –İsraillilere değil- vurulan her darbe önemli. Amerikan emperyalizmine de, İsrail siyonizmine de, İran dinci despotizmine de hayır. Her türden gericiliğe karşı mücadeleyi yükseltmekten başka çare yok.

>> Bu saldırı topyekûn bir savaşa dönüşür mü?

Karşılıklı çatışmaların topyekün bir savaşa dönüşmesi mevcut jeopolitik denklemde zor. Böylesi bir savaşın her iki ülke ve tüm küresel sistem açısından faturası oldukça ağır olur. Ukrayna savaşı ile cebelleşen, enerjisini Hint-Pasifik’e ayıran ABD de Ortadoğu’da bölgesel bir savaştan şimdilik yana değil. Son söz; Ortadoğu’daki iki gerici yönetimin karşı karşıya geldiği bu çatışmanın kazananı küresel güçler, emperyalistler, bölgesel despotlar, kaybedenleri ise yine her zamanki gibi halklar olur.

                                                   /././

3. Dünya Savaşı: Korku mu, arzu mu? (Selçuk Candansayar)

Yedinci ayında olan İsrail-Hamas çatışması hafta sonu yaygınlaşma riski içeren bir derinliğe evrildi. İran, Şam’daki temsilciliğine yönelik saldırıya misilleme olarak ilk kez doğrudan İsrail topraklarına saldırı düzenledi. Saldırının bence en önemli yeniliği İran’dan yola çıkan droneların saatlerce süren yolculuklarının eşzamanlı olarak sosyal medyada takip edilmesiydi. 

İran’ın saldırısı bir zarar ya da yıkıma neden olmadı. Handiyse “göstermelik” bir misilleme olarak değerlendirenler çoğunluktaydı. Bu garip halin sonucunda komplo teorilerinin bini bir para oluverdi. Derin mi derin analizleriyle kimsenin göremediğini gören kerameti kendinden menkullerin ağzını sulandıran bir hava esti. Öyle ki, Hakan Ural ile bu alanda çalışan akademisyenleri ortaklaştıran bir muamma oluştu. 

Komplo teorileri ve analiz patlatmalarını bir yana bırakırsak “olay” hakkında verilen tepkilerin bir diğer boyutu 3. Dünya Savaşı’nın (3DS) başlayıp başlamadığıydı. Ek olarak 3DS’nin çoktandır başladığını, Hamas, İsrail, İran, ABD çatışmasının bu savaşın sadece yeni bir aşaması olduğunu söyleyenler de oldu.  

                                                     ***

Sosyal medyadaki mavi tiksiz hesaplarda 3DS ile ilgili yorumlara yakından bakıldığında olası bir dünya savaşına karşı gösterilen tepkilerde korku kadar bir tür arzu da olduğu görülüyor. “Çıkarsa çıksın, çıksın da bitsin, çıksın da ne olacağını görelim” benzeri ifadeler hiç de az değil. 

Savaştan korkanlar kadar savaşı arzulayanların da olması yaşadığımız zamanın temel duygusunun “kaygı” olduğunu gösteriyor. Kaygı hissi geleceğe yönelik olarak yaşanılsa da aslında “şimdi” ile ilgilidir. Şimdi kendimizi nasıl hissediyorsak geleceğe o gözle bakarız. Şimdi bilinçli ya da bilinçdışı olarak kendimizi güçsüz, güvensiz ya da yetersiz hissediyorsak, gelecek de gözümüze başa çıkamayacağımız bir “tehlike” olarak görünmeye başlar. Olası gelecekte her ne olacaksa olsun üstesinden gelemeyeceğimizi hissediyorsak bugünden korkmaya başlarız. 

Misal, bir öğrencinin on gün sonraki sınavla ilgili bugünden kaygılanmasının nedeni, sınav yapılacak konular hakkında bugün kendisini bilgisiz hissetmesidir. Aynı öğrenci, çalışma öğrenme becerisinin yetersiz olduğunu düşünürse, önündeki on gün boyunca sınav konularını öğrenemeyeceğini içten içe hissederse, kaygısı katmerlenir ve bu kaygı ders çalışma becerisini de bozar. Bu kısır döngü sınav gününe kadar giderek şiddetlenerek kıyamet paniği hissine yol açar. Bir noktada öğrencinin tek beklentisi artık geçip kalmak değil sınavın olup bitmesidir. 

                                                       ***

Bugün dünya halkları egemenler arası çatışmalara karşı kendilerini güçsüz, çaresiz ve en önemlisi “bir başına” hissediyorlar. Dünyanın düzen(sizliğ)i içinde o denli yapayalnızlaşmış durumdalar ki, ne olup bitene, ne de olacak olması muhtemel olanlara karşı çıkabilecek bir güçleri yok sanıyorlar. Her geçen gün bir egemenin diğerine saldırdığı bir dünyada, vekâlet savaşları, düşük yoğunluklu çatışmalar, ticaret boykotları, ambargolar, göçmenler, mülteci akınları, savaş droneları ve hepsini aşan örtük bir nükleer savaş riski gibi kavramların, analizlerin, teorilerin altında kendilerini daha da yalıtılmış, yalnızlaştırılmış ve güçsüz, hem de çok güçsüz ve çaresiz hissediyorlar. Öyle ki “ne olacaksa olsun yeter ki bu kaygı geçsin” aşamasına gelmek üzereler. 

Ne olacaksa olsun hissinin en önemli tehlikesi otoriter/karizmatik ve şiddet yanlısı liderliklere yönelik eğilimin artmasıdır. Tek başına ölümü beklemektense bir liderin ardında grup içinde eriyip “kimliksizleşip” öldürmeye giderek kendisini koruyabileceğini sananların sayısını artırabilecek bir dönemdeyiz.  

Egemenler halkları birbiriyle savaştırırken, savaştan en çok korkanları yine bu yolla savaşa ikna ediyorlar. Kaygı içinde beklemektense savaşın yıkımından sağ çıkma umuduna tutunmaktan başka çare bulamayanları savaşa çekiyorlar. “Ardımdan gelmezsen öleceğin kesin ama benim için öldürürsen belki sağ kalma olasılığın olabilir” demeye getiriyorlar. 

Yapayalnız insanlar gerçekten sağ kalmanın ancak savaş çıkmazsa mümkün olduğuna inanamaz. Bu inancı onlara altına sığınabilecekleri din, dil, etnisite ayrımı olmayan büyük bir barış çadırı kuranlar verebilir. Sağ kalmak için öldürmek zorunda değiliz, ne maktul olmak istiyoruz ne de katil diyerek çağıran bir barış çadırı. 

(BİRGÜN)

Cumhuriyet KÖŞEBAŞI - 15 Nisan 2024 -

 

İsmi lazım değil! (Barış Terkoğlu)

Deterjanla ovuyorsun, çamaşır suyuna basıyorsun lekesi çıkmıyor. Sonunda çöpe atmamak için yer bezi yapıyorsun. Lekeyi lekeliyle temizliyorsun.

Türkiye, günlerce “o”nun verdiği yargı kararlarını konuştu. Bir öyle hüküm verdi, bir böyle. Arada olan oldu. Ülke ayağa kalktı. Neyse ki akıl galip geldi de tablo değişti.

İyi de oturup konuşmamız gerekmez mi? Nasıl oldu da görünen köyler kılavuzlara mahkûm oldu.

Hakkında çok şey yazıldığını, herkesin başka bir şey söylediğini görünce onu yakından tanıyan yargı mensuplarını aradım. Adını yazmıyorum. “o” diyorum. Çünkü malum, Türkiye’de kimi yargı mensuplarını konuşma tabusu var. Ellerindeki gücü kendilerini korumak için kullanıyorlar. Zaten mesele kişi değil, hikâyenin kendisi.

Sosyal medyaya yansıyanları zaten okudunuz. Ötesine geçelim.

KAPATILAN RÜŞVET KONUŞMALARI

İlk hikâyeyi şöyle anlatayım...

Adliyeye bir dolandırıcılık dosyası geliyor. Elbette soruşturmada telefon kayıtları, yazışmalar inceleniyor. Savcı bir de ne görsün! Dolandırıcılık şüphelisinin, “o”nunla dosyasının kapatılmasına dair mesajları var. Devreye adliyeyi yöneten iki kritik savcı giriyor. Dosya kapatılıyor. Aslında olan bitenin HSK’ye iletilmesi gerekirken iletilmiyor. Böylece “o”nun rüşvet aldığı iddiasının olduğu dosya buharlaşıyor.

İkincisi bir başkasından. “O” sadece bir yargı mensubu değil. Adliyede önemli komisyonlarda da görevliydi. Bu seferki olayda bir hâkim, elindeki dosya nedeniyle hatırlı bir kişiyle karşı karşıya geliyor. “Hatırlı kişi”, verilmesi gereken kararı hâkime telkin ediyor. Hâkim, namuslu davranıyor. Kararlarının bağımsız olduğunu, telkin edilen kararı vermeyeceğini söylüyor. Gelgelelim hatırlı kişi, “o”nunla görüştüğünü, çıkması gereken karar konusunda anlaştığını ve söz konusu hâkim istediği kararı vermezse “o”na şikâyet edeceğini söylüyor.

Üçüncü hikâye adliyedeki bir başka mahkemeden. “O”, müdahale etmek istediği bir dava için asliye ceza hâkimi izindeyken “kendisi adına usulsüz yetkiyle iddianame kabulü” yapıyor. Yetmiyor, yönlendireceğini düşündüğü hâkime sık sık telkinlerde bulunuyor. Sonunda sert bir şekilde reddediliyor.

UYUŞTURUCU DAVALARINA MÜDAHALE

Dördüncü hikâye, mahkemesini yakından izleyen bir yargı mensubundan: “Duruşma savcılarının tecrübesiz olmasını isterdi. Özellikle bazı uyuşturucu davalarında beraat mütalaası almak için yönlendirirdi. Eğer dosyada üye hâkimlerden muhalif olan varsa dosyayı karar vermeyerek ertelerdi. Mahkemesindeki hâkimlerden tecrübeli olan bir hâkim onunla bu konularda karşı karşıya geldi. Gelgelelim ‘o’, sürtüştüğü hâkimi, Adalet Bakanlığı’nda bağlantılı olduğu tanınmış bürokrat sayesinde Şanlıurfa’ya sürdürdü.”

Özel hayatıyla ilgili meselelere girmiyorum. Kimi hâkimler için soruşturma konusu olan ve herhangi bir yurttaş için suçun sınırlarında dolaşan olaylar nedense onun için hiç sorun olmamış.

Adı adliye dışında “taksitçi” lakabıyla anılan yargı mensubu “o” hakkında meslektaşlarından dinlediklerimden yazabildiğim kısımlar böyle.

Tanıyanlar keşke hakkındaki soruşturma iddiaları doğru çıksaydı diyor. Belki tanıklarla konuşulur, belki kapatılan dosyaları açılır, belki şikâyetler yeniden incelenirdi...

LEKELİLERE YAPTIRILAN KİRLİ İŞLER

Peki buradaki ana mesele ne?

Elbette kişi meselesi değil. Daha önce de bu köşede defalarca okudunuz. Evet, Türkiye’de yargının kalitesi hep tartışma konusu oldu. Ama son yıllarda özel seçilmiş bazı mahkemeler farklı bir şey yaşadı. Kimi cemaatlerin, kimi partilerin, kimi nüfuzluların istediği kararı aldırabildiği, gerektiğinde kendi kararlarını bile kaldırabildikleri hale dönüştü.

Bu süreçte, siyasi ya da cemaat militanları dışında, yeni bir hâkim tipi belirdi: Geçmişine dair leke taşıyanlar.

Geçirdikleri soruşturmalar yukarıdaki isimlerce kapatılan, haklarında somut iddialar araştırılmayan, görevde kalmalarını bağlantılarına borçlu olanlar.

İşte bunlar birer kullanışlı aparata dönüştü. İstenilen kararı istenilen zamanda veriyorlar. Ülkenin demokrasisi, bağlı olduğu anayasa, uygulamak zorunda oldukları ceza kanunları umurlarında bile olmuyor. Geçmişte verdikleri açıklar, taşıdıkları lekeler, onları kurtaranlara borca dönüşmüş durumda. Haliyle istenilen zamanda istenilen kararı vermekle kalmıyorlar, gerektiğinde aradan yıllar da geçse kendi kararlarını bile değiştirebiliyorlar. Yargının cemaat ve siyaset bağlarından kurtulması kadar, bu lekelilerden kurtulması da önemli. 

İşte benim “o” dediğim kişinin anlaşılamayan ama çok konuştuğumuz kararlarının ardında da bu lekeli hal var. İyi haber ise şu, emin olun “o” gibiler sayıca yargının çoğunluğunu oluşturmuyor.

İnancını, ideallerini, en önemlisi aklını yitirmiş bir sistem ancak lekeli insanların omzunda yükseliyor.

                                                   /././

‘Eksikliği’ arzulamanın absürtlüğü ya da 2024’ten 1921’e (Ergin Yıldızoğlu)

Muhalefet bayram ziyaretlerini tamamlayıp dört yıllık hesaplara dalarken siyasal İslamın “yeni anayasa” arzusu gündeme oturmaya başladı. Siyasal İslamın partisi AKP’nin önde gelenlerinden TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş“Şimdi tekrar, aynen 1921 Anayasası’nda olduğu gibi Türkiye’nin katılımcı, güçlü bir anayasa yapma imkânı bu Meclis’te vardır” dedi.

Siyasal İslamın entelijansiyasının malum sorunu yine nüksetti. “Gerçeklikle”, gerçekliğin anlıklarında, ideolojinin, filtresinden geçerek oluşan resmi arasında derin bir uyumsuzluk söz oluştu. Yine düşündükleri şeyin “gerçek” olduğuna inanmaya başlıyorlar. Yine ülke “Bir deli kuyuya bir taş atmış, on akıllı akıllı çıkaramamış” durumuna doğru sürüklenmeye başladı.

ANAYASA VE TARİH

“Anayasa”lar iki anlamda tarihseldirler! “Anayasa” tarihsel olarak kapitalizmle, feodal egemenin (adamın, hanedanın) egemenliğini sınırlama arzusu ile bireysel ve ekonomik özgürlükleri genişletmekle ilgilidir. İkincisi, bir anayasa o toplumun, belli bir tarihsel “durumundaki” sınıflar matrisinin çelişkilerini, kültürel birikimini, sosyoekonomik “bütünlüğündeki” gerginlikleri, kapitalizminin gelişmişlik ve başka üretim tarzlarıyla “eklemlenmişlik” düzeyini, hatta kapitalist/emperyalist sistem içindeki konumunu yansıtır.

Anayasa, kapitalist sınıflarla, kapitalizmin eklemlendiği üretim tarzlarının sınıflıları arasındaki, temel ekonomik siyasi çelişkilerin (egemenlik ve sömürü ilişkilerinin) yeniden üretiminin yasal güvencesini sunar, olan rejimlerin sürekliliğini korumayı amaçlayan, “güçler ayrılığı” sisteminin yasal çerçevesini oluşturur. Kısacası anayasa kapitalizmin ekonomik siyasi kültürel yeniden üretim sürecinin çok önemli bir parçasıdır.

1921’deki daha sonra Türkiye olacak coğrafyanın içindeki, sınıflar matrisinin çelişkilerini, kültürel birikimini, birbirine eklemlenmiş üretim tarzları ve ilişkilerinin türlü sınıf ve kültürlerinin birlikte oluşturduğu sosyoekonomik yapı içindeki gerginlikleri, hatta bu yapının kapitalist/emperyalist sistem içindeki konumunu, 2024 Türkiye’siyle karşılaştırmaya başladığımızda, Numan Kurtulmuş’un önermesinin absürtlüğü hemen ortaya çıkar.

Bu bağlamda, 1921 Anayasası’na, ne gerekçeyle (ki “daha katılımcı” olduğu doğru değildir) olursa olsun geri dönme arzusu, işte bu yüzden tarihsiz (tarih dışı) ve talihsiz bir arzudur.

‘BUNU İSTİYORSUN, ASLINDA NE İSTİYORSUN?’

Psikanalistin, analiz edileni dinlerken aklında hep şu soru vardır: “Bunu diyorsun ama aslında ne diyorsun?” Analiz edilen de bu sorunun cevabını bilemiyorsa, analist o cevabı bulmasına yardımcı olmaya çalışacaktır.

1921 Anayasası’na dönmeyi arzulayan siyasal İslamın entelijansiyasına “Sen bunu arzuluyorsun ama aslında ne arzuluyorsun” sorusuyla yaklaştığımızda, onun, aslında 1921 Anayasası’nı, içerdiklerinden değil, içermediği şeylerden, onu izleyen anayasalarla kıyaslandığında “eksikliklerinden” dolayı arzuladıklarını görüyoruz.

Bu bağlamda, Sinan Meydan arkadaşımız yazısında, 23 maddelik anayasada, 12 “eksiklik” saptıyor (12/04). Ben bu “eksikler” listesindekilerden yalnızca birkaçını aktarmakla yetineceğim:

1921 Anayasası’nda, “vatandaşlık” tanımı, laiklik, cumhuriyet kavramı, güçler ayrılığı, yargı organları, temel hak ve özgürlükler, kadınların siyasal hakları eksiktir. Atatürk ilkeleri olarak anılan “kurucu ilkeler” yoktur. “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” ama bunun nasıl kullanılacağı belli değildir. Anayasanın kurduğu rejimin tanımı yoktur, hatta yeni bir rejim kurup kurmadığı da belirsizdir. Devletin başkenti Ankara değildir.

Bu eksikleri, bugünkü koşullarda bir araya koyunca da karşımıza, laikliği, kadın haklarını ve diğer hak ve özgürlükleri, “ruh”, madde ve mekân olarak cumhuriyeti dışlayan bir meşruti-monarşi gibi anakronik bir devlet biçimi, bir dinci “restorasyonu” tamamlamayı amaçlayan son bir “cephe savaşı” hamlesi, “süreç olarak faşizmin” son durağı çıkıyor. TEHLİKE ÇOK BÜYÜK!

                                                   /././

Analiz: Beklenen oldu! (Ergin Yıldızoğlu)

Devletler arası ilişkilerin doğası gereği İran İsrail’in 1 Nisan saldırısına cevap vermemezlik edemezdi. Elçilik, ülke toprağı sayıldığından, İsrail; İran’ı kendi toprağında vurmuş oluyordu. Öyleyse İran’ın cevabı da aynı biçimde olmalıydı. Ancak ortada üç soru vardı: İran, hemen mi cevap verecek yoksa zamana yayarak vekillerini mi kullanacak? Cevabın şiddeti durumu kurtaracak, İsrail’in misilleme yapmasına gerek bırakmayacak düzeyde mi kalacak? Yoksa İran bugün kadar görülmemiş şiddette ve etkinlikte bir vuruşla büyük can kaybına yıkıma yol açarak İsrail’in başlattığı tırmanmayı hızlandıracak mı?

İran’ın cevabı hem geniş çaplı hem de İsrail’e fazla zarar vermeyecek biçimde gerçekleşti. İran, İsrail misilleme yaparsa daha şiddetlisi gelecek derken cevabını sınırlı tuttuğunu, süreci burada kapatmak istediğini ifade ediyor. İsrail’in saldırıdan yedi saat sonra hava sahasını tekrar ticari uçuşlara açmış olması da benzer yönde yorumlanabilir. Biden’in G7’yi “diplomatik” tutum belirlemek için toplama çağrısı ABD’nin de bir tırmanmadan yana olmadığına işaret ediyor.

Tüm bu gelişmelerin bir boyutu daha var: İran saldırısı karşısında İsrail’i korumak için ABD ile Avrupa ülkelerinin yanı sıra Sünni-Arap ülkelerinin teknolojik kapasitelerinin de devreye girdiği aktarılıyor. Eğer bu sonuncu istihbarat doğruysa, Gazze soykırımına, yıkıma karşın İbrahim Anlaşması’nın hâlâ ayakta olduğu, Sünni Arap rejimlerinin gözünde Filistin halkının pek bir değeri de olmadığı anlaşılıyor.

Diğer taraftan İsrail’in hava savunma kalkanı kendini kanıtlıyordu, kimi uğursuz ittifaklar ayaktaydı ama Haaretz’de bir yazarın vurguladığı gibi bir tabu da kırılmış oluyordu: Otuz üç yıl sonra ilk kez bir ülke İsrail’i doğrudan hedef aldı!

Bunlar aktörlerin özgün niyetlerini göz önüne almayan soğuk kanlı gözlemler. Ancak bir adım geri çekilip bakınca resim biraz daha karmaşıklaşıyor: 7 Ekim’e kadar geri gidersek Hamas’ın bu kadar kanlı ve maksadını çok aşan saldırıyı ya da vahim hesap hatasını (ki bu uzak bir olasılıktır) Gazze’de gittikçe aşınmakta olan iktidarını Gazze halkının canı pahasına canlandırmak, İsrail ile Körfez ülkeleri arasına başlamış yakınlaşmayı bir bölgesel savaşı tetikleme pahasına sabote etmek için düzenlemiş olduğunu görebiliyoruz.

Netanyahu’nun ise tek amacı vardı: İktidarda kalıp hapse düşmekten kurtulmak. Bu amaçla Ben GvirSmotrich faşitlerine yönetimi teslim ettti, onları Gazze ve Batı Şeria’da etnik temizlik ve soykırım politikasını kabullendi. Böylece İsrail’in dünyadaki yumuşak gücünü tamamen yok etti, uzun dönemli güvenliğini, hatta bekasını bütünüyle tehlikeye attı. Netanyahu, devam edebilmek için savaşı tırmandırmak istiyordu ama Hizbullah ve diğer İran vekilleri saldırılarını düşük düzeyde tutuyor, tırmanmaya fırsat vermiyorlardı. Bu koşullarda, çatışmaları ABD’yi bölgede doğrudan taraf olacak biçimde içine çekecek, İsrail’in Batı kamuoyunda yalnızlaşması sürecini tersine çevirecek yönde tırmandırmak gerekiyordu. Netanyahu bu amacına İran’ı doğrudan savaşa girmeye zorlayarak ulaşabileceğini düşünüyordu.

Bunları göz önüne alarak bakınca, eğer ABD’nin İsrail üzerindeki basıncı, İran’a yönelik tehditleri etkili olmazsa, ki olmayabileceğini düşünmek için çok neden var.

Şimdi Netanyahu rejiminin İran’a daha sert bir cevap vererek savaşı daha da tırmandırma olasılığı yüksek. İlk anda gelen haberler, İran’ın İsrail’e yönelik saldırısının İran ekonomisini vurmuş, halkta temel gıda maddelerine doğru stoklama paniği yaratmış olduğu anlaşılıyor. Batı Şeria ve Refah’a girmek için çırpınan Gvir ve Smotrich faşistlerinin Netanyahu üzerindeki basıncı da göz önüne alınca, çatışmaların karşılıklı vuruşlarla devam ederek yayılma olasılığı hiç de zayıf değil!

                                                 /././

İran, İsrail’in dokunulmazlığını deldi (Mehmet Ali Güller)

İran’ın 14 Nisan’da İsrail’e yaptığı SİHA ve füze saldırısını altı maddede inceleyelim:

1) Öncelikle İran’ın saldırısı uluslararası hukuk düzlemi içindedir; İsrail’in 1 Nisan’da Şam’daki İran konsolosluğuna düzenlediği terör saldırısına hukuk temelli yanıttır; BM’nin 51. şartının meşru müdafaa hakkına dayanmaktadır.

İRAN SAVAŞ AÇMADI, YANIT VERDİ

2) İran’ın amacı İsrail’e savaş açmak değildi, diplomatik temsilciliğine düzenlenen saldırıya yanıt vermekti. Dolayısıyla verilecek askeri yanıt belli sınırlar içinde olmalıydı.

Yanıt öyle olmalıydı ki hem Netanyahu’ya koz verilmemeliydi, hem de İsrail’e İran’ın yapabilecekleri gösterilmeliydi.

Çünkü Netanyahu’nun amacı zaten İran’ı kışkırtmaktı. İran ölçüsüz yanıt verirse, bu ABD’yi İran’a yanıt vermeye zorlayabilirdi. İsrail’in en büyük arzusu, Ortadoğu’da ABD’nin fiilen kendi yanında gireceği bir bölgesel savaş kışkırtmaktır.

Diğer yandan İran’ın ölçüsüz yanıtı, siyasi çıkmazdaki Netanyahu’ya alan kazandırırdı; Batı ülkeleri İsrail’in etrafında kenetlenirdi. Hem içeride hem dışarıda yalnızlaşan Netanyahu için ölçüsüz bir yanıt, siyasi ilaç olurdu.

3) İran devleti, Netanyahu’nun tuzağına düşmeyen bir alt ölçü ve muhataplarına askeri kabiliyetini gösteren bir üst ölçü arasında yanıt hazırladı: Yakın bölgedeki bir İsrail hedefine değil, doğrudan İsrail’e yöneldi.

Böylece İran meşru müdafaa hakkını, ilk kez doğrudan İsrail’e “ulaşarak” kullanma fırsatına çevirmiş oldu. Hem İsrail’e ama daha önemlisi hem de ABD’ye, 2 bin kilometreye yakın uzaklıktaki İsrail topraklarını vurabileceğini gösterdi. Bir savaş durumunda İran’ın İsrail’in her yerini vurabileceği ortaya çıktı. Ama aynı durum, derinliği fazla olan İran için geçerli değil.

İRAN ‘CAYDIRICILIK’ KAZANDI

4) İran’ın attığı 200’den fazla SİHA ve füzeden kaçının İsrail’i vurduğunun çok önemi yok. İsrail hükümeti “Yüzde 99’unu engelledik” diyor, ABD kaynaklarına göre ise yüzde 7’si hedefine ulaşmış olabilir.

Kaldı ki İsrail’den ziyade İran saldırısını hafifleten ABD’ydi. ABD, İngiltere ve Fransa’yla birlikte, İran füzelerini Suriye’deki, Ürdün’deki üslerinden füzelerle ve uçaklarla engellemeye çalıştı. Unutulmamalı, Türkiye’deki Kürecik Radarı dahil pek çok ABD/NATO tesisi fiilen İran’a karşı İsrail’i savunmaktadır. İran’dan kalkan her füze Kürecik dahil bölgedeki üslerden izlenmektedir.

İran’ın kaç füzesinin hedefini vurduğunun çok önemi yok; asıl önemli olan İran’ın o mesafeden vurabildiğini göstermiş olmasıydı. Artık İsrail ve ABD de biliyor ki İran saldırı ölçeğini büyük tuttuğu anda tablo bambaşka olacaktır. İşte Tahran’ın asıl kazancı bu caydırıcılıktır.

Nitekim ABD yönetiminin İsrail hükümetine “sakın yanıt verme” ültimatomu bundandır, “Yanıt vermeye kalkarsan bizim desteğimiz olmayacak” uyarısı bundandır.

TEKNİK YÖN

5) İran’ın İsrail’i vurması, Netanyahu’yu Gazze konusunda daha da sıkıştıracaktır. Şimdi özellikle Avrupa ülkeleri, savaşın bölgelleşme riskini görerek, İsrail’i Gazze’de ateşkese zorlayacaktır. Çünkü AB’nin başı, Ukrayna cephesinin zorluklarıyla yeterince dertte zaten.

Netanyahu’nun her şeye rağmen kendi siyasi geleceği için İran’a yanıt vermeye kalkması ise İsrail’de taşları geri dönülmez şekilde yerinden oynanacaktır.

6) İşin teknik boyutu dikkat çekici. İran füzeleri uydu bağlantılı herhangi bir GPS sisteminin güdümünde hedeflerine yönelmediler. Tıpkı ABD’nin Tomahawk seyir füzeleri gibi hedeflerini önceden yüklenmiş haritalara göre optik aygıtlarla saptadılar.

1979 DÜZENİNE DARBE

Sonuç olarak İran, İsrail’i vurarak sadece diplomatik temsilciliğine yapılan terör saldırısına yanıt vermiş olmadı, daha önemlisi İsrail’in ABD kaynaklı dokunulmazlığını delmiş oldu.

Böylece ABD’nin 45 yıldır inşa etmeye çalıştığı 1979 düzeni büyük yara almış oldu.

(Cumhuriyet)