19 Nisan 2024 Cuma

Evrensel KÖŞEBAŞI - 19 Nisan 2024 -

Karanlıktan kurtulma hakkı köy enstitüleri: Yer Demir Gök Bakır (Tarık ÖZYILDIRIM)

Köy enstitüleri 1940 17 Nisan’ında Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in büyük gayreti sonucu “Yurdun ücra köşelerinde kendi kendine açan solan çiçek bırakmayacağız” düşüncesiyle kurulur.

“…Evimizde tek kitap yoktu, cumhuriyet beni götürdü, açtığı köy enstitülerinde eğitti, elime kalem verdi. Yurdun yazarları arasına kattı. Şimdi düşünüyorum, yokluktan geliyorum” der Fakir Baykurt, kendi yaşamını, aydınlık mücadelesini kaleme aldığı Benli Yazılar’da. Yer demir, gök bakır olduğu zamanlarda Yaşar Kemal’in deyimiyle Fakir Baykurt ve Fakir Baykurt gibi çocuklar “Kara kuru, gıdasızlıktan, açlıktan, zulümden gelmişlerdi. Dövüşün, yenilginin çaresizliğinden gelmişlerdi. İmkansızlığın çaresizliğinden gelmişlerdi.” Köy çocuklarının gözünde bu yoksulluğun ve yoksunluğun tek çaresi köy enstitüleri olur.

1936-1937’de açılan öğretmen ve eğitmen okullarının faydaları görülünce köy enstitülerinin önünde herhangi bir engel kalmaz. İlköğretim Genel Müdürlüğüne getirilen İsmail Hakkı Tonguç’un tek hedefi: “Yaparak, yaşayarak, üreterek öğrenme” olur. Köy enstitüleri 1940 17 Nisan’ında Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in büyük gayreti sonucu “Yurdun ücra köşelerinde kendi kendine açan solan çiçek bırakmayacağız” düşüncesiyle kurulur. Mecliste 3803 no’lu Köy Enstitüleri Yasası çıkarılırken Yücel’e yapılan en büyük eleştiri, bu enstitülerde sadece köy çocuklarının okutulmasının sınıf farkı yaratacağıydı. Yücel, buna cevap olarak “...Köylüye eğitim vermek sınıf ayırımı yaratmaz, var olan farklılığı ortadan kaldırır” der.

‘BAŞKASINA KÖLE OLMADIK’

İsmail Hakkı Tonguç ilköğretim genel müdürü olur olmaz okuma hakkını hayata geçirmek için hemen kolları sıvar. Talip Apaydın “Karanlığın Kuvveti Köy Enstitüleri” adlı eserinde bu azim dolu insan için “1940 yılından sonra yüzlerce yıldır hiçbir devletlinin, hiçbir sorumlunun aklına gelmeyen bu yurt köylerine uygarlığın ilk elini uzatan, insanca yaşamının ilk tohumunu atan bahçıvan Hakkı Tonguç’tur” der. Bakan Hasan Ali Yücel’le beraber Türkiye’nin her bölgesine köy enstitüleri kurar. Ezber ve teori eğitimi yerine “işte eğitim” şiarıyla hareket eder. Enstitünün daha ilk sınıfından itibaren çocuklara marangozluk, inşaat ve demircilik dersleri verilir. Enstitülü çocuklar, bütün zorluklara göğüs gererek kendi okullarını, kendileri inşa ederler. Çocukların çalışma koşullarını eleştirenlere karşı bu okullarda yetişen Talip Apaydın şöyle cevap verir: “Köy enstitülerinde başkalarına ırgatlık yapmadık, kendimiz için çalıştık. Kendi yaptığımız binalarda okuduk, yattık, dinlendik. Kendi diktiğimiz fidanların meyvesini yedik. Başkasına köle olmadık.”

ONLAR ÜMİDİN DÜŞMANIDIR

1946 yılına gelindiğinde çok partili hayatla beraber iki ideolojinin çatışması başlar. Milli Eğitim Bakanı Yücel görevinden alınır, çocukların Tonguç Babası da bir liseye resim öğretmeni olarak tayin edilir. Köy enstitüsünün işleyişi de bu görevden alınmalarla bozulur, çevrilen klasikler yakılır, Sabahattin Ali, Nâzım Hikmet gibi yazarlar kütüphaneden çıkartılır, kız erkek okulları ayrılır. Yücel’den sonra bakanlığa getirilen Tahsin Banguoğlu da enstitüleri komünist yuvası olarak görür. Komünistlik ya da ahlaksızlık üzerinden yıpratılan enstitülerin kapanmasının gerçek nedenini bir dostuna şöyle açıklar Tonguç: “Biliyor musun politikacılardan çoğunun ödü kopuyor, biliyorlar ki ileride kendileri gibisini seçmeyecekler.” 

Evet, en çok da karanlıkçıların, ağaların, toprak beylerinin ödü kopuyordu. Talip Apaydın egemen sınıfın bu korkusuna anılarında değinir. Okulu bitirip köyüne döndükten sonra ağanın oğlunun köylüyü ezdiğini, onlara zulüm ettiğini görünce yakasına yapışır ve ondan hesap sorar Apaydın “Görün işte dedim. Böyle yapacaksınız, sinmeyeceksiniz, yılmayacaksınız, kul olmayacaksınız. Hep birlikte böyle yaparsanız bunlar uyuz ite döner” der.

Köylünün aydınlandığını gören toprak ağaları, şeyhler, feodalitenin yardakçıları enstitünün kapanması için siyasi çevreleri devreye sokar. 1950’de Demokrat Parti iktidara gelince Menderes seçim meydanlarında propaganda amaçlı söylediği “Köy enstitülerini kapatacağım” vaadini gerçekleştiriverir. Gelinen bu karanlık dönemi Nâzım’ın dizeleri en iyi anlatır: “Onlar ümidin düşmanıdır, sevgilim,/akar suyun,/meyve çağında ağacın,/serpilip gelişen hayatın düşmanı.”

Tonguç Baba, enstitüleri kurduktan sonra yurt bahçesinin ak güllerine kara sinek kondurmamalıyız dediği noktada karanlıklar, karanlıkçılar kapının aralığında olanca hızıyla giren umut ışığını, aydınlığını boğmaya çalışır. Yalnız köy enstitüleri bu karanlığa karşı 1940’tan 2024’e 84 yıl geçse de Fakir Baykurt’un dediği gibi “Kurumlar boğularak öldürüldü ama düşünceleri kafalarda ve gönüllerde yaşıyor.” Yaşamaya devam ediyor…

*Talip Apaydın “Karanlığın Kuvveti” Ararat Yayınevi 1. baskı 1967 İstanbul 

*Fakir Baykurt” Benli Yazılar” Papirüs Yayınları 1. baskı 1998 İstanbul 

*Sabahattin Ali “Markopaşa Yazıları ve Ötekiler” Yapı Kredi Yayınları 11. baskı 2022 İstanbul  

*Yaşar Kemal “Baldaki Tuz” Yapı Kredi Yayınları 20. baskı 2020 İstanbul 

                                                       /././

Köy Enstitüsü farkı, şehre ve geleneğe uymazlığı: Hümanist, yararcı, bütüncül köy rehberi (Adnan Gümüş)

Köy enstitülerinin anlam ve yerini değerlendirebilmek için öğretmen okulu, ziraat okulu, meslek okulu, çıraklık ve liseler ile kıyaslamak, medrese/imam hatip ile kıyaslamak, aradaki benzerlik ve farklılıkları ortaya koymak gerekiyor.

Köy enstitülerinin eğitim tarihindeki ve modelleri arasındaki en anlamlı yeri köye yönelik çok başarılı bütüncül bir model oluşturmasıdır, “köy enstitüsü” olmasıdır. O gün de bugün de bir şehir okulu değildir, bir şehir ortaokulu veya lisesi değildir, aksine şehir okullarından, liselerden etkilenmiş ama köye yönelik özgün başarılı bir model oluşturmuştur.

Köy enstitüsü bir öğretmen lisesi değildir, ziraat lisesi değildir, çıraklık okulu değildir, diğer ziraat liseleri “ziraat teknisyeni” ve öğretmen liseleri “öğretmen” yetiştirme amacındayken Köy enstitüleri bir köy rehberi yetiştirme, çağdaş bir çiftçi ve köylü yetiştirme, köyü tarımı köylüyü çağdaşlaştırma amacındadır. Köy enstitüleri bir meslek lisesi ve hiçbir şekilde bir MESEM-çıraklık okulu da değildir.

Diğer okullar sınırlı bir amaca yönelikken köy enstitüleri tüm köy topluluğuna yöneliktir, “Gestalt”çı/ bütüncül bir modeldir, köyün bütünü esastır, her köy enstitülü bir köy rehberidir. Kendisi bizzat köylü olacak, geçimini çiftçilikten sağlayacak, çağdaş teknolojilerin taşıyıcısı ve yaratıcısı olacak, mimariden sağlıktan anlayacak, fenden, matematikten, felsefeden, sanattan, edebiyattan, sosyolojiden, psikolojiden, siyasetten anlayacak, köye liderlik ve rehberlik edecektir.

Böyle bir modelin şehre uymazlığı da zaten açıktır. Tüm şehir okullarında felsefe, matematik, fen, sosyal bilim, sanat bilgi becerileri, çağdaş duyarlılıklar verilmektedir, dahası köy enstitüleri bilimde sanatta felsefede çağdaşlaşmada şehri ve şehir okullarını izlemektedir, ancak köye göre şehir çok daha karmaşıktır, salt çiftçilik-hayvancılık-ormancılıktan oluşmamaktadır, “bütüncül bir şehir rehberi” şehrin büyüklük ve çeşitliliğine uygun düşmemektedir. Şehir liseleri ülkenin tıbbiyesi, mülkiyesi, akademisyeni, yüksek nitelikli kadrolarını oluşturacaktır.

Köy enstitülerinin anlam ve yeri “köy enstitüsü/ köy rehberi” konseptinde oluşmasıdır.

Köy enstitülerinin en temel çelişkisi de köylerle olmuştur, köyün yerleşik inançları ile, Yörüklük/ aşiret/ sülale nizamı ile, toplumsal cinsiyet düzeni patriyarka ile, gelenekle çelişmiştir.

“Köye rehberlik” konusu en çok da dini geleneğin, medreselerin, imam hatiplerin iddiası arasında olmuştur. Köy enstitüleri din/gelenek, imam hatip/medrese ile çelişikten öte hem karşıt hem de çok farklı modellerdir.

Köy enstitüleri ayrıca ülkedeki iktidar yapısıyla, ekonomi politik yapıyla, dünyadaki neomuhafazakar kapitalizmle çelişmiştir.

ÖLÇÜ NEDİR? DİNCİLİK NEDİR, HÜMANİZM VE YARARCILIK NEDİR?

Bir Budist için refah, bolluk değil çilecilik değer olabilir. Bir kapitalist için tüm dünyanın mallarına el koymak. Bir çevreci için yaşatmak, bir Hristiyan için misyon, Müslüman için cihat temel değer olabilir. Bir milliyetçi için “Varlığım Türk varlığına feda olsun”, bir vatansever için “mevzu vatansa gerisi teferruat” ana değer olabilir. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi “Vazgeçilemez, ertelenemez, devredilemez” temel hak ve özgürlükler varsayıp bunları temel değer kabul edebilir.

İnsanlığın en önemli sorunlarından ikisi kişilik ve ölçü sorunu. Bu iki sorun; doğallık, genellik, evrensellik, özdeşlik, ben ve öteki ilişkisi ile de yakından ilişkili.

Çok da politik, belki de tümden politik sorunlar kişilik ve ölçü konusu. Toplumun ve insanın yönelimini/ereğini oluşturuyor. Bir toplumun geleceği de oluşturacağı kişiliğe ve temel aldığı ölçülere bağlı bulunuyor.

Kişilik sorununa, iyi olan ve olmayanı, önemli olan ve olmayanı ayırt edebiliyor muyuz sorusuna, ölçü sorusu referans olacak. Sağlam dayanaklar ve ölçüler var mı? AKP’ye, dincilere göre bunun ölçüsü dindir, dini değerlerdir.

Köy enstitüleri, daha genel olarak 1945’lere kadar cumhuriyetin ana eğitim anlayışı hümanizm, yeni hümanizm ile birlikte halkçı devletçi pragmatizm/ yararcılık oldu. Hümanizm çok genel anlamıyla insanlığın yüksek sanat, dil, edebiyat ve bilimsel gelişmeleri tüm insanlığa aittir, insanın yüksek başarıları model alınmalıdır, bunun içine Grekçe de, Latince de, Farşça da, Arapça da, Türkçe de… her dil ve uygarlıktaki yüksek felsefe, bilgi, sanat ve eserler girer. Dil, edebiyat ve çeviri faaliyetleri, müze, müzik, tiyatro etkinlikleri, heykel, mimari hepsi hümanist konsept içindedir. Halkçı pragmatizm ve yararcılık ise halkın yararına olanı, ekonomik ve uygulanabilir olanı, uygulamaya geçirebilecek yararlı bilgi becerilere öncelik verilmesini esas almaktadır.

Hümanist ve yararcı eğitim anlayışı en çok da yerleşik rantiye düzeni ve gelenekle çelişmiştir.

‘DEĞER’ VE ‘BİRLİK’ SORUNU: DEĞERLERİN DEĞİŞEBİLİRLİĞİ BAŞKA DEĞİŞKENLİĞİ ÇOĞULCULUĞU BAŞKA

Değerler değişmez mi, çok tartışmalı bir konu, uygarlıklar ana değerlerin ve tekniğin değişimi ile oluşur ve ilerler.

Bir de birlik-çokluk meselesi var.

N. Hartmann en çetin metafiziğin “birlik” metafiziği olduğunu ileri sürüyordu. Değerlerin değişebilirliği ayrı bir boyut, değerlerin değişkenliği daha farklı bir boyut. Değerlerin değişebilirliğinden öte değişkenliği insanın ve insanlığın birlik anlayışını daha da zorluyor.

Köy enstitüleri, marşında/ereğinde ulusal “birlikçi”, müfredatında “değişkenliğe” açık sayılabilir. Dinciler ise hem akaitlerinde hem de medreselerinde hep birlikçi, değişmez ve monist kaldılar.

ÇOCUĞUN, KÖYÜN, KENTİN, ÜLKENİN, BİREYİN, TOPLUMUN, İNSANLIĞIN ÜSTÜN YARARI BİRBİRİYLE ÇELİŞİK Mİ, TAMAMLAYICI MI?

Bugün eğitimin öncelikli ana ölçüsü “çocuğun üstün yararı” sayılıyor.

“Çocuğun üstün yararı” geleneğin, dinin diktelerine uygun mu yoksa onlarla çelişiyor mu, buna verilen yanıtlar Türkiye’de farklı eğitim anlayışlarına karşılık geliyor. Çeliştiğinde din gelenek mi değişecek, çocuk mu geleneğe uygun terbiye edilecek, kritik bir soruyu oluşturuyor.

Topluluk veya toplum dinine geleneğine indirgenirse bu çelişkiler çatışma tehdidine dönüşüyor, “birlik” sorunu haline geliyor.

Çocuğun üstün yararı, bireyin, topluluğun, toplumun, insanın üstün yararı ile çelişir mi, erdem etiğinde, aydınlanmacı, hümanist veya sosyalist bir anlayışta çelişmez.

Ancak çocuğun veya insanlığın üstün yararı; zenginin, aşiret reisinin, müteahhidin, tarikatların, iktidar sahiplerinin, emperyalizmin… üstün yararlarıyla çelişebilir. Köy enstitüleri veya doğru düzgün nitelikli bir eğitim bunlarla çelişiyor.

Peki, böyle bir karşıtlaşma veya çelişkide ölçünün hangi üstün yarar olması, hangilerinin aşılması gerekiyor?

                                                       /././

Vatan millet ıstakoz (Nuray Sancar)

Saray’daki altın varaklı tesisatlar, pahalı mobilyalar, ‘İtibardan tasarruf edilmeden’ yapılan harcamalar, otomobil konvoyları, manda yoğurdu, pahalı tropikal meyve smoothieler ve ‘starex meyvesi’ eşliğinde aloevera ve ‘efuli’nin yanında AKP milletvekilinin Monaco’da yediği ıstakozun, eski bir AKP milletvekilinin Maldivler’deki tatilinin lafı bile olmaz aslında. Ardına kadar açık tutulan perdelerden görünen sefahat, ‘Beraber yol yürümenin’, ‘Aynı yağmurda ıslanmanın’ vadettiği muhtemel hayatı sefaletin gözlerinin önüne serdikçe, uzak ya da yakın bir konfora davetiye sunuyor bir bakıma. Bazı din kardeşleri ikbalin zirvesine ulaşmışsa ‘Müslüman’a da yakışan zenginlik’ dininde-imanındaki fukaraya rotadan ayrılmadığı sürece ihtiyacı olan umudu bedavadan verebiliyor. Sabredip beklerse, aynı gemide kalırsa iktidarın eteğine yapışan herkes bu sahte Halil İbrahim sofrasındaki yerini alabilecek. Yer sofraları sınıf atlayarak ıstakozlu masalara dönüşebilecek.

Bu tür bir halkla iletişim modeli iktidarın en tepesinden partinin yerel yönetimlerine ve mahalle örgütlerine kadar yıllardır sürdürülüyor. Şatafatlı sofralarda yenilip içilen her şeyin rotadan sapmamak kaydıyla bir gün kendilerine de nasip olacağı vaadiyle yoksullar oyalanıyor.

Denizli Büyükşehir Belediye Başkanlığını kazanan ancak 11 milyar borcu da devralmak zorunda kalan Bülent Nuri Çavuşoğlu’nun katıldığı bir televizyon programında söylediği gibi, ‘Herkesin koltuğunun çapı ve yüksekliği kadar yediği’ bölüşüm düzeni, merkezi ve yerel iktidarların en tepesinden altlara kadar genişleyen bir çapulcular ordusunu yıllarca besledi. Bu zenginlikten nemalanamayanlara beklemekten, sabırla katlanmaktan başka bir şey düşmedi; savaş vardı, terör vardı, dış düşmanlar, faiz lobileri, Türkiye’yi kıskananlar, vatan millet Sakarya bir de dava. Hem bir mermi kaç lira onlar biliyorlar mıydı ki? Saray’da etrafı kordonla, güvenlikçilerle çevrilmiş zengin iftar sofrasına gazeteden bakarak ‘yeterince kalkınırsak’ düşmanlar yenilirse, çok çalışıp ülkemizi geliştirirsek emekçiye nasip olacak olan oydu. Bu dünyada yaşanacak bir cennet şimdilik herkese açık değildi ama açılacaktı nasılsa.

Evet hâlâ aynı kafa aynı tas.

Ancak eskiden sıcak para akışı, liranın oynak olmayan değeri, enflasyonun hesaba kitaba gelir düzeyi nedeniyle daha az ıslatan yağmur, milyonlarca emekçi için buz gibi bir sağanağa dönüştü. Birçoğu bulabildikleri ilk saçak altına sığınarak parti konvoyuna sırtını döndü, bir kısmı da bu kısa yol arkadaşlığını yolun sonunda bıraktı.

Kendi bakanlığına kendi şirketinin temizlik malzemelerini kakalayan, her mafya olayının içinden geçen, tek adamla yakınlık derecesi arttıkça daha çok kazanan eş dost bakanlar; belediyeleri soyup soğana çeviren yerel yöneticiler, emekçilerin birikimlerini, fonlarını, ödenmemiş ücretlerini büyük sermayeye boca eden ama asgari ücrete ikinci zam, emeklilere para yok diyen iktidar ve her türlü asalağı, şimdiki durumu anlamadıkları gibi sandığın mesajını da çözemediler.

Facebook’tan, Instagram’dan görgüsüz sofralarını, takılarını sergilemeye devam ediyorlar. Vur-kaç şirketlerle belediyelerin, kendi kurdukları vakıfların içini boşaltıp sonra da ucunun hep aynı yere vardığı bir ağın içinde, yeni parsaları toplamak üzere ortadan kayboluyorlar. Kaybolduklarını sanıyorlar.

Oysa geride bıraktıkları izler, sosyal medyada açık duran perdeler, basın-TV, ‘bana bir şey olmaz’ kibriyle yaptıkları patavatsızlıklar milletin canına yetti. Çünkü hepsinde ‘Ben sabredip yine bize oy vereceklerini zannediyordum’ diyen meşhur trolün ruh hali var.

Safahat ve şatafatın yoksulun sabrına duyduğu ihtiyaç her zaman baki. Fakat artık sabır taşı da çatladı; lüks restoranda milletvekilinin masasındaki ıstakoz; bayat ekmeklerin, kurtlu kuru fasulyelerin, çöpten toplanan gıdanın, bayat ekmeklerin, ödenemeyen faturaların tahrip gücünü yükseltti. Yoksa bir ıstakozun, Maldivler-Monaco tatillerinin ne önemi var! Hiç.

                                                        /././

Istakozun faturası! (Bülent Falakaoğlu)

O ıstakozlara yazıklar olsun. 26 senedir peşinizdeyim, hakkımı helal etmiyorum”.

“İnsanla bu kadar dalga geçilmez. Sayın vekiller biz kurbandan kurbana et yiyoruz. Bu vatandaştan utansınlar!”

Benzeri sözlerle dışa vurulan öfke büyüyor; AKP’lilerin ıstakoz yeme görüntüleri açığa çıktıkça.

Zaten AKP’nin tarihi zenginleşme tarihi değil miydi?.. Şimdi neden bu öfke?

Deve havuduyla götürülürken ses çıkarmayanlar şimdi ‘haram-zıkkım’ olsun beddualarını neden art arda saydırıyor?

Nedeni belli ve herkes biliyor: Feci yoksullaşma!

Dün koca mertekler göze batmazken, bugün küçücük kürdanların bile yüreğe batması bundan.  

Yalnız…

Bu duruma, “Yıllardır dedik ama dinletemedik şimdi şikayet ediyorsunuz yapacak bir şey yok” diye karşılık verip, sosyal medyada yıllarca AKP’ye oy vermiş ama şimdi sitem eden emekçileri linç etmenin alemi yok.

Çünkü…  

O ıstakozların parası geniş emekçi kesimlerden çıktı! Ve geniş halk kesimleri o faturayı ödemeye devam edecek.  

Nasıl mı?..

PARTİ BU İŞİ DE YARIYORDU!

Önce kısa bir zenginleşme tarihi anlatısı!

Şeffaflık paketi reddedildi!

Mecliste grubu bulunan partilerin yerel ve merkezi tüm yöneticilerinin mal bildiriminde bulunma zorunluluğu getirilmesi önerildi.   

Erdoğan reddetti: “Bu olursa görev alacak il ve ilçe başkanı bulamazsınız”.

Dava için var’ denilen parti aynı zamanda zenginleşme aracı olmalıydı da ondan.

‘Şeffaf’ olmayan yoldan zenginleşme birilerinde ‘ıstakoz’ parası birikmesine yol açtı,  birilerini de fakirleştirdi.  

İhale yasası yüzlerce kez değiştirildi

Yandaşa daha yüksek maliyetli ihalelerin önü açıldı. Bu ön açma, ‘ıstakoz parası’ transfer etmekten başka neydi ki? Senden, benden topla devletin, belediyenin kasasına koy, sonra da yandaşa postala!

Rantı, kârı, serveti besle!

İmar rantı bir imza ile bir gecede müthiş kazançlar (ıstakoz parası istiflemenin) bir aracı kılındı.

1000 lira değerindeki arsaya 10 kat bina yapılabilirken, 20-30 kat bina hakkı alıp, 2 bin liralık rant elde edilirken ülke mi zenginleşti?

Hayır! MadenaltıntermikHES imtiyazı… Arazi parselleme… Derken o rant gaspla birleşti; ıstakozların parasını peşin peşin aldılar bizden yani!

Uyuşturucu, kara para, kriptoya uzandı iş!

Daha çok paraya ihtiyaç duyuldukça Türkiye’ye giren çıkan paranın kaynağı belli olmamaya başladı. Hükümet, “Ya ‘kara paraymış’, ‘uyuşturucu gelirleriymiş’ üzümünü yiyin bağını sormayın” dedi!  

Türkiye Mali Eylem Görev Gücü FATF tarafından ‘gri liste’ye alındı; “kara para, uyuşturucu ve terör finansmanı” trafiğiyle gereken düzeyde mücadele etmediği için!

Türkiye hâlâ gri listede! Bakan Mehmet Şimşek, “Haziran ayında çıkacağız” diyor kısmetse...

Listeden çıkılacak mı, göreceğiz; ama o listeye girmeyi sağlayan kara paranın emekçilerden çok büyük miktarda ıstakoz parası çıkardığı kesin!

Servete, kâr zaten gözümüzün önünde de şu yükseklerden icazetli ‘çiftlik bank’, ‘kripto para’ servet yaratıp ‘ıstakoz yutma’ vurgunlarını da unutmamak lazım!

Tam bir kara delik: Varlık Fonu…

Kamu kurumlarının kârını yutuyor. Yönetimlerinde reisin aile bireyleri ve yakınları… Tesadüf mü yoksa kasa kasa istif için mi?

ÇARK BÖYLE DÖNÜYOR İŞTE

Rantı, kârı, serveti beslerken en alttakilere sadaka mahiyetinde pay dağıtan bir saadet zincirinin özetidir bu!

Yol, park, birilerine zenginleşme sürecinden küçük küçük de olsa pay geldi! Geldikçe büyük pay ayırmacı kârlılığa, kayırmacı muhafazakarlığa ayrılırken, tüm bunlara onay almak da geldi!

Çark böyle döndü: Küçülterek, ucuzlatarak, iş cinayetine kurban de ederek.

                                                       ***

Çark dönüyor da en alttakilerin hayatı dönmüyor artık.

2015’te milli gelirden yüzde 43.3 pay alan ücretlilerin, yıllar içinde alım gücü iyice geriledi. Türkiye büyük bir bölüşüm şoku yaşıyor!

Ücretlilerin milli gelirden aldığı pay yüzde 30’a gerilemiş durumda.

Istakozların parası verildi ama artık tevekküle, sabra, kabre verecek cana yer kalmadı!

YİNE DE ADİSYONLAR GELMEYE DEVAM EDECEK

‘Istakozcuların’ cebini doldurmasına doldurduk da hesabımız burada bitmedi. Yedikleri ve yiyecekleri ıstakozların parasını da ödemeye devam edeceğiz.

Önümüze adisyonlar (lokanta, gazino, otel gibi yerlerdeki hesap) sürülmeye devam edecek.

                                                      ***

Kredi ve kredi kartı borçlarımız; çığ gibi!

Bireysel kredi kartını ödememiş kişi sayısı 110 bin olmuş. Yüzde 147.3 artmış.

Bireysel kredi veya kredi kartı borcunu ödememiş kişi sayısı yüzde 100 artışla 179 bin 803 kişi olmuş.

Bireysel kredi borcunu ödememiş (batık) gerçek kişi sayısı şubat 2023’e kıyasla yüzde 78.2 artmış.  

O ıstakozların parasının bizim kartlarımızdan çekilmesinden başka nedir ki? Kendimize alışveriş yaptık sanıyorduk oysa. Değil!

Zenginleşenler Maldivler’e gidebilsinler diye cebimizdekine çöktüler biz açığımızı kapatabilmek için borca battık!

                                                    ***

Peşin peşin kesitler de kurtulduk mu?..

Hayır!

Hazine ve Maliye Bakanlığı diyor ki…

Yaklaşık 8.5 trilyon vergi toplayacağım. Yılın ilk çeyreğinde henüz hedefimin yüzde 16’sını toplayabildim.

Geriye kalan yüzde 84’ünü, yılın diğer üç çeyreğinde toplamaya kararlı. Vergi salacağım, boğazınıza çökeceğim’ diyor, Bakan Mehmet Şimşek.

Ya yılın ilk çeyreğinde tahsil edilen toplam verginin yüzde 60’ı KDV ve ÖTV’den.

Bu demektir ki… Zaten vergiyi vatandaş ödemiş, ekmek, domates, ayakkabı alırken, alışveriş yaparken.

Istakozcular yerine yine ‘Vergiyi tabana yayacağız’ vatandaş ödeyecek.

                                                     ***

Merkez Bankasının toplam 818 milyar liralık rekor zararı var.

Merkez Bankasının 100 milyarlarca doları, ucuz ucuz, şirketlere gitti. Şirketler yediler, içtiler ama hesabı ödemiyorlar.

Faizler zorla düşük tutuldu, krediler pompalandı, kur patlatıldı; KKM icat edildi. Buradan büyük kazanç elde edenlere fatura yok 

Bu mesele aynen katma değer vergisi gibi, vatandaşa yansıtılacak. Bankalar üzerinden bunu vatandaş ödeyecek.

***

2024 bütçesinde faize 1.2 trilyon lira ayrıldı.

Garanti ödemeleri adı altında müteahhide 450 milyar ödenecek.

Bir yılda ödenmesi gereken 226 milyar dolarlık dış borç var. Istakozcuların, lüks tüketimin payı büyük ama onlar ödemeyecekler bu borcu!

Trilyonlarca liralık adisyon sürülecek önümüze…

Orada yazan tutarların yanı sıra garsoniye olarak ödeyeceğimiz de var, işsizlik gibi; birçok sektörün, yeni faiz oranlarıyla cirolarında azalma yaşanacağı için… Krediye mecbur bazı şirketler kredi alamamanın faturasını işçiye çıkaracağı için…

Istakoz birilerine adisyon bize!

(EVRENSEL)

Birgün KÖŞEBAŞI - 19 Nisan 2024 -

 

Yukarıdan aşağıya yayılan kibir (Gözde Bedeloğlu)

AKP ve MHP’den CHP’ye geçen belediyeler, iktidardan devraldıkları borçları belediye binalarına asmaya başladı. Buna göre öğreniyoruz ki, İstanbul Sancaktepe Belediyesi’nin yaklaşık 2 milyar lira borcu varmış. Edirne Keşan Belediyesi’nin toplam borcu 483 milyon 337 bin lira. Son üç ayda 13 milyon 181 liralık kuruyemiş, kahve, çiçek, oyuncak, lokum ve buna benzer alımlar yapılmış. Trabzon Ortahisar Belediyesi’nin borcu 800 milyon lira, iki dönemdir AKP tarafından yönetilen İzmir Kiraz Belediyesi’nin borcu 332 milyon 51 bin liraymış. Bir milyon nüfusu olan Denizli’de, belediyenin borcu 11 milyar 130 milyon lira. MHP’den CHP’ye geçen Bartın Belediyesi 251 milyon borç yapmış. Uzayıp giden bu listede bir de kayyum yönetimlerinin borçları var. 2019 seçimlerinde HDP’nin kazandığı ancak ardından kayyum atanan Suruç’ta borç 176 milyon, Siirt’te 457 milyon. Bunlar, hizmet edilen nüfus göz önünde bulundurulduğunda oldukça çarpıcı rakamlar. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Vedat Işıkhan, Sosyal Güvenlik Kurumu’na en çok borcu olan beş belediyenin CHP’li olduğunu açıkladıysa da Hazine ve Maliye Bakanlığı’nın verilerine göre Hazine’ye en çok AKP’li belediyelerin borcu var. 

2023 seçimlerinden sonra Hazine ve Maliye Bakanlığı koltuğuna oturan Mehmet Şimşek kamu idarelerinde tasarruf tedbirleri alınmasını istemişti. Harcama kalemleri içinde taşıt kiralama ve temsil-tanıtma-ağırlama giderlerinin fazlalığı özellikle dikkat çekiyordu. Ancak yıl sonunda ortaya çıkan rakamlar bütçede tasarruf yapmak bir yana harcamaların daha da arttığını göstermişti. Rekor, temsil ağırlama giderlerindeydi. Erdoğan’ın, 2021 yılında yayınladığı, kamu kaynaklarının ekonomik ve verimli kullanımına ilişkin tasarruf genelgesinde kamu hizmetlerinin bütçe içinde kalınarak azami tasarruf anlayışı içinde yerine getirileceği, bütçeye ilave yük oluşturacak faaliyet genişlemesine gidilmeyeceği, faaliyet alanları ile ilgili olmayan herhangi bir harcama ve taahhütte bulunulmayacağı belirtilmişti. Ne Erdoğan’ın ne de Şimşek’in tasarruf tedbir taleplerine uyuldu. Bunu hem geçmişte yapılan harcamalardan hem de bugünkü devasa borç yükünden görüyoruz. Zaten adı üzerinde bu bir talepti ve uyulmaması durumunda herhangi bir cezai yaptırımı da yoktu.

Arşivi biraz karıştıralım. BirGün muhabiri İsmail Arı’nın AKP’li Bursa Osmangazi Belediyesi’yle ilgili yaptığı bir dizi haber, iktidar yönetimindeki pek çok belediyenin son beş yıllık özeti gibi. Osmangazi Belediyesi 2019’da TRT’de yayınlanan Diriliş Ertuğrul dizisinin sekiz ayrı bölümüne toplam 32 saniyelik verdiği reklam karşılığında yapım şirketine 427 bin lira ödemiş. 2019 yerel seçim öncesi belediye başkanı Mustafa Dündar seçim kampanyası için belediye kasasından yaklaşık 2 milyon lira harcamış. 2020 yılı Denetim Raporu’nu hazırlayan Sayıştay denetçileri, belediyenin mülkiyetinde olan tarihi Abdal Kültür Evi’ni bedelsiz olarak 10 yıl süreyle İnsan Vakfı’na tahsis edildiğini tespit etmiş. UNESCO tarafından Başkan Mustafa Dündar’a verildiği izlenimi yaratılan ancak sonrasında UNESCO’nun “biz vermedik” diye açıklama yaptığı ödülün tanıtımı için belediye kasasından 100 bin lira harcanmış. İkramlık şeker, çikolata, hediyelik kalem havlu, bez çanta için 1 milyon liralık alım yapılmış. Belediyeye ait Hisar Gazetesi’nin dağıtımı için aralarında Yeni Şafak ve Yeni Akit’in de bulunduğu 11 gazeteye toplam 600 bin lira ödenmiş. 2024 yerel seçiminde yeniden aday olan AKP’li Mustafa Dündar koltuğunu yüzde 46 oy alan CHP’li Erkan Aydın’a bıraktı. 

Bütün bunlar, kamuya hizmet sunmakla görevli sadece bir ilçe belediyesinin, kamunun parasıyla yaptığı satın alım tercihleri. Muhalefetin yüklü borçlarla devraldığı tıpkı diğer il ve ilçe yönetimlerinin hesap defterlerinden görüldüğü gibi hiçbirinin tasarrufla yakından uzaktan alakası yok. Sayısız habere konu olmuş, Sayıştay raporlarıyla belgelenmiş, yargıya taşınmış pek çok usulsüz, kişiye özel, fuzuli harcama iktidar tarafından bilinmekle birlikte, birtakım tedbir açıklamalarıyla açlık sınırında yaşama sürüklenen halkın tepkisi yumuşatılmaya çalışıldı. Seçim öncesi iktidar kanadında yüksek sesle dillendirilmeyen kibir ve halktan kopma tespitleri, seçim sonrasında sanki yeni keşfedilmiş gibi, iktidar içinde kavga ve suçlamalara sebep oldu. Ankara’ya 600 ev sahibi bir aday, İstanbul’a da yoksula hizmeti küçümseyen bir aday gösterildiğinde, kibir iktidar medyasında bugünkü gibi popüler bir eleştiri konusu değildi. Vaktiyle, boynunda binlerce liralık atkısıyla gezinen AKP’li, bugün, yediği ıstakozun fotoğrafını paylaşan diğer bir AKP’liyi partiden kovuyor. Köşelerden, ‘halkçı’ AKP’ye dönüş çağrıları yapılıyor. Ve AKP yönetimi, harita kırmızıya boyandıktan sonra, kamu kurumlarında tasarrufun kendileri için öncelikli olduğunu söyleyerek konuyu “biraz tedbirli olalım”dan “yasal düzenlemeye ihtiyaç var” seviyesine çıkarmaya karar veriyor.

Ama hem seçim öncesi hem seçim sonrası sözü geçen tasarruf tedbirlerinin uygulanmasının akıldan geçmeyeceği, teklif dahi edilemeyeceği, en ufak bir imada bulunamayacağı bir yer var, Beştepe. 2024’de Cumhurbaşkanlığı için ayrılan bütçe, önceki yıla göre yüzde 93 oranında artırılarak 12,3 milyar lira olarak öngörüldü. Mal ve hizmet alımları için ayrılan ödenek ise yaklaşık 7 milyar lira. Bu, TBMM’nin mal ve hizmet alım bütçesinden 6 kat fazla. Cumhurbaşkanlığı’na bağlı kurumlar içinde ise rekor 98,8 milyar lirayla Diyanet İşleri Başkanlığı’nda. BirGün’den Mustafa Bildircin’in Diyanet kaynaklarından edindiği bilgiye göre şubat ayında, Hazine ve Maliye Bakanlığı’nın yurt dışı gezileriyle ilgili tasarruf tedbirlerine rağmen, Diyanet’in kalabalık bir heyetle ve kurum bütçesiyle İskandinav ülkelerine gizli tutulan bir gezi düzenlediği iddia edildi. 

Yoksulluk giderek derinleşirken karınca gibi sıralanan lüks makam araçları, üçer beşer maaşlar, şatafatlı ağırlamalar, pahalı yurt içi ve yurt dışı gezileri halkın gözüne daha da batar olmuştu. Bir atasözümüz der ki, “bal tutan parmağını yalar.” Yani atalarımıza göre imkanları geniş bir işin başında bulunan kimseler bunlardan az da olsa yararlanır, normaldir. AKP içindeki kim daha kibirli kavgasının nedeni işte o parmakların artık tutacak bal bulamaması. Derdimiz keşke tabaktaki ıstakoz olsa. Asıl sorun kibri yukarıdan aşağıya yayan düzende. Bu süreçte, “halkı enflasyonun düşeceğine ikna etmemiz gerekiyor” diyen Mehmet Şimşek’e kolaylıklar dilerim.

                                                               /././

Yoksullaşmaya ikna olacak mısınız? (Yalçın Karatepe)

Hazine ve Maliye Bakanı Şimşek “enflasyonun düşeceği konusunda halkı ikna etmemiz gerekiyor” demiş. Bu açıklamayı tek başına ele alırsanız Şimşek’in “beklenti yönetimine” atıfta bulunduğunu düşünebilirsiniz. Ancak iktidarın diğer üyelerinden gelen açıklamalarla birlikte okursanız, aslında sizi neye ikna etmeye çalıştıklarını daha iyi anlayabilirsiniz.

Çalışma Bakanı, bu hafta yaptığı açıklamada asgari ücrete “ara zam” yapılmayacağını söylemiş. Emekli aylıklarına ise sadece enflasyon farkı kadar bir artış yapılacağı, bunun da kök aylıklar üzerinden olacağını ifade etmiş.

İki bakanın söylediklerini birlikte değerlendirince; aslında, sizi yoksulluğa razı olmaya ikna etmeye çalıştıkları net bir biçimde ortaya çıkıyor.

∗∗∗

Ekonomi yönetimi enflasyona “güçlü iç talebin” yol açtığını düşünüyor ve bunu da sürekli olarak ifade ediyor. Uyguladıkları politikanın özünde de vatandaşın eline geçen ya da erişme imkânı olan para miktarını kısıtlama çabası yatıyor. Emekli aylıklarını işte bu yüzden artırmadılar.

Şimdi size şunu söylüyorlar: enflasyonun düşmesini istiyorsanız bunun bedeline razı olun, sesinizi çıkarmayın, bizim yaptıklarımıza da itiraz etmeyen. İkna olmanızı istedikleri şey bu.

Daha açık yazmak gerekirse: yoksulluğun bir zorunluluk olduğuna ikna olmanızı bekliyorlar.

Aslında diyor ki, sizi yoksullaştırıyoruz ama bir sorun niye yoksullaştırıyoruz? Çünkü enflasyonun düşmesi için sizin yoksullaşmanız gerekir. Başka türlü bu mümkün olmayacak. O nedenle eğer enflasyonun düşmesini istiyorsanız asgari ücrete artış istemeyin, emekli aylıklarına artış istemeyin.

 Sadece bunla da sınırlı değil. Mesela, atanmayan öğretmenler atama bekliyor. İktidar ne diyor: bütçe dengesi(!) Meali şu:  öğretmen atarsak bu bütçeye yük olur bu nedenle enflasyon düşmez. O zaman ne yapmalı? Atanmayan öğrenmeler enflasyonun düşeceğine ikna olup atanma taleplerinden vazgeçsin diyorlar. Atanmayan öğretmenler işsiz kalmaya devam etmeye razı olsun ki enflasyon düşsün.

∗∗∗

Ekonomi yönetimi 2024 yılı sonunda enflasyonun yüzde 36 olmasını bekliyor. Bütün raporlarında bu tahmin var. Ben bunun bile iyimser bir beklenti olduğunu düşünüyorum. Ama yine de bunu esas alalım. 2024 yılı başında 17 bin lira olarak belirlenen asgari ücretin satın alma gücü bu oranda düşecek, reel olarak daha fazla yoksullaşacaksınız ama enflasyon düşsün diye buna razı olacaksınız. 17 bin liranın satın alma gücü 12 bin 500 liraya düşecek ama siz sesinizi çıkarmadan bu durumu kabulleneceksiniz çünkü enflasyon başka türlü düşmez. Ki enflasyonun yüzde 36’dan çok daha yüksek olacağını hepimiz biliyoruz. Varın gerçek yoksullaşmayı siz hesap edin.

∗∗∗

Emekliler için de durum farklı değil. En düşük emekli aylığı olarak adlandırılan 10 bin lirayı artıracaklarına ilişkin bir taahhütleri yok. Enflasyon farkını kök aylıklar üzerinden hesaplayacaklar. Mesela, emekli kök aylığınız 8 bin lira olabilir ama bu, yasal düzenleme nedeniyle 10 bin liraya tamamlanıyor. Şimdi kök aylık üzerinden yüzde 15 artış yapsa, 8 bin lira olan aylık 9 bin 200 liraya çıkar. 10 bin lira en düşük aylık değişmezse, siz aylığınıza artış yapılmış olsa bile elinize geçen paranın değişmediğini göreceksiniz.  İşte buna razı olmanız isteniyor.

Demem o ki ikna olmanızı istedikleri şey daha derin yoksulluğu kabullenmek.

                                                         /././

Erdoğan’ı taşıyan araç teklemeye başladı: Rölantide değil, vitesi boşa attı (Yaşar Aydın)

Erdoğan seçim yenilgisini gölgelemek için her şey normalmiş gibi davranıyor. Oysa içindeki araç ancak vitesi boşa alıp arkadan iterek ilerleyebilecek halde. Motor çalışırsa ne ala...

Yerel seçimin hemen ardından başlatılan “mesaj alındı ve normalleşme” tartışmaları yaşanan büyük yenilgi ve ardından başlayan dağılma sürecini örtmeye yönelik hamle olduğu bugün aradan geçen 20 gün içinde daha net bir şekilde görülüyor.

AKP beklenmedik ölçüde büyük bir yenilgi yaşadı. O kadar beklenmedik ki bazı belediye başkanları kaybetmeyi asla aklına getirmeden 1 Nisan’da mesaiye devam edecekmiş gibi yaşadı. Hem partide hem Meclis’te kadrolar kendine gelmiş değil. Hem Erdoğan hem Bahçeli bu dağınıklığın farkında. O kadar farkındalar ki ikisi de almış kalemi kağıdı, hesap yapmaya başladı. Bahçeli MHP’yi yüzde 16’ya taşırken Erdoğan Cumhur İttifakı’nın seçimi kazandığını ilan etti. Kürsüden “Biz bitti demeden bitmez” gibi hamasi sözlerle cesaret vermeye çalıştı ama nafile. Yenilginin yarattığı korku zehri partinin kılcal damarlarına kadar işlemiş durumda.

HASAR TESPİTİ YAPIYOR

31 Mart gecesi ortaya çıkan Türkiye haritası AKP-MHP bloku için sonun başlangıcının fotoğrafıydı. Devasa makine istop etti. Cumhur’un iki lideri şimdilik ortak bir toplantı yapmadı. Ama ayrı ayrı seçim değerlendirmesi yapmakta sorun görmediler. Üstelik seçim değerlendirmesinde ciddi bir şekilde makas açıldığını söyleyelim. Erdoğan kendisi ve partisinin 2028 dahil her şeyi kaybetme riskini gördü ve zaman kazanmak için rölantide ilerlemeyi tercih etti. Bahçeli’nin ise ayağını pedaldan çekmeye niyeti yoktu. Ama ikisinin de fark etmediği bir şey var ki o da motorun teklediği.

Erdoğan’ın seçim sonrası Gazze’den ekonomiye, Van’dan yeni anayasaya kadar yaptığı her açıklamayı da bu bağlamda değerlendirmek gerekiyor. Hiçbir şey demeden çok şey söyler haliyle durumu idare etme talaşında. Tepesinde Bahçeli ve onun Saray’daki uzantısı Mehmet Uçum olmasa en azından kendi tabanın bir bölümünün yüreğine su serpebilirdi. Ama parti içinden ve dışından öyle tazyikler geldi ki Erdoğan’a en bağlı olanın bile içine kurt düşmüş durumda.

İlk adım olarak kabinede kısmi değişiklik yapacağı açık. İkinci adımla birlikte örgütlerden “görevden affımı istiyorum” sözlerini işitmeye başlayacağız. Buna 9 Mayıs’ta yapılacağı duyurulan ABD Başkanı Biden görüşmesiyle birlikte yeniden dış politika hamlelerine tanık olacağız. Tabi yanına bir de Dünya Bankası’ndan koşullu kredi gelirse tadından yenmez.

Şu ana kadar Erdoğan’ın elindeki tek ve daha önce belli oranda işe yaramış olan formül bu. Tüm gücüyle bunu hayata geçirmeye çalışacak.

ERDOĞAN TARTIŞILSIN YETER

Tüm kamuoyu yoklamaları ülkenin içinde bulunduğu ve yurttaşın reaksiyonunun ortaya koyduğu tek somut gerçeklik var: Ekonomik kriz bunalım noktasına geldi ve bunun suçlusu da Saray rejiminden başkası değil. Sadece kamuoyu yoklamaları değil seçim sonuçları da yurttaşın tavrını net bir şekilde ortaya koydu. Erdoğan’ın en büyük korkusu da “halkın mesajı” olarak anlatmaya çalıştığı seçim sonuçlarının kalıcı hale gelmesi. Bu nedenle iktidar ülkenin süratle bu gündemden uzaklaşmasını istiyor. Ekonomi düzelmediği hatta daha kötüye gittiğine göre gerçek anlamda bir uzaklaşma mümkün olmayacak. İktidar bunun farkında ve yeni gündem yaratmak için canla başla çalışıyor.

Gündem değişikliği için ileri sürülecek başlıklar arasında Özgür Özel görüşmesi, İYİP’e çağrı, yeni anayasa, kabine değişikliği ile birlikte verilecek “özeleştiri” hatta MHP ile yapılan polemik bile olabilir. Yeter ki ekonomiden uzak durulsun. Erdoğan bu süreçte her şeyi tamir edebileceğini düşünüyor. Hem 7 Haziran 2015 hem 31 Mart 2019 seçiminden sonra ayağa kalkmayı başaran Erdoğan aynı sonucu bir kez daha alabileceğini düşünüyor. Bu çok mümkün değil. Ne AKP ne MHP ne de Cumhur İttifakı eski gücünde değil. Rejim ve Erdoğan yoruldu. İnandırıcılığını yitirdi. Halka mesafesi arttı.

Muhalefetin şu ana kadar izlediği çizgiden ne kadar ders aldığını çıkarmak mümkün değil. Ama 31 Mart 2024 seçimi de gösterdi ki partileri aşan bir muhalefet gücü var ve Erdoğan için en büyük engel bu. Açık ki Cumhur’un iktidar aracının trafikten men edilme zamanı geldi ve muhalefet partileri çok büyük hata yapmazsa çok uzak olmayan bir tarihte araç mezarlığındaki yerini alacak.

                                                            /././

Cumhuriyet KÖŞEBAŞI - 19 Nisan 2024 -

 

Bu haber Türkiye’de yok (Barış Pehlivan)

Türkiye’de kimse yazmadı. Almanya’nın en bilinen yayını olan Tagesschau’dan öğreniyorum:

Aleksandar K., 30 Haziran 2022’de İspanya’nın güneyindeki tatil beldesi olan Marbella’da bir evde ölü olarak bulundu. Elleri ve ayakları bağlanmış, başına torba geçirilmiş ve kafasına iki kurşun sıkılmıştı. Ölümüyle ilgili hazırlanan ilk raporda, Aleksandar K’ye son kurşun sıkılmadan önce günlerce işkence yapıldığı tespit edildi.

Ölünün kimliği tespit edilince cinayet soruşturmasına Almanya da dahil oldu. Zira vahşice öldürülen kişi, uyuşturucu çetelerini takip eden bir Alman polis muhbiriydi.

Alman medyasından duyuyoruz ki bu vahşi cinayeti işleyen kişi ise Tolga S. adlı bir Türktü ve kısa süre önce Türkiye’de yakalandı.

Öğrendiklerim arasında dikkat çeken bir nokta daha vardı...

Tolga S., Hells Angels (Cehennem Melekleri) adlı suç örgütünün üyesiydi. Bu çetenin liderliğini ise bir dönem Almanya’da yaşayan Necati Arabacı yapıyordu. Hatırlatayım, Arabacı, son olarak mafyanın geçit töreni gibi olan, Ayhan Bora Kaplan’ın oğlunun sünnet düğününde görülmüştü.

Ne desem eksik...

Kendisi de suç dünyasından gelen Fransız yazar Jean Genet’nin ağır bir sözü vardır: “Bir halkın utanç duyduğu suçlar onun gerçek tarihini oluşturur.”

O İLANIN PERDE ARKASI

Arka Bahçe’nin önceki köşesine bir mahkeme ilanını taşımıştım. Köy Enstitülerinin mimarı İsmail Hakkı Tonguç’un oğlu Engin Tonguç’un mirasçılarının tespit edilemediği yazıyordu. Kararda, eğer zamanında ortaya çıkmazlarsa o mirasın devlete geçeceği de ilan ediliyordu.

Yazımı okuyan avukat Özgür Aydın aradı. Kendisi 2016’da aramızdan ayrılan Engin Tonguç’un avukatıydı. Ve dahası İsmail Hakkı Tonguç Belgeliği Vakfı’nın yönetim kurulu üyesiydi.

Avukat Aydın, İzmir 3. Sulh Hukuk Mahkemesi’nin verdiği o ilanın perde arkasını ve “Mirasçısı bulunamadı” iddiasının doğru olmadığını anlattı.

Özetlersem:

1- Engin Tonguç’tan ve ona eşinden kalan mirasın büyük bölümü İsmail Hakkı Tonguç Belgeliği Vakfı’na bağışlanmıştı.

2- Eşi Müstesna Tonguç’un annesinden kendisine devrolan arazilerden birisinde Karayolları Genel Müdürlüğü’nün kamulaştırma hamlesi vardı.

3- İzmir’deki dava bu tek araziye ilişkindi. Mahkeme, Tonguç’un mirasçısı olmadığını iddia ediyordu.

4- Halbuki, Soma Sulh Hukuk Mahkemesi’nin 2017/851 esas sayılı kararında, Engin Tonguç’un tüm mirasçıları listelenmişti. Tonguç ailesinin göçmen olmasından ve Türkiye’ye gelirken ne hikmetse ayrı hanelere kaydından kaynaklı sistemde görünmemesi, bu belirsizliği yaratıyordu. 

                                                  /././

Istakoz (Zülal Kalkandelen)

AKP milletvekili Şebnem Bursalı’nın ıstakoz paylaşımı çok konuşuldu, olay haber bültenlerinde yer aldı, sosyal medyada hakkında espriler yapıldı. Herkes diyeceğini söylediyse ben de görüşlerimi paylaşayım...

Bu olay neden bu kadar çok konuşuldu? Çünkü halkın geniş bir kesiminin açlıkla sınandığı, emeklilerin ayda 10 bin lirayla yaşamaya mahkûm edildiği, insanların pazarlarda yere düşen sebzeleri toplar hale geldiği bir ülkede, halkın temsilcisi olarak TBMM’ye giren bir vekilin lüks bir mekândaki tüketimi paylaşması, kuşkusuz sınıfsaldır ve haklı olarak tepki çeker.

Bir iktidar partisi milletvekilinin ülkesinin koşullarından böylesine kopuk olması, üzerinde konuşulması gereken bir konudur. Her şeyden önce, sosyal medyada yemek paylaşımı yapmak (yiyecek içecek sektörüne ait işletmeler ya da mutfak şeflerinin hesapları hariç), benim düşünceme göre görgüsüzlüktür. Bursalı’nın yaşanan skandal üzerine TBMM’de diğer AKP’liler tarafından kutlanması ise tam olarak pişkinliktir, siyaseten çökmüşlüğün simgesidir.

Kamuoyunda dile getirilen görüşlerle bu noktalarda hemfikirim. Ancak ben olayın kimsenin gündeme getirmediği bir yönüne dikkat çekmek istiyorum.

VAHŞETİN FİYATI KAÇ PARA?

Bir “yemek” olarak sunulan ıstakoz, masalardaki tabaklara koyulmadan önce hangi aşamalardan geçer?

Yakalanarak canlıyken bir süre esir edildiği soğuk sudan alınıp doğrudan kaynayan suya atılarak haşlanır. Çünkü suya atmadan önce öldürülürse, zararlı bir madde salgılayarak zehirlenmeye yol açabilir. Normal olarak ses çıkaramayan ıstakozların merkezi sinir sistemleri olduğundan acıyı ve dehşeti insan gibi hissederler ve haşlanırken canları öyle yanar ki kıskaçlarını birbirine şiddetle vururlar. Bunu yapamasınlar diye kıskaçları bağlanır.

Tabaklara “yemek” olarak koyulan ıstakozlar, insanın en acımasız yaratık olduğuna ilişkin düşünceye iyi bir dayanak oluşturur. Hal böyleyken ıstakozun yalnızca fiyatının konuşulması, bu utandırıcı olayın yalnızca ekonomik değeri yüzünden tepki çekmesi, tam bir trajedidir.

İNSAN TÜRÜNÜN GERİ KALAN ETİK DEĞERLERİ 

Şimdi bazıları, “Istakozu savunmak da Zülâl’e kalmış” diyecek ya da sosyal medyadaki yaygın kullanımla “Yine vegan duyarı kasmış” diyerek alay edecek. Ama düşünmeyecekler ki insanın ve insan dışı hayvanın yaşam hakkını savunmak neden alay konusu oluyor ya da böylesine büyük zalimliklere gösterilen haklı tepki neden yalnızca birilerinin “hassasiyeti” olarak değerlendiriliyor ve bu vahşet sıradanlaştırılıyor?

Nedenini biliyorum. Çünkü bunlar normalleştirilecek ki “ucuz et” için haberler yapılmaya devam edilebilsin. Bir hayvanın bedeni “et” olarak görülecek ki iki ay sonra yapay dölleme ile ayakkabı, çanta gibi üretilen, metalaştırılan o canlar büyük bir korku yaşatılarak “kurban” edilebilsin. Herkes o dönemde “et”in pahalılığından yakınırken, ben yine insan türünün acımasızlığını eleştirip yaşam hakkını savunacağım.

Ne zaman ki insanın etik evrimi öyle bir aşamaya gelir, yediği pahalı ıstakozu da toplumca normalleştirilen ve nispeten fiyatı “daha uygun” bulunan tavuk kanatlarını da sergileyenler, yalnızca insanlar arasındaki eşitsizlik nedeniyle değil, yaşam hakkına saygı temelinde etik nedenlerle toplumun çoğunluğundan tepki görür, işte o zaman insanlık tarihinde ve dünya denen bu gezegende yepyeni bir sayfa açılır.

                                                      /././

Yeni anayasa tuzağı (Emre Kongar)

Öyle anlaşılıyor ki “Şahsım Devleti” rejimini “İyileştirme” adı altına “Yerleştirme” atılımının liderliğini Numan Kurtulmuş yüklenmiş:

Numan Kurtulmuş eski HAS Parti Genel Başkanı iken, Erdoğan/ AKP iktidarını “Harun gibi geldiler, Karun gibi oldular” diyerek eleştiren, ama iktidara transfer olduktan sonra onun sözcülüğüne atanan ve şimdi de Meclis Başkanı olan, bir zamanlar kendi mahallesinde saygınlığı bulunan bir akademisyen. 

Parti değiştirdikten sonra, bu saygınlığı zedelendi mi, zedelendi ise ne ölçüde yara aldı, bilmiyorum. 

Parti değiştirdikten sonra, HAS Parti Genel Başkanı olarak çok sert bir biçimde eleştirdiği Erdoğan/AKP iktidarının hararetli bir savunucusu oldu. 

Şimdi de Meclis Başkanı olarak “Şahsım Devleti” Rejimini yerleştirecek, olağanlaştıracak yeni bir Anayasa yapılması operasyonunu başlatmış. 

Yerel seçimlerden hemen sonra yaptığı konuşmada 1921 Anayasası’nı model olarak aldığını söyledi ve referanduma bile gerek kalmadan Meclis’te 400 oyla kabul edilecek bir çoğunluğu hedeflediğini belirten şu ifadeleri kullandı: 

“Aynen 1921 Anayasası’nda olduğu gibi Türkiye’nin katılımcı, güçlü bir anayasa yapma imkânı bu Meclis’te vardır... 

...Ümit ediyoruz ki; burada yeni dönemde ortaya çıkacak anlayış birliği içerisinde hele hele hiç millete gitmeye hiç gerek kalmadan Meclis’te oluşacak çok büyük bir ittifakla yeni anayasamızı yapmak mümkün olur ve bu şeref de 28’inci dönem milletvekillerinin üzerinde olur.” 

Kurtulmuş, bu sözlerinden sonra, Meclis Başkanvekilleri ile bir yemek düzenleyerek partilerle temaslarına da başlamış. 

Medyada yer alan haber şöyle: 

“Edinilen bilgiye göre Meclis Başkanı Numan Kurtulmuş yeni anayasaya ilişkin uzlaşı vurgusu yapmış ve fikirbirliği sağlanması gerektiğini belirtmiş. Kurtulmuş’un önümüzdeki günlerde de Meclis’te siyasi parti gruplarını ziyaret ederek yeni anayasa konusunda görüş alışverişinde bulunması bekleniyor.” 

                                                   *** 

Cumhuriyet Gazetesi’nde yer alan habere göre, Kurtulmuş’un bu girişimine karşı hukukçular çok ciddi bazı itirazlarda bulunmuşlar. 

Ayrıca Sinan Meydan, 1921 Anayasası’nın eksiklerini ve neden örnek olamayacağını Cumhuriyet Gazetesi’nde ayrıntılı olarak açıkladı. 

                                                  *** 

Ben bu konuda birkaç önemli gerçeği anımsatmak istiyorum: 

1) Mevcut Anayasa’yı Erdoğan/ AKP iktidarı, “kendisine özel” yaptı. Şimdi gücünü yitirdiği iyice ortaya çıkınca, bu duruma uygun yeni bir “kendine özel” Anayasa yapmak istiyor; amaç, iktidarını sürdürebilmek! 

2) Bu Anayasa, Halkoylamasındaki oy sayımı yasalara aykırı olarak yapıldığı için, zaten “Hukuk Âleminde Sonuç Doğurmayan”, “Atı alanın Üsküdar’ı geçtiği” bir kararla kabul edilmiştir. 

Bu haksızlığı ve hukuksuzluğu yapana, tekrar güvenilemez! 

3) Mevcut Anayasa sadece kendi içinde çelişik maddelerden oluştuğu için değil, her konuda tam yetkili bir Cumhurbaşkanı’nı sorumsuz bir Cumhurbaşkanı gibi koruduğu ve tarafsızlık yemini eden Cumhurbaşkanı’nın parti genel başkanı olmasını kabul ettiği için, akla, mantığa, hukuka aykırı yanlış bir Anayasa’dır. 

Böyle bir Anayasa’yı yapana, yeni bir Anayasa yapma hakkı tekrar verilemez. 

4) Son olarak, bırakınız bu Meclis’in “Kurucu Meclis” olmadığını ve bu nedenle yeni Anayasa yapamayacağını, bugünkü sandalye dağılımı bile, 31 Mart 2024 seçimlerine göre geçerliliğini yitirmiş, bugünkü milli iradeyi, seçmen tercihlerini yansıtan bir yapıyı temsil etmekten uzaklaşmıştır. 

Yeni Anayasa tartışmaları (yapılıp yapılmaması konusundaki tartışmalar bile) yeni seçimler sonunda oluşacak, milli iradeyi göreli olarak daha adil ve gerçekçi olarak yansıtabilen bir Meclis tarafından yapılmalıdır. 

                                                   ***

İlla yeni Anayasa isteyenler, tartışmayı başlatmak için bile, önce yeni seçim yapmalıdırlar!

(Cumhuriyet)