Karanlıktan kurtulma hakkı köy enstitüleri: Yer Demir Gök Bakır (Tarık ÖZYILDIRIM)
Köy enstitüleri 1940 17 Nisan’ında Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in büyük gayreti sonucu “Yurdun ücra köşelerinde kendi kendine açan solan çiçek bırakmayacağız” düşüncesiyle kurulur.
“…Evimizde tek kitap yoktu, cumhuriyet beni götürdü, açtığı köy enstitülerinde eğitti, elime kalem verdi. Yurdun yazarları arasına kattı. Şimdi düşünüyorum, yokluktan geliyorum” der Fakir Baykurt, kendi yaşamını, aydınlık mücadelesini kaleme aldığı Benli Yazılar’da. Yer demir, gök bakır olduğu zamanlarda Yaşar Kemal’in deyimiyle Fakir Baykurt ve Fakir Baykurt gibi çocuklar “Kara kuru, gıdasızlıktan, açlıktan, zulümden gelmişlerdi. Dövüşün, yenilginin çaresizliğinden gelmişlerdi. İmkansızlığın çaresizliğinden gelmişlerdi.” Köy çocuklarının gözünde bu yoksulluğun ve yoksunluğun tek çaresi köy enstitüleri olur.
1936-1937’de açılan öğretmen ve eğitmen okullarının faydaları görülünce köy enstitülerinin önünde herhangi bir engel kalmaz. İlköğretim Genel Müdürlüğüne getirilen İsmail Hakkı Tonguç’un tek hedefi: “Yaparak, yaşayarak, üreterek öğrenme” olur. Köy enstitüleri 1940 17 Nisan’ında Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in büyük gayreti sonucu “Yurdun ücra köşelerinde kendi kendine açan solan çiçek bırakmayacağız” düşüncesiyle kurulur. Mecliste 3803 no’lu Köy Enstitüleri Yasası çıkarılırken Yücel’e yapılan en büyük eleştiri, bu enstitülerde sadece köy çocuklarının okutulmasının sınıf farkı yaratacağıydı. Yücel, buna cevap olarak “...Köylüye eğitim vermek sınıf ayırımı yaratmaz, var olan farklılığı ortadan kaldırır” der.
‘BAŞKASINA KÖLE OLMADIK’
İsmail Hakkı Tonguç ilköğretim genel müdürü olur olmaz okuma hakkını hayata geçirmek için hemen kolları sıvar. Talip Apaydın “Karanlığın Kuvveti Köy Enstitüleri” adlı eserinde bu azim dolu insan için “1940 yılından sonra yüzlerce yıldır hiçbir devletlinin, hiçbir sorumlunun aklına gelmeyen bu yurt köylerine uygarlığın ilk elini uzatan, insanca yaşamının ilk tohumunu atan bahçıvan Hakkı Tonguç’tur” der. Bakan Hasan Ali Yücel’le beraber Türkiye’nin her bölgesine köy enstitüleri kurar. Ezber ve teori eğitimi yerine “işte eğitim” şiarıyla hareket eder. Enstitünün daha ilk sınıfından itibaren çocuklara marangozluk, inşaat ve demircilik dersleri verilir. Enstitülü çocuklar, bütün zorluklara göğüs gererek kendi okullarını, kendileri inşa ederler. Çocukların çalışma koşullarını eleştirenlere karşı bu okullarda yetişen Talip Apaydın şöyle cevap verir: “Köy enstitülerinde başkalarına ırgatlık yapmadık, kendimiz için çalıştık. Kendi yaptığımız binalarda okuduk, yattık, dinlendik. Kendi diktiğimiz fidanların meyvesini yedik. Başkasına köle olmadık.”
ONLAR ÜMİDİN DÜŞMANIDIR
1946 yılına gelindiğinde çok partili hayatla beraber iki ideolojinin çatışması başlar. Milli Eğitim Bakanı Yücel görevinden alınır, çocukların Tonguç Babası da bir liseye resim öğretmeni olarak tayin edilir. Köy enstitüsünün işleyişi de bu görevden alınmalarla bozulur, çevrilen klasikler yakılır, Sabahattin Ali, Nâzım Hikmet gibi yazarlar kütüphaneden çıkartılır, kız erkek okulları ayrılır. Yücel’den sonra bakanlığa getirilen Tahsin Banguoğlu da enstitüleri komünist yuvası olarak görür. Komünistlik ya da ahlaksızlık üzerinden yıpratılan enstitülerin kapanmasının gerçek nedenini bir dostuna şöyle açıklar Tonguç: “Biliyor musun politikacılardan çoğunun ödü kopuyor, biliyorlar ki ileride kendileri gibisini seçmeyecekler.”
Evet, en çok da karanlıkçıların, ağaların, toprak beylerinin ödü kopuyordu. Talip Apaydın egemen sınıfın bu korkusuna anılarında değinir. Okulu bitirip köyüne döndükten sonra ağanın oğlunun köylüyü ezdiğini, onlara zulüm ettiğini görünce yakasına yapışır ve ondan hesap sorar Apaydın “Görün işte dedim. Böyle yapacaksınız, sinmeyeceksiniz, yılmayacaksınız, kul olmayacaksınız. Hep birlikte böyle yaparsanız bunlar uyuz ite döner” der.
Köylünün aydınlandığını gören toprak ağaları, şeyhler, feodalitenin yardakçıları enstitünün kapanması için siyasi çevreleri devreye sokar. 1950’de Demokrat Parti iktidara gelince Menderes seçim meydanlarında propaganda amaçlı söylediği “Köy enstitülerini kapatacağım” vaadini gerçekleştiriverir. Gelinen bu karanlık dönemi Nâzım’ın dizeleri en iyi anlatır: “Onlar ümidin düşmanıdır, sevgilim,/akar suyun,/meyve çağında ağacın,/serpilip gelişen hayatın düşmanı.”
Tonguç Baba, enstitüleri kurduktan sonra yurt bahçesinin ak güllerine kara sinek kondurmamalıyız dediği noktada karanlıklar, karanlıkçılar kapının aralığında olanca hızıyla giren umut ışığını, aydınlığını boğmaya çalışır. Yalnız köy enstitüleri bu karanlığa karşı 1940’tan 2024’e 84 yıl geçse de Fakir Baykurt’un dediği gibi “Kurumlar boğularak öldürüldü ama düşünceleri kafalarda ve gönüllerde yaşıyor.” Yaşamaya devam ediyor…
*Talip Apaydın “Karanlığın Kuvveti” Ararat Yayınevi 1. baskı 1967 İstanbul
*Fakir Baykurt” Benli Yazılar” Papirüs Yayınları 1. baskı 1998 İstanbul
*Sabahattin Ali “Markopaşa Yazıları ve Ötekiler” Yapı Kredi Yayınları 11. baskı 2022 İstanbul
*Yaşar Kemal “Baldaki Tuz” Yapı Kredi Yayınları 20. baskı 2020 İstanbul
/././
Köy Enstitüsü farkı, şehre ve geleneğe uymazlığı: Hümanist, yararcı, bütüncül köy rehberi (Adnan Gümüş)
Köy enstitülerinin anlam ve yerini değerlendirebilmek için öğretmen okulu, ziraat okulu, meslek okulu, çıraklık ve liseler ile kıyaslamak, medrese/imam hatip ile kıyaslamak, aradaki benzerlik ve farklılıkları ortaya koymak gerekiyor.
Köy enstitülerinin eğitim tarihindeki ve modelleri arasındaki en anlamlı yeri köye yönelik çok başarılı bütüncül bir model oluşturmasıdır, “köy enstitüsü” olmasıdır. O gün de bugün de bir şehir okulu değildir, bir şehir ortaokulu veya lisesi değildir, aksine şehir okullarından, liselerden etkilenmiş ama köye yönelik özgün başarılı bir model oluşturmuştur.
Köy enstitüsü bir öğretmen lisesi değildir, ziraat lisesi değildir, çıraklık okulu değildir, diğer ziraat liseleri “ziraat teknisyeni” ve öğretmen liseleri “öğretmen” yetiştirme amacındayken Köy enstitüleri bir köy rehberi yetiştirme, çağdaş bir çiftçi ve köylü yetiştirme, köyü tarımı köylüyü çağdaşlaştırma amacındadır. Köy enstitüleri bir meslek lisesi ve hiçbir şekilde bir MESEM-çıraklık okulu da değildir.
Diğer okullar sınırlı bir amaca yönelikken köy enstitüleri tüm köy topluluğuna yöneliktir, “Gestalt”çı/ bütüncül bir modeldir, köyün bütünü esastır, her köy enstitülü bir köy rehberidir. Kendisi bizzat köylü olacak, geçimini çiftçilikten sağlayacak, çağdaş teknolojilerin taşıyıcısı ve yaratıcısı olacak, mimariden sağlıktan anlayacak, fenden, matematikten, felsefeden, sanattan, edebiyattan, sosyolojiden, psikolojiden, siyasetten anlayacak, köye liderlik ve rehberlik edecektir.
Böyle bir modelin şehre uymazlığı da zaten açıktır. Tüm şehir okullarında felsefe, matematik, fen, sosyal bilim, sanat bilgi becerileri, çağdaş duyarlılıklar verilmektedir, dahası köy enstitüleri bilimde sanatta felsefede çağdaşlaşmada şehri ve şehir okullarını izlemektedir, ancak köye göre şehir çok daha karmaşıktır, salt çiftçilik-hayvancılık-ormancılıktan oluşmamaktadır, “bütüncül bir şehir rehberi” şehrin büyüklük ve çeşitliliğine uygun düşmemektedir. Şehir liseleri ülkenin tıbbiyesi, mülkiyesi, akademisyeni, yüksek nitelikli kadrolarını oluşturacaktır.
Köy enstitülerinin anlam ve yeri “köy enstitüsü/ köy rehberi” konseptinde oluşmasıdır.
Köy enstitülerinin en temel çelişkisi de köylerle olmuştur, köyün yerleşik inançları ile, Yörüklük/ aşiret/ sülale nizamı ile, toplumsal cinsiyet düzeni patriyarka ile, gelenekle çelişmiştir.
“Köye rehberlik” konusu en çok da dini geleneğin, medreselerin, imam hatiplerin iddiası arasında olmuştur. Köy enstitüleri din/gelenek, imam hatip/medrese ile çelişikten öte hem karşıt hem de çok farklı modellerdir.
Köy enstitüleri ayrıca ülkedeki iktidar yapısıyla, ekonomi politik yapıyla, dünyadaki neomuhafazakar kapitalizmle çelişmiştir.
ÖLÇÜ NEDİR? DİNCİLİK NEDİR, HÜMANİZM VE YARARCILIK NEDİR?
Bir Budist için refah, bolluk değil çilecilik değer olabilir. Bir kapitalist için tüm dünyanın mallarına el koymak. Bir çevreci için yaşatmak, bir Hristiyan için misyon, Müslüman için cihat temel değer olabilir. Bir milliyetçi için “Varlığım Türk varlığına feda olsun”, bir vatansever için “mevzu vatansa gerisi teferruat” ana değer olabilir. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi “Vazgeçilemez, ertelenemez, devredilemez” temel hak ve özgürlükler varsayıp bunları temel değer kabul edebilir.
İnsanlığın en önemli sorunlarından ikisi kişilik ve ölçü sorunu. Bu iki sorun; doğallık, genellik, evrensellik, özdeşlik, ben ve öteki ilişkisi ile de yakından ilişkili.
Çok da politik, belki de tümden politik sorunlar kişilik ve ölçü konusu. Toplumun ve insanın yönelimini/ereğini oluşturuyor. Bir toplumun geleceği de oluşturacağı kişiliğe ve temel aldığı ölçülere bağlı bulunuyor.
Kişilik sorununa, iyi olan ve olmayanı, önemli olan ve olmayanı ayırt edebiliyor muyuz sorusuna, ölçü sorusu referans olacak. Sağlam dayanaklar ve ölçüler var mı? AKP’ye, dincilere göre bunun ölçüsü dindir, dini değerlerdir.
Köy enstitüleri, daha genel olarak 1945’lere kadar cumhuriyetin ana eğitim anlayışı hümanizm, yeni hümanizm ile birlikte halkçı devletçi pragmatizm/ yararcılık oldu. Hümanizm çok genel anlamıyla insanlığın yüksek sanat, dil, edebiyat ve bilimsel gelişmeleri tüm insanlığa aittir, insanın yüksek başarıları model alınmalıdır, bunun içine Grekçe de, Latince de, Farşça da, Arapça da, Türkçe de… her dil ve uygarlıktaki yüksek felsefe, bilgi, sanat ve eserler girer. Dil, edebiyat ve çeviri faaliyetleri, müze, müzik, tiyatro etkinlikleri, heykel, mimari hepsi hümanist konsept içindedir. Halkçı pragmatizm ve yararcılık ise halkın yararına olanı, ekonomik ve uygulanabilir olanı, uygulamaya geçirebilecek yararlı bilgi becerilere öncelik verilmesini esas almaktadır.
Hümanist ve yararcı eğitim anlayışı en çok da yerleşik rantiye düzeni ve gelenekle çelişmiştir.
‘DEĞER’ VE ‘BİRLİK’ SORUNU: DEĞERLERİN DEĞİŞEBİLİRLİĞİ BAŞKA DEĞİŞKENLİĞİ ÇOĞULCULUĞU BAŞKA
Değerler değişmez mi, çok tartışmalı bir konu, uygarlıklar ana değerlerin ve tekniğin değişimi ile oluşur ve ilerler.
Bir de birlik-çokluk meselesi var.
N. Hartmann en çetin metafiziğin “birlik” metafiziği olduğunu ileri sürüyordu. Değerlerin değişebilirliği ayrı bir boyut, değerlerin değişkenliği daha farklı bir boyut. Değerlerin değişebilirliğinden öte değişkenliği insanın ve insanlığın birlik anlayışını daha da zorluyor.
Köy enstitüleri, marşında/ereğinde ulusal “birlikçi”, müfredatında “değişkenliğe” açık sayılabilir. Dinciler ise hem akaitlerinde hem de medreselerinde hep birlikçi, değişmez ve monist kaldılar.
ÇOCUĞUN, KÖYÜN, KENTİN, ÜLKENİN, BİREYİN, TOPLUMUN, İNSANLIĞIN ÜSTÜN YARARI BİRBİRİYLE ÇELİŞİK Mİ, TAMAMLAYICI MI?
Bugün eğitimin öncelikli ana ölçüsü “çocuğun üstün yararı” sayılıyor.
“Çocuğun üstün yararı” geleneğin, dinin diktelerine uygun mu yoksa onlarla çelişiyor mu, buna verilen yanıtlar Türkiye’de farklı eğitim anlayışlarına karşılık geliyor. Çeliştiğinde din gelenek mi değişecek, çocuk mu geleneğe uygun terbiye edilecek, kritik bir soruyu oluşturuyor.
Topluluk veya toplum dinine geleneğine indirgenirse bu çelişkiler çatışma tehdidine dönüşüyor, “birlik” sorunu haline geliyor.
Çocuğun üstün yararı, bireyin, topluluğun, toplumun, insanın üstün yararı ile çelişir mi, erdem etiğinde, aydınlanmacı, hümanist veya sosyalist bir anlayışta çelişmez.
Ancak çocuğun veya insanlığın üstün yararı; zenginin, aşiret reisinin, müteahhidin, tarikatların, iktidar sahiplerinin, emperyalizmin… üstün yararlarıyla çelişebilir. Köy enstitüleri veya doğru düzgün nitelikli bir eğitim bunlarla çelişiyor.
Peki, böyle bir karşıtlaşma veya çelişkide ölçünün hangi üstün yarar olması, hangilerinin aşılması gerekiyor?
/././
Vatan millet ıstakoz (Nuray Sancar)
Saray’daki altın varaklı tesisatlar, pahalı mobilyalar, ‘İtibardan tasarruf edilmeden’ yapılan harcamalar, otomobil konvoyları, manda yoğurdu, pahalı tropikal meyve smoothieler ve ‘starex meyvesi’ eşliğinde aloevera ve ‘efuli’nin yanında AKP milletvekilinin Monaco’da yediği ıstakozun, eski bir AKP milletvekilinin Maldivler’deki tatilinin lafı bile olmaz aslında. Ardına kadar açık tutulan perdelerden görünen sefahat, ‘Beraber yol yürümenin’, ‘Aynı yağmurda ıslanmanın’ vadettiği muhtemel hayatı sefaletin gözlerinin önüne serdikçe, uzak ya da yakın bir konfora davetiye sunuyor bir bakıma. Bazı din kardeşleri ikbalin zirvesine ulaşmışsa ‘Müslüman’a da yakışan zenginlik’ dininde-imanındaki fukaraya rotadan ayrılmadığı sürece ihtiyacı olan umudu bedavadan verebiliyor. Sabredip beklerse, aynı gemide kalırsa iktidarın eteğine yapışan herkes bu sahte Halil İbrahim sofrasındaki yerini alabilecek. Yer sofraları sınıf atlayarak ıstakozlu masalara dönüşebilecek.
Bu tür bir halkla iletişim modeli iktidarın en tepesinden partinin yerel yönetimlerine ve mahalle örgütlerine kadar yıllardır sürdürülüyor. Şatafatlı sofralarda yenilip içilen her şeyin rotadan sapmamak kaydıyla bir gün kendilerine de nasip olacağı vaadiyle yoksullar oyalanıyor.
Denizli Büyükşehir Belediye Başkanlığını kazanan ancak 11 milyar borcu da devralmak zorunda kalan Bülent Nuri Çavuşoğlu’nun katıldığı bir televizyon programında söylediği gibi, ‘Herkesin koltuğunun çapı ve yüksekliği kadar yediği’ bölüşüm düzeni, merkezi ve yerel iktidarların en tepesinden altlara kadar genişleyen bir çapulcular ordusunu yıllarca besledi. Bu zenginlikten nemalanamayanlara beklemekten, sabırla katlanmaktan başka bir şey düşmedi; savaş vardı, terör vardı, dış düşmanlar, faiz lobileri, Türkiye’yi kıskananlar, vatan millet Sakarya bir de dava. Hem bir mermi kaç lira onlar biliyorlar mıydı ki? Saray’da etrafı kordonla, güvenlikçilerle çevrilmiş zengin iftar sofrasına gazeteden bakarak ‘yeterince kalkınırsak’ düşmanlar yenilirse, çok çalışıp ülkemizi geliştirirsek emekçiye nasip olacak olan oydu. Bu dünyada yaşanacak bir cennet şimdilik herkese açık değildi ama açılacaktı nasılsa.
Evet hâlâ aynı kafa aynı tas.
Ancak eskiden sıcak para akışı, liranın oynak olmayan değeri, enflasyonun hesaba kitaba gelir düzeyi nedeniyle daha az ıslatan yağmur, milyonlarca emekçi için buz gibi bir sağanağa dönüştü. Birçoğu bulabildikleri ilk saçak altına sığınarak parti konvoyuna sırtını döndü, bir kısmı da bu kısa yol arkadaşlığını yolun sonunda bıraktı.
Kendi bakanlığına kendi şirketinin temizlik malzemelerini kakalayan, her mafya olayının içinden geçen, tek adamla yakınlık derecesi arttıkça daha çok kazanan eş dost bakanlar; belediyeleri soyup soğana çeviren yerel yöneticiler, emekçilerin birikimlerini, fonlarını, ödenmemiş ücretlerini büyük sermayeye boca eden ama asgari ücrete ikinci zam, emeklilere para yok diyen iktidar ve her türlü asalağı, şimdiki durumu anlamadıkları gibi sandığın mesajını da çözemediler.
Facebook’tan, Instagram’dan görgüsüz sofralarını, takılarını sergilemeye devam ediyorlar. Vur-kaç şirketlerle belediyelerin, kendi kurdukları vakıfların içini boşaltıp sonra da ucunun hep aynı yere vardığı bir ağın içinde, yeni parsaları toplamak üzere ortadan kayboluyorlar. Kaybolduklarını sanıyorlar.
Oysa geride bıraktıkları izler, sosyal medyada açık duran perdeler, basın-TV, ‘bana bir şey olmaz’ kibriyle yaptıkları patavatsızlıklar milletin canına yetti. Çünkü hepsinde ‘Ben sabredip yine bize oy vereceklerini zannediyordum’ diyen meşhur trolün ruh hali var.
Safahat ve şatafatın yoksulun sabrına duyduğu ihtiyaç her zaman baki. Fakat artık sabır taşı da çatladı; lüks restoranda milletvekilinin masasındaki ıstakoz; bayat ekmeklerin, kurtlu kuru fasulyelerin, çöpten toplanan gıdanın, bayat ekmeklerin, ödenemeyen faturaların tahrip gücünü yükseltti. Yoksa bir ıstakozun, Maldivler-Monaco tatillerinin ne önemi var! Hiç.
/././
Istakozun faturası! (Bülent Falakaoğlu)
“O ıstakozlara yazıklar olsun. 26 senedir peşinizdeyim, hakkımı helal etmiyorum”.
“İnsanla bu kadar dalga geçilmez. Sayın vekiller biz kurbandan kurbana et yiyoruz. Bu vatandaştan utansınlar!”
Benzeri sözlerle dışa vurulan öfke büyüyor; AKP’lilerin ıstakoz yeme görüntüleri açığa çıktıkça.
Zaten AKP’nin tarihi zenginleşme tarihi değil miydi?.. Şimdi neden bu öfke?
Deve havuduyla götürülürken ses çıkarmayanlar şimdi ‘haram-zıkkım’ olsun beddualarını neden art arda saydırıyor?
Nedeni belli ve herkes biliyor: Feci yoksullaşma!
Dün koca mertekler göze batmazken, bugün küçücük kürdanların bile yüreğe batması bundan.
Yalnız…
Bu duruma, “Yıllardır dedik ama dinletemedik şimdi şikayet ediyorsunuz yapacak bir şey yok” diye karşılık verip, sosyal medyada yıllarca AKP’ye oy vermiş ama şimdi sitem eden emekçileri linç etmenin alemi yok.
Çünkü…
O ıstakozların parası geniş emekçi kesimlerden çıktı! Ve geniş halk kesimleri o faturayı ödemeye devam edecek.
Nasıl mı?..
PARTİ BU İŞİ DE YARIYORDU!
Önce kısa bir zenginleşme tarihi anlatısı!
Şeffaflık paketi reddedildi!
Mecliste grubu bulunan partilerin yerel ve merkezi tüm yöneticilerinin mal bildiriminde bulunma zorunluluğu getirilmesi önerildi.
Erdoğan reddetti: “Bu olursa görev alacak il ve ilçe başkanı bulamazsınız”.
‘Dava için var’ denilen parti aynı zamanda zenginleşme aracı olmalıydı da ondan.
‘Şeffaf’ olmayan yoldan zenginleşme birilerinde ‘ıstakoz’ parası birikmesine yol açtı, birilerini de fakirleştirdi.
İhale yasası yüzlerce kez değiştirildi.
Yandaşa daha yüksek maliyetli ihalelerin önü açıldı. Bu ön açma, ‘ıstakoz parası’ transfer etmekten başka neydi ki? Senden, benden topla devletin, belediyenin kasasına koy, sonra da yandaşa postala!
Rantı, kârı, serveti besle!
İmar rantı bir imza ile bir gecede müthiş kazançlar (ıstakoz parası istiflemenin) bir aracı kılındı.
1000 lira değerindeki arsaya 10 kat bina yapılabilirken, 20-30 kat bina hakkı alıp, 2 bin liralık rant elde edilirken ülke mi zenginleşti?
Hayır! Maden, altın, termik, HES imtiyazı… Arazi parselleme… Derken o rant gaspla birleşti; ıstakozların parasını peşin peşin aldılar bizden yani!
Uyuşturucu, kara para, kriptoya uzandı iş!
Daha çok paraya ihtiyaç duyuldukça Türkiye’ye giren çıkan paranın kaynağı belli olmamaya başladı. Hükümet, “Ya ‘kara paraymış’, ‘uyuşturucu gelirleriymiş’ üzümünü yiyin bağını sormayın” dedi!
Türkiye Mali Eylem Görev Gücü FATF tarafından ‘gri liste’ye alındı; “kara para, uyuşturucu ve terör finansmanı” trafiğiyle gereken düzeyde mücadele etmediği için!
Türkiye hâlâ gri listede! Bakan Mehmet Şimşek, “Haziran ayında çıkacağız” diyor kısmetse...
Listeden çıkılacak mı, göreceğiz; ama o listeye girmeyi sağlayan kara paranın emekçilerden çok büyük miktarda ıstakoz parası çıkardığı kesin!
Servete, kâr zaten gözümüzün önünde de şu yükseklerden icazetli ‘çiftlik bank’, ‘kripto para’ servet yaratıp ‘ıstakoz yutma’ vurgunlarını da unutmamak lazım!
Tam bir kara delik: Varlık Fonu…
Kamu kurumlarının kârını yutuyor. Yönetimlerinde reisin aile bireyleri ve yakınları… Tesadüf mü yoksa kasa kasa istif için mi?
ÇARK BÖYLE DÖNÜYOR İŞTE
Rantı, kârı, serveti beslerken en alttakilere sadaka mahiyetinde pay dağıtan bir saadet zincirinin özetidir bu!
Yol, park, birilerine zenginleşme sürecinden küçük küçük de olsa pay geldi! Geldikçe büyük pay ayırmacı kârlılığa, kayırmacı muhafazakarlığa ayrılırken, tüm bunlara onay almak da geldi!
Çark böyle döndü: Küçülterek, ucuzlatarak, iş cinayetine kurban de ederek.
***
Çark dönüyor da en alttakilerin hayatı dönmüyor artık.
2015’te milli gelirden yüzde 43.3 pay alan ücretlilerin, yıllar içinde alım gücü iyice geriledi. Türkiye büyük bir bölüşüm şoku yaşıyor!
Ücretlilerin milli gelirden aldığı pay yüzde 30’a gerilemiş durumda.
Istakozların parası verildi ama artık tevekküle, sabra, kabre verecek cana yer kalmadı!
YİNE DE ADİSYONLAR GELMEYE DEVAM EDECEK
‘Istakozcuların’ cebini doldurmasına doldurduk da hesabımız burada bitmedi. Yedikleri ve yiyecekleri ıstakozların parasını da ödemeye devam edeceğiz.
Önümüze adisyonlar (lokanta, gazino, otel gibi yerlerdeki hesap) sürülmeye devam edecek.
***
Kredi ve kredi kartı borçlarımız; çığ gibi!
Bireysel kredi kartını ödememiş kişi sayısı 110 bin olmuş. Yüzde 147.3 artmış.
Bireysel kredi veya kredi kartı borcunu ödememiş kişi sayısı yüzde 100 artışla 179 bin 803 kişi olmuş.
Bireysel kredi borcunu ödememiş (batık) gerçek kişi sayısı şubat 2023’e kıyasla yüzde 78.2 artmış.
O ıstakozların parasının bizim kartlarımızdan çekilmesinden başka nedir ki? Kendimize alışveriş yaptık sanıyorduk oysa. Değil!
Zenginleşenler Maldivler’e gidebilsinler diye cebimizdekine çöktüler biz açığımızı kapatabilmek için borca battık!
***
Peşin peşin kesitler de kurtulduk mu?..
Hayır!
Hazine ve Maliye Bakanlığı diyor ki…
Yaklaşık 8.5 trilyon vergi toplayacağım. Yılın ilk çeyreğinde henüz hedefimin yüzde 16’sını toplayabildim.
Geriye kalan yüzde 84’ünü, yılın diğer üç çeyreğinde toplamaya kararlı. Vergi salacağım, boğazınıza çökeceğim’ diyor, Bakan Mehmet Şimşek.
Ya yılın ilk çeyreğinde tahsil edilen toplam verginin yüzde 60’ı KDV ve ÖTV’den.
Bu demektir ki… Zaten vergiyi vatandaş ödemiş, ekmek, domates, ayakkabı alırken, alışveriş yaparken.
Istakozcular yerine yine ‘Vergiyi tabana yayacağız’ vatandaş ödeyecek.
***
Merkez Bankasının toplam 818 milyar liralık rekor zararı var.
Merkez Bankasının 100 milyarlarca doları, ucuz ucuz, şirketlere gitti. Şirketler yediler, içtiler ama hesabı ödemiyorlar.
Faizler zorla düşük tutuldu, krediler pompalandı, kur patlatıldı; KKM icat edildi. Buradan büyük kazanç elde edenlere fatura yok
Bu mesele aynen katma değer vergisi gibi, vatandaşa yansıtılacak. Bankalar üzerinden bunu vatandaş ödeyecek.
***
2024 bütçesinde faize 1.2 trilyon lira ayrıldı.
Garanti ödemeleri adı altında müteahhide 450 milyar ödenecek.
Bir yılda ödenmesi gereken 226 milyar dolarlık dış borç var. Istakozcuların, lüks tüketimin payı büyük ama onlar ödemeyecekler bu borcu!
Trilyonlarca liralık adisyon sürülecek önümüze…
Orada yazan tutarların yanı sıra garsoniye olarak ödeyeceğimiz de var, işsizlik gibi; birçok sektörün, yeni faiz oranlarıyla cirolarında azalma yaşanacağı için… Krediye mecbur bazı şirketler kredi alamamanın faturasını işçiye çıkaracağı için…
Istakoz birilerine adisyon bize!
(EVRENSEL)