23 Nisan 2024 Salı

soL KÖŞEBAŞI - 23 Nisan 2024 -

 

Yetenekli Bay Şimşek (Engin Solakoğlu)

"Bay Şimşek de Akepe de yalnız değildir. Arkasında kimisi muhalif ve alternatif görünümlü koca bir düzen aparatı mevcuttur."

Bu hafta koyun üzerine yazacaktım. Öyle mecazi anlamda filan değil, bildiğimiz koyun olacaktı konum. Elinde kadeh 30 yıl kokteyl kokteyl gezmiş bir monşer eskisi ne anlar koyundan kuzudan diyeceksiniz. Haklısınız ama az buçuk iktisatçılığımla koyunun Anadolu’da nasıl olup da halkın erişemeyeceği bir ürüne dönüştüğünü ele almaktı niyetim. Bu seferlik olmadı. Koyun olmayınca da Abdurrahman Çelebi’ye yöneldim mecburen.

“Yetenekli Bay Ripley” 1999 tarihli bir film. Patricia Highsmith’in 1955 yılında yazdığı bir romandan uyarlanmış. Geçtiğimiz günlerde bir de dizisi yayınlandı “Ripley” adıyla. Romanı okumadım ama film ile dizi arasındaki en önemli fark ana kahramanın yetenek seviyesi gibi geldi bana. Birincisinde daha becerikli, ince hesaplar yapan bir Ripley izlerken, dizide biraz daha sakar ve kurtuluşu büyük ölçüde rastlantılara bağlı bir karakterle karşı karşıya kaldık.

Geçen yıl Ekonomi ve Maliye Bakanlığı’na atanan Mehmet Şimşek’in kullandığı bir ifadeye ilişkin tartışmanın bana ilk hatırlattığı bu oldu nedense. Şimşek öyle anlaşılıyor ki yetenekli ve zeki bir kişi. Yani filmde anlatıldığı gibi bir Ripley. Kürt asıllı, Türkçe’yi okulda öğrenmiş, sonra da Ankara Siyasal’ın İktisat bölümünü dereceyle bitirmiş. Cumhuriyetin halkın birikimleriyle oluşturulmuş en kilit kurumlarından biri olan Etibank’ın bursuyla yurtdışına, İngiltere’ye gönderilmiş. Exeter Üniversitesi’nde “Finans ve Yatırımlar” mastırı yapmış. Dönüşünde aldığı bursun karşılığını çalışarak öderken Ankara’daki ABD Büyükelçiliği’ne transfer olmuş ve 4 yıl burada “kıdemli ekonomist” sıfatıyla görev yapmış. Daha sonra çalıştığı firma ve kuruluşların hiçbiri tesadüfen, sınavda kopya çekilerek, eş-dost torpiliyle ya da Akepe ilçe başkanı kartvizitiyle girilebilecek yerler değil. Union Bank of Switzerland, Deutsche Bank, Merrill Lynch, Dünya Bankası ve IMF. İnsan sayarken yoruluyor.

Kariyerine bakarken bir nokta dikkatimi çekti. Şimşek, Merrill Lynch’teki görevi sırasında Rusya’ya da ziyaretler yapmış, 1998-1999 yıllarında bu ülkedeki üst düzey yetkililerle görüşmeler yapmış. Rusya’nın uluslararası finansın koltukladığı Yeltsin ve etrafındaki Nemtsov, Chubais gibi liberal prensler ve oligarklar tarafından acımasızca yağmalandığı dönem. Benim de Moskova Büyükelçiliğinde çalıştığım, Rusya’nın merkezden uzak yörelerinde yaşayanların yoksulluğu geçtim özellikle kış aylarında açlıkla boğuştuğu yıllar. 

O sırada yaşanan talan ve sefalet hakkında bir fikir vermek için hep kullandığım bir örneği anımsatayım. Rusya’nın doğusunda, nükleer silahların da bulunduğu bir askeri üste ayaklanma çıkmıştı. Askeri üs deyince aklınıza kışla gibi basit bir şey gelmesin. Askerlerin, subayların aileleriyle birlikte yaşadıkları orta büyüklükte bir kentten söz ediyorum. Ayaklanmanın sebebi halkın kış aylarında tüketmek zorunda kaldığı konservelerden zehirlenmeleriydi. Askeri, subayı, kadını, çocuğu hepsi açlık tehlikesiyle karşı karşıyaydı ve Yeltsin denen ayyaş haydut ile etrafındaki hırsız çetesi bir çok başka yere olduğu gibi bu üsse de “kaynak yokluğu” gerekçesiyle gıda göndermemişlerdi. Bıçak kemiğe dayanınca da isyan çıkmış, üsteki nükleer füzeler dolayısıyla konu uluslararası bir sorun haline gelmişti. ABD ve Avrupa panikteydi. Nükleer düğmeler aç parmakların ucundaydı ne de olsa. Dönemin etkili ismi ve Ulusal Güvenlik Konseyi Başkanı General Lebed üsse gitti, görüşmeler yaptı, gıda stoklarının yenileneceği sözünü verdi ve ayaklanma sona erdi. İzleyen haftalarda ABD’den binlerce ton donmuş tavuk yardımı geldiğine tanık olduk. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin ardılı Rusya’nın finans ve finansçılar eliyle uğratıldığı felaketin kısa hikayesi olduğu kadar bir anlamıyla da “bir daha asla” diyen Rus devlet aygıtının Putin’i iktidara taşımaya karar verme sürecinin habercisidir.

Dönelim biz yetenekli Bay Şimşek’e. Bakan Şimşek geçen hafta ABD’deki temasları sırasında Türkiye’de enflasyonla mücadele konusundaki üstün başarılarını ana dili gibi konuştuğu İngilizce dilinde anlatırken bizlerden “locals” diye bahsetti. Yerliler, yerel halk diye de çevirebiliriz.  Haklı olarak  bayağı bir alındık. Hiç değilse “halk” diyebilirdi diye düşündük. Öyle ki, yandaş basın bile İngilizce metne sansür uygulama ihtiyacı hissetti. Sonra da zırvayı tevil çalışmaları başladı. İşin ilginç yanı bu çabalara sözde muhalif  “ekonomist”ler öncülük ettiler. Bu teknik bir terimmiş, kullanılabilirmiş vs. Sonra da “zamanında İmamoğlu da söylemişti, Yavaş da kullanmıştı gibi saçma bir izahat demetiyle karşılaştık. O zevatı savunmak işim de  değil derdim de ama dinledim konuşmalarını. Bağlamlar farklı.Geçelim.

Önce gönüllü avukatlardan başlayalım. Mehmet Şimşek iktisat okumuş sonra çok yetenekli bir finansçı olmuş. Bunlar da öyleler. Yanlış anlaşılmasın yeteneklerini kastetmiyorum. Onlar da finansçılar anlamında. Yalnız bazıları “ekonomist” olduklarını, biraz daha çekingen olanları ise “ekonomi yazarı” olduklarını söylüyorlar. Hepsi doğrudur ancak kesin olan bir şey var “iktisatçı” değiller. Rasyonel ve “Ortodoks” politikalardan yanalar. 

Bunun Türkçesi “halkı daha da ezelim, özel teşebbüse kaynak aktaralım” politikasıdır. Yetenekli Bay Şimşek’e duydukları hayranlık buradan kaynaklanmaktadır.  Aslında yaptıkları, çaplarına göre holdinglere, şirketlere ve en kötüsü de “ne yapsam da üç kuruşumu kaybetmesem” derdindeki halka muhalif kanallar aracılığıyla yatırım tavsiyesi vermekten, “dolar haftaya 80 lira olacak, altının onsu tavana vuracak, arabanızı satın Silkeler A.Ş. senedi alın” demekten ibarettir.

İktisatçı ile “ekonomist” görünümlü finansçının temel farkı budur. Gerçek iktisatçı üretim biçimlerini, kaynakların dağıtılma tercihlerini sorgular, denklemi emek-sermaye çelişkisi üzerine kurar, eşitliği arar. Finansçı var olan eşitsizlikleri “rasyonel” olarak sürdürmenin ve büyütmenin peşindedir. Bu yüzden Bay Şimşek ve destekçileri gibi finansçılar insan gibi yaşamak isteyen halk yoktur, kandırılması ve şirketlerin daha çok kazanması için ikna edilmesi, olmadı boyun eğdirilmesi, o da olmadı yerine başka bir kitlenin geçirilmesi  gereken “locals” vardır. Finansçılar için halk, denklemde önemsizleştirilmesi, mümkünse “1(bir)” değerinde tutulması gereken bir katsayıdır.

Bu olaydan da gördüğümüz gibi Bay Şimşek de Akepe de yalnız değildir. Arkasında kimisi muhalif ve alternatif görünümlü koca bir düzen aparatı mevcuttur.

Koyunun bulunmadığı yerde keçiye Abdurrahman Çelebi denir. Ekonomiye iktisatçıların müdahil olamadığı yerlerde ise finansçıların eline düşersiniz. Bunlar size “rasyonel” diye diye açlığı ve sefaleti pazarlarlar. 

Bu oyuna direnmenin ve halkı ezerek hayatta kalan bu çarkı kırmanın, bu konudaki kararlılığı göstermek için 1 Mayıs’ta meydanları doldurmanın tam zamanıdır.

                                                             /././

Çocuklarını seven ülke (Senem Doruk İnam)

Bu 23 Nisan’da Kübalı çocuklar bize önemli bir şeyi hatırlattı. Çocuklarını seven ülkenin ne demek olduğunu. Sosyalizmde eşit ve mutlu çocuklar var. 

Çocuklar, bugün 23 Nisan, 1920’de saltanata, padişahlığa son verilen, işgalcilere karşı mücadelenin taçlandığı, egemenliğin millete verildiği gün. Yeni Türkiye’nin kuruluş günü. 23 Nisan 1920’de açılan meclis Cumhuriyet’e, laik, egemen ve bağımsız bir ülkeye doğru atılan en ilerici adım.” İlkokul çağlarındaydık, 23 Nisan sabahı gösteriye çıkmadan önce beden eğitimi öğretmenimiz söylemişti bu cümleleri.

23 Nisanlar bahardır, öyle ki havanın sıcak olması beklendiği için genellikle kıyafetlerimiz şortlar, etekler ve kısa kollular olurdu. O 23 Nisan sabahından hatırladığım iki şey var; biri, 23 Nisan’da padişahlığa son vermek ve Cumhuriyet’i kurmak için bir Meclis kurulduğu, diğeri de bahar olmasına rağmen şort ve çiçekli bluzlarla çok üşüdüğümüz.

Cumhuriyet’in çocuklar ile ilişkisinin anlamı büyük. Bu anlamın bu ülkenin çocuklarına devrettiği şey de öyle. Bugün yine bir 23 Nisan, bu yazıyı kaleme alan ben ve 90’larda 23 Nisanları yaşamış çocuklar, büyüdük. Bugün kutlanacak bir gün yok. Biraz umutsuz gelebilir ama ne egemen ne de çocuklar için bayram olabilecek bir ülkede yaşıyoruz. “90’larda var mıydı” diye soranlar olduğunu duyabiliyorum.

Bu ülke kuruluşundan bu yana burjuva karakteri nedeniyle kuruluş değerlerini adım adım yitiren, kendi devrimine ihanet eden bir ülke. Kuruluş felsefesinde halk egemenliğine dayanan meclis, bugün yalnızca sermaye egemenliğini temsil ediyor. Halkın olan kaynaklar gasp edilip, sermayeye peşkeş çekiliyor, özelleştiriliyor. Kamusal alanlar başta yerel yönetimler olmak üzere sadece kârlılık hesabı yapılarak sermayeye açılıyor, her türlü kamusal hizmet piyasanın kurallarına tabi tutuluyor, dinci gerici vakıflar, tarikatlar kamu kaynaklarından beslenerek palazlandırılıyor. Emekçilerin köle gibi çalışmaya mahkum edildiği çalışma saatlerinden, alacakları üç kuruş asgari ücrete kadar tüm sömürü kararlarının altında, düzen partilerinin tümünün onayıyla, bu meclisin imzası var. Yani adlı adınca sermayenin imzası. 104 yıl sonra, adım adım, halkın egemen olduğu iddiasını taşıyan bu meclis sermaye egemenliği bayrağının dalgalandığı bir meclise dönüştü. Bugün TBMM patronların, saltanat ve hilafet özlemcilerinin doluştuğu bir yer.

Peki ya çocuklar?

23 Nisan çocuklara armağan edilmiş bir gün. Patronların, çok uluslu tekellerin, sömürünün, tarikatların olduğu yerde egemenlik aranmıyorsa çocuklara bir gelecek beklemek de mümkün değil. Hatta, böyle bir ülkenin geleceği olmayacağı gibi çocuklarının bugünü de tehlike altındadır.

Örneğin, bizim ülkemizin çocuk işçileri var. Henüz ilkokul çağında, çocuk bayramını kutlaması gereken çocuklarımız işçi. Birçoğu okul yüzü görmüyor, belki güneş yüzü bile. Erkenden büyüyorlar. Kayıtsız, korumasız çalıştırılıyor, sömürülüyor ve hatta ölüyorlar.

Bizim ülkemizde her çocuk eğitim göremiyor. Parası olan çocuğunu kreşe, özel okula gönderebiliyor, parası olmayanın çocuğu ise tarikatların kucağına itiliyor. Çocuklar o tarikatlarda karanlığın pençesine hapsoluyor, şiddet görüyor, istismar ediliyor, çocuk yaşlarında evlendiriliyor. Bizim ülkemizde çocuklar bilimsel eğitim alamıyorlar. Devlet okullarında bile para konuşuyor, bir de imamlar. Sanattan, spordan uzak, uyuşturucuyla tanışıyorlar daha küçücük yaşta. Tarikatlar ne kadar akıllarını hapsediyorsa uyuşturucu o kadar hapsediyor körpe bedenlerini. Bizim ülkemizde çocuklar açlıkla talim ediliyor. Deprem yaşamış, evlerini kaybetmiş çocuklar yeterli gıdayı alamadıkları için büyüyemiyorlar, gelişemiyorlar.

Çocuklarını aç ve sahipsiz bırakan, sömüren, çocuklarına çocukluğunu yaşatmayan bir ülkenin geleceği olur mu? Olmaz.

O zaman geleceği yeniden kurmaya ihtiyacımız var. 23 Nisan 1920’de açılan Meclis saltanat ve hilafetten kurtulmamızın ve laik Cumhuriyet’e ulaşmamızın en önemli adımıydı. Bugün halkımızın yeni bir meclise ve Cumhuriyet’e ihtiyacı var. Sömürünün olmadığı, eşit, laik bir Cumhuriyet için patronlardan kurtulmaya ihtiyacı var. 

****

Geçtiğimiz hafta Küba Çocuk Tiyatrosu La Colmenita, “Küçük Arı’ları” İstanbul’da ağırladık.

Kübalı çocuk tiyatrosu topluluğunun uzun ve etkili bir hikayesi var. ‘Küçük Arılar’, Raul Castro’nun izledikten sonra “sırf bunun için, Sierra Maestra’ya çıktığımıza değer ve yine sırf bunun için, gerekirse yeniden çıkmaya hazır olmalıyız” dediği bir topluluk. Belli ki Küba’daki anlamı büyük.

Kalabalık bir ekiple 23 Nisan’da sahne almak için gelen çocuk tiyatro ekibi oldukça dikkat çekici. Geçtiğimiz hafta, yolu Kadıköy Nâzım Hikmet Kültür Merkezi’ne düşenler mutlaka kahkaha atan, aniden hep birlikte şarkı söyleyip, dans etmeye başlayan çocukları ve yetişkin eğitimcilerini görmüş ve gülümsemiştir.

Evet, çocuklar nasıl olsa diye düşünüyor olabilirsiniz; heyecanlılar, neşeliler, şarkı söyleyip, dans ediyorlar. Mutlu ve özgüvenliler… Bu mutluluğun ve özgüvenin nedeni yalnızca çocuk olmalarından değil. Yaşadıkları ve büyüdükleri ülke, o ülkede çocuğun anlamı ve değeri, o mutluluğun önemli bir kaynağı.

Birlikte kahvaltı yaptık, kahvaltıda onlara bizim ülkemizdeki çocukların sistem yüzünden eğitimden sağlığa ve beslenmeye kadar birçok sorunla karşı karşıya kaldıklarını anlattık. Yaşları 4 ile 17 arasında değişen Kübalı çocuklar şaşkınlıklarını gizleyemediler. Bir çocuğun eğitim ve sağlık problemi yaşaması aşina oldukları bir durum değil. Evet onların ülkesi abluka nedeniyle birçok başlıkta yoksunluk çekmek zorunda bırakılan, ekonomik zorluklarla boğuşan bir ülke ama yine de Küba’da çocuklar mutlu ve eşit. Sosyalizmde bir çocuğun eğitim, beslenme ve sağlık problemi olamayacağı gerçeğini o pırıl pırıl çocuklar yeniden hissettirdiler bize.

Sonra topluluğun kurucularından Tin “Komünizm çocuklar gibidir, dedi. Çocuk gibi temiz, çocuk gibi açık ve gülümseyen…” 

Bu 23 Nisan’da Kübalı çocuklar bize önemli bir şeyi hatırlattı. Çocuklarını seven ülkenin ne demek olduğunu. Sosyalizmde eşit ve mutlu çocuklar var.

Bizim de ihtiyacımız olan çocuklarını seven bir ülke.

                                                              /././

Ve bu arada Kuvayı Milliye ve yerel kongreler (Serdar Şahinkaya)

Ülke tarihinde ilk defa olarak yerel ve ulusal önderlerle halk arasındaki yakınlaşma, kongreler döneminin bir ürünüdür...

1Bugün 23 Nisan. 1920’nin baharı bozkırın Ankara’sında toplanan Büyük Millet Meclisi’nin kuruluşunun 104. Yıldönümü. Kutlu olsun. Sonsuz olsun.

Geçtiğimiz günlerde kamuoyunda talihsiz bir biçimde Kuvayı Milliye, şeriatçı, köktendinci, ümmetçi bir terör örgütü olan Hamas ile karşılaştırıldı. Bu bir akıl ve vicdan tutulmasıdır. Zamanıdır diyerek antiemperyalist bir direniş örgütü olan Kuvayı Milliye’nin toplanma sürecine biraz daha yakından bakalım.

                     Görsel, kıymetli dostum Murat Sayın’a aittir. Kullanma izni verdiği için teşekkürlerimle.

Nedir Kuvayı Milliye? Çok konuşulur ama mühim sorudur. Çok uzatmadan iki cümle ile tanımı yapılabilir. Top yekûn isyan eden bir milletin, her türden yoksunluk ve yoksulluğuna rağmen insan hak ve onuruyla millî bağımsızlığı için ayağa kalkışıdır. Kuvayı Milliye, topyekûn ölmeye karar vermiş bir halkı yok etmeye hiçbir gücün yetmeyeceğinin bir destanıdır2.

Attilâ İlhan, 'Kuvayı Milliye aslında XX. Yüzyılın gördüğü ilk ‘Halk Kurtuluş Ordusudur’ diye tarifler3. Ve yaklaşık bir asır sonra O’nu yani Kuvayı Milliye’yi tanımlamaya kalkan ne derse desin; hangi belgeden hangi kanıtı çıkarırsa çıkarsın, yaşanmışı yaşamış ölçüsünde algılayamaz. Farklı bir ifade ile “Bir ulusun topyekûn Ya istiklâl ya ölüm bilinci ve elinde çakaralmaz diz çöküp kurşun yağdırarak, çaresizliğin çaresinin ne olduğunu; halin ve geleceğin ne olacağını; neyin nasıl yapılması gerektiğini; ve hiçbir dayatma ve koşulda vatanın elden gitmeyeceğini hem yurtseverlere göstermesi hem süperlerin her türlü varlık ve gücüne karşın tarihin sahnesine yumruğu sıkılı, dişleri kenetli ve kan-ı revanda çıplak bedeni dimdik çıkıvermenin gizil gücüdür Kuvayı Milliye4.

Kuvayı Milliye, yoksun, yoksul ve mazlum bir halkın ürettiği olağanüstü bir destandır demiştim. Bu destanı yaratan ve üretenlerin, direnişe kul olarak başlamalarına rağmen sonrasında yaman birer yurttaş; hilâfet ve saltanata taparcasına bağlı olanların sımsıkı cumhuriyetçi oluşlarının öyküleri yerel kongrelerde ve 23 Nisan 1920’de açılacak olan Büyük Millet Meclisi tutanaklarına adeta kazınmıştır. Meraklılar o tutanak ve zabıtlara mutlaka göz atmalıdır.5

Mondros’un metni karşılıklı askerî konumları saptayıp, donduran bir silah bırakma belgesi olmaktan çok, yeni paylaşımlara zemin hazırlayan, ilerisi için kalıcı sonuçlara yol açan siyasi belgedir. Bu belge ile Osmanlı İmparatorluğu, ruhunu teslim etmiştir. 

Eğer Osmanlı İmparatorluğu’ndan 1923 Cumhuriyetine geçiş köprüsü TBMM’nin açılışıyla başlayan bir dönem ise bunun bir de prelüdü olmalıdır. İşte bu mayalanma ve hazırlanmadan oluşan prelüd aşaması olsa olsa Kongreler dönemi olarak adlandırılabilir.

Mustafa Kemal, vaktiyle İstanbul’daki iktidar çevresi dışında kalmış olmasından duyduğu hoşnutluğu şöyle dile getiriyordu: “Osmanlı Devleti, felâkete uğrayıp sarsıldıktan ve her şey çamurlar içine battıktan sonra dahi yapılan bu işlerde müspet hiçbir mana ve maksat yoktu. Esasen devirleri ayıran bir çizgi olmak gerekir. Şimdi çok memnunum ki, beni geçmiş işlere karışmaktan men etmişlerdir. Gerçekten insan yaşadığı, bulunduğu ve çalıştığı muhit içinde o devri sevk ve idare edenlerle hemhal ve bir kanaatte olursa aynı muhit ve devrin adamı olmaktan çıkmaz. Beni bu felaketten uzak kılmak (kalmak) için ellerinden geleni yapanlara teşekkür etmeği vazife sayarım6. Mustafa Kemal Paşa’nın başka bir muhit ve devrin adamı olması ve ulusal tezleri netleştirmesi Anadolu günlerine rastlar. Burada temel belgeleri; Amasya Kararları ve Ta’mim7, Erzurum ve Sivas Kongre karar ve beyannameleri8 ve Mîsâk-ı Millîdir9. Son belgenin de Heyet-i Temsiliye ve Mustafa Kemal çıkışlı olduğu birlikte değerlendirildiğinde bu metinlerdeki esaslara Anadolu Programı denebilir. Bu programın ortaya çıkış günleri için Attilâ İlhan şu isabetli yorumu yapar: “Mustafa Kemal, Amasya Tamiminden itibaren, Osmanlı meşruluğunu reddetmiş, tarihsel meşruluğu önemsemiştir. Buysa ‘ihtilalin’ ta kendisidir10.

Anadolu programında esas hedef; ülkenin, milletin ve devletin tam bağımsızlığı olarak saptanmıştır. Mustafa Kemal ve arkadaşlarının bu tercihindeki hareket noktası ilk bağımsızlık bildirisi niteliğindeki Amasya Ta’miminde belgelendikten sonra, bölgesel kapsamlı oluşuna rağmen Erzurum Kongresi tarafından da benimsenmiş, Sivas Kongresi kararları ile Mîsâk-ı Millî metninde de istiklâl ve serbestî-i tammaye mazhar olmak üss-ül esâs-ı şeklinde tamamlanmıştır.11

Gelelim kuzey komşumuz Sovyet Rusya ile o dönemin ilişkilerine.

1917 Ekim Devrimi’nden sonra Sovyet iktidarı, vaktiyle Rusya’nın taraf olduğu gizli paylaşım anlaşmalarını açıklamış ve tek yanlı olarak feshetmişti. 3 Mart 1918 tarihli Brest – Litovsk Antlaşmasıyla da Ardahan, Kars ve Batum Bölgelerinde Rus işgaline son verilmişti. Türk-Sovyet ilişkilerinde bu olumlu başlangıç havası ilerleyen yıllarda tam bir dostluğa dönüşecektir.12 Lenin’in Ankara hükümeti temsilcileriyle kurulan ilişkilerdeki bakış açısı bağımsız Türkiye hedefini paylaşmak şeklinde olmuştur. 1920’de Bakü’de toplanan Birinci Doğu Halkları Kurultayı Türkiye’deki ulusal devrimci hareketi desteklediğini ilan eden kararını aldı. Sovyet yönetimi Türkiye’deki antiemperyalist savaşı ve dolayısıyla ulusal – bağımsız devlet tezini de kararlı bir biçimde destekledi. Bu durum İngiliz belgelerinde; Bolşevikler, medeniyet ile savaşta Türk Milliyetçileri ile işbirliği yapıyorlar şeklinde değerlendirilmiştir13. Ayrıca, Sovyet Rusya, tek ülkede sosyalizmin kuruluşu mücadelesinde, Mustafa Kemal Türkiye’sini İngiliz emperyalizmini Sovyetlere müdahaleden uzak bir etmen olarak görmüştür14.

Sovyetlerin pratik kaygı ve çıkarları da vardı. Türkiye’nin bağımsız ve egemen bir devlete kavuşması Rusya Federatif Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin yaşaması açısından büyük önem taşıyordu. Emperyalist kuşatma ve iç savaş sıkıntıları içinde bunalan genç sosyalist rejim, güney komşusu Türkiye’nin Müttefik (emperyalist) hegemonyasından kurtulup bağımsızlaşmasını istemekteydi. Her iki ülkenin düşmanları ortaktı; iş birliği gerekliydi.15 Sovyetleri, Mustafa Kemal’e odaklayan başka bir neden daha vardır. O da Mustafa Kemal Paşa’nın, Rusya’daki iç savaşın tarafı olan karşı devrimci unsurlarla teması reddetmesidir16. Öyle dönemler oldu ki, Bolşeviklerin kaybetmesi güçlü bir olasılık haline geldi. İşte bu kritik anlarda bile Mustafa Kemal’in, karşı devrimci generallere ve kara baronlara yüz vermediğini Lenin ve Stalin’in asla unutmayacaklarını tahmin etmek hiç de zor olmasa gerekir17.

Mütareke dönemi Türkiyesi’nde önemli bir toplumsal ve siyasal canlanma görülmektedir. Dikkat çekici olgu Cemiyetler Kanunu’na göre kurulan, ama bölgelerinin ve hatta ülkenin siyasal kaderini belirleme amacı güden derneklerin çokluğudur. Bülent Tanör’e göre “Kongre deyimiyle kast edilen, temsilî güce sahip, ülkenin ya da bölgenin siyasî ve idarî geleceğiyle ilgili karar alan, bunların gerçekleşmesini sağlamak için gerekli yapıları kuran organizmalardır”.18
Kongreler listesinde Erzurum ve Sivas Kongreleri özel bir önem taşır. Birincisine Mustafa Kemal ve arkadaşları katılıp yönlendirici olmuşlar, ikincisi de doğrudan doğruya bunlar tarafından bir ulusal kongre olarak tasarlanıp düzenlenmiştir.

Kongreler tablosundan şu üç sonucu çıkarmak mümkündür.

1. Sivas Kongresi ile Afyon ve Pozantı Kongreleri dışındaki bütün kongreler yerel inisiyatiften doğmuştur. Bazı kaynaklarda Mustafa Kemal ve arkadaşları tarafından toplandığı ileri sürülen Erzurum Kongresi bunlardan biridir. Bu kongre, Mustafa Kemal Paşa ve Rauf Bey henüz İstanbul’dayken ve hatta doğrudan pek tanınmazlarken Doğu Eyaletlerinin Milleti (Trabzon ve Erzurum Yerel Örgütleri) tarafından düzenlenmiştir.

2. Kemalist önderliğin girişimiyle toplanan Sivas Kongresi’nden önce yerel inisiyatife dayalı 15 kongre yapılmış olmasıdır. Bunun anlamı, örgütlenme hareketinin Mustafa Kemal’in önder konuma yükselmesinden önce başlamış olduğudur.

3. Sivas Kongresi gibi ulusal kapsamlı bir hareketten sonra bile hemen hemen, bu kongreden önce toplanan yerel kongreler sayısı kadar kongre yapılmış olmasıdır. Bu da Sivas Kongresi’ne karşın yerel kongreler düzenleme inisiyatifinin sürdüğünü göstermektedir. Üçüncü Büyük Edirne Kongresi’nin (9 – 14 Mayıs 1920) TBMM’nin açılışından sonra bile toplanmış olması yeterince düşündürücüdür.

Ülkede siyasal ittifaklar değişmiş ve yerel ve ulusal seçkinlerin halkı da kucaklayan birlikteliği ve güçlü bir siyasal kamuoyunun doğması şeklindeki gelişmeler, siyasal katılım alanını da genişletmiştir. Bir başka deyişle, ülke tarihinde ilk defa olarak yerel ve ulusal önderlerle halk arasındaki yakınlaşma, kongreler döneminin bir ürünüdür.19 Son yüzyılın gelişimine göz atıldığında şöyle bir sınıflandırma yapılabilir: Tanzimat ve aydınları Batı uydusu bir reformizmin; Genç Osmanlılar İslamcı bir reformculuk ve bağımsızlık; Jön Türkler, Türk – İslam sentezi bir radikalizm ve maceracılık içindeydiler. Kongreler dönemin yerel ve ulusal önderleri ve ideolojisi ise laik ve milliyetçi20 bir bağımsızlık çizgisinde olup Türkiyeci’dir21.

Kongre iktidarları yeni tipte iktidarlar değildir; bunlar, ulusal ve demokratik karakterli kurumlaşma örnekleridir. Böyle olmalarında da kuşkusuz savaşın niteliği rol oynamaktadır. Önceki savaşların yolcuları; tanrı, cennet, cihat, kutsal toprakların ya da imparatorluğun korunması, fiziki zorlama gibi dürtü ve ödüllerle yola çıkıyorlardı. Şimdiyse savaş kaçınılmazlaşmış ve başarı halkın iradesine bağlı hale gelmiştir. Savaşın bu ulusal ve haklı karakteridir ki onun halklı olmasını da zorunlu kılmıştır. Yerel ve ulusal kongre iktidarlarının temsil ve cezaya dayanan yaptırım gücü, onları meşru ve etkili kılan ulusal ve demokratik kaynaklardır. Bunlar bu sayededir ki yeni bir hukuk, ulusal ve demokratik karakterli alternatif bir hukuk üretebilmektedir.

Müdâfaa-i Hukuk hareketleri yeni devletin, yeni rejimin temel esaslarını oluşturmuştur. Bu aynı zamanda Türkiye’de milli demokratik devrimin de ön koşullarının gerçekleşmesi anlamına gelir. Yerel ve ulusal kongre hareketleri ister iktidarlaşma düzeyinde kalsın, isterse koşulların dayattığı ya da daha elverişli zamanlarda ve uç bölgelerde açıkça devletleşmeye kadar gitsin, Türkiye’de yakın bir gelecekte yeni bir devletin oluşacağını, bu devletin de ulusal, demokratik ve dünyasal (seküler) değerler üzerine oturacağını haber vermektedir.

Evet “gerçekten de, kongre iktidarlarının en büyük kurumsal mirası TBMM’dir. (…) Rejim olarak da TBMM dönemi, kongreler dönemindeki yerel ya da ulusal politik yapıların bir uzantısıdır22.

                                                             ***

Yazıyı noktalamadan bir küçük hatırlatmada bulunmama izin veriniz. Bugün yani 23 Nisan 2024 Salı akşamüzeri Ankara Nâzım Hikmet Kültür Merkezi’ndeki Egemenlik ve Cumhuriyet Paneline tüm meraklı dostları bekliyoruz.



  • 1.Bu yazı; Serdar Şahinkaya (2022). Devrime Doğru İlk Adım: Mustafa Kemal Paşa’nın Halkçılık Programı (13 Eylül 1920). Telgrafhane Yayınları. Ankara. Birinci Baskı. Mayıs. s.25-35’e dayanmaktadır.
  • 2.Nazım Hikmet (2007). “Kuvâyı Milliye”. Bütün Şiirleri. Yapı Kredi Yayınları. Nisan. İstanbul. s.531-613. Bu destanı sekiz bölüm halinde yazan/anlatan Nâzım Hikmet’i şükranla anmalı. Ayrıca bu olağan üstü dizelerden oluşan destanı büyük bir sabır ve ustalıkla bir Anadolu kilimi gibi ilmik ilmik ören ve adeta şiirdeki muhteşem görselliğe kapılıp savaşa ve destana kendini kaptırarak bir çizgi romana dönüştüren eser de hatırlanmalıdır. Nuri, Kurtcebe (2010). Nâzım Hikmet-Kuvayı Milliye. Le Man Yayınları. İstanbul.
  • 3.Attilâ, İlhan (2008). Hangi Atatürk. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. 5. Baskı. Nisan. İstanbul. s.15.
  • 4.Erol, Toy (2007). O’na Katılmak: Dünden Yarına Türkiye Cumhuriyeti. Gürer Yayınları. Birinci Baskı. İstanbul.s.39 – 40.
  • 5.Bülent, Tanör (1998). Türkiye’de Kongre İktidarları (1918 – 1920) Yapı Kredi Yayınları. Birinci Baskı. İstanbul ; Fahri, Çoker (1999). Türk Parlamento Tarihi: Millî Mücadele ve TBMM. I. Dönem (1919 – 1923). C.I. TBMM Vakfı. Ankara; Murat, Sevinç–Dinçer, Demirkent (2017). Kuruluşun İhmal Edilmiş İstisnası. 1921 Anayasası ve Tutanakları. İletişim Yayınları. İstanbul.
  • 6.Bülent, Tanör (1998).s.53.
  • 7.Hikmet, Özdemir (2004). Amasya Belgelerini Yeniden Okumak. TC. Amasya Valiliği Kültür Yayınları No:7. Haziran.
  • 8.Zekaî, Güner – Orhan, Kabataş (1990). Millî Mücadele Dönemi Beyânnâmeleri ve Basın. Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu. Atatürk Kültür Merkezi Yayını-Sayı: 38. Ankara.
  • 9.Cengiz, Sunay (2007). Son Karar Misak-ı Milli: Son Osmanlı Meclisi’nin Yakın Tarihe Yön Veren Kararı. Doğan Kitap. Aralık. İstanbul.
  • 10.Attilâ, İlhan (2008). Hangi Atatürk. s.17.
  • 11.Bülent, Tanör (1998).s.58-59.
  • 12.Bu sürecin ayrıntıları kritik önemdedir. Unutuldu ise hatırlanması, bilinmiyor ise öğrenilmesi gereklidir. Bu bakımdan meraklısı şu eserlere mutlaka göz atmalıdır: Ali Fuat, Cebesoy (2017). Moskova Hatıraları (21.11.1920 – 2.6.1922). Milli Mücadele ve Bolşevik Rusya. Temel Yayınları. İstanbul. Can, Dündar (1998). Kızıl Tepeli Kalpak. Gölgedekiler Dizisi. Milliyet Yayınları. İstanbul. Rasuh Nuri, İleri (1994). Atatürk ve Komünizm. Sarmal Yayınevi. Aralık. İstanbul. Uygur, Kocabaşoğlu – Metin Berge (1994). Bolşevik İhtilali ve Osmanlılar. Kebikeç Yayınları. Kasım. Ankara. Bilsay, Kuruç (2011). Mustafa Kemal Döneminde Ekonomi: Büyük Devletler ve Türkiye. Kemal, Okuyan (2019). Devrimin Gölgesinde: Berlin – Varşova - Ankara 1920. Birinci Baskı. Yazılama Yayınevi. Eylül. İstanbul. Osman, Okyar (2017). Milli Mücadele Dönemi Türk – Sovyet İlişkilerinde Mustafa Kemal (1920-1921). Türkiye İş Bankası. Kültür Yayınları. 2. Baskı. İstanbul. Mehmet, Perinçek (2014). Atatürk’ün Sovyetler’le Görüşmeleri: Sovyet Arşiv Belgeleriyle. Kaynak Yayınları. 4. Baskı. İstanbul. Tutanakları. İletişim Yayınları. İstanbul. Ömür, Sezgin (2005). Türk Kurtuluş Savaşı ve Siyasal Rejim Sorunu. İmge Kitabevi. 2. Baskı. Ankara. Mete, Tunçay (2019). Türkiye’de Sol Akımlar. 1908 – 1925. C.I. İletişim Yayınları. 2. Baskı. İstanbul. (Özellikle; 2. Bölüm: Millî Mücadele Anadolu’sunda Solculuk. s. 257 -346). Türkiye Komünist Partisi (2021). Parti Tarihi: Türkiye Komünist Partisi’nin Kuruluş Dinamikleri. Yazılama Yayınevi: 216. Parti Kitaplığı:2. Birinci Baskı. Ocak. İstanbul. Veysel, Ünüvar (1997). Kurtuluş Savaşında Bolşeviklerle Sekiz Ay, 1920 -1921. Mete Tunçay’ın Önsözüyle. Göçebe Yayınları. 2. Baskı. İstanbul.
  • 13.Bülent, Tanör (1998). s.88.
  • 14.Kemal, Okuyan (2019). Devrimin Gölgesinde: Berlin – Varşova - Ankara 1920. s.263.
  • 15.Bülent, Tanör (1998).s.89.
  • 16.Bir an için Mustafa Kemal’in Enver Paşa türünden biri olduğunu düşünsenize…Serdar Şahinkaya.
  • 17.Kemal, Okuyan (2019).s.264.
  • 18.Bülent, Tanör (1998).s.110.
  • 19.Bülent, Tanör (1998).s.341.
  • 20.Buradaki milliyetçilik yerine yurtseverlik kavramının kullanılmasının dönemin gerçekleri açısından daha isabetli olacağını düşünüyorum. Serdar Şahinkaya.
  • 21.Bülent, Tanör (1998).s.342.
  • 22.Bülent, Tanör (1998).s.343

  •                                                                     /././
  • İffetli solculuk (Yiğit Günay)

  • Taraf olmaktan, iktidar kavgasından, dönüştürme iddiasından, yenisini kurma inadından kaçınmak, iffetli solculuğun özüdür. Kavgadan kaçınan, “kötünün iyisi”nin suçlarına ortak olmaktan utanmaz.

  • “Hazır muhalif medya İsrail işleriyle meşgul, fırsat bu fırsat, şu meseleyi halletmeliyiz.”

    İran’ın Reşt kentinin baş mollası Resul Felehati, son cuma namazı sırasındaki vaazında böyle seslendi cemaate.

    “Mesele”, İranlı kadınların epeydir başörtüsü yasağını deldikleri gerçeği.

    Geçtiğimiz hafta soL’da Emre Alım, hemen kimsenin dikkat etmediği bir gelişmeyi haber yaptı. İran’daki molla rejimi, 13 Nisan’da sınırların ötesindeki İsrail’e, ertesi sabah sınırların berisindeki kadınlara saldırdı.

    Eylül 2022’de İranlı Kürt Mehsa Amini, başörtüsünü usulüne uygun takmadığı için alıkonulduğu karakolda öldürüldü. Büyük protestolar oldu. O gün bu gündür çok sayıda İranlı kadın başörtüsü takmayı bıraktı. Ahlak polisi ortalarda görünmüyordu. Molla rejiminin meşruiyeti büyük darbe almıştı.

    Beklediler. Reşt mollasının dediği gibi, fırsat kolladılar. “Nur Planı”ydı bekleyişin adı. “Tesettür ve İffet Kültürünün Teşvik Edilerek Ailenin Korunması Kanunu” yazıldı ama uygulanmaya başlanmadı.

    Ta ki, soykırımcı İsrail devleti İran’a saldırıp, İran meşru askeri yanıtını verene kadar.

    Mollalar sınır ötesinde elde edilen meşruiyeti, sınır berisinde yıpranmış meşruiyeti tahkim etmekte kullandı. 14 Nisan’dan beri ahlak polisi sokaklarda iffet avında. Kadınlar takip ediliyor, hakarete, dayağa maruz kalıyor, alıkonuluyor. 

    Kanun, başörtüsü kuralına uymayan kadınların “devlet hizmetlerinden mahrum bırakılması”nı öngörüyordu, nasıl uygulanacağı kestirilemiyordu, ilk örnekler de bu hafta ortaya çıktı: Başörtüsü dayatmasına karşı sesini yükselten kadınların cep telefonlarındaki internet hizmeti kesilmeye başlandı.

    Beni bu yazıyı yazmaya itense, başka bir ayrıntı oldu: soL’da Emre Alım’ın haberinin yayımlanmasının ardından bazı tepkiler öyle tuhaftı ki…

    “Bir komünist yayın düşünün, öyle veya böyle işgalci siyonist terör devletiyle ve onun ardında hizalanan kapitalist merkez bloğuyla karşı karşıya gözüken bir ülkeyi, tam da bu çatışma esnasında kamuoyuna kötüleyen bir haber girmeyi tercih etsin” diyen vardı…

    “Siyonist medya durmaksızın çalışıyor” diyen bile oldu…

    soL’a “siyonist” deme ayarsızlığının sebebi, taraf olmakla taraftar olmak arasındaki ayrım.

    Taraftar, olan biteni tribünden izler. İsrail’e mi düşman, karşısında kim varsa ona tezahürat yapar. ABD’ye Rusya kafa tutuyorsa, Putin gözünde bir kahramana dönüşür. AKP gitsin istemekteyse, karşısındaki CHP dilerse AKP’nin kötü kopyasına dönüşmüş olsun umursamaz, toz kondurmaz. “Büyük takım” taraftarıdır, ötesi umrunda olmaz.

    İsrail’e karşı çıktığı için İran’daki molla rejiminin kadınları boyunduruk altına almasını hoş görür taraftar. AKP’ye karşı çıktığı için CHP yönetiminin Türkiye’nin emekçi halkını yoksulluğa mahkum edecek Şimşek politikalarını benimsemesini normal karşılar.

    Oysa taraftar değil, taraf olmak gerekir. Bizzat, bilfiil; yalnız sözle değil, eylemle. İffet yasasına karşı çıkmak, İranlı kadınların en temel hakkıdır. “Nur” diye pazarlanan gericiliğe kafa tutuşun, işçi sınıfının esas kurtuluşuna kapı aralaması, o en temel isyan hakkının hakça bir düzen kurma arayışına tahvil olması, taraf olmaya cüret etmekten geçer.

    “İffet”, “affa”dan gelir. “Kaçındı, utandı” demektir.

    Taraf olmaktan, iktidar kavgasından, dönüştürme iddiasından, yenisini kurma inadından kaçınmak, iffetli solculuğun özüdür.

    Kavgadan kaçınan, “kötünün iyisi”nin suçlarına ortak olmaktan utanmaz.

  • (soL)

  • T24 KÖŞEBAŞI - 23 Nisan 2024 -

     

    İyi Parti kongresine doğru: Usulsüz delege kayıtları mı var, Cumhur İttifakı ile ittifak mümkün mü? (Candan Yıldız)

    İyi Parti için yeniden kuruluş anlamına gelen olağanüstü kurultaya günler kala, adaylardan Tolga Akalın'a yakın isim Rıdvan Uz, kurultay delegeleri listesinde "usulsüzlükler" tespit ettiklerini açıkladı. Edindiğim bilgilere göre "usulsüzlük"ten kastedilen şey, yaprak dökümü yaşayan İyi Parti'den istifa eden delegelerin listelerden düşürülmemesi…

    Bekir Ağırdır, 31 Mart seçimlerine ilişkin değerlendirmesinde kendisini milliyetçi olarak tanımlayan MHP, İyi Parti, BBP ve Zafer Partisi'nin 14 Mayıs 2023 seçimlerine kıyasla 5 milyondan fazla oy kaybettiğini yazdı. Milliyetçi yelpazenin kentli seküler kısmında duran İyi Parti, 31 Mart seçimlerinde en çok oy kaybeden partilerden biriydi. 14 Mayıs'ta yüzde 9,68 oranında oy almışken, 31 Mart'ta oyu yüzde 3,76'ya geriledi. Bunun sonuçları olacaktı. Zaten partinin kurucu genel başkanı Meral Akşener de, "Hür ve müstakil" siyasetin bedelini ödeyeceğini belirterek kendisini bağlamıştı. O bedel 27 Nisan'da partinin olağanüstü kurultayında ödenecek. Akşener aday olmayacak. İyi Parti için yeniden kuruluş anlamına gelen olağanüstü kurultaya günler kala, adaylardan Tolga Akalın'a yakın isim Rıdvan Uz, kurultay delegeleri listesinde "usulsüzlükler" tespit ettiklerini açıkladı. Edindiğim bilgilere göre "usulsüzlük"ten kastedilen şey, yaprak dökümü yaşayan İyi Parti'den istifa eden delegelerin listelerden düşürülmemesi… Rıdvan Uz da açıklamasında "üst kurul delegelerinin isim, soy isim, TC numarası veya baba adının yanlış yazıldığı"nın tespit edildiğini söyledi.

    İyi Parti kaynaklarına göre Trakya ve Kuzey Ege teşkilatları üzerinde etkili olan Tolga Akalın'a yakın Uz'un "usulsüzlüklere" yönelik hukuki başvurusu 27 Nisan'a giderken mevcut üç adayın parti içindeki gücünün tek başına belirleyici ağırlıkta olmadığının işareti…

    Ülkücü gelenekten gelen Tolga Akalın, MHP Edirne İl Başkanı olduğu dönemde Devlet Bahçeli'ye karşı Ümit Özdağ'ı desteklediği dönemde görevden alınmış ama Bahçeli'ye rağmen yeniden il başkanı seçilmişti. 2013 yılında ise Bahçeli'nin rakibi Koray Aydın'ı desteklediği gerekçesiyle Genel Merkez'in Edirne il teşkilatını kapatması sonucu görevden alınmıştı. Genel başkan seçilirse "milliyetçi, vatansever ve yurtseverlerle birlikte devleti yönetmeyi" vaat eden Tolga Akalın, milliyetçiliğin farklı tonlarına selam vererek İyi Parti'yi geniş anlamda milliyetçilerin adresi yapmayı hedeflediği anlaşılıyor.

    Akalın'ın rakipleri arasında, Meral Akşener'in desteklediği, teşkilat tabanında İzmir ve Karadeniz'in bazı illerinde güçlü olan Müsavat Dervişoğlu var. Dervişoğlu'nun İyi Parti'nin TBMM Grubu üzerinde de etkili olduğu konuşuluyor. Olağanüstü kongre sonrası süreç için partiyi daha derleyip toparlayacağına inanılıyor. Eski bakanlardan Koray Aydın da Müsavat Dervişoğlu gibi parti içinde "Abi" konumunda olan isimlerden biri. Ancak parti içi "Mansur Yavaş ve Ekrem İmamoğlu ile ilişkisi iyi, 2028 seçimlerinde her iki isimden birini destekleyebilir" dedikodusunun aleyhine işlediğine inananlar da var.

    Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş'ın 31 Mart seçim akşamı, CHP Genel Merkezi önünde değil de belediye önünde kutlama yapmayı tercih ettiğini hatırladığımızda, İyi Parti'nin yeni döneminde etkili olacağını düşünmek abartı olmaz. Akşener'e yakın isimlerden Buğra Kavuncu'nun da tavrının ne olacağı da merak ediliyor diye yazmıştım. İyi Parti'nin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adayı olan Buğra Kavuncu, seçim sonuçlarının ardından Teşkilat Başkanlığı görevinden istifa etmişti. Kavuncu'nun da Akşener'in arkasında olduğu Dervişoğlu'nu destekleyeceği konuşuluyor. Olağanüstü kongreye kadar Dervişoğlu ve Aydın bir araya gelir mi, delegelerin karşısına tek adayla çıkar mı? İhtimal dahilinde… Bahçeli'nin Akşener'e yaptığı "Partinin başında kal" çağrısının manidarlığı şimdi daha iyi anlaşılıyor. Zira partili kaynaklar, kim kazanırsa kazansın İyi Parti'nin Cumhur İttifakı'na yakınlaşmasının ya da dahil olmasının daha da imkânsız hale geldiğini söylüyor. İyi Parti'ye oy veren seçmen de 31 Mart'ta benzer mesaj vermişti.

                                                                 /././

    Emniyet'te "sular ısınıyor", ekipler arasındaki savaş kızışıyor...(Tolga Şardan)

    Şu anda birbiriyle mücadele eden en az üç ekip var. Devre kardeşliği ile tarikat ve cemaat birliktelikleri ekiplerin çimentosu. Mücadelenin asıl hedefi, mevcut İstanbul Emniyet Müdürü Zafer Aktaş'ın yakın zamanda emekli olmasıyla boşalacak İstanbul Emniyet Müdürlüğü

    İktidara yakınlığıyla bilinen Sabah gazetesinde Emniyet'le ilgili dikkat çekici bir haber yayımlandı geçen cumartesi.

    Gazetenin iç sayfalarına gömülmüş iki paragraftan oluşan haberde, "Emniyet içinde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere bakanlar ve siyasilere hakaret eden, devleti itibarsızlaştırmaya çalışan çeşitli rütbelerde 97 personelin tespit edildiği bilgisi var.

    Aynı haberde, "tespit edilenlerin arasında, terör örgütleri PKK-KCK ve DHKP/C ile irtibat ve iltisakı devam 26 polisin bulunduğu" ayrıntısına yer verildi.

    Haberin ikinci ana unsuru ise; CHP Milletvekili Murat Bakan'la bağlantılı oldukları belirlenen 61 personelin varlığı idi.

    Tespit edilen 97 personel hakkında soruşturma başlatıldığı haber veriliyor.

    Güvenlik soruşturması duvarı nasıl aşıldı?

    Bu haberi bir yana koyup asıl konuya giriş yapayım.

    Doğrusunu isterseniz, gazetenin iç sayfaları arasında kalmış ciddi bir haber bu. Düşünün, ülkenin kamu güvenliğini sağlamaktan birinci derecede sorumlu olan polis teşkilatında terör örgütleriyle bağlantılı polisler tespit ediliyor!

    Haberin içeriğinin değeriyle ilgili bir değerlendirme yapmam olmaz, zira gazetenin editoryal tercihi. Normal bir ülkede manşetlere çıkması ve günlerce üzerinde tartışılması gereken bir bilgi bu.

    Emniyet'in kendi içindeki tespit, aynı zamanda büyük de bir skandalı ortaya çıkarıyor kuşkusuz.

    Türkiye'de polis olmanın şartları belli. Polis olmak isteyen adayların "yedi ceddi" soruşturmadan geçiriliyor.

    Nasıl olmuş ki, bu 26 personel sızmış?!

    Kaldı ki, 22 yıldır mevcut iktidar görevde. Mesela habere göre bir bekçi var işin içinde. Bekçilerin hangi bakan döneminde teşkilata alındığı belli.

    Haklarında soruşturma başlatılan personelin teşkilata girişinde kimler referans olmuş? Emniyet Genel Müdürlüğü bu bilgiyi de açıklayabilir mi?

    Tabii burada hiç FETÖ'den bahsedilmiyor. Yakınları Hizbullahçı bulunan polislerden söz edilmemesi ilginç değil mi?

    Mademki terör örgütü temizliği yapılıyor, diğerlerinin de tespit edilmesi gerekmez mi?

    Gizli tanık Garson'dan elde edilen yeni veriler eşliğinde halen merkez ve taşrada aktif görevdeki 27 üst düzey polis müdürünün bulunduğu ifade ediliyor.

    Süreci yakından takip edenler bilir, sicillerinde "renk değiştiren" polis müdürleri ve amirleri var. En tehlikeli konum olarak değerlendirilen "kırmızı"ya düşenler var. Kısa süre önce bir bölümü Özel Harekât'tan, İstihbarat'tan, KOM kadrolarından çıkartıldı.

    Aldığım bilgiye göre, bu isimlerden bazılarına "emeklilik dilekçesi" verip teşkilattan ayrılmaları konusunda Personel Başkanlığı'ndan telkinlerde bulunuluyor.

    Bu isimleri, kimler göreve getirdi? Atamalara kimler imza attı, kimler kimlere destek verdi? Kamuoyunun bunları bilmesi gerekir doğal olarak.

    Bugün bu işlerin içinde yer alan karar vericilerin çok değil yakın zamanda kendilerinin de benzer süreci yaşayacağını söylemem yeter sanırım.

    CHP'li Bakan'la teması olanlar suçlu, ya iktidarla görüşenler?

    Diğer konuya gelelim; CHP'li Murat Bakan, bir süredir polis ve jandarmanın sorunlarını kamuoyu ile paylaşıyor. Özellikle özlük hakları konusunda personele yaşatılan zorlukların aşılmasını sağlamak amacıyla ses oluyor.

    Aynı haberden anladığımız, yaşadıkları mesleki sorunların aşılmasını saplamak amacıyla bazı polislerin CHP'li Bakan'la temas kurdukları ve bilgi aktardıkları vurgulanıyor.

    Hatırlarsanız, genel seçimler öncesinde dönemin İçişleri Bakanı Süleyman Soylu da benzer bir açıklama yapmıştı. Ama açıklama orada kaldı. Sonuçlarını kamuoyu öğrenemedi hiçbir zaman.

    Yeri gelmişken Emniyet Genel Müdürlüğü'nün bu konuda da kamuoyunu bilgilendirmesi iyi olur.

    Bu noktada, CHP'li Bakan bir milletvekili. Bir terörist, bir uyuşturucu baronu, bir mafya lideri ya da üyesi değil. Halkın oyu ile seçilmiş, TBMM'nin üyesi. İktidar üyesi milletvekili olsaydı hiç sorun olmayacaktı.

    Ayrıca mesleki kariyerlerinde sıkıntı yaşayan polislerin, sorunlarının çözülmesinde seçilmiş bir milletvekilinden destek istemelerinin rahatsız olan bir emniyet teşkilatı yönetimi var şu anda görevde.

    Sıkıntı yaşayan ve sıkıntıları mensup oldukları teşkilatın yönetimi tarafından çözümlenmeyen personelin bir milletvekilinden destek istemesi ve sanki ortada bir suç örgütü varmış gibi kamuoyunda algı yaratılması her şeyden önce bu sürece zemin yaratan teşkilat yönetiminin ayıbıdır.

    O zaman üst yönetime, "sorunları siz çözün de, personel milletvekili peşinde koşmasın" demek lazım.

    Bir küçük ekleme yapayım, CHP'li Bakan'la bağlantısı olduğu iddia edilen polislerin tespit edilmesi talimatlarını veren üst düzey yöneticilerin, benzer şekilde kimlerle görüştüğünün bir önemi yok mu?

    Daha yakın zamanda AKP ve MHP Genel Merkezleri'nden çıkmayan, siyasetteki önemli konumlardaki isimlerle birlikte görünmek için birbirlerini adeta ezen polis müdürleri, şimdilerde muhalif bir milletvekili ile temas kurdukları gerekçesiyle personelin peşinde düşüyor.

    Ayhan Bora Kaplan ve Sinan Ateş cinayetiyle ilgili siyasilere bilgi taşıyan polis müdürlerini ne yapacağız? Soylu döneminde görev alan ve yeni dönemde koltuğunu korumayı başaran polis müdürlerinin şimdilerde Bakan Yerlikaya'nın gözüne girebilmek amacıyla hangi manevraları yaptıklarını teşkilattaki hemen herkes biliyor.

    Daha Menzil tarikatıyla irtibat kurup, bulunduğu konumu pekiştirip yer kapmaya çalışmalarını saymıyorum bu isimlerin. Dünün Ülkücüleri, bugün neden Menzilci oluverdiler acaba?

    Ankara Emniyeti'ne yönelik ağır iddialar

    Hafta sonunda bir olay daha patlak verdi.

    Halen yurt dışında olduğu bilinen ve Interpol'ün kırmızı bülteniyle aranan Muhammet Yakut adlı firarini sosyal medya hesabından paylaştığı iddialar yenir yutulur cinsten değil.

    Ankara'da gözaltına alınan ve suç örgütü lideri olduğu iddiasıyla tutuklu yargılanan Ayhan Bora Kaplan'la ilgi soruşturma çerçevesinde yaşandığı öne sürülen olaylar zinciri.

    Yakut'un ortaya attığı iddialar, bir süredir emniyet kulislerinde zaten konuşuluyordu. Sosyal medyadaki paylaşımlarla ete kemiğe büründü.

    Kaplan'ın merkezinde olduğu ifade edilen olayların merkezinde elbette para var. Ve bir tarafında da Ankara Emniyeti'nde görev yapan ve Kaplan dosyasında çalışan polisler var ne yazık ki. Bu isimlerden birisi soruşturmayı yürüten Organize Suçlarla Mücadele Şubesi'nden sorumlu Ankara Emniyet Müdür Yardımcısı Murat Çelik, maalesef.

    Mevcut Ankara Emniyet Müdürü Engin Dinç'le birlikte göreve geldi. Ankara'daki mafyayla mücadele eden polislerin en tepesindeki isim.

    İşin ilginci bu isim; kısa süre önce 1. Sınıf Emniyet Müdürlüğü'ne terfi ettirildi, Emniyet Genel Müdürü'nün teklifi ve İçişleri Bakanı'nın onayı ile.

    Çelik'le ilgili iddialar vahim. İçişleri Bakanlığı'nın ya da Emniyet Genel Müdürlüğü'nün veya Ankara Valiliği'nin iddialar çerçevesinde harekete geçip çok acil müfettiş görevlendirmesi lazım. Hatta daha ötesinde iddiaların merkezinde yer alan isimlere görevden el çektirilmesini hatırlatmaya gerek yok sanırım.

    Sürecin sürüncemede kalması halinde Kaplan'la ilgili dosyanın, tıpkı kimi FETÖ soruşturmalarında olduğu gibi "soruşturmanın sulandırılmasına" gerekçe hazırlar. Bunun önüne geçilmesi için resmi işlemlerin başlatılması şart.

    İddiaların gündeme gelmesi sonrasında Ankara Emniyet Müdürü Engin Dinç'in tansiyonu düşürmek için harekete geçtiği bilgisi var. Dinç, önce ekibine operasyon yaparsa süreci kontrol altına alabilir, aksi takdirde işleri raydan çıkması büyük olasılık.

    Bu arada, önceki dönem Ankara Emniyet Müdürü iken görevden alınan Servet Yılmaz ve ekibinden bazı isimlerin de, mevcut kadroyu yakından takip ettiğini belirteyim. Hatta öyle ki bazı bilgiler, bu isimler tarafından kimi yerlere iletiliyor.

    Önceki İçişleri Bakanı Süleyman Soylu'yu savunanların arasında geçen hafta Ankara'da yargılaması başlayan Ayhan Bora Kaplan ve adamları olması, "tablonun ne kadar renkli" olduğunu gösteriyor kamuoyuna.

    En az üç ayrı ekip mücadele ediyor

    Büyüteç'te son dönemde gündeme getirdim. Emniyet içinde farklı ekipler, çok ciddi biçimde birbirleriyle mücadele ediyor.

    Ve, bu mücadele Emniyet Genel Müdürü Erol Ayyıldız ve İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya'nın gözleri önünde yaşanıyor maalesef.

    Şu anda birbiriyle mücadele eden en az üç ekip var. Devre kardeşliği ile tarikat ve cemaat birliktelikleri ekiplerin çimentosu.

    Mücadelenin asıl hedefi, mevcut İstanbul Emniyet Müdürü Zafer Aktaş'ın yakın zamanda emekli olmasıyla boşalacak İstanbul Emniyet Müdürlüğü.

    Aktaş'tan sonra yeni İstanbul Emniyet Müdürü kim olacak? Gücü eline kim alacak? Asıl sorun burada.

    Şunu da unutmamak lazım, İstanbul'a atanacak gerek il valisini, gerekse il emniyet müdürünü bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan belirliyor. Bu işin peşinde olanların bunu da dikkate alması lazım. Zira her defasında Erdoğan'ın beklenenden farklı tercihleri olabiliyor. Dimyat'a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak da var işin içinde.

    Bir diğeri, önümüzdeki ay yapılması beklenen Emniyet Genel Müdürlüğü Yüksek Değerlendirme Kurulu'nun çalışmaları.

    Burada önemli olan terfilerden önce emekli edilecek isimler. Emekli olmaları beklenen polis müdürleri içinde Bakan Yerlikaya'nın geri dönüş yolu açtığı polis müdürleri var. Geri dönenlerden bazıları aktif görev almak için özellikle siyaset üzerinden yoğun girişim halindeler. Bu isimlerin bir kez daha emekli edilmeleri gündemde.

    Ve birbirleriyle mücadele eden bu ekipler, kendilerini zora sokacak karşıt isimlerden kurtulmayı hedeflemiş durumda.

    Tabii emekli edilecekler arasında sadece bu isimler yok, sistem içinde yer almasında sakınca bulunan kimi isimler de yer alabilecek.

    Kurul kararları sonrasında tablo daha da netleşecek.

    Kararnameden kurtulma çabaları

    Emniyet için önemli bir dönem daha var. Malum, seçim dönemi sona erdi. İktidar değilse İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya, kabinede kalması halinde yakın sürede yeni bir kararname hazırlayacak. Bunu daha önce duyurmuştum.

    Yerel seçim de olsa iktidarın yenilgisiyle sonuçlandı süreç. Şimdi bunun bir hesabı olacak elbette. Durumunu tam sağlama alamayanlar, koltuğu kaybetmekle karşı karşıya.

    İşte bu ortamda, tıpkı yazının girişindeki gibi ilginç sonuçları olabilecek operasyonlara tanık olursak şaşırmayın. Bunlar, "biz iş yapıyoruz" anlamına gelecek olan çalışmalar.

    * * *

    Buraya kadar okuduğunuz olayların merkezinde de işte bu ekiplerin savaşı var.

    Büyüteç'te 10 Nisan Türk Polis Teşkilatı'nın Kuruluş Yıldönümü sırasında kaleme aldığım yazı arşivde duruyor halen.

    Muhalefet olmasa da, Süleyman Soylu bekliyor yaşanacakları hazır kıta...

    (T24)

    22 Nisan 2024 Pazartesi

    T24 KÖŞEBAŞI - 22 NİSAN 2024 -

     

    Sosyal medya fenomenleri maliyenin takibinde (Murat Batı)

    Şimşek, özellikle sosyal medya fenomenleri ve Polat’lar gibilerin servetinin denetlenmesi, kaynağının tespiti adına talimat verdi.

    Merkezi yönetim bütçesi yılın ilk üç ayında 513 milyar 482 milyon TL açık verdiMaliye, 2024 yılında 2023 yılı vergi tahsilatına oranla hedefini yüzde 85 artırarak 8 trilyon 336 milyar liraya çıkarmış durumdadır. Yani 2024 yılının ilk çeyreğinde 2024 yılında hedeflediği vergi hasılatının sadece yüzde 16,12’si gerçekleştirmiş durumdadır.

    Bu nedenle Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, hedeflenen vergi tahsilatını toplamak üzere vergi tahsilatına olumlu katkı sağlayacak her türlü fikre açık olduğu sinyalini vermektedir. Gelen fikirler ağırlıklı olarak kayıt dışılıkla mücadele etmek üzerinde yoğunlaşmaktadır.

    Kayıt dışılıkla mücadele etme fikrini düşünüp bulmak ülkemiz açısından çok da zor olmasa gerek. Zira sosyal medya kazandığını cömertçe ifşa edenlerle dolup taşmaktadır.

    Şimşek, özellikle sosyal medya fenomenleri ve Polat’lar gibilerin servetinin denetlenmesi, kaynağının tespiti adına talimat verdi.

    Fenomenler denetimde

    Sosyal medyada beğenilen, örnek alınan ve çok sayıda takipçisi bulunan kişiler sosyal medya fenomeni olarak tanımlanmaktadır. Bu kişiler kendi sosyal medya hesaplarında yayın açıp, içerik paylaşıp ve/veya reklam yaparak kazanç elde etmektedirler. Elde edilen bu kazanç banka hesabından bu kişilerin hesabına geldiğinden Maliye’nin eli güçlenmekte ve bu kişilerin elde ettikleri kazançları vergilendirebilmektedir.

    Tam da bu noktada Şimşek’in verdiği talimat doğrultusunda vergi müfettişleri tarafından sosyal medya içerik üreticileri (sosyal medya fenomenleri) olarak tabir edilen kişilerin kazançları, harcama durumları ve beyanları herhangi bir vergi kayıp ve kaçağı şüphesiyle araştırılmaktadır ve incelemektedir. Fenomenlerle alakalı yapılan tespitlere bağlı olarak herhangi bir kara para aklama suçu şüphesi bulunması durumunda bu husus ilgili personeller tarafından MASAK’a (Mali Suçları Araştırma Kurulu) da bildirilmektedir. Hazine ve Maliye Bakanlığı bünyesinde Gelir İdaresi Başkanlığı, Vergi Denetim Kurulu ve Mali Suçları Araştırma Kurulu Başkanlığı personellerinden kurulan özel bir ekip bu konuda çalışmaktadır. Bu ekip, şüpheli kişileri finans sistemi üzerinden veya “web kazıma” yöntemi diye tabir edilen sosyal ağdan bilgi ve veri temin etmek suretiyle de tespit etmektedir.

    Bu bağlamda sosyal ağlar üzerinden yayın açmak, içerik paylaşmak ve reklam yapmak suretiyle kazanç elde eden birçok kişi takibe alınmaktadır. Takip sonucunda ilgili kişiler bu şekilde elde ettikleri kazançlarının kayıt ve beyan dışı bırakıldığının tespit edilmesi halinde vergi ve ceza kesilmektedir. Ayrıca kara para aklama şüphesi bulunması halinde adli süreçlere maruz kalabilmektedir.

    Örneğin, bir sosyal medya fenomeni yayın açıp ve bu yayının izlenmesi sonucunda elde ettiği kazanç, izleyiciler tarafından gönderilen hediyeler ve/veya bu yayında alınan reklam dolayısıyla elde ettiği kazançlarını vergi idaresine beyan etmemesi durumunda önceki yıllar da dikkate alınarak (geriye yönelik en çok 5 yıl) geçmişe yönelik vergi ve cezaları kesilmektedir.

    Kara para mevzu

    Kara para, genel olarak kaynağı uyuşturucu ve/veya silah ticareti gibi yasak faaliyet elde edilen gelir olarak düşünülmelidir. Örneğin yurt dışında uyuşturucu ticareti yapan bir kişi bu parayı Türkiye’ye getirip sisteme dahil etmek isterse ya bir şirketin şubesinin isim hakkını (franchise) almakta ya büyük ödül kazanmış bir piyango biletini satın alıp kendi kazanmış gibi göstermekte ya açtığı işletmeye normalinin üstünde fiyatla mal alış-satışı yapmakta ya da muhtelif yöntemleri kullanabilmektedir. Burada temel amaç yasa dışı işlemden elde edilen kazancın ülke içinde yasal bir faaliyetten elde edildiği izlenimi vermektir.

    Ancak kazancın kaynağını oluşturulan iş ve işlemlerin kara para aklama şüphesi barındırması durumunda bu husus MASAK’a bildirilmekte ve iş adli boyut kazanmaktadır. Bu süreç bazen de tam tersi şeklinde ilerleyebilmektedir. MASAK tarafından kara para aklama organizasyonuna yönelik tespit edilen hususların Vergi Denetim Kurulu’na bildirilmek suretiyle ilgili kişiler vergi ve cezalarıyla karşı karşıya kalabilmektedir.

    Destek alınmalı

    Bu şekilde incelemeye alınmış herkese masumiyet karinesi gereği suçlu gözüyle bakılması doğru değildir. Konu devletin ilgili birimlerince değerlendirmesi ve/veya yargıya intikali sonucunda verilen kesinleşmiş kararlarla neticesinde değerlendirilmelidir.

    Bu nedenle bu kişiler, vergi incelemesine alındıkları zaman hem inceleme sürecinin doğru yönetilmesi hem de inceleme sonucunda kesilen vergi ve cezalarının süresinde ve doğru şekilde itirazlarının yapılması için konunun uzmanlarından destek almalarını öneriyorum. Özellikle yapılacak itirazların süresinde yapılmamış olması çoğu zaman hak kaybı doğurabilmektedir[1].


    [1] Bu konu hakkında fikirleri ve deneyimlerini benimle paylaşan vergi müfettişi Sayın Samet Yücel’e teşekkür ederim.

                                                                 /././

    Halkın enflasyonun düşeceğine inandırılması çabası iktidar blokunun çaresizliğinin göstergesi (Mustafa Durmuş)

    Bakan Şimşek, “ halkı enflasyonun düşeceğine ikna etmemiz gerektiğini” söylüyor. Oysa ikna edilmesi gerekenler halk değil. İktidarın asıl ikna etmesi gerektiği kesim, aşırı fiyatlamalarla yüksek kârlar elde ederek enflasyonu da fırlatan sermaye kesimi, enflasyon fırsatçıları...

    Geçen haftalarda yayımlanan IMF ve Dünya Bankası raporları enflasyonun küresel olarak düşmeye devam edeceğini ileri sürerken, Türkiye tam bir negatif ayrışma yaşayarak, hem bu yılı hem de önümüzdeki iki yılı çift haneli enflasyon rakamları altında geçirecek gibi görünüyor.

    Enflasyonda dünya beşincisi ve OECD birincisi

    Dünya Bankası’nın raporunda Türkiye’de önümüzdeki üç yıllık süre için enflasyon oranları şöyle tahmin ediliyor: 2024’te yüzde 57,8; 2025’te yüzde 28,9 ve 2026’da yüzde 16,4. (1) IMF ise Türkiye’de bu yıl enflasyonun yüzde 64,8; seneye yüzde 45,0 ve 2026’da yüzde 28,3 olacağını öngörüyor. (2)

    Aşağıdaki tablodan da görülebileceği gibi, Türkiye’deki enflasyon dünyanın geri kalanı ile kıyaslanamayacak kadar yüksek. Ülke enflasyonda dünya beşincisi ve OECD birincisi konumunda.

    Gıda enflasyonu Avrupa’da düşerken Türkiye’de artıyor!

    Enflasyon içinde kuşkusuz gıda enflasyonu geniş kitleleri en fazla etkilen bir enflasyon. İstatistikler Avrupa’da gıda enflasyonunun en son Ukrayna savaşından önce görülen seviyelere gerilediğini gösteriyor. Bu durum hammadde fiyatları için de geçerli.

    Başka bir deyişle, büyük ölçüde savaşın başlamasıyla, ancak aynı zamanda Covid-19 pandemisi sonrası yeniden açılmaya tepki olarak uluslararası fiyatları yükselten gereksiz bir piyasa tepkisine neden olan fiyat şoklarının hemen hepsi şimdi ortadan kalktı veya çok yakında çok fazla etkisi kalmayacak.

    Türkiye’de ise gıda enflasyonu ENAG’ a göre mart ayında aylık yüzde 10,06 ve TÜİK’ e göre yüzde 3,40 oldu. TÜİK’ e göre genel olarak TÜFE’deki aylık artış ise yüzde 3,16 olarak gerçekleşti. (3)

    Yani Türkiye’de emekçilerin bütçesi içinde en az yüzde 25 oranında bir yer kaplayan gıda ve alkolsüz içecekler hem genel enflasyondan hem de Avrupa ülkelerindeki gıda enflasyonundan yüksek seyrediyor. Üstelik Avrupa’da gıda enflasyonu düşerken Türkiye’de artmaya devam ediyor.

    Bu arada, TÜİK’ in açıkladığı enflasyonun bağımsız iktisatçılar grubu ENAG’ ın hesapladığı enflasyonun ancak yarısı kadar olduğunun altını bir kez daha çizelim.

    Resmi TÜİK enflasyonunun bile yüzde 65’e yaklaşması, her türden parasal sıkılaştırma ve politika faizi oranlarının yüzde 50’ye kadar yükseltilmesine rağmen enflasyonda bir iniş gerçekleşmediğini gösteriyor. Kısaca, iktidar blokunun ekonomi yönetimi açısından da son derece başarısız olduğu gün gibi ortada.

    “İniş yok” senaryosu gerçekleşir mi?

    Böyle olunca, Türkiye’de olduğu gibi, ekonomi büyümeyi sürdürürken, alınan her türlü tedbire rağmen enflasyonu düşürme konusunda başarısız kalınma haline  “iniş yok” senaryosu (no landing) adı veriliyor.

    Yani ‘yumuşak iniş’ ve ekonomik faaliyette keskin bir düşüş ve işsizlikte önemli bir artış pahasına enflasyonu düşürmeyi tanımlayan ‘sert iniş’ in aksine, ‘iniş yok’ senaryosu, ekonomik büyümenin, merkez bankasının enflasyonu düşürme çabalarına rağmen enflasyonu düşürmede başarısızlığıyla çakıştığı bir sonucu tanımlıyor. (4) Türkiye ekonomisi şu anda bu senaryoyu yaşıyor. Yavaşlayan hızda da olsa büyüme devam ediyor ama enflasyon düşmüyor.

    Şimşek: “Enflasyonun tek haneye indirilmesi en önemli önceliğimiz”

    Maliye Bakanı Şimşek, IMF ve Dünya Bankası Bahar Toplantıları için bulunduğu ABD’de IMF’nin Avrupa departmanından sorumlu direktörü A. Kammer ile yaptığı basına açık görüşmede, “Türkiye'nin en acil ekonomik önceliğinin fiyat istikrarını yeniden sağlamak olduğunu, ancak ülkenin deprem harcamalarının neden olduğu bütçe açığından ve bölgedeki çatışmalardan kaynaklanan zorluklarla da karşı karşıya olduğunu” söyledi.

    Şimşek ülkedeki reformların uluslararası yatırımcıların güvenini yeniden kazandığını ve bunun da tahvil spreadlerinin daralmasıyla kanıtlandığını, ancak şu anda yüzde 60’ın üzerinde seyreden enflasyonun kontrol altına alınmasında Merkez Bankası’na daha fazla destek sağlamak için hükümetin mali duruşunu da sıkılaştırması gerektiğini de sözlerine ekledi. (5)

    “Halk inanırsa enflasyon düşecekmiş!”

    Bu konuşmada daha çok jeopolitik olumsuzlukların enflasyonun aşağıya çekilmesinde engel oluşturduğunu söyleyen Şimşek konuşmasında, sorunun halkta olduğunu belirtti ve yüksek enflasyondan halkı sorumlu tuttu. Kendi sözleriyle “halkın enflasyonun ineceğine inanması gerektiğini” söyledi. Yani toplam talebin aşağıya çekilerek enflasyonun düşürülebilmesi için halkın sabretmesi, iktidara olan inancını yitirmemesi ve daha az harcaması gerektiğini söyledi.

    Oysa IMF ve Dünya Bankası’nın yukarıda verdiğimiz enflasyon tahminleri daha bu iki kuruluşun bile Türkiye’de yürütülen politikalarla enflasyonun düşürüleceğine pek inanmadıklarını gösteriyor.  Bu durumda yüksek enflasyon artık hayatının önemli bir parçası haline gelmiş olan halk, enflasyonun düşeceğine nasıl inandırılacaktır?

    "İnanç odaları" mı?

    Bu noktada herhalde, önce TÜİK resmi enflasyon verilerini düşük göstermeye devam edecek ve hala enflasyonun düşeceğine inanmayan varsa onlar için ülkenin her yerinde, bir zamanlar kurulan ikna odaları benzeri inanç odaları oluşturulacak, camilerde imamlar da “Ey iman edenler, inanın ki enflasyon düşecektir” mealinde vaazlar verecek.

    İşin şakası bir yana, toplumun inandırılmasını esas alan ancak kendi zaten son derece tartışmalı olan ‘Enflasyon Beklentileri Yaklaşımı’ ülkede çok yanlış anlaşılıyor ve anlatılıyor.  Öz itibarıyla da “iyi düşünelim iyi olsun” gibi metafizik bir yaklaşıma indirgeniyor. Ancak enflasyon artışına neden olan bunca maddi sorun ortada iken ve bunlara değinilmezken enflasyonun düşeceğine inanmak saflık, inandırılmak ise bir tür aptallık olabilir.

    Bu yüzden de siyasal İslamcı iktidarın son yıllarda her sıkıştığında ya da seçim dönemlerinde, hem camiye hem de kışlaya başvurduğu gibi, nesnel olarak bu iktidarın uluslararası finans kapitalin sözcülüğünü yapan bir bakanının da modaya uymaması için bir neden yok.

    Bu arada eğer olur da halkımız inandırılarak enflasyon düşürülürse (!), bu durum iktisat literatürüne, Türkiye’deki neo liberal siyasal İslamcı iktidarın bilimsel katkısı olarak geçer ve ders kitaplarında yerini alır. Üniversitelerde makro iktisat derslerine de artık dönüşümlü olarak psikologlar ve imamlar girerler. Giderek dini bir ideolojiye dönüşmekte olan burjuva iktisadı da böylece evrimini tamamlamış olur.

    Sonuç olarak...

    Önce NAS denilerek çok yanlış bir zamanda ısrarla politika faizleri düşürüldü. Böylece bizlere dünyanın en pahalı iktisadi deneyimlerinden biri yaşatıldı. Böylece kucağımıza bir enflasyon bombası bırakıldı. Yaklaşık iki yıl sonra mecburen Ortodoks para politikalarına geri dönüldü ve faizler artırılmaya başladı. Buna rağmen enflasyon düşmedi ama örneğin Merkez Bankası başkanlarından H. Gaye Erkan iktidardan düştü.

    Şimdi Bakan Şimşek, “ halkı enflasyonun düşeceğine ikna etmemiz gerektiğini” söylüyor. Oysa ikna edilmesi gerekenler halk değil. Halk her gün artan fiyatlar karşısında kendini korumaya, yaşamını sürdürmeye çalışıyor. İktidarın asıl ikna etmesi gerektiği kesim, aşırı fiyatlamalarla yüksek kârlar elde ederek enflasyonu da fırlatan sermaye kesimi, enflasyon fırsatçıları, halk yoksulluk ve açlıkla boğuşurken, Monaco’da yediği karidesi paylaşanlar, kolunda yarım milyon liralık Rolex saati ile millet edebiyatı yapanlar ve devletin uçağı ile ailesi ile birlikte özel tatile gidenler olmalı.

    Aslında Bakan Şimşek’in bu sözleri, bir yandan enflasyonun sorumlusu olarak dolaylı bir biçimde halkı gösterirken, diğer yandan da iktidar blokunun enflasyon konusunda ne yapacağını bilmediğinin ve tam bir çaresizlik içinde olduğunun bir göstergesi.

    Özetle, bu ülkede sadece enflasyonun, değil, hayat pahalılığının, yoksulluğun ve işsizliğin de indirilebilmesi ve ülkede halk demokrasisinin inşa edilmesi için, tüm emek, demokrasi ve barış güçlerince öncelikle iktidar blokunun demokratik yollardan iktidardan indirilmesi ve bu hedeflere yeni bir ekonomik ve politik paradigmanın hayata geçirilmesi gerekiyor.

    Dip notlar:

    • World Bank, Unleashing the power of the private sector, Europe and Central Asia Economic Update, Spring 2024, s. 108.
    • IMF, World Economic Outlook, Steady but Slow: Resilience amid Divergence, April 2024, s.10, 138, 142.
    • ENAG Aylık Enflasyon Haber Bülteni (3 Nisan 2024); TÜİK Tüketici Fiyat Endeksi Mart 2024 (3 Nisan 2024).
    • https://www.statista.com/chart/32121/likely-outcome-in-global-inflation-crisis (18 April 2024).
    • Türkiye: Moving Forward in a Volatile Global Economy, https://www.youtube.com (18 Thursday 2024).
    (T24)