27 Nisan 2024 Cumartesi

Cumhuriyet KÖŞEBAŞI - 27 Nisan 2024 -

Bahçeli’nin şarkısının söz yazarı konuştu (Barış Pehlivan)

“Karşılıksız ve zalim bir sevdanın satırlarıydı onlar.” Bunu diyen Gönül Şen Özçarkçı’ydı. Tüm Türkiye’nin gizli mesaj atfettiği şarkının söz yazarıydı.

Malum, herkes MHP lideri Devlet Bahçeli’nin yürüyüş videosuna koyulan şarkıyı konuşuyor. Ferdi Tayfur’un seslendirdiği “Söyleten Sensin” şarkısındaki sözler Recep Tayyip Erdoğan’a gönderme olarak yorumlanıyor.

Peki, o sözleri yazdıran duygu neydi?

Tayfur’un 40 yıl önce yayımlanan “Yaktı Beni” adlı albümündeki o şarkının hikâyesini merak ettim. Söz yazarı olan Gönül Şen Özçarkçı’yı eşiyle birlikte yaşadığı Yalova’nın Çınarcık ilçesinde buldum ve sordum. İşte Söyleten Sensin’in yazarının o şarkıya dair anlattıkları:

“Benim albümlere girmiş ve bestelenmiş yaklaşık 950 şarkı sözüm var. Biz duygusal insanlarız. Hepsini bire bir deneyimlemek mümkün değil ama bu şarkıdaki öyküyü yaşadım. Karşılıksız ve zalim bir sevdanın satırlarıydı onlar. Anlattığım kişiye bir köle misali bağlanmış ama karşılığını görmemiştim. Sevgime karşılık görmediğim için vefasızdı.”

Bugün 72 yaşında olan söz yazarı Özçarkçı, MHP lideri Bahçeli’nin videosu için ise “Neye isyan ederek bu şarkıyı paylaştığını bilemiyorum” diyordu.

İYİ PARTİ KURULTAYINDA ERDOĞAN ŞÜPHESİ

İYİ Parti’nin olağanüstü kurultayı yarın gerçekleşecek. Tam da ramak kala kurultaya seyirci alınmayacağı ilan edildi. Bu ilginç karara gerekçe olarak da “salonun fiziki şartları ve kapasitesi” öne sürüldü.

 Lakin...

İYİ Parti genel başkan adaylarından Mehmet Tolga Akalın farklı görüşte. Hatta seyircisiz kurultay kararının müzakere edilmediğini belirterek perde arkasına dair çarpıcı bir tez de öne sürüyor. Telefonla görüştüğüm Akalın özetle şunları diyor:

“Organizasyon komitesinin böyle bir karar alma hakkı yok. Zira anayasal bir haktır katılım. Ancak kongre başlar, divan başkanı selametle sürdürülemeyeceğini görürse seyircisiz devam edilebilir. Ama yetkisini hiçbir tüzük ve yasadan almayan bir komitenin böyle işlere girmesi yok hükmündedir.

Bakınız, İYİ Parti tabanı yeniden çok umutlandı. Gördüğüm kadarıyla, daraltılmış bir kongreyle bu umudun kesilmesi isteniyor. Komite başkanına iyi odaklanmak lazım. Erdoğan, İYİ Parti’nin üstünden elini çekmeli.”

Akalın “komite başkanı” olarak kimi işaret ettiğine dair bir isim vermiyor. Lakin kimi parti kaynakları tek bir kişiyi gösteriyor: İYİ Parti Siyasi İşler Başkanı Oktay Vural. Bu tezi dillendirenlere göre Vural’a “Cumhur İttifakı’nın İYİ Parti’deki temsilcisi”  gözüyle bakılıyor.

                                                  /././

 Uğur Dündar’ın babalık davası (Barış Terkoğlu)

Televizyonu açıyorum Uğur Dündar. Kapatıyorum Uğur Dündar. Gördü mü, sevdi mi, birlikte oldu mu... İki genç öpüşse tokatla muhafazakârlık dersi verecek ıstakoz medyasının yattılı kalktılı programlarının konusu bu.

Peki mahkeme dosyasının içinde ne var?

Her şeyi, D.G’nin avukatının, Uğur Dündar aleyhine 18 Mayıs 2022’de Isparta Aile Mahkemesi’ne verdiği dilekçe başlattı. Konu “soy bağının tespiti” idi:

Suphiye Orancı ve davalı (Dündar), 1985’te İzmir’de tanışmışlar ve birliktelik yaşamışlardır. Bu duygusal beraberlikleri devam etmiş ve bu süreçte cinsel birliktelik yaşanmıştır. Müvekkilin annesi yaşanan bu cinsel birliktelikten hamile kalmış, 12 Ocak 1986 tarihinde müvekkil dünyaya gelmiştir.”

D.G’nin iddiasının delili var mı? D.G’nin avukatı, tanık getirebileceklerini söylemiş. Mahkemeye sunmasa da Dündar’ın bir gazete röportajında “Günün birinde bir kadının kucağında çocuğu ile çıkıp ‘Uğur Dündar beni iğfal etti’ diyeceğinden korkuyorum” dediğini ifade etmiş.

Bir ek daha yapmış: “Davalı taraf ile her türlü iletişim yolu denenmek suretiyle ve dava yolunda her iki tarafın yıpranmaması adına tüm iyi niyetimizle davaya konu olaya ilişkin görüşme sağlanmaya çalışılmıştır.”

DÜNDAR NE YANIT VERDİ

31 Mayıs 2022 tarihli dilekçe bu soruya cevap veriyor. Dündar’ın avukatı, babalık davasının herhangi bir önkoşul ve delil olmadan açılmasını eleştirmiş:

“Herhangi bir somut veriye dayanmayan, hayal gücü ile üretilmiş birtakım iddialara dayalı bu dava...”

Dündar’ın avukatı, Dündar aleyhinde kampanyaya dönüşeceğini de öngörmüş:

“Halihazırda bu davanın suiistimal edilmesi ihtimali kuvvetle muhtemeldir. Gayrı meşru yollarla amaçlarına ulaşamayan kirli çıkar grupları, bu davanın konusu olan haksız ve hayal ürünü iddiayı kullanarak davalının onur ve saygınlığına yönelik ağır ve açık saldırı başlatacaklardır.”

Esas hakkında ise şunu söylemiş:

Müvekkilim 1985 yılı içinde hiçbir zaman İzmir iline gitmemiştir. Hayatının hiçbir döneminde değil Suphiye Orancı, başkaca adı ‘Suphiye’ olan herhangi bir kadınla tanışmamıştır.

Bir detayı daha şöyle belirtmiş:

“Davacının nüfustaki kaydında baba adı bölümünde, annenin sözlü olarak beyan ettiği ‘Erol’ ismi yer almıştır. (...) Gerçekten davacının biyolojik babası müvekkilim olsaydı, davacının annesi nüfus idaresine baba ismi olarak ‘Erol’ ismini vermezdi.”

Dündar’ın avukatı, D.G’nin dava öncesinde görüşme taleplerinin reddedildiği iddiasına ise şöyle yanıt vermiş: “D.G’nin avukatı bir süre önce şahsımı cep telefonundan aramıştır. Davalıyı ilgilendiren özel bir konu hakkında konuşmak istediğini söylemiştir. Konunun ne olduğunu sorduğumuzda telefonda söyleyemeyeceği, müvekkilinin dahi kim olduğunu söyleyemeyeceği, yüz yüze buluştuğumuzda açıklama yapacağı cevabını vermiştir.”

Dündar’ın avukatı, bunun üzerine avukatla görüşmediğini, içeriği bilmediği için Dündar’a da konuyu yansıtmadığını söylemiş:

“Davalının (Dündar) gerçekdışı çocuk iddiası ile karşılaşması ilk kez bu dava dilekçesinin tebliği ile gerçekleşmiştir.”

TESTTE NE ÇIKTI

İşte bu noktadan sonra mahkeme DNA testi yaptırmaya karar vermiş. Zira DNA testi kesin kanıtı ortaya koyuyor.

19 Şubat 2024’te Dündar ve D.G., Adli Tıp’a gelmiş. Dündar’dan kan ve saç teli, D.G’den ise kan alınmış. 22 Mart 2024 tarihli, raporun sonuç bölümü şöyle:

“Elde edilen sonuçlara göre baba olduğu iddia edilen Uğur Dündar adlı şahsın D.G. adlı şahıs için biyolojik babalığı reddedildi.”

Sonuç olarak bir dahaki duruşması 12 Haziran’da olacak mahkemenin dikkate alacağı bilimsel DNA raporu net konuşuyor.

Uğur Dündar ile Suphiye Orancı, diyelim tanışmış olsalardı, daha da ileri gidelim diyelim evlenselerdi dahi; DNA raporu “Uğur Dündar, D.G’nin babası değil” diyor. Haliyle sorunu dedikodu değil, bilim çözüyor.

Bir detay daha... Dosyanın herhangi bir yerinde anne Suphiye Orancı yok. Ne ifade vermiş ne mahkemeye gelmiş ne de DNA testine katılmış.

Buna rağmen cumhurbaşkanının ailesi tarafından yönetilen medya, Dündar hakkında özel hayatı karalayıcı yayınlara devam ediyor. Sebebi elbette bir çocuğun baba arayışına çare olmak değil, politik. Asıl istismar da aslında bu.

Öte yandan bir gün bir çocuk ortaya çıkıp, gerçek babasının bu medyayı yöneten aileden biri olduğunu söylese, ertesi gün kendisini hapiste bulacağını tahmin etmek de güç değil!

Çocukların varoluşlarının istismar edilmediği bir dünyaya...

                                                 /././

Yapay zekâ - büyük paradoks (Ergin Yıldızoğlu)

Yapay zekâ (YZ), hastalıkların teşhisini, yeni ilaçların, tedavi yöntemlerinin bulunmasını hızlandırmaktan iklim krizine çare bulmaya kadar birçok alanda yeni olanaklar getiriyor. Bu olanaklar artarken YZ’nin doğa, toplum üzerine getirdiği yeni yükler de dikkat çekmeye başladı: İnsanlığın karşısında bir yaşamsal paradoks şekilleniyor. 

MEKÂN VE ENERJİ

YZ çok büyük kapasiteli bilgisayar sistemleri üzerinde yaşıyor. Çok büyük veri içeren, işleyen “bulut” sistemlerinden besleniyor. Bu bilgisayar, veri işleme sistemleri, içindeki sıcaklık, temizlik çok sıkı denetlenen dev hangarlarda (veri bankaları) kuruluyor. Bu bilgisayarların, veri bankalarının işlemcilerini soğutmak için mikroptan, bakteriden arınmış su kullanmak gerekiyor. YZ altyapısının gereksinimleri (bilgisayar ve aksamları) arttıkça bunların imalat ve bakımında kullanılan enderstratejik minerallerin tedarikine ilişkin madencilik hızlanıyor. 

YZ’nin çalışması için çok büyük miktarda elektrik tüketmesi gerekiyor. Bu da atmosfere CO2 salımına, küresel ısınmaya büyük katkı anlamına geliyor. Bir fikir vermesi için: Uluslararası Enerji Ajansı’nın öngörülerine göre veri bankalarının tükettiği elektrik enerjisi 2022-2026 arasında ikiye katlanarak Japonya’nın toplam elektrik tüketimine eşit büyüklüğe ulaşacak. Bu veri bankaları, alanı 10 bin metrekareden 180 bin metrekareye kadar değişen binalara kuruluyor. Halen dünyada 9 bin ile 11 bin arasında veri depolama merkezi olduğu tahmin ediliyor. Öyleyse YZ, yalnızca elektrik tüketimi üzerinden CO2 salımı ile değil aynı zamanda dev binalarla da doğa üzerinde bir ayak izi oluşturuyor. 

Küresel elektrik tüketiminin yüzde 65’ini gelişmiş, yüzde 30’unu gelişmekte olan ülkeler yüzde 5’ini de yoksul ülkeler gerçekleştiriyor. Veri bankalarının toplam elektrik tüketiminin küresel elektrik tüketimi içindeki, bugün yüzde 1.25 dolayında olan payının 2030’a gelirken yüzde 4.4’e yükselmesi bekleniyor. Afrika kıtasının toplam elektrik tüketiminin küresel toplam içindeki payı halen yüzde 2.6. 

VE SU

YZ’nin içme suyu kalitesinde su kullanımında da insanlarla rekabet içinde olduğu anlaşılıyor. Hangi veri bankasının, bilgisayar sisteminin, tam olarak ne kadar su tükettiğini tespit etmek, çok zor. Bu sistemleri kuran dev kapitalist şirketler verilerini açıklamakta isteksiz davranıyorlar. Google’ın bir açıklaması sorunun büyüklüğü hakkında bize bir fikir verebilir. Google’ın veri bankaları 2022’de 20 milyar litre su tüketmişler (Bu geri dönüşümlü kullanımı kapsamıyor: Net tüketim). Google için bu 2021’e göre yüzde 20’lik bir artışı temsil ediyormuş. Aynı dönemde Microsoft’un tüketimi yüzde 34 artmış. Dalles, Oregon’da Google veri bankasının kentin toplam suyunun dörtte birini tüketiyor olması, YZ’nin insanla rekabetinin çapını sergiliyor. GPT’ye sorulan her 10-20 soru yaklaşık 500 ml su tüketimine yol açıyor. Dalles Kent Yerel Yönetimi Meclisi, Google’ın su tüketiminin çapını çiftçilerden, çevrecilerden, bölgede yaşayan Amerikan yerlilerinden gizlemek için verilerin açıklanmasını yasaklayan bir yasa geçirmiş. 

Financial Times’ın aktardığı bir araştırmada YZ’nin yıllık toplam su tüketiminin 4.2-6.8 milyar ton arasında olduğu tahmin ediliyor. Küresel çapta göller ve yeraltı suları toplamının yaklaşık 140 milyar ton olduğunu düşününce YZ’nin tüketiminin payının yüzde 4’e yaklaştığı anlaşılıyor. 

Bu noktada, yalnızca kıymetli mineraller bağlamında değil, su ve mekân kullanımı açısından “kaynak emperyalizmi” de devreye girmeye başlıyor. Büyük teknoloji şirketleri veri bankalarını su kaynaklarını kolay kullanabilecekleri coğrafyalarda kurmaya çalışıyorlar. Bu da YZ gelişme sürecinin gelişmekte olan ülkelerin halkları üzerine ek yük getirdiğini, kaynak emperyalizmini hızlandırmaya başladığını düşündürüyor. Devletler de uluslararası sermaye ile işbirliği içinde olduklarından Şili ve Uruguay örneklerinde olduğu gibi halkın yerel su kaynaklarını korumak için ayaklanmak zorunda kalıyor. 

Aklıma Stanislaw Lem’in bir anekdotu geldi: 18. yüzyılın sonunda dünyanın en önemli bilimadamlarını toplayıp onlara “100 yıl sonra atsız araba icat edilecek ama zamanla o kadar çok üretilecek ki yüzyıl içinde her yeri kaplayacak çevre kirlenmesi, kaynak savaşları, küresel ısınma ile insanlığın başına bela olacak” dense kimse inanmazdı.

                                                      /././

Esad’ın analizi (Mehmet Ali Güller)

Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ın dünya ve bölge analizi önemliydi. Rus devlet televizyonuna konuşan Esad şu üç saptamayı yaptı: 

“1) Rusya’nın Ukrayna’ya özel askeri operasyonu, tarihin gidişatını değiştirmeyecek, düzeltecektir. Rusya, ABD’nin berbat ettiği şeyleri düzeltiyor. 

2) Rusya, Suriye’de ve Ukrayna’da ABD’nin iç işlerine müdahalesine   direniyor.

3) Rusya, siyasi ve askeri alanda küresel istikrarı güçlendiriyor.” (Sputnik, 21.4.2024) 

Bugün Esad’ın bu analizini değerlendirelim: 

ABD’NİN ARZULADIĞI TARİHİN GİDİŞATI

ABD’nin nasıl bir tarihi gidişat arzuladığı sır değil. 30 yıldır hem strateji belgelerinde yazdı hem de bizzat bazılarını uyguladı: Yugoslavya’yı parçalara böldü, Afganistan ve Irak’ı işgal etti, Libya ve Suriye’de istikrarsızlık operasyonları yaptı. 

Ve ABD’nin arzusu sürdürülebilir olsaydı, bugün bölgemizde Irak ve Suriye etnik ve mezhepsel temelde pek çok parçaya bölünmüş, İran işgal edilmiş, KKTC tasfiye edilip Kıbrıs’ın alt parçası olmuş, Rusya Doğu Avrupa ve Kafkasya’dan gelen saldırılarla gerilere doğru çekiliyor olurdu. 

İşte Rusya’nın 2015’te Suriye’de askeri olarak sahaya inmesi ve 2014’te Ukrayna’da başlayan savaşa 2022’de müdahil olması, ABD’nin arzuladığı tarihin gidişatını durdurmuştur. (Elbette başka iç ve dış nedenlere ek olarak.) 

ABD, SURİYE-UKRAYNA'DA İÇ İŞLERİNE MÜDAHALE ETTİ

ABD’nin Suriye’de ve Ukrayna’da bu ülkelerin iç işlerine müdahale ettiği ortada. Esad’ı açık açık devirmeye çalıştılar, iç savaş başlattılar, Suriye’nin petrolünü ve gıdasını çalmayı sürdürüyorlar. 

Ukrayna’da da her şey ortada. ABD’nin 2014’te darbe yaptığı Obama’nın TV sözlerine kadar yansımış durumda. Ve yine CIA’nın koordinatörlüğünde, 2014’ten 2022’ye kadar Ukrayna’daki çoğunluğu Rus olan bölgelere karşı bir özel savaş yürütüldüğü, on binden fazla insanın öldürüldüğü de ortada. 

Dolayısıyla Esad’ın “Rusya, Suriye’de ve Ukrayna’da ABD’nin iç işlerine müdahalesine direniyor” saptaması yerindedir. 

KUŞATMAYA KARŞI YARMA HAREKÂTLARI 

ABD, SSCB’nin dağılmasının hemen ardından küresel bir saldırı başlattı. ABD’nin Avrupa’nın güneyinde Yugoslavya’yı parçalama saldırısı bir yanıyla yeni bir Avrupa güvenlik mimarisi inşa etme çabası ama bir yanıyla da buna bağlı olarak Rusya’yı geriletme amaçlıydı. Moskova o günün şartlarında bu sürece eylemli itiraz edemedi, ABD’nin verilen sözlere rağmen NATO’yu genişletmesini ve etrafında “ölüm kuşağı” oluşturmasını izledi. Hatta “kapitalist Rusya”nın ABD saldırganlığına karşı büyük tavizler verdiğini söyleyebiliriz. 

Moskova batısından ve güneyinden turuncu darbelerle “hançerlenmeye” başlanınca ancak “Artık yeter” deme noktasına geldi. 

Kısacası Rusya, ABD’nin küresel saldırganlığına karşı direnmeye mecbur kaldı, çünkü boynuna dolanan ip artık nefes almasını önlemeye başlamıştı. Böylece 2008’de Kafkasya’da, 2015’te Suriye’de ve 2022’de Ukrayna’da, kendisini boğmaya çalışan bir kuşatmaya karşı yarma harekâtları başlatmış oldu. 

LİDER YOK ŞİRKET YÖNETİCİSİ VAR 

Rusya’nın şansı, güçlenen Çin’in bu süreçte ABD’yi dengelemeye başlamasıydı. Böylece ABD’nin baskı kurumlarının karşısında alternatif kurumların inşa olduğu bir çok kutupluluk süreci başlamış oldu. İşte o sürecin avantajıyla ABD’nin arzuladığı tarihi gidişat durduruldu. Artık tarihin gidişatının belirlenmesinde gelişmiş Batının/Kuzeyin değil, gelişmekte olan Güneyin/ Doğunun ve zengin azınlığın değil, küresel çoğunluğun ağırlığı etkili olmaya başladı. 

Bitirirken yine Esad’a kulak verelim. “Ülkeler şirketlere, ülke liderleri de şirket yöneticilerine dönüştü. Modern politikacılar artık stratejik düşünmüyorönlerine konulan güncel görevleri çözüyor ve artık sözlerinden sorumlu olmuyorlar” diyen Esad haklı: “Batı’da diyalog kurmak isteyeceğim hiçbir siyasetçi yok.

                                                        /././ 

ABD’nin ‘Çin sistemi’ rahatsızlığı (Mehmet Ali Güller)

ABD Hazine Bakanı Janet Yellen’den sonra ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken da Çin’de. Mesajlarından, Blinken’ın da ana gündeminin “ekonomi” olduğu anlaşılıyor. ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Matthew Miller’in açıklamasına göre Blinken muhataplarına “Çin’in ticaret politikalarına ve piyasa dışı ekonomik uygulamalarına ilişkin endişelerini” dile getirdi.

Burada anahtar kavram “piyasa dışı ekonomik uygulama.” Yellen’den başlayarak ABD’li yetkililer bunu “kapasite fazlası” diye sunuyorlar; “Çin’in üretim kapasitesi fazlası dünya pazarını olumsuz etkiler” diye propaganda yapıyorlar, Çin’e “üretme, ihracat yapma” diye baskı uyguluyorlar.

ABD KAPİTALİZMİNİN ÇİN SOSYALİZMİYLE MÜCADELESİ

ABD’nin bu tutumu, en başta “kurallarını kendisinin yazdığı uluslararası ticaret kurallarına” uymuyor. Gerçi ABD için önemli olan çıkarlarıdır; kurallar ya da ilkeler değildir. İşine gelmiyorsa kendi belirlediği kurallara bile uymama konusunda emperyalist ABD dünya şampiyonudur.

Fakat daha önemlisi şudur: Kapitalist dünyanın lider ülkesinin, rakibini “fazla üretmekle” suçlaması, aslında kapitalizm-sosyalizm mücadelesi açısından üzerinde durulması gereken bir konudur.

Washington’un “üretim kapasitesi fazlası” ve “piyasa dışı ekonomik uygulama” dediği, aslında “Çin’e özgü sosyalizm”dir; kamuculuktur, devletin piyasaya müdahaleciliğidir.

Bu konuda en açık sözlü kişinin ABD Ticaret Temsilcisi Katherine Tai olduğu görülüyor. Tai, Yellen Çin’deyken dünyaya şu mesajı vermişti: “Çin’in sistemi, bizimki gibi piyasa temelli bir sistemin rekabet etmekte ve ayakta kalmakta zorlanacağı bir sistem. Pekin’in ‘piyasa dışı’ politikalarıyla, uygun ‘karşı önlemler’ yoluyla mücadele edilmediği takdirde ciddi ekonomik ve siyasi zarar görürüz.”

Tai açıkça Çin’e özgü sosyalizmin, Amerikan kapitalizmine üstün gelmeye başladığını, Çin’e özgü sosyalizme karşı mücadele edilmezse hem ekonomik hem de siyasi zarar göreceklerini belirtiyor.

ABD TİCARET SAVAŞINI KAYBEDİYOR

Ticaret savaşını ABD başlattı. Dünyanın en zenginlerinden biri olan Donald Trump’ın başkanlığı döneminde ABD Çin’e karşı kılıcını çekti. Ardından gelen Joe Biden da Çin’e karşı ticaret savaşını sürdürüyor.

Ama ticaret savaşı, Çin’den çok ABD’ye kaybettirdi. Yakın zamanda Apple başta ABD’nin en büyük şirketlerinin CEO’larının Çin’e yaptığı ziyaret ve orada verdikleri mesajlar bile bu gerçeğin göstergesi.

ABD ticaret savaşını kaybediyor ve Amerikan “mali sermaye sınıfı” çıkarları için Çin’e “üretme ve ihracat yapma” baskısı uyguluyor. Bu baskıdan bir sonuç alabilmeleri elbette mümkün değil.

Kaldı ki tüm ekonomik veriler de gösteriyor ki mesele üretim fazlası değil. Zaten Atlantik’in propagandasının tersine, Çin ekonomisi ihracata dayanan, ihracat merkezli bir ülke değil. Son 10 yılın verilerine bakarsak GSYİH içinde ABD’nin ihracatı yüzde 10, İngiltere ve Japonya’nın ihracatı yüzde 15, Çin’in ihracatı da yüzde 20 dolayında. Asıl ihracata dayalı ekonomi ise yüzde 38’e ulaşan Almanya.

TEMEL FARK

Çin ekonomisi ihracat merkezli değil. Yani ABD Çin’in ihracatına engel çıkararak Çin ekonomisine darbe vuramaz.

Çünkü Çin büyük bir iç pazara sahip, çünkü Çin’in iç tüketimi güçlü vb. Ama temel neden ise şu: Çin ekonomisi, toplumsal eşitsizlikleri bütünüyle ortadan kaldırma stratejik hedefine sahip bir sosyalist ekonomidir; ABD ekonomisi ise bireysel kâr esasına dayandığı için toplumsal eşitsizlikleri gittikçe büyüten özellikte neoliberal kapitalizmdir.

                                                     /././

Aldı sazı Erdoğan (Miyase İlknur)

Olacağı buydu sonunda. Her gün Türk dizileri izleyip uzun yollarda Ferdi Tayfur dinlerse ortağı ile sorun yaşadığında melankolik tavırlar sergiler, mesajlarını da arabesk şarkılar üzerinden verir.

Devlet Bahçeli’den söz ettiğimizi anlamışsınızdır. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Saray’ın Hürriyet’teki temsilcisi Abdulkadir Selvi üzerinden demokratik açılım yapabileceği yönünde verdiği mesajlara ve Özgür Özel’le anayasa üzerinden görüşülecek olmasına içerleyen Bahçeli’nin yanıtı da yalnız çıktığı yürüyüş görüntüsü eşliğinde Ferdi Tayfur’dan “Söyleten Sensin” şarkısıyla geldi.

Arabesk bir rejim inşa eden Erdoğan’a Haydn’ın “Veda Senfonisi” ile mesaj gönderecek değil ya?...

Ecevit’in başbakan olduğu hükümette başbakan yardımcılığı görevini yapan Bahçeli, böyle şarkılı, şiirli mesajlar göndermez, bakanları üzerinden kararnameleri imzalamamak suretiyle mesaj verirdi. Arabesk kültüre uzak Ecevit’e T.S. Eliot ya da Tagore’den ya da Dylan Thomas’tan dizeler göndermek daha uygun olurdu belki ama o da Bahçeli’nin kültürüne uygun değildi.

Erdoğan, Bahçeli’nin “Küstüm” tavrına şimdilik oralı olmuyor gibi. Baksanıza son yurtdışı gezisinde uçağa adeta nispet yapar gibi Abdulkadir Selvi’yi aldı. Yetmedi Selvi, dün bir kez daha Erdoğan’ın Özel’le buluşması halinde “cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi” hakkında konuşulacağını yazdı. MHP yöneticilerinin Selvi’nin Alevi kimliğini kastederek “kılıç artığı” benzetmesi bile işe yaramamış belli ki...

Önceki gün, MHP Genel Başkan Yardımcısı Semih Yalçın, genel başkanı Bahçeli’nin Ferdi Tayfur üzerinden Erdoğan’a gönderme yapıldığı yolundaki yorumları, “Oradaki şarkı sözlerini Cumhur İttifakı’na yorumlayacaklarına, bizden giden Meral Akşenere ve o ekibe yorumlaması daha doğru olmaz mı? Kongreleri geliyor cumartesi, onlara da yorumlanabilir” şeklinde tevil etmeye çalıştı. Ama İYİ Partililer MHP’den dün kopmadılar ki onlara gönderme yapılsın?

ANLAYAN ANLADI KİME GİTTİĞİNİ

Hem zaten MHP lideri önce bir gönderme yapıyor sonra arkasından MHP yönetiminden biri çıkıp “Ama onları kastetmedi ki...” diye düzeltme yoluna gidiyorlar.

Anımsayın! Geçen hafta da Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in “Yerel halkı enflasyonun düşeceğine inandırmamız gerekiyor” sözlerinden sonra Bahçeli “Türk milletini ‘yerel halk’ ifadesiyle değersizleştirmeye hizmet eden müfsit zihniyet” demişti. Bu sözler iktidar cenahında çok tartışılınca da MHP yöneticileri birbiri ardına çıkıp bu sözlerin hedefinin Şimşek olmadığını, İmamoğlu ve Yavaş için söylendiğini açıklamıştı.

Bahçeli bu aralar arabesk dinlemeye ara verse kendisi için daha mı hayırlı olacak sanki? Zira ruhunu karartıp duygusal tripler atmak siyasette pek de etkili bir yöntem değildir. Onun yerine satranç ustası gibi Erdoğan’ın hamlelerine karşı hamle geliştirmek daha akılcı olur.

Erdoğan’ın parti liderleri için TBMM’de yaptığı çay davetine bile icabet etmeyen Bahçeli’nin kalbi çok kırık sanırım.

Önünü görmeden ve kendini tam sağlama almadan Erdoğan, Bahçeli’yi şimdilik gözden çıkaramaz. O nedenle önümüzdeki günlerde Erdoğan’dan ortağına onun çok sevdiği Ferdi Tayfur’un şu şarkısıyla mesaj gönderebilir belki:

Bir ömrü tükettik de birlikte,

Bir çay içimlik uğramadın sonunda,

Hiç mi hatırı yoktu yaşananların,

Hiç mi değeri yoktu anıların.

Eğer Bahçeli’yi gözden çıkarmışsa şayet o zaman Ferdi’nin şu şarkısıyla mesaj vermesini beklemek mümkün: 

Saçlarım ağarmış gözlerim fersiz,

İçimi korku sarmış habersiz,

Bir yanım uçurum bir yanım deniz,

Galiba ben yolun sonuna geldim.

                                                  /././

AKP'den CHP'ye geçen belediyede seçim gecesi yaşananlar (Murat Ağırel)

Şimdi size yüz milyonlarca lira borcu olan Manisa Yunus Emre Belediyesi’nde seçim gecesi yaşananları anlatacağım. 

Bu belediye, 12 Kasım 2012 tarihinde Manisa’nın Merkez ilçesinin ikiye bölünmesinden sonra kuruldu. 

Manisa merkezli Osmanlı Sancağı Saruhan Sancağı’ydı. Osmanlı’da veliaht şehzadeler Manisa Sancağı’nda görev yaparlardı. 

Bunu neden anlatıyorum geleceğim... 

2014 mahalli seçimlerinde Manisa ili Yunus Emre Belediye Başkanlığı kurucu belediye başkanı olan Dr. Mehmet Çerçi 2019 yılında da seçilmişti. İkinci başkanlık döneminde yeni bir belediye binası inşa edildi. 

31 Mart seçimleri CHP adayı Semih Balaban seçildi. 

Seçimlerin akabinde ise yapılan harcamalar başkan tarafından kamuoyunun dikkatine sunuldu. 

Belediye başkanı Semih Balaban benim de konuk olarak katıldığım Halk TV’deki Kayda Geçsin programına katıldı. Yeni kurulmuş olan ve iki dönemdir AKP tarafından yönetilen belediye hakkında bilgiler verdi. 

Bakın değerli dostlar... 

Yunus Emre Belediyesi’nin nüfusu 270 bin. Belediyenin şu andaki aktif borcu 1 milyar 100 milyon Türk Lirası. Belediyeye verilen bir yıllık bütçenin tamamı (maaş dağıtılmayacak, hizmet verilmeyecek) borca verilse borç anca kapanıyor. Manisa’daki 13 belediyenin borcunun toplamından fazla! Peki, bu borç nasıl yapıldı sorusunun cevabını merak ediyorsunuz tabii ki. Onu da sayın başkan gösterdi. 

İmkânı olanlar 23 Nisan’daki yayını izlesin dostlar. Belediye binasının makam odasını gösterdi sayın başkan. Yazımın girişinde Osmanlı veliaht şehzadelerinin görev aldığı yer demiştim ya, eski başkan sanırım bundan etkilenmiş olacak ki belediye binası makam odasını altın varaklı mobilyalar ve o döneme ait semboller ile süslemiş. Yerde lüks halılar, şömineler, özel mangallar... Makam odası dediğime de bakmayın. Bildiğiniz saray odası! 

Başkan anlatmaya devam etti... 

Seçim günü yani 31 Mart akşamı seçim sonuçları belli olduktan sonra belediyede ilginç şeyler yaşanıyor. Normalde seçimi kazanan kişinin mazbatasını aldıktan sonra makam devri yapılması gerekirken seçim gecesi saat 00.10’dan 05.07’ye kadar 100 milyon Türk Liralık alış faturası sisteme işlenmiş ve karşılığında da gece yarısı aynı tutarda çek kesilmiş. Bakın seçimin olduğu gece. Seçimlerin sonucu belli olduktan sonra yapılmış bu işlemler. 

Yine seçimden önce bir taşınmaz satışı gerçekleştirilmiş. 

Belediyenin 1721 metrekare arsası var. Metrekaresi 8 bin 500 TL bedel ile 14 milyon Türk Lirasına satılmış. Yeni seçilen belediye başkanı taşınmaz ile ilgili taşınmazın fiyat tespitinin yapılması için değerleme şirketlerine tespit yapılmasını istemiş. 

Kıymet takdir komisyon rapor hazırlıyor. Yapılan çalışmada üç ayrı firmadan değer tespiti yapması isteniyor. Sonuçta metrekaresine 8 bin 500 Türk Lirası bedel biçilen yerin gerçek metrekare fiyatının 25 bin Türk Lirası olduğu ve ederinin ise 43 milyon Türk Lirası olduğu tespit edilmiş. 

Yani belediye seçimin hemen öncesinde 43 milyon Türk Lirası değerindeki arsa 14 milyon Türk Lirasına satılmış. Bu durumda da kamu 29 milyon Türk Lirası zarara uğramış. 

Başkan bir durumu daha anlattı. Belediyenin şirketlerinde yaşanan usulsüzlüklere dikkat çekti. Belediye şirketinin yaptığı inşaatların olduğunu, satışların yapıldığını ancak satışı yapılan evlerin paralarının kasaya bile girmediğinin tespiti yapılmış. Yani paralar nerede belli değil. Bakın bu anlatılan Manisa’nın ilçe belediyesi Yunus Emre Belediyesi’nde ilk gün tespit edilenler. Geniş kapsamlı yapılan denetleme sonrası tablo daha çok net çıkacak. 

Emekliye, emekçiye zam vermeye gelince “bütçe yok” deniyor ama belediyelerde yaşananları gördükçe, duydukça bütçenin neden olmadığı gayet iyi anlaşılıyor. 

Aslında daha ağır konuşurum ama artık iş mahkemelik olmaya gidecek. İnsanlar et alamazken, süt alamazken, “bu ay da peynir yemeyeyim” diye parasını korumaya çalışırken bir gecede milyonlarca lirayı ceplerine atmışlar.

(Cumhuriyet)


soL KÖŞEBAŞI - 27 Nisan 2024 -

 

Yumuşak geçişe razı mısınız? (Aydemir Güler)

Kırk katırın yerine kırk satırın geçmekte olduğuna erken uyanmakta ve başka bir alternatifin peşine düşmekte fayda vardır. Komünistlerin işi de o alternatifi inşa etmektir.

Seçimin en önemli sonucunun bir geçiş döneminin başlaması olduğunu artık söyleyebiliriz. Rejimi Tayyip Erdoğan’ın bakışları, parmak sallayışları, hakaretleri gayet iyi sembolize ettiği için, Cumhurbaşkanının haftalardır oldukça sakin bir görünüme geçmiş olması, yaşanan değişimi kolayca anlaşılır kılıyor. 

Siyasette gerginlik elbette kalkmaz; ama odaklanılan başlık, titiz bir tercihte bulunulduğunu yansıtıyor. AKP’nin küçük reislerinin har vurup harman savuruşları, itibardan tasarruf etmeyişleri patlatılıyor. Bir süre öncesine kadar, Cumhuriyetin hakir gördüğü mazlumlar (!) olarak “yeme” sırasının kendilerine geldiğini alenen savunan AKP şımarıkları, şimdilerde dillere düşüyor, sarayda özür sırasına giriyorlar. Bu arada belli ki CHP cenahında, yakınlarını oraya buraya yerleştirmek için önüne geçilmez bir arzuya kapılan çiçeği burnunda belediye başkanlarını frenlemek, önemli bir gündem maddesi oluyor…

AKP’nin bir yerel seçim klasiği olarak DEM belediyelerini hedef tahtasına oturtması beklenirken, DİSK yönetimi, arkasında CHP, iktidarı 1 Mayıs başlığında sıkıştırıyor. Yalnız bu işlerden anlamadığından mı, bilmiyorum; polis ve sendika yöneticileriyle birlikte alanın giriş çıkışını kontrol altına alma güvencesi veren Özgür Özel, AKP’nin “bunlar olay çıkartır, huzur kaçırır” kaygısının temelsiz olmadığını ilan etmiş oldu. Kaygısına hak verilen iktidara “asayiş öyle değil böyle sağlanır” deme şansı tanınmış bulunuyor… Olsun; inisiyatif muhalefette.

Yumuşuyoruz. CHP Genel Başkanına Saray ziyareti randevusu veriliyor. Öğrenmiş bulunuyoruz ki, konu sadece nezaket, incelik değil. Bir çalışma ziyareti olacakmış. 

Demek ki, CHP artık AKP’nin örtük değil açık partneridir. Daha önce örtüktü: Kamuoyu CHP’ye laiklik savunuculuğunu atfeder, ama partinin genel başkanı “laiklik tehdit altında değil” der, belediye başkanı da makamına imam çağırıp öyle görevi devralırdı. Kamuoyu bunları mütedeyyinlere dönük taktik sayar, istifini bozmazdı. İktidarla ana muhalefet arasındaki büyük ittifakı görmek için kürsü performanslarıyla yetinmemek, TBMM ve belediye meclislerindeki oy performansına bakmak gerekirdi. Olan bitenin özeti şuydu: Laik duyarlılığı olan bölgelerde CHP, İslami yanı ağır basanlarda ise AKP taşıyordu, neoliberalizmin bayrağını! 

Bu seçimden sonra en az iki temel başlıkta ittifakın gizlenmesi dönemi kapanmıştır. Birincisi neoliberalizmdir. Nebati/Nas politikalarının yerini IMF/Dünya Bankası destekli Şimşek almıştır ve CHP’nin bundan bir milim dahi sapması imkânsızdır. Bu çizginin karşısına çıkılamayacağı, düzenin anayasal hükmü kılınmalıdır ki, on milyonlarca emekçi de “böyle gelmiş böyle gider”e boynunu uzatsın! 

İkincisi, başkanlık rejimidir. Muhalefetin büyükşehir belediyelerinde aynısını kurduğu mekanizma bir TÜSİAD projesidir ve geçen yıl yalancıktan söylenen parlamenter sisteme dönüşün kapısı kapatılmalıdır. 

Demek ki karşılıklı esnenmektedir. AKP Nebati-Nas’tan Ortodoks-Rasyonel’e gelmiştir. CHP de popülizmin demagojisini bile yapmayacağını, ilk kez kazandığı bir seçimin ardından erken seçim istemediğini söyleyerek ilan etti. Zaten kaynak krizinin uluslararası mali sermaye ve onun kurumları olmadan aşılması güçtür ve bu kesimler imamların keyfiyeti yerine kendi kurallarını dayatmaktadırlar. 

AKP’nin başkanı tevazu göstermeye başlamıştır. CHP’nin de, tekelci sermayenin karar alma süreçlerinin hızlı, kamusal denetiminse etkisiz olması yönündeki tarihsel talebine şerh koyacak hali yoktur. Kaldı ki, son yıllarda tepeden alınan kararların hukuksuz sayılmasının, geri döndürülmeye kalkışılmasının düzeni iflah olmaz hale düşüreceği açıktır. Böyle bir alt üst oluş sadece bir devrimin harcı olabilir. Düzen sarsıntı sevmez.

Geçenlerde ilk randevuyu İmamoğlu’na verip ancak üçüncü gününü Erdoğan’a ayıran Almanya Cumhurbaşkanının, yumuşamanın getireceği dengelere dair bir demonstrasyon yapmış olduğunu düşünebiliriz. Artık AKP ile CHP arasındaki işbölümü, dinciliğin geçer akçe olmadığı kentlerde piyasalara kapıyı CHP’nin açmasına dayanmamaktadır. Bu model eskidi. Seçimden itibaren girdiğimiz yumuşama ortamında CHP, çoktandır dışına atıldığı devlet’e, yani merkezi iktidara dönüş yapmaktadır.

Sonuç olarak, sermaye iktidarı ve piyasanın “daha yüksek kâr, daha yüksek kâr” diye diye dönen çarkları güç kazanmıştır. AKP’nin erkindeki göreli daralmayı da, bu partinin ait olduğu sınıfsallığın mutluluğu telafi edecektir. 

Elbette sular, hele günümüz dünyasında kolay kolay durulmayacaktır. Türkiye’nin, Erdoğan tipi emperyal iddialarla bütünleşik Doğu-Batı dengeciliğinden Atlantikçiliğe tereyağdan kıl çeker gibi dönmesi değil, çeşit çeşit gerilim ve çatışmalar yaşanması beklenmelidir. Abartılı biçimde öne çıkan tarikatların sessiz sedasız sahneden çekilmeleri değil, sermaye düzenine saygın holdingler olarak eklemlenmeleri ve iplerini devlet aklıyla paylaşmaları, kuşkusuz yine çatışmalı bir süreç olacaktır. 

Her neyse; başlıktaki sorunun yanıtı bellidir. Kırk katırın yerine kırk satırın geçmekte olduğuna erken uyanmakta ve başka bir alternatifin peşine düşmekte fayda vardır. Komünistlerin işi de o alternatifi inşa etmektir.

*    *    *

Mustafa Ziya Ülkenciler’le 15 Aralık 2022’de görüşmüşüz. “Görüşmüşüz” derken, deneyimli arkadaşlarımızın siyasi yaşamlarını kayıt altına aldığımız, Parti Tarihi çerçevesinde sürdürdüğümüz çalışmayı kast ediyorum. Sonra; 5 Mayıs 2023’te kaybetmişiz Mustafa Ziya’yı! Neredeyse son anda kendisini dinleme şansını yakalamışız… 

Geçtiğimiz 24 Nisan akşamı İstanbul Kadıköy Nâzım Hikmet Kültür Merkezinde yaşamından dilimlerin aktarıldığı bir sergiyi gezdikten sonra benim ve sevgili Doğan’ın (Ülgenci) konuşmacı, Çağrı’nın (Kınıkoğlu) da moderatör olarak katıldığımız bir anma etkinliği oldu. Sadece üçümüzün değil onlarca katılımcının katkılarıyla bir kez daha uğurladık yoldaşımızı… Haberine göz atmak isteyebilirsiniz.  

Kardeşi Doğan’ın çok iyi bir anlatıcı olduğunu zaten biliyordum. Burada bu özelliğini değil ama bir soruya verdiği muazzam yanıtı aktarmak istiyorum. Toplantının sonlarında bir izleyici arkadaşımız, yaşamında türlü zorluklar, örneğin “illegalite” ve kaçaklık dönemlerinden geçen Mustafa Ziya gibi insanların, bir yandan da örneğin evli, çocuk sahibi olduklarını, hayatın gündelik sorunlarıyla başa çıkmaya uğraştıklarını hatırlattı. Soru, bu iki unsur arasında nasıl denge kurduklarıydı… 

Doğan’ın yanıtı çok açıktı: “Ziya’nın yaşamında denge falan yoktu.” 

Kast edilen sorumsuzluk değil devrimciliktir. Mustafa Ziya devrimciydi. Memleketin devrimciliğe ihtiyacı derindir. Hele yumuşak geçiş tuzağı kurulurken…

                                                            /././

Genel seçimin ortasındaki Hindistan’ı Türkiye ile karşılaştırmak (Erhan Nalçacı)

Birbirine benzeyen süreçlerin sanki Modi ve Erdoğan’ın karakterinden kaynaklanıyor gibi gözükmesi yanıltıcıdır, arkalarındaki sınıfın gereksinimlerine bakmak gerekiyor.

Hindistan içinde bulunduğu genel seçim süreci ile bir kez daha dünya gündemine girdi. Ne de olsa dünyanın neredeyse sekizde biri -900 milyondan fazla kişi-oy kullanacak. 19 Nisan’da başlayan seçimler 4 Haziran’da sonuçların ilan edilmesiyle tamamlanacak.

Seçimler Türkiye’deki 2023 Genel Seçimine benziyor ve esas olarak iki ittifak arasında geçiyor. Modi’nin liderliğini yaptığı BJP, Ulusal Demokratik İttifak içinde seçimlere giriyor. Karşısında ise yine çok benzer şekilde ülkenin kurucu partisi olan Hindistan Ulusal Kongresi’nin başını çektiği 26 muhalif partinin yaptığı ittifak bulunuyor.

Benzerlikler nereye kadar ve varsa tesadüf mü?

Oysa karşılaştırmalı tarih, siyaset, coğrafya bize genellenebilir kavramlar sunar. Kültürel olarak çok farklı zenginlikler içeren ülkeler benzer toplumsal koşullarda benzer karakterde davranır.

Örneğin, birbirinden kültürel olarak oldukça farklı olan İtalya, Almanya ve Japonya’da Birinci ve İkinci Dünya Savaşları arasında faşist rejimler kuruldu. Her üçünde faşizmin ortak nedenleri var mıydı diye bir kez bakalım.

Her üçünde de geç kalmış ve halkın örgütlü gücünden kaçan tepeden inme burjuva devrimleri ile ulusal birlikleri sağlanıyor. Hızla sanayileşirken kendilerini kapitalizmin emperyalizm aşamasında buluyorlar. İktidarı ele geçiren tekelci sermayeleri önceki emperyalist devletler tarafından aralarında pay edilmiş dünyanın yeniden paylaşılmasını talep edecektir. Tekellerin paylaşım savaşına sürmek için kitleler halinde emekçi çocuklarına gereksinim duyarlar ancak işçi sınıfı başka bir havadadır. Bu ülkelerde burjuva devrimleri gerçekleşirken Paris Komünü yaşanmış, 1917’de Ekim Devrimi gerçekleşmiş, dünyanın neredeyse her yerinde komünist partileri kurulmuştur. Tekelci sermaye dünyada ve ülkelerinde işçi sınıfı siyasetinin tehdidinden kurtularak paylaşım savaşına girmelidir.

Görüldüğü gibi tarihsel ortak nedenler benzer sonuçlara neden olabiliyor.

Modi Hindistan tarihinde az rastlanacak şekilde 10 yıldır yönetimde ve seçimi bir üçüncü dönem için kazanması büyük olasılık olarak görülüyor. Erdoğan ve AKP’nin 23 yıla yayılan yönetimi gibi.

Her iki ülke de 25 yıl kadar bir arayla burjuva devrimlerini gerçekleştirdiler ve emperyalizme karşı bağımsızlıklarını kazandılar. Her ikisi de farklı zaman dilimlerinde Sovyetler Birliği’nin etkisiyle tarihsel olarak ileri çekildi, devletçi, planlamacı, halkçı ve laik cumhuriyet özellikleri gösterdiler. Ama 25 yıl uzun bir süre 20. Yüzyıl için, Hindistan 1950’lerde Nehru’nun önderliğinde dünyada Bağlantısızlar Hareketi’ni kurarken, Türkiye NATO’nun pislik çukuruna yuvarlanmıştı bile.

Bu önemli farka rağmen Sovyetler Birliği’nin çözülüşü ile 1990 sonrası karakterleri tekrar benzemeye başladı birbirine. Özelleştirme, piyasalaştırma ile sermaye birikimi yağmayı andıran yöntemlerle sağlandı. Her iki ülkede de tekelci sermaye sınıfları mutlak bir iktidar kurdular. 

Birbirine benzeyen süreçlerin sanki Modi ve Erdoğan’ın karakterinden kaynaklanıyor gibi gözükmesi yanıltıcıdır, arkalarındaki sınıfın gereksinimlerine bakmak gerekiyor.

Her iki egemen sınıf da emekçi haklarını budamalarına karşın emekçi sınıfları düzene bağlamalıydılar. 

Bunun için ikisi ideolojik biri hem ideolojik hem iktisadi üç yöntem kullandılar.

İlki dinin istismarı ve din üzerinden taraflaştırma, diğeri bu ulusun içinde bulunduğunuz yüzyılda şahlanışına işaret eden bir milliyetçilik ve üçüncüsü işçi sınıfına tüketim ekonomisine dayanan bir “orta sınıf” ideolojisinin enjekte edilmesi.

İki ülke arasında ekonomik güç açısından büyük farklılık var, dünyanın neredeyse üçüncü büyük ekonomisi haline gelen Hindistan uzun vadede Çin ile bir paylaşım savaşına girmeyi hedefliyor, Türkiye ise bölgesel bir güç olmayı. Ama buna rağmen egemen sınıf özellikleri her iki ülke siyasetine yansıyor.

Modi seçim kampanyasına Babürlerden kalan ve 32 yıl önce yıkılan Camiyi Hindu tapınağına çevirerek işe başladı, Erdoğan Ayasofya Müzesini ibadete açarak.

Modi yurtdışında çalışan 30 milyon kadar Hint vatandaşına oynamayı seviyor, hem onlar üzerinden bir siyasi hegemonya oluşturuyor hem içeriye doğru Hint milliyetçiliğini pekiştiriyor. Aşağıdaki fotoğraf bu yıl Birleşik Arap Emirlikleri’nde açılan devasa Hindu tapınağı önünde Modi’nin pozunu gösteriyor.

13 Şubat 2024’te Modi BAE’nin başkenti Abu Dabi’de Hindu tapınağı açılışını yaptı. Üç buçuk milyon Hintlinin yaşadığı BAE’de nüfusun %35’ini Hindistan göçmenleri oluşturuyor.

Biri Hindu dinini diğeri İslam’ı araç olarak kullanıyor ne gam, sınıfın sermaye birikimi bunu gerektiriyor. AKP de yurtdışında çok sayıda cami yenilenmesi veya kurulmasına kaynak aktardı.

Her ikisi de bu yüzyılın kendi uluslarına ait olacağını söylüyor ve bunu pekiştiren işler yapıyor kendi çapına göre. Hindistan, 2023’te ABD, Sovyetler ve Çin'in ardından Ay'a ayak basan dördüncü ülke oldu. Türkiye kiralık bir araçta uzaya ilk kez insan gönderdi.

“Orta sınıf” yaratma meselesini daha önce ele almıştık

Muhalefet de birbirine benziyor, her ülkenin kurucu partileri (Ulusal Kongre ve CHP) ana muhalefet partilerini oluşturuyor. Ama her ikisi de birbirine benzemezlerle ittifak yapıyor ve eninde sonunda tekelci sermayenin politikalarını yürütmeye aday oluyor. Renk farklıkları kadın hakları, gençlerin işsizliği gibi yan temalarda sınırlı kalıyor.

Muhalefet bloğunun içinde büyük hacimli komünist partileri de var, ama bu partiler sosyalist devrimi güncel bir mesele olarak görmüyorlar.

Şimdi, iki ülkeyi hangisi devrime daha yakın diye karşılaştırabiliriz:

Türkiye bugün iktisadi kriziyle emperyalist kurumlara bağlı hale geliyor ve “orta sınıf” törpüleyici politikalar izliyor. Kuzeyinde güneyinde savaşların sürdüğü coğrafyanın özellikleri nedeniyle bir meşruiyet krizine sürüklenme olasılığı çok daha fazla gözüküyor. Ve sosyalizmi güncel bir mesele olarak gören bir komünist partisi var.

Bu deli saçması döngüden kurtulmak için Hindistan’a göre şansımız daha fazla yani.

                                                           /././

Değerlerime sahip çıkıyorum…(Orhan Gökdemir)

Değerleri sade dinden ibarettir. İçinde bilim, vicdan ve ahlak yoktur. Siz de değerlerinize sahip çıkacaksınız öyleyse. Bilim için, vicdan için, ahlak için…

Diyanet İşleri Başkanlığı, malum, artık yeni devletin en önemli kurumlarından biri. Tayyiban düzenin amaçladığı toplumun dinselleştirilmesi programını o yürütüyor. Devasa bütçesi var ama her sene erkenden silip süpürüyor ve ek bütçe istiyor. İşleri çok, bütün laikleri imam yapmak gibi kutsal bir vazifesi var. “Strateji planı” şart haliyle. “2024-2028 Stratejik Planı”nda riskler arasında baş köşeyi “sekülerleşme” tutuyor. Sekülerleşme, din dışında kalan alan demek. Din dışında hiçbir şey kalamasın, kimse dinin kontrolü dışında nefes alamasın istiyorlar. Yani laikliğin var ettiği şeyi onlar yok etmek istiyor. Güçleri yeterse her şey dinselleşecek, herkes dine göre nefes alıp verecek. 

Bir yıkım ekibi gibi çalışan Diyanet, yeni stratejik planında da toplumsal hayata müdahalesini arttıracağını ilan etti. Eğitimin dinselleştirilmesine yönelik adımlar bunların en önemlisi. Haliyle bu planda öncelik çocuklarda. Laik eğitimi öylesine yok ettiler ki, dini eğitim neredeyse ana rahminde başlayacak. Bebelerin ekseriyeti bunların açtığı kurslarda. Koca bir kuşağı öcüyle, böcüyle büyütüyor, bir tür erken beyin yıkama faaliyeti yürütüyor. 4-6 yaşları arasındaki 1 milyon 322 bin 388 çocuğa dini eğitim verildiğini ve bu rakamı 3 milyon 122 bin 388'e çıkarmayı hedeflediklerini ilan etti ayrıca. Zorunlu din dersleri, değerler eğitimi ve ÇEDES gibi projelerle eğitim dinselleştirilirken, devlet okulları bilimsellikten arındırılıyor, niteliksizleştiriliyor. Bir Taliban temsilcisi, geçtiğimiz haftalarda Afganistan’daki eğitimin dini özelliğine dikkat çekerek “sadece dinle olmaz bilim de gerekiyor” dedi. Bunlar Taliban’dan radikal, sadece dinle bir eğitim düzeni kurabileceklerine inanıyorlar. 

Diyanet'in strateji planını yayımlamasından birkaç gün sonra psikologlar, çocuk gelişimi uzmanları, psikiyatristler, sinirbilimciler ve eğitim bilimciler tarafından bu planlara karşı toplumu uyaran bir bildiri yayımlandı. 62 uzmanın kaleme aldığı bildiride, çocuk yaş grubunun maruz kaldığı zorunlu din eğitiminin yol açtığı tahribata değiniliyordu. Çocuklar 11-12 yaşına kadar soyut düşünme yetisi geliştiremiyor, olaylar arasındaki neden-sonuç ilişkisini tam olarak kavrayamıyordu. Örneğin “cehennemde yanarsın” sözünü duyan bir çocuk, günlük yaşamındaki en ufak hatasında cayır cayır yanacağını düşünüyordu. Haliyle soyut düşünme yetisinin gelişmediği çocuk yaşta din öğretisine maruz kalmak ruhsal hastalıkları tetikleyebiliyordu. Zorla din eğitimi çocukları takıntılı, ürkek ve kaygılı bireyler olmaya itebiliyor, özgür düşünme ve araştırma motivasyonunu azaltıyordu. 

Asıl önemlisi şu; hatalı davranışlar, “Allah günah yazar, cezalandırır” gibi söylemlerle engellendiğinde çocuğun davranış ve düşüncesinde amaç cezadan kurtulmak, kaçınmak oluyor, tutarlı bir vicdan gelişimi engelleniyordu. Din ile ahlak arasında ters orantı olduğunu biliyorduk, demek ki din ile vicdan arasında da ters orantı vardır. Ahlaksız ve vicdansız bir işle karşı karşıyayız o halde…

***

Madem çocuklardan başladık oradan devam edelim. Dört gün önce 23 Nisan 1920’nin yıldönümüydü, çocuk bayramdı. 1920'de o gün Ankara’da Türkiye Büyük Millet Meclisi açıldı. Monarşinin başkenti İstanbul işgal edilince 1876’dan beri aydınlarımızın dişiyle tırnağıyla var ettiği Meclis-i Mebusan da kapatılmıştı çünkü. Ankara’da yeni bir meclisin toplanışı Anadolu Devriminin en önemli işlerinden biriydi. 1923’ü var eden devrim o meclisin içinden çıkacaktı. 

Bayramın kutlandığı gün AKP Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan TBMM özel oturumuna gitmek yerine Nakşibendi Tarikatının Halidi kolunun İsmailağa Cemaatinin şeyhi Hasan Kılıç'ın cenazesine katıldı. Nakşi-Halidi tarikatı laik cumhuriyete karşı bütün ayaklanmalarının sorumlusudur, bu kadarını söyleyip geçeyim. 

“Vay neden öyle yaptı” anlamında söylemiyorum. Yeni rejimin yeni işlerindendir bunlar. O Diyanet orada dururken laiklik varmış gibi yapmanın anlamı kalmadı artık. Meclis çoktan kapandı, içi boşaltılmış bir kurumdur. Anayasanın da rafa kaldırıldığını hesaba katarsak, olmayan cumhuriyetin başının yapacağı en anlamlı iş tarikat-cemat gösterisine katılmaktır.  

***

Laikliği tepeleyerek başlarlar, sonra cumhuriyeti tepelerler. Demek ki laikliği tanımayan cumhuriyeti de tanımaz. Laiklik cumhuriyetin temelidir çünkü, biri olmadan diğeri mümkün değildir. Bu hareketler Tanzimattan bu yana attığımız bütün ileri adımların silinmesi anlamındadır. Silinmiştir. 

Çağımızın devrimci “ruhunun” ve maruz kaldığı karşı devrimin özeti budur. Devrimin esası çürümüş eski düzeni devirme, yerine özgür ve eşit bir yeni ülke kurma hareketidir. Kralları, soyluları, papazları, halifeleri, sultanları, imamları, onların iktidarının ete kemiğe bürünmüş hali olan monarşileri, eskiye değin çürümüş olan ne varsa onu, alaşağı ettiği için devrimdir adı. Bizler, büyük insanlık ailesi, üç yüz yıldır dünyanın her yerinde çürümüş monarşileri devirip cumhuriyet ilan ediyoruz. Her defasında yürüyen ölüler mezarlarından çıkıp geliyor, önlerine aydınlık ne çıkarsa yıkıyor. Sonra düştüğümüz yerden kalkıp yeniden doğruluyoruz, yenisini ilan ediyoruz. Çünkü biliyoruz, eşitlik ve özgürlük içinde yaşamaktan başka çaremiz yok. 

Fransız Devrimi'ni, ümmet olmaktan çıkıp halk olma mücadelesinin başlangıcı sayıyoruz. Bir kamusal alan yaratma ve o alanda aristokrasinin, kilisenin, dinin etkisini sıfırlama mücadelesidir, cumhuriyettir. Laiklik olmadan halk olmaz. Demek ki cumhuriyet “fıtratı gereği” laiktir, laik olmak zorundadır. Olmazsa, toplananları uygun bir biçimde birleştirecek bir kamusal alan yaratmamış oluyoruz ki, eksik cumhuriyettir. Cumhuriyetin eksiğinin olmadığını, eksik ise başka bir şeye dönüştüğünü biliyoruz.

Devrim, cemaatten-ümmetten yeni bir halk yaratma işi ise, karşı devrim de halkı yeniden cemaate-ümmete dönüştürme işidir. Bu saldırıların, bu gözü dönmüş planların, bu tarikat ululamalarının amacı ve anlamı bu. Dini iktidara payanda yapınca, toplumun da ümmete-cemaate dönüştürülmesi gerekir. Suç ortakları var; cumhuriyet fazla geldi burjuvaziye. Laikliği cami avlusuna bırakıp kaçtı. Otokrasi-teokrasi istiyor yeniden, monarşiye meylediyor. 

***

TKP de Diyanet’in stratejik planına dair açıklamada bulundu. Bunun yalnızca bir yol haritası değil, aynı zamanda laik Anayasa’ya karşı meydan okuma olduğu vurguladı. Meydan okumadır. 

Anayasa olmayınca din eğitimi dört yaşına indirdiler. İndirirler. Evlenme yaşı da üç-beş zaten, İslamcı da ölçü aranmaz. Çocuklar islamcıların, tarikatların ilk hedefi. Cumhuriyetin baş tacı yaptığı çocukların üzerinden buldozerle geçiyorlar haliyle. Vicdanı ve ahlakı yıkıyorlar, yerine tanrı korkusunu koyuyorlar. Sorunun özeti budur. 

Biz ise başka bir noktadayız; din çoğaldıkça ahlak azalır, inanç yayıldıkça vicdan daralır. Dediğimiz bu. 

İslamcı İsmet Özel, “Müslüman teröristtir. Müslüman'ın ilk vazifesi terörist olmaktır. Müslüman olmayan bütün insanlar, müslümanlardan korksun. Bu bir dini fantezi değildir, bu bir savaştır” demişti bir söyleşisinde. Bu sözlerde hem bir öneri hem bir tehdit vardı. Diyanet’inki de böyle, bir fantezi değil yaptığı, bir savaş hazırlığı. Onun için “sekülerleşmeye” risk diyebiliyor. 

Biz de onların risk dediğine insanlığın büyük ileri adımı diyoruz. Rönesanstan beri, bunun için savaşıyoruz. Biz de laiklik de militan olmalıdır diyoruz. İnanç özgürlüğü inanca özgürlük değil, inançtan özgürlüktür çünkü. Dinin günlük hayat üzerindeki tahakkümüne son vermekten ibarettir aslı. Ve laiklik bir tarihi fantezi değildir, bir insan olma mücadelesidir. Yeniden ayağa kalkmasından bütün yobazlar, bütün sultan özentileri korkmalıdır. 

***

ÇEDES diye bir şey uydurdular, “değerlerime sahip çıkıyorum ve çevreme duyarlıyım” demekmiş. Değerleri sade dinden ibarettir. İçinde bilim, vicdan ve ahlak yoktur. Siz de değerlerinize sahip çıkacaksınız öyleyse. Bilim için, vicdan için, ahlak için…

                                                           /././

Patara ikinci konutlara kurban edilmesin! (Yusuf Yavuz)

UNESCO Dünya Kültür Mirası adayı Patara’da yazlık ve ikinci konut inşaatlarının önünü açan imar planının iptali için açılan davada keşif yapıldı.

Antalya’nın Kaş ilçesindeki Patara antik kentini de kapsayan Patara Özel Çevre Koruma Bölgesi için Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı tarafından hazırlanan imar planının iptali için açılan davada bilirkişi incelemesi tamamlandı. Doğal ve arkeolojik sitlerle çevrili bölgede ikinci konutları özendiren ve zeytinlik arazilerde karma konut ve ticaret alanı kullanımı getiren 1/25000 Nazım İmar Planı'nın ikinci konutları da özendirici nitelikte olduğu belirtiliyor. 

Bakanlıktan yapılaşmayı artıracak plan

Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı tarafından 2022 yılında Antalya’nın Kaş ilçesi ile Muğla’nın Seydikemer ilçesi sınırlarında bulunan Patara ÖÇK Bölgesi için hazırlanan 1725 binlik Nazım İmar Planı, yapılan itirazların değerlendirilmesinin ardından 5 Haziran 2023 tarihinde onaylanarak askıya çıkarıldı. Ancak yeni yapılaşma alanları yaratan ve betonlaşma baskısını artırmaya yönelik olduğu ileri sürülen plana karşı WWF-Türkiye, Mimarlar Odası Antalya Şubesi ve Kaş Çevre ve Kültür Derneği iptal davası açtı.

Ertelenen keşif dün yapıldı

Antalya 4. İdare Mahkemesi’nde görülen davada 15 Mart’ta yapılması planlanan bilirkişi incelemesi seçim sonrasına ertelenmişti. Mahkemenin ertelenen bilirkişi incelemesi dün yapıldı. 

Plan zeytinlikleri yapılaşmaya açıyor

Patara ÖÇK Bölgesi’nde 364.37 kilometrekarelik alanı kapsıyor. Patara ÖÇK Bölgesi içerisindeki, doğal, kültürel, tarihi ve arkeolojik değerler ile ekolojik dengenin korunmasını amaçlayan planın ikinci konutlara yönelik yeni yapılaşma alanları yaratacak olması amaçlarıyla çelişkili bulunurken açılan iptal davasında “Yapılan bu plan değişiklikleri önceki mahkeme kararlarına aykırı, Kaş'ın doğal ve tarihi güzelliklerini korumaktan uzak, yapılaşmaya yol açan, sit alanlarına baskıyı artıracak, zeytinlikleri kısmen yapılaşmaya açan bir plan değişikliği olmakla planlama ilkelerine ve mevzuata uygun değildir” ifadelerine yer veriliyor. 

Bilirkişi keşfine yoğun katılım

Dün planlama alanında yapılan bilirkişi incelemesine mahkemenin atadığı uzmanların yanısıra davanın avukatlarından Tuncay Koç, Patara Kazısı Başkan Yardımcısı Mustafa Koçak, Kaş Çevre ve Kültür Derneği üyeleri, Kaş Çevre Platformu üyeleri ve vatandaşlar katıldı. 

'Kooperatifler 16 yıldır inşaat halinde'

Keşif sırasında, yapılaşmaya açılması planlanan zeytinlik nitelikli alanların da incelendiğini dile getiren Kaş Çevre ve Kültür Derneği Başkanı Ahmet Murat Akoy, şunları dile getirdi:

“Planlamayla yapılaşmaya açılmak istenen alanın, 2008 yılında düşük yoğunluklu yapılaşma izni verilerek imara açılan kooperatif alanlarının hemen aşağısında olduğu için kooperatif alanını da görmüş olduk. İmar izni verilmesinin üzerinden 16 yıl geçmiş olduğu halde kooperatif yapılarının büyük bir bölümünün halen inşaat halinde olduğunu görülmektedir. Yani ortada geçerli bir talep baskısının olmadığı da anlaşılmaktadır. Pataralı vatandaşın ihtiyaçlarına yönelik olmayan yani kamu yararına yönelik üretilmeyen, turizme yönelik üretilen yazlık konutların çoğu inşaat halinde kullanım dışıyken ikinci bir yazlık konut/ikinci konut yapılaşması getirecek planlamanın bilimle, bilgiyle açıklanmasının mümkün olmadığını düşünüyoruz.

'Arkeolojik kalıntılar ortadan kayboldu'

Keşif sırasında Patara Kazı Başkan yardımcısı Mustafa Koçak, planlama alanı içinde bir Lahdin, bir zeytinyağı kırma ve presleme teknesinin bulunduğunu fakat yapılaşmalardan sonra bu arkeolojik bulguların ortadan kaybolduğunu, eğer kendilerinden görüş istenirse alan üzerindeki arkeolojik değerler hakkında mahkemeye bilgi verebileceklerini iletti. Keşif heyeti Başkanı da bu öneriyi kabul ederek profesyonel görüş yazısının itiraz dosyasına eklenebileceğini iletti. Bu durum itirazlarımızı güçlendiren, alanın arkeolojik değerini ortaya koyan bir açıklamadır.”

Dünya mirası Patara'da yazlık konut ısrarı

Planlama alanının üç farklı koruma statüsüne sahip olduğuna işaret eden Akoy, “Özel Çevre Koruma Bölgesi içinde, 1. Derece Doğal Sit, 3. Derece Arkeolojik Sit Alanı içindedir. Bunun yanında zeytinlik alanların korunması kanununa tabidir. Bu kadar çok koruma statüsü olan, UNESCO Dünya Mirası Listesi girmesi için müracaatta bulunulmuş Patara Antik Kenti içinde olan bir alanın kamu yararına yönelik olmayan yazlık konut üretimine ısrarla konu edilmesini anlayamıyoruz” diye konuştu. 

Bakanlara ‘Patara'yı koruyun’ çağrısı

Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı ile Kültür ve Turizm Bakanı'na da çağrıda bulunan Dernek Başkanı Akoy, “2020 yılında Türkiye’nin Turizm teması seçilen, Türkiye’nin en çok ziyaret edilen ören yerlerinden biri olan, aynı zamanda Caretta carettaların 1. derece yuvalama alanı olan Patara Antik Kenti'nin daha fazla yapılaşmaya konu edilmemesi için, 1993-2000 yılları arasında yapılan yönetim planlarının güncellenerek yeniden yapılması için harekete geçmelerini bekliyoruz. Bu eşsiz alanların çocuklarımıza bırakacağımız en büyük miras olduğunu, sadece ismi değil niteliği 'koruma' olan planlamalarla gelecek nesillere bozulmadan, beton altına alınmadan bırakılmasını arz ediyoruz” dedi. 

Patara’nın betonla sınavı 30 yıldır bitmedi

Patara’da 1993-2000 yılları arasında yapılan Yönetim Planı çerçevesinde burada yapılan kooperatiflere ait su basman seviyesindeki inşaatların olduğu alan 3. Derece Arkeolojik Sit ilan edilmiş ve yapılaşma durdurulmuştu. 2008 yılında Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu kararıyla sit alanı içerisinde düşük yoğunluklu yapılaşmanın önü açıldı. Hazırlanan plan, daha önce durdurulan kooperatifler de içinde olmak üzere 400’e yakın yazlık ve ikinci konut inşaatının önünü açtı. Patara antik kentinin nekropol alanlarından biri olan bu bölgede, içinde kalan lahit, zeytinyağı presleme teknesi gibi arkeolojik kalıntılar yapılaşmaya kurban edildi. 

'Halkla birlikte hazırlanan yönetim planı uygulanmalı'

Kaş Çevre ve Kültür Derneği, yeni planın Patara halkının ihtiyacına yönelik, 12 ay yaşanan konut stoğunu arttırma amacıyla değil, turizme yönelik yazlık/ikinci konut üretmek amacını taşıdığını ve kamu yararı taşımadığını öne sürerek, konuyla ilgili çözüm önerilerini ise şöyle sıralıyor:

“Kooperatif yapılarına 2008 yılında verilmiş iznin üzerinden 16 yıl geçmesine rağmen halen çoğunun kaba inşaat halinde ve kullanılmıyor olmasından anlaşılmaktadır. 1993-2000 yıllarında Şehir plancıları, Arkeologlar tarafından Patara halkıyla istişare edilerek hazırlanan Patara Gelemiş Yönetim Planlarının acilen güncellemesi için ilgili bakanlıklarca çalışma yapılması gerekmektedir.”

     

(soL)

T24 KÖŞEBAŞI - 27 Nisan 2024 -

 

İstiklal’deki bombalı saldırıyla ilgili kararda ‘örgüte’ vurgu yok (Candan Yıldız)

İnsanları hayattan koparan bombalı ya da silahlı saldırıların nasıl örgütlendiğini, talimatın nasıl alındığı/verildiğini ve silahların nasıl temin edildiğini delilleriyle açığa çıkarmak suçun kendisi kadar önemli

Altı insanı öldüren saldırının faili, İstiklal Caddesi bombacısı Ahlam Albashir hakkında hüküm verildi.




2022 Kasım ayındaki saldırıda çiçek saksılarının olduğu banka bomba koyarak 6 insanın ölümüne, onlarca insanın yaralanmasına yol açan Albashir’e 7 kez ağırlaştırılmış müebbet ve 1794 yıl hapis cezası verildi.

Hüküm “Silahlı terör örgütü üyeliği”nden değil, “Devletin birliğini ve ülke bütünlüğünü bozma” suçundan kuruldu.

Albashir iddianamede "Devletin birliğini ve ülke bütünlüğü bozma” suçunun yanı sıra “Silahlı terör örgütüne üye olma” suçuyla da yargılanıyordu.

Ancak İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi, “Sanık Ahlam Albashir hakkında silahlı terör örgütüne üye olma suçundan cezalandırılması talebiyle kamu davası açılmış ise de; söz konusu suçun devletin birliğini ve ülke bütünlüğünü bozma suçu içerisinde ERİDİĞİ” gerekçesiyle üyelikten hüküm kurmadı.

Bir suç bir başka bir suç içinde sayılıp ayrıca hüküm kurulmayabilir mi?

Evet, böyle örnekler varmış avukatlardan aldığım bilgiye göre… Örneğin bir eve girerek hırsızlık yapan bir kişiye, konut dokunulmazlığını ihlalden ayrıca ceza verilmeyebilirmiş.

Ama Albashir dahil 36 sanığın hiçbiri hakkında “Silahlı terör örgütü üyeliği” suçlamasından hüküm kurulmaması dikkati çekmiyor değil.

Gazeteciler olarak "örgüt var mı ya da örgüte üyelik var mı?" sorusunu sormak meşru… 

Zira, insanları hayattan koparan bombalı ya da silahlı saldırıların nasıl örgütlendiğini, talimatın nasıl alındığı/verildiğini ve silahların nasıl temin edildiğini delilleriyle açığa çıkarmak suçun kendisi kadar önemli.

Hatırlarsınız dönemin İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, saldırının Minbiç’ten organize edildiğini belirterek “İstiklal Caddesi saldırısı PKK’nın daha önce defalarca gördüğümüz sivil katliamlarından bir tanesidir. Failini bulduk. Şimdi arkasındaki tüm yapıyı deşifre ediyoruz” demişti.

Gerekçeli kararı beklemek gerekiyor tabii ki, ancak karar tutanağından anlıyoruz ki ortada deşifre edilen bir yapı yok.


TIKLAYIN: 'İstiklal bombacı'sının Esenler'deki mahallesinden tanıklıklar; atölyede, bakkalda, kasapta, kahvede, sağlık merkezinde neler yapıyordu?

                                                     /././

Gayrettepe 1. Şube (Gökçer Tahincioğlu)

Gayrettepe yıkılıyormuş… Kentsel dönüşüme girmiş bina, kediyi kurtarmışlar… Hiçbir şey dönüşmeden üstelik, “kurtulamayan” insanların hesabı verilmeden, gözyaşları dinmeden, adalet sağlanmadan

İstanbul’da bir bina, mart ayının sonundan bu yana sessiz sedasız yıkılıyor.

Acının, çığlıkların uzun yıllar boyunca eksik olmadığı bir bina.

Geçen günlerde, yıkım çalışmaları sürerken bir kedinin içeriye girmesiyle gündeme gelebildi.

Neyse ki kedi, bu binaya daha önce girmiş olanlardan daha şanslıydı.

Yıkım çalışmaları kedi için durduruldu, itfaiye çağırıldı.

Kedi, 10 katlı binanın içerisinde bulunarak, itfaiye tarafından kurtarıldı.

***

Oysa eskiden burada “yıkım” çalışmaları durdurulmazdı.

Gayrettepe 1. Şube, Türkiye’de hâlâ, bugün bile bazılarının, çirkin bir gülümsemeyle anlattığı ve meşru gördüğü işkencenin tarihi merkezlerinden biriydi.

Bir başka ülkede, yıkılmayarak “müze” yapılması beklenirdi bu binanın.

İşkencede ölümlerin, gözaltında kayıpların simgesi bina, kentsel dönüşüm kapsamında yıkılmaya başlandı. Kısa süre sonra dev bir yeni nesil bina yerini alacak o karanlık tarihin.

Binanın yıkımına başlanması aslında haberlerde kısaca yer buldu.

Kimi, “İstanbul Emniyeti’nin tarihi binası” diye kurdu haberi, kimi, “Cüneyt Arkın’ın Komiser Kemal’i canlandırdığı bina” diye başlık attı.

Oysa o bina “ayakları yere değecek mi denilerek askıya alınan” Tarık Akan’dı aynı zamanda, işkence gören yüzlerce devrimci, hak savunucusu, aydın ve yazardı, kayıplardı…

***

İsmail Cüneyt, Süleyman Cihan, Aysel Zehir, Ekrem Ekşi, Hayrettin Eren, Nurettin Yedigöl

O binada işkence ile öldürülen, gözaltında kaybedilen isimlerden sadece bazıları.

O isimlerden Hayrettin Eren, 1980’de Gayrettepe 1. Şube’ye götürüldükten sonra kayboldu!

Onlarca tanık, Eren’i o gün Gayrettepe’de işkence altında gördüklerini anlatmasına rağmen tek bir adım atılmadı.

Oğlu Hayrettin Eren’i aramak için Gayrettepe’ye giden Elmas Eren, “Burada yok” yanıtını aldıktan hemen sonra, emniyetin otoparkında arabasını görmesine rağmen adım atılmadı.

Yıllar sonra gözaltına alınan kardeşi, gazeteci Faruk Eren’in kulağına, “Abini de biz almıştık” diye fısıldanmasına rağmen adım atılmadı.

1981’de Gayrettepe’de işkencede öldürüldüğüne dair onlarca tanık ve kanıt bulunan Süleyman Cihan’ın ölü bedeni, bir eve götürülerek camdan atıldıktan sonra bir belge düzenlendi. “Camdan atladı” yazılı belgenin altında, müdür olarak Mehmet Ağar’ın imzası vardı. Bu tanıklıklara rağmen adım atılmadı.

Bir yıl sonra cesedi battaniye ile emniyetten çıkartılan Mustafa Hayrullahoğlu’nun cenazesini ailesi yıllar sonra kimsesizler mezarlığında bulabildi. O tanıklıklara rağmen adım atılmadı.

Hayrettin Eren, 1980’de Gayrettepe 1. Şube’ye götürüldükten sonra kayboldu. O tarihten beri oğlunun akıbetini soran annesi Elmas Eren ise 2019 yılında hayatını kaybetti 

Gayrettepe’de işkence gören isimlerden, hak savunucusu Ümit Efe, o dönem yaşadıklarını şöyle anlatıyor:

“Gayrettepe Emniyet Amirliği'ne götürüldük. O zaman işkencehane olarak kullanılıyordu orası. Zaten kapıdan içeri girer girmez sizi bir hoş geldin dayağı ile karşılıyorlardı. Gözlerimiz böyle pankart ya da kirli bir bez parçasıyla bağlanıyordu. Oraya götürüldüm. Gayrettepe'ye gidene kadar aynı araçta ama birbirimizle temas etmeden götürüldük. Yani orada da işte başımızı önümüze eğmemiz vesaire gibi yaptırımlar uygulandı. Ve biz bunları kabul etmedik. Daha sonra Gayrettepe'de işkencehaneye alındık, gözlerimiz bağlı. Biz o gün sabaha karşı alındık ve aynı gün saat 10'da bir başka arkadaşımız Nurettin Yedigöl de oradan alındı ve daha sonra gözaltı sürecimizin dördüncü gününde Nurettin işkencede kaybedildi ve hala aramaya devam ediyoruz onu. 90 gün kaldım ben Gayrettepe Emniyet Amirliği'nde. Hemen hemen her gün sistematik işkence uygulamaları yapılıyordu. Filistin askı, işte falaka, kaba dayak, soğuk su, tazyikli su şey köpek işkencesi, tecavüz tehditleri, tekerlek işkencesi ve tabii ki de elektrik sıkça uygulanan işkence yöntemlerindendi. Tarık Akan da bizim dönemimizde gelmişti falan. Müjde Ar'ı da getireceklerini söylüyorlardı. Kadınlar tuvaletinde böyle ayaklarımız falakadan şişmiş işte tuvalete git- dönmeye çalışırken karşıdan paçalarını sıvamış elinde florasan lambasıyla Tarık Akan'ı gördüğümüzde film çekiyormuşuz gibi bize böyle çok şey gelmişti, komik gelmişti falan.”

***

Efe’nin ve yolu Gayrettepe’den geçen insanların yaşadıklarını, bir grup insanın Türkiye’de nadiren yapılan bir çalışmaya imza atarak oluşturdukları Tarihsel Adalet İçin Bellek Müzesi’nin sayfasında okumak mümkün.

Anlatılanların izini sürmek de bu ülkeyi ve işkencenin sistematikliğini anlamak için mühim.

Efe’nin gözaltında kaybedildiğini söylediği Nurettin Yedigöl misal…

Nurettin Yedigöl, 10 Nisan 1981’de Çağlayan’da kuzeninin düğününden çıktıktan sonra arkadaşlarının kaldığı İdealtepe’deki eve gitmek üzere düğünden tek başına ayrıldı. Gittiği evden bir gün önce de arkadaşları gözaltına alınmıştı, polis evde bekliyordu.

Kardeşi ve annesi, o günden sonra her haftasonu Gayrettepe 1. Şube’ye giderek Nurettin Yedigöl’ü sordu ve kendisine iletilmek üzere sigara, para ve iç çamaşırı bıraktı; ancak emanetleri önce teslim alan polis daha sonra burada öyle biri yok diyerek hepsini geri verdi. 12 Nisan 1981’den sonra kendisinden haber alınamadı.

Ancak O’nu da işkenceye uğrarken görenler vardı. Tanıklardan biri, “ayağa kalkamayacak durumda, kaburgaları kırık bir şekilde ve kafasına açılan delikten cereyan verilir halde” gördüğünü anlattı. Bir başka tanık ise işkence seansından dönerken, kıyafetlerinin sorgu odasında kaldığını söylediğinde kendisine Yedigöl’ün kıyafetlerinin verildiğini, “Bunlar Nurettin’in elbiseleri, benimkileri getirin” demesi üzerine, polisin “Artık onun elbiseye ihtiyacı yok” yanıtını verdiğini anlattı.

Cumartesi Anneleri, Galatasaray Meydanı'nda Nurettin Yedigöl'ün akıbetini soruyor

Ancak bunların da yargı için anlamı olmadı.

12 Eylül Anayasası netti. Milli Güvenlik Konseyi üyeleri ve onların talimatlarını uygulayanlar yargılanamıyordu. Anayasa maddesi vardı.

Bu maddeyi, AKP, 2010’da topluma müjde vererek, referandumla kaldırdı.

Ardından 12 Eylül darbecileri hakkında dava açıldı. Ve işkenceciler hakkında soruşturma.

Ancak bunların tamamı, dalga geçercesine, zamanaşımıyla kapatıldı. Yargı, hiç sıkılmadan, kaldırılan anayasa maddesinin soruşturmalara aslında engel olmadığını söyledi. Üzerine mağdurları suçladı.

Oysa o yıllarda bu madde gerekçe gösterilere soruşturmalar kapatılıyordu.

Yedigöl dosyasında da Anayasa Mahkemesi, “zamanaşımı” kararını yerinde buldu, içtihat oluşturdu.

***

Bütün bu tablo, işkencenin Gayrettepe’de başladığını ancak uzun yıllar devam ettiğini, yargının en tepesine kadar da koruma kalkanının uzadığını gösteriyor.

Gayrettepe yıkılıyormuş…

Kentsel dönüşüme girmiş bina, kediyi kurtarmışlar…

Hiçbir şey dönüşmeden üstelik, “kurtulamayan” insanların hesabı verilmeden, gözyaşları dinmeden, adalet sağlanmadan.

Hem itfaiye hem de binada işkenceci kalmaması şansı olmuş kedinin.

Moloz yığınları arasında bez parçaları kalmış…

Taşların arasına sıkışmış, bugün bile duyulmayan çığlıklar…

Filistin askıları, bulunamayan mezarlar…

(T24)

26 Nisan 2024 Cuma

IMF'nin güncelleşen Türkiye öngörüleri - Korkut Boratav / soL

 

Kabul edilebilir mi? Yanıt açıktır. Peki ne yapmalı? Bu soru, siyasetin, ekonominin acil ve temel gündemini oluşturuyor.

Dünya Bankası ve IMF’nin Nisan 2024’teki ortak toplantısı geçen hafta Washington’da tamamlandı. IMF veri bankasının ülke ekonomilerine ilişkin tespitleri, öngörüleri de güncelleşti.

Güncelleşen Türkiye öngörüleri Mehmet Şimşek’in ekonomi programı ile yakından ilgilidir. Bu nedenle aktaralım; çözümleyelim.

Türkiye öngörüleri örtülü bir IMF programıdır

Aşağıdaki tabloda IMF’nin Nisan 2024 tarihli World Economic Outlook (WEO) veri bankasındaki ve Fiscal Monitor (FM) raporundaki Türkiye’ye ait 2023 istatistikleri ve 2024-2028 öngörüleri yer alıyor. Sütun 3’te son dört yılın ortalamalarını kullandım.

Türkiye ekonomisi 2023-2028: IMF veri öngörüleri (yüzdeler)  (*): Kamu kesimi birincil (faiz dışı) denge

Haziran 2023 sonrasında uygulanan politikaların IMF tarafından onaylandığını IMF’nin Avrupa Direktörü Alfred Kammer açıkladı: “Türkiye'deki ekonomi ekibinin izlediği programı biz de tavsiye ederdik” (T24, 20 Nisan 2024).

Mehmet Şimşek’in Nisan 2024’teki IMF-DB toplantısı için Washington’a gittiğini, IMF yöneticileri ile de görüştüğünü biliyoruz. Bu görüşmelerin “çok güzel geçtiğini” IMF başkan yardımcısı Gita Gopinath açıkladı (Euronews, 24 Ocak 2024).

Bu tespitlerden hareketle tablodaki son iki sütunu örtülü bir IMF programının araçları, sonuçları olarak yorumlayabiliriz. Farklı ifade edelim: Beş yıllık bir IMF senaryosu gündemdedir.

'Küçülme değil, durgunlaşma': Nasıl?

Tabloda örtülü olarak içerilen program, millî gelir (GSYH) öngörülerine göre önümüzdeki beş yılda ekonomiyi durgunlaştıracaktır (satır 1).

2024 ve sonrasında “küçülme değil, durgunlaşma” söz konusudur: 2024’te büyüme oranı, bir önceki yıla göre 1,4 puan (%4,5 →%3,1) gerileyecektir. 2025-2028’in yüzde 3,3’lük büyüme öngörüsü ise, 2015-2023 döneminde gerçekleşen büyüme temposunun (%4,3’ün) bir puan gerisindedir.

GSYH “bağımlı” değişkendir; IMF senaryosunda ekonomi politikalarından kaynaklanan bir “sonuçtur”. WEO, Türkiye’de daraltıcı para politikasının sürdürüleceğini nicel bir öngörü yapmadan açıklıyor (s.136). Kamu maliyesinde kemer sıkma, durgunlaşmayı tetikleyen diğer politikadır. Tabloda bu değişken, “faiz dışı kamu açığının” ve “kamu giderlerinin millî gelirdeki oranlarının” daralması ile yer alıyor. 2023 ile 2025-2028 ortalamasını karşılaştıralım “faiz dışı açık oranı” hemen hemen yok olacaktır. Kamu maliyesinde kemer sıkma GSYH’nın yüzde 3,6’sı oranındadır (satır 2): Yüzdeler olarak eksi 3,7→ eksi 0,1.

IMF senaryosunda bu daralma, vergiler artırılarak değil, kamu giderleri/ GSYH oranı aşağı çekilerek gerçekleşecek ve bu yıl başlayacaktır. 2024 ile 2025-2028 bu oran 2,4 puan (%35,4→%33,0) düşecektir (satır 3). Kamu gelirlerinin millî gelirdeki payı ise, 2024 sonrasında sabit (%29,5) kalmaktadır (FM, Tablo A.12). Kamu harcamalarındaki kısıntının sosyal harcamalarda yoğunlaşacağı açıktır. Enflasyon ortamının ihya ettiği sermaye çevreleri ve rantiyeler açısından Türkiye, bir vergi cenneti olmayı sürdürecektir.

Devlet harcamalarında daralmanın çoğaltan etkisi GSYH düzeyini fazlasıyla aşağı çekmelidir. IMF öngörüleri bu etkiyi dikkate almıyor. İşaret etmekle yetinelim.

Tuhaf, 'alaturka' bir fiyat istikrarı…

Mehmet Şimşek’in programı, Batı örnekleri gibi “daraltıcı maliye ve para politikaları” ile enflasyonu önlemeyi hedefliyor. Arz kaynaklı fiyat şoklarına karşı etkisiz kaldığı belirlenmiştir.

Mehmet Şimşek geleneksel programa IMF’nin öteden beri Türkiye için vurguladığı “gelirler politikasını” ekledi. “Türkçesini” ifade edelim: Kamu personeli maaşları, emekli aylıkları ve asgari ücretlerde geçmiş enflasyon farklarının telafisine son verilecektir.

Enflasyonun özünde bir sınıf mücadelesi olduğunu; enflasyonu tetikleyen kârların katkısını vurguladık; hesapladık, yayımladık. IMF’nin Türkiye öngörüleri, bir anlamda bu tespitleri doğrulamaktadır: “Gelirler politikası” eklenmiş neoliberal program, 2025-28 döneminin ortalama enflasyonuna yüzde 21,3’lük bir “istikrar” sağlayacaktır.

Enflasyon öngörülerine yansıyan bu “alaturka istikrarı”, IMF’nin Türkiye’ye ilişkin gerçekçi bir algılaması belirlemiş olabilir: 2019 sonrası enflasyonu büyük sermayeyi ve rantiyeleri öylesine ihya etmiştir ki bu etkili çevreler “tek haneli enflasyon” ortamına asla razı olmayacaktır.

Kronik, yüksek cari işlem açığı, bir diğer istikrarsızlık durumudur. Bu soruna, Şimşek de programın hedeflerinden söz ederken değinmektedir. IMF doktrini, “döviz piyasalarında tam serbestleşme” taraftarıdır; son yıllarda kurları denetleyen müdahale ve denetimler son bulmalıdır.

Bu yönelişin bir göstergesi tabloda ortalama TÜFE ve dolar enflasyonunun seyri karşılaştırıldığında ortaya çıkıyor (satır 4 ve 5). BDDK ve TCMB’nin döviz piyasalarında uyguladığı müdahaleler 2022 sonrasında ortalama dolar fiyatını yapay olarak ucuzlatmış; TL’yi reel olarak değerlendirmiş; dış açığın millî gelire oranı da 2023’te yüzde 4,1 olmuştur. Program, döviz piyasalarını serbestleştirecek; TL değer yitirecek; reel olarak pahalılaşan döviz, cari işlem açığı/GSYH oranını 2025-2028’de yüzde 2 eşiğinin hemen altına çekecektir.

Ne var ki, dış bağımlılık olgusuna karşı temel yapısal çözümün, sermaye hareketlerinde ve döviz piyasalarında sınırsız serbestleşme olmadığı çeyrek yüzyıl önceki kriz dalgasında anlaşılmıştı. Sonrasında Asya ülkelerinde büyüme ivmesi ile dış dengeyi uzlaştıran yöntemler oluşturuldu. Aynı dönemde iktidara gelen AKP iktidarı bu fırsatı kullanmadı; neoliberal modeli devraldı; ekonominin dış bağımlılığını yoğunlaştırdı.

Dahası da var: Bugünlerde devletin sürükleyeceği, teknolojik dinamizm öncelikli üretim kollarına göre farklılaşan sanayi politikası (“çekingen” bir planlama anlayışı) rağbettedir. IMF doktrini, sanayi politikası yaklaşımlarına öteden beri karşıdır. Nitekim, Türkiye’ye ilişkin 2025-2028 öngörülerinde cari açık oranındaki daralma, “döviz piyasalarında serbestleşme” ile gerçekleşen reel devalüasyon sayesinde beklenmektedir.

Öngörü gerçekleşirse, gerçek neden ekonomideki durgunlaşmada aranmalıdır. Programın hedeflemediği yapısal ve dinamik bir dönüşümde değil…

'İstikrarlı' bir toplumsal bunalım durumu mu?

IMF öngörülerinde bölüşüm göstergeleri yer almaz. Türkiye’nin 2015 sonrasında sürüklendiği toplumsal bunalım ortamını kısmen yansıtabilecek tek IMF öngörüsü, dar anlamlı işsizlik oranıdır. İlginçtir ki, bu göstergede de 2023 sonrasında “tuhaf bir istikrar” sağlanacaktır: Ekonominin durgunlaşması bu oranı sadece 0,2 puan yukarı çekecek, %9,6’ya yerleştirecektir (son satır).

İşsizlik üzerinden bölüşüme yöneleceksek daha anlamlı gösterge, faal nüfusun işgücü piyasasından kopma olgusunu da içeren geniş anlamda işsizlik oranıdır. TÜİK bu göstergeyi âtıl işgücü oranı olarak hesaplamakta, yayımlamaktadır.

Ekonominin bölüşüm şokuna girdiği 2015’te atıl işgücü oranı yüzde 11’7’dir. Şubat 2024’te aynı oran yüzde 24,9’a çıkmıştır. Arada geçen dokuz yılda gerçekleşen yüzde 4,3’lük büyüme temposu istihdama yeterince yansıyamamış; geniş anlamda işsizlik oranı iki mislini aşan bir sıçrama göstermiştir.

IMF, önümüzdeki dönemde Türkiye’nin büyüme öngörüsünü bir puan daha aşağı çekiyor. İstihdamda yavaşlama açık işsizliğe de yansıyacaktır. Atıl işgücü oranını daha da yukarı çeken; adım adım faal nüfusun üçte birine yaklaştıran bir gelecek beklenmelidir. Boşta gezen, evde oturan gençlerin, diplomalı işsizlerin daha da yığılacağı bir toplumsal tablo…

Üstelik bu durum, Cumhuriyet tarihi boyunca benzeri gözlenmeyen, mutlak yoksulluğu yaygınlaştıran ağır bir bölüşüm şokunun zirvesinde yaşanacaktır. Mehmet Şimşek’in temsil ettiği, IMF tarafından da tam desteklenen “istikrar programı” Türkiye toplumuna bu geleceği önermektedir.

Kabul edilebilir mi? 

Yanıt açıktır. 

Peki ne yapmalı? 

Bu soru, siyasetin, ekonominin acil ve temel gündemini oluşturuyor.

Korkut Boratav / soL