Bahçeli’nin şarkısının söz yazarı konuştu (Barış Pehlivan)
“Karşılıksız ve zalim bir sevdanın satırlarıydı onlar.” Bunu diyen Gönül Şen Özçarkçı’ydı. Tüm Türkiye’nin gizli mesaj atfettiği şarkının söz yazarıydı.
Malum, herkes MHP lideri Devlet Bahçeli’nin yürüyüş videosuna koyulan şarkıyı konuşuyor. Ferdi Tayfur’un seslendirdiği “Söyleten Sensin” şarkısındaki sözler Recep Tayyip Erdoğan’a gönderme olarak yorumlanıyor.
Peki, o sözleri yazdıran duygu neydi?
Tayfur’un 40 yıl önce yayımlanan “Yaktı Beni” adlı albümündeki o şarkının hikâyesini merak ettim. Söz yazarı olan Gönül Şen Özçarkçı’yı eşiyle birlikte yaşadığı Yalova’nın Çınarcık ilçesinde buldum ve sordum. İşte Söyleten Sensin’in yazarının o şarkıya dair anlattıkları:
“Benim albümlere girmiş ve bestelenmiş yaklaşık 950 şarkı sözüm var. Biz duygusal insanlarız. Hepsini bire bir deneyimlemek mümkün değil ama bu şarkıdaki öyküyü yaşadım. Karşılıksız ve zalim bir sevdanın satırlarıydı onlar. Anlattığım kişiye bir köle misali bağlanmış ama karşılığını görmemiştim. Sevgime karşılık görmediğim için vefasızdı.”
Bugün 72 yaşında olan söz yazarı Özçarkçı, MHP lideri Bahçeli’nin videosu için ise “Neye isyan ederek bu şarkıyı paylaştığını bilemiyorum” diyordu.
İYİ PARTİ KURULTAYINDA ERDOĞAN ŞÜPHESİ
İYİ Parti’nin olağanüstü kurultayı yarın gerçekleşecek. Tam da ramak kala kurultaya seyirci alınmayacağı ilan edildi. Bu ilginç karara gerekçe olarak da “salonun fiziki şartları ve kapasitesi” öne sürüldü.
Lakin...
İYİ Parti genel başkan adaylarından Mehmet Tolga Akalın farklı görüşte. Hatta seyircisiz kurultay kararının müzakere edilmediğini belirterek perde arkasına dair çarpıcı bir tez de öne sürüyor. Telefonla görüştüğüm Akalın özetle şunları diyor:
“Organizasyon komitesinin böyle bir karar alma hakkı yok. Zira anayasal bir haktır katılım. Ancak kongre başlar, divan başkanı selametle sürdürülemeyeceğini görürse seyircisiz devam edilebilir. Ama yetkisini hiçbir tüzük ve yasadan almayan bir komitenin böyle işlere girmesi yok hükmündedir.
Bakınız, İYİ Parti tabanı yeniden çok umutlandı. Gördüğüm kadarıyla, daraltılmış bir kongreyle bu umudun kesilmesi isteniyor. Komite başkanına iyi odaklanmak lazım. Erdoğan, İYİ Parti’nin üstünden elini çekmeli.”
Akalın “komite başkanı” olarak kimi işaret ettiğine dair bir isim vermiyor. Lakin kimi parti kaynakları tek bir kişiyi gösteriyor: İYİ Parti Siyasi İşler Başkanı Oktay Vural. Bu tezi dillendirenlere göre Vural’a “Cumhur İttifakı’nın İYİ Parti’deki temsilcisi” gözüyle bakılıyor.
/././
Uğur Dündar’ın babalık davası (Barış Terkoğlu)
Televizyonu açıyorum Uğur Dündar. Kapatıyorum Uğur Dündar. Gördü mü, sevdi mi, birlikte oldu mu... İki genç öpüşse tokatla muhafazakârlık dersi verecek ıstakoz medyasının yattılı kalktılı programlarının konusu bu.
Peki mahkeme dosyasının içinde ne var?
Her şeyi, D.G’nin avukatının, Uğur Dündar aleyhine 18 Mayıs 2022’de Isparta Aile Mahkemesi’ne verdiği dilekçe başlattı. Konu “soy bağının tespiti” idi:
“Suphiye Orancı ve davalı (Dündar), 1985’te İzmir’de tanışmışlar ve birliktelik yaşamışlardır. Bu duygusal beraberlikleri devam etmiş ve bu süreçte cinsel birliktelik yaşanmıştır. Müvekkilin annesi yaşanan bu cinsel birliktelikten hamile kalmış, 12 Ocak 1986 tarihinde müvekkil dünyaya gelmiştir.”
D.G’nin iddiasının delili var mı? D.G’nin avukatı, tanık getirebileceklerini söylemiş. Mahkemeye sunmasa da Dündar’ın bir gazete röportajında “Günün birinde bir kadının kucağında çocuğu ile çıkıp ‘Uğur Dündar beni iğfal etti’ diyeceğinden korkuyorum” dediğini ifade etmiş.
Bir ek daha yapmış: “Davalı taraf ile her türlü iletişim yolu denenmek suretiyle ve dava yolunda her iki tarafın yıpranmaması adına tüm iyi niyetimizle davaya konu olaya ilişkin görüşme sağlanmaya çalışılmıştır.”
DÜNDAR NE YANIT VERDİ
31 Mayıs 2022 tarihli dilekçe bu soruya cevap veriyor. Dündar’ın avukatı, babalık davasının herhangi bir önkoşul ve delil olmadan açılmasını eleştirmiş:
“Herhangi bir somut veriye dayanmayan, hayal gücü ile üretilmiş birtakım iddialara dayalı bu dava...”
Dündar’ın avukatı, Dündar aleyhinde kampanyaya dönüşeceğini de öngörmüş:
“Halihazırda bu davanın suiistimal edilmesi ihtimali kuvvetle muhtemeldir. Gayrı meşru yollarla amaçlarına ulaşamayan kirli çıkar grupları, bu davanın konusu olan haksız ve hayal ürünü iddiayı kullanarak davalının onur ve saygınlığına yönelik ağır ve açık saldırı başlatacaklardır.”
Esas hakkında ise şunu söylemiş:
“Müvekkilim 1985 yılı içinde hiçbir zaman İzmir iline gitmemiştir. Hayatının hiçbir döneminde değil Suphiye Orancı, başkaca adı ‘Suphiye’ olan herhangi bir kadınla tanışmamıştır.”
Bir detayı daha şöyle belirtmiş:
“Davacının nüfustaki kaydında baba adı bölümünde, annenin sözlü olarak beyan ettiği ‘Erol’ ismi yer almıştır. (...) Gerçekten davacının biyolojik babası müvekkilim olsaydı, davacının annesi nüfus idaresine baba ismi olarak ‘Erol’ ismini vermezdi.”
Dündar’ın avukatı, D.G’nin dava öncesinde görüşme taleplerinin reddedildiği iddiasına ise şöyle yanıt vermiş: “D.G’nin avukatı bir süre önce şahsımı cep telefonundan aramıştır. Davalıyı ilgilendiren özel bir konu hakkında konuşmak istediğini söylemiştir. Konunun ne olduğunu sorduğumuzda telefonda söyleyemeyeceği, müvekkilinin dahi kim olduğunu söyleyemeyeceği, yüz yüze buluştuğumuzda açıklama yapacağı cevabını vermiştir.”
Dündar’ın avukatı, bunun üzerine avukatla görüşmediğini, içeriği bilmediği için Dündar’a da konuyu yansıtmadığını söylemiş:
“Davalının (Dündar) gerçekdışı çocuk iddiası ile karşılaşması ilk kez bu dava dilekçesinin tebliği ile gerçekleşmiştir.”
TESTTE NE ÇIKTI
İşte bu noktadan sonra mahkeme DNA testi yaptırmaya karar vermiş. Zira DNA testi kesin kanıtı ortaya koyuyor.
19 Şubat 2024’te Dündar ve D.G., Adli Tıp’a gelmiş. Dündar’dan kan ve saç teli, D.G’den ise kan alınmış. 22 Mart 2024 tarihli, raporun sonuç bölümü şöyle:
“Elde edilen sonuçlara göre baba olduğu iddia edilen Uğur Dündar adlı şahsın D.G. adlı şahıs için biyolojik babalığı reddedildi.”
Sonuç olarak bir dahaki duruşması 12 Haziran’da olacak mahkemenin dikkate alacağı bilimsel DNA raporu net konuşuyor.
Uğur Dündar ile Suphiye Orancı, diyelim tanışmış olsalardı, daha da ileri gidelim diyelim evlenselerdi dahi; DNA raporu “Uğur Dündar, D.G’nin babası değil” diyor. Haliyle sorunu dedikodu değil, bilim çözüyor.
Bir detay daha... Dosyanın herhangi bir yerinde anne Suphiye Orancı yok. Ne ifade vermiş ne mahkemeye gelmiş ne de DNA testine katılmış.
Buna rağmen cumhurbaşkanının ailesi tarafından yönetilen medya, Dündar hakkında özel hayatı karalayıcı yayınlara devam ediyor. Sebebi elbette bir çocuğun baba arayışına çare olmak değil, politik. Asıl istismar da aslında bu.
Öte yandan bir gün bir çocuk ortaya çıkıp, gerçek babasının bu medyayı yöneten aileden biri olduğunu söylese, ertesi gün kendisini hapiste bulacağını tahmin etmek de güç değil!
Çocukların varoluşlarının istismar edilmediği bir dünyaya...
/././
Yapay zekâ - büyük paradoks (Ergin Yıldızoğlu)
Yapay zekâ (YZ), hastalıkların teşhisini, yeni ilaçların, tedavi yöntemlerinin bulunmasını hızlandırmaktan iklim krizine çare bulmaya kadar birçok alanda yeni olanaklar getiriyor. Bu olanaklar artarken YZ’nin doğa, toplum üzerine getirdiği yeni yükler de dikkat çekmeye başladı: İnsanlığın karşısında bir yaşamsal paradoks şekilleniyor.
MEKÂN VE ENERJİ
YZ çok büyük kapasiteli bilgisayar sistemleri üzerinde yaşıyor. Çok büyük veri içeren, işleyen “bulut” sistemlerinden besleniyor. Bu bilgisayar, veri işleme sistemleri, içindeki sıcaklık, temizlik çok sıkı denetlenen dev hangarlarda (veri bankaları) kuruluyor. Bu bilgisayarların, veri bankalarının işlemcilerini soğutmak için mikroptan, bakteriden arınmış su kullanmak gerekiyor. YZ altyapısının gereksinimleri (bilgisayar ve aksamları) arttıkça bunların imalat ve bakımında kullanılan enderstratejik minerallerin tedarikine ilişkin madencilik hızlanıyor.
YZ’nin çalışması için çok büyük miktarda elektrik tüketmesi gerekiyor. Bu da atmosfere CO2 salımına, küresel ısınmaya büyük katkı anlamına geliyor. Bir fikir vermesi için: Uluslararası Enerji Ajansı’nın öngörülerine göre veri bankalarının tükettiği elektrik enerjisi 2022-2026 arasında ikiye katlanarak Japonya’nın toplam elektrik tüketimine eşit büyüklüğe ulaşacak. Bu veri bankaları, alanı 10 bin metrekareden 180 bin metrekareye kadar değişen binalara kuruluyor. Halen dünyada 9 bin ile 11 bin arasında veri depolama merkezi olduğu tahmin ediliyor. Öyleyse YZ, yalnızca elektrik tüketimi üzerinden CO2 salımı ile değil aynı zamanda dev binalarla da doğa üzerinde bir ayak izi oluşturuyor.
Küresel elektrik tüketiminin yüzde 65’ini gelişmiş, yüzde 30’unu gelişmekte olan ülkeler yüzde 5’ini de yoksul ülkeler gerçekleştiriyor. Veri bankalarının toplam elektrik tüketiminin küresel elektrik tüketimi içindeki, bugün yüzde 1.25 dolayında olan payının 2030’a gelirken yüzde 4.4’e yükselmesi bekleniyor. Afrika kıtasının toplam elektrik tüketiminin küresel toplam içindeki payı halen yüzde 2.6.
VE SU
YZ’nin içme suyu kalitesinde su kullanımında da insanlarla rekabet içinde olduğu anlaşılıyor. Hangi veri bankasının, bilgisayar sisteminin, tam olarak ne kadar su tükettiğini tespit etmek, çok zor. Bu sistemleri kuran dev kapitalist şirketler verilerini açıklamakta isteksiz davranıyorlar. Google’ın bir açıklaması sorunun büyüklüğü hakkında bize bir fikir verebilir. Google’ın veri bankaları 2022’de 20 milyar litre su tüketmişler (Bu geri dönüşümlü kullanımı kapsamıyor: Net tüketim). Google için bu 2021’e göre yüzde 20’lik bir artışı temsil ediyormuş. Aynı dönemde Microsoft’un tüketimi yüzde 34 artmış. Dalles, Oregon’da Google veri bankasının kentin toplam suyunun dörtte birini tüketiyor olması, YZ’nin insanla rekabetinin çapını sergiliyor. GPT’ye sorulan her 10-20 soru yaklaşık 500 ml su tüketimine yol açıyor. Dalles Kent Yerel Yönetimi Meclisi, Google’ın su tüketiminin çapını çiftçilerden, çevrecilerden, bölgede yaşayan Amerikan yerlilerinden gizlemek için verilerin açıklanmasını yasaklayan bir yasa geçirmiş.
Financial Times’ın aktardığı bir araştırmada YZ’nin yıllık toplam su tüketiminin 4.2-6.8 milyar ton arasında olduğu tahmin ediliyor. Küresel çapta göller ve yeraltı suları toplamının yaklaşık 140 milyar ton olduğunu düşününce YZ’nin tüketiminin payının yüzde 4’e yaklaştığı anlaşılıyor.
Bu noktada, yalnızca kıymetli mineraller bağlamında değil, su ve mekân kullanımı açısından “kaynak emperyalizmi” de devreye girmeye başlıyor. Büyük teknoloji şirketleri veri bankalarını su kaynaklarını kolay kullanabilecekleri coğrafyalarda kurmaya çalışıyorlar. Bu da YZ gelişme sürecinin gelişmekte olan ülkelerin halkları üzerine ek yük getirdiğini, kaynak emperyalizmini hızlandırmaya başladığını düşündürüyor. Devletler de uluslararası sermaye ile işbirliği içinde olduklarından Şili ve Uruguay örneklerinde olduğu gibi halkın yerel su kaynaklarını korumak için ayaklanmak zorunda kalıyor.
Aklıma Stanislaw Lem’in bir anekdotu geldi: 18. yüzyılın sonunda dünyanın en önemli bilimadamlarını toplayıp onlara “100 yıl sonra atsız araba icat edilecek ama zamanla o kadar çok üretilecek ki yüzyıl içinde her yeri kaplayacak çevre kirlenmesi, kaynak savaşları, küresel ısınma ile insanlığın başına bela olacak” dense kimse inanmazdı.
/././
Esad’ın analizi (Mehmet Ali Güller)
Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ın dünya ve bölge analizi önemliydi. Rus devlet televizyonuna konuşan Esad şu üç saptamayı yaptı:
“1) Rusya’nın Ukrayna’ya özel askeri operasyonu, tarihin gidişatını değiştirmeyecek, düzeltecektir. Rusya, ABD’nin berbat ettiği şeyleri düzeltiyor.
2) Rusya, Suriye’de ve Ukrayna’da ABD’nin iç işlerine müdahalesine direniyor.
3) Rusya, siyasi ve askeri alanda küresel istikrarı güçlendiriyor.” (Sputnik, 21.4.2024)
Bugün Esad’ın bu analizini değerlendirelim:
ABD’NİN ARZULADIĞI TARİHİN GİDİŞATI
ABD’nin nasıl bir tarihi gidişat arzuladığı sır değil. 30 yıldır hem strateji belgelerinde yazdı hem de bizzat bazılarını uyguladı: Yugoslavya’yı parçalara böldü, Afganistan ve Irak’ı işgal etti, Libya ve Suriye’de istikrarsızlık operasyonları yaptı.
Ve ABD’nin arzusu sürdürülebilir olsaydı, bugün bölgemizde Irak ve Suriye etnik ve mezhepsel temelde pek çok parçaya bölünmüş, İran işgal edilmiş, KKTC tasfiye edilip Kıbrıs’ın alt parçası olmuş, Rusya Doğu Avrupa ve Kafkasya’dan gelen saldırılarla gerilere doğru çekiliyor olurdu.
İşte Rusya’nın 2015’te Suriye’de askeri olarak sahaya inmesi ve 2014’te Ukrayna’da başlayan savaşa 2022’de müdahil olması, ABD’nin arzuladığı tarihin gidişatını durdurmuştur. (Elbette başka iç ve dış nedenlere ek olarak.)
ABD, SURİYE-UKRAYNA'DA İÇ İŞLERİNE MÜDAHALE ETTİ
ABD’nin Suriye’de ve Ukrayna’da bu ülkelerin iç işlerine müdahale ettiği ortada. Esad’ı açık açık devirmeye çalıştılar, iç savaş başlattılar, Suriye’nin petrolünü ve gıdasını çalmayı sürdürüyorlar.
Ukrayna’da da her şey ortada. ABD’nin 2014’te darbe yaptığı Obama’nın TV sözlerine kadar yansımış durumda. Ve yine CIA’nın koordinatörlüğünde, 2014’ten 2022’ye kadar Ukrayna’daki çoğunluğu Rus olan bölgelere karşı bir özel savaş yürütüldüğü, on binden fazla insanın öldürüldüğü de ortada.
Dolayısıyla Esad’ın “Rusya, Suriye’de ve Ukrayna’da ABD’nin iç işlerine müdahalesine direniyor” saptaması yerindedir.
KUŞATMAYA KARŞI YARMA HAREKÂTLARI
ABD, SSCB’nin dağılmasının hemen ardından küresel bir saldırı başlattı. ABD’nin Avrupa’nın güneyinde Yugoslavya’yı parçalama saldırısı bir yanıyla yeni bir Avrupa güvenlik mimarisi inşa etme çabası ama bir yanıyla da buna bağlı olarak Rusya’yı geriletme amaçlıydı. Moskova o günün şartlarında bu sürece eylemli itiraz edemedi, ABD’nin verilen sözlere rağmen NATO’yu genişletmesini ve etrafında “ölüm kuşağı” oluşturmasını izledi. Hatta “kapitalist Rusya”nın ABD saldırganlığına karşı büyük tavizler verdiğini söyleyebiliriz.
Moskova batısından ve güneyinden turuncu darbelerle “hançerlenmeye” başlanınca ancak “Artık yeter” deme noktasına geldi.
Kısacası Rusya, ABD’nin küresel saldırganlığına karşı direnmeye mecbur kaldı, çünkü boynuna dolanan ip artık nefes almasını önlemeye başlamıştı. Böylece 2008’de Kafkasya’da, 2015’te Suriye’de ve 2022’de Ukrayna’da, kendisini boğmaya çalışan bir kuşatmaya karşı yarma harekâtları başlatmış oldu.
LİDER YOK ŞİRKET YÖNETİCİSİ VAR
Rusya’nın şansı, güçlenen Çin’in bu süreçte ABD’yi dengelemeye başlamasıydı. Böylece ABD’nin baskı kurumlarının karşısında alternatif kurumların inşa olduğu bir çok kutupluluk süreci başlamış oldu. İşte o sürecin avantajıyla ABD’nin arzuladığı tarihi gidişat durduruldu. Artık tarihin gidişatının belirlenmesinde gelişmiş Batının/Kuzeyin değil, gelişmekte olan Güneyin/ Doğunun ve zengin azınlığın değil, küresel çoğunluğun ağırlığı etkili olmaya başladı.
Bitirirken yine Esad’a kulak verelim. “Ülkeler şirketlere, ülke liderleri de şirket yöneticilerine dönüştü. Modern politikacılar artık stratejik düşünmüyor, önlerine konulan güncel görevleri çözüyor ve artık sözlerinden sorumlu olmuyorlar” diyen Esad haklı: “Batı’da diyalog kurmak isteyeceğim hiçbir siyasetçi yok.”
/././
ABD’nin ‘Çin sistemi’ rahatsızlığı (Mehmet Ali Güller)
ABD Hazine Bakanı Janet Yellen’den sonra ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken da Çin’de. Mesajlarından, Blinken’ın da ana gündeminin “ekonomi” olduğu anlaşılıyor. ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Matthew Miller’in açıklamasına göre Blinken muhataplarına “Çin’in ticaret politikalarına ve piyasa dışı ekonomik uygulamalarına ilişkin endişelerini” dile getirdi.
Burada anahtar kavram “piyasa dışı ekonomik uygulama.” Yellen’den başlayarak ABD’li yetkililer bunu “kapasite fazlası” diye sunuyorlar; “Çin’in üretim kapasitesi fazlası dünya pazarını olumsuz etkiler” diye propaganda yapıyorlar, Çin’e “üretme, ihracat yapma” diye baskı uyguluyorlar.
ABD KAPİTALİZMİNİN ÇİN SOSYALİZMİYLE MÜCADELESİ
ABD’nin bu tutumu, en başta “kurallarını kendisinin yazdığı uluslararası ticaret kurallarına” uymuyor. Gerçi ABD için önemli olan çıkarlarıdır; kurallar ya da ilkeler değildir. İşine gelmiyorsa kendi belirlediği kurallara bile uymama konusunda emperyalist ABD dünya şampiyonudur.
Fakat daha önemlisi şudur: Kapitalist dünyanın lider ülkesinin, rakibini “fazla üretmekle” suçlaması, aslında kapitalizm-sosyalizm mücadelesi açısından üzerinde durulması gereken bir konudur.
Washington’un “üretim kapasitesi fazlası” ve “piyasa dışı ekonomik uygulama” dediği, aslında “Çin’e özgü sosyalizm”dir; kamuculuktur, devletin piyasaya müdahaleciliğidir.
Bu konuda en açık sözlü kişinin ABD Ticaret Temsilcisi Katherine Tai olduğu görülüyor. Tai, Yellen Çin’deyken dünyaya şu mesajı vermişti: “Çin’in sistemi, bizimki gibi piyasa temelli bir sistemin rekabet etmekte ve ayakta kalmakta zorlanacağı bir sistem. Pekin’in ‘piyasa dışı’ politikalarıyla, uygun ‘karşı önlemler’ yoluyla mücadele edilmediği takdirde ciddi ekonomik ve siyasi zarar görürüz.”
Tai açıkça Çin’e özgü sosyalizmin, Amerikan kapitalizmine üstün gelmeye başladığını, Çin’e özgü sosyalizme karşı mücadele edilmezse hem ekonomik hem de siyasi zarar göreceklerini belirtiyor.
ABD TİCARET SAVAŞINI KAYBEDİYOR
Ticaret savaşını ABD başlattı. Dünyanın en zenginlerinden biri olan Donald Trump’ın başkanlığı döneminde ABD Çin’e karşı kılıcını çekti. Ardından gelen Joe Biden da Çin’e karşı ticaret savaşını sürdürüyor.
Ama ticaret savaşı, Çin’den çok ABD’ye kaybettirdi. Yakın zamanda Apple başta ABD’nin en büyük şirketlerinin CEO’larının Çin’e yaptığı ziyaret ve orada verdikleri mesajlar bile bu gerçeğin göstergesi.
ABD ticaret savaşını kaybediyor ve Amerikan “mali sermaye sınıfı” çıkarları için Çin’e “üretme ve ihracat yapma” baskısı uyguluyor. Bu baskıdan bir sonuç alabilmeleri elbette mümkün değil.
Kaldı ki tüm ekonomik veriler de gösteriyor ki mesele üretim fazlası değil. Zaten Atlantik’in propagandasının tersine, Çin ekonomisi ihracata dayanan, ihracat merkezli bir ülke değil. Son 10 yılın verilerine bakarsak GSYİH içinde ABD’nin ihracatı yüzde 10, İngiltere ve Japonya’nın ihracatı yüzde 15, Çin’in ihracatı da yüzde 20 dolayında. Asıl ihracata dayalı ekonomi ise yüzde 38’e ulaşan Almanya.
TEMEL FARK
Çin ekonomisi ihracat merkezli değil. Yani ABD Çin’in ihracatına engel çıkararak Çin ekonomisine darbe vuramaz.
Çünkü Çin büyük bir iç pazara sahip, çünkü Çin’in iç tüketimi güçlü vb. Ama temel neden ise şu: Çin ekonomisi, toplumsal eşitsizlikleri bütünüyle ortadan kaldırma stratejik hedefine sahip bir sosyalist ekonomidir; ABD ekonomisi ise bireysel kâr esasına dayandığı için toplumsal eşitsizlikleri gittikçe büyüten özellikte neoliberal kapitalizmdir.
/././
Aldı sazı Erdoğan (Miyase İlknur)
Olacağı buydu sonunda. Her gün Türk dizileri izleyip uzun yollarda Ferdi Tayfur dinlerse ortağı ile sorun yaşadığında melankolik tavırlar sergiler, mesajlarını da arabesk şarkılar üzerinden verir.
Devlet Bahçeli’den söz ettiğimizi anlamışsınızdır. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Saray’ın Hürriyet’teki temsilcisi Abdulkadir Selvi üzerinden demokratik açılım yapabileceği yönünde verdiği mesajlara ve Özgür Özel’le anayasa üzerinden görüşülecek olmasına içerleyen Bahçeli’nin yanıtı da yalnız çıktığı yürüyüş görüntüsü eşliğinde Ferdi Tayfur’dan “Söyleten Sensin” şarkısıyla geldi.
Arabesk bir rejim inşa eden Erdoğan’a Haydn’ın “Veda Senfonisi” ile mesaj gönderecek değil ya?...
Ecevit’in başbakan olduğu hükümette başbakan yardımcılığı görevini yapan Bahçeli, böyle şarkılı, şiirli mesajlar göndermez, bakanları üzerinden kararnameleri imzalamamak suretiyle mesaj verirdi. Arabesk kültüre uzak Ecevit’e T.S. Eliot ya da Tagore’den ya da Dylan Thomas’tan dizeler göndermek daha uygun olurdu belki ama o da Bahçeli’nin kültürüne uygun değildi.
Erdoğan, Bahçeli’nin “Küstüm” tavrına şimdilik oralı olmuyor gibi. Baksanıza son yurtdışı gezisinde uçağa adeta nispet yapar gibi Abdulkadir Selvi’yi aldı. Yetmedi Selvi, dün bir kez daha Erdoğan’ın Özel’le buluşması halinde “cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi” hakkında konuşulacağını yazdı. MHP yöneticilerinin Selvi’nin Alevi kimliğini kastederek “kılıç artığı” benzetmesi bile işe yaramamış belli ki...
Önceki gün, MHP Genel Başkan Yardımcısı Semih Yalçın, genel başkanı Bahçeli’nin Ferdi Tayfur üzerinden Erdoğan’a gönderme yapıldığı yolundaki yorumları, “Oradaki şarkı sözlerini Cumhur İttifakı’na yorumlayacaklarına, bizden giden Meral Akşener’e ve o ekibe yorumlaması daha doğru olmaz mı? Kongreleri geliyor cumartesi, onlara da yorumlanabilir” şeklinde tevil etmeye çalıştı. Ama İYİ Partililer MHP’den dün kopmadılar ki onlara gönderme yapılsın?
ANLAYAN ANLADI KİME GİTTİĞİNİ
Hem zaten MHP lideri önce bir gönderme yapıyor sonra arkasından MHP yönetiminden biri çıkıp “Ama onları kastetmedi ki...” diye düzeltme yoluna gidiyorlar.
Anımsayın! Geçen hafta da Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in “Yerel halkı enflasyonun düşeceğine inandırmamız gerekiyor” sözlerinden sonra Bahçeli “Türk milletini ‘yerel halk’ ifadesiyle değersizleştirmeye hizmet eden müfsit zihniyet” demişti. Bu sözler iktidar cenahında çok tartışılınca da MHP yöneticileri birbiri ardına çıkıp bu sözlerin hedefinin Şimşek olmadığını, İmamoğlu ve Yavaş için söylendiğini açıklamıştı.
Bahçeli bu aralar arabesk dinlemeye ara verse kendisi için daha mı hayırlı olacak sanki? Zira ruhunu karartıp duygusal tripler atmak siyasette pek de etkili bir yöntem değildir. Onun yerine satranç ustası gibi Erdoğan’ın hamlelerine karşı hamle geliştirmek daha akılcı olur.
Erdoğan’ın parti liderleri için TBMM’de yaptığı çay davetine bile icabet etmeyen Bahçeli’nin kalbi çok kırık sanırım.
Önünü görmeden ve kendini tam sağlama almadan Erdoğan, Bahçeli’yi şimdilik gözden çıkaramaz. O nedenle önümüzdeki günlerde Erdoğan’dan ortağına onun çok sevdiği Ferdi Tayfur’un şu şarkısıyla mesaj gönderebilir belki:
Bir ömrü tükettik de birlikte,
Bir çay içimlik uğramadın sonunda,
Hiç mi hatırı yoktu yaşananların,
Hiç mi değeri yoktu anıların.
Eğer Bahçeli’yi gözden çıkarmışsa şayet o zaman Ferdi’nin şu şarkısıyla mesaj vermesini beklemek mümkün:
Saçlarım ağarmış gözlerim fersiz,
İçimi korku sarmış habersiz,
Bir yanım uçurum bir yanım deniz,
Galiba ben yolun sonuna geldim.
/././
AKP'den CHP'ye geçen belediyede seçim gecesi yaşananlar (Murat Ağırel)
Şimdi size yüz milyonlarca lira borcu olan Manisa Yunus Emre Belediyesi’nde seçim gecesi yaşananları anlatacağım.
Bu belediye, 12 Kasım 2012 tarihinde Manisa’nın Merkez ilçesinin ikiye bölünmesinden sonra kuruldu.
Manisa merkezli Osmanlı Sancağı Saruhan Sancağı’ydı. Osmanlı’da veliaht şehzadeler Manisa Sancağı’nda görev yaparlardı.
Bunu neden anlatıyorum geleceğim...
2014 mahalli seçimlerinde Manisa ili Yunus Emre Belediye Başkanlığı kurucu belediye başkanı olan Dr. Mehmet Çerçi 2019 yılında da seçilmişti. İkinci başkanlık döneminde yeni bir belediye binası inşa edildi.
31 Mart seçimleri CHP adayı Semih Balaban seçildi.
Seçimlerin akabinde ise yapılan harcamalar başkan tarafından kamuoyunun dikkatine sunuldu.
Belediye başkanı Semih Balaban benim de konuk olarak katıldığım Halk TV’deki Kayda Geçsin programına katıldı. Yeni kurulmuş olan ve iki dönemdir AKP tarafından yönetilen belediye hakkında bilgiler verdi.
Bakın değerli dostlar...
Yunus Emre Belediyesi’nin nüfusu 270 bin. Belediyenin şu andaki aktif borcu 1 milyar 100 milyon Türk Lirası. Belediyeye verilen bir yıllık bütçenin tamamı (maaş dağıtılmayacak, hizmet verilmeyecek) borca verilse borç anca kapanıyor. Manisa’daki 13 belediyenin borcunun toplamından fazla! Peki, bu borç nasıl yapıldı sorusunun cevabını merak ediyorsunuz tabii ki. Onu da sayın başkan gösterdi.
İmkânı olanlar 23 Nisan’daki yayını izlesin dostlar. Belediye binasının makam odasını gösterdi sayın başkan. Yazımın girişinde Osmanlı veliaht şehzadelerinin görev aldığı yer demiştim ya, eski başkan sanırım bundan etkilenmiş olacak ki belediye binası makam odasını altın varaklı mobilyalar ve o döneme ait semboller ile süslemiş. Yerde lüks halılar, şömineler, özel mangallar... Makam odası dediğime de bakmayın. Bildiğiniz saray odası!
Başkan anlatmaya devam etti...
Seçim günü yani 31 Mart akşamı seçim sonuçları belli olduktan sonra belediyede ilginç şeyler yaşanıyor. Normalde seçimi kazanan kişinin mazbatasını aldıktan sonra makam devri yapılması gerekirken seçim gecesi saat 00.10’dan 05.07’ye kadar 100 milyon Türk Liralık alış faturası sisteme işlenmiş ve karşılığında da gece yarısı aynı tutarda çek kesilmiş. Bakın seçimin olduğu gece. Seçimlerin sonucu belli olduktan sonra yapılmış bu işlemler.
Yine seçimden önce bir taşınmaz satışı gerçekleştirilmiş.
Belediyenin 1721 metrekare arsası var. Metrekaresi 8 bin 500 TL bedel ile 14 milyon Türk Lirasına satılmış. Yeni seçilen belediye başkanı taşınmaz ile ilgili taşınmazın fiyat tespitinin yapılması için değerleme şirketlerine tespit yapılmasını istemiş.
Kıymet takdir komisyon rapor hazırlıyor. Yapılan çalışmada üç ayrı firmadan değer tespiti yapması isteniyor. Sonuçta metrekaresine 8 bin 500 Türk Lirası bedel biçilen yerin gerçek metrekare fiyatının 25 bin Türk Lirası olduğu ve ederinin ise 43 milyon Türk Lirası olduğu tespit edilmiş.
Yani belediye seçimin hemen öncesinde 43 milyon Türk Lirası değerindeki arsa 14 milyon Türk Lirasına satılmış. Bu durumda da kamu 29 milyon Türk Lirası zarara uğramış.
Başkan bir durumu daha anlattı. Belediyenin şirketlerinde yaşanan usulsüzlüklere dikkat çekti. Belediye şirketinin yaptığı inşaatların olduğunu, satışların yapıldığını ancak satışı yapılan evlerin paralarının kasaya bile girmediğinin tespiti yapılmış. Yani paralar nerede belli değil. Bakın bu anlatılan Manisa’nın ilçe belediyesi Yunus Emre Belediyesi’nde ilk gün tespit edilenler. Geniş kapsamlı yapılan denetleme sonrası tablo daha çok net çıkacak.
Emekliye, emekçiye zam vermeye gelince “bütçe yok” deniyor ama belediyelerde yaşananları gördükçe, duydukça bütçenin neden olmadığı gayet iyi anlaşılıyor.
Aslında daha ağır konuşurum ama artık iş mahkemelik olmaya gidecek. İnsanlar et alamazken, süt alamazken, “bu ay da peynir yemeyeyim” diye parasını korumaya çalışırken bir gecede milyonlarca lirayı ceplerine atmışlar.
(Cumhuriyet)