1 Mayıs 2024 Çarşamba

Fenerbahçe’yi öldürecek plan: Genişleterek özelleştirme - Bahadır Özgür / duvaR

 

Kalamış Yat Limanı bir kez daha satışa çıkarıldı. Ama burada mesele özelleştirme değil sadece. Genişleterek özelleştirme! Yani parkların, yeşil alanların, yürüyüş ve bisiklet yollarının bulunduğu bölgede binlerce metrekare yeni inşaat alanı açılacak. Nitekim özelleştirme dosyasında yat limanının gelirinin ve cazibesinin, yeni imar planıyla artırılacağı vurgulanıyor.

İstanbul’un Anadolu yakasında parklara, yeşil alanlara, nefes alınacak az çok ‘boşluğa’ sahip, elde kalan ender yerlerinden birisi olan Kalamış ve kıyıları büyük bir tehlikeyle kaşı karşıya. Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in talimatıyla, Kalamış Yat Limanı bir kez daha ihaleye çıkarıldı. İhalenin bir özelliği var ama: Genişleterek özelleştirme! Ne demek bu? Binlerce metrekare yeni inşaat alanı açılacak demek.

Kalamış Yat Limanı’nı 1998 yılından beri Koç Holding işletiyor. İktidar 2011 yılında liman işletmesinin özelleştirilmesine karar verdi. İlk ihale 19 Ekim 2021’de yapıldı. İhaleyi Koç kazandı. Rekabet Kurulu 21 Ekim’de sonucu onayladı. Ancak Ocak 2022’de ani bir kararla ihalenin iptal edildiği duyuruldu. Bunun altında uzun zamandır devam eden Koç-iktidar geriliminin payı da vardı elbette. Kalamış ihalesi yasalara aykırı olduğu için değil, bir gerilim sebebiyle geçici süre kurtulmuş oldu.

Tabii Kalamış Yat Limanı’nın mafyatik yüzünü de bilmeyen yoktur. Mesela en son, 24 Aralık 2021 günü, Susurluk’un meşhur simalarından eski özel harekatçı Ziya Bandırmalıoğlu, çete savaşını andıran ve dakikalarca süren bir çatışmada öldürülmüştü. Paranın her türünü çeken bir yer.

İstanbul sermayesinin gözde mekanı. Marinayı kapsayan bölgede çok sayıda lüks restoran, otel, Fenerbahçe ve Galatasaray tesisleri bulunuyor. Dolayısıyla mesele mülk değerinin artırılmasından ziyade, bölgenin sıradan vatandaşın kullanımından çıkarılması, bir şekilde tecrit edilmesi. Basitçe işletme hakkının devri ile karşı karşıya değiliz yani. Zira altında İstanbul’un en büyük imar suçlarından birisi yatıyor. Nasıl mı?

Özelleştirme kararı 2011’de alınmasına rağmen ilk ihalenin 2021’de yapılmasının bir sebebi vardı. Hedef tüm bölgeyi değiştirecek şekilde inşaatın yolunu açmaktı. Nitekim ihaleden önce 2017 yılında yat limanına özel bir imar değişikliğine gidildi. Fenerbahçe Kalamış Yat Limanı Koruma Amaçlı İmar Planı, 10 Kasım 2017’de Resmi Gazete’de yayımlandı. Peki ne öngörüyor plan? İşte esas mesele de burada başlıyor.

Yat limanının toplam alanı 242 bin 884 metrekareden 437 bin 789 metrekareye çıkarılıyor. 100 bin metrekarelik bir artış söz konusu. Bunun 314 bin 541 metrekaresi deniz, 123 bin 248 bin metrekaresi ise karada. Detaylara bakıldığında durum daha da vahimleşiyor. Planla yüzde 13 emsal artışı getiriliyor. Böylece 15 bin metrekareye yakın yeni bir alanın daha inşaata açılması anlamına geliyor. Buna binlerce araçlık otoparkı da eklersek, vatandaşın kullandığı parkın, yeşil alanların, bisiklet ve yürüyüş yollarının olduğu bölgede toplam 30 bin metrekareyi aşan bir yapılaşmaya izin verilmiş oluyor. Burada bitmiyor. Karara göre 7.5 metre yüksekliğinde turizm tesis alanı da kurulabilecek.

İhale tanıtım dosyasında yer alan imar durumu

Ayrıca istendiği taktirde 750’şer metrekarelik en az 10 farklı ticaret, turizm alanı ve otel yapılabilecek. Denizde 1288, karada 220 olan yat bağlama kapasitesi ise yüzde 50 artırılacak.

Bu imar planına karşı Kadıköy’de yaşayan vatandaşlar dava açmıştı. Projenin ÇED raporu dahi olmadığı, yeşil alanlar ile kıyıya yapılacak bir inşaat için çevreye verilecek zararın tespit edilmesinin zorunlu olduğunu belirtilen başvuruyu mahkeme reddetti. Vatandaşlar da konuyu bireysel başvuru hakkı kapsamında Anayasa Mahkemesi’ne taşıdı. Kısaca ortada ÇED raporu dahi bulunmayan bir büyük imar suçu işlenmek üzere.

Özelleştirme İdaresi’nin ihale için hazırladığı şartnamede açık açık imar suçunun yat limanının cazibesini ve değerini artırdığı da vurgulanıyor.

İhale dosyasında imar değişikliği ile cazibenin nasıl artırıldığı anlatılıyor.

Kısaca İstanbul’da kıyı kesimi, parkı, yeşil alanı hâlâ vatandaşa açık elde kalmış nadir yerlerden birisi, özelleştirme ile tehdit altında. Karaköy ve Haliç’te yapılan ‘portlar’ın bölgeyi nasıl özelleştirdiğini biliyoruz. Benzer bir hikaye ile şimdi Kalamış kıyıları da karşı karşıya. Elbette çok da hükmü yok ama yasal olarak gerekli olmasına rağmen rutin bir ÇED raporunun dahi hazırlanmak istenmemesi, yaşanacak tahribata dair bir ipucu veriyor.

Şimdi söz Kadıköy’de yaşayanlar ile seçimde “İstanbullunun istemediği hiçbir projeye izin vermeyeceğiz” sözünü veren ana muhalefet partisinin yetkililerinde ve belediye başkanlarında. Seçilen başkanların ilk büyük sınavı Kalamış olacak.

Bahadır Özgür / duvaR

T24 KÖŞEBAŞI - 1 MAYIS 2024 -

 

Kudüs'te öldürülen Diyanet personeli imamın hedefinin Hamas'a katılmak olduğu iddia edildi (Candan Yıldız)

"Filistin meselesinden, Suriye'deki şehit haberlerinden etkilenen bir kişiydi. 2018'de Suriye'den şehit haberleri geldiği zaman 'devlet imkan verse de cepheye gitsek' dediğini duymuştum. Şehit olmak onun için önemliydi"

Hasan Saklanan

Hasan Saklanan… Diyanet'te imam olarak çalışıyordu. Ürdün üzerinden gittiği Kudüs'te İsrail polisine arkadan bıçaklı saldırıda bulundu. İsrail polisi olay yerinde ateş ederek Saklanan'ı öldürdü. 

Saklanan'ın Diyanet turuna katılmak için başvuru yaptığı, İl müftülüğünden izin aldığı ancak Diyanet turu ile İsrail'e gidip gitmediği net değil. 

İmam Saklanan'ın iki aydır sigarayı bırakıp beslenmesine dikkat ettiği, asıl hedefinin de  Hamas'a katılmak olduğu iddia edildi. Bağlantılar aracılığı ile Gazze'ye geçmek istediği tahmin ediliyor. 

Uçuş bileti bilgilerine göre 29 Nisan 15.41'de Ürdün'deki Allenby Sınır Kapısı'ndan İsrail'e giriş yapan Hasan Saklanan, 1990 Urfa-Eyyübiye doğumlu. 34 yaşında İsrail polisini arkadan bıçaklamaya çalışırken Eski Şehir Kudüs'te öldürüldü.

Diyanet imamı Saklanan, Şanlıurfa'nın Haliliye ilçesi Kepez mahallesindeki kırsaldaki bir köyde cami imamlığı yapıyordu. Sözleşmeli olarak girdiği Diyanet İşleri Bakanlığı'nda sonradan kadrolu oldu.

Daha önce çalıştığı Ankara-Şereflikoçhisar Acıkuyu Köyü sakinleri, Hasan Saklanan'ın 1 ya da 1,5 yıl görev yaptıktan sonra 'Becayiş' yöntemiyle memleketi olan Şanlıurfa'ya göreve gittiğini söyledi.

Arap olduğunu öğrendiğim Hasan Saklanan'ı tanıyan Acıkuyu eski muhtarı "Diyanet'in hutbelerini okuyordu. Fazla kimseyle samimi değildi" diye konuştu.

Saklanan'ı tanıyan bir meslektaşı da, ki kendisi Şereflikoçhisar'da imam olarak çalışıyor, "Filistin meselesinden, Suriye'deki şehit haberlerinden etkilenen bir kişiydi. 2018'de Suriye'den şehit haberleri geldiği zaman 'devlet imkan verse de cepheye gitsek' dediğini duymuştum. Şehit olmak onun için önemliydi" bilgisini verdi.

Urfa Kepez'de onu tanıyan eski muhtarın verdiği bilgiye göre Hasan Saklanan eşine "İki üç gün bir yere gideceğim" demiş. En son iki gün önce de arayarak Urfa'da olduğunu söylemiş.

"Filistin meselesine duyarlılığı fazlaydı" diyen eski muhtar "Gazze'ye gideceği hiç aklımıza gelmezdi. Bilseydik engel olmaya çalışırdık. Küçük çocukları var. Dört çocuğunun en büyüğü 10 yaşında" diye konuştu.

Bu arada Hasan Saklanan'ın gri ya da yeşil pasaportu yokmuş. Bordo pasaportla Ürdün üzerinden İsrail'e gitmiş.

Aile cenazenin nasıl ve ne zaman alınacağı konusunda bir bilgiye henüz sahip değildi.

                                                           /././

"Zarar"ın kıyısında dolaşmak (Çiğdem Toker)

Olağanüstü dönemlerde merkez bankalarının zarar açıklamasının "geçici ve istisnai" olduğunu kabul etsek bile bu tez ve bu tablodaki inandırıcılık, kaçınılmaz olarak, zararın ardındaki politikanın kimler için ve hangi talimatla üretildiği sorusunda düğümlenmektedir.

Merkez Bankası'nın 2023 yılı için zarar açıklayacağı biraz daha önce; bu zarar tutarınınsa 818,2 milyar TL olacağı da geçtiğimiz haftalarda yayımlandı, duyuruldu. Konu kamuoyunda etraflıca tartışıldı. Bugün için Banka zararının önemli bir kısmının, Kur Korumalı Mevduat (KKM) hesaplarına ödenen kur farklarından kaynaklandığı en azından, konuyla ilgili çevrelerde bilinmekte.

Gelgelelim bu gerekçe ile söz konusu devasa tutar, öyle bir iki kez konuşulup geçiştirilecek bir konu değil. Çünkü KKM bir vak'adır. Kur'an'ı Kerim'i, "Nas"ı referans gösteren Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın yanlış faiz politikasındaki ısrarı ve bu ısrar doğrultusunda ekonomi yönetimini de baskı altına almasının bir bedelidir. Nasıl bir "bedel" denildiğinde, son derece kendine özgü olduğunu söylemek zorunlu. Hâlihazırda varlıklı olan gerçek ve tüzel kişiler için bedel değil, olsa olsa nimetten bahsedebiliriz. Hesapları büyüdü çünkü.

Ama milyonlarca yoksul ve ülke ekonomisinin tamamı için bir bedel niteliği taşıyan politikadır KKM.

İşte bu eleştiriyi yapmadan, uydurulmuş bir politik tercih olan KKM'nin yanlışlığını vurgulamadan bu müthiş (!) buluşa hiç dokunmadan yapılan para politikası değerlendirmeleri de eksiktir, sorunludur.

Merkez'in günlüğü makalesi

Bu yanlışı bugün bu yazıda vurgulamamın nedeni de Merkez Bankası'nın dün yaptığı genel kurul ile zamanlaması örtüşen bir makale. Merkez Bankası bünyesindeki araştırmacı ve uzmanların analizlerine yer veren Merkezin Güncesi adlı blog sitesinde "Merkez Bankası Faaliyetlerinde Kar Zarar Olgusu" başlıklı bir makale yayımlandı. Pandeminin sadece kişiler ve hane halkları değil merkez bankaları için zorlayıcı bir deneyim olduğu kaydediliyor. Pandemi döneminde genişleyici parasal politikaların pek çok ülke Merkez Bankalarında zarara yol açtığının altı çiziliyor.

Merkez Bankası'nın 818,2 milyar TL'lik zararında KKM'nin payının olduğunu belirtilmekle birlikte şu ifade dikkat çekiyor:

"Kur Korumalı Mevduat giderleri hariç tutulduğunda da artan faiz oranlarının, faiz giderleri ve menkul kıymet değer azalışları yoluyla, kârı azalttığı görülmüştür."

KKM kamu yararına aykırıdır

Yani KKM olmasa da Banka kârını azaltan faktörler bulunduğu vurgulanıyor. Merkez Bankası zararını başka ülkelerin merkez bankası bilançolarına bakarak, pandeminin bıraktığı hasarı referans alarak izah etmek büsbütün yanlış olmayabilir belki. Ama eksiklik barındırdığı kesin. Hele ki aynı makalenin hemen başında; Merkez Bankalarının, ticari bankalardan farklı bir biçimde kamu yararını gözeten bir çerçevede faaliyet gösterdiği tezi savunuluyorsa, KKM politikalarının kamu yararını hiç gözetmediği, tersine bölüşümü bozduğu için kamu yararını ihlal ettiği konusuna girilmesi gerekiyordu. KKM ile kamu yararı ilişkisine girmeden yapılan analiz eksiktir.

Dolayısıyla olağanüstü dönemlerde merkez bankalarının zarar açıklamasının "geçici ve istisnai" olduğunu kabul etsek bile bu tez ve bu tablodaki inandırıcılık, kaçınılmaz olarak, zararın ardındaki politikanın kimler için ve hangi talimatla üretildiği sorusunda düğümlenmektedir.

* * *

1 Mayıs İşçi Bayramı kutlu olsun.

 (T24)

Gırgır'dan günümüze Türk mizahının derin bir arşivi: "Yazan-Çizen Latif Demirci" sergisi 30 Haziran'a kadar sürecek - T24

 

İş Sanat Kibele Sanat Galerisi'nde açılan sergide, Demirci'nin eserleri ve çizgi karakterlerin maceraları, kronolojik ve tematik bir düzen içinde beğeniye sunuluyor

latif demirci

İş Sanat, karikatürist Latif Demirci'yi İş Sanat Kibele Sanat Galerisi'nde açılan "Yazan-Çizen Latif Demirci" sergisiyle anıyor. Sergi, sanatçının 1975'te başlayan Gırgır döneminden 2022'de yayınlanmış son karikatürüne kadar zaman dilimini kapsıyor. Kızı Yasemin Demirci"Serginin 1970'lerden günümüze kadar Türkiye'nin mizah tarihine de dair bir bakış açısı sunduğunu düşünüyorum" dedi

Küratörlüğünü sanatçının kızı Yasemin Demirci ile gazeteci İhsan Yılmaz'ın üstlendiği sergide, Demirci'nin Nokta ve Yeni Gündem gibi haftalık dergilere çizdiği karikatürler ile Hürriyet'te uzun yıllar devam eden günlük birinci sayfa karikatürlerinden örnekler yer alıyor.


Yazan-Çizen Latif Demirci

Sergiye ilişkin konuşan Yasemin Demirci, babasının tüm hayatının bu sergide yansıtıldığına işaret ederek, "Sergi benim için çok heyecan verici oldu. Serginin 1970'lerden günümüze kadar Türkiye'nin mizah tarihine de dair bir bakış açısı sunduğunu düşünüyorum. Bu anlamda da değerli buluyorum. Sergi 30 Haziran'a kadar İş Sanat Kibele Sanat Galerisi'nde bulunacak. Mutlaka gelmenizi isterim" ifadelerini kullandı.

"Serginin 1970'lerden günümüze kadar Türkiye'nin mizah tarihine de dair bir bakış açısı sunduğunu düşünüyorum"

"İlk çizgisinden son çizgisine kadar hepsini çok iyi korumuştu"

Gazeteci İhsan Yılmaz ise Latif Demirci ile 25 yıla yakın dostluk ve iş arkadaşlıkları olduğunu belirterek, şunları kaydetti:

"Latif'i 2022 Haziran'da, erken kaybettik. Bir boşluk bıraktı bizde. Kızı Yasemin, Latif'in evini boşaltmak için giremedi bir süre. Kısa film yapmak için Latif'in eşyasını, arşivini elden geçirdi. Latif'in inanılmaz bir arşiv tuttuğunu gördük. İlk çizgisinden son çizgisine kadar yaptığı bütün çizimleri çok iyi korumuştu. Bunları bir sergiye dönüştürmek, hem de Latif'i anmak istedik. Türk mizahının çok özel isimlerinden birisi. Gırgır ekolünün çok önemli ismi. Aynı zamanda serginin bir de kitabını hazırladık."

Latif Demirci'nin kızı Yasemin Demirci

Sergi, kapsamlı bir arşiv çalışmasının sonucu

Sergi, çizdiği bütün karikatürlerin orijinallerini, yayınlanmış hallerini, kitaplaştırdığı albümleri, hiç görülmemiş sulu boya çalışmalarını ve çizim defterlerini saklayan Demirci'nin eserleri arasında yürütülen kapsamlı bir arşiv çalışmasının sonucunda ortaya çıktı.

"Latif'in inanılmaz bir arşiv tuttuğunu gördük. İlk çizgisinden son çizgisine kadar yaptığı bütün çizimleri çok iyi korumuştu"

Demirci'nin eserlerini, çizgi karakterlerin maceralarını kronolojik ve tematik bir düzen içinde sanatseverlerle buluşturan retrospektif sergi, sanatçının 1975'te başlayan Gırgır döneminden 2022'de yayınlanmış son karikatürüne kadar zaman dilimini kapsıyor.

Sergi, 30 Haziran'a kadar Kibele Sanat Galerisi'nde ziyaret edilebilecek.

Sergi, sanatçının 1975'te başlayan Gırgır döneminden 2022'de yayınlanmış son karikatürüne kadar zaman dilimini kapsıyor
(T24)

30 Nisan 2024 Salı

12. kalkınma planında hedeflenen: ‘Güvenceli’ sömürü - Fırat TURGUT / EVRENSEL

 

AKP iktidarı 5 yıl aradan sonra Çalışma Meclisini topladı. Sermaye örgütlerinin yanı sıra işçi ve memur konfederasyonlarının da katıldığı toplantının ana konusu esnek çalışma oldu.

AKP iktidarı, yenilgi ile çıktığı yerel seçimlerin ardından; Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek öncülüğünde yürüttüğü ‘rasyonel ekonomi programını’ sonuna kadar uygulayacağını bir kez daha ilan etti. ‘Şimşek programı’ emekçiler için ücretlerde erime, enflasyonun katlanması, gelir eşitsizliğindeki makasın açılması, yoksulluğun derinleşmesi gibi sonuçlar doğururken; 2024-2028 yıllarını kapsayan 12. kalkınma planı, iki yıllık orta vadeli program ve Çalışma Bakanlığının strateji planı, emekçilerin yaşadıkları sorunların daha da artacağına işaret ediyor. AKP kaynaklarının başta “Çalışma süreleri düşecek” ‘müjdesiyle’ duyurduğu İş Kanunu’nda değişiklik yapılacağına ilişkin hazırlıkların başlaması, beş yıl aradan sonra Çalışma Meclisini toplaması (AKP; Türk-İş, Hak-İş, DİSK, TİSK, Memur-Sen, Kamu-Sen, Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği ve TESK’i davet etti) ve anayasa değişikliğinin gündeme getirilmesi düşünüldüğünde, hedefin emekçilerin bir ömür boyu yem gibi sermayenin önüne atılması olduğu ortaya çıkıyor. Üstelik bu tespit bir tahmin değil. 12. kalkınma planında satır satır bunun ayrıntıları yer alıyor.

AİLE VURGUSU

Dünyada ve Türkiye’de doğum hızının azaldığı biliniyor. Artık çok çocuklu ailelerin yerini tek ya da iki çocuklu aileler almış durumda. Bir yandan da yaşlı nüfus artıyor, üstelik bakım ihtiyacıyla. Sürekli iş gücüne ihtiyacı olan sermaye için bu ikisi de tehlikeli. 12. kalkınma planı özetle şöyle diyor: “Sermayenin önümüzdeki yıllardaki iş gücü ihtiyacını karşılamamız, bunu yaparken de yaşlı nüfusun yarattığı yükü de üzerimizden atmamız gerekiyor.”

Buna bağlı olarak planda ailenin önemi vurgusu ‘toplumun direği’ gibi klişe ifadelerle yer alırken, LGBTİ’ler de açık bir şekilde olmasa da hedef gösteriliyor.

Planda özellikle sık sık vurgulanan iki hedef var. Birincisi “İş gücü piyasasının ihtiyacı”, ikincisi ise “Uluslararası sermayenin ülkemize çekilmesi…”

MESEM’LERİ PATRONLAR YÖNETECEK

Aile ile başlayan planlar mesleki eğitim merkezleri (MESEM) ile devam ediyor. Mesleki eğitim adı altında 14-15 yaşlarındaki çocukların asgari ücretin bile altında, ağır işlerde tam gün çalıştırılmasıyla, iş cinayetlerinde can vermeleriyle, patronlar ve okul müdürleri arasında yapılan anlaşmalarla borsaya dönmesiyle gündemde olan MESEM’lerle ilgili yeni plan; öğrencilerin ders seçimi ve alan tercihlerine müdahaleyi de kapsamak üzere MESEM’lerin yönetiminde patronların daha etkin olması. İlgili maddeler şu şekilde:

- “Mesleki eğitimde ders seçimi dahil karar alma süreçlerine özel sektörün ve ailelerin katılımı sağlanacaktır.”

- “Gençlerin iş gücü piyasasının ihtiyaçları doğrultusunda tercih yapmaları sağlanacak, öncelikli sektörlerdeki mesleki ve teknik eğitime yönelimin sağlanması için çeşitli teşvik mekanizmaları uygulanacaktır.”

- “Müfredatın güncellenmesi sağlanacak, özel sektörün ülke rekabetçiliğine destek olacak şekilde yürüteceği programlar desteklenecektir.”

- “Meslek liseleri ve meslek yüksekokullarının yönetiminde özel sektörün daha etkin rol alması sağlanacaktır.”

ENSEK ÇALIŞMAYA PRATİK BİR ÖRNEK: MEMUR GIDA

Aile ve eğitimin sermayenin ihtiyaçlarına göre dizayn edilmesinden sonraki süreç ise çalışma hayatı. Bu alanda en ‘can alıcı’ ve birden çok sonucu olan nokta ise kalkınma planında ‘güvenceli esneklik’ kılıfıyla sunulan esnekleştirilme politikaları. Her ne kadar esnek çalışma ‘taşeron’, ‘sözleşmeli istihdam’, ‘kiralık işçilik’, ‘denkleştirme’ gibi uygulamalarla karşımıza çıksa da aslında ‘birebir esnek çalışma örneği’ diyebileceğimiz pratik uygulamaya Evrensel’de yayımlanan Çağlar Kazak’ın haberinde rastladık.

Bilecik’te bulunan Memur Gıda isimli fabrikada çalışan 59 işçi, iş olmadığı gerekçesiyle onayları alınmadan ücretsiz izne çıkarılmıştı. Aylardır patronun ihtiyacı olduğu zamanlarda işe çağrılan işçiler, bazen günde 2-3 saat bazen ayda 7-8 gün çalıştırıldıklarını anlatıyordu. Çalıştırıldıkları sürelerin karşılığı kadar ücret aldıklarını belirten işçiler, ücretlerin de düzensiz yattığını söylüyordu.

PLAN, PRATİK ÖRNEĞİN TEORİK TARİFİNİ YAPIYOR

AKP iktidarının programları da aslında bu pratik örneğin teorik tarifini yapıyor, elbette yine çeşitli kılıflar adı altında...

Bu kısmın ilgili maddeleri şu şekilde:

- “İş gücüne dahil olmayan nüfusun ekonomide aktif hale gelmesi amacıyla kadın ve gençler başta olmak üzere iş gücüne katılımın teşvik edilmesine, iş gücü piyasasının esnekleştirilmesine yönelik programlar hayata geçirilecektir...”

- “İş gücü piyasasının güvenceli esnekleştirilmesine yönelik atılacak adımlar bir taraftan iş gücüne katılımı artırarak... büyümeye katkı sağlayacaktır.”

“Çalışma çağındaki her bireyin üreterek gelir elde edebilmesine imkan tanıyan istihdam artışı ve nitelikli iş olanakları, yoksullukla mücadelede ve gelir dağılımında iyileşme sağlanmasının asli aracı olacaktır.”

- “İş gücü piyasasının esnekliğini geliştiren düzenlemeler, artan çocuk bakım hizmetleri ile eğitim olanakları ve istihdam odaklı politikalar kadınların iş gücü piyasasına konu yetkinliklerini geliştirecek ve iş hayatına daha yoğun katılımlarını destekleyecektir.”

- “Uzaktan çalışma gibi esnek çalışma modellerinin kayıtlı ve güvenceli bir şekilde uygulanması ve yaygınlaştırılması sağlanacaktır.”

İŞSİZLİK ORANI DÜŞÜK GÖZÜKECEK

AKP iktidarı bu maddelerde sıralanan hedeflerle birden fazla kuş vurmayı planlıyor. Birinci ve ikinci madde ile doğrudan hedeflenen; işsizliği değil, işsizlik oranını düşürmek. Türkiye İstatistik Kurumunun (TÜİK) son verileri; sıkı para politikasına dayalı ekonomi programı ile sadece bir ayda 800 bin kişinin daha işsizler ordusuna katıldığını göstermişti. İşsizlik pandemi öncesine göre rekor kırmıştı.

“İş gücüne dahil olmayan nüfusun ekonomide aktif hale gelmesi” ile “iş gücü piyasasının esnekleştirilmesi” tarifleri beraber ele alındığında anlaşılıyor ki haftada 3 gün, günde 2 saat çalışan biri artık işsiz değil ‘Esnek çalışan bir işçi’ kategorisinde yer alacak. Esnek çalışan işçiler de istihdamda görüneceği için işsizlik oranı düşük gözükecek. Yani TÜİK gerçek enflasyondan sonra gerçek işsizliği de gizleyecek.

Öte yandan yürürlükteki İş Kanunu da kısmi süreli çalışmayı “Haftalık çalışma süresinin 45 saat olduğu bir iş yerinde, 30 saate kadar yapılan çalışmalar” şeklinde tanımlayarak halihazırda bu kapsamda çalışanları işsiz saymıyor.

KADINLAR İSTİHDAMDA GÖRÜNECEK AMA…

Planda esnek çalışma ile kadın vurgusu sık sık birlikte yer alıyor. Plan çocuk bakım hizmetlerinin artacağını vadetse de kadına istihdamda biçilen rol ise aile bütçesine katkıdan ibaret. Plandaki esas hedef çocuk bakım yükünü kadınların üzerinden almak bir yana kadını parçalı zamanlar halinde istihdama katarak hem işsizlik oranlarını düşük tutmak hem de ‘aile bütçesine katkı’ adı altında gelir eşitsizliğindeki makası görünürde biraz kapatabilmek.

ESNEK ÇALIŞMA EMEKLİLİĞİ DE ETKİLEYECEK

Esnek çalışmanın etkileri bununla sınırlı kalmayacak. Halihazırda emekçilerin kıdem tazminatı alabilmelerinin önünde engeller varken esnek çalışma uygulaması bunu daha da zorlaştıracak. İş Yasası’na göre bir emekçinin kıdem tazminatı alabilmesi için en az bir yıl kesintisiz sigortalı çalışması gerekiyor. Ancak esnek çalışma ile hedeflenen ise emekçilerin patronların ihtiyacına göre aralıklı çalıştırılması. Kıdem tazminatını alabilme şartlarının zorlaştırılması büyük bir olasılık halinde karşımızda duruyor.

Esnek çalışmanın hedef aldığı haklardan biri de emekli aylığı. 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu’na göre emekli olmanın ve emekli aylığı alabilmenin şartlarından en önemlisi prim gün sayısını doldurabilmek. Bir başka ifadeyle bir işçinin sadece emeklilik hakkına sahip olabilmesi için (Emeklilik hakkı olsa bile yaş şartı olduğu için zaten yıllarca emekli aylığı alamayacak) en az 4 bin 500 gün sigortalı çalışması gerekiyor. Bu 15 yıla tekabül ediyor. Öte yandan bir işçinin aylık ücreti, aylık 225 saat çalışmasının karşılığını ifade ediyor. Esnek çalışma kapsamında haftanın birkaç günü, günün birkaç saati çalışan bir işçinin ne bir ayda 225 saati ne de 4 bin 500 prim gününü doldurabilmesi mümkün. Kabaca bir hesap yaparsak; ayda 112.5 saat çalıştırılan bir işçi 4 bin 500 prim gününü 15 yılda değil 30 yılda doldurabilecek.

Kaldı ki asgari ücretin genel ücret haline geldiği Türkiye’de en düşük emekli aylığı almaya mahkum edilenlerin sayısı da artacak.

EMEKLİLER ŞİRKETLERİN KUCAĞINA İTİLECEK

Bu aşamalardan sonra AKP iktidarı ve patronlar için sıra emekçilerin sosyal güvenlik ve emeklilik hakkında. Plana göre sosyal güvenlik ve emeklilik hakkı, patronların talebine ve başta kısmi süreli çalışma olmak üzere esnek çalışma modellerine uyumlu hale getirilecek.

- “Kişilerin daha çok istihdamda kalmasını teşvik eden, hakkaniyeti ve aktüeryal dengeyi önceleyen düzenlemeler hayata geçirilerek sosyal güvenlik sisteminin mali sürdürülebilirliği güçlendirilecek.”

- “Aylık bağlama sistemi kişilerin daha çok istihdamda kalmasını teşvik edecek ve mali yük getirmeyecek şekilde yeniden düzenlenecek.”

- “Emeklilik kriterlerinin belirlenmesinde doğuşta beklenen yaşam süresi artışı ile uyumlu otomatik ayarlama mekanizmalarına ilişkin çalışmalar yapılacak.”

- “Nüfusun yaşlanmasının sosyal güvenlik sistemi üzerindeki etkilerinin azaltılması için bakım sigortası uygulaması hayata geçirilecek. Yaşlı bakım hizmetlerinin finansmanı için tamamlayıcı uzun süreli bakım sigortası kurulacak.”

- “Sosyal güvenlik sisteminde prim tahsilatları artırılacak.”

- “Sosyal güvenlik sistemi, tamamlayıcı emeklilik ve sağlık sistemleriyle desteklenecek.”

- “Tamamlayıcı sağlık sigortacılığı teşvik edilecek.”

Maddeler çok net bir şekilde ortaya koyuyor ki; işçilerin ücretlerinden kesilen sigorta primleri artırılacak. Emeklilerin maaşı, bir işte çalışmadan yaşayabilmelerinin mümkün olmadığı düzeye (fiilen böyle zaten) düşürülecek. Yaşam süresinin artması öngörüldüğünde emeklilik yaşı kademeli olarak daha da yükselecek. Maaşları düşürülen ancak çalışamayacak durumda olan emekliler için ise bakım sigortası kurulacak. Tamamlayıcı sağlık sigortacılığının da teşvik edilmesi de dahil edildiğinde emekliler sağlık ve sigorta şirketlerinin kucağına itilecek. Böylelikle sağlık ve sigorta sisteminin özelleştirilmesi yolunda bir adım daha atılacak.

ÖĞRENCİ BİLE PRİM ÖDEYECEK

Bireysel emeklilik sisteminin güçlendirilmesinin adımları atılacak, otomatik katılım sisteminin ikinci basamak emeklilik sistemine dönüşeceği tamamlayıcı emeklilik sistemi kurulacak. Otomatik katılım sisteminde olduğu gibi bireysel emeklilik sisteminde de emekli olan işçiler, birikimlerini toplu olarak çekmeleri yerine yıllara yayılacak şekilde parçalı olarak alacak.

Ayrıca 25 yaş altında çalışmayan üniversite öğrencilerinin dahi bireysel emeklilik sistemine katılmalarının önü açılacak, öğrenciler çalışmamalarına rağmen prim ödeyecek.

PATRONLAR GÖÇ POLİTİKASINDA DAHA ETKİN OLACAK

Esnek çalışma ile birlikte emeklilik hakkının da hedefe konulduğu düşünüldüğünde eğer işçiler patronların ihtiyaç duydukları alanlarda bu koşullarda çalışmak istemezse bu kez devreye mülteciler girecek. Türkiye’nin göç politikası buna göre belirlenecek. Bir başka deyişle göç politikalarında; mültecileri görünce maliyet hesabı yapıp iştahları kabaran patronlar daha etkin olacak. Yasal olarak patronlara düşük ücretlerle mülteci işçi çalıştırma hakkı tanınacak.

MEMLEKET MADEN ŞİRKETLERİNE EMANET EDİLECEK

7 işçinin bedeninin hâlâ zehirli toprak altında olduğu İliç faciasının üzerinden henüz birkaç ay geçmişken AKP, mevzuatta yapılacak değişikliklerle madencilik şirketlerine; izin süreçlerinde bürokrasiyi azaltarak süreci basitleştirmeyi, idari ve mali avantajlar sağlanacağını ve yatırımın önündeki kimi engelleri kaldıracağını vadediyor.

KÖİ PROJELERİ GENİŞLEYECEK, ÖZELLEŞTİRME ARTACAK

Planlananlardan biri de beşli çete diye anılan şirketlere para aktarmanın bir sistemi haline gelen kamu özel iş birliği (KÖİ) kapsamında yer alan projelerin, belediyeleri de kapsayacak şekilde tüm kurumlarda genişletilmesi.

Özelleştirme ise hız kesmeden sürecek. Daha önce özelleştirileceği belli olan kurumların yanı sıra, özelleştirme potansiyeli olan yeni kurumlar da bu portföye dahil edilecek.

RAYLAR PATRONLAR İÇİN DÖŞENECEK

İmlalat sanayiinin ihtiyaçları doğrultusunda patronlara devlet desteklerinin gözden geçirileceği vadedilen planda vurgulanan konulardan biri de imalat sanayii lojistiğinde demir yolu yük taşımacılığının payının artırılması, üretim yerleri ile limanlar ve lojistik merkezler arasında bağlantı hatlarının kurulması.

Fırat TURGUT / EVRENSEL

Birgün KÖŞEBAŞI -30 NİSAN 2024 -

 

Öğrenciler ayakta, polis dayakta (Hayri Kozanoğlu)

ABD üniversitelerindeki kampüs protestoları yayılıyor. Eylemler bir yanıyla Vietnam savaşı karşıtı gösterileri hatırlatıyor. Bir yönüyle de 80’lerde Güney Afrika’daki ırkçı yönetime karşı gelişen boykot çağrılarıyla benzeşiyor.

Gazze’deki İsrail vahşeti sürerken, katledilen Filistinlilerin sayısı 35 bini aştı. Batı medyasında bu insanlık dışı eylemler yansıtılırken “soykırım” bir yana “etnik temizlik”, “işgal edilmiş topraklar” gibi ifadelerin bile kullanılmaması için aşırı çaba gösteriliyor. Savaş ve şiddet karşıtı tavır alanlar da demokrasi yanlıları, insan hakları savunucuları, savaş karşıtları olarak değil de “Filistin yanlıları” diye etiketlenerek baştan bir önyargı yaratılmaya çalışılıyor.

Tüm bunlara rağmen ABD üniversitelerinde başlayan kampüs protestoları İngiltere, Kanada, Avustralya gibi farklı ülkelere yayılıyor. Bugün, 68’lerde yükselen isyan hareketi gibi ya da 2003 Irak İşgali döneminde yükselen savaş karşıtı eylemler benzeri kitleselleşme potansiyeli taşıyan direnişler söz konusu.

HEM VİETNAM HEM GÜNEY AFRİKA İZLERİ

Son kampüs eylemleri bir yanıyla Vietnam savaşı karşıtı gösterileri hatırlatıyor. Çünkü o dönem ABD’nin masum bir halka yönelik acımasız bir savaş ve işgal sürdürmesi üniversite öğrencilerinin vicdanını yaralamış, savaşta Amerikalıların büyük can kaybı vermelerinin getirdiği tepki yanında, bu eylemler emperyalizmin teşhirine katkıda bulunmuştu. ABD’nin büyük bir yenilgi yaşamasında öğrencilerin kamuoyu oluşturmasıyla devletin kendi halkı nezdinde de moral üstünlüğünü kaybetmesi önemli rol oynamıştı.

Bir yönüyle de üniversitelerden yükselen bugünkü isyan dalgası 80’lerde Güney Afrika’daki ırkçı yönetime karşı gelişen boykot çağrılarıyla benzeşiyor. O dönemde, başta İngiliz şirketleri ve bankaları, Batılı kuruluşlar hiçbir şey olmamış gibi apartheid rejimiyle ticari ilişkilerini sürdürüyorlardı. Üniversite öğrencilerinin Barclays Bankası’na ve Güney Afrika malları satan marketlere yönelik boykot çağrıları, esas dinamik Afrika Ulusal Kongresi önderliğinde halkın kendi mücadelesi olsa da, ırkçı rejimin devrilmesi sürecini hızlandırmıştı.

ABD’DE ÜNİVERSİTE FİNANSMANI

ABD’deki üniversitelerin finansal yönetiminde bağış fonları (endowment fund) büyük rol oynuyor. Bu fonların varlıkları, 50 milyar doları bulan Harvard Üniversitesi örneği gibi astronomik rakamlara ulaşabiliyor. Bu mali güç sayesinde gelişkin laboratuvarlar, zengin kütüphaneler kurabildikleri gibi, cömert burslarla en parlak öğrencileri de bünyelerine katabiliyorlar. Öğrenciler, işte bu fonları hisse senedi ve tahvil piyasalarında değerlendirilirken, İsrail şirketlerinden ve savaştan nemalanan Amerikalı silah devlerinden “Askeri Sanayi Kompleksi” denilen savaş aygıtından uzak durulmasını talep ediyorlar.

İSLAMOFOBİ VE ANTİSEMİTİZM İKİZDİR

Tabii asıl talepleri, İsrail’e silah satan, vahşeti görmezden gelen, özellikle bölgede konuşlandırdığı savaş gemileri aracılığıyla Netanyahu rejimine lojistik destek sağlayan Biden yönetiminin savaşın ve işgalin durması için devreye girmesi. Üniversite yönetimlerinin de ABD devletinin bu tutumunu kınaması.

Filistin’e en ufak bir destek ve sempati gösterisi hemen sizin “anti-semitik” olarak suçlanmanıza yol açabiliyor. Hatırlayalım, yaşamını emperyalizm ve savaş karşıtlığı ile ırkçılıkla mücadeleye adamış İngiliz İşçi Partisi lideri Jeremy Corbyn bile antisemitik diye yaftalandı, şimdi lider Keir Starmer marifetiyle kendi partisince dahi cezalandırılarak üyeliği askıya alındı.

Aslında biraz düşününce, “antisemitizm” ve “İslamofobi” yakıştırmalarının bir madalyonun iki yüzünde yer alan saldırı silahları olduğunu görüyoruz. Gerçekten de Yahudileri dünyadaki tüm musibetlerin sorumlusu gören, her olumsuzluğun arkasında bir Yahudi parmağı arayan, bir ırk olarak onlardan nefret eden komplocu bir zihniyet var. Aynı şekilde, tüm Müslümanları terörist, kadın düşmanı; inançları asla demokrasi, insan hakları ve özgürlüklerle bağdaşmaz, fıtratından Cihatçı diye damgalayan İslamofobik bir yaklaşım da eksik değil. Ancak bu gerçekler İsrail devletinin cürümlerini eleştiren herkesi antisemitik, siyasal islam’ın demokrasiye ve özgürlüklere kapalı doğasını teşhir eden herkesi İslamofobik yapmaz.

Kaldı ki, ABD’de gerçek anti-semitikler, yani “Büyük Yer Değiştirme Teorisini” benimseyip Yahudiler öncülüğünde Siyahlar ve Latinlerin ülkeyi ele geçirip ülkenin “gerçek sahibi” beyazları tasfiye edeceğini söyleyenler, Donald Trump’ın saflarında yer alıyor. “Woke” dedikleri insan haklarına, kadın haklarına ve LGBTQ haklarına duyarlı insanların aslında Yahudi propagandasına alet oldukları yolunda abes görüşler aşırı sağcılarca yayılıyor. Ayrıca önüne gelen herkesi Yahudi düşmanı ilan edenlerin Ukrayna’dak Nazi işbirlikçisi Stephan Bandera takipçilerine yardım eli uzatmakta tereddüt etmedikleri de görülüyor.

ELİT ÜNİVERSİTELERDE PROTESTOLAR YÜKSELİYOR

ABD’de tartışmaların merkezinde yer alan kurumlardan biri de Columbia Üniversitesi. Türkiye’de 70’lerdeki öğrenci hareketlerine nasıl ODTÜ-İTÜ-Mülkiye ilham verdiyse, 68 eylemlerine nasıl Paris Sorbonne Üniversitesi öncülük ettiyse, ABD’de de “elit” üniversiteler kamuoyu üzerinde daha etkilidir. ABD New England bölgesindeki iddialı eski 7 üniversite, binalarından yükselen sarmaşıklar nedeniyle Sarmaşık Birliği (Ivy League) diye adlandırılırlar. Bunlardan üçü Columbia, Yale, Princeton, bugün de tartışmaların odağında yer alıyorlar. Özellikle New York’taki Columbia Üniversitesi 68 olaylarında da; Vietnam protestosu sırasındaki bina işgalleri, kararlı bir direniş hikayesiyle hafızalarda yer etmişti.

1991’deki Birinci Körfez Savaşı öncesinde, ben de Columbia’da işgale karşı protestolara katılma olanağı buldum. O zaman benzer konumdaki, okulda kaydı bulunmayanların da rahatlıkla üniversite bahçesindeki eylemlerde yer alabildikleri, Oyun Yazarı Kurt Vonnegut, Aktris Susan Sarandon gibi ünlülerin destek konuşması yapabildikleri görece özgür bir iklim vardı.

Bugün ise Rektör Nimet Şefik’in davetiyle, üniversitede çadır kuran, barışçı bir çizgi izleyen öğrencilere polis saldırabiliyor, yüzlercesini gözaltına alabiliyor. Bu öğrencilerin kimlikleri iptal ediliyor, yurtlardan atılıyorlar. Rektör Şefik, Amerikan Kongresi’ne ifade vermeye çağırılıyor. Burada akademik özgürlüklere, ifade ve toplanma özgürlüğüne sahip çıkamayan, gayet pısırık bir tavır sergiliyor. Bununla da yetinilmiyor, Temsilciler Meclisi Başkanı Mike Johnson İsrail’e 26 milyar dolarlık bir yardım paketini geçirdikten sonra, adeta üniversiteyi basıyor, yuh çeken öğrencileri tehdit ediyor, tavrını yetersiz bulduğu rektörü istifaya davet ediyor.

Daha evvel mesnetsiz karalamalarla görevden alınan, yine Sarmaşık Birliği üyesi iki üniversitenin Harvard ve Pensilvanya’nın kadın rektörlerinin akıbetine şimdilik uğramıyor. Ama koltuğu sallanmaya devam ediyor.

Üniversitelerin böyle tahakküm altına alınması çabalarının ardında otoriter eğilimlerin yanında piyasacı toplum tasarımının da etkisi var. Çünkü üniversitelere kamu destekleri kısılınca, geçmişten devreden bağış fonlarının yanı sıra, dolar milyarderlerinin “hayırseverlik” jestlerine de gereksinim duyuluyor. Onlar da kendi dar dünya görüşleri çerçevesinde üniversiteyi hizaya getirmek için kendilerinde hak görüyorlar. “Desteğimi keserim!” sopasını sallamaktan çekinmiyorlar. Nimet Şefik gibilerini de ellerine mahkum hale getiriyorlar.

ÖĞRETİM ÜYELERİ ÖĞRENCİLERİN YANINDA

Tüm bu yıldırma operasyonlarına karşın eylemler dalga dalga yayılıyor. Akademisyenlerin öğrencilerine sahip çıkma gayretleri Emory Üniversitesi’nde tanık olduğu gibi, onların da tutuklanmasına yol açabiliyor. Öğretim üyelerinin arkadan kelepçelendiği, yerlerde sürüklendiği utanç verici görüntüler dünya kamuoyunca ibretle izleniyor. Güney Kaliforniya Üniversitesi’ni birincilikle bitiren Asna Tebessüm’ün mezuniyet konuşması Filistin mevzuuna girer endişesiyle iptal ediliyor.

Üniversitelerin bugün kendi fildişi kulelerinin dışına çıkmaması, toplumsal sorunlara haksızlıklara, adaletsizliklere, eşitsizliklere ses çıkarmaması isteniyor. Halbuki üniversite tanımı gereği evrenseldir; doğanın ve toplumun bilgisini üretme, düşünce özgürlüğünü, insan haklarını savunma sorumluluğunun öznesidir. Üniversite öğrencileri de yaşları ve konumları gereği, toplumda egemen olan güç ve egemenlik ilişkilerinin dışında kalabilen, bu özellikleriyle tarafsızca vicdanlarının sesini dinleyebilen, tüm dünyadaki ve ülkelerindeki baskı ve adaletsizliklere karşı seslerini yükseltebilen dinamik bir kesimdir.

Zaman zaman suskunluk dönemleri yaşansa da, Türkiye’de ve başka ülkelerde hep bu tarihsel sorumluluklarını yerine getirmişlerdir. Toplumsal uyanışlar gençlik hareketleriyle başlamıştır. Bugün de bir benzeri yaşanmaktadır. ABD’de iki başkan adayının da İsrail’in insanlık dışı eylemlerinin destekçisi olması, geniş halk kesimlerinin artan tepkisi, bugün üniversitelere özel bir misyon yüklemiştir.

TÜRKİYE’NİN TUTARSIZ REKTÖRLERİ

Gelelim Türkiye’ye, ABD’de tutuklanan öğretim üyelerine başta ODTÜ ve Boğaziçi üniversitesi olmak üzere birçok üniversiteden eş zamanlı, harfiyen aynı söyleme dayalı “haklı” tepkiler geldi. Bazen sosyal medyada bir kişi haksız gördüğü, kınamak zorunda hissettiği bir olay karşısında bir paylaşım yapmaya görsün; “Şu olayda neredeydin?”, “Filanca tarihte niye sustun?” tarzı yersiz sorularla yargılanabiliyor. Bir birey, yanlış, çelişkili bir tutum almadığı takdirde, her olay karşısında tepki göstermek, her mağduriyete aynı duyarlılığı sergilemek zorunda değildir. Ancak kamu görevlilerine gelince bu iş değişir.

Kayyum rektörlerin, Boğaziçi kurucu rektörünü kapıdan almayan kişinin veya ODTÜ Devrim stadyumunu öğrenci şenliğine kapatan şahsın Atlantik ötesindeki olaylar karşısındaki tepkilerini, pekala “çifte standart” niteleyerek mahkum etmek hakkımız vardır. Tabii bu arada, İsrail devletinin saldırganlığına kılını kıpırdatmayan Joe Biden ile görüşmek için can atan Tayyip Erdoğan’ın sözde Filistin destekçiliğiyle ne ölçüde samimidir sorusun sormamız da gereklidir.

İsterseniz şimdi gelin şimdi bir turnusol testi yapalım. Sözünü ettiğimiz muhterem rektörler, madem düşünce ve ifade özgürlüğü konusunda bu kadar duyarlısınız, bunu kanıtlamak için önünüzde bir fırsat var. Bir bildiri de 1 Mayıs’ın Taksim’de kutlanması için yayımlayın, yetkililere çağrıda bulunun. Biz de samimiyetinize inanalım.

Bu vesileyle, İşçi sınıfının birlik, dayanışma ve mücadele günü 1 Mayıs hepimize kutlu olsun!

                                                              /././

Bina yan yattı, boya yapacaklar (Yaşar Aydın)

Anayasa tartışmasıyla yatıp kalkmamız isteniyor. Serbest düşüş süreci yere çakılmayla noktalanmak üzere olan iktidar tüm partileri bir araya getirip yeni anayasa yapacağına dair oluşturulan yapay gündemin arkasına takılmamız isteniyor. Daha da kötüsü Erdoğan’ın demokratik bir anayasa için adım atabilecek bir lider olduğuna inanmamız bekleniyor.

DEĞİŞMEZ MADDELER VAR

Anayasa tartışmalarında sürekli ilk dört madde gündeme gelir ve asla aşılamaz bir tartışma olarak orta yerde durur. Ama yeni anayasa diyenler konuyu Erdoğan’ın değişmez maddelerine asla getirmez. Erdoğan’ın anayasa değişikliği ile eline geçirdiği gücü ifade eden maddelerden bahsedilmez.

Yandaş gazeteciler Erdoğan’ın önerisiyle bazı demokratik adımların atılabileceğini hatta partili cumhurbaşkanlığının dahi tartışılabileceğini yazıp durdu. Ne büyük lütuf. Ne büyük yalan. Yeni anayasa tartışmalarında Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin karakterini belirleyen hiçbir madde gündeme dahi gelmiyor. Örneğin seçim yasası ve 50+1 asla gündemde değil. Onlara dokunulmaz. Cumhurbaşkanını olağanüstü yetkilerle donatan Anayasa’nın 8, 101, 103, 104, 105 ve 106 maddelerinden bahseden yok. Kararname yetkisinden bahseden de… Yetkili ama asla sorumluluğu olmaması da değişecekler arasında olan maddelerde kendine yer bulamadı.

Bu maddelere dokunulmayacaksa yeni anayasada ne değişecek? Herkes biliyor ki aslında hiçbir şey.

TARTIŞILMASI YETİYOR!

Erdoğan anayasayı kendi istediği gibi değiştirmeyeceğinin farkında. Anayasa değişikliği için TBMM’de 400 vekile ihtiyaç var. Bu rakama asla ulaşamaz. Hadi 360 sayısına ulaştı diyelim. Kendisi için bir kez daha iktidar yolunu açacak değişikliğe seçmen onay veriri mi? Bu sorunun açık ara cevabı ‘Hayır’. Dolayısıyla Erdoğan referanduma da gidemez. Böyle bir etki alanı ve gücü kalmadı. Aynı anda hem milliyetçileri hem Kürtleri ve liberalleri ikna ettiği dönem çoktan bitti.

Peki nedir bu anayasa meselesi? Çok açık ki Erdoğan bu başlığın tartışılmasını seviyor. Buna çok ama çok fazla ihtiyacı var.

Neden ihtiyacı olduğunu birkaç başlık altında toparlayalım.

Yenilgiyi unutturalım: AKP ve Erdoğan siyasi tarihinin en büyük yenilgisini aldı. Toparlanması neredeyse imkansız. Öyle bir yenilgi ki aynı anda hem parti içinde hem Cumhur İttifakı’nda çatlağı büyüttü. Buna bir de yenilginin en somut sonucu olan ülkenin yüzde 75’inin muhalefetin yönetimine geçmesi eklenince yıkımın çapı daha da büyüdü.

Erdoğan tahribatı gizlemek için hiçbir şey olmamış gibi anayasa yapabilecek bir güçte olduğunu kendi kadrolarına göstermek istiyor. AKP’yi ikinci parti haline getiren seçimi “yol kazası” olarak sunmak istiyor. Yenilgiyi unutup, sonuçlarını tartışmayan ‘nerede kalmıştık’ diyerek yeni anayasa başlığıyla liderini takip eden AKP örgütü Erdoğan’a ciddi anlamda nefes aldırır.

Özel’le mesaj verelim: Erdoğan, Yeni anayasa tartışmasını MHP lideri Bahçeli ile “çelişkili ittifak” dönemi için de fırsat olarak görüyor. Özellikle CHP lideri Özgür Özel’le yapılacağı belirtilen görüşmenin yandaş medya tarafından ısrarla anayasa başlığıyla yapılacağının duyurulmasının arkasında yatan gerçek neden budur. Erdoğan bir kez daha gücünden bir şey kaybetmediğini ve CHP dahil herkesle masaya oturabilecek özgüvene sahip olduğunu göstermek istiyor. Bahçeli bunu yemez gibi ama olsun.

Tartışma can suyu olacak: Ülke uzun süredir kriz ortamı içinde ve iktidar çözüm bulamıyor. Her hamlesi elinde patladı. Ne içeride ne de uluslararası ilişkilerde kudretli lider görüntüsüne sahip. Tam anlamıyla topal ördek görüntüsünde. Bir sonraki seçimi kaybedeceğine dair genel bir kanı oluşmuş durumda.

Erdoğan yeni anayasa tartışmasını bu havayı değiştirecek can suyu olarak görüyor. Hele bir de belirli başlıklara geçebilirse değme keyfine.

BAHÇELİ İLE UZLAŞMA

Dün yapılan Bahçeli-Erdoğan görüşmesini ayrıntılarına sahip değiliz. Ama şurası kesin ki çelişkilerini çözmeden yürüyüşe devam edip sahte bir uzlaşı görüntüsü verecekler. Bu uzlaşının en önemli başlığı da yeni anayasa tartışması olacak. Bahçeli 100 madde hazır, Erdoğan demokratik anayasa deyip tren sallayıp duracaklar. Dedik ya içeriğinin hiçbir önemi yok.

Peki muhalefet ne yapacak? Perşembe günü Özgür Özel-Erdoğan görüşmesine kadar anayasa tartışması kapanacak gibi görünmüyor. Ama en azından 2 Mayıs itibariyle bu bahis kapanmalı.

İktidarın geleceğe dair tek cümle kuramadığı, ikna gücünü yitirdiği, en geniş ittifak blokunda çatlakların arttığı bir ortamda bu kadar konuşmak bile fazla.

Bu iktidarın memlekete bir kötülük daha yapmasına izin vermeden büyük bir dirayet ve inançla artık sallanan iktidarı bitirme zamanı.

(BİRGÜN)

Bakanlıktan Cengiz İnşaat’ın ‘rant planına’ onay çıktı: Bu kez parka el 'koydu' - Cengiz Karagöz / Cumhuriyet

 

Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı, seçimin üzerinden bir ay geçmeden Cengiz Holding’e ilk kıyağını yaptı. Holdinge ait Altunizade’deki arsalarla ilgili istenen plan değişikliğini Bakanlık onayladı. Plan değişikliği ile 730 metrekarelik park ve yol alanı “Özel Sosyal Tesis” alanına alınarak imara açıldı.

İktidarın gözde şirketleri arasında yer alan Cengiz İnşaat sık sık kamu ihaleleri ve tepki çeken projeleriyle gündeme geliyor. Söz konusu şirket bu kez de Altunizade’deki arazileriyle gündemde.

Cengiz İnşaat, kendi mülkiyetinde bulunan ancak yürürlükteki imar planlarına göre bir kısmı yeşil alan ve yolda kalan arazileriyle ilgili plan değişikliği istedi. 2014-2019 döneminde AKP’den Çekmeköy Belediye Meclis üyeliği de yapan Şehir Plancısı Nagihan Ürgen’e hazırlatılan plan değişikliği, Altunizade 2 ada 31,63 ve 64 nolu parselleri kapsıyor.


Ayrıca bu parseller üzerinde bulunan 2 katlı 3 adet konut da riskli yapı kararı aldırtılarak yıktırılmıştı.

Yıkımı yapılan binaların ön tarafındaki 65 nolu parselde Cengiz Holding’in merkez binası bulunuyor. Bu binaların bulunduğu araziye şimdi, 4 katlı “Özel Sosyal Tesis” yaptırılmak isteniyor. Bu amaçla hazırlatılan imar planı  değişikliği, riskli yapı ilan edildiği için plan onama yetkisine kavuşan Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığıtarafından onaylandı. Yeni planlar 15 günlük itiraz süreci için askıya çıkarıldı.

Bakanlık tarafından onaylanan imar planı raporuna göre, yürürlükteki planlarda park ve yol alanında kalan yaklaşık 730 metrekarelik kısım da “Özel Sosyal Tesis” alanına dahil edildi. İnşaat yapılabilecek alan büyütülürken, yeşil alan küçültüldü. Raporda, 4 katlı özel sosyal tesiste ne gibi fonksiyonlar yer alacağı belirtilmedi. Ancak bu tür özel sosyal tesislerde yüzme havuzu, sinema, tiyatro, kreş ve çok amaçlı salonlar yer alabiliyor.

PLAN KARARLARI

Plan değişikliği raporunun “Plan Kararları” başlığı altında özetle şöyle denildi: “Plan değişikliği teklifi; meri planda ‘Yönetici Merkez Fonksiyonlarından Etkilenme Bölgesi’ ve “Park Alanı” lejantlarında kalan parsellerin bir bölümünün “Özel Sosyal Tesis Alanı” lejantına alınmasına yönelik hazırlanmıştır. Plan değişikliği ile “Özel Sosyal Tesis Alanı” gerek donatı olarak gerekse ulaşım ve nüfus sirkülasyonu olarak daha az bir yoğunluk getirecektir. Özel Sosyal Tesis Alanında yapılaşma koşulları T.A.K.S.: 0,50, K.A.K.S.: 1,00, Yençok: Z+3 kat olarak belirlenmiştir.

CHP’DEN PLAN DEĞİŞİKLİĞİNE TEPKİ

İBB Meclisi CHP Grup Başkanvekili Ülkü Sakalar, Bakanlık üzerinden yapılan plan değişikliğine tepki göstererek, “Halkın geçim sıkıntısı çektiği bir zamanda yapılan bu plan değişikliği, zengini daha zengin eden bir karardır. AKP, halkın seçimde verdiği mesajı ne yazık ki anlamamış. Parsel bazında yapılan bu tür  plan değişiklikleri kamusal yarar değil, rant amaçlıdır. İBB Başkana Ekrem İmamoğlu’nun parsel bazındaki imar değişikliklerine karşı olduğunu bilenler, plan değişikliklerini Ankara üzerinden halletmek istiyor. İstanbul’da riskli yapı kararı bulunan binlerce bina varken neden belirli kişiler için Bakanlık mesai yapıyor. Konuyu uzmanlarımıza incelettiriyoruz” dedi.

Cengiz Karagöz / Cumhuriyet