17 Mayıs 2024 Cuma

soL KÖŞEBAŞI (17 Mayıs 2024)

Cemil Tugay listeleri hazırladı, İzmir'de belediye şirketlerinde işten çıkarmalar başladı (Aslı İnanmışık) 

İzmir Büyükşehir Belediyesi'nde başkanlığa Cemil Tugay'ın seçilmesinin ardından işten çıkarmalar başladı. 

İzmir Büyükşehir Belediyesi'ne ait İzenerji'de ve İzdoğa şirketlerinde çalışan işçiler işten çıkarıldı. Geçtiğimiz günlerde üst düzey isimlerde değişiklikler yapılırken, bu kez İzdoğa'da 40, İzenerji'de de 21 kişinin işine son verildi.

İşbaşvuruları eskiye dayanan ve işten atılan işçilerin işe başlangıç tarihlerinin 1 Nisan 2024 olduğu öğrenildi. İşveren işçilere haklı bir gerekçe olmadan "4 numaralı kodla" işten çıkış verdi.

İşe alımlar sürüyor

İşten atılan işçiler arasında çalıştığı birimde işe giren kişilerin evraklarını kayıt altına alan bir işçi de var. İşten çıkarılanlara "tasarrufa gidileceği" söylenirken, soL'a konuşan işçi "her gün en 8 kişiyi işe aldıklarını" anlattı.

Ayrıca işten atılan işçiler çalıştıkları birimlerde yetersiz personelle iş yetiştirmeye çalıştıklarını da belirtti.

İşlerinden istifa edip belediyede işe girdiler

Belediyede iş başı yapacağını öğrenen işçiler arasında çok ciddi mağduriyetler yaşayanlar var.

Bazı işçiler belediyede işe gireceği için tazminatlarını yakarak uzun yıllardır çalıştıkları eski işlerini bırakmış. Küçük bir işletmesi olan bir işçi dükkanını devretmiş.

Yine başka bir işte çalışırken belediyede işe gireceği için tazminatını yakarak işten çıkan bir işçi 2 ay sonra evleneceğini, işsiz kaldığı için zor durumda olduğunu anlatıyor. 

Çocuğu yoğun bakımda yatarken işe alındığı haberini alan bir başka işçiyse bu kez hastanede çocuğu ile ilgilenirken işten çıkarılma haberini alıyor.

'İşçilerin ekmeklerinden edilmesi sizce etik mi?'

İşçilerin anlattığına göre, haklarını aramak için sendikaya giden işçilere sendika yetkilileri de deneme sürecinin 2 ay olduğunu söylüyor ama sözleşmede deneme süresi "1 ay" yazıyor.

Derdini anlatmak için CHP Genel Başkanı Özgür Özel’e ulaşmaya çalışan bir işçi Özel’in özel kalemi ile görüşüyor ve özel kalem de “Tunç Soyer’in 1 Nisan’da yeni işçileri iş başı yaptırması sizce etik mi?” diyor. 

İşçilerse “Eski başkanla yeni başkan arasındaki anlaşmazlık yüzünden işçilerin ekmeklerinden edilmesi sizce etik mi, bizim işe giriş süreci 41 hafta önce başlayan arkadaşlarımız var?” diye soruyorlar.

'Bizi oyalamaya çalıştıklarını düşünüyoruz'

İşçiler işe dönene kadar mücadelelerini sürdüreceklerini belirtirken işten çıkarılan bir işçi şunları anlatıyor:

"21 kişi İzenerji şirketinden atıldık. 1 Nisan işe başlama tarihimiz, 10 Mayıs'ta işten çıkışımız verildi. Çıkma sebebimiz olarak 'personel fazlalığı' gösterildi. SGK'de 04 koduyla çıkışımız yapılmış yani haklı sebep gösterilmeden işveren tek taraflı sözleşmemizi feshetti.

3 kişi anaokulu öğretmeniyiz, çocuk gelişim mezunuyuz. Biz İzmir Büyükşehir Belediyesi masal evlerinde çalışıyorduk. Burada kendi sınıflarımız vardı, çocuklarımız vardı. Boş boş oturmuyorduk yani. 

Diğer arkadaşlar da Sosyal Hizmetler Daire Başkanlığı'nda, bir arkadaşımız da huzurevinde çalışıyordu. Eşrefpaşa Hastanesi'nde tıbbi sekreter olarak çalışanlar da vardı. Büro personelleri de vardı.

İşin özü bize 'personel fazlası' diyerek çıkışımızı verdiler, 1 sene personel almayacaklarını tasarrufa gideceklerini iddia ediyorlar. Ama seçim arifesinde işe girdiğimiz için asıl neden siyasi diye anlıyoruz. Toplu iş sözleşmemizde deneme süremiz 1 ay olarak geçiyor. Biz 40. gün işten çıkarıldık. Bu konuda da bir karışıklık var. Sözleşmemizde 1 ay yazıyor ama DİSK Genel-İş Sendikası bize, 'Orada bir ay yazıyor ama siz daha bir ay maaşınızı asgari ücret aldınız, deneme süresi bitince. Sonra sendikanın hak edişleriyle maaş almadınız' diyor. Ancak bize avukatlar 10 gün geçtiğini o süre içerisinde sendikalı olarak devam ettiğimizi söylüyor. Bizi oyalamaya çalıştıklarını düşünüyoruz.

Yıllardır kolejde çalışıp öğretmenlik yaparken tazminatlarını yakıp yıl ortasında istifa edip gelen arkadaşımız var mesela. Başka bir arkadaşımız yine aynı şekilde tazminatını yakmış. Birimizin 18 gün sonra düğünü var. Herkes mağdur oldu. Hepimiz işimize geri dönmek istiyoruz."

                                                               /././

Çürümenin dibinde (Mesut Odman)

Çürümeyi ve onun ulaştığı düzeyi betimlemekte katkı sağlayabilecek bir sözcük daha var, diyebiliriz. İlk bakışta belki abartılı gelebilecek o sözcük “parçalanmışlık”tır.

Dibinde yerine doruğunda demiştim önce. Doruk sözcüğüne kendi başına olumlu bir anlam yüklenebildiği düşüncesiyle, sonradan değiştirdim. Ama böyle deyince de bir kötülüğün ulaşması mümkün olan en son nokta anlaşılabiliyor, öyle bir çağrışıma yol açılıyor sanki. Oysa, hiçbir kötülüğün, buradaki örnekte çürümenin en uç noktasına ulaşmak mümkün değil, diyemesek bile, hiç de kolay görünmüyor. Yaşadıklarımızdan öğrenmiş, hâlâ da öğreniyor olmalıyız.

Ülkemizde çok uzun süredir yaşadıklarımız, neredeyse her gün bir önceki günü aratır olmak üzere, çürümenin dibini bulmanın kolay olmadığını gösteriyor.

Bizim büyüklerimizin, ondan çokça etkilenmiş olanların deyişiyle İhtilal-i Kebir’in herhalde en unutulmaz kahramanı sayılabilecek Robespierre’in çok uzağında olduğu söylenmiş “çürüme”den söz etmek değil asıl niyetim. İhtilal yılında 31, giyotine gönderildiğinde ise sadece 36 yaşında olan bu büyük devrimci için yapılan yakıştırmanın dilimize “çürütülemez” ya da “yoldan çıkarılamaz” biçiminde aktarılabileceğini biliyoruz. Gerçekten de, kısa ömrünü son derece mütevazı koşullarda geçirmiş, örneğin, bir marangozun pansiyonunu mesken tutarak yaşamıştır.

Benim burada değinmek istediğim, bizim ülkemizde bu örneğin tam karşıtında bir ömür süren yöneticiler ile politikacılar değil. Onların içinde yaşadıkları, canla başla savunup yönettikleri düzenin hemen hemen bütün kurumlarında, git gide toplumsal hayatın bütün alanlarında gizlenemez duruma gelmiş çürümeden söz ediyorum. Bununla birlikte, çağdaşımız olan çürümenin nesnel zemininin emperyalizm aşamasındaki kapitalizm olduğunu, ayrıca, kendi “mezar kazıcıları”nı da zaman zaman çok ağırlık kazanan etkileri altına alacak kadar yaygınlık kazandığını eklemeden geçmeyelim.

Çürümeden söz edilebilmesi için ise sürecin başlangıcında tanımlanarak amaçlanmış olması gereken durumdan farklı bir durumun, bunu gösteren özelliklerin ortaya çıkması; bunların da bir gerileme, bozulma, yozlaşma, alçalış, çöküş anlamını taşıması gerekiyor. Dolayısıyla, çürüme, hem bu sözcüklerin dile getirdiği anlamların tümünü birden içeriyor, hem de bu olguyu anlatırken o sözcükleri bir arada ya da birbirlerinin yerine kullanmak mümkün olabiliyor.

Türkiye kapitalizminin ne kadar kalabiliyorsa o kadar ayakta kalabilmesini, şu ya da bu düzeyde işler durumda olmasını sağlayan bütün kurumların biraz önceki cümlelerde sıralanan ve benzerlerinin de eklenebileceği sözcüklerle anlatılabilecek bir çürümenin içinde bulunduğu, en yetersiz gözlem gücüyle bile saptanabiliyor. Bunun yanı sıra, çürümeyi ve onun ulaştığı düzeyi betimlemekte katkı sağlayabilecek bir sözcük daha var, diyebiliriz. İlk bakışta belki abartılı gelebilecek o sözcük “parçalanmışlık”tır.

Parçalanmışlık Türkiye kapitalizminin hemen hemen bütün önemli kurumlarında az çok belirgin bir görünüm kazanmış durumdadır ve hem çürümeyle birlikte ilerlemekte hem de onun düzen açısından yarattığı tehlikeleri çoğaltmaktadır. “Az çok” dememin nedeni, bu görünümün bazı alanlarda ve kurumlarda henüz yeterince açıklığa kavuşmamış olmasıdır. Yoksa, bu parçalanmanın tümüyle uzağında kalmış hiçbir kurum bulunmadığını öne sürmekte, bilimsel anlamda herhangi bir ihtiyatsızlık görülmemelidir.

Bu olgunun, geçmişinin uzunluğuna ve her bir parçanın göreli gücüne bağlı olarak, birtakım sürtüşme ve çatışmaları gündeme getirmesi doğaldır. Bu sürtüşmelerle çatışmaların sertliği ya da şiddeti, açık ve gizli iktidar koalisyonlarındaki tarafların kısa ve uzun erimli beklenti ve amaçlarıyla bunları yönetme becerilerinin, siyasal iktidar içindeki konumlanışlarının yanı sıra bütün bunlarla da bağlantılı uluslararası ilişkilerinin türevleri olarak azalıp çoğalmaktadır. Şu sıralar bu sürtüşme ve çatışmalarda fark edilebilir bir artış gözlenmekle birlikte, bu artışın birincil ortak konumundaki sınıflar, partiler ve politikacıların yönetip yönlendirme yeteneğini aşabilecek bir nicelik ve niteliğe ulaştığını, hatta çok kısa dönemde ulaşabileceğini gösterir bir değişim yoktur.

Bazı genellemeler yapmaya çalışırken böyle oldukça kapalı sayılabilecek bir üslup ortaya çıkmış oldu; bir bakıma doğal karşılanabilir. Göreli bir açıklıkla devam edip bitirelim.

Hangi düzeylere ulaşmış ve ne kadar yaygınlaşmış olursa olsun, bu parçalanmışlık olgusunun, siyasal iktidarın önlem ve karşı saldırı imkânlarını ortadan kaldırdığı ya da ciddi ölçülerde azalttığı düşünülmemelidir. Biliniyor, demokrasinin kendini koruma ihtiyacını, hem de hakkını kimse elinden alamaz, denilmiştir. Diyenlerin yapabilecekleri, sınırsızlıkla kısıtlanmıştır; bu da biliniyor.

Bu ölçülere varabilecek bir güncel örnek, artık “etki ajanlığı” kodlaması ile anılabilecek kadar konuşulur olmuş “gayet demokratik” önlem ya da önlemlerdir. “Demokratik” demekle bir alaysılamaya başvurmak niyetinde değilim. Bu tür önlemler, çoğu kez aynı gerekçeler ve sözcüklerle, Batı’nın en ileri demokrasileri sayılan ya da sanılan ülkelerde de uygulanıyor. Nitekim, bugünlerde güncellik kazanan bu “etki ajanlığı suçu” ve ona karşı alınan önlemler konusu, ABD’sinden Avrupa’sına kadar birçok ülkede pek de yeni olmayan önlemler arasında. En son, AB’ye kapılanma peşine düşürülmüş zavallı Gürcistan’ı da karıştırıp duruyor; az çok izleyebiliyoruz. Gerçi epey karıştılar ama, sonunda geçirdiler yasayı. AB’den nemalanıp duranların canlarına okumak için yeni bir araç bulmuş görünüyorlar. Büyük devrimciler yetiştirmiş Gürcü halkına ayıp etmek gibi olmasa, “yesinler birbirlerini” demek geliyor insanın içinden.

Bizimkiler de çeşitli önlemler alacak elbet. Dünyanın demokrasileri, oralardaki bilcümle demokrat hükümetler yapıyor da bizimkiler yapınca mı göze batıyor? O özdeyişi biraz önce yazdık: Demokrasinin kendini koruma hakkını kimse elinden alamaz.

Demokrasinin beşiği sanılan diyarlarda yaşadıklarına övgüye değer bir zihin açıklığıyla tanıklık edip bize aktaran Çağdaş Gökbel’in geçen yıl 27 Haziran’daki yazısında görünce bir kenara not ettiğim sözle bu yazıya son verelim. Tanıdık bir isim, birçok oyunun yanı sıra Dorian Gray’in Portresi’nin yazarı, geçen yüzyıl boyunca ve hâlâ dillerde dolaşan dizelerin şairi Oscar Wilde, daha on dokuzuncu yüzyılın sonu gelmemişken şöyle diyordu:

Bir zamanlar demokrasiden büyük şeyler umulmuştu, fakat demokrasi sadece halkın halk için halk tarafından sopalanması demektir. Gerçek yüzü ortaya çıkmıştır.” 

                                                           /././

Şi'nin Avrupa turu: Çin Avrupa'da siper mi kazıyor?(Nagehan Çınar)

Şi Cinping'in geçtiğimiz hafta düzenlediği Avrupa turu, Rusya-Ukrayna Savaşı'nın geldiği aşama da düşünülünce uluslararası taraflaşma dinamiklerinde yeni bir sayfaya işaret ediyor olabilir.

Şubat 2022'de Rusya'nın Ukrayna topraklarını işgal etmesiyle başlayan Rusya-Ukrayna Savaşı'nda yavaş yavaş yeni bir dönemece girildiğinin sinyalleri verilirken1 Çin Devlet Başkanı Şi Cinping 5-10 Mayıs'ta Fransa, Sırbistan ve Macaristan olmak üzere 3 ülkeyi kapsayan 5 günlük bir Avrupa turuna çıktı. Anımsattığımız yazıda da işaret edilen, yorucu savaşın artık bir şekilde bir sonuca bağlanmak istendiğine dair sinyallerle birlikte düşünüldüğünde, Şi'nin pandemi sebebiyle 5 yıl aradan sonra gerçekleştirdiği bu Avrupa turu, emperyalist hiyerarşide yer alan kimi ülkelerdeki zayıflamalara kimilerindeki güç toplama çabalarına işaret etmesi açısından özel bir önem teşkil ediyor.

İlk durak Fransa: Ekonomi ve güvenlik açısından Fransa-Çin ilişkileri

Şi, tura Fransa'yı ziyaret ederek başladı. 

Çin ve Fransa arasındaki diplomatik ilişkilerde, II. Dünya Savaşı sonrası yani Charles de Gaulle'ün güvenlik ve dış politikada İngiltere ve Almanya’dan farklı olarak ABD'den ve Transatlantikçi çizgiden görece bağımsız bir politika izlemiş olması etkiliydi. 

Fransa, de Gaulle döneminde, 1964'te Çin Halk Cumhuriyeti'ni tanıyan ilk Batılı büyük ülke olmuştu, ki bu tarih, modern dönem Fransa-Çin diplomasisinin miladını temsil ediyor. De Gaulle, Fransa'nın ÇDH'yi tanımasına dair, "Çin devasa bir yer. Sanki hiç yokmuş gibi yaşamak körlük olurdu. Çin'in geçmiş yıllarda olduğu gibi gelecek yüzyıllarda da dünyanın en büyük gücü olabileceği göz ardı edilemez" ifadelerini kullanmıştı.

Avrupa'nın daha başına buyruk çocuğu olan Fransa'da Macron hükümeti de bir ölçüde bu geleneğin çizdiği sınırlar içinde hareket ediyor. Macron hükümetinin ABD'ye karşı Çin'le yakınlaşmasının bir sebebi ekonomik. Fransa Çin'in en büyük ticaret ortağı hâline gelmiş vaziyette. Fransa Çin'in Avrupa Birliği içindeki en büyük üçüncü ticaret ortağı. Nükleer enerji ve havacılık alanında da etkisini artırdığını kaydetmek gerek. Çin kendi rekatörü Hualong'u Fransa yardımıyla geliştirirken, Çin'de faal hâldeki 7 bin Fransız şirketinden biri olan Airbus da şu an Çin'de havacılık pazarının yüzde 54'ünü elinde tutuyor, üretimine hız vermek için Tianjin'de de bir üs kurdu.

Diğer sebep ise güvenliğe ilişkin. ABD, 2021'de Avustralya ve İngiltere'yle birlikte Çin'e karşı kurduğu AUKUS isimli askeri ittifaka Fransa'yı almadı. Bu pakt nedeniyle Avustralya hükümeti Fransız Naval firmasıyla 2016 yılında imzaladığı ve 12 denizaltı yapılmasını öngören toplam 90 milyar dolarlık denizaltı projesini de iptal edince diplomatik bir kriz yaşanmış, Paris yönetimi Avustralya'nın başkenti Canberra'daki ve Washington'daki büyükelçilerini geri çekmişti. Mesele, dönemin Fransız dışişleri bakanı tarafından "arkadan hançerleme" olarak nitelendirilmişti. İşte, Macron hükümetinin kullandığı, Avrupa'nın ABD'den ziyade kendi çıkarlarına uygun davraması gerektiğini ifade eden "stratejik özerklik" kavramı da o günden bugüne daha sık dile getirilir oldu.

Şi'den önce Scholz'un ziyareti

Stratejik özerklik yaklaşımı, Fransa'nın ABD ve Çin arasındaki Tayvan anlaşmazlığına taraf olmayacağını ilan etmesiyle iyice pekişmiş oldu. Macron'un 2023'te Pekin'e düzenlediği ziyaretin dönüşünde basına sarf ettiği, "Avrupalılar olarak yapacağımız en kötü şey, bu konuda ABD'nin peşine takılmak ve onun gündemine göre tavrımızı belirlemek olur" sözleri, ABD'den ve Avrupa'daki Transatlantikçi kesimden epey tepki çekmişti. Avrupa ülkelerinin Washington'un "vassalı" hâline gelmemek için ABD dolarına olan bağımlılıklarını azaltmaları gerektiğinin de altını çizmişti Macron.

Almanya Şansölyesi Olaf Scholz da, Macron'a, Şi'den önce bir ziyarette bulundu. Bu ziyarette, AB Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen'in de Şi'nin ziyareti sırasında Macron'a eşlik etmesi kararlaştırıldı. Bu mesajı iki türlü okuyabiliriz: ABD'den sonra en büyük ikinci güç olan Çin'e karşı bir de yekpare bir üçüncü AB cephesini göstermek ya da "ailenin başına buyruk çocuğu" Fransa'nın Çin'in etki alanına girerek, Çin'in Avrupa'da önemli bir mevzi kazanmasını önlemek.

Fransa'yı kaybetme ihtimali Avrupa'yı ve ABD'yi neden endişelendiriyor?

Fransa Çin'in yatırımlarından faydalanmak istiyor, bilhassa elektrikli araç bataryaları konusunda, bu nedenle kapılarını Çin'e açık tutuyor. Çin, geleneksel otomotiv sektöründe Avrupa ve ABD ile rekabet edebilecek bir motor teknolojisi geliştirmekte geç kaldığından, elektrikli araçlar konusunda sahip olduğu güç, otomotivde tüm dengeleri değiştirebilir vaziyette. Pazarın yüzde 56'sını elinde bulundurarak hâkim güç konumunda. Bu durum, Avrupa ve ABD'yi endişelendiriyor çünkü bu pazarda Çin'e bağımlı durumdalar.

Elektrikli araç pazarı ve lityum-ion bataryalar konusunda uzmanlaşmış veri analitiği şirketi Benchmark Minerals'ın tahminlerine göre, Çin'in 2031 itibariyle Avrupa'da sahip olacağı 332 gigawatt/saat (gwh) üretim kapasitesi, onu Avrupa'nın en büyük batarya tedarikçisi konumuna getirecek. İkinci sırada Güney Kore, ardından da Fransa ve İsveç gelecek. ABD'nin Avrupa batarya pazarında beşinci sırada olması, elektrikli araç devi Tesla'nın Berlin'deki fabrikasına rağmen Almanya'nın ise altıncı sırada yer alması öngörülüyor. 

Fransa elektrikli otomobil pazarında Çinli üreticilerle rekabet etmek için ilk batarya fabrikasını geçtiğimiz yıl ülkenin kuzeyindeki Billy-Berclau'da Automotive Cells Company (ACC) adıyla Fransız enerji devi TotalEnergies, Mercedes-Benz ve Peugeot, Fiat ve Chrysler'ın çatı şirketi Stellantis ortaklığında kurdu. 

Bir elektrikli aracın değerinin yüzde 30 ila 57'si bataryadan oluşuyor. Üstelik, elektrikli araç bataryalarının üretiminde maliyetin yarısından fazlasını oluşturan katot üretimi, yani manganez, kobalt, nikel ve lityum gibi materyallerin kullanıldığı üretim süreci, bu ender bulunan minerallere olan talebi de artırıyor. Bu anlamda, Fransız endüstriyel mineraller grubu Imerys de, Avrupa'nın elektrikli araçlara geçişini desteklemek için 2027 yılına kadar kıtanın en büyük lityum madenlerinden birini Fransa'nın Allier bölgesinde yer alan Beauvoir sahasında açmayı planladığını duyurdu. Yani Fransa ABD, Avrupa ve Çin için vazgeçilemeyecek ya da cezbedici bir konumda.

Sırbistan ziyareti

Şi, ikinci ziyaretini Sırbistan'a gerçekleştirdi. Ziyaret, NATO'nun Sırbistan'da bulunan Çin büyükelçiliğini bombalamasının 25. yıldönümüne denk geldi. 7 Mayıs 1999'da NATO'nun Yugoslavya'yı bombalaması sırasında ABD'ye ait beş JDAM güdümlü bomba Yugoslavya Federal Cumhuriyeti'nin başkenti Belgrad'da bulunan Çin büyükelçiliğini vurmuş, üç Çinli haberci bombalama sırasında hayatını kaybetmişti. Dolayısıyla, ziyaretin zamanlaması iki ülke arasındaki ilişkilere dair çok şey söyleyen sembolik bir önem de taşıyor.

İki ülke arasındaki ilişkiler, Yugoslavya'nın 1 Ekim 1949'da Çin Halk Cumhuriyeti'ni tanımasıyla başlamıştı. Yugoslavya dağıldıktan sonra Çin, Sırbistan'la ekonomik açılıma diğer eski Yugoslavya ülkelerine göre geç başlayabildi. Ağustos 2009'da da, karşılıklı toprak bütünlüğüne saygı, ticari kalkınma planları, kültürel, teknolojik ve bilimsel alışveriş gibi çeşitli konuları kapsayan bir "stratejik ortaklık" anlaşması imzalamıştı.

'Stratejik ortaklık'tan 'ortak geleceği paylaşan topluluk'a

Fakat bu ziyaretin sonunda iki ülke arasında "ortak geleceği paylaşan topluluk" bildirisi imzalandı ve bir basın açıklamasıyla kamuoyuna duyuruldu.

Çin, diplomaside "ortak geleceği paylaşan topluluk" ifadesini, ikili ve çok taraflı işbirliklerini tanımlamak için de kullanıyor.

"Ortak geleceği paylaşan Çin-Kamboçya topluluğu", "ortak geleceği paylaşan Çin-Güney Afrika topluluğu" gibi ifadelerde iki ülke arasındaki hedef ortaklığı ve bu yöndeki işbirliklerinin altı çiziliyor. İki ülke arasındaki ilişkilerde "stratejiden" "ortak gelecek"e dönüşen bu ton farkı, birbirlerine olan ihtiyaçlarına ve ittifaklarının mahiyetine dair çok şey söylüyor.

Tabii, Sırbistan'ın AB üyesi olmadığını da unutmayalım; üstelik AB üyeliği de yakın görünmüyor, zira Sırbistan Rusya-Ukrayna Savaşı'yla beraber AB'nin Moskova'ya uyguladığı yaptırım furyasına katılmadı, ayrıca NATO katliamları ülkeyi Rusya ve Çin kampıyla işbirliği yapmaya ittiriyor. Enerji güvenliği başlığında da Rusya'yla yakın ilişkilere sahip olması iki ülkeyi birbiri için makul müttefikler hâline getiriyor. 

Savunma sanayiinde işbirliği ve 28 anlaşma

Geçtiğimiz yıl, Sırbistan'ın Çin'den FK-3 hava savunma sistemleri satın aldığına dair bir haber Batı dünyasında tepkilere sebep olmuştu. Çin ve Sırbistan uzun süredir savunma sanayiinde işbirliği yapıyor, yine geçtiğimiz yıllarda Çin'den satın alınan CH-95 ve CH-92A İHA'ları da buna birkaç örnek. Bu ziyaretle beraber bu işbirliği derinleşmiş görünüyor. 

Ağırlıklı Arnavut nüfusuyla Sırbistan'da özerk bir bölge olarak bulunan Kosova, ABD'nin Arnavut milliyetçiliğini kullanmasıyla bir iç savaşa sürüklenmiş, emperyalistler tarafından NATO birliklerinin Kosova'ya yerleştirilmesi öngörülmüştü. Sırbistan NATO birliklerini istememesi üzerine NATO'nun Sırbistan'ı aylarca bombalayıp, sayısız katliama imza attığı düşünülünce Kosova'yı Sırbistan'ın bir parçası olarak gördüğünü ifade eden Çin'le gerçekleştirilen bu işbirliği daha iyi anlaşılıyor.

Savunma sanayiindeki işbirliğinin yanı sıra, ziyaret sırasında iki ülke arasında 28 anlaşmanın imzalanmış olması da dikkat çekici. Bu anlaşmaları, hâlihazırda geçtiğimiz yıl imzaladıkları ve Sırbistan'ın Çin'e yaptığı ihracatta uygulanan gümrük vergilerinin yüzde 95'ini kaldırmayı öngören Serbest Ticaret Anlaşması'yla birlikte değerlendirmemiz gerekiyor.

Bu anlaşmalar, ikilinin Kuşak Yol Projesi çerçevesindeki işbirliğini sürdürmeye yönelik ortak çalışmaları da içeriyor. Örneğin, Sırbistan'daki Smederevo Çelik Fabrikası'nın yeniden canlandırılması, Belgrad-Budapeşte yüksek hızlı tren projesi ve Belgrad-Novi Sad bağlantısı da bu çerçevede yer alıyor. Yine Çin-Sırbistan ortaklığında inşa edilen Saraorçi Güneş Enerjisi Santrali projesi de iki ülke arasındaki yeşil enerjiye dair işbirliğine işaret ediyor.

Belgrad'da Çin Kültür Merkezi

Yine ziyaret sırasında, Belgrad'daki bombalanan Çin büyükelçiliği binasının yerine açılan Çin Kültür Merkezi, Çin'in Sırbistan'da sadece askeri ve ticari yatırımlarla değil, bir "hikâyeyle de" var olmaya çalıştığını gösteriyor. Dünyada diğer örneği Moskova'da bulunan bu kültür merkeziyle Çin'in güttüğü amacı yazının sonunda tartışacağız ancak burada da değinmiş olalım.

Macaristan ziyareti

Şi'nin Avrupa turu kapsamında ziyaret ettiği son ülke Macaristan oldu. Macaristan, Avrupa Birliği'ne üye ancak AB içerisinde muhalif konumda. Üstelik 2022'de başlayan Rusya-Ukrayna Savaşı da Macaristan ve AB arasındaki uçurumu derinleştirmiş vaziyette; zira Macaristan da, tıpkı Sırbistan gibi, "Bu bizim savaşımız değil" diyerek hem Rusya'yla yakın ilişkilerini sürdürdü hem de Ukrayna'ya yardım etmekten kaçındı. Ukrayna'nın batısındaki Transkarpatya bölgesinde bir Macar azınlık yaşıyor ve Ukrayna ile Macaristan ilişkileri bu nedenle gerilimli.

Ayrıca, Pekin'deki diğer AB ülkelerinin büyükelçilikleri, Macaristan'ın ortak bir Çin politikasına varmalarını engellediğinden şikayet ediyor. Elbette burada da Sırbistan'ınkine benzer bir motivasyon söz konusu. ABD ve AB ile Macaristan arasında da tarihi husumetler bu konumlanışları şekillendiriyor. 

Avrupa'ya ithamlar

Geçtiğimiz Mart'ta, Macaristan'ın ulusal bayramı nedeniyle düzenlenen törende konuşan Macaristan başbakanı Viktor Orbán, AB'yi işgalci imparatorluklara benzetmişti. "Brüksel Macaristan'a göz diken ilk imparatorluk değil" diyen Orbán, "Geride kalan 500 yılda imparatorluklar bize boyun eğdiremeyeceklerini sonunda anladılar. Önce Hilal'in (Osmanlı İmparatorluğu) gücü tükendi, sonra İki Başlı Kartal (Avusturya Monarşisi), ardından da Kızıl Yıldız (SSCB) pes etti!" demişti.
Yine Avrupa'da ABD'ye yakın olan hükümetlerin sesinin daha yüksek çıktığını söyleyen Orban, "Ben sık sık Brüksel'de bazı kararların Avrupa'nın değil Amerika'nın çıkarlarını gözettiğini hissediyorum" diyerek ABD ve AB ile aralarında bulunan açıkça ifade ediyor.

Doğu Açılımı Stratejisi

Fakat bu uçurumun bir nedeni de, Macaristan'ın dış politikada "Doğu Açılımı Stratejisi" kapsamında Moskova'yla kurduğu yakın ilişkilerden kaynaklanıyor. 1989'da yaşanan karşı devrimle birlikte Macaristan, ABD ve Batı Avrupa'nın güdümündeki Avrupa-Atlantik ittifakına paralel bir dizi dış politika hamlelerinde bulunmuştu. Ardından AB ve NATO üyelikleri gelmiş, Batı dünyasına entegre olmanın ilk adımlarını atmıştı. Fakat 2010'da seçimleri Viktor Orbán ve lideri olduğu merkez sağ Fidesz-Macar Yurttaş Birliği partisinin kazanmasıyla Macaristan'ın bu dış politika yaklaşımı değişmeye başladı. Başbakan Orbán ve hükümeti, Doğu Açılımı Stratejisi ile rotayı Rusya, Çin, Türkiye, Azerbaycan, Orta Doğu ülkeleri ve Kazakistan, Özbekistan, Kırgızistan, Türkmenistan gibi Orta Asya Türk cumhuriyetlerine çevirdi.

Doğu Açılımı Stratejisi ve Kuşak Yol Projesi eşgüdümü

Budapeşte bu stratejiyle Çin'in Kuşak-Yol Projesi'ni eşgüdümlü görüyor, aynı bakış açısı Çin için de geçerli. Ayrıca Macaristan kendine Çin tarzı bir modernleşme ve kalkınma planını model alıyor. Çin ile Kuşak Yol Projesi kapsamında işbirliği anlaşması imzalayan ilk Avrupa ülkesi olan Macaristan, kısa sürede Çin-Avrupa yük trenleri için bir dağıtım merkezi ve Çin ile Avrupa arasındaki lojistik taşımacılık koridorunun önemli bir halkası hâline geldi. Macaristan-Sırbistan demiryolu projesi ve Çinli batarya üreticisi CATL ile elektrikli araç üreticisi BYD'nin Macaristan'da kurulan ve Avrupa'da ilk olan üretim tesisleri yine bu kapsamdaki işbirliklerine örnek verilebilir.

Çin'in Great Wall Motor şirketi için Macaristan'da bir elektrikli araç fabrikası kurma ihtimali de Şi'nin ziyareti sırasında masadaki konulardan biriydi. Öte yandan, altyapı, inşaat, enerji ve sanayi sektörlerini kapsayan bir dizi anlaşma ile iki ülkenin tüm nükleer enerji kaynaklarını kapsayan bir işbirliği de yine gündemde. Çin, Çin'e ait işletmelerin Macaristan'daki toplam yatırımlarının bu yılın sonuna kadar 30 milyar avroya ulaşabileceğini tahmin ediyor.

Çin'in gündemi ne?

Peki, tüm bunlar ne demek? Bahsi geçen ülkeler arasındaki ilişkilerin güncel durumunu kavramak için serimlenen bir dizi tarihsel bilgi ve anlaşmaların içeriklerine dair kafa karıştırıcı, insanın okurken hızla geçiverdiği bu istatik manzumeleri ne anlama geliyor? 

Foreign Affairs gibi ABD menşeili uluslararası ilişkiler ve siyasetbilimi dergilerinde Avrupa Birliği'ndeki derinleşen çatlaklara ilişkin yayımlanan, "Görüş farklılıkları iyidir, ABD'yi hizaya çekmek için özerk bir Avrupa da gerekiyor" kabilinden yazılara2 aldanmayalım. Durum, başlığın da anıştırdığı gibi, ABD'nin hegemonyasının sarsılmasıyla doğan boşluklarda siperlerin kazıldığına işaret ediyor.

Çin etki alanını genişletip gerçek bir kutup hâline gelebilmek için gerçekleştirdiği altyapı yatırımları, ticaret işbirlikleri ve borçlandırma stratejisini artık bir "hikâye"yle de güçlü bir şekilde destekleyebilir vaziyete geliyor gibi görünüyor. 

Barış ve pazarlık masasında arabuluculuk rolü

En başa yazalım ki Çin, ABD ve Avrupa'daki Transatlantikçi kesimle arası bozuk Avrupa ülkeleri ile olan ilişkilerini, Kasım'da ABD'de gerçekleşecek seçimleri düşünerek de geliştirmek istiyor. Şi'nin ziyareti sırasında hepsiyle çeşitli güvenlik anlaşmaları imzalandı. Zira Trump'ın seçilme ihtimali Çin'in işlerini zorlaştıracak. 

Diğer yandan, Çin'in dost kazanma konusunda elini güçlendiren bir şey var, o da yazının en başında Rusya-Ukrayna Savaşı'nın bir yere bağlanmak istendiğine dair anımsattığımız yaklaşım. Savaşın başından beri ABD'nin zoruyla Rusya'ya uygulanan yaptırımların içeride güç duruma düşürdüğü Avrupa ülkeleri, savaşan taraflar arasında kurulacak pazarlık masasına Çin'in öncülük etmesini istiyor, dolayısıyla bu açıdan Çin'le ilişkilerini geliştirmek istiyorlar.

Çin bu boşluktan yararlanmakla kalmıyor, bunu sistematikleştiriyor da. Çin hükümetinin üst düzey bir danışmanının, temmuzda Financial Times'a, Putin'in nükleer silah kullanmasını engellemenin Pekin'in Avrupa'yla bağları onarma kampanyasının merkezi bir parçası olduğunu söylediğini hatırlatalım. Ayrıca Çin, Avrupa'nın Rusya'yı nihai düşman olarak gördüğü gerçeğini de atlamıyor. Çin'in Avrupa Birliği Büyükelçisi Fu Cong, geçtiğimiz haziranda El Cezire'ye verdiği röportajda Moskova'nın Ukrayna topraklarını ilhakını tanımadığını, Pekin'in Ukrayna'nın Kırım dahil tüm topraklarını geri alma hedefini destekleyebileceğini açıklamıştı.

Çin bunu bir adım ileriye taşıyarak, 15-16 Haziran'da İsviçre'nin ev sahipliğinde düzenlenecek Ukrayna Barış Konferansı'na katılacak ve bu konferansı uluslararası nüfuzunu artırmak için kullanacak.

Çin'in yumuşak güç araçları

Çin'in bu hamlesi aslında yumuşak güce dayanan genel dış politika stratejisiyle de uyumlu. Yumuşak güç, uluslararası sistemde nüfuz alanını genişletmek, güç biriktirmek ve diğer aktörlerin davranışları üzerinde belirleyici olabilmek için çatışmaya mahal vermeden, uzlaşmacı bir zeminde isteklerin elde edilmesi anlayışı doğrultusunda uygulanıyor ve zamana yayılmış, sabırlı bir süreci gerektiriyor. Yumuşak gücü, ülkenin kültürel cazibesi, diplomatik gücü, yüksek öğrenim sistemlerinin uluslararası itibarı, ekonomik modellerinin cazibesi ve medya gücü oluşturuyor. Yani esasen rıza üretiminden bahsediyoruz.

Ziyaret ettiği üç ülkedeki etkiniğine bakarsak, Çin'in kıtadaki nüfuzunu derinleştirecek bir rıza inşası için de kolları sıvadığını fark ediyoruz. Sırbistan'da bombalanan büyükelçiliğin yerine açılan kültür merkezi bu açıdan son derece sembolik. Ek olarak, Kuşak Yol Projesi de Çin'in yumuşak güç araçlarından biri; zira Çin bu projeyi, Batı'nınkilerin aksine, iç işlere karışma amacı olmayan, salt kalkındırma amacı güden bir proje olarak propaganda ediyor. Çünkü Batılı devletler hibede bulundukları ülkelerden paranın nerede ve nasıl kullanılacağına dair birtakım şeffaflık mekanizmalarına sahip olma önkoşulları sunuyor, hibleri iç işlerine karışma sebebi hâline getiriyor. Çin'in "hikâyesi" belki hâlâ tek başına güçlü değil ancak emperyalist sistemde oluşan çatlaklara yerleşip oyun kurma kabiliyetini, buna hız verdiğini gözden kaçırmamak mühim. 

Özetle, Çin'in (bu yazı için Avrupa'da) kısa ve uzun vadede müttefik kazanma hamlelerini okurken abartılı çıkarımların gürültüsüne karşı temkinli olmamız gerekiyor ancak emperyalist düzenin derinlerden gelen kazma kürek seslerine karşı da uyanık olmak zorundayız ki karşısında dünya emekçi halklarının gür sesini örgütleyebilelim.

                                                         /././

Ülkenin en kötü ev sahibi: Türkiye Diyanet Vakfı sonunda kiracılarını bezdirdi (Nurdan Yıldırım)

İstanbul Üsküdar’daki site sakinleri, ev sahipleri olan Türkiye Diyanet Vakfı’nın yıllara yayılan baskıları sonucunda bu hafta sonu evlerini tamamen kaybedecek gibi görünüyor.

“Garibanın yoksulun derdine derman olacağını iddia eden, Cuma hutbelerinde ‘kiracınıza iyi davranın’ diyen kurum kendi kiracısına bu zulmü reva görüyor.”

Bu sözlerin sahibi, Yakup Aksoy. Üsküdar Çengelköy’de bulunan 29 Mayıs Sitesi sakini. Çok sayıda diğer site sakiniyle birlikte, aylardır sitenin girişinde direnişte. Akşamları ateş yaktıkları bir varilin etrafına dizilmiş sandalyelerde, barınma haklarına sahip çıkmaya çabalıyorlar.

Ancak sürecin sonuna gelindi gibi görünüyor. 21 yıldır sitede kiracı olan Hayri Öğretici, “Hafta sonuna kadar kolluk kuvvetlerini siteye sokmakla tehdit ediyorlar” diyor.

Aksoy, dört çocuk sahibi. Çocuklar, siteye yakın okullarda okuyor. “Bölgede taşınabileceğimiz bir ev yok. Vakıftan çocukların okulunun tatile girene kadar vakit istedik, vermediler” diyor.

“Vakıf” dedikleri, Türkiye Diyanet Vakfı. Site bu vakfa ait. Türkiye’deki hemen tüm kamu kurumları gibi, Diyanet de şirket mantığıyla hareket ediyor. Direniş, Diyanet Vakfı Eğitim Yatırımları A.Ş.’nin rant değeri yüksek bölgedeki yapıları yıkarak yerine lüks konutlar yapmak istemesiyle başladı. 

Diyanet Vakfı ruhsatsız şirketle komplo kurdu

Sonrasında yaşananlar, Diyanet Vakfı’nın yalnızca şirket mantığıyla hareket etmediğini, para için her türlü katakulliyi göze alan bir gözü dönmüşlükle davrandığını ortaya koyuyor.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin Kadir Topbaş’ın başkanlığı döneminde bölgeyle ilgili yeni bir imar planı hazırlanmış, Boğaziçi Etkilenme Sınırları içinde kalan 12 bin metrekarelik arazinin imar planı, CHP’li İBB Meclis üyeleri tarafından yargıya taşınarak plan 2018 yılında iptal edilmişti. 

Diyanet Vakfı, daha sonra 6306 Sayılı Kentsel Dönüşüm Yasası’na göre sitedeki binaların riskli yapı olarak tespit edilmesi için harekete geçti. 8 Haziran 2022’de daire sahiplerine bilgi dahi verilmeden binalarda karot testi yapıldı. 

Ancak testi yapan Agrega Yapı’nın ruhsatının 31 Mayıs 2022 tarihinde Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından iptal edildiği ve faaliyetlerine son verildiği ortaya çıktı. Ayrıca şirketin daha karot testini yapmadan bir rapor hazırladığı ve raporda binaların “deprem riskli” olarak gösterildiği açığa çıktı. 

Yakup Aksoy, “Burada tüm süreç hukuksuz ilerledi” diyor, “Karot testi 8 Haziran’da yapıldı, sonuçların olduğu raporun belediyeye sunulduğu tarih 5 Haziran. Bu tespit edilince tüm süreç durduruldu.”

Diyanet’e Bakanlık desteği: ‘Rezerv Alan’ ilanı

Fakat Diyanet Vakfı vazgeçmedi. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, ruhsatı iptal edilmiş şirketin sahte raporuyla 10 Ekim 2022 tarihinde bölgeyi “rezerv yapı alanı” olarak ilan etti.

AKP’nin yakın zaman icatlarından olan “rezerv yapı alanı”, tek tek binaları değil, bütün bir semti, mahalleyi, ilçeyi yıkıp baştan yapma yetkisi sağlıyor. Gerekçe, deprem güvenliği. Fakat Aksoy’a göre, kendi durumlarında gerçek sebep bu değil: “Depreme dayanıklı binalara hepimizin ihtiyacı var bu bir gerçek fakat burada depremle alakalı bir dönüşüm yok. Bu bir rantsal dönüşüm. Çünkü yapılan incelemelerde binaların kentsel dönüşüme ihtiyaç duymadığı, sağlam olduğu ortaya çıktı. İTÜ’den gelen profesör hocamızın mahkemeye sunmuş olduğu rapor da var.”

Site sakinleri direnişe geçti, Diyanet elektriği kestirdi

Site sakinleri geçtiğimiz Aralık ayında direnişe başladı. Bütün kış, site girişindeki varilden yükselen alevin etrafında toplanıldı. Hukuki mücadeleden sonuç alınamayacağını düşünmeye başlamışlardı.

Nitekim, öyle de oldu. Açılan davalar sonucunda alınan 19 yürütmeyi durdurma kararı, geçtiğimiz günlerde iptal edildi. 

Bunun üzerine Diyanet Vakfı’nın baskısı hız kazandı. Ruhsatsız şirkete testsiz rapor hazırlatmaya benzer bir ayak oyunu devreye sokuldu.

“Yaklaşık 10 gün önce AYEDAŞ’tan gelmişler. Güvenliğimiz yok ama eski hizmetli arkadaşımız kapıda duruyordu ona kağıt vermişler, ‘site sakinlerini bilgilendirin iki gün sonra elektrikler kesilecek’ demişler. Ankara’dan talimatla buraya yönetici olarak gönderilen kişi anında kağıdı bizim arkadaşımızdan almış. İki gün sonra elektriği kesmeye geldiklerinde öğrendik.”

Hayri Öğretici, olayı böyle anlatıyor.

Aksoy ailesi, elektrikler kesildikten sonra dahi evlerinde oturmayı sürdüren üç haneden biri. Yakup Aksoy, “Elektrikler kesilmeden önce gönderilen kağıt, bizden gizli bir şekilde vakıf yönetimi tarafından alındı, bir sabah haberimiz olmadan elektrikler kesildi. Burada prematüre doğan çocuk vardı, solunum makinesi kullanan çocuk vardı, yaşlılar, kanser hastaları komşularımız vardı” diyor.

‘O zaman anladım ki hiçbir siyasetçi Diyanet’i karşısına almak istemiyor’

Peki siyasi partilerden destek bulamadılar mı?

31 Mart seçimlerinden önce CHP’nin Üsküdar adayı Sinem Dedetaş, iki kez siteyi ziyaret etti, direnen sakinlere “Ben sizin arkanızdayım” dedi. 

Hayri Öğretici, “Seçimden sonra kayboldu” diyor: “Randevu almıştık, ulaşamadık. Başkanın altında çalışan bir kişiyle görüştük, ‘bizim elektriğimizi, suyumuzu kesecekler bir önlem alın yardım edin’ dedik, bizi arayacaklarını söylediler, sonra elektrikler kesildi. O gün burada isyan çıkardık, televizyon kanalları geldi, basın gelince hemen CHP’li meclis üyeleri de cenazede helva yemeye geldi.”

CHP’liler, 29 Mayıs Sitesi sakinlerine nasıl yardımcı olabileceklerini sordu. Site sakinleri jeneratör istedi. 

Jeneratör gelmedi.

Öğretici, o noktada sitede yalnızca 11 dairede insan kaldığını, kalanların ayrıldığını belirterek, “çok kolay halledebilirlerdi” diyor: “Koskoca İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin jeneratörü mü yok? Milyonlarca lira bütçesi olan Üsküdar Belediyesi’nde jeneratör mü yok? Kaç gece ellerimizde fenerle sitede nöbet tuttuk. Bir gece dürüm yaptırıp getirdiler, çay makinesi getirmişler ‘fişi nereye takacağız’ diye soruyorlar.”

“Biz Üsküdar Belediyesi’ne daha önce sorduğumuzda ‘yıkım kararı Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’ndan çıkar, bizim yapabileceğimiz bir şey yok’ demişlerdi. Geçen bir belediye çalışanı geldi, ‘Burada oturan var mı’ diye sordu. ‘Var tabii, niye soruyorsun’ dedik, ‘Yıkım ruhsatı çıkartmak için bize müracaat edecekler’ dedi. Hani belediyenin yapabileceği bir şey yoktu? Ruhsatı onlar verecekmiş. O zaman anladım ki hiçbir siyasetçi Diyanet’i karşısına almak istemiyor.”

‘Siz direnişçisiniz bizi zarara soktunuz’

Muhalefetten umduğunu bulamayan site sakinleri, “iktidar”dan, yana “ev sahibi” Türkiye Diyanet Vakfı’ndansa umduklarının çok ötesini buldular: Sarsılmaz bir acımasızlık. 

Direnişin sonuç vermeyeceği belli olunca, geriye kalan 11 daire de Vakıf’tan taşınma masraf ve kira yardımı istedi. Vakıf bu taleplerini reddetti.

Hayri Öğretici’nin aktardığına göre, Vakıf yönetimi, site sakinlerine “Siz direnişçisiniz, bizi zarara soktunuz” demiş. Hayri Bey’in kızı site yöneticisine “Haziran sonuna kadar müsaade edin” diye mesaj atmış, yönetici “Size döneceğim” demiş. Dönmemiş. “Elektrikler kesilince kızım tekrar yazdı ‘hani dönecektiniz’ diye, yönetici ‘babanız direnişin başı olduğu için dönmedik’ dedi.”

Yakup Aksoy da Diyanet Vakfı’nın tavrını teyit ediyor: “Diyanet yönetimiyle anlaşma yapmak istedik. Haziran’ın 15’inden sonra kendi rızamızla çıkacağımızı, yalnızca çocukların okullarının tatile girmesini istediğimizi söyledik. Noter taahhüdü veya onların hazırlayacağı bir metni imzalamayı teklif ettik. Bu talebimiz de dikkate alınmadı.”

‘Yalnız bırakıldık’

Türkiye Diyanet Vakfı’nın sitede son kalan direnişçilere verdiği süre, 18 Mayıs Cumartesi günü son buluyor. Direnişin sonuna gelinmiş gibi görünüyor.

Hayri Öğretici, yeni bir ev tutmuş. Ama eşyaları, yeni tuttukları eve sığmamış. Yönetici, Öğretici ailesini ‘bıraktığınız eşyaları Yediemin’e kaldırıp sizi borca sokarım’ diye tehdit etmiş. 

Bunun üzerine Hayri Bey, kalan eşyaların çoğunu ihtiyaç sahiplerine dağıtmış. Peki gerisi? “Dolapları da burada varilde yakıp ısınıyoruz.” 

Yakup Aksoy her gün ev bakıyor. “Dün bir ev için kapora vermiştim bugün vazgeçtiğini öğrendim” diyor. Hâlâ derdi çocuklarının eğitimi. “Bize 1 ay daha zaman verselerdi çocuklarımızın okulunu başka bir ilçeye taşıyıp başka bir yerden daha uyguna ev tutabilirdik şu an burada ev bulamıyoruz. Buradan en son ben çıkacağım demiştim, hafta sonu bizi polis zoruyla çıkaracakları gibi bir iddia var galiba öyle olacak.”

Yakup Bey, buruk. “Buradaki 170 günlük direniş boyunca bizi ziyaret eden siyasi partiler de seçimden sonra bizi görmezden geldi” diyor. “Yalnız bırakıldık.”

                                                             /././

Eğitim Bakanlığı'nın 2024-2029 Stratejik Planı! (Rıfat Okçabol) 

İki amaçta da evrensel yeterlilikten ve yetkinlikten söz edilirken evrensel değerlerden söz edilmemesi, üzerinde durulması gereken bir durum oluyor.

Bu stratejik plan kitapçığı, kapak sayfasından sonra sırasıyla Atatürk’ün resmini içeren, Cumhurbaşkanı’nın resmi ile “Eğitim, akademik başarı yanında akıl, kalp ve ruh bütünlüğü olan nesiller yetiştirme çabasıdır” ifadesi olan ve bakan Y. Tekin’in ‘Sunuş’ yazısı bulunan sayfalar geliyor. Planın ana gövdesini ise, I) Stratejik Plan Hazırlık Süreci, II) Durum Analizi, III) Geleceğe Bakış, IV) Maliyetlendirme ve V) İzleme ve Değerlendirme’ bölümleri oluşturuyor. 

II. bölümün kurumsal tarihçe kısmında, Osmanlıdaki eğitim hakkında cumhuriyet eğitiminden daha fazla bilgi veriliyor. Bu bölümdeki paydaş analizi kısmında, ‘Cumhurbaşkanlığı, sivil toplum kuruluşları, genel ve özel bütçeli kuruluşlar, uluslararası kuruluşlar, üniversiteler ve veliler dış paydaş; öğrenciler ve çalışanları ile bakanlıktaki hizmet birimleri ise iç paydaş’ olarak gösteriliyor. Ancak bütün karar ve uygulamalarını Cumhurbaşkanı’nın direktifleri doğrultusunda gerçekleştiren bakanlığın bu makama dış paydaş demesi gerçekçi bir yaklaşım olmuyor. Ayrıca tarikatları bile sivil toplum kuruluşu sayan, önüne gelen tarikat niteliğindeki dernek ve vakıflarla işbirliği yapan ve laik eğitimi savunan kuruluşlara düşman gözüyle bakan bakanlığın bu paydaşa ‘yandaş sivil toplum kuruluşları’ adını verip dış paydaş değil ‘iç paydaş’ demesi gerekiyor. Bu paydaşın yandaş paydaş olduğu, bakanlığın bu kesim üzerinde uyguladığı anket sonuçlarından da belli oluyor: Anket sonuçlarına göre bu paydaş, “öğretmenlerin kişisel ve mesleki gelişimleri, Eğitim Bilişim Ağının niteliği, dijital eğitim içerikleri, öğrenci devamsızlığının azaltılmasına yönelik faaliyetler, okul yöneticilerinin mesleki yeterlilikleri” gibi sorunları dile getiriyor!

Yandaşlardan beklenileceği gibi bu paydaş, eğitim sisteminin laik ve bilimsellikten uzaklaşarak piyasalaşıp gericileşmesi, seçme sınavları, tarikatlarla işbirliği, okula aç giden çocuklar gibi temel sorunlara değinmiyor! Bu paydaş eğitimin can alıcı konularına değinmeyince, iç paydaşların bu tür sorunlara değinmesi hiç beklenmiyor. Bu bağlamda, imamlarını derslere soktuğu ve yoğun işbirliği içinde olduğu diyaneti de dış paydaş değil iç paydaş sayması gerekiyor. Esasında ister dış ister iç paydaş densin, uluslararası kuruluşlar dışında tüm paydaşların iç paydaş nitelinde olduğu biliniyor. 

II. bölümün kuruluş iş analizi kısmında, bakanlık yapısı açıklanıp teknolojik, mali ve insan kaynaklarına değiniliyor. Bu kısımda Tablo 8’de bakanlık birimlerinde çalışanların öğrenim düzeyi ve cinsiyetlerine göre sayısal dağılım veriliyor. Aşağıdaki Çizelge 1’de ise dört temel birimde çalışanların öğrenim durumları özetleniyor. Bakanlık birimlerinde çalışanlar içinde ön lisans ya da daha düşük öğrenim düzeyine sahip olanların sayısı 66 bini geçiyor. Bakanlık çalışanları içinde doktora alanı dışında kalan alanlarda kadınların çoğunlukta olduğu (628.125) görülüyor. Ancak bu belgede, lisans ya da lisansüstü derecesi olmadığı halde öğretmenlik yapanlar ile öğretmenlik sertifikası olmadığı halde öğretmenlik yapanların sayıları verilmiyor. Bakanlık birimlerinde çalışanlar içinde lisansüstü öğrenim görmüşlerin sayısı dikkat çekiyor. Dikkat çektiği ölçüde de, bu kadar lisansüstü öğrenim görmüş kişinin çalıştığı bakanlığın günümüzdeki hali insanı derinden düşündürüyor. Bir yerlerde yanlışlık olduğu anlaşılıyor! 

Bu bölümde, PESTLE (politik, ekonomik, sosyokültürel, teknolojik, yasal ve ekolojik) ve ‘GZFT (Güçlü Yönler, Zayıf Yönler, Fırsatlar ve Tehditler)’ analizleri yapılıyor. Bu analizlerin ne denli ciddiyetle yapıldığı planda,  

  • Öğrencilerin çok yönlü bütüncül gelişimini destekleyecek müfredat geliştirme sürecinin varlığı; 
  • Okul sağlığı ve güvenliği ile iş sağlığına ilişkin çalışmalar;
  • Çalışanların iş doyumu, motivasyon ve örgütsel bağlılık düzeylerinin yüksek olması;
  • Kurumsallaşmış istişare kültürü; 
  • Türkçe ve Türk Kültürü’nün yaygınlaştırılması

konularının sistemin güçlü yanları olarak gösterilmesinden belli oluyor!

II. bölümün tespitler ve ihtiyaçların belirlenmesi kısmında da, 

  • Eğitim kurumu standartlarının güncel olmaması;
  • İlk ve ortaöğretim kurumları arası imkân ve başarı farklılıklarının olması;
  • Sosyal, kültürel, sanatsal ve sportif faaliyetlere özel eğitim ihtiyacı olan öğrencilerin yeterli düzeyde katılmaması;
  • Türkçe öğretilmesi ve Türk Kültürü’nün tanıtım, yayma ve koruma faaliyetlerinin yetersizliği

gibi sorunlara vurgu yapılıyor. Bu vurgular, esasında 22 yıldır sistemdeki eksikliklerin giderilmediğinin kanıtı oluyor.

III. bölümde vizyon ve misyon açıklamalarından sonra, ‘Fırsat eşitliği; Kültürel ve sanatsal duyarlılık; İnsan, toplum, bilim ve çevre duyarlılığı; Din, ahlak ve değerlere bağlılık; Hukuk ve adalet; Katılımcılık ve istişare kültürü; Tarafsızlık, hesap verebilirlik ve şeffaflık; Sorumluluk; Vatanseverlik; Liyakat’ konuları, planın temel değerleri olarak sunuluyor. Görüldüğü gibi bu temel değerler, AKP iktidarında alt-üst edilmiş değerleri içeriyor. İktidar Din, ahlak ve değerlere bağlılık konusuna önem veriyor görünse de, diyanetin akıl almaz fetvaları ile yolsuzlukların, gerçek dışı söylemlerin ve cinsel istismarın tavan yapması bu konudaki değerlerin de yok edildiğini gösteriyor. Birer sanat eseri olan Ayasofya ve Kariye müzelerinin yeniden camiye dönüştürülmesi ile tarihi kalıntılar üzerine inşaat izni verilmesi, dini, kültürel ve sanatsal duyarlılıkla bağdaşmıyor. Bu değerlerin tam da karşıtlarının geçerli olduğu günümüzde, strateji planının, gerçeklerden ne denli uzak olduğu belli oluyor. AKP iktidarında hazırlanmış tüm stratejik belgeler gibi, kapitalist dünyadan kopyalanmış süslü ve anlamlı ifadelerle dolu olan stratejik plan, bu ifadeler yıllardır yaşamakta olduğumuz gerçeklerle bağdaşmadığından ciddiye alınacak bir plan olamıyor.   

III. bölümde ilk ikisi ‘1)Temel eğitimde fırsat eşitliği ve eğitime erişimin sağlandığı, öğretim süreçleri ve eğitim ortamlarının etkin kullanıldığı bir ekosistem inşa ederek öğrencileri çağın gerektirdiği evrensel yeterliliklere sahip, millî ve manevi değerleri benimsemiş sağlıklı ve mutlu bireyler olarak yetiştirmek. 2) Çağın ihtiyaç duyduğu bilgi, beceri ve yetkinlikleri kazandıran, teknolojiyi üreten, tarih bilinci ve bilim aracılığıyla geleceği kurgulayan, nitelikli insan kaynağı yetiştiren, ekonomiye katkı sunan, değerleriyle bireyi hayata hazır kılan, empati ve nezaket kazandıran bir ortaöğretim yapısı ile öğrenciler yetiştirmek’ şeklinde olan yedi stratejik amaca yer veriliyor. Ancak amaç açıklamaları, yukarıda da değinildiği gibi 22 yıllık uygulamalarla örtüşmüyor. Üstelik iki amaçta da evrensel yeterlilikten ve yetkinlikten söz edilirken evrensel değerlerden söz edilmemesi, üzerinde durulması gereken bir durum oluyor. Öğrencilerin önemli bir bölümünün okula aç gittiği bilindiği halde onlara öğle yemeği vermekten kaçınanların amaç olarak ‘sağlıklı ve mutlu bireyler’den söz etmesi de, planın ciddiyetiyle ilişkili oluyor.

                                                               /././

Gördes'te halk yaşam alanlarına sahip çıkıyor: Maden şirketinin sondaj makineleri ormana sokulmadı (Yalçın Çuğ)

Yıllardır Manisa'da doğaya zarar veren ve yurttaşların sağlığını hiçe sayan maden şirketi, çalışma alanını genişletti. Yaşam hakları için direnişe geçen köylüler, sondaj makinelerini ormana sokmadı.

Yaklaşık 10 yıldır Manisa'nın Gördes ilçesinde faaliyet yürüten Zorlu Holding'e ait Meta Nikel Kobalt Madencilik, doğaya saldırmaya devam ediyor.

Gördes ilçesine bağlı Kalemoğlu Köyü'nde yaşayan yurttaşlar, sondaj çalışmalarını genişleten maden şirketine karşı mücadele başlattı.

Köylüler, yaşam alanlarına bütünleşik olan ormanlık sahada başlatılan çalışmaya izin vermedi. Faaliyetlerini durdurmak zorunda kalan şirketin yetkilileri ise köylüleri tehdit ederek 1 hafta sonra çalışmaya tekrar başlayacaklarını belirtti.

Köylüler bugün "Vahşi madenciliğe karşı Gördes'in ormanlarını, toprağını, havasını, suyunu, yaşamını savunuyoruz" çağrısında bulundukları bir basın açıklaması gerçekleştirdi.

10 yıllık faaliyet: Zehirlenen doğa ve yok edilen ormanlar 

Zorlu Holding'e ait Meta Nikel Kobalt Madencilik isimli şirketi, yaklaşık 10 yıl önce bölgede faaliyete başladı. Faaliyete başlamadan önce şirketin gerçekleştirdiği ÇED toplantılarında, halka yanlış bilgilendirme yapıldı ve iş vaadinde bulunuldu. Sonuç olarak şirket 2010 yılında ÇED raporunu aldı. 

Günde 1000 ton sülfürik asit kullanan maden işletmesinin en önemli parçalarından biri olan 738 ton ağırlığındaki kazanın, 2013 yılında Çin'den Türkiye'ye gelmesiyle birlikte madene karşı ilk eylemler gerçekleşti. İzmir'den Manisa'ya gidecek olan "cehennem kazanının" geçişi için 3 üst geçit söküldü, 11 adet köprü ise by-pass edildi. Kazanın yaklaşık 2 ay süren yolculuğu sırasında birçok eylem gerçekleştirildi.

                                    Gördes-Sındırgı Kavşağı’nda gerçekleştirilen protesto.

Bölgede yaklaşık 10 yıl önce faaliyete başlayan şirket, bu süre zarfında Kızıloluk, Matal ve Türkmençardağ olmak üzere üç orman sahasını yok etti. Ayrıca sülfirik asit yüklü tankerlerin karıştığı kazalar ve atık borularında meydana gelen hasarlar nedeniyle, kimyasal maddeler sıkça doğaya karıştı.

Öte yandan 2020 yılında Gördes sınırları içerisinde bulunan Başlamış Deresi günlerce kırmızı renkte aktı. Yapılan araştırmalar, deredeki renk değişiminin maden işletmesinden kaynaklandığını ortaya çıkardı. Resmi kaynaklardan gerekli açıklama yapılmazken, şirketin atık havuzunda sızıntı, taşma, patlama veya tahliye edilme ihtimalleri gündeme geldi. Dereden alınan numunelerde olması gereken oranlara kıyasla kodmiyum 657 kat, kobalt 389 kat, bakır 310 kat, civa 71 kat ve nikel 30 kat fazla çıktı. Konuya dair Meclis'e sunulan önergeler ise AKP ve MHP'li vekillerin oylarıyla reddedildi.

                                               Kırmızı renkte akan Başlamış Deresi.

Köylüler direnişe geçti, çalışmaya başlanamadı

Yıllardır bölgenin doğasını zehirleyen, ormanlarını yok eden ve yurttaşların sağlığını hiçe sayarak faaliyet yürüten şirketin, kısa bir süre önce sondaj çalışmalarını genişlettiği öğrenildi. 

Kalemoğlu Köyü'ne bütünleşik konumda olan Kocamurt Ormanı'nda çalışma başlatılırken, yurttaşlar bu faaliyeti şans eseri öğrendi. Köyün 30 metre yakınına kadar ilerletilen kesim ve sondaj çalışmalarına karşı, yurttaşlar da üç gün önce çalışmalara karşı mücadeleye geçti.

Geçtiğimiz pazartesi günü bir araya gelen köyüler, ormanın girişini kapattı ve sondaj makinelerinin girişine izin vermedi. Köylülerin kararlı duruşu sayesinde çalışma başlatılamadı ve sondaj makineleri geri götürüldü.

Makinelerin ormana sokulmasına dair ikinci girişim de köylüler tarafından engellendi. Engelleme sırada konuşan şirket yetkilisinin, gerekli izin belgelerine sahip olduklarını ve kimsenin çalışmalarına müdahale edeceğini söylediği öğrenildi. Yetkili “Evraklarımızı bu hafta size göstereceğiz” diyerek alandan ayrıldı. Şirketin önümüzdeki pazartesi günü, çalışmalara başlamak için tekrar bölgeye gelmesi bekleniyor.

                                                    Mücadeleye başlayan köylüler.

Öte yandan Gördes halkı "Vahşi madenciliğe karşı Gördes'in ormanlarını, toprağını, havasını, suyunu, yaşamını savunuyoruz" çağrısında bulundu. Basın açıklaması bugün saat 13.00'te Kalemoğlu Köyü'nde gerçekleştirildi.

"Sadece kendi canımızı değil, doğadaki tüm canlıları, endemik bitkileri havamızı ve suyumuzu savunmak için madenin sondaj çalışmasına hayır" çağrısı yapılan basın açıklaması şöyle:

"Bizler Kalemoğlu köylüleriyiz. Çoğumuz çiftçilikle ve hayvancılıkla uğraşmakta. Bu köy bizim geçim kaynağımız aynı zamanda bizim çocukluğumuz, gençliğimiz, yaşlılığımız… Bizi var eden yer Kalemoğlu. Nikel Kobalt A.Ş 2014’ten bu yana köyümüzde ve yakın çevresinde faaliyetlerini sürdürüyor. O günden bu yana, köyümüzdeki orman sahasının büyük bir bölümünü kaybettik. Kaybettiğimiz orman sahaları Kızıloluk, Matal ve Türkmençatağı’dır. Nikel madeni sondaj çalışması yapmak için artık köyümüze kadar girmeye, köyle bütünleşik olan Kocamurt ormanımızı yok etmeye çalışıyor.

Her gün zehirli hava soluyoruz. İçme suyumuz sürekli tehdit altında. Biz inanıyoruz ki şu an burada bulunamayan madende çalışan köylülerimiz de fikren ve vicdanen bizim yanımızdadır. Maden yetkilileri bize bu ormanı satın aldıklarını yasal olarak ormanın onların olduğunu söylüyor. Bizim çocukluğumuz olan, ekmeğimiz olan bu orman satılık değildir. Bu sondaj çalışmasıyla birlikte Kalemoğlu Köyü yok olacaktır. Köyümüzü, havamızı, toprağımızı, suyumuzu savunmak bizim anayasal hakkımızdır. Sadece kendi canımızı değil, doğadaki tüm canlıları, endemik bitkileri havamızı ve suyumuzu savunmak için madenin sondaj çalışmasına hayır diyoruz."

     (soL)


'Pelikancıların İstanbul savaşı' davası: Gazeteci Barış Terkoğlu beraat etti - BİRGÜN

 

Gazeteci Barış Terkoğlu hakkında BirGün’e 'Pelikan yapılanması'na dair verdiği söyleşi gerekçe gösterilerek Süheyb Öğüt'ün şikâyetiyle açılan "hakaret" davasında karar çıktı. Mahkeme, "yasal unsurlar oluşmadığı" gerekçesiyle Terkoğlu'nun beraatine karar verdi.

Gazeteci Barış Terkoğlu'nun, BirGün’e 'Pelikan yapılanması'na dair verdiği söyleşi nedeniyle Sabah gazetesi yazarı Hilal Kaplan'ın eski eşi Süheyb Öğüt'ün şikâyetiyle açılan "hakaret" davasından beraat etti.

Terkoğlu'nun yargılandığı davanın dördüncü duruşması, bugün İstanbul Anadolu 27. Asliye Ceza Mahkemesi'nde görüldü.

Terkoğlu'nun katılmadığı duruşmada avukatı Enes Hikmet Ermaner hazır bulundu.

Süheyb Öğüt'ün avukatının mazeret dilekçesi yollayarak katılmadığı duruşmada hakim, yargılamanın geldiği aşama nedeniyle dilekçenin yargılamayı uzatacağının anlaşıldığını belirterek, reddine karar verdi.

MLSA'nın aktardığına göre savcılık, 10 Mayıs'ta sunduğu beraat talepli esas hakkındaki mütalaasını tekrar etti.

Mahkeme, "yasal unsurlar oluşmadığı" gerekçesiyle gazeteci Barış Terkoğlu'nun "hakaret" suçlamasından beraatine karar verdi.

Birgün KÖŞEBAŞI (17 Mayıs 2024)

 

Biz de yeşil pasaport isteriz! (Ozan Gündoğdu)

Oda ve borsa başkanlarına da yeşil pasaport verileceği duyuruldu. Ekonomiden adalete türlü skandallar olağan hale gelmişken, bu rejim nasıl rıza üretiyor? Belki de sorunun cevabı, hayvani içgüdülerimizle açıklanabilir.

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan önceki gün Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği’nin 80’inci Genel Kurulu’nda oda ve borsa başkanlarına da yeşil pasaport verileceğini duyurdu. Bu gelişme salonda yoğun alkışlarla karşılanırken, ortaya çıkan görüntü yeni rejime ilişkin de fikir veriyor. Sahi, ekonomiden, sağlığa, adaletten eğitime türlü skandallar olağan hale gelmişken, bu rejim nasıl rıza üretiyor?

Belki de sorunun cevabı, hayvani içgüdülerimizle açıklanabilir. Oxford Üniversitesi’nden siyaset bilimci Prof. James Tilly’nin odaklandığı konu tam da bu. Tilly, seçmen davranışlarını analiz ederken, şempanze grupları ile benzerliklerimizi araştırmış. Buna göre Tilly, şempanze grupları arasında liderliğin nasıl rıza ürettiğini aşamalara ayırmış. Şempanze gruplarında lider korku duyulan ama sevilen bir karaktere sahip olmalı. Fakat liderin olmazsa olmaz özelliği “kaynak dağıtma tekeline” sahip olması. Şempanze gruplarında en uzun süre lider kalan şempanzeler, kaynakları kendi tekellerine alıyor ve bu kaynakları kendi liderliklerinin devamı için kullanıyorlar. Bir tür rüşvet mekanizması kuran lider şempanzeler, bu sayede düşmanlarını ehlileştirebiliyor, dostlarının sadakatini artırabiliyor. Eğer, şempanzelerin yaşadığı bölge kaynaklar açısından bol ise, bu bölgelerde şempanzeler daha kolektif bir hayat sürüyorlar. Kaynakların kıt olması ise liderleri daha önemli ve güçlü kılıyor.

Vize krizi ve yeşil pasaport sayılarındaki artış, benzer bir rıza üretme mekanizmasının Türkiye’de de oluştuğunu gösteriyor. Verilere göz atarak devam edelim.

T.C. PASAPORTU GÜÇ KAYBEDİYOR

Bir pasaportun gücü nasıl anlaşılır? Bu konuda çeşitli kriterler yaratmak mümkün ama bu kriterlerin en önemlisi, pasaport ile vize ilişkisi. Bir ülkenin pasaportunun gücü, o pasaportla kaç ülkeye vizesiz seyahat edebildiğinizle ölçülebilir. Varlıklı ailelere yatırım yoluyla vatandaşlık ve oturum hizmeti danışmanlığı veren küresel şirket Henley and Partners, 2016’dan bu yana dünya çapında ülke pasaportlarının gücünü kıyaslayan bir endeks yayınlıyor. 2023 verilerine göre 89’uncu sırada olan T.C pasaportu, 2024 yılı verilerine göre 93’üncülüğe gerilemiş durumda. Pasaportu en güçlü ülkeler sırasıyla, Fransa, Almanya ve İtalya. En güçsüz ülkeler ise Irak, Suriye ve Afganistan…

Bu haliyle, Venezuela, Kolombiya, Nikaragua gibi Güney Amerika ülkeleri Türkiye’den daha itibarlı pasaporta sahipler.

T.C pasaportunun gücünün azalmasında türlü nedenler sıralanabilir. Fakat bırakın vizesiz seyahati, artık umuma mahsus denilen bordo pasaportla özellikle Avrupa’dan vize alabilmek neredeyse imkansız.

Bu durum, hemen herkesin sorunu haline geldiyse, o halde birinin kaynakları etkin dağıtması gerekiyor. İşte tam bu noktada Cumhurbaşkanı devreye giriyor. Tüm meslek grupları, Cumhurbaşkanı’nın kapısını arşınlıyor. Talepleri vizesiz seyahat imkanı sunan hususi pasaporta ya da daha popüler ifadesiyle yeşil pasaporta sahip olabilmek…

YEŞİL PASAPORTLU SAYISI HIZLA ARTIYOR

 Yeşil pasaport, birinci, ikinci ya da üçüncü derece kadrolarda bulunan kamu görevlileri ve emeklilerine veriliyor. Haliyle kamu personeli sayısı arttıkça, yeşil pasaportlu sayısı da artıyor. 2007 yılında 2,9 milyon olan kamu personel sayısı, 2023 Eylül ayı itibariyle 5 milyon 101 bine çıkmış durumda. Nüfusun yüzde 21 arttığı bu 15 yılda, kamu personel sayısındaki artış yüzde 76!

Bu durum, yeşil pasaportlu sayısında da otomatik bir artışa neden oluyor. Fakat sadece bu değil, yıllar içinde vize krizi derinleştikçe yeşil pasaportun kapsamı da genişliyor. İlk olarak 23 Mart 2016’da yürürlüğe giren düzenlemeyle yıllık 1 milyon dolar ve üzerinde ihracat yapan firmalara yeşil pasaport hakkı tanındı. Aradan 3 yıl geçti, 1 milyon dolarlık ihracat limiti 500 bin dolara düşürüldü.

17 Ocak 2020’deki diğer bir düzenlemeyle yeşil pasaportun kapsamına avukatlar da dahil edildi. Bu düzenlemeye göre 15 yıl ve üzerindeki kıdeme sahip avukatlar da yeşil pasaport hakkına sahip oldular.

Vize krizi devam ettikçe, kaynak dağıtma tekelini elinde tutan Erdoğan’dan yeşil pasaport isteyen çevreler giderek arttı.

İçişleri Bakanlığı’nın faaliyet raporlarındaki verilere göre 2020 yılında yeşil pasaport başvuru sayısı 160 bin 734 iken bu sayı 2022 yılında 839 bin 718’e, 2023 yılında ise 1 milyon 196 bin 263’e yükseldi.

Yeşil pasaportlu ayrıcalıklı bir zümre, bordo pasaportlu sıradan T.C vatandaşlarının da Avrupa’da vize kuyruğunda beklemesine neden oluyor. Tüm bunlara yeşil pasaportlu bir takım kişilerin, Avrupa’ya iltica etmesi ve T.C bordo pasaportunun yabancılara parayla satılması da eklenince, bordo pasaportlular için Avrupa vizesi hayale dönüşüyor.

KAYNAKLARI AZALT, TEKEL OLUŞTUR

Yazının başında rejimin nasıl rıza ürettiğini sormuştuk. Türkiye’nin pasaport politikası bu sorunun cevabına ilişkin güzel bir örnek oluşturuyor. An itibariyle, T.C umuma mahsus bordo renkli pasaportuyla vize alınamadığına göre, yeşil pasaport kaynağını dağıtan kişi de Erdoğan olduğuna göre, böyle bir düzende kim Erdoğan’la ters düşmek ister? O halde, düzenin suyuna gidelim ve Erdoğan’a elimizi açalım;

Sayın Cumhurbaşkanı, biz gazetecilere de yeşil pasaport verir misiniz?  

                                                               /././

Müfredatın mimarisi (Ünal Özmen)

Eğitim biliminde öğretim programları (müfredat) eğitimin mimarisi olarak görülür. Mimarın fiziki yapıları mekâna uygun tasarladığı gibi eğitimcinin de öğretim programlarını mimar hassasiyetiyle ele alması beklenir. Mimar olmayanın elinde iyi yapı malzemeleri heder olur, iyi bir mimar ise kerpiçten kent yaratabilir. Aynı şey eğitim için de geçerlidir; ülkenin kültürel birikimi, kaynakları, teknolojisi, insan gücü, toplum beklentisi, kurum ve kuruluşları vasatın elinde heba olur gider.

Geçen haftaki yazımızda Türkiye Yüzyılı Maarif Modelinin, eğitimin iki temel yapısal unsurundan (dil ve bilgi) yoksun olduğunu göstermiştik. Eğitimin kavram ve bilgisine sahip olmaması, modelin tasarımına (mimarisi) ilişkin görüş belirtmemizi hem olanaksız hem anlamsız kılıyor. Oysa program metninde “Bütüncül Eğitim Yaklaşımı” gibi tartışmaya değer kavramlar da kullanılmaktadır. Hatta bütün anlamsızlıklar bu anlamlı kavramın üzerine inşa edilmektedir. 

Bütüncül eğitim, sadece iş becerisi kazandırmak, çocuğu geleceğe hazırlamak ve ona geçmişi aktarmaktan ibaret saymayan; eğitimi, sosyal ilerlemenin, demokratik toplumun bilinçli ve güvenli yolu olarak gören 19. yüzyıl eğitim felsefesinden türetilmiş modellerden birinin adı. Kavramsallaştıranların ve kullananların niyetini sorgulamaz, tanımı kavramın tam karşılığı olarak düşünürsek bütüncül eğitimin modern eğitimin ilk modeli olduğunu söyleyebiliriz. Bütüncül veya bütünsel eğitimin öğretim yöntemi, konusunu disiplinler arası ilişki bağlamında ele aldığı için  diyalektiktir. Eleştireldir, çünkü doğadaki her şey, bireysel ve toplumsal her ilişki bilinebilir bir nedene dayanır ve eğitim bu nedeni bilme ve analiz etme işidir. Denenebilir bilgi kullanmasından (deneysel olmasından) ötürü ayrıca materyalisttir.

John Locke’tan Rousseau’ya, Kant’tan Durkheim’e eğitimi felsefenin konusu yapmış; John Dewey’den Paulo Freire’ye eğitim politikaları geliştirmiş hiçbir düşünür insanı tek boyutlu ele almamış, bireyin bedeniyle, zihniyle, ahlakı ve duygusuyla bir bütün olduğunu, eğitimin insanı tüm yönleriyle geliştirmesi gerektiğini savunmuşlardır. Çünkü onlar demokratik toplumun, insan haklarına saygılı, evrensel ahlak kurallarını benimseyen, demokratik davranabilen laik yurttaşlar topluluğu olduğunu düşünüyorlardı. Hiçbir modern eğitim kuramı bireyi kendisiyle ve toplumla çatıştıracak öğretileri eğitimin konusu yapmaz. O nedenle, her ne kadar modern kavram ve tanımlara yer verilmiş olsa da bireyi yerel ve dini değerlere hapseden Türkiye Yüzyılı Maarif Modelini mimarisi (felsefesi) olan bir model olarak ele alamıyoruz.

Evrensel değer ve tutumlarla çatışan, sosyaliteyi reddeden ve eleştiriye tahammülsüz dini bir programın yazılı beyanında (Öğretim Programları Ortak Metni) bilimin yöntem ve kavramları neden kullanılır? Bu sorunun iki yanıtı var; biri meşruiyet ihtiyacı (Bugünden ziyade yarına dönük kamuyu ilgilendiren her programda dayanıklılık aranır, o nedenle dayanağın güçlü olması gerekir. Yazı ve söz gücünü genel geçerliliği olan kavramlardan alır.), diğeri işlevini yitirmiş, pratikte karşılığı olmayan kalıp düşünce ifadelerine anlam kazandırmak. Daha anlaşılır olması bakımından demokrasi kavramını Erdoğan'dan duyduğunuzda hissettiğinizi düşünün. Ya da akıl ve bilim dışı ekonomik programlarını felsefenin ve tıbbın kavramlarıyla anlatmaya çalışan Nebati’yi… Dinciler bunu hep yapıyor; baş edemedikleri fikirleri değersizleştirmek için o fikrin temel kavramlarını iğdiş ederek fikir sahiplerinin fikirlerinden kuşkulanmalarını sağlıyorlar. Aynı şeyi piyasacılar da yapıyor, aslına bakarsanız dinciler bu yöntemi piyasacılardan öğrendi (Sonraki yazıda da onların “Beceri Temelli Eğitim”i nasıl pazarladıklarına bakalım).

Mimarlık bilimi, yapıda ölçüyü, işlev ve estetiği esas alır; içinde yaşayacak canlının doğasını ve beklentisini gözetir; ona göre planlama yapar. Eğitimin mimarisi olan öğretim programları da bir plan dahilinde bireyle toplumun gereksinimini karşılamak amacıyla eğitim biliminin yöntemleriyle hazırlanır. Erdoğan yönetimi böyle bir program istemez, istese de hazırlayamaz. Bu iktidar kaldığı sürece eğitimde de onun yapı mimarisinde izlediği yoldan gidilecek, küçük bir zümrenin istek ve ihtiyaçlara yanıt vermeye çalışan, mimarisi olmayan, günübirlik eklektik planların biri bitmeden öbürünü tartışmaya devam edeceğiz.  

                                                            /././

Tasarruf (Yalçın Karatepe)

Tasarruf güzel bir sözcük. Muhtemelen duyanların hoşuna gider. Özellikle kamudan geliyorsa, bu kelimeye yüklenen anlam daha fazla ilgi çekiyor.

İşte bunu bilen iktidarın “Kamuda Tasarruf” konusundaki açıklaması Pazartesi günü büyük bir merakla beklendi. Sonuçta, kamu harcamalarında tasarrufa gidiyoruz demek hayat pahalılığı altında ezilen milyonlara “kendinizi kötü hissetmeyin, bakın biz de üzerimizi düşeni yapıyoruz” anlamına geliyor.

Mesaj olarak baktığımızda durumun bu olduğu açık da, sonuçları ne olacak diye baktığımızda hiç de öyle söyledikleri gibi bir durumun olmayacağı yapılan sunumdan anlaşıldı.

Devletin harcama ve gelir işleri ile sorumlu olan Hazine ve Maliye Bakanlığı gibi önemli bir kurumun “tasarruf” adı altında yapılan bir çalışmasının daha somut verilere dayanması, sonuçlarının, parasal boyutunun ve ekonomiye etkisinin neler olacağının açık olarak ortaya koyması gerekirdi. En azından bizim beklentimiz bu yönde idi. Çünkü her bir kamu harcamasının ne kadar olacağı Meclis’ten geçen bütçe kanununda ayrıntılı bir biçimde maddeler halinde yazılı.  Mesela; sunumda “Haberleşme Giderleri” diye bir başlık vardı. 2024 yılında tüm kamu kurumlarında haberleşme harcamalarının ne kadar öngörüldüğünün bütçe kanunun ayrıntılarına bakılarak hesaplanması mümkün. Yeni tedbir paketiyle, planlanan haberleşme giderlerinden ne kadarlık bir tasarruf yapılacağı somut bir biçimde paylaşılabilirdi. Ama yapılmadı. Benzer şekilde “personel servis hizmetinin” toplam maliyetinin ne olduğu ve ne kadarlık bir tasarruf yapılacağı da hesaplanabilirdi. Bu da yapılmadı. Bu listeyi uzatmak mümkün.

Peki, neden yapılmadı? Onu da tahmin edebiliyoruz. Eğer bunlar somut veriler ile ortaya konmuş olsaydı 11 trilyon liranın üzerinde olan 2024 bütçesi içerisinde çok önemsiz bir paya sahip olduğu görülürdü. Sanırım bunun görülmesi istenmedi. Daha önce Bakan Şimşek’in 100 milyar TL gibi bir ifadesi olmuştu. Bunu esas alacak olursak; yapılacağı söylenen tasarruf 2024 bütçesinde öngörülen kamu harcamalarının yüzde 0,9 kadar bir orana karşılık geliyor. Anlaşılması kolay olsun diye bir karşılaştırma yapalım. 17 bin lira asgari ücret alan ve eline geçen tüm gelirini harcayan, “ ben bu ay yüzde 0,9’luk bir tasarruf yaparak harcamalarımı kısacağım” diyen birisinin kesintiye gideceği harcamanın parasal büyüklüğü 154 lira 55 kuruş olur. Bu kadarlık bir kesinti, o ücretli çalışan için ne ise, bakanlığın önerdiği tasarruf da toplam harcamalar açısından bakıldığında işte o kadar. Bu nedenle “kamuda tasarruf” söylemlerine pek de itibar etmeyin.

Bence asıl üzerinde durulması gereken konu kamu kaynaklarının etkin ve verimli bir biçimde kullanılması olmalıdır. Yapılan harcamanın kamusal faydasının ne olduğu, bu harcamaların en uygun maliyetle yapılıp yapılmadığı ayrıntılı bir biçimde ortaya konulmalıdır.

Mesela, “Kamu yatırımlarını durduruyorum” demek yerine “kamu yatırımlarını uygun koşullarda, en düşük maliyetle yapılmasını sağlayacağım” demek daha önemlidir. Ama bunu diyemezler çünkü bu zaten yasal bir zorunluluktur. Bu yasal durumu esnetmek için Kamu İhale Kanunu’nda 200’e yakın değişiklik yaptılar. Kamu ihale kanununu rekabetçi hale getirmeden kamuda tasarruf nasıl sağlanacak? Kamu Özel İşbirlikleri projeleri üzerinden yapılan fahiş ödemelerden de hiç bahsetmiyorlar. İşe oralardan başlamak lazım.

BÜTÇE DENGESİ

Bütçe sadece harcamadan oluşmaz, bir de gelir tarafı vardır. İşte burada vatandaşa daha ağır bir maliyet yüklemekten geri kalmıyorlar. Size “ücret artışlarınızı beklenen enflasyona göre talep edin” diye telkinde bulunan iktidar, kontrolünde olan fiyatlara bekledikleri enflasyonun beş katı kadar zam yapmaktan geri kalmıyor.  15 Mayıs itibariyle köprü ve otoyol geçiş ücretlerine ciddi oranda zam yaptılar. Yılbaşında yapılan zamlarla birlikte değerlendirilince, köprü ve otoyollara yılın ilk beş ayında yapılan toplam zam yüzde 181,6 oldu. Böyle bir enflasyon verisi ne resmi olarak TÜİK tarafından açıklananlarda var ne de beklediklerinde.

Ama olsun, başka türlü bütçe disiplini nasıl sağlanır?

                                                            /././

Kabak tadı vermediniz mi? (Zafer Arapkirli)

Bile bile, “geliyorum” diye bas bas bağırarak sergilenen oyunlar, danışıklı dövüş tadında piyesler, dramalar, vodviller bir yere kadar kabul edilebilir. En azından izlediğimizde, hoşumuza gitmese de, iyi niyetle anlamaya çalışır ve analiz etmek için samimi bir çaba sarf edebiliriz.

Ama hep aynı berbat oyunu, hep aynı oyuncu kadrosu ile defalarca sahneye koyanlara tahammülümüz kalmadı artık.

Bugünkü siyasi iktidarın “Bakın. Tam bir şeyleri yoluna koyacağız, yine bir takım çevrelerin bize kurdukları kumpaslar, ihanet şebekelerinin arkamızdan hançerlemeleri, vesayetçi odakların önümüze takoz koymaları nedeniyle, elimiz kolumuz bağlı. O yüzden istediğimiz gibi yönetemiyoruz bu memleketi...” oyununun bilmem kaçıncı baskısı, kelimenin tam anlamıyla bıktırdı.

Biraz amiyane bir tabirle “yemiyoruz” artık. İzlerken midemiz bulanıyor.

Sen, on yıllardır açık seçik görünür biçimde her türlü şer odağı ile dans edeceksin. Dans etmenin de ötesinde, sofralar kurup (mecazi anlamda) kafaları çekeceksin. İyice “işi pişirip” af buyrun “halvet” olacaksın. Bunları yaparken, seni sürekli olarak uyaracağız. “Yapma etme. Devletin yönetiminde, bu ülkenin, bu devletin harcı ile uyumlu olmayan o unsurlarla arana mesafe koy. Bunlar dışarıdan güdümlü ve tehlikeli, zararlı unsurlar. Bu ülkeye zarar verirler” diye her defasında tehlikeye (senin için değilse de, ülke için) dikkat çekeceğiz. Ama dinlemeyeceksin.

Senin on yıllardır “askeri vesayet” ya da “bürokratik vesayet” diye adlandırdığın, bizzat devletin bünyesindeki “antidot” niteliğindeki güçler de, sürekli olarak aynı şeyi tekrarlayacak ve Şubat 1997’de yaptıkları gibi bu görüşlerini “MGK Bildirisi ile kayıt altına alarak” tarihi bir uyarıya dönüştürmüş olacaklar. Sen, bunu bir “darbe” diye nitelendirip uyaranları cezalandıracaksın. Hatta, bununla da yetinmeyip, “halvet olduğun” unsurlarla el ele kol kola, uyaranların köklerini kazımak için kumpas davaları süreçleri ile tasfiye edeceksin.

Daha bu tasfiye sürecinin dumanı tütmekte iken, “halvet ortakların” bu kez seni tasfiye etmek üzere “17’li, 25’li hamleler” yapacaklar.

Daha da ileri gidip, bu hamleleri de bahane ederek, toplumda bu konuda uyarı yapan kim varsa onları da süratle tasfiye etmek için, yargı içine bizzat kendi elinle yerleştirdiğin “halvet ortaklarınla” birlikte yaptığın anayasa değişikliklerini kullanarak “uyaranları” iyice boğazlayacaksın.

Gün olup devran dönecek, bu kez silahlı kuvvetlerin her kademesine inadına yerleştirdiğin ve bu milletin tankını, topunu, uçağını, helikopterini, füzesini vs. teslim ettiğin “halvet ortakların” sana karşı (aslında tüm ülkeye ve demokrasiye) darbe yapmaya kalkışacak.

Üstelik devletin içinde senin “yanı başındaki” çok üst düzey unsurların o darbe sürecinde ve gecesinde “ne yaptığı, ne yapmadığı, nasıl bir işlevi olduğu” konusunun üzerini özenle ve göz göre göre örteceksin. Yani bir yığın soru işareti “hâlâ, orada, öylece” duruyor olacak...”

Darbenin yarattığı ulusal - toplumsal korku ve endişe halini kurnazca kullanarak olağanüstü hal koşullarında yeni bir referandum yapıp, rejimi değiştirecek, “Tek Adam - Şahsım” rejimini bağırta bağırta getireceksin. Ardından yaptığın seçimleri kaybetmene rağmen, kanlı bir toz - duman ortamı yaratıp iktidara yapışmanın yollarını arayıp bulacaksın.

Aradan geçen 6 senede, işleri daha da berbat ettiğin yetmezmiş gibi on yıllardır yapılan uyarılar da “öteki kulağından çıkıp gitmişcesine” yine “halvetçileri ve yeni nesil halvetçileri” ortak edinip devletin tüm kritik noktalarına yerleştireceksin. Üstelik bunu 7 gün 24 saat yapılan uyarılara rağmen sürdüreceksin.

En baştan beri altına imza attığın binlerce, belki onbinlerce kamu görevine tayin ettiğin unsurların güç kavgası ile devlet “herkesin herkesi bıçaklamaya - boğazlamaya - tasfiye etmeye çalıştığı” bir kaos çiftliğine dönüşecek.

Bir gün, bir mafyacının yakalanması ve soruşturulması sürecinde istenmedik olaylar gibi görünen ama bal gibi yine “geliyorum diye bas bas bağıran” bir kavga patlak verecek. Devletin eski ve yeni bakanlarının ve kadrolarının birbirlerine karşı saflardan ateş etmeye başladığı, yargı aygıtı içinde “şucular bucular, o particiler bu tarikatçılar, şu cemaatciler” bir ortam oluşacak.

Ve sen yine eski ve kabak tadı veren feryadına başlayıp “Kuklacılaaaaar!.. Kumpasçılaaaaar! Bana kumpas kuruyorlaaaar!. İmdaaaat!.. Allahını seven bana yardım etsin!” diye bağırmaya başlayacaksın.

Yine, kim bilir kaçıncı kez.

Ve bütün bunları, yoksulluktan inim inim inleyen halkın gırtlağına çöktüğün bir zam ve zulüm dönemini gözlerden saklamak için yaptığını herkes bilecek. Yeni bir anayasa ile özgürlükleri daha da boğazlamak ve bu ülkenin kuruluş değerleri ile oynama çabalarının hız kazandığı bir dönemde yapacaksın.

Kusura bakma ama muhterem...

Bu sefer gerçekten “kabak tadı” verdin.

Senin durduğun o “yüksek” yerlerden o kadar mı küçük görünüyor beyinlerimiz?

İşgal ettiğin “tepelerden” o kadar mı salak gibi bir izlenim uyandırıyoruz, sende?

Yettin artık.

Köşeye sıkıştıkça daha fazla hata yaparak aynı oyuna devam ediyor ve hem kendine (orası senin sorunun ama) hem de halka ağır zararlar veriyorsun.

Aynı ucuz senaryoyu bir kez daha bu halka izlettirmene izin vermeyeceğiz.

Yeter.  

(BİRGÜN)


KISA KISA -Cumhuriyet- GÜNDEM (17 Mayıs 2024)

 

İşte Menzil'in dokunulamayan 'tatilköy'ü!

Sakarya'nın Karasu ilçesi Denizköy sahilinde bulunan Menzil cemaatine ait olduğu iddia edilen 'tatilköyü' tartışmalara yol açtı. CHP'li Meclis Üyesi Mithat Kandil, konuya ilişkin açıklama yaparak, Karasu Belediyesi'ne "Buna kimler izin vermiş? Neden yıkılmıyor?" sorusunu yöneltti.(https://www.cumhuriyet.com.tr/siyaset/iste-menzilin-dokunulamayan-tatilkoyu-2207728)

Tepkilerin odağındaydı... Diyanet, Audi A8 aracını iade etti 

Kamuda tasarruf tedbirleri hayata geçirilirken Audi A8 marka bir otomobil talep etmesi kamuoyunda tepki çeken Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş'tan 'geri adım' geldi. Diyanet, kullanılan Audi A8 aracını iade ettiğini duyurdu.(https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/tepkilerin-odagindaydi-diyanet-audi-a8-aracini-iade-etti-2207664)

Denizli Büyükşehir Belediyesi kafelerinde yeni dönem: Alkol satışı oy çokluğuyla kabul edildi 

AKP'den CHP’ye geçen Denizli Büyükşehir Belediyesi, belediyenin işlettiği kafe ve restoranlarda alkol satışı yapılmasına oy çokluğuyla karar verdi.(https://www.cumhuriyet.com.tr/siyaset/denizli-buyuksehir-belediyesi-kafelerinde-yeni-donem-alkol-satisi-oy-2207716)

Yurtdışından gelen telefonlar için yeni karar: Vergi ödense bile...

Yurt dışından getirilen cep telefonları için yeni bir düzenlemeye gidildi. Hediyelik eşya statüsünde veya beyana aykırı şekilde yolcu beraberinde yurda sokulmak istenen ikinci cep telefonlarının maktu vergileri ödenerek teslim edilmesi uygulaması kaldırıldı.(https://www.cumhuriyet.com.tr/ekonomi/yurtdisindan-gelen-telefonlar-icin-yeni-karar-vergi-odense-bile-2207670)

Ekrem İmamoğlu'ndan Cumhuriyet'e özel açıklamalar: 'Siyaseti adalete alet etmemek lazım' (Barış Pehlivan)

İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu, 2027’de İstanbul’un ev sahipliği yapacağı Avrupa Oyunları’nın imza töreni için bulunduğu Roma’da gazetecilerin sorularını yanıtladı.

Ayhan Bora Kaplan davası kapsamında bir kriz yaşanıyor. Bu krizi Süleyman Soylu ile Ali Yerlikaya ekiplerinin kavgası olarak yorumlayanlar var. Hem Soylu’yu hem Yerlikaya’yı yakından tanıyan birisi olarak siz nasıl yorumluyorsunuz?

"Çok derin bir soru. Ne yazık ki Türkiye’de hukuk, yargı, emniyet gibi kavramlar uzun zamandır kurallar ya da kanunlar üzerinden değil de talimat üzerine yönetildi. Talimatlar üzerinden yönetildiği zaman da belli bir zaman dilimi içerisinde bunun bir kaosa dönüşmemesi mümkün değil. 

Ben tabii ne o kişilerle ilgili çok geniş bir bilgiye sahibim. Ne de söylediğiniz isimlerle ilgili hafızamda en ufak bir şey var. Yani bu konularla ilişkili ve ilintili birisi değilim. Şunu söyleyeyim: Bu ve buna benzer daha çok olay yaşarız biz. Yarınlarda bu çelişkileri, bu çatışmaları ne yazık ki yaşarız. Sadece benim beş yıllık dönemimde İçişleri Bakanı'nın müdahil olduğu onlarca olayı burada konuşabiliriz. Hangisinin mantığı, hangisinin bir kuralı, hangisinin bir kanuna yaslanan çerçevesi vardı ki bunu da tartışalım. Bu çerçevede çok bilinmeyenli bir denklem asla değil. Ama meselenin özünde bu iki kişi mi vardır? Ben emin değilim. Bu meselenin özü o iki kişi değildir. Dönem dönem farklı talimatların yönlendirdiği ve ne yazık ki karanlık sahaların oluşturduğu birçok olay vardır. Yani bu işin tek kurtuluşu ve hepimizin rahat edeceği şey çok net olarak ülkenin kurallar, kanunlar ve asla çiğnenmeyecek olan birtakım evrensel değerleridir. Umarım ona hep beraber kavuşuruz. "

"SİYASETİ ADALETE ALET ETMEMEK GEREKİR"

Kobani davasına ne diyorsunuz? 

"Türkiye'de üzülerek söylüyorum ki, birçok siyasi dava var. Ve siyasi davalar üzerinden kin, öfke ve neye dayalı belli değil ama çoğu zaman insanlar boşu boşuna yıllardır hapiste yatabiliyor. Bir tanesi de benim yaklaşık 10-15 yıllık canciğer arkadaşım. Bir Gezi davasından ötürü içeride olan bir arkadaşım. Bugün şunu söylemek lazım. Normalleşmeyi konuşuyoruz. Normalleşmenin bence ilk kuralı adalettir ve adalete uygun bir biçimde hareket etmektir. Siyaseti de adalete alet etmemek gerekir. Ama uzun süredir bu anlamda siyaset adaletle iç içe geçmiş, hatta bazen adaleti ne yazık ki bize unutturan kararların siyasi biçimde verildiği bir ülkede yaşıyoruz. Şiddeti özellikle siyasetin gündeminden çıkarmamız lazım. Legal siyasetin önünü açmamız lazım. Türkiye Cumhuriyeti Devleti demokrasi ve hukuk ilkeleri temeline inşa edilmiştir ve gücünü bu ilkelerden almak zorundadır. Bunu sağladığımız zaman bu ülkede huzuru inşa edebiliriz. Bu anlamda her ne suretle olursa olsun bu ilkelerin dışına çıkması asla düşünülmemeli. Bu yönüyle şiddete başvurmadıkça hiç kimsenin de cezalandırılmasını biz asla doğru bulmayız. Bu ülkede hepimiz teröre de, terör örgütlerine de karşıyız ama bugün verilen kararlar siyasi temele oturduğu sürece hiç kimsenin vicdanı rahat edemez. Bu kapsamda tabii ki üzülüyoruz. Bu ülkede özellikle geçmişte çokça siyasi cezalandırmalar yapıldı. Bugün verilen siyasi cezalandırma kararlarının arkasında olduğunu bildiğimiz insanların bile yargılanıp cezalandırıldığı günleri yaşadık. 

Bizim ilerlememiz gerekirken geri gitmiş durumdayız. Bunun adı ister Selahattin Demirtaş, ister Ahmet Türk olsun. Bu insanları mahkum etmek bu ülkeye hiçbir şey kazandırmaz. Kazandırmayacak da. Ahmet Türk 1970’lerde Cumhuriyet Halk Partisi'nde siyaset yapan bir aktördü. O bakımdan az önce de ifade ettiğim gibi legal siyaseti yok ettiğimiz takdirde, makul ve mantıklı bir ortamın ve insanların huzur güven içerisinde kendini hissedeceği bir ülkeyi oluşturma şansımız yok. Siyaseti ve siyasetçiyi ortadan kaldırdığınızda boşluğu dolduran yapılar tam da az önce söylediğimiz yapılar. Ondan sonra hiç bilmediğimiz, hiçbir tüzel kişiliği olmayan yapıların gücü üzerinden ülkede racon kesilir hale geliyor ve mağduriyet daha da büyüyor. Dediğim gibi tabii ki teröre asla fırsat vermeyiz. 

Ben de şu anda siyasi bir davanın aktörüyüm. Benim de içeride bir davam var. Belki şu anda sadece siyasi yasakla muhatap olan bir kişiyim. Ama kim bilebilir ki bir üst mahkemede cezanın arttırılmayacağı diye bir husus yok yani. Bu da arttırılabilir. Pekala böyle bir gündemle Türkiye'de muhatap olabiliriz. Peki bu bir şaka mı? Değil. Bu bir kaygı oluşturmalı mı? Kesinlikle oluşturmalı. Ben kaygı duyuyor muyum? Vallahi duymuyorum. Ama ülkede bu kaygıyı duyup bana soran ve “ya ne olacak senin davan” diyen binlerce insan var. Bu bakımdan Türkiye'nin sağlam bir zemine oturması noktasında, verilen kararların bu ülkeye faydası yok, zararlıdır."

"BU YAPIDAN AKIL OLARAK DA ŞÜPHE ETMEK GEREKİR"

Cumhurbaşkanlığı seçimi yaklaştıkça sizin davanızda farklı bir sonuç çıkmasını bekliyor musunuz? 

"Siyasi görmedikleri için bu anlamsız hamleyi yapabilirler mi? Emin değilim. Çünkü benimle beş yıldır çatışan bir siyasi iktidar var. Ve bu seçimde aradaki oy sayısının. büyüdüğü bir farkla seçimi kazandığımız bir şehir var ortada. Hala bunu kendine bir kazanım olarak görür de böyle bir siyasi karar verirse bu yapıdan akıl olarak da şüphe etmek gerekir. Bu bağlamda ben böyle bir şey beklemiyorum. Ama Türkiye'de “bu mümkün değil” diyeceğimiz ama yaşamadığımız da hiçbir şey kalmadı. Olabilir ama kesinlikle aklımın ucundan bile geçmiyor. Yani deseniz ki, bir gece yatağa başınızı yastığa koyarken sizi tereddütte bırakıp azıcık uykusuz bıraktığı an oldu mu? Vallahi hiç olmadı yani."

Siz Cumhur İttifakı ile CHP’nin normalleşme ya da yumuşama, bir yol yürüme imkanı olduğunu düşünüyor musunuz?

"İyi anlamda zorlamanın hiçbir zararı yok. Ben sayın genel başkanımızın sayın Cumhurbaşkanı ile görüşmesini kesinlikle doğru buluyorum. Yanlış yanı yok.  Bilakis demokrasi adına büyük olgunluk gösteren halkımız tarafından da olumlu görüleceğini düşünüyorum..

Yerelde iktidar olan bir partiyle genelde iktidar olan bir partinin bir masada oturması kadar doğal bir şey yok. Ben bunun zorlanmasından da yanayım. 

Siyasi rezerv koymanın, masadan uzaklaşmanın faydası yok. Partimizin bu evrede sabırla ısrarla doğru ve pozitif hamleleri yapmasını ben destekliyorum. 

Baktığınızda ben de kendi ortamımda, büyükşehir nezdinde buluşmaktan, uzlaşmaktan hiçbir gün vazgeçmedim. Sonuç aldığımız var mı? Var. Oranı yüksek mi? Değil ama bu tavrın kaybedeni, seçimlerde iktidar oldu… 

Ben genel başkanımızın bu duruşunu destekliyorum. Elbette tedbir alınması gereken hususlar vardır. Ne bileyim; sandalyenin  bir tane sapının kırık şekilde bana hazırlanmış olduğu bir ortamda oturmuş birisi olarak, bu tedbirleri bile almayı düşünmek zorundayız. 

Başkalaştıran, uzaklaştıran, sürekli kavga eden anlayıştan hep kazançlı çıkan bugünün iktidarı olmuştur. Bu oyuna gelmemek lazım."

Şu yorum yapılıyor: “AKP Cumhuriyet Halk Partisi’ndeki rakibini seçiyor, onun için bu tip hareketler yapıyor.” Siz katılır mısınız buna? 

"Dediğim gibi tedbir almak, temkinli olmak şart. Ama bugünkü iktidarın satranç oynayacak birikimi var mıdır? Ben açıkçası emin değilim. Böyle birikim olduğunu da düşünmüyorum. Bugüne kadar oyunu hep popülizm üzerinden kurmuştur. Olmayan mevzular üzerinden fayda sağlama gayreti içinde olmuştur. Olan mevzuları çarpıtmıştır ve buradan fayda elde etme gayretinde olmuştur ve burada başarı elde etmiştir. Bunun adı satranç değildir. Satrançta kurallar bellidir, oyuncular bellidir. Hamlelerde de bunun üzerinden zeka yarışına girilir. Yani siz oyunda eğer piyona fil hareketini yapmaya gayret ederseniz ve bunu karşı tarafa yutturursanız, bunun adı hile olur. Bu hilelere kapılmamak lazım. Bugüne kadar uygulanan adımlar da hileyle olmuştur. Tedbir almak, temkinli olmak evet ama uzaklaşmak, yok saymak asla doğru değil."

"YOLUN BAŞINDAYIZ"

Yerel seçimi AKP mi kaybetti, CHP mi kazandı?

“'Bu seçimi biz kaybederiz, iktidar kazanamaz' demiştim 2023 seçimi için… Biz kaybettik onu. Değişim gösteren CHP makul zemini yarattı ve bu seçimi kazanan milletin kendisidir, çok net. Ama mesela bu aşamadan sonra seçimi kaybedersek, biz kaybederiz… Bundan sonra top bizim ayağımızda, bizim o topu nasıl çevireceğimize bağlı… 

İyi gidiyoruz ama daha yolun başındayız. Değişim oldu bitti, değil. Aşamaları var. Kurultay öncesi ve sonrası… Hala devam ediyor. Sonuçlandı demek, doğru değil."

"MÜZAKEREYİ ARTIRMAKTAN YANAYIM"

Kılıçdaroğlu’nun “Sarayla müzakere olmaz, mücadele olur” görüşüne nasıl bakıyorsunuz? 

"Enflasyon faiz ilişkisi gibi bir şey. Müzakeresiz mücadele olur mu? En güzel mücadele münazara ile olur. Müzakeresiz mücadele olmaz. Yoksa toplum nasıl anlayacak hangisi doğruyu söylüyor, diye…

Partimiz iki kez İstanbul’da kazandı. Müzakere demek ki kazandırıyor. Ben tam aksine, müzakereyi artırmaktan yanayım. 

Avrupa hayranlıkla izliyor bu mücadeleyi. Ben nasıl karşılandığımı biliyorum. Ben müzakerede sonuna kadar ısrar ediyorum."

"GEÇ KALINMIŞ BİR KARAR..."

28 Şubat davasında komutanların tahliye kararı var. Gezi’de de benzer karar olur mu? 

"Bu karar bile geç kalınmış bir karar. İnsanlar çorba bile içemez haldeydi. Yaşlılık vardı, bu ne yasaya ne yargıya ne adalete sığar. Bırakın, “suçlu olduğunu kabul edelim”, buna bile sığmıyor. Düşünsenize, gecikmiş bir adalete bile mutlu oluyoruz. Müzakereler sonuç vermiş midir? Vermiştir. Memnun muyum? Tabii ki memnunum. Gezi’den mahkum olanlar da serbest kalmalı mı? Kalsın. 

O insanların bu yaşta çektiklerini hangi yasal zemine oturtacaksınız."

İBB Mali Hizmetler Daire Başkanı Neslihan Vural’ın İGDAŞ’ın halka arzı üzerinden bir açıklaması oldu. Halk Ekmek’in dahil, İBB’nin iştiraklarini özelleştireceği tartışılıyor. Siz ne diyorsunuz? 

"Bir bürokratın haddini aşan bir açıklaması olmuş. İGDAŞ’ın özelleştirilmesi ile ilgili geçmişten gelen bir meclis kararı var. Halka arz özelleştirme anlamına gelmez. Bu konular onun da meselesi değil. Halka açık meseleler. Gündemimizde yok mudur? Halka arz olarak var. Ama toplumcu ve kamucu anlayışla bunların yol yöntemleri mevcuttur. Şu anda masamızda müzakere edilmiş dahi değil. Haddini aşan bir açıklamadır."

2028’de Cumhurbaşkanlığı’na kim aday olacak? Tekrar üçüncü dönemi de yaşamayı düşünür müsünüz? Yoksa “Ben artık başka bir yol çizeyim” mı dersiniz?

"Mesele Ekrem İmamoğlu'nun mevzusu değil. Ben hiçbir zaman meselelere kişisel bakmadım. Kurumsal baktım. Burada siyasi parti olarak kurumumuzun iradesi önemlidir. Biz gerçekten meselelere ilkesel bakarız. Bir de halkın ne dediğine bakarız. Dediğim gibi, bundan sonraki ilk seçimi kaybedecek olan da kazanacak olan da biziz."

Erken seçim bekliyor musunuz? 

"Erken seçimi toplum ister, partiler istemez. Böyle bir tartışma da görmüyorum. Millet bize geri ödemesiz bir kredi açtı. 'Al sana kredi ya batır ya da çıkar' dedi. Batırırsan sen de batarsın, çıkarsan sen de çıkarsın. Tüm motivasyonumuz geri ödemesiz bu kredinin karşılığını vermek."

Bazı CHP’li belediye başkanları bu krediden biraz götürdüler. Yandaş ya da akraba kayırmacılığı örnekleri ortaya koydular. Bu konu hakkındaki görüşleriniz nedir?  

"Çok net: Siyasette eş, dost, akraba meselesi doğru değildir. Bu Türkiye'nin son yirmi yılında çok acı biçimde yaşandı. Artık eş, dost, akrabayı geçmiş, aile kavramı içerisine sıkışmıştır hatta. Yani iktidar bunun çok kötü bir örneğini hepimize sunmuştur ve halk bundan iğreniyor. Bunu kabul etmesi mümkün değil. Dolayısıyla “biz bunu az yapıyoruz, onlar çok yapıyor” gibi bir kıyas meselesi değildir. Azı da çoğu da aynıdır. Asla kabul edilecek bir mesele değildir. Bu bağlamda bazı eksikler, hatalar olmuştur. Bir kısmında geri adım atılmıştır. Sanırım bütün Cumhuriyet Halk Partili belediyeleri de buradan aldığı mesajı uygulayacaktır. Zaten genel başkanımız ve genel merkezimiz de bu konuda bir kısım tedbirleri devreye sokmuştur."

(Cumhuriyet)